10. Bölüm

BÖLÜM 10

Aysun Arslan
aysunkayaarslan

Azra'nın zihninde, yol boyunca bir zamanlar yaşadığı anıların yankısı dolaşıyordu. Çok uzak değil, sanki birkaç gün önce yaşanmış gibiydi hepsi.

Seperius’un loş oyun salonunda, satranç masasının iki yanında Ece ve Azra karşılıklı oturuyordu. Masaya eğilmiş, taşların üstünde gezinen bakışları odaklanmıştı. Azra, kaşlarını hafifçe kaldırdı, dudaklarının kenarı kıvrıldı.

“Hah,” dedi Ece’ye bakarak. Sesi alaycı bir gülümsemenin altına gizlenmişti. “Demek akıllıca bir hamle yaptığını düşünüyorsun?” Parmaklarıyla fili kavrayıp tahtanın çaprazında üç kare ilerletti. Piyonu aldı, taşı hafifçe havada tutup köşeye yerleştirdi. “O zaman ben de şöyle yapayım… Şah.”

Ece, hafifçe geriye çekilip dudağını ısırdı. Eli refleksle şah taşına uzandı. Tam hamle yaparken Azra tekrar konuştu, bu kez sesi iyice kendinden emin bir tona bürünmüştü.

“Şah,” dedi bir kez daha, kaleyi ilerletip tahtanın dar alanında Ece’ye ikinci bir kapan kurarken.

Yan masadaki sandalyeye yayılmış hâlde oturan Aslı, başını iki yana sallayarak mırıldandı. Kaşları çatık, gözleri boşluğa bakıyordu.

“Hadi ama, bitirin artık şunu… Çok acıktım.”

Azra ona göz ucuyla bakıp gülümsedi. O tanıdık muzır bakış yüzüne yayılırken, “Şimdi bitiyor kıvırcık,” dedi. “Kaçacak yeri kalmadı.”

Ece, taşların üzerinde uzun uzun dolanan bakışlarıyla son bir çıkış yolu aradı. Ama yoktu. Gözlerini devirdi, gülerek ellerini havaya kaldırdı.

“Tamam, tamam… Pes ediyorum. Mat oldum.”

Azra keyifle kıkırdadı, sırtını yasladı.

“Sen hatayı en başta bana meydan okuyarak yaptın güzelim.”

Ece karşılık verirken sesi hâlâ neşeliydi, ama içinde rövanş hırsı gizliydi.

“Hiç de bile. Bir önceki oyunu ben kazandım. Bu da demek oluyor ki bir rövanşımız var. Ama bu sefer yeni bir kural koyuyorum… Kaybeden, kazananın bir isteğini yerine getirecek. Ne olursa olsun.”

Yerinden kalkıp Azra’ya sarılırken teninden pudra ve gül kokusu yayılmıştı. O an Azra’nın içinde huzurlu bir boşluk oluştu; sanki zaman durmuş, sadece bu an kalmıştı.

Aralarındaki o samimi anı kıskanarak izleyen Aslı, yandan yanaşıp kollarını iki yana açtı.

“Kıskanırım ama… Bana neden sarılmıyorsunuz?” dedi, dudaklarını bükerek. Sonra usulca diğer tarafa geçip o da sarıldı.

Azra kahkaha atarak başını iki yana salladı.

“Kızlar, tamam… Bu kadar sevgi gösterisi yeter. Hadi artık, yemek yiyelim.”

Aslı, Azra’nın koluna tutunmuşken memnuniyetsizce homurdandı.

“Cık cık… Ne uyuz kız ya. Hiç gelemiyor böyle şeylere.”

Azra gülerek Aslı’nın burnunu hafifçe sıktı. Ardından bir kolunu Aslı’nın omzuna, diğerini Ece’nin sırtına doladı. İkisi birden kollarıyla Azra’nın beline sarılırken, birlikte oyun salonunun sıcak ışıklarından çıkıp asansörün kalabalığına karıştılar.

Görüntü yavaşça uzaklaştı, sis gibi çözülmeye başladı. Yeni bir anı, Azra’nın zihninde şekil buluyordu…

Azra'nın Seperius’taki odasındaydılar. Odanın ortasında yer alan yuvarlak yatak, kadife örtüler ve solgun mum ışığıyla huzur verici bir sığınağa benziyordu. Azra, pijamalarını giymiş hâlde yatağın tam ortasında uzanıyordu. Yanında Ece, Ebru ve Aslı, battaniyelere gömülmüş, ellerinde abur cubur tabaklarıyla karşılarındaki geniş ekrana gözlerini dikmişti. Film sessizce akarken odanın içinde mısır patlağı hışırtıları ve arkadaşça mırıltılar dolanıyordu.

Aslı, battaniyesini dizine çekip kolunu başının altına koydu. Gözlerini ekrandan ayıramadan, huysuzca homurdandı.

“Öf! Ece, ne buluyorsun romantik komedilerde?” Dudaklarını büzüp bir yastığı karıştırdı. “Şöyle vurdulu kırdılı bir şeyler yok mu? Aksiyon olsun biraz!”

Ece, göz ucuyla ona baktı. Kaşları hafifçe kalktı, dudaklarının kenarı sinsi bir gülümsemeyle kıvrıldı. Cips poşetinden bir parça alıp ağzına attıktan sonra sakince karşılık verdi.

“Mızmızlanma. Bugün benim film günüm. İstediğimi seçmekte özgürüm. Senin gününde biz aksiyon izlerken mızıkçılık yapıyor muyuz?”

Söylediği her kelimenin sonunda hafifçe kaşlarını çatıyor, gözlerini Aslı’ya devirerek onu taklit eder gibi yapıyordu.

Aslı gözlerini devirdi, Azra’ya döndü ve sesi biraz daha yumuşadı.

“Azra, şuna bir şey de ya… Bari senin sevdiğin fantastiklerden izleyelim. Uyuyacağım şimdi vallahi.”

Azra hafifçe güldü. Battaniyeyi dizlerinin üstüne çekti, başını geriye yaslayıp gözlerini Ece’ye çevirdi.

“Ece haklı,” dedi, gülümseyerek. “Bu onun günü.”

O sırada Ebru, sessiz sedasız yatağın köşesinden bir yastığı kaptı. Sinsice yaklaşıp Aslı’nın kafasına doğru hamle yaptı.

“Ayrıca,” dedi keyifle. “Madem uykun geldi… Al sana yastık!”

Yastık, Aslı’nın başına çarptığında hafif bir “pof” sesi çıktı. Aslı önce ne olduğunu anlayamadı, sonra yavaşça doğrulup Ebru’ya döndü. Gözleri pırıldıyor, dudaklarında haince bir gülümseme beliriyordu.

“Demek savaş istiyorsun ha… Sen kaşındın bebek!”

Bir anda yatağın üstünde doğrulup yastığı kaptığı gibi Ebru’ya fırlattı. Yastık havada dönerken odada kahkahalar patladı. Ardından Ece ve Azra da yastıklarını alarak savaşa katıldı. Oda kısa sürede bir savaş alanına döndü; yastık tüyleri havada uçuşuyor, battaniyeler yerlere saçılıyor, çığlıklar ve kahkahalar birbirine karışıyordu.

“Yaşasın yastık savaşı!” diye haykırdı Aslı, yüksek sesle.

Azra, yastıklar arasında bir an Aslı’yı yakalayarak onu yatağa yatırdı. Üzerine çıkarken Aslı'nın saçlarından yayılan menekşe kokusu burnuna doldu. O anın sıcaklığı, dostluğun kokusu gibi hafızasına işleniyordu.

Görüntü zihninde dönerek silinmeye başladı. Tıpkı rüyaların sonunda geriye sadece hislerin kaldığı gibi… Yeni bir anı, başka bir hatıra yavaşça şekilleniyordu.

Yemekhane, öğle ışığıyla aydınlanmış, ağaçların gölgeleri yüzlerine vuruyordu. Masalardan birinde Azra, Ece, Ebru ve Aslı, birbirlerine sokularak oturuyorlardı. Tabaklarında yarı kalmış yemekler, aralarındaki sohbete eşlik ediyordu. Sessiz ama sıcak bir gülüşme hâkimdi. Tam o sırada, Can ve Arda içeriye girdiler.

Can, rahat ve umursamaz adımlarla ilerledi. Ebru’nun yanına geldiğinde yanağına hafifçe bir öpücük kondurdu, ardından usulca yanına oturdu. Ebru’nun gözleri hemen yumuşadı, ona döndüğünde içten bir gülümseme dudaklarını kıvırıverdi.

Arda, sessizce Azra’nın karşısındaki sandalyeye oturdu. Gözleri, onun elindeki çilekli yoğurda takıldı. Azra kaşığını daldırıp dikkatlice karıştırıyor, sonra bir lokma alıp sessizce tadını çıkarıyordu.

Arda başını hafifçe eğip, gözlerini devirdi. Alaycı ama sevecen bir ifadeyle mırıldandı:

“Yine mi çilekli yoğurt, tatlı canavarı seni.”

Azra, kaşığını tabağa bıraktı, hafifçe gülümsedi.

“Ben bunu tatlıdan saymıyorum.”

“Ben de öğünden saymıyorum,” dedi Arda, kollarını göğsünde kavuşturup başını sallayarak. “Düzgün beslensene biraz.”

Azra sandalyesinden kalktı, arkasına dolanıp Arda’nın saçlarını karıştırarak,

“Bu bana yeter,” dedi oyunbaz bir sırıtmayla.

Arda, kıkırdayarak başını yana kaçırdı.

“Çocuk muyum ben ya, saçlarımı karıştırıp duruyorsun?”

Azra gözlerini hafifçe kıstı, durdu. Sesi yumuşadı.

“Değilsin... Ama bazen burada, dünyadaki kardeşimi çok özlüyorum. O zamanlarda seninle idare ediyorum işte.”

Arda, o beklenmedik cümleyle bir an duraksadı. Yüzü biraz yumuşadı. Ardından dudaklarının kenarı yukarı kıvrıldı, yüzünde yaramaz bir gülümseme belirdi.

“Abla dememi ister misin?” dedi, alaycı bir ciddiyetle.

Hemen ardından Aslı atıldı, dudaklarını sarkıtarak:

“Bana da ‘abla’ de! Benim dünyada kardeşim yok. Sen bana abla diyebilirsin.”

Ece ile Ebru da gülerek devreye girdi, yarışırcasına:

“Banada!”

Azra ellerini havaya kaldırdı, başını iki yana sallarken gülüyordu.

“Tamam tamam! Kendinize başka kardeşler bulun, o benim kardeşim.”

Gülüşmeler eşliğinde masa bir süreliğine sevgiyle çalkalanmış gibiydi. Derken, görüntü zihninde dönmeye, uzaklaşmaya başladı. Gülüşmeler silindi, ışık söndü. Yeni bir anı, yavaşça su yüzüne çıktı.

Değerli taşlarla bezenmiş duvarlar… Tavandan süzülen opal ışıklar, her yansıdığı noktayı gökkuşağı gibi parlatıyordu. Şimdi, başka bir evdeydiler. Sessizlik, duvarlarda yankılanan bir gölge gibiydi. Arda, cam kenarındaki siyah kadife koltuğun köşesine sinmiş, dizlerini kendine çekmişti. Başını bacaklarının üzerine koymuş, vücudunu hafifçe ileri geri sallıyordu.

“Git buradan… Rahat bırak beni!” Sesi neredeyse çocukça bir hıçkırığa karışmıştı.

Kapı aralıktı. Azra yavaşça içeri süzüldü. Eşiği geçerken sesi yumuşak ve tedirgindi.

“Arda, ben geldim. Senin için endişelendim. Kapıyı açık görünce içeri girdim.”

Arda, başını kaldırmadan mırıldandı.

“Azra… Söyle ona gitsin… Çok korkunç biri o.”

Azra yanına yaklaştı. Koltuğun kenarına diz çöküp onu kollarıyla sardı. Arda, küçük bir çocuk gibi titreyerek ağlamaya başladı. Azra, başını onun omzuna yasladı, sesinde sakin bir kararlılık vardı:

“Geçti Arda… Tamam.” Kollarını sıkılaştırdı. “Gözlerini açıp bana nerede olduğunu gösterir misin?”

Arda, göz kapaklarını titrek bir şekilde araladı. Gözleri kızarmıştı, ama hâlâ o tanıdık su yeşili ışığı taşıyordu. Kısa bir bakıştan sonra çevreye göz gezdirdi, sonra tekrar gözlerini kapadı.

“Mutfak tezgâhında oturuyor,” dedi fısıltıyla.

Azra hemen ayağa kalktı. Elbisesi arkasından savrularak mutfağa yöneldi. Değerli taşlardan örülmüş kemerli girişten geçtiğinde gözleri Arda'nın işaret ettiği karanlık köşeye kilitlendi. Sesi sert ve kesindi:

“Defol! Bir daha gelme buraya!”

Hemen ardından, sessizce Arda’nın yanına döndü. Onun yanına oturup bir kez daha sıkıca sarıldı. Arda’nın teninden gelen sandal ağacı ve limon kokusu, Azra’nın genzine dolarken içini tuhaf bir huzur kapladı.

Arda, gözyaşlarıyla ıslanmış yanaklarını sildi. Azra’ya baktı, yüzünde minnetle parlayan bir ışık vardı.

“Sen benim koruyucu meleğimsin.”

Azra saçlarını okşayarak gülümsedi.

“Sen de küçük bir bebeksin. Hayaletler olayını birlikte halledeceğiz tamam mı?” Başını hafifçe eğdi. “Bundan sonra haftada bir gün benimle özel ders yapacaksın ve bu aramızda kalacak.”

“Tamam,” dedi Arda, başını sallayarak.

Azra’nın gözlerindeki hüzün, sözlerinden taşmıştı. Arda, bunu fark etmişti. Ellerini uzatıp işaret parmaklarıyla Azra’nın dudaklarının kenarını yukarı doğru itti.

Azra da karşılık olarak, onun çatılmış kaşlarının arasındaki kırışıklığı parmağıyla itti. Ardından saçlarını karıştırdı. Arda, kollarını genişçe açtı, onu sımsıkı sardı.

Ve bir kez daha… Görüntü silinip başka bir şekle bürünmeye başladı. Zamanın dokusu değişiyor, başka bir anının eşiği beliriyordu.

Oyun salonunun loş ışıkları altında Aslı ile yan yana, direksiyonları sımsıkı kavramış halde araba yarışı yapıyorlardı. Konsollardan yükselen motor sesleri, heyecanla atan kalplerine karışıyordu.

“Berabere gidiyoruz,” dedi Aslı, gözlerini ekrandan ayırmadan. Dudaklarının kenarı kıvrılmış, gözlerinde tatlı bir meydan okuma parlıyordu. “Burada en çok seninle kapışmak hoşuma gidiyor. Diğerlerini hemen yeniyorum, çok sıkıcı.”

Azra, direksiyonu hafifçe kırarken bir an ona yan gözle baktı. Gözlerinde küçük bir muziplik ışıldadı.

“Sana bir şey itiraf edeyim mi?”

“Et bakalım?” dedi Aslı, kaşlarını hafifçe kaldırarak.

“Seni yenebilmek için boş zamanlarımda burada bol bol pratik yaptım.” Azra göz kırptı.

“Gerçekten mi?” Aslı’nın ağzı açık kaldı. Sonra kahkahası salonun gürültüsünü bastırdı. Oyunu bırakıp ayağa kalktı, direksiyon hâlâ dönmeye devam ederken kollarını Azra’ya doladı.

“Hem de aslında zeka oyunlarını sevdiğin halde,” dedi neşeyle. “Sen benim en yakın arkadaşımsın. Tabii Ebru ve Ece de… Ama senin yerin ayrı. Söz veriyorum, ben de satranç öğrenmek için çabalayacağım.”

Azra, kollarını çözüp başını iki yana salladı. “Hadi oradan, Pinokyo,” dedi gülerek.

“Söz, söz, söz!” diye bağırdı Aslı, sesi coşkulu bir çocuğunki gibi yankılandı salonda.

O an, salonun görüntüsü yavaşça dönerek gözlerinin önünden kayıp giderken, yerine yeni bir sahne yerleşti…

Terasta akan şelalenin serin sesi eşliğinde, çınarların gölgesinde kurulu taş masada Ebru ile oturuyorlardı. Kuş cıvıltıları fonda hafifçe çalıyor, güneş dalların arasından huzmeler gönderiyordu.

Ebru, dirseklerini masaya dayamış, başını ellerinin arasına almıştı. Gözleri düşünceli, dudaklarında endişeli bir kıvrım vardı.

“Azra, Can’a bir sürpriz yapmak istiyorum. Doğum günü yaklaştı ama ne yapacağımı bir türlü planlayamıyorum,” dedi iç çekerek. “Derslerim de çok yoğun. Okul işleri... Kafam allak bullak.”

Azra hafifçe gülümsedi, ellerini masaya bıraktı. “Kızlarla biz senin için planlayalım ne dersin? Sen bana kafandaki şeyi anlat, biz hallederiz.”

“İşte sorun da o ya…” Ebru gözlerini kaçırdı. “Kafamda hiçbir şey yok. Hediye bile düşünemedim. İstediği her şeye sahip olabilir biliyorsun. Ne verebilirim ki ona anlamlı olsun?”

Azra başını hafifçe yana eğdi. Sesini yumuşatarak konuştu. “Öyle ama, mesele bu değil. Önemli olan onun için bir şey yapmış ve düşünmüş olman. Ona değerli taşlardan yapılmış, üzerinde yılları temsil eden küçük resimlerin yer aldığı bir Zamanlar Tablosu vermeye ne dersin? Mesela 1960-75, sonra 75-90 dönemlerini anlatan küçük figürlerle bezeli… İstersen Karius’tan bir arkadaşımdan yardım isterim. O bir ressam, eminim seve seve yapar. Can bir zaman yolcusu belki bir gün, birlikte o yılları bile ziyaret edersiniz.”

Ebru’nun gözleri bir anlığına parladı. Sonra yerinden fırlayıp Azra’ya sıkıca sarıldı. “Azra, sen çok zekisin… Çok iyi bir arkadaşsın. Seni çok seviyorum,” dedi fısıltıyla. Onun portakal çiçeği kokusu, Azra’nın içini dingin bir huzurla doldurdu.

“Dersten sonra… Pijama partisi günü bende,” dedi Ebru. “Kızlarla planı birlikte yaparız, olur mu?”

“Olur tabi,” dedi Azra, ona takılarak. “Sen düşün, biz hallederiz… Bitkilerin prensesi!”

Ebru gülümseyerek başını salladı. Sonra manzaranın ışığı, sanki suya düşen bir taşla dalgalanır gibi, dönerek yavaşça uzaklaştı…

Oyun salonunun sessiz köşesinde, satranç masasının başında Ece ile karşılıklı oturuyorlardı. Tahta ile taşların arasına sinmiş hafif bir gerilim, iki zihnin sessiz mücadelesini yansıtıyordu. Azra, karşısında dikkatle taşlara bakan Ece’nin buz mavisi gözlerine baktı, kaşlarını hafifçe kaldırarak konuştu.

“Bugün cır cır konuşan Aslı yoksa,” dedi, taşını sürerken, “beni yenemezsin.”

Ece gözlerini tahtadan kaldırıp ona çevirdi. Dudaklarının kenarında zarif bir gülümseme belirdi, sesi yine o yumuşak tonda döküldü.

“Kendine o kadar güvenme güzelim. Beni hafife alıyorsun,” dedi, taşını karşılık olarak oynatırken.

Azra kısa bir kahkaha attı. “Hiç de hafife almıyorum. Zekânın farkındayım. Tam bir rakipsin.”

Ece başını hafifçe yana eğdi. “Açıkçası… seninle hiçbir konuda rakip olmak istemem,” dedi, sesi bu kez daha ciddi bir tını taşıyordu.

“Ben rekabeti severim, biliyorsun,” dedi Azra, kollarını kavuşturarak arkasına yaslandı. “Ama saygı çerçevesinde olmak şartıyla tabii.”

Ece gözlerini devirdi, gülümsemesi yerini hafif bir ciddiyete bıraktı. “Evet, evet. Ukala ukala konuşan, ilgi odağı olmak isteyen insanlara gıcık oluyorsun. Onlarla muhatap olmayı da hiç sevmiyorsun.”

“Sinirlerimi bozuyorlar!” Azra’nın sesi biraz yükseldi, sonra kendini toparlayıp dudaklarını büzdü. “Hele konuşurken o kaş-göz hareketlerini yapanlar yok mu… bir tane patlatasım geliyor. Gergin ortamları zaten sevmiyorum.”

Ece kahkaha attı, taşlardan birini oynatarak konuşmayı yumuşattı. “Ee… Kazanırsan ne isteyeceksin ödül olarak?”

Azra, dudaklarını kıvırarak taşı tahtaya bıraktı. “Kazanırsam söylerim. Sen peki?”

Ece bir an duraksadı, sonra omuz silkti. “Henüz düşünmedim.”

Azra gözlerini kısmıştı, sesinde alaycı bir tını vardı. “İyi yapmışsın… Zaten yenileceksin.”

“Hadi oradan!”

Taş bir kez daha tahtada yer değiştirdi. Sessizlik.

Azra gözlerini tahtaya indirdi, dudakları kıvrıldı.

“Şah… ve mat.”

Ece’nin gözleri büyüdü. “Ya! Ne çabuk? Öf!” Sandalyeye yaslanıp başını geriye attı. “Tamam, söyle ne istiyorsun?”

Azra öne eğildi, sesi alçalmıştı ama netti. “Okulun arkasındaki yasak ormana gitmek istiyorum. Oradaki o ruh avcısını yakalayıp buraya getirmek istiyorum. Ve… hepinize ihtiyacım var. Onları benim için ikna edeceksin.”

Ece’nin gülümsemesi silindi. Kaşları çatıldı. “Yapma Azra… Bu çok tehlikeli. Başka bir şey iste.”

Azra gözlerini onunkilere kilitledi. “Hayır. İddia iddiadır. Ve sen… kaybettin.”

Ece kısa bir an sustu. Derin bir nefes aldı, ardından yüzünü buruşturarak başını eğdi. “Tamam,” dedi. “Ama içime hiç sinmiyor.”

O an dağılmaya başlayan bir rüya gibi, görüntü kendi içinde kıvrılarak döndü ve uzaklaştı…

Karanlık ormanın içinde gölgeler kıpırdanıyor, puslu bir sis toprağın üzerini örtüyordu. Her biri farklı bir yöne dağılmıştı, ama Azra yalnızdı artık. Peşindeki yaratık neredeyse nefesini ensesinde hissettiriyordu. Dikenlerin arasından geçerken elleri çiziliyor, kalbi deli gibi çarpıyordu. Her adımı bir öncekinden daha ağır gelmeye başlamıştı.

Arada bir, Can bir anlığına belirip yaratığın önüne geçiyor, dikkatini dağıtıyor, sonra yeniden gölgelerin arasında kayboluyordu. Ama bu anlar kısa sürüyordu. Aslı birkaç adım geride, bir ağacın gövdesine yaslanmış, acıyla sol kolunu tutuyordu. Kolunu oynatamıyor gibiydi, yüzü bembeyazdı.

Azra, nefes nefese dönerken Ece’ye baktı. Onun gözleri buğulu bir buz mavisine dönmüştü. Herkes tükenmişti artık. Yaratığı yakalamak öldürmekten daha zordu. Azra Ece'ye odaklandığında ışık gibi bir akım Azra’ya aktı, o da zihnini odaklayarak yaratığa halüsinasyonlar göstermeye başladı farklı farklı yerler, iç içe geçmiş görüntüler, parça parça anılar. Yaratık sendeledi, ama uzun sürmedi. Azra’nın da dizlerinin bağı çözülüyordu artık. Bedenindeki enerji, bir mum alevi gibi tükeniyordu.

“Dikkat et!” diye bağırdı Aslı, sesindeki panik bir çığlık gibi yankılandı ormanda.

Bir şey hızla çarptı Azra’ya. Nefesi kesildi, yere serildi. Toprak soğuktu, ama yaratığın sıcaklığı üstüne çullanınca bu soğuk bir anda cehennem sıcağına döndü. Alev gibi elleriyle bedenine bastırıyor, onu yakıyordu. Kendi etinin yanık kokusu burnuna dolarken Azra kıpırdayamıyor, bağırmak istiyor ama sesi çıkmıyordu. Kafasını kötü çarpmıştı beynine bir mengene saplanıyordu sanki. Hissediyor ama tepki veremiyordu. Aslı’nın, Ece’nin, Ebru’nun çığlıkları kulaklarında yankılanırken gözleri kararıyordu.

Tam o anda, Arda’nın sesi duyuldu. Derinden, mekanik bir tınıyla, ruhlara hitap eden tuhaf bir sesle konuşuyordu. Yaratığın üzerinde bir şey değişti bedeni hafifledi, sonra bir anda Azra, yerden koparılıyormuş gibi yükseldi. Nefes almak hâlâ zordu. Ama onu kollarına alan kişinin kokusu tanıdıktı.

Sandal ağacı... Bu Arda’ydı.

Karanlık orman iyice silikleşirken, çığlıklar uzaklaşmaya başladı.

“Ece o, öldü mü?” Ebru’nun ağlamaklı sesi yankılandı.

“Ölmek yok! Ölemez!” diye bağırdı Aslı, gözlerinden yaşlar akarken.

Arda, titreyen sesiyle konuştu. “Nefes alıyor… ama çok zayıf.”

Ece’nin gözleri parladı, sesi kararlıydı. “Can, zamanı geri al!”

Can geri çekildi. “Bu çok tehlikeli…”

“Tehlikeli ise tehlikeli,” dedi Aslı öfkeyle. “Zamanı onun okula geldiği ilk güne al!”

Arda, Azra’yı sımsıkı tutarken sesi çatladı. “Ölüyor… ne yapacaksak yapalım artık…”

Ebru ellerini birleştirmişti. “Can, hepimizi onun evine ışınla. Sonra zamanı geri al.”

Aniden ortalık mor bir ışıkla parladı. Her şey bir anlığına durdu. Arda, Azra’yı yere dikkatlice bıraktı.

“Zamanı geri alacağım… ama burada olan herkes olan biteni hatırlayacak,” dedi Can. “Okula geldiğinde ona göre davranın.”

Ebru başını eğdi. “Ben rol yaparım. Bu onu koruyacaksa, mesafeli dururum.”

Can dişlerini sıktı. “Ben yapamam.”

Aslı hemen atıldı. “Sen zamanı geri aldıktan sonra hafızanı silerim!”

Ece’nin sesi boğuk ama netti. “Söz verin… burada olan her şey aramızda kalacak. O okula gelince kimse onunla arkadaşlık kurmayacak. Bir daha bunlar yaşanmayacak. Ondan uzak duracağız. Onun iyiliği için!”

“Hayır,” dedi Arda sertçe. “Ben buna söz veremem. Ondan uzak durmak istemiyorum.”

Aslı gözyaşlarını silerek mırıldandı. “Ben de en yakın dostumu kaybetmek istemiyorum.”

Ece'nin gözleri nemliydi. “O benim de en yakın dostum… onu korumaya çalışıyorum. Hem de kendinden.”

Ebru öne atıldı. “Yeter! Artık çok vaktimiz yok, ölüyor! Can, hadi!”

Zaman geriye doğru sarmaya başladı. Mor ışık yeniden yükseldi, ortamın her köşesine yayıldı. Anılar, hisler, görüntüler birbirine karıştı. Azra’nın gözleri karardı.

Sonra… başına keskin bir ağrı saplandı. Boğuk sesler arasından birini seçebildi.

“Onu eve getirdik ama yolculuk boyunca uyanmadı. Fiziksel bir sorun da görünmüyor,” dedi Ali’nin sesi.

Azra gözlerini aralamaya çalıştı. Kirpiklerinin arasından tanıdık gölgeler süzüldü. Yavaşça netleşen görüntü, Seperius’taki odasını gösteriyordu. Gözlerini tamamen açtığında, başucunda Ali ve Arda’yı gördü.

İçeriden telaşlı sesler yükseliyordu. Arda’nın sesi birden beliriverdi, heyecanla yankılandı koridorda:

“Uyandı!”

Ali, başucuna gelirken yüzündeki ifade dikkatli ve titizdi. “İyi misin Azra? Nasıl hissediyorsun?”

Azra'nın gözleri donuktu. Ali’nin yüzüne baktı, tanımaz bakışlarla. Sesi soğuk ve uzaktı.

“Sen de kimsin?”

Soru, odadaki havayı bir anda değiştirdi. Ali bir adım geriledi. “Kim miyim?” diye tekrar etti, anlamaya çalışarak.

O an kızlar ve Can odaya doluştu. Her birinin yüzünde başka bir iz vardı: ağlamaktan şişmiş gözler, morarmış dudak kenarları, sarılmış kollar, yara bantları… Acı, utanç ve kaygı gözlerinde birbirine karışıyordu. Ebru’nun kolu askıdaydı, Aslı’nın boynunda destek aparatı vardı. Ece’nin burnu kıpkırmızı, gözleri kan çanağına dönmüştü. Can’ın kaşındaki yara bandı ve dudak kenarındaki morluk dikkat çekiyordu.

Azra, hepsine sırayla baktı. Yabancı bakışları, içlerinden geçip duvara çarpıyormuş gibi hissediliyordu.

Ali, yeniden sordu, sesi bu sefer daha yumuşaktı. “Azra, nerede olduğunu biliyor musun?”

Kız, yavaşça doğrulup oturdu. Gözleri hâlâ boşlukta geziniyordu. “Ne oldu bana? Neredeyim? Siz kimsiniz?”

Odada buz gibi bir sessizlik oluştu. Herkes birbiriyle göz göze geldi. Ali, nefesini tutarak fısıldadı: “Hafızasını mı kaybetti?”

Azra tekrar sesini yükseltti, sesi bu kez panik yüklüydü. “Cevap verin bana! Neresi burası?”

Can iç geçirdi, dikkatli bir tonla konuştu. “Onu müdüre hanıma götürsek iyi olur…”

“Hayır, olmaz!” dedi Ece aniden, sesi keskin bir itiraz gibiydi.

Ali kaşlarını çattı. “Neden olmuyor?”

Ebru söze karıştı. “Çünkü… kavga ettik. Yarın da tatil. Ceza almak istemiyoruz hiçbirimiz. Muhtemelen çok yorulduğu için geçici bir şey bu. Yarını bekleyelim. Eğer sabaha kadar düzelmezse, yarın akşam götürürüz. Lütfen... bize bir gün müsaade et.”

Ali, başını hafifçe salladı. “Sadece bir gün… ama gece bir terslik olursa, kusarsa ya da bayılırsa hemen haber verin.”

Aslı, çocuksu bir somurtmayla boynunu tutarak konuştu sesi endişeyle karışıktı. “Tamam tamam, sen dinlen, ona biz bakarız.”

Ali ayağa kalktı. “Peki. Ben gidiyorum. Gece bir şey olursa mutlaka haber verin.”

“Vermez miyiz hiç?” dedi Aslı, arkasından el sallarken.

Diğer kızlar da bir ağızdan onayladı: “Tamam!”

Ebru, Can’a dönerek konuştu. “Can’ım, sen de git dinlen biraz.”

Can başını eğdi. “Tamam… ama bir şey olursa, bana da haber verin.”

“Merak etme,” dedi Ece, gözlerini Azra’dan ayırmadan.

Can ve Ali odadan çıkarken, Arda aralarından sıyrılmaya çalıştı. “Ben de gideyim o zaman.”

Ece kaşlarını kaldırdı, gözleriyle onu yerine mıhladı. “Sen nereye be? Otur oturduğun yerde!”

Tartışma başlamadan Azra gözlerini yeniden kapattı. Yorgundu. Her şey fazla karışık, fazla kalabalık ve fazla sessizdi içinde. Onları dinlerken, sesler birer uğultuya dönüştü kafasının içinde yine.

Aslı fısıltıyla konuştu. “Uyumuş.”

Odanın kapısı aralık bırakıldı. Ayak sesleri uzaklaştı, salona geçtiler.

Ebru, kanepeye çökerek saçlarını geriye attı. “Ne yapacağız şimdi?” diye sordu, sesi yorgun ve endişeliydi.

Aslı, kolundaki boyunluğu düzelterek homurdandı. “Onu müdüreye götüremeyiz. Götürürsek her şeyi öğrenir. Sare bizi mahveder.”

Ece, pencereye doğru yürüyüp perdeyi araladı, dışarıdaki sessizliğe bakarken konuştu. “Sadece Sare mi? Azra da bizi mahveder.”

Aslı dudaklarını büzdü, gözlerini kaçırarak alaycı bir ciddiyetle mırıldandı. “Tavayla kafasına mı vursak acaba?”

Arda göz ucuyla ona baktı, sesi buz gibi bir ciddiyetle yankılandı. “Sağlam vurmazsanız hepinizi öldürür. Sağlam vurursanız da ben hepinizi öldürürüm.”

Bir sessizlik çöktü. Ebru, dizlerini karnına çekip başını yasladı. “Aslı... Sen onu hatırlamaya zorlayamaz mısın? Belki işe yarar...”

Aslı bir an duraksadı. Kaşlarını çatarak düşündü, sonra başını iki yana salladı. “Zorlarım da... ya fazlasını hatırlarsa? Zamanı geri aldığımızı... ona numara yaptığımızı falan?”

Ece, başını hızla çevirdi. “Aman susun! Şimdi duyar, uyanırsa gerçekten Sare'nin cezasına razı oluruz.”

Arda sandalyesinde doğruldu, ellerini dizlerine koyup ayağa kalktı. “Uyandırın, ben her şeyi anlatayım. Bitsin bu işkence.”

Ece hemen döndü, gözleriyle adeta ateş püskürdü. “Saçmalama! Bekleyeceğiz. Sabah olsun, duruma göre karar veririz.”

Ebru başını sallayarak ayağa kalktı. “O zaman burada yatıyoruz. Ben etrafı biraz toparlayayım.”

Arda kapıya yönelirken omzuna montunu aldı. “Ben eve gidiyorum. Bir şey olursa haber verin. Sabah erkenden gelirim.”

Kızlar hep bir ağızdan “Tamam, görüşürüz,” dedi. Kapı kapanınca içeride kısa bir sessizlik oldu. Ardından Aslı, fısıltıyla konuştu.

“Ece... aramızda tek sağlam sensin. Sen onun odasında yat. Ebru'yla ben burada idare ederiz.”

Ece başını salladı, sesi yumuşak ve yorgundu. “Tamam.”

Aslı, koltuğu kaldırdı, yerine iki tek kişilik yatak yerleştirdi. Ece, Azra’nın odasına geçip makyaj masasını kaldırdı yerine kendi yatağını koydu. Parmak uçlarında Azra’nın yanına yaklaştı.

Sessizce eğildi, elini Azra’nın alnına koydu. Sonra titreyen bir nefesle yanağına minicik bir öpücük kondurdu.

“Seni çok özledim... Lütfen iyi ol,” diye fısıldadı, boğazındaki düğümü bastırarak.

Azra gözlerini açmadan uzamaya devam etti bir süre. Bayıldığında gördüğü sahneleri zihninde ileri geri sardı. Eksik kalan parçaları tamamlamaya çalıştı. Bu kızlar… en yakınlarıydı. Arda, Can… hepsi birer kardeş gibiydi onun için. O gece onu kurtarmak için böylesine tehlikeli bir oyuna kalkışmışlardı. Zamanı geri alıp her şeyi baştan yaşamayı göze almışlardı.

Ama şimdi... neden tamamını hatırlamıyordu? Zamanda geri döndüğü için mi? Belki de. Yine de… anlatmamışlardı ona. En ufak bir şey bile. Bu, küçük bir cezayı hak etmiyor muydu? Dostlardı onlar. Dostlar birbirine yalan söylemezdi.

Kızların nefesleri derinleşmişti. Uykuya tam anlamıyla dalmışlardı artık. Sessizce doğrulup yatağın ucuna göz gezdirdi. Ece kendi yatağını oraya yerleştirmişti. Yüzü asıktı, kaşları çatık... dudakları birbirine bastırılmış. Uyku bile zihnini susturamıyordu belli ki. Ara ara derin iç çekiyor, huzursuzca kıpırdanıyordu.

Azra usulca eğildi, üzerine düşen pikeyi nazikçe Ece’nin kollarına örttü. Uzun siyah saçları yastığa yayılmıştı, birkaç tutam alnına yapışmıştı. Elini uzatıp saçlarını geriye itti. Dudaklarında hafif bir sırıtış belirdi.

Seni elebaşı seni... Bana oyun oynadın ha? Ben de sana oyunun nasıl oynanacağını göstereceğim.

Ece kıpırdandı, Azra elini çekti ve sessizce odadan çıktı. Parmak uçlarına basarak salona yürüdü.

Aslı’nın baş ucuna geldi. Yastığını dikleştirmişti, boynunda hâlâ destek boyunluğu vardı. Tarçın rengi kıvırcık saçları dağılmış, bazı tutamlar yanağına yapışmıştı. Azra saçlarını yüzünden çekip düzeltti, pikesini bacaklarına kadar örttü. Sonra oturup bir süre onu izledi. Çilli, çocuksu yüzü derin bir uykuya gömülmüştü. Dudakları aniden kıpırdadı.

“Mm… çilekli pasta…” diye mırıldandı, ardından iki kez daha ağzını şapırdatıp derin bir nefes aldı.

Azra gözlerini kırpıştırarak içini çekti. Sen Ece’nin aksine hep yanımdaydın. Her anımı gözlemlemeye çalıştın. Ama keşke… her şeyi en baştan anlatsaydın. Gerçi, sen oyunları seversin. Değil mi kıvırcık kafa? O zaman oynayalım bakalım.

Sessiz adımlarla Ebru’ya yöneldi. Yüzü yastığa gömülmüş, dalgalı başak rengi saçları yana doğru dökülmüştü. Boynundaki askı hâlâ yerindeydi. Uzun kirpikleri, yanaklarına gölge düşürüyordu. Pikesini kolunun üzerine doğru çekti. İnce kolu dışarıya sarkmıştı; dikkatle tutup içeriye yerleştirdi.

Sen… ilk günden beri kaçtın benden. Yok dersmiş, yok işmiş. Ama aslında bana yaklaşmaya katlanamıyordun. Can'ı zamanı geri almaya zorlayacak kadar korkmuş olmalıydın ölümümden… Ve acaba her zamanki o mantıklı aklınla, Ali’yi beni iyileştirmeye zorlayıp sonra her şeyi unutturmayı düşünemedin mi?

Gözleri bir an için Ebru’nun yüzünde takılı kaldı. Sonra temkinli adımlarla salondan çıktı. Sessizce kapıyı aralayıp evden ayrıldı.

Aslı'nın evinin önünden geçip Arda’nın evine ulaştı. Kapıyı hafifçe itti. Tahmin ettiği gibi, kilitli değildi. Muhtemelen sakinleşmek için bir şeyler içmiş, ona bir şey olursa kapıyı duyamam diye açık bırakmıştı.

İçeri girdiğinde gözleri camın önündeki siyah üçlü koltuğa takıldı. Duvarlardaki çini gibi işlenmiş değerli taş süslemelere, yakut kırmızısı mutfak dolaplarına… Her şey aynıydı. Safirden oymalı yatak başlığı, zümrüt şifonyer ve yanındaki komodin hâlâ yerli yerindeydi.

Ama Arda… yatağa enlemesine uzanmıştı. Uzun bacaklarını duvara dayamış, kolları iki yana açık, başı yatağın kenarından sarkmıştı. Yeşil peluş dinozorunu kolunun altına sıkıştırmış, ağzı hafif aralık… Tatlı bir horultu bırakıyordu odaya.

Azra’nın yüzüne istemsizce bir gülümseme yayıldı. Asıl sen... iyi bir sopayı hak ediyorsun!

Hızla eğilip koluna bir şaplak indirdi.

Arda aniden sıçradı. “Heh! Ne?! Azra’ya mı bir şey oldu?!”

Azra, Arda'nın başucunda dikiliyordu. Göz kapakları yarı açık, gözleri birkaç kez kırpındı. Sonra, sanki gördüklerini sindirmeye çalışır gibi kıvrılıp yana döndü. Tekrar ona baktı, ardından iç geçiren bir homurtuyla yüzüstü yatmaya devam etti.

Azra dudaklarını büzüp başını iki yana salladı. Ardından kararlı bir hareketle elini kaldırdı ve Arda’nın poposuna sağlam bir şaplak indirdi.

“Hayalet, git başımdan!” diye mırıldandı Arda, yüzünü buruşturarak.

Yorganı omzuna çekti ama birden arkasına döndü ve Azra’yla göz göze geldi. Gözleri kocaman açıldı, uykunun pusunu hızla silkeleyerek yerinden doğruldu, kollarını uzatıp Azra’nın omuzlarından tuttu.

“Azra? Ne işin var burada? İyi misin?” diye sordu, sesi hâlâ uykulu ama endişeliydi.

“Etrafta biraz dolaşmak istemiştim, kendimi burada buldum,” dedi Azra, umursamaz bir tavırla omuz silkti.

“Gecenin bu saatinde dışarı mı çıktın? Kafan yerine geldi mi? Bizi hatırlıyor musun?” Azra ona anlamıyor gibi kirpiklerini kırpıştırdı.

“Nerede olduğumu anlamaya çalışıyorum. Sonra senin kapının açık olduğunu gördüm, içeri girdim.”

Arda kaşlarını çattı, bir adım geri çekildi. “Yani hatırlamıyorsun?”

“Neredeyim ben? Neyi hatırlamam gerekiyor ki?”

Arda derin bir iç çekti. “Seperius’tasın. Burası bir ruh akademisi. Sadece özel ruhlar girebiliyor...”

Bir anda başını yana eğdi, burnunu çekip dudak büktü. “Öf! Çok sıkıcı ya!”

Azra kaşlarını kaldırdı. “Akademi mi sıkıcı?”

“Yok be... Şu yanımda durup durup benim Dino’m için ağlayan çocuk hayalet!”

Azra bir adım geri sıçradı. “Hayalet mi? Yanında mı? Dalga mı geçiyorsun?”

Arda bir anlık şaşkınlıkla baktı, sonra başını eğip kısık sesle güldü. “Sen hayaletlerden korkmazsın ki. Ayrıca o sadece bir çocuk.”

Peluş dinozoru eline aldı, göz ucuyla boşluğa fırlattı. “Al da kes sesini! Başım ağrıyor zaten, çok içmişim,” diye homurdandı.

Azra içini çekti, sırtını dönüp uzaklaşmak için adım attı ama Arda hızlı davranıp kolundan tuttu.

“Dur! Nereye gidiyorsun?”

“Hayaletlerle dolu bir evde seninle muhabbet edecek değilim. Seni tanımıyorum bile,” dedi sert bir sesle.

“Hayır, tanıyorsun. Beni kardeşin gibi görürdün.”

“Seni hatırlamıyorum.”

“Onun farkındayım...” Arda’nın sesi yumuşadı, gözleri yere kaydı.

Azra içinden, Biraz daha üstüne gitmeliyim, diye geçirdi.

“Bana her şeyi anlatır mısın? Belki bir şeyler hatırlarım.”

Arda tereddüt etti, sonra başını salladı. “Tamam. Okula geldiğinde... Ebru seni bir yaratıktan kaçarken bulmuştu. Sonra tanıştık. Çok yakın olduk, kardeş gibi…”

“Ebru kim?”

“Şu an evinde yatan sarışın, güzel olan kız...”

“Ne zaman bulmuş beni?”

Arda gözlerini kaçırdı, gözbebekleri hafifçe sağa yukarı kaydı, düşünüyordu. “On beş gün kadar önce.”

Azra’nın gözleri daraldı. “On beş günde seninle kardeş mi olduk?”

Eşek... diye geçirdi içinden.

“Yani... Aslında kendine geleli dört beş gün oluyor.”

Hah!

“Yani seninle beş günde kardeş oldum, öyle mi?”

Arda açık yakalandığını anladı, omuzlarını düşürdü. “Öf... Lanet olsun!”

Azra, tehditkâr bir edayla kehribar gözlerini Arda'nın gözlerine dikti. “Bana yalan söylersen... bunu mutlaka öğrenirim. Ve sonra...”

“Sonra da bunu mutlaka ödetirsin. Biliyorum, biliyorum,” diye tamamladı Arda başını çevirip.

“Evet. O yüzden doğru düzgün anlatsan iyi olur.”

Arda kendi kendine mırıldandı, sesi içsel bir çelişkiyle titriyordu. “Anlatırsam Ece... Anlatmazsam da sen... Eh, Ece daha merhametli. O zaman anlatayım... Ama önce bana söz ver.”

“Ne sözü?”

“Her şeyi öğrenince bana bir şey yapmayacaksın.”

Azra kollarını kavuşturdu. “Duruma göre bakarız. O yüzden dökül hemen!”

“Bazen hayaletlerden bile korkunç oluyorsun, Azra, cidden...” Gözlerini devirdi. “Neyse... Birer kahve içelim. Sana her şeyi anlatacağım.”

Kahvelerin buğusu ellerinde yükselirken, odanın loş ışığında yatağın kenarına yan yana oturdular. Sükûnet, yalnızca bardakların ince çınlaması ve dışarıdaki hafif rüzgârın camı okşayan sesiyle bölünüyordu.

Arda, kupasını iki eliyle kavrayarak bir an sessiz kaldı. Başını hafifçe öne eğdi, sonra göz ucuyla Azra’ya baktı.

“Buraya geçen sene, tam da bu zamanlarda geldin,” dedi. Sesi beklenmedik bir ciddiyet taşıyordu. “Seninle aynı gün Ece de geldi.”

Azra başını yana eğdi. Kaşları çatıldı. “Ece kim?” diye sordu, kupanın kenarına dudağını dokundururken.

Arda, sol kaşını kaldırarak bakışlarını sabitledi. “Senin evinde kalanlardan... Siyah saçlı olan,” dedi. “İkiniz de ağır yaralıydınız. Revirde şifacılar sizinle ilgilendi. Yanyana, günlerce komada yattınız.”

Sözleri havada asılı kaldı bir an. Sonra hafifçe yutkundu ve devam etti. “Ece, senden önce uyandı ama... buraya geldiğinde üç kaburgası kırılmıştı. Ayağı da parçalanmıştı. Görü yeteneğine sahip olduğu için, okula ulaşmaya çalışırken ruh avcılarıyla karşılaşmış. Onlardan kendi başına kurtulup okulun duvarlarının içine atmayı başarmış kendini.”

Kafasını iki yana sallayarak mırıldandı. “Onu baygın halde bulmuş şifacılar...”

Azra’nın parmakları bardağın çevresinde sıkılaşırken gözleri Arda’nın yüzüne kilitlenmişti.

“Sen ise...” Arda, yavaşça Azra’ya döndü. “Aynı gün, arka ormanda bulunduğunda... durumun çok daha kötüydü. Seni Ebru buldu. İkinci gelişine göre bile berbattın. Herkes öleceğini düşünüyordu.”

Sözleri ağırlaşırken sesi de yavaşladı.

“İki bacağın kırılmıştı. Sağ kaburgalarından ikisi çatlamıştı. Sağ kolun kullanılmaz haldeydi. Kafatasında çatlaklar vardı ve... vücudunun büyük kısmı ciddi yanıklarla kaplıydı.”

Azra’nın yüzü gölgelenmişti. Ne olduğunu hatırlayamıyor ama anlatılanların vücudundaki yankısını duyumsuyordu. Derisinin altından geçen bir ürperti gibi... Sanki kemiklerine kazınmış bir ağrıyı yeniden hissediyordu.

“Şifacılar seninle gerçekten savaştı,” dedi Arda, gözlerini uzak bir noktaya sabitleyerek. “Ece, yanında yattığı o bir ay boyunca sana kitaplar okudu. Sohbet etti. Seninle konuştu sanki cevap veriyormuşsun gibi...”

Bir gülümseme kıyısından geçti. “Sen uykudaydın ama o... seni hiç yalnız bırakmadı.”

Azra derin bir nefes aldı. Gözlerini Arda’dan ayırmadan, sesi boğuk bir merakla sordu: “Peki... sonra?”

Arda, kupasındaki son yudumu alırken dudak kenarına bir tebessüm yerleşti. Kahve fincanını dizine koydu, gözlerini Azra’nınkine dikti.

“Daha sonra siz... ortak yönlerinizi fark etmeye başladınız,” dedi. Sesi hem geçmişi anımsamanın sıcaklığıyla hem de tuhaf bir hayranlıkla doluydu. “İkiniz de derslerde iyiydiniz. Zeka oyunlarına düşkündünüz. Çoğunlukla ya kütüphanede kitap okurdunuz ya da oyun salonunda satranç oynardınız.”

Azra'nın kaşları hafifçe kalktı. Arda’nın ses tonundaki değişim dikkatini çekmişti.

“Bir gün...” Arda'nın dudakları kenardan yukarı kıvrıldı. “Aslı, araba yarışı oyununda kendisini yenecek kişiye bir hafta boyunca kölelik yapacağını söyleyip herkese meydan okudu.”

Azra gözlerini devirdi, bastırmaya çalıştığı kahkahası dudaklarının kenarında titreşti. Gülmemek için alt dudağını dişledi, sonra başını sallayıp araya girdi.

“Aslı mı?” diye sordu, sesi hem eğlenceli hem de alaycıydı.

Arda gözlerini kırpıştırarak gülümsedi. “Ufak tefek olan... kızıl saçlı, çilli. O Aslı,” dedi. “Kimse onu yenemeyince Ece şansını denedi. O da yenildi. Sonra sen oyuna daldın tabii. Tahmin edeceğin gibi seni de darmadağın etti.”

Kahkahasını bu sefer gizlemedi Azra. Arda’nın verdiği detayların zihninde canlanması anı anına olmuyordu ama, Aslı’nın delidolu hali zihninde kolayca yer buluyordu.

“O oyunda gerçekten çok kötüydün,” dedi Arda, başını hafif yana eğerek. “Gerçi sonra bayağı geliştin. Aslı bunu aslında kendisine rakip bulamadığı için yapmıştı. Sen de her fırsatta ya onunla ya da o makinayla oynamaya başladın. Arkadaşlığınız da böyle başladı işte.”

Azra fincanını avuçlarında yuvarlarken gözlerini kısmıştı. Sanki bir parçayı daha yerine oturtmaya çalışıyordu.

“Sonra?” diye sordu, sesi yumuşak bir ilgiyle.

Arda'nın yüzü biraz daha ciddileşti. Geriye yaslandı, omuzları gevşedi.

“Sonrasında... Ebru ve Can var,” dedi. “Ebru seni kurtardığı için ona karşı hep bir minnet duygun vardı. Seni ormanda bulurken kendi de ciddi şekilde yaralanmıştı ama komaya girmemişti. Sen uyandığında sana okulu o tanıttı. Bir süre Ebru, Ece ve sen aynı derslere girdiniz. O sırada Ebru ve Can yeni yeni yakınlaşmaya başlamışlardı.”

Durdu, Azra’nın gözlerinin içine baktı. Sanki bir sırrı paylaşıyormuş gibi hafifçe eğildi.

“Sen bunu fark edince diğer kızlarla işbirliği yapıp ikisini yalnız bırakmak için planlar yapmaya başladın.”

Azra’nın kaşları hızla kalktı. Ağzını araladı ama ne söyleyeceğini bilemedi. Arda’nın dudaklarında muzip bir kıvrım belirdi.

“Nasıl yani?” dedi Azra, şaşkınlıkla.

“Fizikte iyiydin. Can da öyledir. Ebru’nun ondan hoşlandığını anlayınca fizik üzerinden Can’la yakınlaştın hemen. Sonra ikisinin bütün boş saatlerini ezberleyip Ebru’ya ‘terasta buluşalım’ ya da ‘şu alanda toplanalım’ diyordun. Can’ı da aynı yere çağırıyordun.”

Arda başını iki yana sallayarak gülümsedi.

“İkisi yanyana gelince siz kızlarla ortadan kayboluyordunuz. Hatta bazen boş dersiniz olmamasına rağmen plan yapıyordunuz. Can’ı çağırıyordunuz, Ebru’yu da... ama siz gitmiyordunuz. Baş başa kalsınlar diye.”

Azra’nın ağzı hafifçe aralandı, bakışları uzaklara kaydı. Yapmış olması ihtimal dahilindeydi, içinden bir ses bunu onun planlamış olabileceğini fısıldıyordu.

“Ebru bu oyunlarınıza hem kızıyor hem de gülüyordu,” dedi Arda, gözlerini kısarak. “Ama ne yaptıysanız... Can bir türlü açılamadı. Sonunda sabrın taştı. Bir gün onu kütüphanede köşeye sıkıştırıp ‘dostumla gönül eğlendirmeye devam edersen, seni çok pis döverim’ dedin.”

Kahkaha, Arda’nın cümlesine eşlik etti.

“O akşam, Ebru’ya duygularını açıkladı.”

Azra bir an öylece kaldı. Gözleri Arda’nın gözlerinde, dudaklarında bir gülümseme belirdi ama bu, tam anlamıyla bir şaşkınlık ifadesiydi.

“Çok affedersin ama...” dedi, kupasını göğsüne çekerek. “Biz nasıl kardeş olduk ya?”

Arda’nın sesi biraz daha alçaldı. Hafızasında hâlâ izleri taze olan bir anıyı dillendirirken, gözleri bir noktaya sabitlenmişti. Kupasını yavaşça masaya bıraktı, sonra Azra’ya döndü.

“Ben senden biraz önce gelmiştim okula,” dedi. “Ama... tam anlamıyla uyum sağlayamamıştım.”

Omuzlarını hafifçe silkti, sonra başını öne eğdi. “Yetimi düzgün kullanamıyordum. Hayaletlerden korkuyordum,” dedi açık yüreklilikle. “Bu yüzden okulun ucubesi ilan edilmiştim kısa sürede.”

Azra'nın yüzü farkında olmadan ciddileşti. Arda’nın sesi titremiyordu ama kelimelerinin ardında bastırılmış bir utanç ve geçmişin izleri vardı.

“Bazıları benimle alay ediyordu,” diye devam etti. “Yetilerimizi kullandığımız derslerde bana zorbalık ediyorlardı. Yetilerini üzerimde en kötü şekilde deniyorlardı. Bense hayaletlere hükmedemediğim için... hayaletler bile bana gülüyordu.”

Kendi sözleri Arda’yı da hüzünle sarmıştı. Yüzü gölgelenmişti ama devam etti.

“Bir gün, ortak bir derse girmiştik. Yine bana zorbalık ediyorlardı. Sen o sırada... seni tanımıyordum bile. Sadece birkaç kez koridorda görmüştüm seni. Ama bir anda... delirdin. Gerçek anlamda delirdin.”

Azra'nın gözleri şaşkınlıkla büyürken, dudaklarının kenarı belli belirsiz kıvrıldı.

“Biz o zamana kadar çok hızlı iyileşip durmandan dolayı seni şifacı sanıyorduk. Ama o gün...” Arda başını hafifçe iki yana salladı. “O çocukları kendi yetileriyle öyle bir patakladın ki... tozu dumana kattın. İşte o gün herkes senin bir iletken olduğunu anladı.”

Kısa bir sessizlik oldu. Arda’nın gözleri, geçmişte yaşanmış o ana dönmüş gibiydi.

“Çocuklar revire kaldırılırken... sen beni kolumdan tuttuğun gibi terasa çıkardın. Sonra da bir güzel fırçaladın beni.”

Azra'nın kaşları kalktı, hafifçe güldü. Sırtını duvara yaslayarak, gözlerini kısıp sordu:

“Tam benim yapacağım bir şey ha? Ne dedim peki sana?”

Arda gülümsedi. Azra’nın sesi, geçmişteki o sert ama içten haliyle neredeyse birebir örtüşmüştü.

“‘Bana bak tuhaf çocuk,’ dedin. ‘İnsanların seni ezmesine göz yummak hoşuna mı gidiyor senin? Bir daha, birinden dayak yediğini görürsem, bir de ben döverim seni!’”

Azra kahkahayı patlattı, ellerini iki yana açarak, “İnanılmaz!” dedi. Arda da başını öne eğip gülmeye başladı, ama o gülüşün ardında hâlâ bir minnet vardı.

“Ben de sana hayaletleri görmenin ne kadar korkunç olduğunu söyledim,” dedi sonra. “Sen... bir şey demedin, sadece elimi tuttun. Enerjimi çektin ve etrafa bakındın. Çevremizde üç hayalet vardı. Biri özellikle... çok korkutucuydu. Ona işkence yapılıp öldürülmüştü.”

Azra’nın yüzü ciddileşti. Arda'nın anlatımı, bir ritüel kadar sakin ama yoğun bir gerilim taşıyordu.

“Yaklaşık yarım saat boyunca o hayaleti dinledin. Arkadaşın gibi... ciddiyetle, sabırla. Sonra dönüp bana onu göndermemi söyledin. Denedim ama başaramadım. Sonra sen gönderdin onu.”

Sustu. Azra'nın gözleri yerdeydi; hafızasında uzak bir titreşim belirmişti sanki.

“O günden sonra... bana zorbalık yapmaya kalkan herkesi patakladın. Ne olursa olsun hep korudun beni. Senin sayende sakinleştirici ve uyuşturucu kullanmayı bile bıraktım. Hatta haftada bir gün gizlice bana ders veriyordun. Artık hayaletlere bile bakabiliyordum.”

Sözleri bitince, gözlerinde yumuşak ama anlamlı bir parıltı belirdi. Azra’ya bir kardeşten çok, bir kurtarıcıya bakar gibi bakıyordu.

Azra derin bir nefes aldı. Bardağı yanına bırakıp gözlerini kapadı. Arda’nın anlattıkları içinde çınlarken, zihninde eksik kalan bir boşluk daha kendini hissettirdi.

Gözlerini açtı ve sessizce sordu:

“Peki... ben neden ikinci kez geldim buraya?”

“Zamanı geri alması için Can’ı zorladık,” dedi Arda, sesi kısık ama netti. Parmakları kupanın kulpuyla oynarken gözleri yavaşça yere kaydı. “Zaman geri alınınca da… böyle oldu işte. Her şey değişti.”

Azra kaşlarını çattı, gözlerinin içinde gölgelenen bir merak titreşti. Başını hafifçe yana eğerek sordu:

“Neden geri aldınız zamanı?”

Arda'nın bakışları bir an Azra'nın gözlerinde asılı kaldı. Dudakları aralandı ama kelimeler hemen dökülmedi. Sonra birdenbire gözleri doldu. Buğulanmış cam gibi parıldayan bakışlarla konuştu:

“Ölüyordun.”

Azra, kaşlarını kaldırdı, şaşırmış gibi yaptı. Bu defa sahici bir şaşkınlıktan çok, Arda'yı biraz daha konuşturmaya çalışan bir oyunculuk vardı ses tonunda.

“Ölüyor muydum? Nasıl yani?”

Arda bir an nefes aldı, gözlerini kaçırmadan konuşmaya devam etti.

“Ece’yle iddiaya girmişsiniz,” dedi. “Satrançta. Kazanan diğerinden bir dilek hakkı kazanacaktı. Aranızda böyle oyunlar olurdu zaman zaman. Sen kazanmışsın ve dilek olarak karanlık ormana gitmek istediğini söylemişsin. Ruh avcılarından birini avlamak istiyormuşsun.”

Azra başını yavaşça eğdi, gözleri daralmıştı. İçinde tanıdık bir inatçılık parlıyordu.

“Ece’den bizi ikna etmesini istemişsin. Hepimiz karşı çıktık. Ama sen… nedense çok takmıştın bu konuya. Onları iyileştirebileceğini düşünüyordun. Herkesi kurtarabileceğine inanıyordun. Ve bize de ihtiyacın vardı.”

Sözleri ağırlaşıyordu Arda’nın. Her hece, geçmişin karanlık hatıralarını beraberinde getiriyordu.

“Biz şiddetle karşı çıkınca ‘O zaman tek giderim. Bu gece yarısı gideceğim,’ dedin. Gece olduğunda hepimiz evinin önündeydik zaten. Seni yalnız bırakamazdık. Ormana birlikte gittik.”

Azra'nın elleri fark etmeden sıkılmıştı. Kalp atışları hızlanmıştı sanki. Arda anlatmaya devam etti:

“Bir değil… üç taneydiler. Ruh avcıları. Çok güçlüydüler. Saldırdılar. Elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalıştık ama yetmedik. Hepimiz yaralandık. Sen, kolu kırılan Aslı’ya yardım ederken… bir tanesi sana saldırdı. Zaten çok yorulmuştun. Seni sürükleyerek götürdü.”

Sesi bir an titredi. Göz kapakları yarı kapalıydı, sanki her şeyi tekrar yaşıyordu.

“Ben… ilk defa o zaman ruhlara hükmettim. Onu durdurmayı başardım. Ama seni bulduğumuzda… ölmek üzereydin. Nefesin… çok zayıftı. Başka çaremiz yoktu. Zamanı geri almaya karar verdik.”

Azra gözlerini kısmıştı. Derin, yoğun bir sessizlik çöktü aralarına. Arda devam etti:

“Ece, seni hiç tanımıyormuş gibi yapmaya karar verdi. Böylece hiçbir şey yaşanmaz diye düşündü. Aslı ve ben… senden uzak durmak istemedik. Ebru, mesafe koyacağını söyledi. Ve Can… Can, Aslı’ya hafızasını sildirdi.”

“Can hiçbir şey hatırlamıyor yani?” dedi Azra, sesi yavaşça çatallanmıştı. “Beni… sen mi kurtardın?”

Arda başını hafifçe öne eğdi. Gözlerinde bir gölge vardı ama aynı zamanda gururla parlayan bir ışık da belirmişti.

“Kurtarmak denirse,” dedi sessizce. “Evet.”

Azra’nın içinden bir kıpırtı geçti. Onu ilk kez böyle görüyordu. Sessizce, gözleriyle teşekkür etti. İçinde hafif bir sızı, ama aynı zamanda gurur vardı.

Aferin sana Arda, diye düşündü. Gerçekten aferin. Sana güvenmekle doğru yapmışım.

“Bu kadar mı?” diye sordu, sesi neredeyse fısıltı gibiydi.

“Evet,” dedi Arda, omuzlarını hafifçe silkip. “Ve... ne yapacaksın şimdi?”

Azra, hafif bir gülümsemeyle karşılık verdi.

“Sana mı?”

Arda başını salladı. “Evet.”

Azra omuzlarını silkerek gözlerini kaçırdı. “Hiçbir şey. Ama… bunları bana anlattığını kızlara söylemeyeceksin. Tamam mı?”

Arda dudaklarını büzerek başını salladı. “Benim işime gelir. Ece’nin gazabından kurtulmuş olurum.”

“İyi o zaman,” dedi Azra, yataktan inerken. Ayakları zeminle buluştuğunda uyuşan karıncalanan ayağını oynattı biraz ve tam anlamıyla kaçmadan önce son sözünü ekledi: “Ben şimdi gidiyorum. Sabah görüşürüz.”

Arda, onun gitmesine izin verdi. Azra arkasını dönerken Arda yalnızca arkasından seslendi:

“İyi geceler.”

Arda’nın evinden çıkarken okul sessizdi; geceyle birlikte gelen o tanıdık, ağır hava adımlarını hafifletmişti. Ayak sesleri çimlerde yankılanmadan ilerliyordu. Kendi evine yaklaştığında, açık bıraktığı kapı hâlâ aralıktı. Eliyle hafifçe itip içeri girdi, arkasından kapıyı sessizce kapattı. Kilitlemedi. Bir an bile duraksamadan yatak odasına yöneldi, ayakkabılarını çıkarmadan yatağın kenarına oturdu, sonra yavaşça uzandı.

Tavanın boşluğuna bakarken Arda’nın söyledikleri kulaklarında dolaşıyordu.

Demek her şey böyle başlamıştı...

Ama onun zihni bomboştu. Anlatılan onca şey... Yaşanmışlık, bağlar, oyunlar, kahkahalar… Hepsi bir yabancının hayatı gibi uzaktan duruyordu. Aslı, onun aklıyla oynamadıysa... Arda, Ece, Ebru gerçekten hatırlıyorsa... Peki ya ben?

Ben neden hiçbir şey hatırlamıyorum?

Bu soru, zihninde ısrarla dönüp duran bir kıymık gibiydi. Derine saplanıyor, ama cevabı yoktu. Hatırlamak için kendini zorladı; bir detay, bir ses, bir koku... ama zihninde sadece beyaz bir boşluk vardı.

Belki de bu sefer geç kalmıştı. Arda’nın dediğine göre Ece ile aynı gün gelmesi gerekiyordu. Ama öyle olmamıştı. Yine de, Ebru’ya ve Aslı’ya hissettiği o garip yakınlık... nedenini şimdi daha iyi anlıyordu.

Ece...

Onu ilk gördüğü anki öfkesini düşündü. Şimdi bakınca... Belki de kızgınlığının sebebi tanıdıklığın kendisiydi. Ece onu tanıyordu ve en baştan itibaren ona sinir olması için elinden geleni yapmıştı.

Uyuyamayacağını anladığında yatakta bir süre daha dönüp durdu. Sonunda yorganı üzerinden atıp kalktı. Sessiz adımlarla verandaya çıktı.

Bahçe, ilk kez şafağa bürünmüştü. Masaya oturup göğe baktı. Burası dünyadan çok farklı görünüyordu. Dünya’nın lacivertle kararan gecesinin aksine burası... mora çalan kızıl bir geceye bürünüyordu. Gökyüzü, yavaş yavaş turuncuya dönerken, yürüme yolunun üzerindeki değerli taşlar çimenlerin arasında parıldıyordu; sanki gece, gökyüzünü değil, yeri aydınlatıyordu burada.

Tam o anda karnından gelen hafif bir guruldama sesi geceyi yardı. Açlıktı bu. Ama midesi hâlâ boş kalmakta ısrarcıydı.

İçeri döndü. Odadan düzenli soluk alış sesleri geliyordu. Kızlar hâlâ uykudaydı. Yavaşça dolabını açtı, içinden bir havlu ve bornoz aldı. Ayak uçlarına basa basa banyoya yöneldi.

Duşa girdiğinde, sıcak suyun cildine çarpmasıyla omuzlarındaki gerilim yavaşça çözülmeye başladı. Gözlerini kapattı, başını duvara yasladı.

Su, yorgunlukla çatlamış ruhunun üzerinden akıp gidiyordu.

Bir süre sonra suyu kapattı. Bornozunu giydi, saçlarını havluyla sardı. Banyodan çıktığında ev yavaş yavaş uyanıyordu. İçeriden fısıltılar, hafif gülüşler duyuluyordu.

Azra, banyodan geçerken kendi yansımasına göz ucuyla baktı. Dudaklarında neredeyse fark edilmeyen bir kıvrım belirdi.

“Şimdi... oyun başlasın.”

 

 

 

 

 

Bölüm : 02.06.2025 10:48 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...