
Azra, alışkanlıkla dönen döner kapıdan içeri adımını attığında, klimaların üflediği serinlik yüzüne çarptı. Güvenlik görevlilerine başıyla selam verdi, dudaklarında zar zor duran bir gülümsemeyle. Alışveriş merkezi henüz uyanmamış gibiydi; neon ışıklar loş, koridorlar sessizdi. Onun için gün çoktan başlamıştı.
Her zamanki gibi doğrudan personel odasına yöneldi. Floresan ışıklarının beyaz parıltısı altında soyunma dolapları metalik bir uğultu çıkarıyor gibiydi. Ceketini askıya asarken gözleri refleksle çevreyi taradı. Selin ortalarda yoktu.
Yemek katına mı çıktı acaba?
Kırışan alnıyla aynaya baktı. Kaşları hafifçe çatıldı. O şerefsizle karşılaşmaz inşallah...
Düşüncesi, Semih’in o kendine güvenli, alaycı gülümsemesine takıldı. İçinde tanıdık bir öfke kıpırdandı. Onunla hesaplaşma hâlâ masadaydı.
Üzerini hızlıca değiştirip çalıştığı kata geçti. Bankolar henüz boştu. Ortalık sessizliğini hâlâ koruyordu. Tam telefonunu çıkarmıştı ki, koridorun ucunda tanıdık bir siluet belirdi. Selin, elinde iki karton bardak çayla yaklaşıyordu ama… o yüz.
Azra’nın içi tuhaf bir düğümle kasıldı. Selin’in gözleri kırmızı ve şişmişti. Burnunun kenarları silmekten tahriş olmuştu. O kendine has parlak bakışlardan eser yoktu yüzünde. Ağlamaktan iyice solmuş gibiydi.
Selin adım adım yaklaşırken, Azra yüzüne çabucak bir neşe maskesi geçirdi. Sesi neşeli çıkmaya çalıştı ama içi sızlıyordu.
"Günaydın canım, nasılsın?"
Selin, bardaklardan birini Azra’nın yanına bırakırken yüzüne buruk bir gülümseme yerleştirdi. Dudaklarının kıyısından bile zor sızmıştı o ifade.
"Nasıl görünüyorum sence?"
Sesi neredeyse fısıltıydı, yorgun ve soluk.
Azra’nın sahte neşesi bir anda çatladı ama toparladı hemen. Çantasından poşeti çıkarıp içinden sıcacık bir poğaça aldı, uzattı.
"Bence çok güzel görünüyorsun! Hatta gözlerin sanki daha da büyümüş, yüzüne de tatlı bir pembelik gelmiş."
Selin, dudak kenarlarında titreyen bir tebessümle gülümsedi. Bir yudum çay aldıktan sonra hafifçe başını salladı.
"Azra, hiç güleceğim yoktu inan. Ağlamaktan turşuya dönmüşüm, sen kalkmış yüzün renklenmiş diyorsun."
Gözlerini ovuşturdu, parmak uçları gözaltlarında iz bıraktı.
"Hem… benim gözlerim zaten büyük, biliyorsun."
Azra, onun makyajsız, solgun yüzünü, kapakları şişmiş gözlerini inceledi. Parmaklarını hafifçe masaya vurdu, ses çıkarmamaya özen göstererek.
"Çok mu kötüydü gece?" dedi nazikçe. Sesine sıcaklık kattı. "Neden ağladın? Annen mi yine? Yoksa… Semih mi?"
Selin bir anda durdu. Bakışlarını kaçırdı. Çay bardağını masaya koyarken elleri titredi.
"İkisi de sayılır…" dedi boğuk bir sesle. Ardından derin bir iç çekti, omuzları çöktü.
"Bıktım artık Azra."
Sesi çatallaşmıştı.
"Dün gece Pelin yine geç geldi, annem bütün hırsını benden çıkardı. Yorgun olduğumu söyledim, sadece biraz uyumak istedim… Ama anlamadı bile. Ona göre gecenin körüne kadar dışarıda sürtüyormuşum!"
Cümlesi biterken kelimeler boğazına düğümlendi. İçim delik deşik… bir yerde dursa bu baskı… Azra bu iç döküşü sessizce dinlerken gözleri doldu; ama hâlâ güçlü durmalıydı, Selin için. Göz ucuyla çevreyi kolaçan etti, kimse onları izlemiyordu.
AVM’nin döner kapısı yine dönmüş, içeriden dışarı serin bir rüzgâr süzülmüştü. Bankonun karşısından geçen topuk sesleri mermer zeminde yankılanırken, tavanlardan sarkan parlak ışıklar danışma masasını keskin şekilde aydınlatıyordu. Azra, kargo listelerini düzenlerken bir yandan da Selin’in göz ucuyla telefonuna bakışlarını fark etti. O anlık dalgınlık, günün geri kalanına yayılacak kırılganlığın habercisiydi.
“Peki ona Semih’i anlattın mı?” diye sordu Azra, sesini kalabalıkta neredeyse fısıltıya indirerek.
Selin başını hızla iki yana salladı; yüzüne gelen birkaç saç telini sinirle geriye itti. “Saçmalama…” dedi, sesi çatallıydı. “Anlatsam ne değişecek? Sanki anlayacak… Bir de onun azarını çekerim sonra. Uğraşamam.”
Azra, danışma masasının üzerinde duran çay bardağını bir kenara itti. Aralarından geçen bir müşteri yön sorunca kibarca tarif verip geri döndü Selin’e. İçinde Selin’in annesine duyduğu öfke yeniden kabarmıştı. “Ama bu böyle gitmez Selin. Evde huzur kalmamış.”
Selin, başını eğdi. Gözlerini kaçırırken bankodaki dijital ekranın yansıması yüzüne düşüyordu. “Biliyorum,” dedi, bu kez sesi daha netti. Başını kaldırıp Azra’ya baktı. “Gece Pelin’le konuştuk. Artık o evde yaşamak istemiyoruz. Birlikte ayrı eve çıkmaya karar verdik.”
Azra bir an dondu. Yoldan geçen bir çocuğun bağırışıyla irkildi. “Ne?” dedi, kaşları şaşkınlıkla havalanmıştı. “Çok ani olmadı mı bu? Emin misiniz? Ev eşyası, depozito, ev bulmak... düşündünüz mü hepsini?”
Selin dik oturdu. Yorgun ama kararlı bakışları danışma masasının ardında bile sarsılmaz görünüyordu. “Düşündük Azra,” dedi çenesini hafif yukarı kaldırarak. “Geç bile kaldık bence. Öfkeyle verilmiş bir karar değil bu, bıçak kemiğe dayandı artık. Pelin de ben de onların yüzünü görmek istemiyoruz. Kenarda biraz birikmiş paramız var. Eşya ve depozito işini onunla hallederiz.”
Azra, bankonun altındaki dolaptan bir dosya alır gibi yaptı ama esasen düşünmek için göz temasını bozmuştu. Arkadaşının bu kadar net olması onu hem şaşırtmış hem gururlandırmıştı. “Peki madem kararınızı verdiniz,” dedi sonunda, yeniden göz teması kurarak. “Bana da yardım etmek düşer. Ne yapmamı istersiniz?”
Selin’in yüzü biraz olsun aydınlandı. Gözlerinin altındaki yorgunluk çizgileri bile o anlık bir umutla yumuşar gibi oldu. “Sağ ol canım. İhtiyaç listesini Pelin’le Cansu hazırlayacakmış. Biz seninle öğle arasında ev baksak diyorum? İş yerimize yakın, belki senin evin oralardan?”
“Harika fikir!” Azra bir anda doğrulup nefesini verdi. “Bizim orası buraya yakın, yol parası vermezsiniz. Tamamdır. Önce şu kargoları bir listeleyelim de aradan çıksın, sonra hemen ev ilanlarına dalarız.”
“Anlaştık! Hadi iş başına!”
Yanlarından geçen bir güvenlik görevlisi başıyla selam verdi, ikisi de hafifçe gülümseyerek karşılık verdi. O an, danışma bankosunun etrafındaki tüm kaos birkaç saniyeliğine silinmiş gibiydi.
Öğle yemeğine on beş dakika kala, kargo listesinin son satırına ulaştıklarında Azra ciddi bir ifadeyle Selin’e döndü. Masanın altından telefonunu çıkardı ama bakmadı.
“Şu Semih konusunda ne düşünüyorsun?” diye sordu, sesi düşüktü ama tonunda sorgulayıcı bir keskinlik vardı.
Selin’in omuzları hafifçe düştü. Bakışlarını mermer zemine sabitledi. “Onunla karşılaşmak bile istemiyorum,” dedi, çayından bir yudum alarak.
Azra kollarını göğsünde kavuşturdu, yüzündeki ifade yumuşamadı. “Bu kadar mı yani? Yaptığı yanına mı kalacak?”
“Ne yapabilirim ki Azra?” Selin’in sesi çatallandı, dudaklarını birbirine bastırdı.
“Onu müdürüne şikâyet edeceğim,” dedi Azra kararlılıkla. Gözleri, danışma masasının ardındaki yapay çiçek aranjmanının üzerine kaydı ama zihni çok daha sert bir yerdeydi.
Selin panikle döndü. “Sakın!” dedi neredeyse fısıltıyla, ama gözleri Azra’nınkilere kilitlenmişti. “Öyle bir şey yaparsan herkese rezil olurum.”
“Sen niye rezil oluyorsun? Rezil olacak olan o!”
“Azra lütfen,” diye yalvardı Selin. “Tam evden ayrılmayı planlarken işimi riske atamam. Eğer onu şikâyet edersem ve onunla çıktığımı öğrenirlerse beni de suçlu bulup işten atabilirler. Lütfen bu işin dışında kal.”
Danışma bankosunun üstünde biriken evraklara göz gezdiren Azra, sinirle içini çekti ama üstelemedi. Parmakları kargo listesinde oynarken içinden başka bir hesap yapıyordu. Şimdilik… Ama bunun bir yolunu bulacağım.
“Tamam, peki,” dedi sonunda, kısa ve net. Ardından telefonunu aldı. “Ben yemeğe çıkıyorum. Sen de o arada ev bakarsın. Döndüğümde sen çıkarsın.”
Selin başını salladı. Gözleri hâlâ uzaklara, kalabalığın içinde çözülmeyecek gibi duran bir noktaya takılıydı.
Azra, o erkek müsveddesinin yaptığı onca şeyin yanına kar kalacağı fikrini bir türlü hazmedemiyordu. İçindeki öfke, mide boşluğunda sıkışıp kalan bir yumru gibiydi. Danışma masasından ayrılıp yemekhaneye çıktığında, kalabalığın uğultusu içinde zihninde bir plan şekillenmeye başlamıştı.
Asansörlerden çıkan öğle molası kalabalığıyla birlikte yürüyen Azra, ev yemekleri yapan küçük lokantaya yöneldi. Elinde tepsisiyle sıraya girdi, bir süre sonra yemeğini alıp Semih’in çalıştığı pizzacının tam karşısındaki masaya oturdu. Masa, geniş camın hemen önündeydi.
Beklediği gibi oldu. Semih, kasanın arkasında bir müşteriyle ilgilenirken göz ucuyla Azra’yı fark etti. Gözlerinde tanıdık o itici sırıtış belirdi ama bu kez bir tuhaflık vardı bakışlarında. Rahatsız olmuştu; belli ediyordu. Yine de dik dik bakmaktan geri durmadı. Azra, çatalla salatasından bir parça alırken onun gözlerine meydan okurcasına karşılık verdi.
Tam o an, tanıdık bir ses araya girdi.
“Merhaba Azra, afiyet olsun. Oturabilir miyim?”
Başını kaldırdığında amirini gördü. Elinde yemek tepsisi, bir elinde ayran kutusu. Gözlüklerinin arkasındaki kahverengi gözleri alışık olduğu o otoriter netlikle parlıyordu. Azra hızlıca toparlandı.
“Tabii amirim, buyurun,” dedi, hafif bir tebessümle.
Kısa bir hal hatır faslından sonra Amir, onun odaklandığı noktayı fark etti. Gözleri, Azra’nın arkasındaki pizzacının camına takılmıştı. Azra’nın yöneldiği bakışları takip ettiğinde Semih’i gördü. Genç adam hâlâ göz temasını kesmemişti.
Amir, kaşlarını hafifçe çattı. Gözlüklerini burnunun ucundan hafifçe indirip Azra’yı süzdü. Yüz hatları sertleşmişti, saçlarının arasından elini geçirdi. Ciddiyetle sordu:
“Azra... sakın bana şu pizzacıda çalışan gevşek tipten hoşlandığını söyleme.”
Azra’nın içinden gülmek geldi ama ustaca bastırdı. İşte fırsat. Cevap verirken yüzüne masum ama biraz da tiksinti karışımı bir ifade yerleştirdi.
“Şu herkese sırıtan çocuk mu? Hayır amirim, aksine! Onu müdürüne şikayet etmemek için kendimi zor tutuyorum.”
Söylediklerinin "bir anda ağzından çıkmış gibi" görünmesini sağladı. Hafifçe gözlerini büyüttü, sesine sitem katmayı da ihmal etmedi.
Amir’in gözleri daraldı. Merakı artmıştı. Bakışlarını Azra’ya sabitledi.
“Neden? Ne oldu?”
Azra, elini masanın kenarına koyup başparmağını ovuşturarak konuştu. “Geldiği günden beri asılıyor bana. Sürekli bir şeyler... Rahatsız edici tavırlar. Belki ben yanlış anlıyorumdur ama... Masama çay getirmeler, karşılaşınca saçma laflar etmeler, göz hapsine almalar… Bilmiyorum amirim. Rahatsız oluyorum. Ekmeğiyle de oynamak istemem tabii ama...”
Amir’in kaşları çatılmıştı. Omuzlarını geriye attı, bir anda yemek iştahını unutmuş gibiydi.
“Ne gibi laf atmalar mesela?” diye sordu, sesi buz gibiydi.
Azra hafifçe başını eğdi, sesi yavaşladı ama kelimeleri özenle seçti. “Beni görünce ‘dünyam aydınlandı’, ‘güneş mi doğdu’ falan diyor… Lütfen aramızda kalsın ama amirim. Söylediğime pişman etmeyin beni.”
Amir’in yüzü asıldı. Ağır ağır başını salladı. “Azra, böyle bir rahatsızlık duyuyorsan neden daha önce söylemedin? İş yerinde bu tür davranışlara asla tahammülümüz yok, biliyorsun. Kimse seni rahatsız edemez.”
Sesindeki kararlılık, alışveriş merkezinin yemek katında yankılanıyor gibiydi.
“Ben hallederim bu durumu,” diye ekledi.
Azra’nın içinde bir zafer çığlığı koptu ama yüzünde sadece mahcup bir ifade vardı. Bakışlarını elindeki çatala yöneltti.
“Amirim, lütfen... Kimsenin ekmeğiyle oynamak istemem. Söylediğime pişman etmeyin beni,” dedi yumuşak bir tonda. Sonra sesi biraz daha dramatikleşti. “Gerçi... ailelerimiz bizi size emanet ediyor, sahip çıkın diye güveniyor ama…”
Kendine aferin Azra, diye geçirdi içinden. Vicdanına da oynadın.
Amir’in çenesi sıkılmıştı, boğazını temizledi. “Elbette emanete sahip çıkarız,” dedi sertçe. “Ben müdürüyle konuşurum. Bu arkadaşın bizimle çalışmasını istemiyorum. Bu zihniyette insanlara yer yok burada.”
Azra, hafifçe başını eğdi. “Ama amirim... ben sebep olmuş gibi hissedeceğim…”
“Konu kapandı Azra. Seninle ilgisi yok. Bu benim kararım. Zaten gözüm üzerindeydi bu kıl kuyruğun.”
Gözüm üzerindeydi mi? Ne güzel cümle, diye geçirdi içinden Azra. Yüzüne hafifçe üzgün bir ifade yerleştirip ayağa kalktı.
“Peki... Yemeğimi bitirdim zaten. Size afiyet olsun amirim, kolay gelsin.”
Amir başını salladı. “Sağ ol Azracığım, sana da.”
Azra tepsisini alıp yürürken camın arkasındaki Semih’e son bir kez baktı. Bu kez gülümseyen kendisiydi. Ve bu gülümsemenin içinde intikamın serin ferahlığı vardı.
Oh olsun! Yanına kalmayacaktı tabii, diye düşündü Azra, masasına dönerken yüzünde memnun bir sırıtmayla. İçinin yağları erimişti; haksızlığa karşılık vermenin verdiği o yoğun tatmin hissi, vücuduna yayılan ılık bir akıntı gibi içini doldurmuştu.
Selin, onu heyecanla bekliyordu. Gözleri parlıyordu, sesi sabırsızdı.
“Azra! Sen yokken üst sokağında kiralık bir yer buldum, bak!” Bilgisayar ekranını Azra’ya çevirdi.
Azra daha fotoğrafın ilk karesinde evi tanımıştı. Gözleri kocaman açıldı.
“Aa, bu Zehra teyzelerin yenilenmiş bahçe katı! Harika bir seçim! Hem komşum olursunuz hem de aile binası olduğu için çok güvenli.”
Selin’in gözleri ışıldadı, umudu yeniden canlanmış gibiydi.
“Zehra teyzeyi tanıyorum,” diye ekledi Azra. “Akşam konuşup kira ve depozito konusunda yardımcı olmasını isteyebilirim.”
Selin heyecanla boynuna sarıldı. Kısa, içten bir kucaklamaydı bu.
“Gerçekten mi? Muhteşem olur! Pelin de bayılacak! Üstelik ikimizin işine de yürüme mesafesinde!”
Azra gülümsedi. Sesine hafif bir takdir karıştı.
“Kedi gibi dört ayağının üstüne düştün yine.”
O sırada Semih, yüzü kasılmış, adımları öfkeyle hızlanmış halde elinde küçük bir poşetle önlerinden geçti. Göz göze gelmemek için başını yana çevirmişti ama bakışları hâlâ üzerlerindeydi. Döner kapıdan çıkarken elinin titrediği bile fark edildi.
Selin’in bakışları arkasından kaydı.
“Nereye gidiyor o acaba?” diye sordu merakla.
Azra ilgisizce omuz silkti.
“Bilmem. Bize ne? İsterse cehennemin dibine gitsin.”
İçinden de ekledi: Gitti bile.
Selin, onun bu rahatlığına gülerek karşılık verdi.
“Doğru diyorsun. Ay, çok sevindim ev işine! Evim, güzel evim!”
“Madem bu kadar sevindin,” dedi Azra, gözlerini hafif kısıp çocuksu bir şımarıklıkla, “kargoları sen ara, ben de teslimatları yapayım.”
“Tamamdır!” Selin heyecandan yerinde duramıyordu. “Dur, ama önce Pelin’e haber vereyim! Sevinçten çıldıracak!”
Telefonunu alıp hızla dışarı fırladı.
Azra, onun yokluğunu fırsat bildi. Gözleri dalgınlaşmış, düşünceleri yeniden karışmıştı. Arkadaşının neşesi güzel bir zemin oluşturuyordu; o zemin üzerinde bir başka planı daha vardı. Geri dönmesini sabırla bekledi.
Selin kısa bir telefon konuşmasının ardından neredeyse uçarak içeri girdi ve tekrar Azra’ya sarıldı.
“Pelin çok mutlu oldu!”
Azra başıyla onayladı ama ardından kaşlarını hafifçe çatarak konuya girdi.
“Umarım annenler sorun çıkarmaz.”
Selin, gözlerini kaçırmadan cevap verdi, sesi beklenmedik bir kararlılıkla doluydu.
“İzin isteyen kim? İkimiz de 22 yaşındayız. Kendi ayaklarımızın üzerinde duruyoruz. Onların yüzünü bir daha görmek istemiyoruz.”
Azra, onun bu sertliğine şaşırmamıştı ama yine de içinde küçük bir tedirginlik kıpırdanıyordu.
“Orası öyle de… Annen rezillik çıkarır diye korkuyorum.”
Selin bir anlık sessizlikten sonra omuzlarını kaldırdı.
“Çıkarırsa çıkarsın. Bıktık artık. Onsuz daha mutlu olacağız.”
Azra, onun gözlerindeki yorgun ama kararlı ifadeye bakarak sessizce başını salladı.
“Hakkınızda hayırlısı olsun canım,” dedi. Sesi yumuşaktı, yargılayıcı değildi.
Sonra da konuyu değiştirdi. Zira bu gün, çözülmesi gereken daha fazla düğüm vardı.
Azra, telefon ekranına göz gezdiriyormuş gibi yaparak bir süre sessiz kaldı. Ardından başını kaldırıp, masasının diğer ucunda oturan Selin’e döndü. Yüzündeki tereddüt, gözlerinin içindeki çekingen merakla birleşmişti.
“Selin... Sana bir şey soracaktım,” dedi, sesine hafif bir tedirginlik hâkimdi.
Selin yüzüne düşen bir kaç saç tutamını geriye attı, sandalyesinde ona doğru hafifçe dönerken gülümsedi. “Sor tabii, ne oldu?”
Azra dirseklerini masaya koydu, parmaklarını birbirine kenetledi. Gözleri karşı duvardaki beyaz panoya takılmıştı, ama zihni çok daha uzaklardaydı.
“Dün Şeyma ile röportaj yaptığım hastayı hatırlıyor musun? Nihal’i... Hani şizofreni tanısı konan genç kız...”
Selin’in yüz ifadesi bir an için bulanıklaştı. Sonra kısa bir iç çekmeyle toparlandı. “Ah... Kendimden seni unuttum Azra, kusura bakma. Evet, şimdi hatırladım. Nasıl geçti Şeyma ile?”
Azra gözlerini Selin’e çevirdi, ifadesi bu kez daha yoğun bir hüzün taşıyordu. “Yok canım, sorun değil. Röportaj iyi geçti ama...” Dudakları bir an titredi, sonra derin bir nefes aldı. “Nihal’in durumu çok etkiledi beni. Yetimhanede büyümüş, kimsesi yok. Sadece bir arkadaşı varmış, o da artık pek uğramıyormuş. Çok yalnız... Şeyma’dan, onu tekrar ziyaret edebilmek için izin istedim ama tabii ki vermedi. Aklımda bir fikir var aslında... Acaba o arkadaşına bir şekilde ulaşma şansımız olur mu? Bu röportajın devamı, Akın için mükemmel bir hikâye olabilir. Yarım kalan bir dosya gibi hissettirdi bana.”
Selin’in kaşları çatıldı, dudaklarını hafifçe ısırdı. Koltuğunda geriye yaslandı, yüzünde bir iç çatışma gölgesi geziniyordu. “Azra... Bu neredeyse imkânsız,” dedi ağır bir tonla. “Şeyma hasta bilgilerini asla paylaşmaz, biliyorsun. Bu ciddi bir etik mesele. O arkadaşa ulaşamazsın, en azından bu yolla değil.”
Azra, yüzüne tüm masumiyetini toplayarak öne eğildi. Göz bebekleri büyümüş, adeta bir çocuğun içtenliğiyle bakıyordu. Dudaklarını bükerek ellerini göğsünün önünde birleştirdi, neredeyse teatral bir şefkat dileniyordu.
“Lütfen... Lütfen, lütfen Selin! Sen bir yolunu bulursun. Ne olur... Selin sultansın sen, bunu yapabilecek tek kişisin,” dedi, sesi neredeyse bir fısıltıydı ama etkileyici biçimde vurguluydu.
Selin, o meşhur 'yavru köpek bakışları' karşısında gardını kaybedenlerdendi. Gözlerini tavana kaldırdı, iç geçirerek başını iki yana salladı. “Ah Azra, ah! Şu haline bak... Hep böyle yapıyorsun!” dedikten sonra işaret parmağını uyarı verir gibi salladı. “Söz vermiyorum, tamam mı? Ama şu ev işi bir hallolsun. Bir fırsatını bulursam Şeyma’yı ziyaret eder, durumu anlamaya çalışırım.”
Azra’nın gözleri parladı, yanına gidip bir anda sarıldı ona. İçten, sevgi dolu ama bir o kadar da zafer hissiyle dolu bir kucaklamaydı bu.
“Sen bir tanesin! Gerçekten!” dedi coşkuyla.
Selin, gülerek kendini geri çekti. “Sen de inatçı bir keçisin! Ama seviyorum seni. Tamam, dedim ya... bak, söz verdim demedim! Lütfen başıma iş açma sonra!”
O an ikisi de gülmeye başladı; iş ortamının stresinden sıyrıldıkları, birkaç saniyelik o nadir hafifliklerden biriydi.
Selin, ardından saate baktı. Kaşlarını kaldırıp Azra’ya sert ama eğlenceli bir ifadeyle baktı. “Hadi ama! Bu kadar kaytarma yeter. Saat üç oldu bile. Şu kargoları bitirelim artık. Aramayı ben yaparım, teslimat sende.”
Azra, işaret parmağını alnına götürüp asker selamı verdi, göz kırparak, “Emredersiniz şefim!” dedi.
İş yoğunluğu biraz hafifleyince, Selin sessizce yerinden kalktı. Elindeki kupayı sallayarak “Çay alıp geliyorum,” diye fısıldadı ve bankonun arkasından kayboldu. Azra, bilgisayar ekranına gömülmüş gibi yaptıysa da kulağı onun ayak seslerini takip ediyordu.
Dakikalar sonra Selin telaşlı adımlarla geri döndü. Yüzünde alışılmadık bir gerginlik vardı; gözleri endişeyle büyümüş, dudakları aralanmıştı. Kupayı sertçe masaya bırakırken sesi neredeyse fısıltı ile çığlık arasında bir yerdeydi:
“Azra! Duydun mu? Semih’i işten atmışlar!”
Azra başını kaldırdı, şaşkın bir ifade takındı. Kaşlarını kaldırarak, sesine yapmacık bir ilgisizlik ekledi. “Öyle mi? Neden acaba?”
Selin, onun bu tepkisine hemen kanmadı. Gözlerini kısarak arkadaşına yaklaştı. “Bizim Amir, pizzacının müdürüyle konuşmuş. ‘İş etiğine aykırı hareketler’ falan demiş... Azra, doğruyu söyle. Senin bu işte parmağın var mı?”
Azra, bir anlığına bakışlarını kaçırdı. Parmak uçlarıyla masasını tıklattı. Dudaklarına ince bir gülümseme yayılmaya çalıştıysa da, Selin’in delici bakışları altında fazla direnemedi. İç çekerek itiraf etti:
“Tamam... Yemekte Amir’le karşılaştık. Semih de o sırada bana dik dik bakıyordu. Rahatsız edici bir şekilde, bilirsin işte. Amir, ondan hoşlanıp hoşlanmadığımı sordu. Ben de ‘Hayır, hatta sürekli bana asıldığı için şikâyet etmemek için kendimi zor tutuyorum’ dedim. Amir zaten ona bilenmiş galiba. Bu da bahanesi oldu işte.”
Selin elindeki kupayı bırakıp ellerini beline koydu. Yüzündeki endişe öfkeyle karışık bir ifadedeydi. “Azra... Ne yapacağım ben seninle? O adam tekin biri değil. Ya sana bir şey yapmaya kalkarsa?”
Azra, kayıtsızca omuzlarını silkti. Gözlerini kırpmadan Selin’e baktı, yüzündeki ciddiyetin yerini küçümseyici bir umursamazlık almıştı. “Buyursun gelsin. Ondan korkacak değilim ya.”
Selin kaşlarını çattı, başını iki yana salladı. “Hem sen... Ne zamandır böyle yalan söylüyorsun?”
Azra hemen diklendi, sesinde savunmaya geçmenin keskinliği vardı. “Tam olarak yalan sayılmaz ki! Bana değil ama sana asılıyordu. Ben sadece senin adını vermedim. ‘Bir arkadaşım’ desem Amir yine seninle konuşmak isteyecekti. Seni korudum aslında.”
Selin, bakışlarını kaçırdı. İkna olmuş gibi yapmaya çalışsa da, kaşlarının arasındaki çizgi yerinden kıpırdamamıştı. “Öyle olsun bakalım. Ama yine de dikkatli ol, tamam mı?”
Azra ona güven veren bir ifadeyle başını salladı. “Sen beni merak etme.”
Gerginlik havasını dağıtmak istercesine, Azra sandalyesini kendine çekti ve bilgisayar ekranını döndürdü. Klavyeye hızlıca birkaç tuş bastıktan sonra başını kaldırdı.
“Hadi gel, biraz da size eşya bakalım. Koltuk, beyaz eşya... Önce acil ihtiyaçları halledelim. Bütçeniz ne kadar?”
Selin derin bir iç çekti, sesine hafif bir hayal kırıklığı eşlik etti. “Pelin’le ikimizin iyi sayılacak birikimi vardı. Sözde araba alacaktık ama...”
Azra gözlerini kısarak gülümsedi. “Merak etme. Önce en gerekli olanları alırız. İkinci el eşya sitelerinde güzel şeyler bulabiliriz.”
Saatin kalan kısmını ekran başında geçirdiler. Ara ara bankoya gelenlerle ilgilendiler, aralarda sessizce fısıldaşarak uygun fiyatlı koltuklara, buzdolaplarına, çekyatlara baktılar. Ara sıra kahkahalarla güldükleri, bazen de durup düşündükleri anlar oldu. Paylaştıkları şey sadece eşya değil, aynı zamanda geleceğe duyulan kırılgan ama inatçı bir umuttu.
Mesai saati bittiğinde, rutinlerini aksatmadan toparlandılar. Emanetleri güvenliğe teslim edip giyinme odasına geçtiler. Kıyafetlerini değiştirip, üzerlerindeki iş gününü atarcasına montlarını omuzlarına aldılar. Binadan yan yana çıkarken, günün yorgunluğu ikisinin de yüzünden okunuyordu.
Çıkışta yolları ayrılırken Selin, Azra’ya sıkıca sarıldı. Sarılışı, kelimelerin ötesinde bir şefkat taşıyordu.
“Kendine dikkat et Azra, lütfen. Bir de ev işini konuşunca mutlaka haber ver, olur mu? Yarın tatilsin, değil mi?”
Azra başını salladı, yüzünde yumuşak bir gülümseme belirdi. “Evet. Sen de annenle tartışmamaya çalış. Sakin kal, olur mu?”
Selin omuzlarını silkti, sanki yükünü dışarı atmak istercesine. “Merak etme. Pelin’i alıp eve gideceğim. Doğruca odama.”
“İyi yaparsın.”
İkisi de başka bir şey demedi. İçten gelen bir “İyi akşamlar”la vedalaştılar.
Selin, durağa doğru yürürken adımlarında yorgunluk, omuzlarında günün yükü vardı. Azra ise kulaklıklarını taktı, müziğin ritmine karışan düşünceleriyle eve yöneldi. Yürürken gözleri önünde olmasa da zihni karışıktı; Seperius’u, bir zamanlar kendileri gibi masum olan, ancak sonradan ruh avcısına dönüşenleri düşündü. Onları kurtarmanın bir yolunu bulmalıydı. Ama bu sefer, arkadaşlarını tehlikeye atmadan... Bu ağır düşünceler arasında adımları ağırlaştı, zaman zaman durdu, derin nefes aldı.
Sonra ansızın, sırtına çarpan sert bir itme ile dengesini kaybetti. Dünya aniden öne doğru kaydı; yüzüstü asfalta kapaklandı. Diz kapakları ve dirseği kesilip acı içinde titrerken, doğrulmaya çalıştığı anda karnına sert bir tekme indi. Nefesi kesildi, başını acıyla yana çevirdiğinde öfkeyle üzerine yürüyen Semih’i gördü.
Semih’in gözleri alev alevdi, dudakları hırlayarak kıvrıldı:
“Ne o, şaşırdın mı?” derken, sesindeki kin taşıyordu. “İşimden ettin beni, yanına mı kalacaktı sandın?”
Azra, acının dalgası yüzüne vururken yana kıvrıldı. Diğer eliyle asfaltı kavradı, içinde biriken öfkeyi çıkarmaya kararlıydı. Son kalan gücünü toplayıp, Semih’in ayak bileğine sert bir tekme savurdu. Adamın acıyla inlemesi havada yankılandı, dengesini yitirdi.
Azra, tereddüt etmeden Semih’in saçlarını sıkıca kavradı, gözlerinde sinsi bir parıltı belirdi. “Asıl senin yaptıkların yanına mı kalacaktı, pislik herif!” diye haykırdı, sesi öfkeyle dolup taştı.
Ama Semih daha güçlüydü. Hızla Azra’yı bacağından yakalayıp havaya kaldırdı, sertçe yere fırlattı. Azra’nın sırtı yere çarparken başı asfalta dokundu; bir an için dünya karardı, kulaklarında uğultu başladı.
Semih tam üzerine çullanacağı sırada, gölgeler arasından ani bir hareket belirdi. Sarı saçları ve kaslı yapısıyla dikkat çeken genç adam, sessiz ama etkileyici bir kararlılıkla araya girdi.
Gözlerini Semih’in yüzüne dikti, tişörtünden yakalayıp yumruğunu kaldırdı. Sert yumruk, Semih’in yüzünün ortasına indi. Genç adamın sesi, havayı titreten bir öfkeyle doluydu:
“Gücün kıza mı yetiyor lan senin?! Bir de erkek olacaksın.”
Semih’i hırpalarken sözleri keskin ve meydan okuyucuydu:
“Bu kızdan özür dileyeceksin!”
Semih, mırıldanarak hafif bir özür diledi ama genç adamın gözleri memnuniyetsizlikle daraldı. Sesini yükseltti, baskısını artırdı:
“Tekrar et, daha yüksek sesle!”
Semih, dişlerini sıkarak tekrarladı özrünü, ama yine yeterli olmadı. Genç adam sert bir itişle Semih’i geriye savurdu, bakışları ölümcül bir tehdit barındırıyordu:
“Bir daha seni buralarda görürsem bacaklarını kırarım.”
Sonra soğukkanlılıkla ekledi:
“Şimdi defol git buradan!”
Semih, arkasına bile bakmadan hızla koşarak uzaklaştı, gölgesi karanlığa karıştı.
Genç adam, Azra’ya dönüp hafifçe başını salladı; gözlerinde hem koruma hem de bir tür umut vardı.
Azra, başı hâlâ zonklarken kaldırım kenarında oturmaya devam etti. Sıyrılmış dirseğinden sızan kan, ince asfalt çizgilerine damlıyordu. O sırada yanına çömelerek elini uzatan genç adamın sarı saçları, sokak lambasının turuncu ışığında parladı.
“İyi misin?” diye sordu, sesi beklenmedik bir yumuşaklık taşıyordu.
Azra adamın elini tutarak doğrulurken acı bir homurtuyla ayağa kalktı. “İyiyim… Teşekkür ederim,” dedi, sesi hem minnettardı hem de yorgun.
Adamın kaşları çatıldı. Gözleri Azra’nın alnına, ardından kanayan dizine kaydı. “Şişmiş,” dedi başını eğerek. “Pantolonun da yırtılmış, dizin fena durumda. Hastaneye gidelim mi?”
O sırada yan sokaktan bir araba geçti, bozuk egzozu sokağı tırmalar gibi öttü. Azra refleksle başını çevirdi, sonra gözlerini tekrar adama dikti.
“Bizi izliyordun,” dedi şüpheyle, gözlerini kısıp başını yana eğerek. “Neden daha önce yardım etmedin?”
Adam, iki elini açıkça kaldırıp bir adım geri attı, gülümsedi. “Önce sevgili kavgası sandım. Karışmak istemedim.”
Gülümsemesindeki mahcubiyet, ifadesini hafifçe yumuşatmıştı. “Sonra işin renginin değiştiğini fark ettim. Bu arada ben Mert.”
Elini uzattı. Azra tereddüt ettikten sonra sıktı. Avuçları sıcaktı. “Ben de Azra,” dedi, gözlerini kaçırmadan.
“Memnun oldum Azra.” Mert bir an onun dengesini kontrol eder gibi göz gezdirdi. “Durumun iyi görünmüyor. Seni evine bırakayım mı?”
Azra elini alnına bastırdı, dizine yüklenmemeye çalışarak ağırlığını bir ayağına verdi. “Eve gitmeyeceğim. Önce bir komşuya uğramam lazım. Yalnız giderim, sağ ol.”
Bir çocuğun ciyak sesi sokakta yankılandı. Azra başını hafifçe çevirip sesin kaynağına baktı, bir kadın elinde poşetlerle koşarak çocuğa yetişmeye çalışıyordu.
Mert yeniden ona döndü. “Böyle bırakamam seni. Başını çarptın, dengen hâlâ tam yerinde değil. Ya bayılırsan yolda?”
Azra gözlerini devirdi ama yanıt vermedi.
“Bak, tamam,” dedi Mert, sesine hafif bir alay karışarak. “İlk önce komşuna gideriz, sonra seni evinin oraya kadar bırakırım.”
Adamın çatılmış sarı kaşlarının altında, parlak deniz mavisi gözleri ciddiyetle dikilmişti Azra’ya. Bu mahallede daha önce hiç görmemişti onu. Yabancılığı belli, ama samimiyetinde bir zorlama yoktu.
Mert, Azra’nın kararsızlığını fark etmiş gibi devam etti. “Yoksa sapık gibi seni takip etmek zorunda kalacağım. Aklım sende kalır. Ya önümden git, ben takip edeyim… Ya da yanyana yürüyelim. Seçim senin.”
Azra, iç çekti derin bir şekilde. Yardım ettiği için onu geri çevirmek istemiyordu, ama bir yandan da temkinliydi.
“Peki, beni takip et,” dedi, hafifçe gülümseyerek. Gülümsemesinde hem oyunbazlık hem de sınır çizme çabası vardı.
Mert alayla kaşlarını kaldırdı. “Yani… Sapık gibi arkandan mı geleyim şimdi? Ya biri görür de gerçekten sapık sanıp beni döverse?”
“Senin gibi birini dövmek pek kolay görünmüyor,” dedi Azra, huysuz ama belli belirsiz takdirle. “Ayrıca seçenekleri sen sundun.”
“Demin bir zorbanın elinden kurtardım seni. Teşekkür etme şeklin bu mu yani?” Mert'in gülümsemesi bu kez bilmişti, ama gözlerinde ince bir şefkat de vardı.
Azra kaşlarını kaldırdı, dudaklarının kenarıyla gülümsedi. “Peki… Nasıl teşekkür etmem gerekiyor?”
Mert kollarını göğsünde kavuşturdu, başını hafif yana eğdi. “Evine bırakmama izin ver… Bir de müsait olduğun bir gün bana yemek ısmarla. Ödeşelim.”
Azra bir an onu süzdü. Keskin hatlı çenesi, sırtına kadar düşen gölgesiyle karanlıkta daha da belirginleşiyordu. Sokağın ilerisinden gelen bir nayloncunun zili duyuldu.
“Demek başı belada olan kızlara yardım edip sonra da onlardan randevu koparıyorsun,” dedi, kaşlarını hafifçe kaldırarak.
“Evet,” dedi Mert, en küçük bir utanma belirtisi göstermeden gözlerindeki muzır parıltılarla. “Ama her zaman denk gelmiyorlar. Başı belada bir kız bulmak kolay değil. Hazır bulmuşken kaçıramam. Yemek tamam mı?”
Bir an için göz göze kaldılar. Azra'nın içinde garip bir kıpırtı vardı. Sanki zihni ona “dikkatli ol” derken, içgüdüleri “güvenebilirsin” fısıldıyordu.
“Pekâlâ,” dedi sonunda. “Borçlu kalmayı sevmem. Yarın izinliyim. Yemeği ısmarlarım.”
Mert’in gülümsemesi genişledi, yanına yaklaşırken adımlarını Azra'nın temposuna uydurdu. Azra, dizindeki acıyı bastırmaya çalışarak yürümeye başladı. Gün batımının turuncuya çalan ışıkları apartmanların camlarına yansıyor, sokaktan ara ara çocuk sesleri, uzak bir televizyonun yankısı ve bir yerlerden gelen taze ekmek kokusu havaya karışıyordu.
“Nerede çalışıyorsun?” diye sordu Mert, cebine ellerini sokup yan yana yürürken başını ona çevirdi.
Azra kısa bir bakış atarak, “İlerideki AVM’de,” dedi. Yürürken hafif aksıyor, ama çaktırmamaya çalışıyordu.
“Ne iş yapıyorsun?”
“Danışma elemanıyım,” diye yanıtladı. Hafifçe omzunu silkti. “Seni ilk defa görüyorum burada. Yeni mi taşındın?”
Mert başını salladı. “Demek uzun süredir buradasın,” dedi, sonra göz ucuyla onu süzdü. “Evet, geçen hafta taşındık. Avrupa Yakası’ndaydık, ailemle geldik buraya.”
“Burada doğdum ben,” dedi Azra. Yorgun ama sıcak bir tebessüm belirdi yüzünde. “Doğduğumdan beri de buradayım. Hoş geldiniz. Umarım semti seversiniz.”
Mert etrafına şöyle bir bakındı, kafasını hafifçe geriye atarak soluduğu havayı içine çekti. “Henüz pek tanıma fırsatım olmadı,” dedi. “Ama daha sakin bir yer. Avrupa Yakası çok gürültülüydü, karmaşaydı.”
“Zor olmuştur,” dedi Azra. Gözlerini yere indirmiş, ayağının ucuyla çatlamış bir kaldırım taşını dürtüyordu. “Uzun süre yaşadıysan, arkadaşların… belki sevgilin falan oradadır. Şimdi onlardan uzak kaldın.”
Mert hafifçe güldü. “Şu an için sevgilim yok,” dedi rahat bir sesle. Sonra omzunu Azra’ya çevirerek biraz daha yaklaştı. “Arkadaşlarımla da eskisi kadar sık görüşemiyoruz. Sıkılıyorum açıkçası biraz.”
Azra göz ucuyla ona baktı. Gülmemeye çalıştı ama ağzının kenarı kıvrıldı. “Burada yeni arkadaşlar edinirsin umarım.”
“Şimdilik seninle başladım bile,” dedi Mert, kıkırdayarak. Sözlerinin ardından gözleri bir an onunkilerle buluştu; içinde oyunbaz ama dürüst bir sıcaklık vardı.
Azra yolun kenarındaki üç katlı, duvarı yasemin sarmaşıklarıyla kaplı evi gösterdi. “Burası Zehra Teyzelerin evi,” dedi. Sonra duraksayıp hafifçe geriye döndü. “Sen buradan dön. Benim ev bir alt sokakta zaten. Yarın yemek için görüşürüz.”
Mert gülümsedi. “Nasıl haberleşelim?” dedi, yüzünde muzır bir ifadeyle. “Pencerene kuş mu uçurayım?”
Gülüşüyle birlikte oval yüzündeki gamzeler belirginleşti, büyük deniz mavisi gözleri kıvrıldı. Gülerken yuvarlak burun kanatları hafifçe genişledi. Azra bir an gözlerini kaçırdı.
“Telefon numaranı ver,” dedi, cebinden telefonunu çıkarırken. “Yarın seni ben ararım.”
Mert saymaya başladı. Azra not alırken gözleri bir an ekrandan kaydı, Mert’in gözlerindeki ciddiyeti fark etti.
“Ekme ama beni,” dedi Mert, sesini hafifçe alçaltarak. Sarı kirpiklerinin arasından bakarken gözlerinde emin olmak isteyen bir parıltı vardı.
“Söz verdiysem tutarım,” dedi Azra, ciddi ama yumuşak bir tonda. “Yarın arayacağım. Eşlik ettiğin için teşekkür ederim.”
“Tamam,” dedi Mert, bir adım gerileyerek. “Haber bekliyorum o zaman. Yarın görüşürüz.”
“Görüşürüz,” dedi Azra, başıyla hafifçe selam verdi. “Tekrar teşekkür ederim. Hoşçakal.”
Mert arkasını dönüp uzaklaşmaya başladığında, Azra bakışlarını ondan ayırmadan kaldı bir süre. Gözleri onun uzun boyuna, gölgede kalan geniş omuzlarına takıldı. Ardından başını hafifçe sallayıp derin bir nefes verdi.
Azra, parmakları hafif titreyerek kapı zilini çaldı. Arkadan uzaklardan bir araba korna sesi geldi, ardından sokaktaki hafif rüzgar ağaçların yapraklarını usulca salladı. Pencereden yaşlı kadının sesi yükseldi:
“Kim o?”
Azra, dizine hafifçe dokunarak, derin bir nefes aldı ve zoraki bir gülümsemeyle cevap verdi:
“Ben Azra, Zehra Teyze. Alt katı kiralıyormuşsunuz, arkadaşlarım için bakabilir miyim? Müsaitse...”
Kapı gıcırdayarak açıldı. Zehra Hanım merdivenlerden ağır adımlarla inerken, Azra’nın yırtık kotundaki kanlı dizini fark etti, kaşlarını çattı ve endişeyle sordu:
“Kızım, ne oldu sana böyle?”
Azra, dizine bastırırken yüzünü hafifçe buruşturdu ama gözlerini kaçırmadan yanıtladı:
“Merdivenlerden düştüm, kaydım biraz. İyiyim aslında, sadece biraz acıyor.”
Zehra Hanım, Azra’nın gözlerindeki zorlamayı görüp hafifçe başını salladı, dudağını ısırdı ve ağır ağır adımlarla içeriye doğru ilerledi:
“Gel bakalım, evi göstereyim.”
Azra adımını dikkatle atarak bahçe katına geçti. İçeride ayak sesleri parkede hafifçe yankılandı. Duvarların açık tonları, taze boyanın hafif kokusuyla karışmıştı. Salonun büyük sürgülü kapısından küçük, bakımlı bahçeye doğru uzanan akşam güneşi, yumuşak sarı ışıklar halinde içeri sızıyordu. Hafif rüzgar kapının aralığından içeri girip perdeleri nazikçe oynattı.
Azra, dizindeki ağrıyı unuturcasına hızlıca etrafa göz gezdirdi; yeni parkenin cilası güneşte parlıyordu, mutfak dolapları ve banyo tertemiz ve düzenliydi. Burada Selin ve Pelin’in rahatça yaşayabileceği huzurlu bir ortam vardı.
Azra, mutfak kapısının kenarına yaslanıp, hafif bir gülümsemeyle sordu:
“Zehra Teyze, nasıl kiracılar arıyorsunuz?”
Zehra Hanım ellerini kalın beline dayayıp, azıcık gülümseyerek Azra’yı dikkatle süzdü:
“Senin arkadaşlarınsa düzgün insanlardır. Anlat bakalım, kimlermiş?”
Azra rahatlamıştı, yumuşak bir sesle, biraz da gururla anlattı:
“Selin benimle AVM’de çalışıyor, danışma elemanı. Pelin ise markette müdür. Sessiz sakin, güvenilirler.”
Zehra Hanım başını hafifçe sallayıp, yüzünde yumuşak bir tebessüm belirtti:
“Normalde bir kira peşin, iki depozito istiyordum. Biliyorsun, burayı yenilemek baya masraflı oldu. Ama senin arkadaşlarınsa, tek depozito ve kira yeter.”
Azra’nın gözleri parladı, içten bir teşekkürle karşılık verdi:
“Çok teşekkür ederim, Zehra Teyze! Gerçekten çok düşüncelisiniz. O zaman evi kimseye göstermeyin, biz tuttuk sayılır.”
Zehra Teyze hafifçe başını salladı, gözlerindeki yumuşaklık hiç azalmadı:
“Yarın akşam iş çıkışı arkadaşlarını getir, bir de onlar baksın. Beğenirse, ödemeyi yaparsınız. Hadi gel, birer bardak çay içelim de konuşalım.”
Azra dizini hafifçe ovuşturup tebessüm etti, hafifçe kamburlaşan omuzlarını dikleştirmeye çalıştı:
“Çok sağ olun ama dizim biraz ağrıyor. Çaya kalamam bugün. Annem bekliyor" dedi kapıya doğru yönelirken. Zehra Hanım hafifçe gülümsedi.
“Tamam kızım o zaman, kendine dikkat et,” dedi, kapı arkasından el sallayıp sonra pencereye doğru yürüdü.
Azra dışarı çıkarken, hafifçe esen rüzgar saçlarını savurdu, yumuşak akşam ışığı yüzüne vurdu. Dizindeki ağrıyı hissederek derin bir nefes aldı, karanlık biraz daha çökmek üzereydi.
Sokak lambalarının solgun ışığı altında yürürken, Azra’nın sol bacağı hafif aksıyordu. Her adımda dizinde zonklayan bir acı, başında ise günün ağırlığı vardı. Serin akşam havası, yanaklarındaki yorgunluğu biraz olsun dindirse de içindeki huzursuzluğu yatıştıramıyordu.
Bahçenin kapısını sessizce açtı. Ayakkabılarını çıkarırken yüzünü buruşturdu; dizi iyice sertleşmişti. Giriş holünden geçerken sesini fazla yükseltmeden seslendi:
“Ben geldim! Hemen bir duş alıp geliyorum!”
Mutfaktan gelen cezveli bir çayın fokurtusu arasında annesinin sesi duyuldu:
“Hoş geldin kızım!”
Azra, bu sesi duyar duymaz gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Dudaklarını sıkarak odasına yöneldi, yaraları fark edilmeden kaybolmak ister gibi aceleyle geçip bornozunu kaptı, doğruca banyoya kaçtı.
Suyun altına girdiğinde tüm kasları gevşedi; sıcak su, bedenine değil sanki ruhuna dokunuyordu. Üzerindeki tozları, kanı, anıları silip atmak istercesine ovundu. Duştan çıktığında aynadaki buğulu yansımasına bir an baktı. Sol kolundaki morluk, kabaran sıyrık ve yorgun gözleri kendisine bir şeyler anlatıyordu ama dinlememeyi tercih etti. Sessizce merhem kutusunu açtı, dizine ve koluna nazikçe sürdü. Canı yansa da ses çıkarmadı. Üzerine pijamalarını geçirip derin bir nefesle Akın’ın odasına yöneldi.
Kapıyı tıklattı.
İçeriden genç bir erkek sesi geldi. “Gel!”
Kapıyı araladığında, Akın kucağında laptopla yatağa yayılmıştı. Ancak ablasını görür görmez bakışları ekrandan sıyrıldı, doğrudan Azra’nın koluna kilitlendi. Yüzü aniden ciddileşti.
“Koluna ne oldu senin?” dedi, birden doğrulup yatağın kenarına otururken.
Azra kapının eşiğinde gülümsedi, sesi rahat görünmeye çalışıyordu ama yüzünde belli belirsiz bir sıkıntı vardı. “Selin ablanın baş belasıyla kavga ettim. Yani... kavga etmeye çalıştım ama açıkçası tam dayak yiyordum ki birisi çıkageldi, beni kurtardı.”
Akın gözlerini kısmış, yüzü öfkeyle kasılmıştı. “Dün gece Selin ablayı ağlatan o lavuk mu?” Ayağa kalktı, omuzları gergindi. “O herifi bulmam lazım. Kim kurtardı seni? Ona da teşekkür ederim ama o şerefsize haddini ben bildireceğim.”
Azra odanın eşiğinde ellerini kaldırarak onu durdurmaya çalıştı, sesi biraz yumuşaktı ama kararlıydı. “Gerek yok. Gerçekten. Halledildi. Kurtaran çocuk da zaten Semih’e sağlam bir ders verdi.”
Akın hâlâ ikna olmuş görünmüyordu, gözlerini kıstı. “Kimmiş o çocuk? Sevgilin falan mı yoksa?”
Azra’nın yüzüne bir gülümseme yayıldı, gözlerinde yorgun bir parıltı vardı. “Saçmalama. Tanımıyorum bile. Neyse, detayları yemekte konuşuruz. Hadi gel, sofrayı kurmama yardım et.”
Akın istemese de başını salladı. “Tamam, geliyorum.”
Mutfakta annesi doğrayacağı biberleri seçmekle meşguldü. Azra yanına gelip salata malzemelerini tezgâha dizdi. Elleri hızlı ama dikkatliydi; her bıçağın temasında kolundaki acı içten içe sızlıyordu.
Annesi göz ucuyla Azra’nın kolundaki yara izlerine ve bandaja ilişti. Kaşları çatıldı.
“Kızım... Ne oldu senin bu ellerine, koluna?” dedi, sesi hem şaşkın hem de içten gelen bir endişeyle karışıktı.
Azra başını öne eğip kısa bir iç çekti. Sesi biraz daha yumuşaktı artık, yorgun ama dürüst:
“Kavga ettim anne...”
Bıçağı bırakıp kısa bir sessizlikten sonra, dün geceden itibaren olan biteni kısaca anlattı. Semih’in saldırısını, polisleri, iş çıkışı ettikleri kavgayı, Mert’in beklenmedik müdahalesini. Anlattıkça annesinin kaşları iyice çatıldı.
Akın bu sırada sessizce masayı kurarken kulak kesilmişti. Gözleri zaman zaman ablasına, zaman zaman da annelerine kayıyordu.
Yemek hazırlandığında masa başındaki hava yoğundu. Çatal bıçak sesleri arada bir konuşmaları böldü. Annesi en sonunda dayanamayıp bastırdı:
“Neden arkadaşlarının işlerine bu kadar burnunu sokuyorsun Azra? Ya sana bir şey olsaydı? Ya o çocuk olmasaydı? Neden o kız polise gitmemiş?”
Azra çatalını tabağına bıraktı, başını hafifçe sallayarak konuştu. Sesi bu kez biraz kırgındı.
“Anne, Selin korkuyor. Ailesinden de, işinden olmaktan da çekiniyor duyulursa diye...”
“Ee? Senin ailen, senin işin, senin canın önemsiz mi?” diye sordu annesi, bu kez sesi öfkeye daha yakındı. Ama altta hâlâ o annelik endişesi vardı.
Azra cevap veremedi. Gözlerini tabağına dikti. Sessizce bir parça ekmek kopardı, ama ağzına götürmedi.
Akın başını önüne eğmişti. Ne söyleyeceğini bilemeden, çatalını tabağında çevirmeye devam etti.
Salondaki saat tik takları arasında, masadaki sessizlik uzayıp gitti.
Annesinin bitmek bilmeyen serzenişleri sofrada ağır bir sis gibi asılı duruyordu. Azra, kaşığını tabağında evirip çevirirken bakışlarını kaçırdı; içinde büyüyen sıkıntıyı bastırmak ister gibi derin bir nefes aldı. Ses tonu ölçülü ama yorulmuştu.
“Semih işten kovuldu,” dedi, masanın üstündeki salata kâsesine odaklanarak. “Selin’le Pelin de Zehra teyzenin alt kata taşınıyorlar.”
Bir anlık sessizlik oldu. Ardından annesinin yüzü daha da gerildi. Kaşları çatıldı, dudakları ince bir çizgiye dönüştü. “İki genç kız başlarına bir iş almadan nasıl yaşayacaklar bakalım?” diye homurdandı. Cümle, endişeyle değil, eski bir plak gibi tekrar tekrar çalınan içgüdüsel bir kaygıyla çıkmıştı ağzından.
Azra yanıt vermedi. Kaşığını usulca bırakıp arkasına yaslandı. Annesi konuyu döndürüp dolaştırıp yine yaralarına getirdiğinde içten içe gerildiğini hissetti.
“Kaçıp durma,” dedi kadın, göz ucuyla kolundaki sargıya bakarak. “Nasıl oldu bunlar tam olarak, anlat bana!”
Azra, annesinin tedirginliğini artırmak istemediğinden sesi yumuşak ama temkinliydi. Yalan değil, sadece eksik bir doğrulukla konuştu.
“Semih sadece itti beni. Dengemi kaybedip yere düştüm. Ufak tefek sıyrıklar işte.” Omzunu silkti, konuşurken gözlerini kaçırdı. “Oradan geçmekte olan biri yardıma geldi, hepsi bu.”
Annesi çatık kaşlarla gözlerini kıstı. Kızının söylediklerinin ardında gizlediği başka şeyler olduğunu seziyordu ama sorgulamakla yorgun düşmek arasında bir yerdeydi. Yine de içindeki endişe, ağzını tutmasına engel oldu.
“Elâlemin kavgasına karışıyorsun, sonra da tanımadığın adamla sokakta yürüyorsun! Hiç akıllanmayacak mısın sen?” Sesindeki öfke, kaygının kabuk değiştirmiş hâliydi.
Azra, başını önüne eğdi. Annesinin artık ezberlediği nasihatleri sessizce dinledi. Cevap vermedi; çünkü vereceği her yanıt, daha uzun bir konuşmanın davetiyesi olurdu.
Yemekten sonra sofrayı Akın’la birlikte toplarken anneleri hâlâ söylenerek banyoya yöneldi. Su sesi duvarlardan yankılanırken, mutfağın görece sessizliğinde Akın birden yanına geldi. Adımları sertti, bakışlarında bastırılmış bir öfke kıvılcımı parlıyordu.
“Şu Semih denen herifi nerede bulabilirim ben?” diye sordu dişlerinin arasından, sesi neredeyse bir tıslama gibiydi. “Bir süre işe seni ben götürüp getirsem iyi olacak galiba.”
Azra, kardeşinin içini kemiren endişeyi yüzünden okuyabiliyordu. Saçlarını şefkatle karıştırdı, yüzünde yorgun bir tebessüm belirdi.
“Gerek yok Akın’cığım, sakin ol,” dedi nazikçe. “Kapandı o konu. Bir daha karşıma çıkamaz. Hem sen asıl şu sevgilinle beni ne zaman tanıştıracaksın, onu söyle.”
Konunun yön değiştirmesi Akın’ı istemsizce yumuşattı. Kaşları çözüldü, omuzlarındaki gerilim bir parça gevşedi.
“Hafta sonu AVM’ye gelecek,” dedi dudaklarının kenarında beliren belli belirsiz bir gülümsemeyle. Ardından çayını alıp odasına çekildi.
Azra, mutfağı toparladıktan sonra annesi banyodan çıkınca birlikte bahçeye geçtiler. Gecenin serinliğinde çayın buharı, annesinin sinirlerini biraz daha yatıştırmış gibiydi. Kadın bu kez kendi iş yerindeki sorunlardan bahsetmeye başladı; sesindeki ton artık daha az keskin, daha çok yorgundu.
“Nihayet,” diye geçirdi içinden Azra. Gözlerini geceye, ayın solgun yüzüne çevirdi.
Bir süre sonra annesi uykusunun geldiğini söyleyip odasına çekildi. Azra, ortalığı toparladıktan sonra kardeşine iyi geceler demek için odasına uğradı. Akın, bilgisayar başında bir şeyler yazıyor, ama gözleri çoktan kapanmak üzere gibiydi. Azra, onun başını okşayıp sessizce kendi odasına geçti.
Yatağına uzandığında, tüm gün zihninin içinde dönüp duran olaylar yavaş yavaş yerine oturmaya başladı. Başını yastığa yaslayıp gözlerini tavana dikti. Düşünceler ağır ağır süzüldü zihninden.
Bugünün dersi: Birini işinden edersen, arkanı kolla.
Gözlerinin kenarında beliren buruk bir gülümsemeyle başını yana çevirdi. Ama tüm bu karmaşanın içinde iyi olan bir şey vardı: Selin, o evden çıkmıştı. Yeni bir hayatın eşiğindeydi. Bu düşünce, içinde hafif ama sıcak bir huzur bıraktı.
Komodinin üzerindeki kitabına uzandı. Gözlüğünü takıp sayfaları aralarken gerçeklik geride kalmaya başladı. Kelimeler, zihnindeki tüm gürültüyü yavaşça susturdu. Bir süre satırlarda kaybolduktan sonra gözlüğünü çıkarıp kitabı yerine koydu. Alarmını kurdu, ışığı söndürdü ve nihayet, yorgun bedenini uykuya teslim etti.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |