
Azra banyodan çıktığında, lavanta sabunu kokusuna karışan kahve aroması burnuna çarptı. Salona yöneldiğinde Ebru’nun, minik oturma alanını titizlikle eski haline getirdiğini fark etti. Aslı ise mutfak tezgâhının başında, elinde küçük bir kavanozla ekmek üstüne reçel sürüyordu; omuzları gevşek, adımları neşeliydi. Azra hiçbirine selam vermeden sessizce yatak odasına ilerledi.
Kapıyı araladığında Ece’nin yüzü pencere kenarında belirdi. Güneş ışığını arkasına almıştı, ışığın içinde solgun ve duru bir heykel gibiydi. Yatağın üstünü toplamış, Azra’nın makyaj masasını yerine geri yerleştirmişti. Üzerindeki gömlek, gözlerinin mavisiyle yarışıyor; kısa kollarındaki inci işlemeler, sabah ışığında titrek parıltılarla odaya yumuşak bir şıklık yayıyordu. Krem rengi, yüksek belli kumaş pantolonun kemerini özenle fiyonk yapmış, gömleğini içine sıkıca sokmuştu. Saçlarını tepede toplamış, küçük inci küpelerle tamamlamıştı görüntüsünü. Makyajsız yüzü bile incelikli bir güzelliğe sahipti; ama Azra’nın gözleri onu sadece ölçüp biçti.
Dolabına yönelip iç çamaşırını alırken, Ece yatağın üzerine titizlikle katlanmış kıyafetleri bıraktı. Kristal taş işlemeli, V yaka turuncu bir tişört ve vizon rengi şort-etek.
Ece duraksadı. Ellerini arkasında birleştirip başını hafifçe eğdi.
“Teşekkür ederim,” dedi Azra, düz ve keskin bir tonla.
Ece, sesi duyunca küçük bir nefes aldı. “Rica ederim…” dedi, ardından tereddütle ekledi: “Daha iyi misin? Bizi... hatırlıyor musun?”
Sorusunu yöneltirken gözleri Azra’nın yüzünde dolaştı, ama cesaretle doğrudan bakmıyordu. Göz kapaklarının ardında bir iç savaş vardı sanki. Ne diyeceğiz? Ya hatırlıyorsa ama sınamak için susuyorsa? İçinden geçen bu cümle yüzüne gölge gibi düştü.
Azra bu tereddütü fark etti ama tepkisiz kaldı. Sözde tanışalı beş gün olmuştu, ama Ece en baştan beri ona karşı buz gibiydi. Şimdi Azra dönüp “Burada ne işin var?” dese, ne cevap verirdi acaba? Azra derin bir çekti. Donuk bir ifadeyle ona döndü.
“Hiçbir şey hatırlamıyorum,” dedi keskin bir vurguyla. “Müsaade edersen üstümü giyineyim.”
Ece bir an irkildi. Başını öne eğdi, sesi kısık ve titrekti.
“B-ben çıkayım o zaman.”
Kapıyı sessizce kapatarak çıktı. Azra hızla üzerini değiştirdi. Islak saçlarını serbest bıraktı, ten rengi stilettolarını geçirdi ve salona yöneldi.
Salona vardığında gözleri ilk olarak Aslı’ya takıldı. Mor kloş elbisesi, renkli taşlarla çiçekler şeklinde işlenmişti. Kıvırcık saçları omuzlarına dökülüyordu. Ayağında lacivert taşlı sandaletleri vardı, ama bu neşeli görüntüye rağmen boynundaki medikal boyunluk onu kırılgan gösteriyordu.
Ebru, açık pembe bir krop ve düğmeli yüksek bel kot etek giymişti. Kolundaki askı yoktu artık, ama hâlâ sol omzunu dikkatle kullanıyordu. Saçlarını arkadan basit bir tokayla toplamıştı. Ayağındaki babetler tahta zemin üzerinde hafif tıkırtılar çıkarıyordu.
Aslı, Azra’yı görür görmez parlak bir sesle atıldı:
“Günaydın!”
Azra kısa bir bakışla karşılık verdi.
“Günaydın,” dedi mesafeli bir tonda.
Aslı gözlerini kocaman açarak yaklaştı.
“Bizi hatırladın mı?” Sesinde hem heves hem beklenti vardı.
Ece hemen öne atıldı, gözleriyle Aslı’yı susturur gibi baktı.
“Ben sordum,” dedi kuru bir sesle. “Hâlâ bir şey hatırlamıyor.”
Ebru temkinli bir adım attı.
“Dünü hatırlıyor musun peki?” diye sordu, gözlerini kaçırmadan.
Azra, göz ucuyla üçüne birden bakıp, omuzlarını hafifçe silkti.
“Pek bir şey hatırlamıyorum.”
Aslı'nın sabrı tükenmiş gibiydi.
“En son ne hatırlıyorsun?” diye atıldı.
“Burada olduğumu,” dedi Azra, gözlerini teker teker üzerlerinde gezdirerek. Ardından sesi sertleşti. “Şimdi siz bana her şeyi anlatın. Benim burada ne işim var, siz kimsiniz?”
Aslı gözlerini devirdi. Kaçar adım mutfağa doğru ilerledi.
“Önce kahvaltı yapalım!” dedi neşeli çıkmasını umduğu bir sesle. “Ben çok acıktım. Hadi, yerken konuşuruz!”
Bar tezgâhının etrafına geçtiler. Ebru ve Ece yan yana oturmuştu, Azra ise Aslı’nın yanına geçti. Aslı, ağzı doluyken birden konuşmaya başladı:
“Demek hiçbir şey hatırlamıyorsun… Biz senin en yakın arkadaşlarınız!" Sonra çenesi ile Ebru ve Ece'yi işaret etti. "Yani, en yakının benim aslında, bunlar biraz daha uzak.”
Ece kaşlarını kaldırdı, gözlerini devirdi.
“Saçmalama Aslı. Senin en yakın arkadaşın benim.”
Azra başını yavaşça çevirip Ece’ye baktı. Gözlerinde keskin bir mesafe vardı.
“Sen benim arkadaşım mısın?” dedi, sesi buz gibiydi. “Seni hiç hatırlamıyorum.”
Ece’nin yüzü bir an dondu. Göz kapakları titredi ama kendini toparladı. Yutkundu. Aslı hemen araya girdi:
“Yani beni biraz hatırlıyorsun, öyle mi?”
Azra, Aslı’yı dikkatlice süzdü.
“Biraz tanıdık geliyorsun. Sanki daha önce bir yerde karşılaşmışız gibi.”
Aslı'nın yüzündeki gülümseme dondu.
“O kadar mı?” dedi fısıltıyla.
“Evet,” dedi Azra net bir ifadeyle. Ardından gözlerini Ebru’ya çevirdi. “Seni de sanki bir yerde gördüm.” Sonra Ece’ye döndü. Sesindeki soğukluk çelik gibiydi. “Ama seni hiç hatırlamıyorum.”
Bu söz Ece’nin gözlerine bir darbe gibi çarptı. Yutkundu. Sadece başını salladı.
“Anladım,” dedi, sesi çatallaşmadan önce düz kalmaya çalışarak. “Peki, onları nerede gördüğünü hatırlıyor musun?” Azra masadaki endişeli yüzlerde, onları ölçüyormuş gibi duraksayarak gözlerini gezdirdi.
“Hayır. Herhangi bir sokakta olabilir.”
Ebru hemen söze girerek havayı yumuşatmak istedi. Konuyu başka yöne çekmesi iyi olacaktı.
“Nerede olduğunu biliyor musun?”
Azra başını iki yana salladı.
“Hayır. Neredeyim?”
“Seperius’tasın,” dedi Aslı hızla. Azra kaşlarını yukarıya doğru ittirdi.
“Seperius ne?”
Ebru derin bir nefes aldı. Öğrenci temsilcisi edasıyla, sakin ama otoriter bir tonla konuşmaya başladı. Medeiros’u, Seperius Akademisi’ni, ruh güçlerini, eğitimleri ve buradaki özel statülerini kısa ama anlaşılır cümlelerle özetledi.
Ebru anlatımını bitirince Aslı hemen devraldı:
“Bugün uyanık olduğun beşinci gün. Ondan önce on gün boyunca uyuyordun.”
Azra dudaklarını birbirine bastırdı. Kaşlarının arasına düşünceli bir çizgi yerleşti.
“Beş günde mi mükemmel dostlar olduk yani?” Gözlerinde öfke değil ama alaycı bir meydan okuma vardı. “Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?”
Aslı aceleyle atıldı.
“Doğru, beş gün kısa gelebilir ama… birden ısındık işte birbirimize!”
Yalancılar... diye geçirdi Azra içinden. Yüzü bir anda sertleşti.
“Öyle mi? Peki size neden güveneyim? Yalan söylemediğinizi nereden bileceğim?”
Ebru öne eğildi. Gözlerinde bir direniş, ama aynı zamanda kırılgan bir umut vardı.
“Bizi test et. Kendin hakkında bir şeyler sor. Ne kadar yakın olduğumuzu göreceksin.”
Azra kollarını bağladı, başını yana eğerek baktı onlara.
“Peki. En sevdiğim renk?”
Aslı parmağını kaldırdı.
“Turuncu!”
“Kaç yaşındayım?”
Ece mırıldanır gibi konuştu.“Yirmi iki.” Azra buz gibi gözlerini ona çevirdi.
“En sevdiğim yemek?”
Aslı buruk bir gülümseme ile atıldı. “Yemek ayırmazsın ama tatlıları çok seversin.” Azra'nın gözleri doğru cevabı vermiş çocuk gibi heyecanla yerinde kıpırdanan Aslı'ya kaydı. Tek kaşını kaldırdı.
“En sevdiğim ders?”
Ebru derince içini çekti. “Fizik.”
Azra onun sıkıntılı yüzünde gezdirdi gözlerini.
“En sevdiğim oyun?”
Ece'nin dudaklarında buruk bir gülümseme oluştu. “Satranç.”
Azra onu gözleriyle onayladı. “En sevdiğim kitap?”
Ebru'nun kaşlarının arasında ince bir çizgi belirdi. Sonra gözleri ışıldadı. “Küçük Prens.”
Azra hafifçe gülümsedi.
“Yanlış. Bu aralar Suç ve Ceza’yı daha çok seviyorum. Peki, en nefret ettiğim şey?” Ebru yüzünü buruştururken,
Ece derin bir nefes alarak yanıtladı. “Saygısızlık, zorbalık, haksızlık.”
Azra'nın kaşları hafifçe düştü. “Yanlış!” Sesi aniden yükseldi. Gözleri karanlık bir kıvılcım taşıyordu. “Yalancılardan ve arkamdan iş çevirenlerden daha çok nefret ediyorum.”
Bir anda sessizlik çöktü. Ebru ve Ece göz göze geldiler, bakışları kaçamak ve kaygılıydı. Aslı ise olanları pek anlamamış gibi mutlu mutlu yemeğini çiğniyordu.
“Onları ben de sevmem,” dedi, tabağını sıyırırken.
Azra derin bir nefes aldı, ardından sordu:
“Pekâlâ. En sevdiğim film?”
Aslı burnunu kırıştırdı. Ağzındaki lokmanın büyüklüğü ile homurdandı.
“Fantastik şeyleri seversin...”
Azra geriye yaslandı gözlerini bir kere daha onların üstünde gezrdirdi. “Bütün bunları beş günde mi öğrendiniz?” Sesi alaycılıkla doluydu.
Ebru toparlamaya çalıştı.
“Evet… Beş günde bolca konuştuk.”
Azra'nın gözleri daraldı.
“Peki. Ben hiçbir şey hatırlamıyorum. Burada sizden başka görebileceğim biri var mı? Akademi yöneticisi? Doktor?”
Ece hemen atıldı, sesi fazla hızlı çıktı:
“Bugün tatil. Kimseyi göremezsin.”
Azra dudaklarını büktü, yüzünde aldatıcı bir hayal kırıklığı beliriverdi.
“Öyle mi? Tüh… Bu kötü oldu işte.”
Tam o sırada kapı çaldı. Ebru'nun açtığı kapının aralanmasıyla birlikte Ali, Arda ve Can içeri süzüldü. Üçünün yüzünde de tedirgin ama meraklı bir ifade vardı. Kızlar, masadaki tabakları aceleyle toplamaya koyuldu; ortamda bir anda bir şeyler gizleniyormuş gibi bir hava oluştu.
Ali, gözlerini doğrudan Azra'ya dikti. Yüzünde yumuşak ama ölçülü bir endişe vardı.
"Nasılsın Azra?" diye sordu, sesi temkinliydi. "Kendine geldin mi?"
Azra'nın bakışları sertçe Ali'ninkilere kenetlendi.
"Hayır," dedi soğukkanlı bir netlikle. "Hiçbir şey hatırlamıyorum. Ve bu kızlar... benim en yakın arkadaşlarım olduklarını iddia ediyorlar."
Arda, savunmaya geçer gibi bir adım öne çıktı. Kaşları çatılmıştı, sesi güven vermeye çalışıyordu.
"Evet, öyleler."
Can ise bir adım geride duruyor, gözlerini kaçırıyordu. Sözleri, Arda’nınkinin aksine ölçülü ve temkinliydi.
"Şimdilik, Aslı öyle diyelim..."
Bu söz Arda’nın yüzüne sert bir ifade oturttu. Can’a kısa ama keskin bir bakış fırlattı.
Azra, derin bir iç çekti. Omuzları düşürdü kafası karışmış gibi etrafına bakındı.
"Bakın..." dedi bitkin bir sesle. "Kafam daha da çok karışıyor. Üstelik görebileceğim yetkili biri de yokmuş, bugün tatilmiş."
Ali’nin kaşları anında çatıldı. O ana kadar olan sakinliği yerini ciddiyete bıraktı.
"Hayır, müdüre hanım hâlâ okulda. İstersen hemen gidelim."
Azra, bunu fırsat bilip toparlandı. Göz ucuyla kızlara kısa ama rahatsız edici bir bakış attı.
"Olur. Gidelim."
Bu söz üzerine Aslı’nın panik hâlinde yerinden fırlaması bir saniye sürdü. Gözleri korkuyla açılmış, sesi titriyordu.
"Durun bir dakika!" dedi aceleyle. "Gitmeden önce Azra, seninle biraz yalnız konuşabilir miyiz? Belki… belki hatırlamana yardımcı olurum?"
Ali’nin sesi uyarıcı ve netti.
"Aslı, gücünü onun üzerinde izinsiz kullanamazsın!"
Aslı, anında yapmacık bir kahkaha patlattı. Neşeli görünmeye çalışsa da gözlerindeki endişe yüzünden taşmıştı.
"Yok canım, ne gücü... Sadece tavayla kafasına vuracağım!"
Azra tek kaşını kaldırarak onu süzdü.
"Kafama mı vuracaksın?"
"Hehe, şaka yapıyorum canım," dedi Aslı telaşla. "Sadece odanda sana bir şey göstereceğim."
Bu haliyle gerginliğini saklamakta ne kadar başarısız olduğu ortadaydı. Azra gülmemek için kendini zor tuttu.
"Peki. Konuşalım."
İkili odaya geçtiğinde Aslı, Azra'yı yatağın kenarına oturttu. Kendisi ise tam karşısına dikilip turuncu gözlerini Azra’nınkilerle kilitledi. Duraksamadan, neredeyse hipnotik bir tonla konuştu.
"Azra. Burada geçirdiğin son beş günü bütün detaylarıyla hatırla."
Azra'nın alnında bir anda keskin bir ağrı belirdi. Gözlerinin önünde dalgalanan turuncu bir parıltı oluştu ama çabucak kayboldu. Yine de yüzünü buruşturmadı, olanı gizlemek istercesine gözlerini kısıp boş boş baktı. Zihninde sisli anılar kıpırdanmaya başlamıştı.
"Ne yapıyorsun?" dedi şaşkın bir ifadeyle.
Aslı, onun tepkisizliği karşısında hayal kırıklığıyla geri çekildi.
"Hatırlamıyor musun?"
Azra başını iki yana salladı.
"Hayır."
Aslı bir adım daha yaklaştı. Gözleri yeniden yoğunlaştı, sesi bu kez daha ısrarlıydı.
"Tekrar deneyelim. Burada geçirdiğin son beş günü bütün detaylarıyla hatırla!"
Azra içinde yükselen ağrıyı bastırmaya çalıştı, yüzüne ifadesiz bir maske yerleştirdi. Anılar daha belirginleşmişti ama hâlâ hiçbir şey demedi.
"Ne yapıyorsun Allah aşkına?" diye sordu, sesi artık sinirliydi.
Aslı’nın gözleri bir an parladı. Sesinde giderek artan bir öfke ve çaresizlik vardı.
"Sare’ye gidemezsin! Eğer o yaptırırsa bu hiç iyi olmaz! O yüzden tekrar deniyoruz! Burada geçirdiğin son beş günü hatırla!"
Azra başına saplanan ağrıyı yok sayarak yerinden kalktı, sesi sertti.
"Papağan gibi bunu tekrar etmeyi keser misin? Gidiyorum ben!"
Kapıya yönelmişti ki, Aslı ansızın kolunu kavrayıp onu kendine çevirdi.
Göz göze geldiklerinde Aslı'nın gözleri doluydu; içinde öfke ve yalvarış birbirine karışmıştı.
"Lanet olası!" diye haykırdı. "Burada geçirdiğin günleri hatırlamanı söylüyorum sana! Hatırla!"
Bu kez odada bir şey koptu. Hava bir anda turuncu bir parıltıyla parladı. Azra dizlerinin üzerine çökerek yere yığıldı. Sanki biri gerçekten kafasına ağır bir cisimle vurmuş gibiydi. Tüm bedeni titremeye başladı. Başı zonkluyor, zihninde parçalanmış anılar, sesler ve görüntüler fırtına gibi dönüyordu.
Aslı, panikle yanına diz çöküp başını tuttu. Azra’nın yüzündeki acı ifadesi karşısında gözleri büyümüştü.
"Azra? Azra, iyi misin?"
Azra’nın burnundan sıcak bir sıvı aktığını gördü. Hemen elini götürüp kontrol etti, kan. Hızla elinde beliren mendille kanı silmeye çalıştı.
"Kahretsin! Özür dilerim Azra. A-Ali’yi çağırayım!"
Azra, titreyen sesiyle onu durdurdu. Dudaklarında güçsüz bir gülümseme belirmişti.
"Şşşttt... Bekle… sakın çağırma."
Aslı, mendille burnunu silerken bir taraftan da şaşkınlıkla fısıldadı:
"Beni... oyuna getirdin!"
Azra cevap vermedi. Sadece yere kapaklanmış hâlde titremeye devam etti. Nefesi düzensizdi. Zihnine hücum eden anılar, bir yapbozun dağılmış parçaları gibi yerine oturuyordu. On dakika boyunca o hâlde kaldı. Her saniye, onu Medeiros’un karanlık ve aydınlık uçurumlarında tekrar dolaştırdı.
Sonunda, titremesi yavaş yavaş dindi. Başındaki zonklama hâlâ devam ediyordu ama gözlerini aralayıp doğruldu. Yavaşça yatağa oturdu. Omzuna yerleşen ağırlıkla birlikte, bakışları donuktu ama netti. Artık her şeyi hatırlıyordu.
Aslı, öfkeyle Azra’nın yanına çöktü. Dudaklarını sıkarak sustu bir an. Ardından sesi yükseldi.
“Neden yaptın bunu?”
Azra, gözlerini yere dikti, sonra başını yavaşça kaldırdı. “Asıl siz neden yaptınız? Neden bana yalan söylediniz?”
"Ölüyordun Azra!" Aslı’nın sesi çatallandı. Gözlerindeki öfke, yerini kırılgan bir hüzne bırakıyordu. “Biz sadece seni korumak istedik…”
“Bana geldiğim ilk gün her şeyi anlatabilirdiniz,” dedi Azra, sesi yumuşaktı ama içindeki kırgınlık açıkça hissediliyordu.
Aslı başını iki yana salladı. Elleriyle saçlarını geriye itti. "Aynı şeyleri tekrar yaşamandan korktuk! Hepimiz kendi yöntemlerimizle seni korumaya çalıştık. Bana kalsa anlatırdım ama Ece… Ece, senden uzak durursak ölmeyeceğini düşündü."
Sesi titrediğinde, kelimeler arasındaki suçluluk daha da derinleşti. "Seni o kadar çok seviyorum ki… yapamadım işte. Burada, bu okulda, aylarca gelişini bekledik. Ece yaklaşık bir yıl önce geldi buraya, biz üçümüz her gece senin gelişini bekledik. Ağır yaralanma diye olur da bir işaret verirsin diye orman tarafında nöbet tuttuk sırayla. Ölürsün diye çok korktuk. Sonunda geldiğinde seni yine Ebru buldu."
Azra'nın yüzü hiç değişmedi. Dinliyordu ama içinde fırtınalar kopuyordu.
"Asla yalan söylemek istemedik Azra, sadece… çok korktuk," dedi Aslı. Gözleri doldu ama ağlamadı.
Azra başını yana eğdi. "Gerçeği de söylemediniz."
Aslı'nın omuzları düştü. "Üzgünüm," dedi sadece.
"Ben de üzgünüm." Azra’nın sesi kırılmıştı, incinmiş bir çocuğunki gibiydi. "En yakın dostlarıma daha çok güvenebilmek isterdim. En azından arkamdan iş çevirmeyeceklerini bilecek kadar..."
Aslı, hızla başını kaldırdı. "Biz senin arkandan iş çevirmedik!" dedi boğuk bir sesle. "Sadece… ölmeni istemedik. Yine de evet, ben hep anlatmamız gerektiğini düşündüm. Şimdi…" Bir an duraksadı. Nefesini kontrol etmeye çalıştı. "Şimdi her şeyi bildiğine göre, ne yapacaksın?"
Azra birkaç saniye sessiz kaldı. Gözleri Aslı’nınkine kilitlendi, sesini yavaşça ama net bir kararlılıkla çıkardı.
"Sen," dedi gözlerini kısmıştı, "kızıl kıvırcık çeneni kapatacaksın ve içeridekilere üzerimde gücünü kullandığını söylemeyeceksin. Ben de sana tekrar güveneceğim. Anlaştık mı?"
Aslı'nın gözleri şaşkınlıkla büyüdü. Dudakları aralandı ama önce bir şey diyemedi. Sonra, bir kahkaha patladı dudaklarından — sinirli, çaresiz bir kahkaha.
"Şimdi de onların arkasından iş çevirmemi istiyorsun! Bir Azra atasözü der ki, kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma!"
Azra’nın dudaklarında hafif bir tebessüm belirdi. "Çok bilmişlik etme. Aynı Azra atasözü der ki, bana yalan söylerseniz mutlaka bir gün öğrenirim ve..."
Aslı iç geçirdi, cümleyi onun yerine tamamladı: “…öğrendiğimde de bunu mutlaka ödetirim. Tamam! Cezam çenemi kapalı tutmaksa, sadece bugünlük yapacağım. Sadece bugün, tamam mı?"
"Bir gün bana yeter." Azra ayağa kalktı, yüzü hâlâ solgundu ama kararlılığı yerine gelmişti. "Hadi gidelim."
Aslı arkasından seslendi. "Bekle! Gerçekten kafana tava ile vurmuşum gibi görünüyorsun. Önce şu kan izini temizleyelim, bir de sana makyaj yapalım."
Odanın ortasında bir anda, pürüzsüz porselenle kaplı bir lavabo beliriverdi. Gümüş musluktan ince bir su sesi yükselirken Aslı, kollarını sıvayıp iş başına koyuldu.
Azra yüzünü yıkarken soğuk suyun tenine çarpmasıyla irkildi. Aynadaki yansımasına baktı. Solgun, yorgun ve gözlerinde hâlâ çözülmemiş onca şeyin gölgesi vardı. Aynanın karşısında bir süre durdu, sonra başını eğdi.
Aslı onu makyaj masasına oturttuğunda, sessizlik ikisinin arasına yerleşti. Konuşmadılar. Sanki kelimeler artık sadece yük olacaktı. Aslı, şeftali tonlarında hafif bir makyaj yaptı; Azra’nın solgun tenine biraz canlılık katmaya çalıştı. Ardından saçlarını dikkatle örüp zarif bir topuz yaptı.
“Heh, şimdi oldu.” Gülümsedi Aslı. “Hadi gidelim.”
Birlikte salona döndüklerinde, içerideki herkesin bakışları üzerlerine çevrildi. Sessizce süzülen meraklı gözler arasında, Can sordu:
“Makyaj yapmak için mi girdiniz odaya?”
“Hayır,” dedi Azra, sesi beklenmedik şekilde sakindi. “Aslı bana beş gündür olanları anlattı. Biraz… hatırlar gibi oldum.” Gözlerini Ali’ye çevirdi. “Hemen gitmeyeceğim müdüreye. Biraz daha iyiyim. Bu akşama kadar bir şey hatırlamazsam gelirim, olur mu?”
Ali’nin yüzündeki gerginlik dağıldı. Nefesini belli belirsiz saldı. “Sen nasıl istersen. Daha iyiysen sevindim. Bugün benim biraz işim var ama bir sorun olursa odamda olacağım.”
Azra başını salladı. “Ben biraz şehri gezmek istiyorum. Belki bir şeyler hatırlamama yardımcı olur.”
Ali kısa bir tereddütten sonra onayladı.
“Sorun olmaz, bugün hafta sonu. Ama yalnız gitme, çocuklar da seninle gelsin.”
Azra gözlerini gruba çevirdi. “Gelmek ister misiniz?”
Yanıt bir saniye bile gecikmedi. Hep bir ağızdan “Olur!” dediler.
Azra, içlerinden birine, Can’a dönüp baktı. Üzerinde sarı bir tişört, kot pantolon ve ayağında terlik tipi sandaletler vardı. Kaşlarını hafifçe kaldırdı.
“Böyle mi geleceksin?”
Can kendine göz attı. “Niye, kötü mü görünüyorum?”
“Şey…” Azra, ayaklarına anlamlı bir bakış attı. “Ayakkabı giymeyecek misin?”
Can duraksadı. “Aa… evet, giyeyim.” Parmağını şıklattı ve bir anda ayağında beyaz spor ayakkabılar belirdi.
Azra sonra Arda’ya döndü. Üzerinde bol cepli, ütüsüz bir gömlek; altında kahverengi pantolon vardı. Saçları darmadağındı, sanki yataktan çıkmış gibi.
“Sende de biraz ‘kendine çeki düzen’ vakti gelmiş,” dedi, göz ucuyla saçlarına bakarak.
Arda, köşeli bir sırıtmayla karşılık verdi. “Banyonu kullanabilir miyim?”
Azra başını salladı. “Kullanabilirsin.”
Beş dakika sonra Arda banyodan çıktığında, adeta başka biri olmuştu. Üzerinde sırtı zımbalı bir kot gömlek, camel rengi pantolon, kahverengi bir kemer ve uyumlu slip-on ayakkabılar vardı. Saçları özenle yana taranmıştı. Kulağındaki halka küpe, kaşındaki piercing, ona tanıdık o eski havayı geri getirmişti.
İşte benim tanıdığım Arda, diye düşündü Azra, hafif bir tebessümle.
"Hazırım," dedi Arda, kendinden emin bir edayla. "Hadi gidelim."
Grup, yavaşça kapıya yöneldi. Her biri farklı bir enerjiyle ama aynı merakla dışarıya, hatıraların ve olasılıkların içine doğru yürümeye başladı.
Okul bahçesinden çıkarken hepsi sessizdi. Taş yolun üzerindeki ayak sesleri, gerginliğin ritmini tutuyordu. Duvarın önüne geldiklerinde Can öne çıktı ve alışkanlıkla çıkış işaretini duvara çizdi. Onun duvara yürüyüp içinden geçmesi ile herkes kararlılıkla aynı şeyi tekrarladı.
Dışarıda, duvarın dibinde sabırla bekleyen Cerilerden birine bindiler. Gümüşi gövdesi güneş ışığında parlıyordu. Ece dizginleri eline aldı ve kararlı bir sesle komutu verdi: “Vega şehir merkezi, su heykelleri parkı!”
Ceri sarsılmadan havalandı. Yolculuk, şehrin üstünden süzülen sessiz bir geçiş gibiydi; kimse konuşmadı. Sanki herkes kendi içine çekilmişti Azra, eksik parçalara ulaşmaya çalışıyor, diğerleri ne söylemenin doğru olacağını tartıyordu.
Parka vardıklarında, Ceri yere hafifçe süzüldü. Grup sırayla indi. Ebru, önceki gün anlattığı su heykellerine döndü, tekrar anlatmaya başladı. Gözleri heykellere odaklanmıştı, sesi yumuşaktı.
“Lunaparka gidelim mi?” diye atıldı Aslı, gözleri heyecanla parlıyordu.
“Hayır,” dedi Azra, başını iki yana sallayarak. “Biraz gezelim.”
Şehir kalabalıktı. Sokaklar hareketliydi, havada tatlı bir telaşın kokusu vardı. Parkın piknik alanına doğru yürürlerken, Can Ebru’nun koluna, Arda ise Aslı’nın koluna girmişti. Ece sessizce Azra’nın yanında yürüyordu. Rengârenk piknik masalarında oturan insanlar, neşeyle sohbet ediyor, kahkahalar arada bir havaya karışıyordu.
“Burası insanların piknik yapması için tasarlanmış bir alan,” diye açıkladı Ece, gözlerini masalardan ayırmadan.
“Hoş görünüyor,” dedi Azra, çevresine bakarak.
“Bizim yerimiz biraz daha ileride.”
Azra kaşlarını hafifçe kaldırdı. “Bizim yerimiz mi var?”
Ece’nin gözleri aniden parladı, içindeki çocuksu heyecan dışarı taştı. “Var tabii! Belki oraya gidince bir şeyler hatırlarsın.”
“Daha önce geldim mi ben buraya?” Azra’nın sesi yavaşlamıştı. Dikkatliydi.
“Geldin tabii.”
“Ne zaman?”
Ece bir an duraksadı. Gözleri ileriye kaydı. Dikkatli olmalıyım, diye geçirdi içinden. “Dün geldin.”
“Sadece dün mü?”
“Evet.”
“Birlikte mi geldik, ikimiz?”
“Hayır.”
Azra aniden durdu. Gözlerini Ece’ye çevirdi. “O zaman sadece dün geldiğim ve birlikte bile gelmediğimiz bir yerde nasıl bizim yerimiz olabilir?”
Ece’nin yanaklarına bir sıcaklık yayıldı. Eyvah… “Bizim derken…” diye toparlamaya çalıştı, “çocuklarla bizim yerimiz demek istedim. Senin de görmeni isterim, manzarası harika.” Gülümsemeye çalıştı. Güzel kıvırdım, diye geçirdi içinden, biraz rahatlayarak.
Azra kısa bir duraksamadan sonra gülümsedi. Fena değildi. “Anlıyorum. Peki, gidelim.”
Yeniden yürümeye başladılar. Ece konuyu değiştirmek için hızlıca yeni bir cümle kurdu: “Sen şimdi dünü ve ettiğimiz kavgayı hatırlamıyorsun, öyle mi?”
“Biz kavga mı ettik?”
“Hayır, yani…” Ece kelimeleri seçmeye çalıştı. “Sen Karius’un öğrencileriyle kavga ettin. Sanat Caddesi’ndeki sinemada. Ben de oradaydım.”
“Hatırlamıyorum.”
Ece derin bir iç çekti. “Acaba oradaki kızlardan biri aklınla mı oynadı? Şu kemancı… ses dalgalarıyla beynini mi karıştırdı?”
“Nasıl aklımla oynayacak?” Azra’nın sesi sakindi ama gözlerinde bir merak kıvılcımı yanmıştı.
Ece, kendi yeteneklerinden bahsetmeye başladı. Kahinliği, halüsinasyon yaratma gücünü, zaman zaman gördüğü bulanık öngörüleri… Azra dikkatle dinledi. Arada sorular sordu, gözleri Ece’nin yüzünden ayrılmadı.
Ece, önceki yaşamlar ya da Dünya hakkında bir şey göremediğini, sadece bu alemle ilgili kehanetlerde bulunabildiğini açıkladı.
“Peki,” dedi Azra bir süre sonra. “Şu unuttuğum beş günü… bana gösterebilir misin? Hatırlamam için?”
Ece’nin adımları yavaşladı. “Yapabilirim,” dedi tereddütle.
“Yapar mısın?”
“Hayır.” Ece’nin sesi sert değildi ama netti. “Öğrenciler güçlerini birbirleri üzerinde kullanamazlar. Okul kuralı.”
“Okulda değiliz.”
Ece başını iki yana salladı. “Yine de tehlikeli. Sana zarar vermekten korkuyorum.”
Bir an durdular. Ece derin bir nefes aldı, sonra bir noktayı işaret etti.
“İşte geldik.”
Karşılarında mor ametistten oluşmuş bir dağ yükseliyordu; güneş ışığında parıldayan kayalıklarının eteklerinden, gümüşi parıltılarla dökülen şelaleler süzülüyordu. Zirvesinden cesur ruhlar paraşütle boşluğa atlıyor, kimileri ise kanatlı araçlarla denize doğru süzülüyordu. Ece eliyle bir yönü işaret etti. Pembe çimenliğin ortasında devasa bir çınar ağacı yükseliyordu. Gövdesi mora çalan bir tonda, eflatun dalları gökyüzüne zarifçe yayılmıştı. Ağacın altında ise firuze taşından oyulmuş zarif bir piknik masası duruyordu.
Manzara karşısında kısa süreliğine herkes sustu. Sadece rüzgârın yapraklarda dolaşan fısıltısı duyuluyordu.
Azra, masanın üzerine eğilip kazınmış harflere dokundu: A.A.A.E.E.C. Parmak uçlarında sert taşın yüzeyini hissederken, kalbindeki bir sızı kıpırdandı. Bunu Ece’nin yaptığını biliyordu. Ece fark ettirmemeye çalışarak gözlerini kaçırdı.
Masaya oturdular. Sessizlik, Azra’nın sesiyle bozuldu. “Şu geçtiğimiz beş günde yaşadıklarımızı bana detaylarıyla anlatır mısınız? Aslı sabah anlatınca… biraz bir şeyler canlandı kafamda.”
Can ve Ebru söze girdiler, kendi anılarını sade ve kronolojik bir şekilde anlattılar. Arada gülümsediler, kısa bakışmalarla birbirlerini tamamladılar. Aslı ise başını yana eğerek omuz silkti. “Ben sabah anlatmıştım zaten,” dedi, sesi umursamazca çıkmıştı.
Arda tek kelime etmedi.
Azra’nın bakışları Ece’ye kaydı. “Hadi, sıra sende.”
Ece kıpırdandı. “Anlatacak bir şey yok.”
“Neden? En yakın arkadaşım sen olduğuna göre, en çok seninle vakit geçirmiş olmalıyım.”
“Ben… anlatım konusunda onlar kadar iyi değilim.” Gözleri yerdeydi, sesi kısıktı.
“O zaman göster,” dedi Azra, sesi yumuşak ama kararlıydı. “Ne kadar yakındık, görmek istiyorum.”
Ece’nin göz bebekleri büyüdü. “Bu sana zarar verebilir Azra.”
“Sadece beş gün. Hadi ama, Ece!” Azra’nın ısrarı artarken sesi yumuşak kalmaya devam etti. Cümlelerinde güven vardı, bastıran değil davetkâr bir tonla.
Ece, diğerlerine göz gezdirdi. Aslı dudaklarını birbirine bastırdı, Arda kıpırdamadı. Hiçbiri bir şey demedi. Sessizlik, Ece’nin pes edişine eşlik etti. “Tamam… Ama iyi bir başlangıç yapmadık, haberin olsun.”
“Sorun değil,” dedi Azra.
Ece derin bir nefes aldı. Mavi gözleri Azra’nın gözlerine kenetlendi. Bedeninden ince bir buz mavisi ışık yayılmaya başladı. Zaman sanki ağırlaştı, hava yoğunlaştı. Işık dalgaları Azra’nın gözlerinin önünden geçerken, görüntüler belirmeye başladı.
Yemekhanedeki karşılaşma… ama çarpıtılmıştı. Her şey olması gerekenden biraz daha puslu, biraz daha yumuşaktı. Renkler solgundu ama hareketler belirgindi. Azra, zihninde bir şeyin zorlandığını hissetti. Başında hafif bir dönme başladı. İçinden, seni uyanık diye geçirdi. Yüzünde hiçbir şey belli etmedi.
“Evet?” dedi gözlerini kırpmadan.
Ece’nin kaşları çatıldı. “Ne evet?”
“Bu kadar mı? Hiçbir şey olmadı.”
Ece gözlerini irice açtı. “Nasıl yani? Görmedin mi?”
“Hayır.”
“Bir sorun oldu galiba… Tamam. Bir kere daha deneyeyim,” dedi Ece, yüzü konsantrasyonla gerildi. Yeniden gözlerini Azra’ya kilitledi.
Bu sefer başka bir anı belirdi astroloji kulesindeki davet, ama yine çarpıtılmış. Her şey daha sıcak, daha yakın gösteriliyordu. Ece anıyı bilinçli olarak bir kez daha yumuşatmıştı.
“Oldu mu?” diye sordu, sesi umutla titriyordu.
Azra, başındaki dönmeyi bastırmak için dudaklarını sıktı. “Hayır. Gücün bana işlemiyor olabilir mi?”
Ece hayal kırıklığıyla geriye çekildi. “Hiçbir şey anlamıyorum.”
O sırada Aslı, Azra’ya sert bir bakış attı. Azra ona göz kırptı, yüzünde yaramazca bir gülümseme belirdi. Aslı gözlerini devirdi, başını başka yöne çevirdi.
“Tamam, olmayacak galiba,” dedi Azra, masanın taş yüzeyine parmaklarını vururken. “Senin gücün bende işe yaramıyor demek ki, kahin. Boş ver.”
“Olmaz öyle şey!” Ece paniklemişti. Sesi yükseldi. “Bir yerde hata yapıyorum. Bir kere daha!”
İşte o anda olan oldu. Panik, kontrolü elinden almıştı. Ece farkında olmadan zihninin tüm kapılarını araladı ve bu sefer hiçbir filtre uygulamadan, tüm yaşadıklarını olduğu gibi, normal bir vizyon şeklinde Azra’ya aktardı.
Ve Azra, her şeyi gördü.
Keskin, buz mavisi bir ışık Azra’nın gözbebeklerine çarptı ve içinde bir şeyler kırıldı. Gözkapaklarını sımsıkı yummak istedi ama başaramadı. Işık zihninin kapılarını ardına dek aralamıştı; anılar, kontrolsüzce, fırtınaya yakalanmış bir arı sürüsü gibi içeri doldu. Sadece görüntüler değil, sesler, kokular, dokunuşlar her şey yaşadığı hissettiği gibi netti artık.
Ece’nin çabası durumu daha da kötüleştiriyordu. Gücünü kontrol etmeye çalıştıkça, bastırılmış anılar daha da şiddetle patlak veriyor, vizyonunun kontrolünü kaybediyordu. Başını çevirip boğazındaki düğümle Ebru’ya baktı.
“Engel olamıyorum,” dedi sesi kısık ama panik doluydu. “Her şeyi görüyor…”
Ebru gözlerini kaçırmadan derin bir nefes aldı. Bakışları sertleşti, içinde bir kararlılık parladı.
“Böylesi daha iyi olur belki…”
Azra'nın kulaklarında çınlayan sesler artarak çoğaldı. Başının içi, yankılanan hatıralarla zonkluyordu. Dizleri titredi, midesi kasıldı ve aniden yere çöktü. Kahvaltıda yediklerini tutamadı, bedeninin kontrolünü kaybetmişti. Kusarken boğazından geçen acı, gözlerinden yaşlar getiriyordu. Geriye yalnızca baş dönmesi ve terle kaplı alnıyla karışık bir yorgunluk kalmıştı.
Yaklaşık on beş dakika sonra, her şey yavaş yavaş yerine oturdu. Gözkapaklarını araladığında bakışları berrak, zihni ise yorgun ama netti.
“Azra, iyi misin?” Arda’nın sesi, yankı gibi zihninde çınladı. Endişesi gözlerinden okunuyordu; yanına çömelmiş, temkinli bir şekilde ona doğru eğilmişti.
Azra başını yavaşça sallayarak evet dedi. Ebru bir el hareketiyle yerdeki kusmuğu ve çevresindeki her şeyi temizledi. Bunu yaparken yüzündeki ifade sabit ama yorgundu. Azra, başını kaldırıp doğrudan ona baktı. Gözlerinde bir hesaplaşma vardı.
“Şimdi…” dedi Azra, sesi hem sakin hem keskin. “Can’a her şeyi sen mi anlatırsın, yoksa ben mi anlatayım?”
Ebru’nun yüzünden kısa bir panik dalgası geçti. Göz bebekleri büyüdü, dudakları aralandı ama cevap gelmedi. Ardından çenesini sıktı ve omuzları gerildi. İnce bir baş hareketiyle direndi.
“Azra, kızmaya hakkın yok,” dedi sesi çatallı, gözlerinde hâlâ inat vardı. “Her şeyi senin için yaptık! Aptalca bir fikirle o ormana gitmeseydin, şimdi bunları konuşuyor olmazdık!”
Can, olan biteni kavrayamamış halde araya girdi. Kaşları çatıldı, sesi boğuk bir şaşkınlık taşıyordu.
“O ne demek şimdi?”
Azra onu duymazdan geldi. Gözleri hâlâ Ebru’ya kilitlenmişti; yüzünde kırgınlıkla karışık bir sitem.
“Benim kızdığım şey,” dedi dişlerinin arasından, “buraya ilk geldiğim gün bana her şeyi anlatmamış olmanız! Kendi aranızda saçma sapan bir oyuna girişmiş olmanız!”
Ebru’nun yüzü sertleşti. Kollarını göğsünde kavuşturdu, dudaklarını büzdü.
“Neyse ne!” diye patladı. “Bugün bu haldeysek sorumlusu sensin! Seni nasıl koruyacağımızı şaşırdık! Artık her şey ortada. Ne yapacaksan yap!”
Azra, başını yavaşça Can’a çevirerek Ece ve Aslı’yı işaret etti.
“Gösterin ona.”
Aslı bir an bile tereddüt etmeden ayağa fırladı.
“Yapalım gitsin!” dedi elini havaya savurarak. “Sıkıldım sırlardan!”
Ece de usulca doğrulup başını salladı.
“Tamam,” dedi yorgun ama kararlı bir tonla. “Yapalım da bitsin. Ben de çok yoruldum. Eskisi gibi olmak istiyorum.”
İkisi aynı anda bakışlarını Can’a çevirdi. Bedenlerinden parlayan turuncu ve buz mavisi bir enerji karıştı ve Can'a akmaya başladı. Ebru hızla Can’ın elini kavradı, gözlerinde korku vardı ama durdurmadı. Işık Can’ı sardığında genç adam aniden titredi ve yere yığıldı. Gözleri kapandı, nefesi kesildi.
Zaman ağırlaştı.
Yarım saat sonra, Can gözlerini araladığında ilk yaptığı şey Azra’ya öfkeyle bakmak oldu. Alnındaki ter boncukları hâlâ kurumamıştı.
“Lanet olsun, Azra!” dedi, sesi öfke ve endişeyle çatlamıştı. “Az kalsın ölüyordun! Senin yüzünden kuralları çiğnedik! Bir daha böyle saçma bir şey yaparsan, seni götürüp Taş Devri’ne bırakırım, anladın mı?”
Azra başını hafifçe eğdi, dudaklarında yorgun bir gülümseme belirdi.
“Evet,” dedi sakin bir sesle, “herkes artık her şeyi hatırladığına göre… siz ikiniz ilişkinize kaldığınız yerden devam edebilirsiniz. Benim yüzümden oldukça ayrı kaldınız zaten.”
Sonra bakışlarını tekrar grubun geri kalanına çevirdi. Gözlerinde bu kez öfke değil, pişmanlık vardı.
“Ebru, haklısın. Her şeyi benim için yaptınız. Sizi böyle bir şeyin içine sürüklediğim için üzgünüm. Bütün olanlar benim hatamdı. Sadece… bana baştan anlatmamış olmanız içimi acıtıyor. Okula geldiğim ilk gün bunu yapmalıydınız.”
Ece bir adım öne çıktı. Gözleri nemliydi.
“Yeni iyileşmiştin,” dedi yutkunarak. “Bunu yapsaydık tekrar aynı şeyi yapacağından korktuk. Ölürsün diye korktuk…”
Ebru başını eğdi. Dudaklarının kenarı titredi.
“Bunun bizim için ne kadar zor olduğundan haberin yok tabii…”
Aslı gözlerini Azra’ya dikti, sesi neredeyse fısıltıydı.
“Her gece ne zaman geleceksin diye yolunu bekledik.”
Arda, grubun en sessizi, sessizliğini bozdu.
“O kadar geciktin ki,” dedi gözlerini kaçırarak, “öldün sandık… Ama umudumuzu yitirmek istemedik.”
Azra’nın gözleri doldu. Boğazına bir yumru oturmuş gibiydi.
“Özür dilerim,” dedi içtenlikle. “Sizi böyle bir duruma soktuğum ve tüm yaşattıklarım için. Benden vazgeçmediğiniz için… teşekkür ederim. Siz benim en iyi dostlarımsınız.”
Sessizlik, bir süre etraflarını sardı. Sonra, sanki görünmez bir işaret verilmişçesine, hepsi aynı anda ayağa kalktı ve Azra’ya sarıldı. Sarılmaları uzun, sımsıcak ve içtendi. Her biri, Azra’nın omuzlarında biriken ağırlıktan bir parça aldı. Bu sadece bir kucaklaşma değildi yeniden birleşen bir bağ, bir affediş, bir yeniden doğuştu.
“Aramıza yeniden hoş geldin, Azra,” dedi Ebru, dudaklarının kenarında rahatlamış bir tebessümle.
Ece gözlerini devirdi. “Hiç gitmemişti ki!”
Aslı, bir kahkaha patlattı ve kollarını kavuşturup başını yana eğdi. “Evet, o bütün huysuzluğuyla benim kalbimde yaşıyordu!”
Ece ona hızlı bir bakış fırlattı, gözlerinin içiyle “kes sesini” dercesine.
Azra içten içe gülümsedi. İşte bu, diye düşündü, özlediğim didişmeler…
“Tamam, tamam,” dedi ellerini kaldırarak. “Siz ikiniz birbirinize girmeden… Hoş buldum diyorum ve konuyu kapatıyorum. O zaman… tim yeniden kurulsun!”
Arda derin bir iç çekti, gözlerini gökyüzüne dikti. “Allah bilir yine başımıza neler gelecek…”
Azra aniden ona döndü, bakışları kısılmıştı. “Sen hiç konuşma! Bütün emeklerimi çöp etmişsin! En kısa zamanda senin ifadeni özel olarak alacağım.”
Arda gözlerini etrafta dolaştırdı, bakışları sanki görünmeyen birini arıyormuş gibi odaklandı. Yüzünde hafif bir alaycılık vardı. “Ee, merhaba hayalet! Limonlu cheesecake mi istiyorsun? Bak şu kız Azra, onun cheesecake’leri harika, hadi ona git!”
Azra Arda’nın gücünü kullanarak ruhları aradı ama etrafta tek bir iz bile yoktu. Kaşlarını çattı. “Seni numaracı velet! Öyle kaçamazsın!”
Arda hızla geriye çekildi, sesi teatral bir panikle yükseldi. “Ece, kurtar beni!”
Ece gülmekten kendini alamadı. “Aranıza giremem.”
Arda hızla Aslı’nın arkasına sığındı. “Gel çocuğum, ben seni bu caniden korurum! Beynini patlatırım onun!”
Azra’nın gözleri parladı, avını yakalamaya hazırlanan biri gibi hızla Aslı’ya yöneldi. “Seni kızıl kıvırcık!” diye bağırarak Aslı’yı yakaladı ve gıdıklamaya başladı. “Sen önce gıdıklanmamayı öğren!”
Kahkahalar havada çınladı. Aslı, kendini kurtarmaya çalışarak kıvranıyordu. “Tamam! Şakaydı! Bırak! Ebru yardım et!”
Ebru, kahkahalar arasında başını iki yana salladı. “Kendin kaşındın, karışmam.”
Aslı çığlığı bastı. “Hainler! Azra tamam! Çatlayacağım!”
Ece ileri atıldı ve ikisini ayırdı. “Sen zaten çatlaksın.”
Azra derin bir nefes alarak geriye yaslandı. Gülüşü yavaşça sönerken göz kapakları ağırlaştı. “Çok yorgunum kızlar. Birkaç gündür uykusuz gibiyim. Geri dönsek, biraz dinlensem olur mu? Dünyada işler zor geçiyor bu aralar… İsterseniz siz takılın, ben gideyim.”
Aslı hemen ciddileşti. “Olmaz. Biz de yorgunuz. Hadi birlikte gidelim.”
Sessizce parkın çıkışına yürüdüler. Bir Ceri çağırıp sırtına atladılar ve akşam üzeri akademiye döndüler. Okulun duvarına geldiklerinde Azra, parmaklarını ritmik bir dokunuşla sihirli kodlara bastı. Duvar, sihirle aralanarak içeri geçmelerine izin verdi.
Güzel okulum, diye geçirdi içinden Azra. Nasıl da özlemişim…
Evlerin önünde durdular. Akşamın serinliği üzerlerine hafifçe çökmüştü. Vedalaşırken gülümsemeler yerini sıcak bir dinginliğe bıraktı.
“Yarın kahvaltıda buluşuyoruz, tamam mı?” dedi Ebru.
“Tamam,” dediler hep bir ağızdan.
Arda ve Can oyun salonuna gideceklerini söyledi; Ebru ve Aslı yemek yiyip onlara katılacaklardı.
Azra ayrılmadan önce Ece’ye döndü. “Yarın bir satranca ne dersin?”
Ece dudaklarını büküp kısa bir tebessümle cevap verdi. “Uygun vaktimiz olursa, neden olmasın?”
Aslı atıldı, sesi neşeyle titriyordu. “Benimle de araba yarışı oynayın!”
Azra, yüzüne yaramazca bir gülümseme yerleştirdi. “Seninle gerçek bir yarış yaparız Aslı, ne dersin? Okuldan sonra spor salonunda.”
Aslı'nın gözleri parladı. “İşte buna Azra geri döndü derim!”
Kısa bir sessizlikle okulun ruhuna karıştılar. Gün henüz tam anlamıyla çekilmemişti; gökyüzü, soluk turuncudan kızıla geçerken bir rüyanın sınırında asılı kalmış gibiydi. Herkes yavaşça dağıldı. Gülüşler azaldı, ayak sesleri uzaklaştı. Sessizlik, okulun taş duvarlarına sindi.
Azra evine döndüğünde içerisi loştu. Perdelerin arasından süzülen solgun gün ışığı, odaya puslu bir huzur serpmişti. Ayakkabılarını çıkarırken dengesi hafifçe bozuldu; dizleri titredi, bedeni isyan eder gibiydi. Başındaki zonklama daha da keskinleşti. Yavaşça çantasını çıkardı, koltuğa bıraktı ama toparlayacak gücü yoktu.
“Bir gece… Sadece bir gece uyuyamadım. Bu kadar mı zor toparlanmak? Bu kadar mı yorgunum ben gerçekten?”
Pijamalarını giyerken aynadan kendine baktı. Donuk gözleri, bitkin bir kararlılıkla karşılık verdi ona. “Bugün güldüm, konuştum, savaştım bile… Ama hiçbirinin içimde yankısı yok. Sanki hepsi başkasının hayatıymış gibi.”
Yatağa uzandığında çarşaflar vücudunu değil, ruhunu sardı sanki. Gözleri kapandığı anda, bedenin değil, zihnin de kendini bırakmak için sabırsızlandığını hissetti. Derin bir nefes aldı. Zihninde hala Aslı'nın kahkahası, Arda'nın kaçışı, Ebru’nun sessiz gülümsemesi dönüp duruyordu.
“Eve döndüm… ama hâlâ tam anlamıyla burada değilim. Hâlâ oradayım… Rüzgarın uğuldadığı o gecede. Bir şeyler beni izliyordu. O tek çocuk... Hayır, o çocuk değildi. Bir şeydi o. Gözlerindeki boşluk… Beni hâlâ izliyor.”
Göz kapakları ağırlaştı. Düşünceler bulanıklaştı. Ve o anda, uykunun ilk perdesi aralandı.
Rüyasında gri bir ormanda yürüyordu. Ağaçların dalları gökyüzüne değil, yere doğru uzanıyordu. Toprak kuru değil, ıslaktı ama çamurdan değil, incecik bir sisin dokunuşundan. Her adımda ayakları batıyor, ama düşmüyordu.
Uzakta bir ses vardı. Su damlaları gibi, aralıklarla yankılanıyordu.
"Azra..." dedi o ses, ama kimse görünmüyordu. "Uyanma."
Çevresine bakındı, nefesini tuttu. Ormanın içinden bir çocuk çıktı. Aynı gözler. Aynı boşluk. Ama bu sefer konuştu:
"Sen geçtin. Ama onlar hâlâ geçemedi."
Azra'nın boğazı kurudu. Konuşmak istedi ama sesi çıkmadı. Geriye dönmek istedi, ayakları kıpırdamadı.
Çocuk ona yaklaştı. Elini uzattı. Parmak uçları, Azra’nın alnına değdiği anda başındaki zonklama patladı aydınlık bir çığlık gibi.
Ve o anda, uykunun ikinci perdesi indi. Bilinç kaydı, dünya sustu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |