1. Bölüm

BÖLÜM 1

Aysun Arslan
aysunkayaarslan

Sevgili dostum,

Bu kitap instagram üzerinde görselleştirilmiş sahnelenmiştir. Ve sahnelenmeye devam etmektedir. Eğer ki karakterleri mekanları görmek istesen, lütfen beni instagramdan takip et;

Kullanıcı adı; aysun_kayaarslan

Keyifli okumalar dilerim 🧡🪷

Azra’nın uykusu, bir çığlıkla paramparça oldu: "Bana yardım et!"

Sesin titreşimleri ruhuna işliyor, her dalgası beyninde yankılanıyordu. Nefes nefese uyanıp, yardım çağrısının sahibini aramaya başladı. Kapıdan dışarı adımını atar atmaz, gök gürültüsü hiddetle koptu. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmura aldırmadan, ayakları yerden kesilircesine koşmaya başladı.

Ses, gök gürültüsünden bile daha keskin bir çınlama ile zihninde yankılanıyordu. O sesin çaresizliği, Azra’nın kemiklerine kadar işliyordu. Ormanın kıyısına geldiğinde, burayı daha önce gördüğünü anladı ama uzun zamandır ayak basmamıştı. Şimşekler, karanlığı birkaç saniyeliğine yırtıyor, yoğun kokulu çamların arasında ince bir patika beliriyordu.

Adımlarını hızlandırdı, gözleri patika boyunca yolunu arıyordu. Kalbi çarpıyor, ciğerleri yanıyordu; yağmurun buz gibi damlaları vücudundaki ateşi söndürmeye yetmiyordu. Kafasının içinde tekrar yankılandı o tek kelime: “Yardım et.”

Patikadan koşarken, ormanın karanlığı sanki içine çekiyordu onu. Önü kaybolmuştu, gözleri karanlıkla boğuşuyordu. Ses yeniden çaldı: "Yardım et bana."

Beyni adeta patlayacak gibiydi. Ayağı takıldı, yere kapaklandı. Çamur ve ıslaklık bedenine yapıştı, sırılsıklamdı. "Kahretsin," diye homurdandı.

Bir şimşek daha çaktı, patikanın üzerindeki ağaç köklerini, kurumuş pembe çam iğnelerini, toprağa gömülü taşları ve su dolu çukurları kısa bir an için aydınlattı.

Azra, ellerini çamurlu dizlerinin üzerine koyup kendini zorla kaldırdı. Kıyafetleri suyun ağırlığıyla bedenine yapışmış, hareketlerini zorlaştırıyordu. İçinden, "Koş Azra, koş! Ciğerlerin patlasa bile bulmalısın onu," diye seslendi.

Patikadan sıçrayan su damlalarıyla ıslanırken, kaygan taşlara basmamaya çalışarak ilerledi. Ağaçların seyrekleştiğini, ormanın derinliklerinden açık bir alana çıktığını fark etti.

Bir şimşek daha çaktı ve yere serili ıslak çam iğneleri, ay gibi parlayan sesin sahibini gözler önüne serdi. Parlak ışık Azra’nın gözlerini kamaştırdı, elleri refleksle yüzünü siper etti.

Sonra aniden yatağından sıçradı, odasının penceresinden sızan güneş ışığına gözlerini kapadı ve arkasını döndü.

 

Azra, homurdanarak “Tüh be, bu sefer çok yaklaşmıştım," diye içinden geçirdi

Gözleri yavaşça kapandı ama uyku yine yakalamaya cesaret edemedi onu. Yastığının altına uzanıp telefonunu kaptı, saate baktı: 06:59. Kalkmalı, işe hazırlanmalıydı. Bedeninin ağırlığı omuzlarına çökmüş, aklı hala ormanın loş karanlığındaydı.

Kaçıncı kez aynı rüyayı görüyordu? Neden bir türlü vazgeçemiyordu o sesin peşinden gitmekten? Bir ayı aşkındır, her gece neredeyse o çaresiz yardım çağrısına ulaşmaya çalışıyordu. İlk kez bu kadar yaklaşmıştı. Alarmın 07:00’te çalacağını biliyordu, parmağıyla ekrandaki alarmı kapattı ve yorgun bedenini yataktan zorla kaldırdı.

Tuvalete yöneldi, ellerini yüzünü soğuk suyla yıkadı, dişlerini fırçaladı. Saçlarını toplarken, titreyen elleri kendine ağır geldi. Odaya döndü, karşısındaki giysi dolabını açtı. İçinden yeşil bir tişört ve mavi kot pantolon çıkardı; onları giydi. Siyah sırt çantasını omuzlarına geçirdi, beyaz spor ayakkabılarının bağcıklarını düzeltti ve kapıdan dışarı çıktı.

İş yeri evine yürüyüş mesafesindeydi. Bahar havasının temizliğini içine çekti, birkaç adım attıkça biraz olsun toparlanacağını düşündü. Bahçeden geçip kapıyı arkasında bıraktı, yolun kenarındaki evlerin ve çiçek açmış ağaçların arasında yürürken rüyasını zihninde tekrar tekrar kurcaladı.

Bir an için gözleri yoldaki çiçek açan dallara takıldı ve vücudu hafif bir ürpertiyle titredi. Ormanın karanlığı aniden gözlerinin önünde belirdi, sonra kayboldu.

Kimdi o ses? Neden ondan yardım istiyordu? Nasıl yardım edebilirdi ki? Kendi gücünden bile şüpheliydi. İçinden sessizce, “Benim ne gücüm var ki?” diye geçti.

Gerçekler acıydı; işe gitmek için bile güç bulmakta zorlanan, alışveriş merkezinde danışma görevlisi olarak, kaybolan eşyaları sahiplerine teslim eden, tuvaletin yerini tarif eden biriydi o sadece.

Rüyanın yorgunluğu vücudunda hala ağırlığını hissettiriyordu; uykusuz geceler onu sarmıştı. Yine de, taze bahar havası, yürüyüş ve doğanın canlanışı biraz olsun kendine gelmesini sağlıyordu.

 

Azra kısa yürüyüşünün ardından mahallesinin dışına çıktı. Trafikli caddenin kalabalık kaldırımında insan seli içinde ilerliyordu. Okula yetişmeye çalışan öğrenciler, işe koşuşturan çalışanlar arasında yürürken, hem trafik hem cadde hareketliliğiyle dolup taşıyordu. Cadde üzerindeki dükkanlar, kafeler ve binaların önünden geçip sola döndü. Karşısındaki dar ara sokağa girdi. Sokakta biraz ilerledikten sonra sağa kıvrılarak çalıştığı AVM’nin önüne vardı. Döner kapıdan içeri süzüldü, güvenliklere selam verdi, sonra soldaki asansöre yöneldi. Zemin kattaki giyinme odasına ulaştı.

İçeride, ‘U’ biçiminde dizilmiş, üst üste kilitlenen metal dolaplar sıralanıyordu. Azra üzerindeki kıyafetleri çıkarıp düzenlice katladı, çantasıyla birlikte dolaba bıraktı. Spor ayakkabılarını alt bölmeye yerleştirdi. Dolabından siyah kumaş pantolonunu ve beyaz gömleğini aldı, hızlı adımlarla giyindi. Mavi fularını dikkatlice bağladı, siyah tokalı klasik ayakkabılarını giydi ve asansöre yöneldi.

İlk durak yemek katıydı. Kağıt bardakla çayını aldı, küçük bir nefes aldı. Asansörle tekrar zemin kata indi, bankosuna geçti. Bankoyu, güler yüzlü arkadaşı Selin’le paylaşıyordu. Selin, kocaman kahverengi gözleri, kumral saçları ve neşesiyle ufak tefek, sempatik bir kızdı. Selin’in varlığı işi biraz daha çekilir kılıyordu.

 

* * *

Selin, bilgisayarında açtığı Excel tablosuna göz gezdirirken, Azra kargoların bilgilerini okumaya başladı. Gözleri satırları takip ederken bir an zihni uzaklara kaydı. Selin’in “Azra?” diye seslenişiyle irkildi. Yeniden odaklandı, gelen kargoların detaylarını incelemeye devam etti.

Kargoların girişi tamamlandığında, Selin hemen günlük dedikodulara geçti. Ellerini neşeyle sallayarak anlatıyor, gözleri yer yer heyecanla büyüyordu. Azra ise zihninin bir köşesinde hala rüyayı düşünürken, yüzünde yapay bir ilgiyle Selin’i dinliyormuş gibi görünüyordu.

“Yemek katındaki çocuk var ya,” dedi Selin, sesi neredeyse fısıltıya dönüşmüştü, “mağazada çalışan bir kızla flört etmeye başlamış. Düşünsene!”

Azra, dikkatini toparlamak için kaşlarını hafifçe kaldırdı. “Ya, öyle mi?” dedi otomatik bir ifadeyle, gözleri hâlâ biraz donuktu.

Selin eğilerek ona dikkatlice baktı. “Azra, iyi misin? Uyumadın mı yoksa?”

Azra gözlerini kaçırdı, yüzüne silik bir tebessüm yerleştirerek başını salladı. “Bahar yorgunluğu sanırım,” diye geçiştirdi.

 

* * *

Öğle yemeğini birlikte bankonun arkasındaki boş masada yediler. Selin, hamburgerleri kucağında taşırken sanki dünyayı fethetmiş gibi bir zafer havasındaydı. Her lokmanın ardından yeni bir dedikodu ekliyor, Azra'nın dudak kenarındaki zorlama tebessümden memnun görünüyordu.

Öğle yemeğinden sonra zaman, her zamanki gibi hızla akıp geçti. Kargo teslimatları, kayıp eşya soruları, tuvalet yönlendirmeleri, aramalar ve ufak tefek krizlerle geçen saatler Azra'nın dışını meşgul etse de, içindeki uğultu bir türlü dinmiyordu. Zihninde ormanın kokusu, rüyanın yankısı en olmadık anlarda belirip kayboluyordu. Sanki başka bir yerde, başka bir çağrının eşiğindeydi.

Akşam saatlerine doğru başı zonkluyordu. Selin, sinemaya gitme teklifini heyecanla sunduğunda, Azra dudaklarını araladı ama sesini çıkaramadan başını hafifçe salladı. “Bugünlük pas,” dedi sonunda, sesi neredeyse fısıltıydı.

 

* * *

İşe geldiği aynı yoldan yürüyerek eve dönerken, akşamın serinliği tenine iyi geldi. Caddelerde trafik azalmış, hava dinginleşmişti. Ayakları yorgun ama istikrarlı adımlarla yürüyordu. Evin kapısından içeri girdiğinde, adımlarında bir hafifleme oldu. Hemen banyoya yöneldi.

Duşun sıcak suyu omuzlarına değdiği an, vücudu istemsizce irkildi. Bir an için suyun yakıcı olduğunu düşündü. Gözlerini kıstı, geriye çekildi ama muslukta bir sorun yoktu. Derin bir nefes aldı.

Masada onu annesinin hazırladığı akşam yemeği bekliyordu. Kardeşi Akın'la her zamanki takışmaları kısa sürede kahkahaya dönüştü. Annesi, o anda mutfağın içini dolduran sıcaklığıyla her zamanki yerindeydi. Bu sofrada olmak Azra'yı hep biraz olsun iyileştirirdi. Ama o akşam, gözleri zaman zaman masadan kayıyor, sessizce dalıp gidiyordu.

“Azra, iyi misin kızım?” dedi annesi, kaşlarını hafifçe çatarak.

Azra dudaklarını zorla aralayıp bir gülümseme sundu. “İyiyim anneciğim, sadece biraz yorgunum.”

Babasının evde olmadığı akşamlardan biriydi. Klasik akşam sohbeti, iş güç konuşmaları, televizyondan gelen haber sesi… Hepsi Azra’nın zihninin dışındaydı sanki.

Yemekten sonra odasına çekildiğinde, gözleri uykusuzluktan ağırlaşmıştı ama yatağa girse de hemen uyuyamayacağını biliyordu. Başucundaki kitabı aldı, sayfaları çevirdi. Ancak kelimeler anlamını yitiriyor, cümleler dağınık bir uğultuya dönüşüyordu.

Ormanın uğultusu kulaklarının içinde yankılanıyor, rüyada işittiği yardım çığlığı tekrar tekrar zihnine kazınıyordu.

 

Birden bire, nefes nefese karanlık bir ormanda koşarken buldu kendini. Kalp atışları kulaklarını dövercesine çarpıyordu. Ayaklarının altında çıtırdayan kuru yapraklar, rüzgârda sallanan ağaç dallarının uğultusuna karışıyordu. Ve yine o ses...

“Kurtar beni. Yardım et!”

Bu kez daha yakındaydı, çok daha yakında. Azra, sesin kaynağına doğru soluk soluğa koşarken ağaçlar neredeyse üstüne kapanacakmış gibi eğiliyor, karanlık daha da yoğunlaşıyordu. Nihayet, açıklık bir alana ulaştığında gözleri kamaştı.

Ormanın ortasında yükselen, bembeyaz bir ışık onunla konuşuyordu. Kadın sesi... ama bir yankı gibi göğsünde titreyen, neredeyse elle tutulur bir çağrıydı bu.

“Azra... beni buradan kurtarmalısın. Ne olur yardım et bana!”

Azra tereddütle yaklaştı. Her adımında çimenler ayaklarının altında eziliyor, dizlerine kadar yükselen sisle birlikte sıcak nefesi önünü buğulandırıyordu. Parlak ışığın içinde bir siluet belirince gözlerini kıstı. İnce, uzun bir figür zincirlenmişti. Kadının vücudu zarif bir şekilde yere eğilmişti; beyaz elbisesi rüzgârda uçuşuyor, fakat yüzü hâlâ görünmüyordu. Işık o kadar yoğundu ki detayları ayırt etmek imkânsızdı.

Azra biraz daha yaklaştı. Kalın çelik zincirler ağacın gövdesine sarılmıştı. Kadının bileklerini saran demirler, onu sıkı sıkıya tutuyordu. Zincirin herhangi bir zayıf noktası var mı diye gözleriyle kontrol etti ama hiçbir açıklık göremedi.

Kadının sesi tekrar yükseldi, bu kez acıyla titriyordu: “Azra... bu zincirleri kırmalısın. Lütfen!”

Azra tereddütle elini uzattı. Parmakları soğuk metale dokunduğu an bir çığlık koptu boğazından. “Ah! Yakıyor!”

Geri çekilmek isterken, zincir birden bileklerine dolandı. Metal, canlıymış gibi kıvrıldı ve onu sıkıca sardı. Azra panikle kıvranırken, kadın aniden kahkahaya boğuldu. Ses, iğrenç bir uğultuya dönüşmüştü.

“İşte şimdi elimdesin... seni küçük böcek!”

Azra şaşkınlıkla geri çekilmeye çalıştı ama zincirler izin vermedi. “Ne? Ben... ben sana yardım etmeye çalışıyordum,” diye mırıldandı, sesi soluğuna karışmıştı.

Kadının yüzüne bakınca kelimeleri boğazına düğümlendi. Yüz yoktu. Parlayan siluetin yüzü sürekli değişiyordu — genç bir kadın, yaşlı bir adam, tanıdık bir çocuk, sert bakışlı bir yabancı... ve tekrar başa. Sayısız yüz, bir karabasan gibi peş peşe gelip geçiyor, Azra’nın zihnini allak bullak ediyordu.

Çenesi titredi. Konuşmak istese sesi ağlamaya dönüşecekti.

“Nefes al, Azra...” İç sesi fısıldıyordu. “Bu sadece bir rüya. Uyan. Gözlerini aç. Uyan artık!”

 

Ama göz kapakları üzerine dikilmişti sanki. Zincirler bedenine sarıldıkça, teni yanıyor, her dokunuş asitle dağlanmış gibi acı veriyordu.

“Neden uyanamıyorum? Allah'ım yardım et bana!”

Kadının sesi metalik bir tınıya büründü, yankılanarak Azra’nın içine işledi. Azra, son bir çabayla başını kaldırdı, sesi zorla çıkıyordu:

“Ne istiyorsun benden?”

Kadının elleri şekil değiştirmeye başladı. Parmakları pençeye dönüştü, zinciri tırmalarken kulak tırmalayan bir ses çıkardı. Ardından tekrar kahkaha attı; bu kez daha uğursuz, daha vahşiydi.

“Tabii ki senin o ruhunu alıp tüm güçlerini kendime katacağım! Sonra da seni, içi çekilmiş bir meyve suyu paketi gibi buraya atacağım. Çöp gibi kalacaksın, hak ettiğin gibi!”

Azra’nın kaşları çatıldı. Korkusu hâlâ yerindeydi ama öfkenin ince ipliği boğazına kadar yükseldi. Kendisini toparlayarak, sesinin tonunu olabildiğince yumuşak tuttu. Zincirler gövdesini sıkarken, yaratığın sürekli değişen yüzlerine dik dik baktı.

“Ee... şey... sanırım bir yanlış anlaşılma oldu sevgili yaratık,” dedi, dudaklarında yarım bir gülümseme. “Ben aradığın kişi değilim ki. Şu halime bak, bende ne gücü olacak? Sanırım başkasını arıyorsun sen. Bence beni bırak ve yoluna devam et.”

İçinde bir kıpırtı oldu. “Aferin sana Azra,” dedi iç sesi. “Sakinliğini koru. Korku çözüm değil.”

Yaratık bir anlık duraksadı. Suratındaki şekiller bulanıklaştı. Ardından, tiksintiyle kıvrılmış dudaklarından ses döküldü: “İyi denemeydi, seni küçük böcek. Bana büyü dili kullanmaya nasıl cesaret edersin? Az kalsın kanıyordum.”

Azra’nın gözleri büyüdü. Ne demişti ki? Ne büyüsü? İçinde bir karmaşa yükseldi.

“Ben... ben o dediğin şeyi yapmadım. Amacım bu değil,” dedi, sesi titriyordu. “Sadece... sadece bir yanlış anlaşılmayı düzeltmek istedim.”

 

Yaratık, pençesini Azra'nın göz hizasına kaldırdı. Pençenin gölgesi, Azra'nın yüzüne uğursuz bir perde gibi düştü.

“Sesini kesmeni tavsiye ederim,” dedi, sesi tıslayan bir metal gibi tiz ve tehditkârdı. “Tabii dilini koparmamı istemiyorsan.”

Azra yutkundu. Boğazı kurumuştu, aklına gelen ilk cümleleri bastıramadı. "Tamam… başka bir şey düşün. Kesinlikle biriyle karıştırıyor olmalı…" dedi içinden.

Yine paniklediğinde yaptığı gibi, saçmalamaya başladı.

“Bak… şey… çok hoş yüzlerin var gerçekten. Hatta aralarında çok hoş bir kadın vardı... belki onda sabit kalabilirsin? Çünkü başım biraz döndü, açıkçası...” Zorlama bir gülümseme yerleşti yüzüne, gözlerinde korkuyla karışık bir ironi pırıltısı belirdi.

Kelimeleri durduramadı. “Bir hata yapıyorsun. Ben sıradan, hatta çok çok sıradan bir kızım. Güç falan yok bende. Sabah işe gidecek gücü bile zor buluyorum, o kadar yani…”

Yaratığın dudakları hafifçe kıvrıldı, kısa bir sessizlikten sonra mırıldandı: “Hm… demek güç yok, tüh… olsun. Zaten yılanın başı küçükken ezilir.”

Aniden pençesini Azra'nın koluna geçirdi. Metal gibi keskin tırnaklar tenine saplanırken, Azra’nın acı dolu bir çığlık kopartmasına neden oldu. Dizlerinin bağı çözüldü. Gözlerinden yaşlar süzüldü, nefesi kesildi. Bileğini geri çekebildiğinde, derisinde yanık gibi siyah bir pençe izi kalmıştı; kızarmış, kabarmış ve sızılıydı. Acı, derisinin altına kadar işlemişti ama öfke de onunla birlikte yükseliyordu.

“Beni bırak!” diye hırladı dişlerinin arasından. Sesi çatallıydı, acı ve öfke iç içe geçmişti. “Gücüm yok dedim sana! Anlamıyor musun?”

Yaratık eğildi, yüzü Azra'nınkine iyice yaklaştı. Gözleri sürekli değişen formlar arasında geçiş yaparken, ifadesi gittikçe daha tehditkâr bir hal aldı.

“Evet,” dedi tüyler ürperten bir fısıltıyla. “Birazdan hiçbir şeyin kalmayacak.”

Başını Azra’nın yüzüne yaklaştırdı, sanki onun kokusunu içine çekiyormuş gibi uzun bir nefes aldı. Gözleri parladı. “Mmm… harika. O gücü hissedebiliyorum... içeriden geliyor, hem de ne güzel geliyor.”

Azra'nın çırpınmasına aldırış etmeden, dudaklarını onun ağzına yaklaştırdı. Ardından, içini vakumlayan korkunç bir güçle nefesini, yaşamını, özünü çekmeye başladı. Azra’nın gözleri büyüdü. Nefesi boğazında düğümlendi. Kafasını yana çevirmeye çalıştı ama yaratık iki dev pençesiyle başını kenetledi. Sıcaklığı hızla vücudunu terk ediyor, içi donuyordu. Ruhunun buz gibi soğuyarak içinden çekildiğini hissediyordu. Tüm varlığı bir kristal gibi kırılacakmış gibiydi.

Ve o an...

Bir ses yükseldi içinden. Net, sert, tanıdık:

“Azra! Uyan!”

O sesle birlikte içinde bir şeyler çatladı. Derin bir yerden yükselen öfke, ölümün pençesinden bile güçlüydü. Korku yerini birdenbire bir koruma içgüdüsüne, ilkel bir hayatta kalma dürtüsüne bıraktı. Bedeni, buzdan bir kozanın içinden alev gibi fırladı. Gözleri karardı, kulaklarında uğultular yankılandı.

Ve sonra…

“Yeter!” diye haykırdı.

Sesiyle birlikte zincirler gerildi, pençeler gevşedi ve yaratık, büyük bir güç dalgasıyla savrulup yere çakıldı. Toprak çatladı, sis bir an için dağıldı.

Azra, hâlâ ağır nefesler alırken, yere düşmüş zincirlerin arasından kendini toparlamaya çalıştı.

Zincirler, erimiş kurşun gibi ayaklarının dibine düştü. Metalin buharı gibi hafif bir duman yükseldi. Azra, titreyen dudaklarının arasından fısıldadı:

“Koş.”

Nefesini toparlayamadan bir adım attı.

“Kaç.”

Gövdesi sarsıla sarsıla ormanın karanlık göğsüne doğru koşmaya başladı. Ayakları, ıslak toprakta kayıyor, dallar yüzüne çarpıyor, nefesi boğazında takılı kalıyordu. Arkasından gelen sesler ise yaklaşıyordu toprakta yankılanan ağır pençeler, keskin bir soluk alıp veriş...

Arkasına dönüp baktığında, gözüne kestiremediği bir form gördü. Yaratık bir kaplan gibi ilerliyor ama başı... başı bir ejderhayı andırıyordu. Derisi kemiksi bir yapıyla çatallanmıştı, gözleri ateş gibi parlıyordu.

“Bu da neydi?”

Kendi sesi, kulaklarında yabancı bir yankı gibi çınladı.

“Koş Azra, koş!”

Ancak çok geçti. Yaratık sıçrayarak sırtına çullandı. Azra’nın çığlığı ormana karıştı. Yüzüstü yere kapaklandı. Nemli yapraklar ve çamur ciğerlerine doldu. Dönmeye çalışırken yaratığın o korkunç suratıyla burun buruna geldi kemikli, çatlamış, taş gibi sert bir yüz ve nefesi ölü hayvanlar gibi kokuyordu.

Yaratık, onu kollarından yere bastırdı. Derisine değdiği her yer yanıyor, etleri kavruluyordu. Azra çırpındı ama ağırlığı eziciydi.

Ve tekrar başladı içini emen o karanlık güç. Ciğerleri büzüldü, ruhu bir kez daha koparılmaya çalışılıyordu. Nefesi yetmiyordu.

“İşte böyle, küçük böcek…” diyerek hırladı yaratık. “Teslim ol.”

Azra’nın göz kapakları ağırlaştı, görüşü bulanıklaştı. Ama içindeki bir ses hâlâ hayattaydı.

“Asla,” diye söylendi içinden.

“Asla teslim olamam.”

Karanlık bastırıyordu ama içinde bir yer, hâlâ savaşıyordu.

“Biraz… toparlan… hadi…”

Nefesini toparlamaya çalıştı. Elinin birkaç parmak ötesinde duran taşı fark etti. Başparmağını kımıldatmayı başardı.

Tüm gücünü toplayarak taşı kaptı ve yaratığın kafasına geçirdi.

Kemiksi kabuk çatladı. Yapış yapış, pis kokulu bir sıvı akmaya başladı. Yaratık geri sendeledi. Azra, o anı fırsat bilerek altından sıyrıldı, yarı sürünerek uzaklaştı. Ayakta kalmakta zorlandı, bacağı fena halde ağrıyordu.

Ne zaman incittiğini hatırlamıyordu bile. Ayağına bakacak hâli yoktu, sadece koştu. Sendeleyerek, yalpalayarak… ama yaratık pes etmedi. Karanlıkta yeniden üzerlerine çöktü.

Bu kez sonuncusu olabilirdi.

Azra yere kapaklandı. Yaratık tekrar üzerine çullandığında, artık karşı koyacak bir gücü kalmamıştı. Onun iğrenç kanı burnunu yaktı. Soluğu tıkandı. Gözlerinden yaşlar süzülürken, boğuk bir çığlık attı:

“İmdat! Birisi… biri yardım etsin!”

Sesi ormanın içinde yankılandı ama hiçbir cevap gelmedi.

Tüm enerjisi tükenmişti. Parmaklarını bile hareket ettiremiyordu. Vücudu çamura bulanmış, derisi yanıklarla kaplanmıştı. O an, sadece dinlenmek istiyordu. Direnmeyi bırakıp kendini toprağa bıraktı.

Ve o an…

Gökyüzünü yırtan bir şimşek çaktı.

Toprak titredi. Altında bir şeyler kıpırdamaya başladı. Azra’nın bedenini, yerden fışkıran bitkiler sardı. İnce kökler, sarmaşıklar gibi bacaklarına dolandı, belini kavradı. Sanki bir güç onu yukarı, göğe doğru kaldırıyordu.

Öldüğünü sandı.

Düşünceleri dağınıktı. Annesinin yüzü gözlerinin önünden geçti. Ailesi… çok üzülecekti. Hayatı böylesine kısa olmamalıydı. Sadece 22 yaşındaydı.

Aşağıdan gelen çığlıklar, yaratığın haykırışları giderek uzaklaştı. Sesler buğulu bir sisin arkasına çekildi. Karanlık göz kapaklarına doldu. Varlığı gittikçe hafifledi, rüzgârda süzülen bir tüy gibi. Son bir iç çekişle gözlerini kapadı.

Karanlık, sessizlik ve… huzur.

 

 

Bölüm : 24.05.2025 21:05 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...