Üşüyorum yokluğun buz gibi soğuk.
Bazı vedalar sonsuzdur, merhabası olmaz...
Ve sen geçersin içimden. Bitmek bilmezsin...
🥀
10 yıl sonra...2
Sabah uyandığımdan beri başımda geçmek bilmeyen bir ağrı vardı. Hamileliğimin sonlarında olduğum için hafif bir ağrı kesici almama rağmen hiç fayda etmedi.
Yalnız başına ev geçindirip çocuk bakıyorsan baş ağrısı seninle ayrılmaz bir parça oluyordu. Yıllar geçsede bu yalnızlığa alışamıyordum. Ayrılığa alışabilir mi ki insan? Ayla benimle beraber buradaydı. Çelebi ile güzel bir yuva kurmuşlardı ve 6 yaşında bir oğlu 7 yaşında bir kızı vardı. Armağan senede birkaç kez mutlaka uğrardı buraya. Nasıl uğramasın ki?
"Umay!" Benim ergenliğine adım adım yaklaşan güzel kızım yine kendini odasına kapatmıştı. Gelsin yanıma, dertleşsin sohbet etsin istiyordum. O benim can yoldaşımdı. Mucizemdi, bütün zorluklara rağmen hayata tutunma sebebimdi. "Güzel kızım bilgisayarda mısın yine?"
İlkokul 4. Sınıfa başladı. Bu yıl beraberinde pek çok zorluğu da getirdi tabii. Zorlanıyordu ve bu beni çok üzüyordu. "Hayır anne kitap okuyorum."
Odasının kapısını tıklatıp başımı içeriye doğru uzattım. "Gelebilir miyim anneciğim?"
"Alice harikalar diyarında. Canın mı sıkıldı? Ara vereyim mi?"
"Aslında iyi olur bir tanem. Biraz bahçeye çıkalım mı? Babanın yanına gidelim bahçeye."2
Lojmanın arka bahçesi şehitliğe çok yakındı ve bu başlarda beni üzsede zamanla alışmak zorunda bıraktı. "Babanı özledim ben. Hadi biraz yanına gidelim."2
"Anne kaç saat oldu eve geleli sanki. Tamam anladım en çok sen aşıksın kocana."
Allah'ım bu lafları ondan duymak çok tuhaf hissettiriyordu. "Çok seviyorum tabii," dedim ayağa kalkarken. Her yer yemyeşil renk renk çiçekti. Eve kapanmak zor geliyordu ilkbaharda. "Bir tane kocam var benim."
"Tamam anne geliyorum. Siz sohbet ederken ben de bir ağaç gölgesinde devam ederim."
Eğildim ve saçlarından öpüp ayağa kalktım. Odama geçip saçıma örtü aldıktan sonra evden çıktık. Şehitliğe girdiğimizde adresimiz hiç değişmiyordu. Umay bir ağaç altına kaçarken ben de mezar taşına oturdum ve sevdiğim adamı seyrettim. "Sevgilim."1
***
"Kızım," dedim güçlükle. "Kızım olacakmış. Kız babası olacakmışım ben Kenan."
Kenan'ın yerde kan içinde kalmış yüzüyle hareketsizce yatışına bakarken avazım çıktığı kadar bağırdım. "Şimdi değil Kenan!" Midem bulanıyor gözlerim puslanıyordu. "Şimdi değil kardeşim!"
Üzerime düşen parçaları kaldırıp yavaşça doğruldum. İçeriye dolan simsiyah duman yüzünden nefes almakta güçlük çekiyordum. Ciğerlerimi yakıp kavuruyordu her solukta. Doğruldum ve Kenan'ın olduğu yere doğru dizlerimin üzerinde yaklaştım. "Sesimi duyan var mı?"
İnleme seslerini işitince bizden başka yaşayan birilerinin olduğunu anladım. Yüzüm az da olsa güldü. Kenan'a doğru süründüm ve yüzümü dudaklarına yaklaştırdım. Şükürler olsun ki yaşıyordu. Cebimdeki mendili yarama bastırdım ve can havliyle Kenan'ı omuzlarından çekerek dışarı çıkarmaya çalıştım. Karın boşluğumdaki yara kendini hatırlattıkça nefesim kesiliyordu.
"Ka-kardeşim," dedi Kenan. Yanındaki su şişesini kamuflajın cebine koydum. "Ölmedik mi?"
Acıyla güldüm. "Şu enkazdan çıkarsak hala öyle olacak Kenan. Ha gayret kardeşim. Dayan benim için. Armağan seni bekliyor!"
Gözleri kapalıydı. Dudaklarını araladı ama sesi çıkmadı. Eliyle göğsüne bastırdı. "Ciğerlerimde bir ateş var sanki."
"Sus lan," dedim kolundan tutup kucağıma alırken. "Yorma kendini. Düştü çenen yine."
İç kanama geçirdiğini düşününce aynı ateş benimde yüreğime düştü. Gözleri yeniden kapanınca korkudan ölecek gibi oldum. "Hadi Kenan! Bak amca olacaksın."
Dudağının hafifçe kıvrıldığını görünce tebessüm ettim. Komutanlardan biri yaralı askerleri benimle birlikte çıkarmaya çalışırken öksürük sesleri çoğalmaya başladı. Kenan'ı kurtulan diğer askerlerin olduğu yere taşıyıp yavaşça yere bıraktım ve cebimdeki su şişesiyle yüzünü yıkadım. Helikopterde on beş kişiydik ve şimdilik yalnızca onumuz kurtulmuştuk.
Komutan yaralı askerlere bakıp cebindeki telsizi çıkardı. Şehit düşen askerlerin üzerlerini çıkarıp yüzlerine kapatıyorlardı. Koordinatlarımızı karargaha bildirirken epey gergindi ve bir terör saldırısına uğradığımızı anlatıyordu. Bir asker elinde çantayla yanımıza geldi ve karnımı işaret etti. "Yaranıza bakayım yüzbaşım. Sıhhiyeydim önceden. Elimden bir şeyler gelirse..."
Başımı salladım. Sırtımı tümseğe yasladım ve karnımı açtım. Epey kötü görünüyordu. Yaranın üzerine döktüğü sıvı canımı çok yakınca acıyla toprağı avuçladım. İnleyen yaralı askerlere bakarken başka kayıp vermeyelim diye dua ediyordum. "Dikiş atmak gerek komutanım," dedi. Yanındaki ilk yardım çantasından bir şeyler çıkardı. "Yalnız uyuşturmak için elimde malzeme yok. Dayanabilecek misiniz?"
"Dikmezsen enfeksiyondan ölürüm," dedim. "Kurtarma ekibinin bizi bulması ne kadar sürer?" Bize saldıranlara açık hedef halindeydik ve çoğumuz yaralıydık. Yeniden bir pusuya düşebilirdik. "Burada öylece beklersek ikinci bir saldırıya maruz kalırız."
"Karargaha epey uzağız komutanım. Yerimizi tespit edip destek ekip ayarlamaları sürebilir. Biliyorsunuz burada şartlar biraz sıkıntılı." Başımı ağır ağır salladım. Şartları biliyordum ve yaralı askerleri daha köhne bir yere taşımamız gerekiyordu.
"Burada duramayız," dedim. Hafif yaralı olan askerlere emir verdim. "Herkes birbirine destek olsun. İlerliyoruz."
Komutan kafası karışmış gibi yüzüme bakarken saçını kaşıdı. "Koordinatta kalmalıyız yüzbaşım. Şu tarafta ufak bir mağara var. Yaralıları oraya taşıyalım."
Başımı sallayıp Kenan'a baktım. Asker yarama iğneyi batırınca elimde olmadan bağırdım ve kolumu ısırıp diğer elimi Kenan'a uzattım. Elini uzatıp elimi tuttu ve hafifçe sıktı. "İyiyim," dedi kesik kesik. "İyiyim kardeşim korkma."
Nasıl korkmam kardeşim? Kenan benim yüzümden buradaydı ve ona bir şey olma ihtimali yaradan daha çok yakıyordu canımı. Askerler komutanlarının emriyle sağ tarafımızda kalan mağaraya doğru ilerlerken yaramı diken asker üzerini kapatıp ayağa kalktı ve selam verdi. "Geçmiş olsun komutanım."
"Eyvallah," dedim. "Hepimize asker."
***
Yükümüz ve yaralarımız olduğundan mağaraya ulaşmamız neredeyse yarım saat sürdü.
Neredeyse bir saattir bu mağaradaydık ve karargahla tekrardan bağlantı kuramadık. Durumu ağırlaşan askerler vardı ve burada eli kolu bağlı durmak alışık olduğumuz bir durum değildi. Biz Türk askeriydik. Onları bilemeyiz ama biz kapana kısılmış bir halde beklemeyi hiç sevmeyiz. Korkmak, kaçmak bize göre değildi.
Mağaranın girişinde ve az ilerisinde dört keskin nişancı bekliyordu. İki asker ağır yaralıydı ve bunlardan biri Kenan'dı. Dördümüzünse durumu daha iyiydi. Yaramı diken asker ağrı kesici verdiği için kendimi daha iyi hissediyordum.
Bu rahatsız ifadeyi Kenan'ın yüzünde de görüyordum. Göğsündeki ağrı arttığı için endişeliydim de. Hatta belli etmesemde deli gibi korkuyordum. Onu buradan sağ götüremezsem kendimi asla affetmezdim. Yanına yaklaştım ve alnına dokundum. Dokununca hafif tebessüm etti. "Korkma lan," dedi gözlerini aralarken. "Daha ölmedim merak etme."
"Ne biçim konuşuyorsun oğlum? Şakasını bile yapma Kenan bana bunun."
"Kaderde şehit düşmek varsa elden ne gelir Alpay? Kendini de suçlama artık. Ben kendim geldim. İstemesem nasıl getirecektin sen beni? Anca beraber kanca beraber."
Sözleriyle gözlerim elimde olmadan ıslandı. Eğildim ve alnından öptüm. Kenan benim can yoldaşımdı. Yıllardır hiç ayrılmadık ve şimdi bu ebedi ayrılık düşüncesi de konuşması da yüreğime bir ateş gibi düşüyordu. "Deme şöyle işte oğlum deme!"
Kurtarabildiğimiz çantalardaki kumanyaları ortaya çıkaran askerlere bakınca yüreğimi daha büyük bir sıkıntı kaplıyordu. Doğru düzgün özgürlükleri, mücadeleleri bile yoktu. Bir ülkede iç savaş varsa aslında orada yaşayan kimse yok demekti. Hürriyet yoksa hayatta yoktu. Bağımsızlık yoksa nefeste yoktu. Kenan sanki ne düşündüğümü anlamışçasına elimi sıktı. "O zaman Ne Mutlu Türk'üm Diyene kardeşim!"1
Kararan havaya bakarken içimdeki sıkıntıda karanlıkla beraber arttı. Telefonumu çıkarıp ekranına baktım. "Boncuğum." Ne çok özlemiştim onu. Kaç gündür sesine, yüzüne öyle hasrettim ki. Hiç sinyal olmadığını görmek çaresizliğin hat safhaya ulaştığının en büyük işaretiydi. "Ya bir daha göremezsem seni ya bir daha bakamazsam o gök gözlerine."
Telefonu tutan ellerim titriyordu. Karanlığın içine çekilip nefessiz kaldığımı hissedince ayağa kalkıp mağaranın girişinde bekleyen askerlerin yanına doğru yürümeye başladım. Dışarıda ılık bir hava vardı ve yağmur yağıyordu. Beni görünce toparlandılar. "Her şey yolunda mı asker?" Bana yakın olan askerin omzuna dokundum.
"Uzun mesafede görüş yok komutanım," dedi. "Yağmurda ekstra zorlaştırıyor."
Elimi sızlayan yarama bastırdım ve askerin omzuna iki kez vurdum. "Siz yinede tetikte olun."
Onlardan biraz uzağa gidip telefonuma bakarken sinyal bulma umuduyla silahımı da yanıma alıp mağaranın yan tarafındaki büyük kayanın üzerine çıktım. Bir saniye bile olsa sesini duymak bana can olacaktı. Zayıfta olsa sinyal gelince hemen karımın adına dokundum ama ona ulaşamadım.
Güliz Ada telefonunu ben görevdeyken hiç kapalı tutmazdı. İçime bir kurt düştü sinyal sesinden sonra. Olivia halamdan bir mesaj düşünce ekrana içime de bir ateş düştü. Sesli gönderilmiş bir mesajdı.
"Alpay," diyordu ağlayarak. "Bebeğim Güliz Ada. Boncuğum yok. Yüzbaşı arkadaşın gelmişti birkaç gün önce. O da yok. Alpay ne yapacağımızı bilmiyoruz."
Boncuğum yok! Beynimin içinde tekrar tekrar yankılanan bu söz aklımı başımdan almaya yetti. Yüzbaşı arkadaşın geldi! Ciğerimi dağladı yüreğimi yerinden söküp aldı. O da yok. "Affet beni emanetini koruyamadım." Bir mesaj daha düştü. "Alpay lütfen gel. Lütfen bebeğim dön..."
Ellerim titrerken numaraların arasında delirmiş gibi gidip geldim. Kimi arayacağımı şaşırmış durumdaydım. Dedemin isminde durunca telefon titreyen ellerimin arasından kayıp düştü ve bir el silah sesi yankılandı.
Telefonumun ardından sinirle bağırırken silahımı alıp kayanın ardına gizlendim ve ateşin nereden edildiğini anlamaya çalıştım. Çok yakınlardı ve görebildiğim üç keskin nişancıydı. Cebimdeki telsizi aldım ve Kenan'a ulaşmaya çalıştım.
"Yukarıdayım," dedim. "Mağaranın tam karşısındalar."
"Biliyorum," dedi. "Bir burada kapana kısılmadığımız kalmıştı."
"Yardım gelmeyecek Kenan," dedim. "Gelmesine müsade etmeyecekler."
Telsizi cebime koydum ve nişancılardan birine hedef aldım. Silah sesleri giderek artıyordu. Daha kalabalık olduklarını düşündüm. Mağaraya inmem gerekiyordu. Uzun süre burada kalamazdım mermi gerekecekti.
Nişancılardan ikisi etkisiz hale gelince arka tarafıma baktım. Çembere alınıp alınmadığımızı anlamak için yavaşça olduğum yerden çıkıp eğilerek arka taraf dolandım. Bir terörist sağına soluna bakınarak bana doğru geliyordu. Henüz beni fark etmediği için adımları yavaştı.
Başına nişan alıp onu etkisiz hale getirdim ve kayarak aşağıya indim. Yaram hareket ettikçe sızlıyordu ama şu an umrumda olan son şey bile değildi. Sırtımı mağaranın duvarına yaslayarak ilerlemeye çalıştım. Bir yandan Kenan'a ulaşma düşüncesi diğer yandan Olivia halamın attığı mesaj ölmeden can verdiriyordu bana.
Dişlerim sıkmaktan ağrımaya başlamıştı. Avazım çıktığı kadar bağırmamak için ne zor tutuyordum kendimi. "Ah Boncuk!" Mağaranın girişine yaklaşınca siperdeki askerlerden birine işaret verdim. "Koruyun beni!"
Kendimi hızlıca mağaraya attım ve Kenan'ın yanına koştum. Gözleri kapalı yatıyordu. Gitmem gerekti benim. Burada duramazdım ama onu nasıl bırakacaktım bilmiyorum. "Kenan!"
"Alpay," dedi cansız bir sesle. Göğsü yavaş yavaş kalkıyordu. "Geldin mi?"
"İyi misin sen?" Gözünü zorla açtı ve bana baktı. Gözlerinin feri sönmüştü. Hayır kardeşim bana bunu yapma! "Kenan bir şey söyle."
Dudağı yarım bir gülüşle kıvrılırken elimi tuttu. "Benim seninle bir işim kalmadı kardeşim," dedi. "Şu küçük çocuğu görüyor musun?" Eliyle işaret ettiği yere baktım. "Çocukken ölen kardeşim. Beni almaya geldiğini söylüyor."
"Kenan," dedim acıyla. "Ne diyorsun oğlum sen? Ne alması ne gitmesi?"
"Armağan," dedi cebinden yüzük kutusunu çıkartırken. "Onu çok sevdiğimi söyle."
"Kendin söyle," dedim. Bir damla düştü dudaklarımın üzerine. "Kendin ver kardeşim. Kenan bana bunu yapma!"
Bir noktaya saniyelerce boş boş baktı. O baktıkça ben öldüm. O ağladıkça ben nefessiz kaldım. "Kenan..."
"Hakkını helal et," dedi. "Ben gidiyorum kardeşim."2
Buz gibi yüzü ellerimin arasında dakikalarca öylece kaldım. Acı, öfke bedenimi ele geçirmiş hücrelerime kadar yakıp kavurmuştu. "Affet beni Kenan..." Açık kalan gözlerini kapatıp başını kollarımın arasına alıp avazım çıktığı kadar bağırdım.
Onu mağarada bırakıp komutanlarının yanına gittim. Öfkeden gözlerim görmüyordu. "Onu burada bırakmayın," dedim. "Eğer buradan kurtulursanız onu Türkiye'ye gönderin."
Çantamı omzuma silahımı kollarımın arasına alıp ateş ederek mağaradan çıkarken bağırarak içimdeki acıyı dışarıya atmaya çalıştım. Gizlendiğim yerden kaç terörist öldürdüm bilmiyordum. Artık sesler kesilmişti. Gizlendiğim yerden çıkıp delirmiş gibi koşmaya başladım. Koşarak ona varmaya çalıştım.
Yara ilerlememe engel oldukça duruyor sonra yeniden koşmaya devam ediyordum. Böyle kaç saat gittiğimi bilmiyorum ama artık bir adım atacak halim kalmadı. Saat gece yarısını geçmiş olmalıydı. Doğru yolda olup olmadığımı bile bilmiyordum üstelik açlıkta halsizliğime halsizlik katıyordu.
Kenan'ı ardımda bırakmak zorunda bırakan her kimse onu her gün yavaş yavaş öldüreceğime yemin ettim. İçimdeki ateş beni yakmaya devam ettikçe onu bulup diri diri yakmak için and içtim. Ayağa kalkıp yokuş aşağı inmeye başladım yeniden.
Hem yürüyor hem karargahla bağlantı kurmaya çalışıyordum ama olmuyordu. "Kahretsin!" Ayağım kayıp düşeceğim anda kulağımın hemen yanından geçen kurşunla kalçamın üzerine düştüm ve kayarak aşağıya attım kendimi. Her yerim toprağa bulanırken tutunduğum sert dallardan bir tanesi yarama denk geldi.
Canım acısıyla düşmeye devam ederken tutunduğum son dalla ayaklarım boşlukta sallandı. Bir uçurumun kenarındaydım şimdi. Aşağıya baktım. Büyük bir nehir akıyordu. Düşersem ölmezdim ama sağlam kurtulmamda zordu. Tepemden gelen seslere doğru kaldırdım yüzümü. Yüzü kapalı iki terörist gülerek bana bakıyordu.
"Yüzbaşı Mücahit'in selamını getirdik sana Bülbül Gomutan!"
Kaşlarım çatılırken tüm gücümle bağırdım ve ellerimi serbest bırakıp kendimi aşağıya attım. Sırt üstü düştüğüm suda sırtıma batan taşlar nefesimi keserken suyun akıntısına kapıldığımı hissettim. "Beni attığın bu cehennemde cayır cayır yakacağım seni Mücahit!" Öksürükle beraber ağzımın içine yayılan kan tadıyla kendimden geçerken tek duam ölmemek oldu. "İzin ver bana Rabbim. Mazlumların ahını zalimlerden almama izin ver..."
🥀
Bir uçurum kenarındayım, tutunduğumsa bir kelebeğin kanadı. Düşeceğim. Kaçınılmaz sondu bu.
Bitti sandığım her şeye yeniden başladığımı düşündükçe aklımı yitirecek gibi oluyordum. Dayanılacak gibi değildi ama öldürmüyordu da. Beni o asansörden alışını, hastaneden çıkarışını ve çatıdan bir helikoptere bindirişini tüm çıplaklığıyla hatırlıyordum.
Gözlerimi açtığımda hala helikopterdeydim ama artık hareket etmiyorduk. Gözlerimi açmaya korkup hala baygınmışım gibi yapmaya devam ettim.
Bir fısıltı geliyordu. İki kişi konuşuyordu fakat ne konuştuklarını anlayamıyordum. Bana doğru yaklaşan adım sesleri yüzünden kalbim hızlanınca kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Saniyeler içinde kucağına aldı ve ben kokusundan onun olduğunu anladım.
Nefeslerimi sakin almaya çalışarak kucağında helikopterden inerken soğuk hava bir tokat gibi yüzüme çarptı. "Boncuk," dedi birden. Sesi, bana boncuk diye hitap edişi içimi nefretle dolduruyordu. Bunu Alpay'a nasıl yapardı? "Uyanık olduğunu biliyorum güzelim. İlacın etkisi bu kadar uzun sürmüyor."
Alçak herif. Hiç mi Allah korkusu yoktu? Bunu neden yapıyordu bilmiyorum ama Hayri ve o canavarla bir bağı olduğu aşikardı. Çok şey söylemek istedim ama onunla konuşmak bile istemediğim için sustum. Zor oldu ama sustum. Parmaklarımı can havliyle gözlerine batırınca iki büklüm oldu ve beni tutan kolları gevşedi.
Fırsattan istifade kendimi ondan kurtardım ve arkama bile bakmadan var gücümle koşmaya başladım. "Güliz Ada," diye bağırıyordu. "Nereye koşuyorsun ki?"
Nefes nefese olduğum yerde kaldım ve dehşetle etrafıma bakmaya başladım. "Aman Allah'ım!" Bir adadaydık ve etrafımda karanlık denizden başka hiçbir şey yoktu. "Bu bir kabus olmalı!" Dizlerimin üzerine düşüp yerdeki kumları avuçladım. "Bu bir kabus..."
Bana doğru gelen adım seslerini işittikçe içimde bir ateş büyüyordu. Ayak sesleri yakınımda durunca yavaşça ona doğru döndüm. "Seni öldüreceğim..."
Ağzıma kapattığı mendille kendimden geçerken tırnaklarımın arasında derisini hissettim. "Üzgünüm," dedi. Gülmek istedim. "Çok üzgünüm boncuk."
Sıcaklık artınca kapalı bir yere girdiğimizi anladım. Bir asansöre bindi ve asansör ağır ağır yukarı çıkmaya başladı. Her şeyin farkındaydım ama gözlerimi açamıyordum. Karnımda bir melek taşıyor olmasaydım bana dokunuşunun hesabını ona ödetirdim.
Kaç kat çıktık bilmiyorum ama epey yüksek bir binada olduğumuzu biliyordum. Dakikalar sonra asansörden çıktık ve uzunca yürüdükten sonra koridorun en sonunda bir odaya girdik.
Beni bir yatağın üzerine bıraktı. Kaç dakika geçmişti bilmiyorum ama gözlerimi zorlanmadan açtım. Kendime geldiğimi görünce ayağa kalktı ve yavaşça bana yaklaştı. Boynumdaki kolyeyi kopardım ve ucundaki metali hızla yüzüne sapladım. "Ah!" Acıyla inlesede bileklerimi sıkmaya devam etti.
"Bırak beni haysiyetsiz herif!"
"Dua et," dedi. "Dua et ki hamilesin Güliz Ada!"
Bileklerimi bırakıp kapıya gitti ve ben ona yetişemeden kapıyı kilitledi. Odanın içine bakarken ağzım açık kaldı. Odada hiç pencere yoktu. Bir yatak ve dolap vardı yalnızca. Duvarları beyazdı ve kocaman demirden bir kapısı vardı. "Sen," dedim odaya bakmaya devam ederken. "Sen benden ne istiyorsun? Kimsin sen? Nesin böyle? Neresi burası?"
Sırtını duvara yaslayıp eliyle yüzünü tuttu. "Nilay senden şanslıydı," dedi. "Onun gökyüzünü görebildiği bir penceresi vardı." Nilay'ı tutsak ettikleri yere mi getirmişti beni?
Başımı yavaş yavaş sallarken gözlerimin dolmasına engel olamadım. Elimi dudaklarıma bastırıp gözlerimi sıktım. Anlamıyordum. Anlayamıyordum bu nasıl vahşi bir saplantıydı? "Neden? Bunu neden yapıyorsunuz?"
"Kocan," dedi. Hala aynı yerde duruyordu. "Benden bacımı, annemi ve babamı aldı." Cebinden çıkardığı peçeteyi yanağında açtığım yaraya bastırdı. "Kurunun yanında yanan yaşsın sen boncuk hemşire."
"Sen," dedim. Olanları bir türlü idrak edemiyordum. "Sen Hayri. Sen onun oğlusun."
"Alpay ve o şerefsiz Sinan yüzünden öldü benim kardeşim. Adı Sevgi'ydi. O şerefsiz Sinan kardeşimi kullanıp sonra senin kuzeninle kaçmaya çalıştı. Kullandırdığı maddelerin haddi hesabı yokmuş. Onlara yardım eden de senin kocan!"
Ben bu hikayeyi böyle bilmiyordum. Yutkundum. Söyledikleri inanılır gibi değildi. Ortada yanlış bir intikam vardı ve ben bebeğimle bu intikamın bir kurbanı oluyordum. Karşımda duran adam kendi bildiklerinden başkasını kabul edecek gibi görünmüyordu üstelik. Susmayı seçtim. "Hastasın," dedim. "Hepiniz hastasınız!"
"Aslında düşününce sen Nilay'dan şanslısın boncuk." Bana doğru birkaç adım attı. "Nilay hiç sevilmedi. Sense iki adam tarafından seviliyorsun."
Yüzüne iğrenerek baktım. Beni sevdiğini mi söylüyordu? Bu hastalıklı düşünceyi sevgimi sanıyordu? "Zavallısın sen. Sana acıyorum."
"Acınacak haldeyken mi?" diye sordu. Ondan uzaklaştım çünkü kokusu yüzünden midem bulanıyordu. Her an kusabilirdim. "Dua et ki seni seviyorum. Yoksa o karnındakine acımazdım."
"Tedaviye ihtiyacın var. Kendine de bana da bunu yapma. Hayat güzel. Gençsin. Bana değil önce kendine acı yüzbaşı!"
"Beni düşündüğün için teşekkür ederim boncuk fakat ben kendime seninle bir ömür sundum. Yani bana acımana gerek yok. Acınası biri varsa o da helikopterde yaşam savaşı veren kocan. Belki de çoktan öldü. Ölene dek burada benimlesin ve zamanla bana alışacaksın. Bizim çocukları..."
"Kes!" Tüm gücümle çığlık attım. "Kes sesini kes!" Yalan söylüyordu. Amacı bana acı çetirmekti. "Alpay!" Sağıma soluma bakındım. Ona zarar verecek bir şeyler aradım ama odada hiçbir şey yoktu. "O iyi ve sen bana yalan söylüyorsun hain! Bu ülkenin askerisin ve hiç düşünmeden ihanet ediyorsun."
Kahkaha atınca afalladım. "Ben vatanıma ihanet etmiyorum boncuk. Bu dava benim şahsi davam!"
"Kendini böyle mi kandırıyorsun? Üzerinde taşıdığın o üniformanın hakkını veremiyorsun sen. Bir Türk askeri masum canlara zarar vermez! Vatan hainleriyle iş birliği etmez. Sen bir teröristsin!"
"Masum?" Biraz daha yaklaşınca sırtımı duvara yasladım. "Hangi masumiyetten bahsediyorsun sen?" Bu odanın içinde ondan kaçacak pek bir yerim yoktu.
Elimi dudaklarıma bastırıp hıçkırmaya başlayınca yaklaşmayı bıraktı. "Hastasın sen," dedim hıçkırıklarımın arasından. "Ben sana neyi anlatıyorum ki?" Gözü kör kulağı sağırdı. Tek düşündüğüm buradan nasıl kurtulacağımdı. Bebeğime bir şey olursa onu öldürürüm. Hem de gözümü kırpmadan.
"Ben şimdi çıkıyorum," dedi. "Sana yemek ve giyecek bir şeyler göndereceğim." Omuzlarının üzerinden bakarken elini salladı. "İhtiyacın olan şeyler işte. İlaç vitamin falan..."
"Lütfen," dedim. "Lütfen bunu yapma. İstersen beni burada bir ömür hapis tut yine de benden sana yar olmaz."
"Olacak," dedi ve kapıyı açtı. Peşinden koştum ve ondan önce odadan çıktım. Beni durdurmayışı şaşırtmıştı. Karşımda kapkaranlık bir koridor duruyordu ama karanlık beni durdurmadı. Sadece izledi beni. Koridordaki tüm kapıları denedim ama hiçbir kapının açmak için üzerinde anahtar deliği yoktu. Ne bir pencere bir merdiven. İyi ama biz buraya nasıl çıktık?
"Mutlaka bir çıkış vardır," diye bağırdım. Duyduğum kendi sesimin yankısıydı yalnızca. "Bu cehennemden bir çıkış vardır!" Dizlerimin üzerine düşünce bana doğru yaklaşmaya başladı. "Işınlanmadık ya biz buraya!"
"Belki de ışınlanmışızdır ha boncuk." Yanıma diz çökünce iğrenerek yüzüne baktım. Gözlerinde en ufak bir duygu kıpırtısı bile yoktu. "Buradan çıkamazsın," dedi. "Çıksanda gidebileceğin bir yer yok sen de gördün. Bir adadayız boncuk. Hem de ıssız bir adada."
"Kahretsin." Ellerimi yere bastırdım. "Allah kahretsin!" Kendi sesim duvarla çarpıp bana tekrar tekrar ulaşınca ellerimle boğazına sarıldım.
"Şşştt," dedi ellerimi tutarken. "Bebeğin için seni zorlayacak ani hareketlerden kaçınmalısın."
"Tedavim yarım kaldı," dedim bileklerimi tutan ellerinden kurtulmaya çalışırken. "Geçireceğim her atak zaten ona zarar verecek."
"Tedavin yarım kalmadı," dedi. Yüzü yüzüme fazla yakındı. Başımı geriye atıp uzaklaşmaya çalıştım. "Söylediğim gibi amacım sana ve bebeğine zarar vermek değil." Bileklerimden tutup ayağa kaldırdı ve odaya doğru çekiştirmeye başladı. Ayaklarımı yere bastırıp ona engel olmaya çalışırken sözleri beni yavaşlattı. "Artık değil..."
Kendimi yere atmaya çalışırken kasıklarımda hissettiğim acıyla sarsıldım. "Bebeğim," dedim. "Canım yanıyor, lütfen..."
Beni bir anda kucağına aldı ve odaya sokup yatağın üzerine bıraktı. "Beyhude uğraşıyorsun. Bu çabaların sana acıdan başka bir şey vermeyecek." Üzerimi örterken ben şokun etkisiyle titriyordum. "Birazdan bir doktorla geleceğim. Ben dönene kadar yataktan kalkma." Odadan çıkarken birkaç saniye peşinden baktım. Büyük kapı üzerime kapanıp kilitlenirken ellerimi karnıma bastırdım.
"Bu nasıl bir kabus böyle?" Yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı içerisi. Yatağın içinde cenin pozisyonunu aldım. Odanın ışıkları açıldı ve içerisi daha da aydınlandı. Karanlıktaydım. Ne kadar aydınlanırsa aydınlansın ben zifiri karanlığın içindeydim ve bunu o hasta ruhlu adamdan anlamasını beklemiyordum. "Allah seni kahretsin," diye bağırdım. "Bana Alpay'a ne olduğunu söyle!"
Odanın içine yayılan ses yüzünden uzandığım yerden yavaşça kalktım. "O yok artık," dedi. Ellerim titremeye başladı. "Ve ben sana onu unutturacağım Güliz Ada."
Normal değildi. Ne söyledikleri ne bu bana, bize yaptıkları normal değildi. Odanın duvarlarına baktım. Köşelerde hoparlörler vardı. Her şeyi planlamıştı alçak herif. Başımı ellerimin arasına aldım. "Onu unutmam için beni öldürmen gerekecek çünkü yaşadığım sürece ne aklımdan ne de kalbimden bir saniye bile çıkmayacak." Ellerimi kulaklarıma bastırdım. Onun sesini işitmek istemiyordum. "Ölüm Allah'tan bir emir. Gelirse kaderim derim. Şunu bil ki o saatten sonra kalbi yalnızca mahşerde kavuşacağı eşi için atan bir kadını bekleyeceksin. Dünya tersine döner de benim kalbimden sevdam dönmez." Sustu.
Yüreğim söylediklerinin gerçek olduğunu düşündükçe lime lime oldu. Dilimin söylediklerine kalbim şiddetle karşı çıkıyordu. Aklımı kaybedecek gibi oluyordum. Benim buradan çıkmam birilerine ulaşmam gerekiyordu. Kim bilir Olivia hala ve Sultan anne nasıl perişan olmuştu? Anneme ve babama haber vermişler miydi? Kalbi zayıf babamı düşününce yeniden ağlamaya başladım. "Alpay," dedim gözyaşlarımı silerken. "Üşüyorum sevgilim. Üşüyorum yokluğun nasıl soğuk bir bilsen."
***
Kasıklarımda hissettiğim sancı ile gözlerimi araladığımda onu yatağın başına getirdiği koltukta otururken buldum.
Başım çok ağrıyordu. Gözlerimi güçlükle aralayabiliyordum ve şu an tam karşımda yüzünü bile görmeye katlanamadığım adam duruyordu. Hem de oldukça rahat bir tavırla oturuyordu. Sanki biz evimizdeyiz ve bir aileyiz. Elini yüzüne yasladı ve dirseğini koltuğa bastırdı.
Bana doğru eğildiği için yüzümü duvara döndüm. Doktor gelip beni muayene ettikten sonra bebeğimin iyi olduğunu ama kendimi yormamamı söyleyip gitmişti. Aklıma geldikçe delirecek gibi oluyordum.
"Güliz," dedi. "Güliz Ada!"
İsmimi sesinden duymak istemiyordum. "Bana bak."
"Günler böyle geçmez biliyorsun değil mi?" Ağlarken güldüm. Benimle dalga mı geçiyordu? "Kızını böyle bir yerde mi büyütmek istiyorsun?"
Ona doğru döndüm öfkeyle. Kızımdan bahsetmesi delirtiyordu. "Sakın," dedim. "Sakın bebeğimden bahsetme. Hatta adımı bile ağzına alma. Ne benim ne Alpay'ın!" Yüzüme ifadesizce bakınca bağırdım. "Duydun mu beni ruh hastası! Seninle bir hayat kurup normal bir evde mi yaşacağımı düşünüyorsun?" Kahkaha atmaya başladığımı görünce korku yerleşti gözlerine. "Alpay seni bulacaktır. Bizi burada ne kadar tutabileceğini sanıyorsun?"
Kaşlarını kaldırıp başını salladı ve ağır ağır ayağa kalktı. Bir şeyler söylemek istiyor ama korkuyor gibiydi. Onu daha önce böyle görmemiştim. "Dinlen," dedi çıkmadan önce. Kapıyı açtı ve omuzlarının üzerinden baktı bir kez daha. "Aslında sana bunu söylemeyecektim doğumdan önce ama bir an evvel alışman gerek. Kenan şehit oldu."
Gözlerim fal taşı gibi açılırken kasıklarıma bir bıçak saplandı. Elimi karnıma bastırdım. "Hayır bebeğim hayır. Şimdi değil! Sakın beni bırakma." Yüreğim alev alevdi ama kendimi teskin etmeye çalıştım. Yalan söylüyordu. Beni inandırmaya çalışıyordu.
"Alpay kayıp! Kaçmayı başarmış ama bir uçurumdan nehire düştüğünü görmüşler. Sağ kalsa bile o kadar yüksekten düştükten sonra ayağa kalkamaz boncuk."
"Senin Allah belanı versin," diye bağırdım. "Canın cehenneme adi herif!"
Kapıyı üzerime kilitlemeden önce içeri siyahi bir kadın girdi. Kapıyı kilitleyip beni kadınla baş başa bırakınca dizlerimi karnıma çekip derin derin nefes almaya başladım. "Sen kimsin?"
"Merhaba," dedi çekimser bir halde. Ellili yaşlarda görünüyordu. Kısa boylu ve hafifçe tombuldu. "Ben Hakime."
Başımı sinir bozukluğu ile sallarken gözlerimdeki yaşı sildim. "Hakime Hanım," dedim. Kadının gözlerindeki üzüntü samimiydi yine de böyle birilerine yardım ettiği için en az onlar kadar suçluydu. "Ne merhabası? Halimi görüyor musunuz?"
Başını ellerine eğip acıyla gülümsedi. "Görüyorum," dedi.
Konuşmayacaktı biliyordum. Dinlendiğimizin farkındaydı. "Anladım." Yatağın üzerine yan dönüp uzandım. "Sorun değil! Umurumda da değil. Hiçbiriniz..."
Cebinden bir kağıt ve kalem çıkardı. Dakikalarca yazdı durdu ve ben de sessizce onu izledim. Nihayet başını kaldırıp bana baktı ve elindeki kağıdı uzattı.
Mücahit ve kardeşleri elimde büyüdüler. Anneleri onlar çok küçükken rahmetli oldu. Kendi evlatlarım gibi bakıp büyüttüğüm çocukların dönüştükleri bu şey her neyse canımı çok yakıyor. Ötekileri kurtaramadım babalarının elinden. Tek umudum Mücahit'ti fakat görüyorum ki üzüm üzüme baka baka kararmış bile. Nilay için elimden bir şey gelmedi daha doğrusu yapmadım. Artık buna bir son vermek istiyorum. Onun için bir şey yapamam o yolun sonunda ama sana ve bebeğine buradan bir çıkış yolu bulabilirim.
Kadının yazdıklarını okurken gözlerim sevinçten neredeyse yuvalarından fırlayacaktı. Ona güvenmem mümkün değildi ama bu da son şansım olabilirdi. Bunu düşünme lüksüm yoktu. Ona güvenmekten başka şansım da yoktu. Hem bunu yapınca eline ne geçecekti ki?
Ağlayarak başımı hızlı hızlı salladım ve ellerine uzandım. Minnetle baktım gözlerinin içine. Denemekten başka çarem yoktu. Kağıdı yeniden aldı ve bir şeyler daha yazdıktan sonra elime tutuşturdu.
Sakince sadece bekle. Bana herkesten çok güvenir. Birkaç gün dikkatini çekmemeye çalış.
Ben başımı olumlu anlamda sallarken o elimdeki kağıdı aldı ve koynuna sakladı. Kapının kilidi açılınca hemen ayağa kalktı. Gelen elinde yemek dolu tepsiyle Mücahit denen adi herifti.
"Sen gidebilirsin anne," dedi. "Bu gece ben kalacağım burada. Yarın önemli işlerim var. Sen yarın gece kal. Bu gece uyu ve dinlen."
Hakime Hanım başını salladı ve son kez bana bakıp odadan çıktı. "Bu gece burada kalmanı istemiyorum," dedim. "Rahat bırak beni!"
Elindeki tepsiyi komodinin üzerine bıraktı ve karşımdaki koltuğa oturup bacak bacak üstüne attı. "Artık bir şeyler yemen gerekiyor biliyorsun değil mi?"
"Neden? Çikolatalarla zehirlediğiniz gibi şimdi de yemeklerle mi zehirleyeceksiniz?"
"Onlardan benim haberim yoktu Güliz Ada," dedi ama benim ona inanmam mümkün değildi. Eline kaşık aldı ve yemeklerden birer kaşık yedi. "Buna inanmayacaksın ama gerçek bu."
Açlıktan bayılmak üzereydim ve yemeklerin kokusu işimi daha da zorlaştırıyordu. Başka bir şey söylemeden tepsiyi kucağıma aldım ve kıtlıktan çıkmış gibi yemeye başladım.
Uykumdan sarsılarak uyandığımda karşımda Hakime Hanımı buldum. Oldukça korkmuş bir hali vardı.
"Kızım," dedi. "Mücahit Türkiye'ye gitti. Hadi gel benimle."
Allah'ım sen bana yardım et. "Hakime teyze," dedim. "Çok korkuyorum."
"Bende," dedi. "Ama bu fırsat bir daha elimize geçmez. Hadi acele et. Seni sahilde bir balıkçı teknesi bekliyor. Bodruma götürecek."
Bir aydır yaşadığım bu cehennemdem kurtuluyor muydum ben şimdi? Aman Allah'ım bu bir rüya olmalıydı. Gerçekten kurtulacak mıydım? Sevdiğime kavuşacak mıydım? Öldüğüne bir gün bile inanmadığım sevdama kavuşacağımı düşündükçe içim içime sığmıyordu.
O koridora gizlenmiş çıkıştan geçerken dehşetle etrafa bakıyordum. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Merdivenlerden inerken korkudan ölmek üzereydim. Her katta beş koruma vardı ve hepside kendinden geçmiş gibi uyuyordu. Nasıl yaptığını sormadım. Sadece minnetle elini tutmuş bu cehennem binasından çıkmaya çalışıyordum.
Asansöre binip en alt kata indiğimizde derin bir nefes aldım. Kaç dakika yürüdüğümüzü bilmediğim yolun sonu gerçekten kıyıda bekleyen tekneyi görmemle sonlandı. Teknede bir adam vardı. Hakime Hanıma döndüm. "Siz de benimle gelin. Zarar verecek ve ben bunun vicdan azabıyla yaşayamam."
Başını olumsuz anlamda salladı. "Ben onu bırakamam," dedi. "O her ne olursa olsun benim oğlum. Bana zarar vermez."
"Zaten yakalanacak ve hapise gidecek!" Elimi uzattım. "Lütfen!"
Arkasına döndü ve birkaç saniye binaya baktı. Dışarıdan öyle ürkütücü görünüyordu ki orada bir ay geçirdiğimi düşündükçe boğuluyordum. Elimi tuttu ve beraber tekneye bindik. Tekne kıyıdan hızla uzaklaşırken giderek küçülen adaya baktım. Adalar hayatımın en kötü günlerini kaplamıştı.
***
Kaç saattir açıkta denizde olduğumuzu bilmiyordum. Deli gibi uykum olduğu halde korkudan gözümü kapatamıyordum. Hala içim rahat değildi zira. O hasta herifin bizi bulacağını düşünüyordum. "Ağrın mı var?"
Başımı çevirdim ve Hakime teyzenin elini tuttum. Bir anne gibi yaklaşıyordu bana. Hakkını ödeyemezdim. O olmasa o cehennemden çıkmam mümkün değildi. "Yok," dedim. "Ama çok korkuyorum. Her an bizi bulacak ve ben o cehennem adasına geri döneceğim."
"Dua ediyorum," dedi. "Dualarım ikimizi de koruyacak."
Pencereden içeriye bir ışık yansıyınca gözlerimi kapatıp doğruldum. Bize doğru bir tekne yaklaşıyordu. "Olamaz!" Elimi dudaklarıma bastırıp ağlamaya başladım. "Buldu bizi..."
Kaptanın yardımcısı yanımıza gelip bize sakin olup beklememizi söyleyince ağlamam daha da şiddetlendi. Yeniden oraya dönemezdim. O cehenneme yeniden mahkum olamazdım. Dışarından sesler yükselince Hakime teyze yanıma geldi ve beni kollarının arasına aldı.
Korkuyla geçen dakikaların sonunda içeri iki adam girdi. Kıyafetleri oldukça eskiydi ve İngilizce konuşuyorladı. Bizi kolumuzdan tutup güverteye çıkarınca yanımızda büyük bir tekne olduğunu gördük. Mücahit ya da adamları değildi bunlar. Aralarında konuşup gülüştüler ve bizi diğer tekneye doğru sürüklediler.
"Bıraksana beni hayvan herif! Nereye götürüyorsunuz?"
Adamlardan biri karnımı gösterdi. Kolumu sıkan adam karnımı fark edince biraz daha gevşedi. "Sana zarar vermek istemiyorum," dedi. "Hadi zorluk çıkarma. Sizi Türkiye'ye götüreceğiz!"
Diğer adamlar teknede ne var ne yok aldılar ve Hakime teyzeyle beraber diğer tekneye geçirdiler. Ben kollarında olduğum adamla boğuşurken diğer tekneye doğru sürüklendim. "Bırakın bizi," diye bağırdım. "Size neden güvenelim?"
Diğer teknenin kaptanı, adama selam verdi hızla yanımızdan ayrıldı. Hakime teyzeyle beni bir köşeye atıp kendi aralarında konuşmaya başladılar. Böyle daha güvenli olacağı için bu tekneye geçtiğimizi söylemişlerdi. "Genç olan çok güzel İsrafil," dedi adamlardan biri.
Neyden bahsediyor bunlar? Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş olma düşüncesinin verdiği acıyla başımı arkaya yasladım. Hakime teyze elimi bir an olsun bırakmıyordu.
"İlk durak Bodrum," dedi. "Gabriel malları orada teslim alacak."
"Şu yaralı askeri ne yapalım?"
Konuşmalarını dinlemeye devam ettim. Bizi gerçekten Türkiye'ye götüreceklerdi galiba.
"Ne bileyim lan! Her bulduğunu alıyorsun. Ölüp başımıza kalacak. Bir de asker! Başımıza bela aldık."
"Hayatını kurtardık. Tutupta bizi tutuklatmaz ya."
"Orası belli olmaz. Yaralarıda kötü. Ulan ölmeden bir kıyıya atsaydık şu herifi."
"Ben bakabilir miyim?" Bahsettikleri asker yaralıydı ve bir yardımım dokunabilirdi. "İlk yardım malzemesi var mı?"
Adamlar birbirleriyle bakışıp gülüşürken ben tek kaşımı kaldırıp baktım. "Komik olan nedir beyler?"
"Öyleyim," dedim. "Bakabilir miyim askere?"
Adamlardan biri ayağa kalktı ve bana eliyle gel işareti yaptı. Ayağa kalkıp peşinden teknenin diğer ucuna giderken yüreğim yeniden yanmaya başladı. Alpay'ım gibi kahraman bir askere yardımım dokunursa kendimi daha iyi hissedecektim.
Arkası dönük yatan askerin yanında durduk. Üzeri kahverengi kirli bir örtüyle kapalıydı. Adam eğildi ve başını açıp nabzını kontrol etti. Doğruldu ve elindeki cüzdanı bana uzattı. "Sizle beraber inecek o da. Sende dursun. Yardım edersin."
Elimdeki cüzdana bakarken ellerim titremeye başladı. Üzerinde ay ve yıldız rozeti vardı. Bu asker Türk askeri miydi? Gözlerim elimde olmadan doldu. Adamın yere bıraktığı kanlı mendili görünce dondum kaldım. Bacaklarım zangır zangır titriyordu. "Hayır..." Dizlerimin üzerine düştüm. Daha fazla taşıyamazlardı. Mendili elime aldım ve içine işlenmiş duayı gördüm. "Bu olamaz! Bu gerçek olamaz..."
Adam yaralı askerin üzerindeki örtüyü kaldırıp onu sırt üstü çevirince kalbime zehirli bir ok saplandı. Acı kalbimden damarlarıma yayılırken zihnim durdu. Buz kestim. Nefes almak mümkün değildi. "Kalbim..." Elimi kalbimin üzerine bastırdım. Müthiş bir ağrı göğüs kafesimin üzerine yerleşti. "Alpay..." Gözlerim kararıp olduğum yere yığılırken Alpay'ın inleyerek adımı zikretişi kaldı kulaklarımda.
🥀
Mezar taşındaki resme dokundurdum parmaklarımı. Çok özlemiştik. On yıl geçmişti ama acısı hala taptazeydi.
Bebeğim bir tekme atınca kendime geldim. Arkasından yaklaştım ve omzuna dokundum. "Sevgilim."
Elindeki küçük çapayı bıraktı ve bana baktı omuzlarının üzerinden. Çamurlu elleriyle elimi tuttu ve uzunca öptü. "Sultanım!"
"Çok özledim seni. Daha dün geldin dünden beri Kenan'ın yanındasın. Kıskanıyorum artık."
Dudağı kıvrılıp gözleri çapkın bir ifade ile kısılırken ayağa kalktı ve beni belimden yakalayıp göğsüne çekti. Parmağındaki çamuru burnuma sürünce dudağımı büzdüm. "Ölürüm sana," dedi. "Kıskanıyormuş beni."
Kollarımı boynuna sardım. Ağacın altında kitap okuyan kızımıza bakıp güldük. Elindeki kitabı yere bıraktı ve kulaklıklarını takıp başını sallamaya başladı. "Hoş geldin erken ergenlik."
Beni kollarının altına alıp ağaca doğru yürürken kulağıma sevgi sözcükleri mırıldanmayı ihmal etmedi. "Umay'ım," dedi kızının yanına yere uzanırken. "Sen özlemedin mi babayı güzel kızım?"
Kulağından kulaklıklarını çıkardı ve babasının yanına uzanıp yanağından öptü. "Annemden fırsat kalmıyor ki komutanım," dedi. "Hormonlardan galiba. Bu aralar çok kıskanç."
Kızını gözlerinin içi gülerek dinleyen adama bakarken midemde bir hareketlenme oldu. "Sen nereden biliyorsun bu hormon olaylarını falan bakayım?"
Alpay'ın diğer tarafına geçip uzanınca ikimizi göğsüne çekti. "Size bir haberim var kızlar."
Umay da benimle aynı anda yüzünü Alpay'a çevirdi. İkimizinde gözleri parlıyordu. "Çabuk söyle baba!"
"Ana kız siz aynısınız," dedi sakallarını yüzümüze sürerken. "Oğlumu da kendinize benzetmeyin."
"Bir ay buradayım," deyince çığlık atarak doğruldum. "Yıllık izne ayrıldım."
"Yaşasın İngiltere'ye gidiyoruz," diye bağırmaya başladı Umay. Olivia hala ve Sultan annemler artık orada yaşıyordu. "Babacığım sen bir tanesin."
"Ben öyle bir şey demedim," deyince kızımın yüzü düştü. "Evimde istirahat edeceğim hanımlar. Kusura bakmazsınız artık." Benim için hava hoştu. Evimizde baş başa vakit geçirmek en muazzam tatil planlarından daha cazip geliyordu.
"Annenin son zamanları Umay. Yolculuk riskli olabilir kardeşin için."
"Daha gelmeden oyun bozanlık yaptı," dedi. "Siz erkekler hep aynısınız."
Eve doğru giden kızımızın ardından hayretle bakarken eğildi ve şakağımdan öptü. "Bu kız kime çekmiş?"
Sorusuna karşılık kirpiklerimi kırpıştırdım. "Bir bilsem..."
O gece teknede rabbim Alpay'ımı karşıma çıkardığında ben yeniden doğdum sanki. O gece bizim hayatımızın dönüm noktası oldu.
Alpay o uçurumdan düşüp nehirde sürüklendikten sonra o korsanlar tarafından kıyıya vurmuş bir halde bulunmuş. Allah nasip edecek ya kavuşmayı. Korsanların iyilik yapacakları tutmuş. Şükürler olsun ki tutmuştu. Yaşadığımız o mucizeyi bir an olsun aklımızdan çıkaramadık. Çıkarmak mümkün değildi...
Bize o kara günleri yaşatan kim varsa ilahi adaletten payını almıştı. Mücahit denen o adam Alpay'ın da gazabına fena halde uğramıştı. Alpay'ın ona hapisteyken ulaşıp felç geçirtecek bir madde yaptırıp oradaki günlerini sürüngen bir böcekten farksız geçirmesini sağlamıştı. Çok geçmeden öldüğünün haberini alınca da acılarımız bir nebze de olsa hafifledi.
***
Kucağımda oğlumuzla doğumhaneden yürüyerek çıktığımı görünce gözleri neredeyse yuvalarından çıkacaktı. Elini alnına vurdu. "Boncuk!"
"Kızım yüreğime mi indireceksin sen benim? Koşarak çık bari!" Oğlumuzu kucağına verirken heyecandan elleri titriyordu. "Bu bizim mi?"
Umay'ı kucağına verdiğimizde bayılmıştı ve günlerce askerlerinin eğlencesi olmuştu. Yine bayılacağından korkuyor gibiydi. Alnı boncuk boncuk terleyen kocama bakınca bebeği Ayla'ya verdim. "Sultanım..."
Sımsıkı sarılıp defalarca öptükten sonra ellerini açıp oğlumuza dua okudu ve yüzüne sürdü. "Allah'ım şükürler olsun sana."
Adına onu gördüğümüz ilk an karar vereceğiz diye söz vermiştik birbirimize. Oğluna baktı ve bana döndü. "Göktürk," dedi. "Göktürk olsun mu?"
"Umay'ı ben seçmiştim. Olur hem de çok güzel olur aşkım..."
"Hoş geldin," dedi oğlunu yeniden kucağına alırken. "Hoş geldin bize Göktürk'üm."
Çok acı çekmiştik ama bitmez sandığımız o acı günlerin sonunda refaha kavuşmuştuk. Hiçbir zorluk sonsuza kadar sürmüyordu bunu iyi biliyordum. Bu dünyadaki en değerli servetime bakarken şükrettim. Her gece olduğu gibi. Onlara kolay kavuşmamıştım çünkü.
Alpay'ın bir eli avuç içimi usul usul okşarken diğer elimi yanımıza gelen kızımızın saçlarına gitti. Bizi izleyen aileme bakarken gözlerimin önünden bir film şeridi gibi aktı hayatımız.
Ömrümüzde bir film değil miydi zaten?
***
Veee son...7
Sizlere bir şey itiraf etmek istiyorum. Öncelikle SB başladığım ilk andan finali hazır bir kurguydu. Hikayemiz gerek başlangıcıyla gerek ilerleyişiyle karanlık bir kurguydu ve bu kurguya kötü son yakışıyordu. Evet kötü sonla bitecekti ama ben size kıyamadım ve son anda fikrimi değiştirerek onlara en azından hikayenin gidişatına uyan bir son yazdığımı düşünüyorum.1
Umarım sizide tatmin etmiştir. Diğer hikayelerime bakmayı unutmayın. Yazmaya başladığım ilk andan beri yanımızda olan ve ailemize yeni katılan herkese teşekkür ediyorum.
Yep yeni hikayelerde buluşmak dileğiyle...
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
52.62k Okunma |
4.32k Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |