
Azra gözlerini araladığında Seperius’taki evinin ahşap tavanı karşıladı onu. Odanın loş ışığında hafifçe gerinerek doğruldu, ardından yataktan kalkıp çarşafları düzeltti. Cezasının bugün sona ermiş olması gerekiyordu. İçinde bir kıpırtı, yeniden başlama hevesi vardı.
Adımlarını lavaboya yöneltti. Soğuk suyla yüzünü yıkarken göz kapakları biraz daha açıldı, zihni berraklaştı. Odanın köşesinde kıyafetleri onu bekliyordu siyah bir tütü etek, opak çorap, beyaz V yaka tişört ve kot ceket. Hepsini dikkatlice giydi, yalnızca ceketi es geçti. Son olarak beyaz outdoor ayakkabılarını geçirdi ayağına. Aynanın karşısına geçtiğinde saçlarını tepede dağınık bir topuz yapıp yalnızca rimel sürdü. Yüzüne sade ama kendinden emin bir ifade yerleşti.
Saat henüz erkendi. Bir anda içini dolduran fikirle mavi bir defter ve kalem belirdi önünde. Her sabah ve akşam Seperius ile dünya arasında gidip gelirken yaşadıklarını not etmek istemişti artık. Defteri koltuğunun altına sıkıştırıp verandaya çıktı.
Ahşap zeminli verandada siyah seramik bir kupa içinde beliren şekersiz kahvesinden minik bir yudum aldı. Kahve sıcak ve tanıdıktı. Masaya oturduğunda kalem defterde kaymaya başladı. Seperius’ta geçen zamanın ne kadar süreceğini bilmiyordu; belki burada bir yıl geçecek, ama dünya bıraktığı yerden akmaya devam edecekti. Bu yüzden dünya tarafında olup bitenleri tüm detaylarıyla kaydetmeye karar verdi. Önce Seperius hakkında kısa bir özet yazdı. Ardından gün, ay ve yılı ekledi; sonra dünyadaki olayları hatırladığı en ince ayrıntısına kadar yazdı. Kendine sessizce söz verdi: Her sabah buraya geldiğinde yazacak, her akşam ise yazdıklarını okuyarak günü kapatacaktı.
İkinci kahvesini bitirirken notlarını gözden geçirdi. Defteri alıp odasındaki komodinin çekmecesine yerleştirdi. O sırada dışarıdan tanıdık bir ses duyuldu:
“Hu-hu! Komşu komşu, uyandın mı?”
Ece’nin sesi, sabahın serinliğini dağıtan bir güneş ışığı gibi doldu verandaya. Azra, gülümseyerek seslendi:
“Uyandım, gel!”
Ece hiç duraksamadan içeri süzüldü. Krem rengi madonna yaka düğmeli bir büstiyer, sütlü kahve tonlarında bol kesim bir pantolon ve kısa topuklu nude ayakkabılar giymişti. Saçlarını yana taramış, makyaj yapmamıştı ama yüzündeki içten ifadeyle zarif ve ferah görünüyordu.
Yanına gelip bir sandalye çekti. Gözlerinde yumuşak bir sevinç vardı.
“Nasılsın bakalım, dinlenebildin mi?”
Azra dudaklarında hafif bir tebessümle karşılık verdi. “Evet, oldukça iyiyim. Satrançta seni paramparça etmek için sabırsızlanıyorum. Ayrıca güzel görünüyorsun. Neydi o önceki halin öyle? Sürekli siyah giyip duruyordun, tam bir pesimist gibiydin.”
Ece dudaklarını büzüp başını yana eğdi.
“En yakın dostumu kaybettiğim için yas tutuyordum. Ama artık bitti. Burada olduğun için o kadar mutluyum ki...” Yanına geldi, Azra’ya sıkıca sarıldı. “Seni gerçekten çok özledim. Ama bir daha böyle saçma şeyler yapmanı istemiyorum.”
Azra gülerek onun sarılmasını gevşetmeye çalıştı. “Söz veremem,” dedi, hafifçe kıvranarak.
Ece, sarılmasını daha da sıkılaştırdı.
“Söz vermezsen kendimi sana Japon yapıştırıcısıyla yapıştırırım. Şu anda bile kaçmaya çalıştığının farkındayım.”
“Japona gerek yok, yapıştın zaten,” dedi Azra, gülerek. “Hatta az daha zorlarsan tek vücut olacağız. Bıraksana yahu, cıvığım çıktı burada!”
Ece inatla kollarını bırakmadı.
“I-ıh. Önce söz ver!”
Azra, pes etmiş gibi bir yüz ifadesiyle iç çekti. “Elimden geleni yapacağım, tamam mı? Oldu mu şimdi?”
Ece, mırıldanarak başını salladı. “Olmadı ama... oldu sayalım şimdilik.” Sonra burnunu Azra’nın omzuna gömdü, gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı. “Şu senden gelen lavanta kokusunu bile özlemişim, inanabiliyor musun?”
Azra gözlerini devirdi, ama gülümsüyordu. “Ben seni özlemedim. Nasıl o kadar gıcık gıcık davranabildin? Seni boğmak istiyordum.”
Ece geriye çekilip kahkahayla güldü.
“Hah! Seni çok iyi tanıyorum ve nelere uyuz olduğunu da çok iyi biliyorum. İçten içe eğlenmedim değil.”
Azra kaşlarını hafifçe çattı ama dudaklarının kenarı kıvrılmaya başlamıştı bile.
“Demek eğlendin öyle mi, Bayan Çokbilmiş?”
Ece başını gururla dikleştirdi. “İtiraf et, çok iyiydim.”
Azra gözlerini devirmeden edemedi.
“Sanki özel çaba harcamışsın gibi. O senin doğal gıcıklığın.”
“Ee, kimin arkadaşıyım? Senden öğrendik bunları!” dedi Ece, ellerini arkasında birleştirip yaramaz bir çocuk gibi sağa sola sallanarak.
Azra burnunu kırıştırdı.
“Aman, iyi bir şey öğrenme zaten benden.”
Ece hemen omuzlarını silkti dudakları yukarıya alaycı bir şekilde kıvrıldı. “İyi bir şey var da ben öğrenmiyorum sanki...”
Azra gözlerini kısarak başını yana yatırdı. “Sen de haklısın canım. Kıt zeka ile bu kadar oluyor işte.”
Ece gözlerini büyüttü. “Ben mi kıt zekalıyım? Şimdi görürsün sen!”
Yatağın üstünden bir yastık kaptığı gibi Azra’nın yüzüne fırlattı. Yastık ona 'pof' diye çarpıp yere düştü. Azra kahkahayla eğilirken aynı yastığı kapıp karşılık verdi. Evi yumuşak kahkahalar ve yastıkların sessiz vuruşları doldurdu.
Kapının hemen dışından gelen neşeli bir ses, odadaki kahkahalara karıştı.
“Günaydın komşuuu!” dedi Aslı, son heceyi uzatarak. Neşesi sesine sinmişti; o an kapıda beliriverdi. İçeri adım attığında gözleri karşısındaki sahneye takıldı Azra, Ece’yi yatağa yatırmış, kahkahalarla karışık bir mücadele içinde onu yastıkla boğmaya çalışıyordu.
Azra, saçları dağılmış, yüzü kızarmış halde bir an başını kaldırıp gülümsedi. “Sana da günaydın, kıvırcık,” dedi, nefes nefese, yastığın ucunu sımsıkı kavrarken.
Aslı hızla yanlarına yaklaştı, gözleri heyecandan ışıldıyordu. Göz kırparak “Ece’den kurtulmaya çalışıyorsan, dur, sana yardım edeyim,” dedi ve kıkırdayarak yere çömeldi.
Ama yardım etme fikri fazla uzun sürmedi. Ece, fırsatı kaçırmadı; Aslı’nın koluna yapıştığı gibi onu da yatağa çekip üzerine atladı. “Kendi kaşındın, kıvırcık kafa!” diye bağırdı, yüzünde şeytani bir gülümsemeyle.
Azra, Ece’yi yana doğru yuvarlayınca bu sefer Aslı onun üzerine atladı. Yastıklar havada uçuşurken oda adeta bir çocukluk gününe dönüştü. Kırışan çarşafların arasında kahkahalar yankılanıyordu.
Derken kapının eşiğinde başka bir ses duyuldu. Bu kez tonu daha duruydu ama içinde saklanamayan bir neşe vardı.
“Günaydın,” dedi Ebru, dudaklarındaki gülümsemeyle odaya girerken. Gözleri, karşısındaki tabloyu görünce parladı. “Aa, bu haksızlık! İkiye karşı bir mi olurmuş?” Elinde beliren yastığı Azra’ya doğru savurdu. Yastık havada bir yay çizdi ve Azra’nın başına çarpıp yere düştü.
Azra, gözlerini kısmış, meydan okuyan bir bakışla hızla yastığı kaptı ve tüm gücüyle Ebru’ya fırlattı. Ebru çevik bir hareketle geri çekilince yastık kapının dışına uçtu, sessizce yere düştü.
O sırada Ece ve Aslı, sanki çocukluk yıllarına dönmüş gibi birbirlerine yastıklarla girişmişti. Kahkahalar arasında birbirlerine odaklanmışlardı.
Azra, fırsatı yakalayarak Aslı’yı belinden kavradı ve yatağa yatırdı. Ama tam üstünlüğü sağladığını düşünürken Ebru da hızla yaklaşarak elindeki yastıkla Azra’yı sırtüstü devirdi.
O an yatak genişledi, neredeyse tüm odayı kaplayacak bir hal aldı. Hiçbir şey gerçek değilmiş gibi; yer, zaman, kurallar buharlaşıp gitmişti. Kahkahalar tavanı dolduruyor, yastıkların pamukları havada kısa süreliğine süzülüp yere düşüyordu.
En sonunda yorulup yanyana uzandılar. Göğüsleri hızlı hızlı inip kalkıyordu, saçları dağılmış, yüzlerinde terden parlayan bir neşe izi vardı. Göz göze gelip sessizce gülümsediler.
Azra, yattığı yerden kapıya göz attı ve bir anlığına nefesini tuttu. Eşiğe dayanmış Arda ve Can, olan biteni izliyor, yüzlerinde hafif sırıtışlarla sahneyi sindiriyorlardı.
Can, kapı eşiğinde kollarını iki yana açıp odadaki neşeye sarkastik bir tebessümle eşlik etti. Gözleri hâlâ yerde yuvarlanan yastıklardaydı.
“Kızlar, sabah enerjinizi yeterince boşalttığınıza göre,” dedi hafifçe kaşlarını kaldırarak, “artık kahvaltıya geçsek nasıl olur?”
Arda, durduğu yerde karnını tutar gibi yaptı. “Evet ya, çok acıktım,” dedi, sesi sahiden sabırsızdı.
Aslı, yastığın arkasından kafasını çıkarıp kaşlarını kaldırarak söze atıldı. “Bir de bana sor!”
Ece hemen ona yan döndü, sesi muzır bir tebessümle örülmüştü. “Sen hep açsın zaten!”
Yatakta hâlâ dağınık şekilde uzanmış olan kızlar, kırmızı yanakları ve dağılmış saçlarıyla birbirlerine bakıp kıkırdadılar. Boşalan enerjinin ardından odada bir süre sessizlik oldu, ta ki Ebru yerinden kalkıp Can’ın yanına yürüyene dek.
Adımlarında yumuşak bir ritim vardı. Yanına vardığında hafifçe boynunu uzattı, dudaklarını Can’ın yanağına kondurdu. “Günaydın, sevgilim,” dedi, sesi sabah serinliğinde ısınan bir çay gibi tatlıydı.
Can'ın gözlerinin içi ışıldadı dudaklarının kıyısındaki gülümseme iyice genişledi. Arda da hemen fırsatı kaçırmadı, yanağını ona doğru çevirerek, sahte bir nazla konuştu: “Ben de isterim.”
“Seni ben öpeyim istersen,” dedi Can alaycı bir ifadeyle, başını hafifçe yana eğip gözlerini kısıp ona baktı.
Arda hemen geri çekildi, ellerini savunur gibi kaldırdı. “Yok yok, aman istemem. Güzel bir kızı tercih ederim.”
Aslı, yerinden fırladığı gibi seri adımlarla yaklaştı ve ayaklarının ucuna basarak Arda’nın burnuna hızlı bir öpücük kondurdu. “Al, oldu mu mızmız şey?” dedi neşeyle.
Arda, ifadesini bozmadan alaycılığı sürdürdü. “Güzel bir kız dedik, minik bir cadı demedik.”
Aslı ona dil çıkarıp salona doğru yürürken, Ece ve Azra aynı anda yatağın kenarındaki yastıkları kaptı ve Arda’ya doğru fırlattılar. Birinin yastığı doğrudan başına isabet ederken, diğeri göğsüne çarptı. Arda bir an dengesini kaybetti, kahkahalar arasında sırıtarak geriye yaslandı.
Ece ile Azra göz göze geldi. Aralarında kelimesiz bir zafer paylaşımı vardı birbirlerine sinsi bir sırıtış attılar.
Arda ellerini havaya kaldırarak teslim oldu. “Tamam tamam, öpücük yok, dayak var anlaşılan. Bari gidip karnımı doyurayım önce.”
Ece, hâlâ gülerken ayağa kalktı ve Arda’nın peşinden yürüdü. Diğerleri de yavaşça toparlandı. Aslı, tabakları seri hareketlerle iki yana dizerken, masanın çevresi sabah güneşiyle yıkanmış gibi parlıyordu. Oturma düzeni kendiliğinden kurulmuştu; Azra, Arda’nın yanına otururken, Ece ve Aslı karşılarına geçti.
Ebru, çatalını tabağına bırakıp gözlerini Azra’ya çevirdi. “Azra, artık yetini bildiğine göre,” dedi, sesi hem ciddi hem tatlı bir dokunuş taşıyordu, “bunu müdüre hanıma söyleyelim de, sana normal bir ders programı versin.”
Azra başını hafifçe eğerek, dudaklarında yumuşak bir gülümsemeyle onayladı. “Tamam, söyleyelim. Ben de sizinle birlikte derslere gireyim artık.”
Ebru göz kırptı. “Zaten ders programını bize göre ayarlayacağım.”
“Desene yine Azra ile ders konusunda yarışacağız,” dedi Ece, çatalını elinde sallarken.
Azra ona yandan baktı, gözlerinde hem sıcaklık hem hafif bir meydan okuma vardı. “Yokluğumdan faydalanıp yerime çöreklenmişsin,” dedi göz kırparak, “mekânın sahibi geri döndü ama. Seni ikincilik tahtına alalım.”
Ece kaşlarını kaldırdı, dudaklarının kenarıyla oynadı. “Alabilirsen al,” dedi meydan okur bir gülümsemeyle.
Azra başını hafifçe yana eğdi, dudakları kıvrıldı. “Hodri meydan.”
Aslı, bir yandan ağzını tıka basa doldurmuşken lafa karıştı. “Evet, yine başlıyoruz... Yarışmacı arkadaşlara başarılar dilerim.”
Ece başını yana çevirdi, sesi bu kez daha yumuşaktı. “Ben Azra ile bir rekabet içinde değilim ki. Sadece takıldım. Hiçbir zaman birinci olmak için özel olarak çalışmadım.”
Azra gözlerini kıstı, sesi içten bir gülümsemeyle harmanlandı. “Tüh... Keşke rakip olsaydık, daha eğlenceli olurdu.”
Aslı çatalını masaya bıraktı, bu sefer gözlerinde ciddiyetin gölgesi vardı. “Ne yaparsanız yapın, dersler hiçbir zaman eğlenceli olamaz,” dedi hafifçe kaşlarını çatarak. “Hem, böyle saçmalık mı olur? Sanki normal öğrencileriz... Bence bütün derslerimiz yetilerimizle ilgili olmalı.”
Can araya girdi, bir an ciddileşti. “Ben fizik ve matematikten gayet memnunum,” dedi dirseklerini masaya dayayarak. “Hem bizim derslerimiz normal işlemiyor. O derslerde de bize yetilerimizi anlamamız ve kullanmamız için eğitim veriliyor. Mesela fizik ve matematik hesaplamaları sayesinde, zamanda yaptığım yolculukların tarihlerini planlayabiliyorum. Sen de biraz ciddiye al Aslı.”
Aslı omuz silkti ama sesi yumuşaktı. “Ben ciddiye almıyorum demiyorum zaten... Çok kötü sayılmam okul ortalamasında.” Bakışları uzaklaştı, sonra tekrar döndü. “Yine de, derslerin sıkıcı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Gerçi burası biraz daha iyi bu konuda. Yeteneklerimize göre ayrılıp, bunun üzerine eğitim alıyoruz en azından.”
Ebru başını salladı. “Dünyada da istediğimiz bölümlerde eğitim görüyoruz ya zaten.”
Aslı hemen başını çevirdi, sesi bu kez kararlıydı. “Hayır. Genelde ya hayalini kurduğumuz bölümlerde ki bu sadece çok başarılıysak gerçekleşebilir ya da puanımızın yettiği, ailelerimizin istediği bölümlerde eğitim görüyoruz. Daha geleceği hakkında net karar verme olgunluğuna erişememiş çocukların, bu kadar ciddi bir karar almak zorunda olması bana göre çok yanlış.”
Arda, önündeki bardağı parmaklarıyla çevirerek başını salladı. “Ben tamamen sana katılıyorum.”
Azra hafifçe gülümsedi. “Peki, sen nasıl olmasını isterdin, Aslı?”
Aslı bir an durup derin bir nefes aldı. Gözleri bir noktaya takılmıştı, sanki çok önceden hazırlanmış ama hep içinden söylemiş gibi konuştu:
“Ben bu eğitim sistemine tamamen karşıyım. Her şeyden önce çocuklara bir algı testi yapılmalı. Herkes aynı şekilde öğrenemez. Biri dinleyerek, diğeri görerek, öbürü okuyarak anlar. Önce bu belirlenmeli. Sonra da daha okulun ilk yılında çocukların yetenekleri gözlemlenmeli. Hepsi becerilerine göre sınıflandırılmalı. Sonra da anlama biçimlerine göre yerleştirilmeli o sınıflara. Öğretmenler de buna göre seçilmeli. Daha küçücük yaşta ‘başarılı’ ya da ‘başarısız’ diye etiketleyip, acımasız bir sistemin içine atmamalılar çocukları.”
Yutkundu, bakışları bir anlığına masaya indi.
“Çocukları ders puanlarına göre değil, yeteneklerine göre eğitmeli. Güzel konuşan, harika kompozisyonlar yazan bir çocuğun fizik öğrenmesine ne gerek var? Bırak edebiyat okusun, isterse şair olsun, isterse yazar. Ya da bir çocuk tüm derslerde başarısız ama resimde ya da müzikte mükemmel... Onu en baştan o alana yönlendirmeli. Ama biz ne yapıyoruz? Kendi ışığını bulamadan çocukların güvenini kırıyoruz. Oysa her çocuk kendine özgü bir mükemmelliktedir. Herkes her şeyde başarılı olamaz. Bir çocuğun akıllı mı aptal mı olduğuna sistem karar vermemeli. Sonuçta...”
Bir an sessizlik oldu. Gözlerini kaldırıp doğrudan arkadaşlarına baktı.
“Bir kutup ayısını alıp çöle atarsan, ondan orada hayatta kalmasını bekleyemezsin.”
Son lokmasını ağzına attı. Kimse bir süre konuşmadı. Yalnızca masadaki bardakların çayla dolarken çıkardığı ses duyuluyordu.
Ece, parmak uçlarıyla kupasını ağır ağır çevirirken gözleri masanın üstüne takılmıştı. Kaşlarının arasında beliren o tanıdık çizgi, zihnindeki yoğun düşünceleri ele veriyordu.
“Böylesi elbette daha güzel olurdu…” dedi kısık sesle, başını yana eğerek. Sözleri umut taşımıyordu; daha çok, kabullenilmiş bir çaresizlik barındırıyordu içinde. “Ama çok zor bir sistem bu. Her yıl milyonlarca öğrenci için uygulanması neredeyse imkânsız.”
Aslı, sandalyesinde dikleşti, dirseklerini masaya yasladı. Gözlerinde ateşli bir kararlılık vardı, dudaklarında ise savaş çağrısı gibi duran bir kıvrım.
“Neden uygulanmasın?” diye karşılık verdi hemen. Tonu önce sakindi ama sözleri ilerledikçe sesi sertleşti, keskinleşti. “O saçma sapan testlerle çocukları sınava sokacaklarına, ilkokulun ilk yılında yetenek ve beceri sınavı yapılmalı. Mesela, ‘Bir elma çizin. Bir muz, bir portakal; toplamda kaç meyve eder?’ gibi basit ama anlamlı sorular. Ya da ‘Ailenizi kısa cümlelerle anlatın’, ‘Bu videoyu izleyin, ne anladınız?’, ‘Bu paragraf size ne düşündürdü?’ gibi. Sadece yazılı değil, sözlü de olmalı. Çocukla birebir iletişim kurulmalı.”
Konuşurken ellerini kullanıyor, sanki görünmeyen bir sınıf planını havada çiziyordu. Her kelimesiyle sistemi yeniden kuruyor gibiydi.
“İlk değerlendirmeden sonra sınıflar on, bilemedin on beş kişilik olur. Öğretmenlere her öğrenci için özel bir defter verilir; bu defterlerde öğrencilerin davranışları, ilgi alanları, iletişim biçimleri detaylı şekilde kaydedilir. İlk yıl ortak dersler verilir; ikinci yıldan itibaren yeteneklere göre yönlendirme yapılır.”
Masa etrafında kısa bir sessizlik oldu. Diğerleri, Aslı’nın gözlerindeki o keskin parıltıya karşılık verememişti. Onun tutkusu bir anlığına herkesi susturmuştu.
Azra, bakışlarını yere indirip derin bir nefes aldı. Göz kapakları biraz ağırlaştı; sanki kendi çocukluğuna dönmüştü bir an.
“Gerçekten olsa... harika olurdu,” dedi yavaşça. Sesi, Aslı’nın hayalini yüreğinde taşıyan biri gibi, içten ve yumuşaktı.
Can sandalyesine geriye yaslandı, parmaklarını başının arkasında kenetledi. Kaşları çatılmıştı ama dudaklarında düşünceli bir tebessüm belirmişti.
“Böyle düşününce… elbette çok haklısın,” dedi. Ardından başını hafifçe eğip Aslı’ya bakarak içten bir gülümsemeyle ekledi:
“Belki bir gün olur.”
Aslı omuzlarını silkti, ama gözlerini yere indirirken dudaklarındaki gülümseme yerinde kaldı.
Arda, masanın diğer ucunda ellerini hafifçe birbirine vurdu, keyifli bir havayla konuştu.
“Hadi biz kendi karmaşık eğitim sistemimize dönelim,” dedi alaycı bir gülümsemeyle. “Bugün ilk derste kim, nerede başlıyor?”
Azra ceketinin cebine uzandı, buruşmuş ders programını çıkardı. Kenarlarını düzeltti, gözlerini satır satır gezdirdi.
“İlk dersim Medeiros tarihi,” dedi sonunda, sesi düşüncelerini toparlamaya çalışır gibiydi. “Sonra Edebiyat. Son derste de İksir var. Bugün Doruk Bey’le dört saatim olacak yani ilk ve son dersim onunla. Bir de Ozan edebiyat için ödev vermişti… Toplum önünde konuşmam gerekecek.” Son cümle ağzından düşerken yüzü buruştu, gözleri yere kaydı.
Ebru kaşlarını hafifçe kaldırıp başını yana eğdi.
“Hiç boşluğun yok mu?” diye sordu, sesinde merakla birlikte hafif bir kaygı vardı.
Azra başını salladı. “Tarih’ten sonra bir saat, sonra Edebiyat’tan sonra bir saat boşum.”
Ece tebessüm ederek notlarını kontrol etti.
“Edebiyat’ta birlikteyiz,” dedi, Aslı’yla göz göze gelip başını onayla sallayarak.
Aslı da heyecanla atıldı. “Evet, biz de oradayız!”
Arda ders programına göz atıp düşünceli bir ifadeyle konuştu.
“Tarihte de benimle birliktesin. Sonrasında bir saat boşluğum olacak.”
Ebru, parmaklarıyla çantasının askısını düzelterek katıldı sohbete.
“Ben de ilk ders Tarih’teyim ama hemen ardından Sosyal Bilimler var. Bir saatlik boşluğum ancak sonrasında.”
Azra hafifçe gülümsedi, tüm planları kafasında oturtmaya çalışırken.
“O zaman şöyle yapalım,” dedi net bir sesle. “Tarih dersine Ebru ve Arda’yla, Edebiyat’a Ece ve Aslı’yla giriyorum. İksir dersi olan var mı başka?”
Can sandalyesinde biraz doğrulup omzunu silkti.
“İksire benimle gireceksin,” dedi dudakları kıvrılırken.
Arda defterine bir şeyler yazarken konuştu.
“Benim de son dersim İksir.”
Azra, başını kaldırıp tek tek yüzlere bakarak devam etti.
“İlk iki dersten sonra kimlerin boşluğu var?”
Ece ve Arda ellerini kaldırdı.
“Peki son iki saatten önce kimin boşluğu var?”
Bu kez Aslı ve Ebru ellerini kaldırdı.
Can, Ebru’ya kısa bir bakış fırlatarak konuştu.
“Üçüncü dersten sonra bir saat boşluğum var,” dedi, sesi alışıldık rahatlığı taşıyordu.
Ebru, gülümsedi ve başını eğdi.
“Benim de… O zaman birlikte yemek yeriz,” dedi, Can’a hafifçe göz kırparak.
Azra da başını Ece ve Arda’ya çevirerek konuştu.
“Biz de sizinle yeriz. Yemekhanede görüşürüz ilk ders sonunda. Sonra zaten Aslı’yla Edebiyat dersinde birlikteyiz.”
Ebru, son yudumunu aldıktan sonra ayağa kalktı.
“Tamam, herkes kahvaltısını ettiyse çıkalım,” dedi neşeyle.
Kalabalık bir enerjiyle kalktılar masadan. Sandalyeler cızırtılı bir sürtünmeyle geri çekilirken, mutfağın içi bir anlığına neşeyle doldu. Kiminin çantası omzundaydı, kimi hâlâ kıkırdıyordu bir önceki laf atışmasına. Kapıya yöneldiklerinde birbirlerinin adımlarına uyumlanmışlardı bile sanki uzun zamandır bu ritimde yürüyorlarmış gibi doğal, alışık ve yakın.
Kapının önünde tatlı bir sabah serinliği yüzlerine vurdu. Güneş, Medeiros’un efsunlu göğünde altın bir zarafetle yükseliyordu. Ağaçların arasından geçen taş döşeli yol, çimenlerin üzerine dökülen ışık huzmeleriyle benek benek olmuştu. Her adımlarında ayaklarının altında hafifçe kıtırdayan taşlar, bu dünyanın gerçekliğine dair bir yankı gibiydi.
Pembe çimenlerin arasında göz kırpan yabani çiçekler, sabahın ilk nemiyle titriyordu. Ağaçların arasından süzülen ışık huzmeleri arasında uçuşan incecik toz zerrecikleri görünmez bir tül gibi havada asılıydı. Kuşlar öyle melodik ötüyordu ki, sanki her biri farklı bir sınıfa haber veriyordu: "Başlıyor... Başlıyor..."
Yol boyunca başka öğrenciler de vardı; bazıları hızlı hızlı geçiyor, bazıları ise hâlâ uykulu gözlerle yürüyordu.
Azra, yanında yürüyen Ece’nin omzuna çarpmamak için biraz yana kaydı. Arkalarından hâlâ Ece ve Aslı'nın hafif takılmaları, gülüşmeleri geliyordu. Aralarında dolaşan bu sıcaklık, içindeki kaygıyı yatıştırıyordu. Her biriyle birlikte geçirdiği zaman, aklına dolan o karanlık düşüncelerin arasından bir pencere gibi açılıyordu.
Taş yolun sonu, geniş bir çimenliğe ulaşıyordu: okulun ana bahçesi. Yüksek, güçlü gövdeleriyle devasa ağaçlar gökyüzünü zarifçe tutuyordu sanki. Dalları sarkmış, yapraklar arasında kuşlar cıvıldıyordu. Bahçede yer yer dağılmış banklarda bazı öğrenciler kitap okuyor, bazıları sessizce sohbet ediyordu. Her şeyde bir huzur, ama aynı anda görünmeyen bir hareketlilik vardı sabahın ritüeline ait o düzenli koşuşturma.
Grup, yavaşça bahçenin içinden geçerken ayak sesleri toprağa karışıyordu. Havanın hafifçe tatlı bir çiçek kokusu taşıması Azra’nın burnuna iliştiğinde, onun da adımları yavaşladı. Sessizce içinden bir şeyin yerli yerine oturduğunu hissetti.
Taş döşeli yoldan ilerlerken, Azra Ece’ye yaklaştı. Ece omzunu hafifçe ona çarptı, sonra başını yana eğerek sordu:
“Artık her şeyi hatırlıyorsun değil mi?”
Azra gülümsedi, adımlarını onunla eşitledi. “Evet, her şeyi… en ince ayrıntısına kadar.”
Yanlarından başka öğrenciler geçiyordu. Bazıları ceketlerini omuzlarına savurmuş hızlı adımlarla yürürken, bazıları uykulu gözlerle çimenlerin kenarındaki banklara oturmuştu.
Ece göz ucuyla baktı Azra’ya. “En yakın dostun kim o zaman?”
Azra omzunu silkti, ağaçların gölgesine adım atarken yumuşak bir kahkaha bıraktı. “Hepinizin yeri ayrı, bir seçim yapamam.”
“Peki…” Ece sesini biraz alçaltıp kaşlarını kaldırdı. “Aslı, Ebru ve ben denize düşsek… önce kimi kurtarırsın?”
“Hiçbirinizi,” dedi Azra anında, hafifçe yan dönüp onu süzerken. “Çünkü muhtemelen Ebru hepinizi kurtarır. Ben de kenarda durup keyifle izlerim.”
Mor yapraklar başlarının üstünde hışırdarken Ece, Azra’ya kocaman gülümsedi. “Tamam. Geri dönmüşsün gerçekten. Hâlâ inanamıyorum.”
Azra başını eğip gülümsedi. “Bu çocukça sorularla beni test etmeye devam mı edeceksin?”
“Hayır,” dedi Ece, taşların üzerine düşen gölgeler arasında yürürken. “Bu tarz sorulardan hoşlanmadığını biliyorum.”
Azra kolunu onun omzuna attı. “Tam da en yakın dostumun bileceği gibi.”
Tam o sırada Aslı arkadan yaklaştı, Ece’nin saçının bir tutamını çekiştirdi. “Seni yine saçma sapan sorularla sıkıştırıyor değil mi?”
Ece kahkaha atarken elini hızla uzatıp Aslı’nın eline vurdu. Aslı ona dil çıkarırken, Azra ikisinin arasından sıyrılıp Ebru’nun koluna girdi.
Yüksek gövdeli ağaçların gölgesinde öğrenciler yer yer banklara yayılmış, kimi kitap okuyor, kimi kendi grubuyla fısıltılı sohbetlere dalmıştı. Bahçedeki hafif uğultu, sabahın uyanan sesi gibiydi.
“Gerçekten hiç büyümüyor bunlar,” dedi Ebru içini çekerken, çantasının kayışını omzunda düzeltti.
Azra, ona eğilerek gülümsedi. “İkisi en yakın dostların kendileri olduğunu ne zaman anlayacak acaba?”
Ebru, parıldayan taşların arasından uzanan çimenleri izlerken başını iki yana salladı. “Aslında biliyorlar ama inatlaşmayı seviyorlar. Seni de arada malzeme ediyorlar işte.”
Gruptan biraz ileride, Aslı yine Ece’nin saçını çekiştirdi. Sonra hızla dönüp Azra’ya seslendi: “Onunla küstüm. Bir daha onunla konuşma.”
Ebru kahkaha atarak başını geriye yasladı. “Birazdan barışırsınız.”
“Çok küstüm! Barışmayacağım bu sefer işte!” Aslı, kollarını göğsünde sıkıca bağladı ve dramatik bir ifadeyle gözlerini devirdi.
Azra, onun mimiklerine karşı koyamayarak güldü. “Sen kimseye çok küsemezsin Aslı.”
“Hıh! Görürsünüz barışmayacağım!”
O sırada Zümrüt Kapı’dan geçerlerken Ece aniden ayağını burkmuş gibi yana doğru sendeledi. Loş yeşil taşların üstünde bir an dengesini kaybetmiş gibi yapınca, Ebru ile Azra bakışıp hafifçe sırıttılar.
Aslı refleksle öne atıldı, kolundan tutarak destek oldu. “Ay, ne oldu? Acıyor mu? Gel koluma gir.”
“Çok acıyor,” dedi Ece, dudaklarını sarkıtarak yüzünü buruştururken.
Aslı panikledi. “Arda! Onu okula taşı, ayağını burktu. Revire götürelim!”
Zümrüt Salon’un geniş kubbeli tavanından yansıyan gün ışığı altında, Ebru ve Azra kahkahalarını tutmak için dudaklarını ısırdılar. Salonun her yanında öğrenciler grup grup ilerliyor, bazısı aceleyle dersliklerine yöneliyor, bazısı da salonun kenarına dizilmiş ilan panolarına göz atıyordu.
“Sadece numara yapıyor Aslı, yeme artık şunları,” dedi Arda, yanlarına yetişip sırıtınca.
Aslı gözlerini kocaman açıp Ece’ye döndü. “Kandırdın mı beni? Numara mı yaptın?”
Ece başını eğip suçlu bir gülümsemeyle mırıldandı. “Evet… Numara yaptım. Ayağım acımıyor... Kalbim acıyor sen bana küsünce.”
Ağaçlı Koridor'dan gelen öğrencilerin ayak sesleri bebekli süs havuzunun şırıltısına karışırken, Aslı kaşlarını çatıp nazlı nazlı konuştu: “O kadar çok mu seviyorsun beni?”
Ece koluna girip ona yaklaşırken göz kırptı. “Seviyorum tabii. Hem bir tanesin sen, okulda tek kızıl kıvırcıksın.”
Aslı hemen gülümsedi. “Tamam, izin veriyorum hadi öp beni barışalım.”
Ece onu kendine çekti, yanağına kocaman bir öpücük kondurdu. Aslı başka yanağını çevirdi. “Buradan da öp.”
Ece söylenerek diğer yanağını da öptü.
“Buradan,” dedi Aslı, bu kez burnunu işaret ederek.
Ece kahkahalar arasında burnuna da bir öpücük kondurduğunda, Azra ile Ebru kısa bir an duraksayıp birbirlerine baktılar. Gözlerinde aynı şey vardı: Annesiz büyümüş küçük bir kız çocuğu hâlâ… Eksik kalan yanını bizle tamamlamaya çalışıyor.
Hiçbir şey söylemeden ilerleyip ikisine birden sıkıca sarıldılar.
“Yeter ama mızıtma,” dedi Ebru, sesi yumuşak ama gözleri buğuluydu.
İnci Salona yaklaşırken Arda, asılı duran lambalardan birine başını çarpmaktan son anda kurtulup kollarını iki yana açtı. “Ben de istiyorum! Bana da sarılın!” Sonra birden çığlık atarak yana zıpladı. “Aptal hayalet! Sana demedim, bırak beni!”
Tüm grup gülerek asansörlere yöneldi. İçerisi sabah kalabalığıyla dolup taşmıştı. Öğrenciler omuz omuza durmuş, fısıltılarla birbirlerine günün ilk dedikodularını aktarıyordu.
Tam bu sırada, Arda kendini görünmez bir şeye karşı savunuyormuş gibi elleriyle etrafı ittiriyordu. Kaşları çatılmış, adeta bir kavgaya tutuşmuştu.
Ece, dudaklarının kenarında beliren muzır bir ifadeyle başını yana eğdi. “Güzel bir kızsa eğer,” dedi, sesi hem Arda’ya hem kahkahasını tutmaya çalışanlara yönelikti, “söyle de sana bir öpücük versin.”
Arda sarsılarak bağırdı, “Amca bırak yahu! Kemiklerim birbirine geçti, ne meraklıymışsın sarılmaya!”
Ebru, başını hafifçe geriye atıp kahkahasını bastırarak, “Kendin kaşındın ama, Arda,” dedi.
Arda, göğsünü siper eder gibi ellerini kaldırmış, görünmeyen biriyle cebelleşiyordu. “Şefkat mi istiyorsun? İsmi Şefkat olan biri var mı aranızda? Bu amca şefkat istiyor! Bıraksana be adam!”
Öğrenciler kahkahalarla gülmeye başlamış, bazıları fısıltı hâlinde Arda'yı izliyordu. İçlerinde meraklı bakışlarla Azra’ya yönelenler de vardı. Arda, son çare olarak ona dönüp yardım istedi.
Azra, yüzünde soğukkanlı bir ifadeyle bir adım öne çıktı. Kendisini zorlayan kahkahayı yutarak, önce gümüş haresi aydınlandı sonra Arda'nın gece mavisi haresiyle bulandı ışığı içeriden gelen fısıltılar eşliğinde. Arda’nın üzerine yapışmış olan kel kafalı, göbekli hayaleti fark etti. Mizahi bir görüntüsü vardı ama ciddi kalmaya çalıştı. Elini kaldırıp hayaletin sırtına iki kez vurdu.
“Arkadaşımı bırakır mısın lütfen?”
Hayalet hiç oralı olmadı. Hatta Arda’ya daha da sıkı sarıldı.
Azra, ensesinden tuttuğu gibi hayaleti sertçe geriye çekti. “Amma yapışkan çıktın be! Bırak çocuğu,” diyerek onu kapalı asansör kapısından dışarı doğru fırlattı. Hayalet bir buhar gibi kapının içinden geçerek gözden kayboldu.
Arda, gömleğini düzelterek derin bir nefes verdi. “Oh be... öyle sıkı sarıldı ki nefes alamıyordum.”
Kalabalık arasındaki öğrenciler hâlâ onlara bakıyor, fısıltılar artıyordu. Bazıları göz ucuyla Azra’yı inceliyor, bazıları da Arda’nın yüzündeki hafif teri fark etmişti.
Ebru, ellerini beline koyarak başını hafifçe sağa eğdi. “Herkes işine baksın, çenelerinizi kapatın.”
Onun tok sesi asansörde yankılandı. Fısıldaşmalar bir anda kesildi. Göz teması kesildi, yüzler başka yöne döndü.
Asansör ilk kez durduğunda, bir grup öğrenci kapıdan süzüldü. Aralarında Can da vardı. Ebru’ya eğilip yanağından öptü çocuklara bir "görüşürüz," mırıldandıktan sonra indi.
Sonraki durakta Aslı ve Ece hâlâ birbirlerinin saçına lafına karışarak “İyi dersler!” diye el sallayıp indiler. Asansör tekrar kapandı.
İki durak sonra, içerdekilerden bazıları daha indi. Azra, Ebru ve Arda kalabalıkla birlikte dışarı adım attı. Karşılarındaki büyük kapıdan geçerek girdikleri amfideki ses uğultusu giderek arttı. Tarih dersinin yapılacağı sınıfa yaklaştıkça, koridorun sonuna doğru dizilmiş öğrencilerin arasında ilerlediler.
Geniş taş basamaklı amfiye girdiklerinde, içerisi çoktan yarı yarıya dolmuştu. Mor kadife kaplı sıralar, yükselen düzenle salona yayılıyordu. Tavan boyunca dizilmiş ışıklar beyaz parıltılar yayıyor, her öğrenci kendi arkadaş grubunu bulmaya çalışıyordu. Konuşmalar birbirine karışıyor, ayakta bekleyen öğrenciler yer ararken içeri yeni gelenlere başlarıyla selam veriyordu.
Azra, boş bir sıraya yöneldiğinde içini çekti.
Amfide orta sıralarda yan yana oturdular. Mermer basamakların devamında yükselen kadife kaplı sıralar dolmaya başlamıştı. Öğrenciler yerleşirken kimi hâlâ birine el sallıyor, kimi de not sayfalarını aceleyle çıkarıyordu. Zümrüt çerçeveli pencerelerden süzülen sabah ışığı, sınıfın ortasına vuruyor; duvarlardaki altın varaklı çerçeveler hafifçe parlıyordu. İçerisi kocaman bir uğultu kutusuna dönmüştü.
Arda, oturur oturmaz başını sıraya koydu. Gözlerini kapatırken ağzından esneyen bir sesle mırıldandı.
“Ben biraz uyusam mı? Tarih, masal gibi geliyor bana.”
Ebru gözlerini devirerek çantasını kucağına aldı. “Hayır, uyuma. Sonra dersler hakkında en ufak bir fikrin olmuyor.”
Azra hafifçe güldü. “Uyursan Doruk seni kötü cezalandırır, biliyorsun. Sınıfın ortasında dansöz gibi kıvırmak istemezsin herhalde.”
Arda gözlerini açmadan sırıtıyordu. “Bir hap alırsam hayaletlerle birlikte güzel bir dans gösterisi yaparım size.”
Aralarında bastırılmış bir kahkaha yayılırken, amfinin büyük kapısı gıcırdayarak açıldı. Doruk, içeri hızlı adımlarla girdi. Öğrencilerden yayılan uğultu bir anda bastırıldı.
“Günaydın arkadaşlar.”
Kül rengi saçlarını ensesinde toplamıştı. Sarı gözleri, sınıfı tararken sanki tek tek herkesi tartıyordu. Onun bakışlarını hissedenler hemen önüne döndü, sessizlik kalın bir perde gibi sınıfı örttü.
“Evet arkadaşlar,” dedi tok sesiyle, “bugünkü konumuz: Vega’nın Ruh Avcılarından Kurtuluşu.”
O anlatmaya başladığında sınıfın ortasındaki hava değişti. Bazıları not defterini açtı, bazıları da sessizce kağıtları kıvırıp kenarlara itti. Azra, dersi daha önce almıştı ama gözlerini Doruk’tan ayırmıyor, cümlelerini dikkatle takip ediyordu. Havadaki toz zerrecikleri bile susmuş gibiydi.
“Canopus’a saldırıp yerle bir eden ruh avcıları sabaha karşı Başkent Vega’ya doğru hareket eder. Vega şehri kuşatma altına alındığında halk tamamen sokağa dökülür. Mücadele başlar. Cumhurbaşkanı Aziz Eroğlu halkı direnişe çağırır. Anterius’un Müdürü ve aynı zamanda Genelkurmay Başkanı Atabey göreve çağrılır. Tüm Anteres askerleri ve öğrenciler savaşın içine çekilir...”
Arka sıralarda biri kıpırdanınca küçük bir kağıt uçağın havada süzüldüğü görüldü. Doruk fark etti, ama görmezden geldi. Göz ucuyla o yöne bakınca uçak hızla yere düştü.
“Savaş büyüdükçe Karius’un o dönemki müdüresi ve bizim okulumuzun müdürü bazı öğrencilerle birlikte savaşa katılır. Seçilmişler, halkla omuz omuza mücadele ederken; bir başka grup öğretmen ve öğrenciler ise okulları savunmakla görevlendirilir.”
Sınıf neredeyse hipnotize olmuş gibiydi. Sessiz fısıltılarla not tutan birkaç öğrenci haricinde herkes ekranın kurulmasını bekliyordu. Doruk, kol saatine göz attıktan sonra devam etti:
“Şimdi bu savaşın, Karius öğrencileri tarafından hazırlanmış belgeselinin bir kısmını izleyeceğiz. Süremiz yetmezse bir sonraki derste devam ederiz.”
Karşılarındaki duvarda hologram projektör devreye girdi. Dev ekran aydınlandı. Görüntüler arasında patlayan kuleler, koşan askerler ve havaya savrulan mavi tozlar belirdi. Canopus’un düşüşü göz alıcı bir efektle canlandırılmıştı.
Arda yana eğilip Azra’ya göz kırptı. Parmağıyla ekranda Şehrazat’ı canlandıran kadını işaret etti.
“Esmere tav oluyorum.”
Ebru da bir yöne bakarak gülümsedi. “Atabey’i oynayan Anteres öğrencisi de çok yakışıklı.”
Azra gözlerini devirdi. “Dikkat et de Can duymasın.”
Ebru hafifçe kızardı. Gözlerini kaçırarak mırıldandı. “Can benim gözümde herkesten yakışıklı.”
Azra, onun yanaklarına yayılan pembeliği görünce içten bir tebessümle başını salladı. Ekrandaki görüntüler değişiyor, Vega’ya doğru ilerleyen ruh avcılarının gölgeleri uzuyordu. Tam savaşın eşiğine gelindiğinde ekran karardı.
Doruk dosyasını kapatarak ayağa kalktı.
“Evet arkadaşlar, bir sonraki derste kaldığımız yerden devam ederiz. Herkese iyi günler.”
Sınıftaki uğultu, dersin bittiğini haber verir gibi yeniden yükseldi. Ebru çantasını koluna takarak ayağa kalktı.
“Sosyal Bilimler’e geçiyorum, sonra görüşürüz,” dedi ve kapıya yöneldi.
Arda ve Azra, sıradan kalkıp kapıya doğru ilerlerken Ece'nin bulunduğu yemekhane tarafına dönmek üzere adımlarını hızlandırdılar. Dersin ağırlığı geride kalmıştı ama Doruk’un sesi, hâlâ kulaklarında yankılanıyordu.
Ece, ırmağın kenarındaki taş masada çoktan yerini almış, onları bekliyordu. Rüzgârın hafifçe kıpırdattığı ağaç yaprakları arasında süzülen gün ışığı, yüzüne dalgalı gölgeler düşürüyordu. Irmağın şırıltısı masaya kadar ulaşıyor, konuşmaları bastırmayacak kadar zarif bir fısıltıyla eşlik ediyordu.
Azra oturur oturmaz meyveli yoğurdunu alıp kapağını açtı. Kaşığını karıştırırken göz ucuyla Ece'nin tabağındaki renkli salataya baktı. Arda'nın önünde bir anda beliren köfte tabağına sevinçle uzanması, onun keyfini açıkça gösteriyordu.
Ece, çatalını dikkatlice tavuğuna batırırken başını hafifçe yana eğdi.
“Nasıl geçti ders?” diye sordu, gözlerini Azra’ya çevirerek.
Azra dudaklarını büküp iç geçirdi, yoğurduna gömülen kaşığıyla masaya hafifçe vurdu.
“Vega’nın kurtuluşu belgeselini izledik. En güzel yerinde ders bitti,” dedi, sesi hem şikâyetçi hem de biraz alıngandı.
Arda, çiğnemeyi bırakmadan bir gözünü kısıp hafifçe güldü.
“Daha önce izlemiştin zaten.”
Azra, başını ona çevirip kaşlarını kaldırdı.
“Sen de izlemiştin ama baykuş gibi bakıyordun ekrana,” dedi, alaycı bir tebessümle.
Arda, omuz silkti.
“Ben çok iyi hatırlamıyorum,” dedi yüzündeki sırıtış genişlerken.
“Tek gözün kapalı izlediysen demek ki,” diye mırıldandı Azra. “Ayrıca ben de çoğunu unutmuşum, bilgilerimi tazelemek istedim.”
Ece, çatalı arasındaki domatesi ağzına atmadan önce gülümsedi.
“Bayılıyorsun öğrenmeye.”
Azra gözlerini ona dikti, kaşları neredeyse görünmez bir şekilde kalktı.
“Senin benden farkın var sanki.”
Ece, bir anlık sessizlikten sonra teklifini sundu.
“O zaman yemekten sonra kütüphaneye gidelim mi? Biraz kitap okuruz.”
Azra başını hafifçe salladı.
“İyi olur. Bir sonraki dersim edebiyat. Ozan benden bir okuma ödevi istedi. Ne okuyacağıma karar veririm.”
Ece, eliyle dudak kenarına bulaşan limonlu sosu silerken ekledi:
“Ben de bir okuma yapacağım bugün.”
“Peki Aslı da bizimle girecek. Onun da var mı ödevi?” diye sordu Azra, tabaklarındaki son lokmalara göz gezdirirken.
“Evet, onun da var,” dedi Ece, kısa bir nefesle.
“Harika. Ne okuyacak biliyor musun? Aynı şeyi seçmeyelim.”
Ece, hafifçe omuz silkerek başını sağa sola salladı.
“Bilmiyorum ki.”
“Sen ne okuyacaksın peki? Pişti olmayalım,” dedi Azra, kaşığını yoğurt kabının dibine daldırarak.
“Söylemem,” dedi Ece, bir kaşını kaldırarak. “Hem olursak da iyi okuyan kazansın.”
“Gıcık,” diye homurdandı Azra. “Toplum içinde heyecanlanıp zorluk çektiğimi biliyorsun.”
Ece’nin gözleri kurnazca kısıldı.
“Tabii ki biliyorum. Ve ben bu konuda mükemmelim,” dedi, kelimeleri neredeyse dans edercesine.
Arda, çatalla tabağının son köftesini dürterken sesini yükseltti.
“Orada olup Azra’nın okurken kızardığını görmeyi çok isterdim,” dedi, gözlerinde yaramaz bir parıltıyla.
Azra gözlerini devirdi, ama gülümsedi.
“Bir sonraki hayalet sarılması olayında senin kızarışını da ben sabırla bekliyor olacağım,” dedi ve ona dilini çıkardı.
Arda bir elini göğsüne götürerek dramatik bir poz verdi.
“Kıyamazsın sen bana.”
“Görürsün,” dedi Azra, yoğurt kabını masadan uzaklaştırarak ayağa kalktı.
Yemek tabakları ortadan kaybolurken Azra çantasını omzuna astı. Sessiz bir şekilde ayağa kalktılar. Yemekhane kapısından çıkıp uzun koridora adım attılar. Arda önden yürürken, sırtına hafifçe yaslanmış bir rahatlıkla ellerini cebine atmıştı. Ece sessizce ilerliyor, adımlarını taş zemine dikkatlice basıyordu.
Asansörün içine girdiklerinde tavan ışıkları kısık, iç yüzey aynası pusluydu. İçerideki hava soğuk ve beklenmedik bir şekilde nemliydi. Azra, yukarı çıkarken içeriden gelen hafif mekanik titreşimleri dinledi. Parmakları çantasının askısında geziniyor, içinde bir kıpırtı dolaşıyordu.
Asansör durduğunda karşılarında açılan geniş taş koridor onları karşıladı. Kütüphaneye girer girmez ayaklarının altındaki taş zemin yankı yapmaya başladı. Duvarlara yaslanmış devasa rafların arasında asırlık bir sessizlik asılıydı. Havada eski kitapların tozlu kokusu, nemle karışmış biçimde ağır ağır dolanıyordu.
Azra başını kaldırıp yukarıdaki kubbeye baktı. Tavandaki uzun lambalar sönük bir ışıkla titriyor, gölgeler rafların aralarına sızıyordu. Sanki binlerce göz, sayfaların arasından onları izliyor gibiydi.
Arda, doğrudan çizgi romanların olduğu bölüme yürüyüp bir kitap aldı. Yakınlardaki bir koltuğa otururken çantasından kablosuz kulaklığını çıkardı ve kulağına yerleştirdi. Az sonra kulaklıktan taşan belli belirsiz bir müzik sesi çevreye yayıldı. Başını geriye yasladı, kitabı bir eliyle tutarken diğer eliyle sayfaları yavaşça çevirdi.
Ece, daha ağır adımlarla kitaplıklar arasında ilerledi. Parmaklarını kitap sırtlarında gezdirdi. Sayfaların arasına gömülmeden önce dikkatlice bir kitap seçti ve Arda’nın yanındaki koltuğa yerleşti. Ayaklarını altına topladı, saçlarını kulağının arkasına itip okumanın içine daldı.
Azra ise rafların arasında dolanıyordu. Ne okuyacağını bilemeden bir rafa, sonra diğerine uzandı. Parmakları kimi zaman bir cildin üst kapağında gezindi, kimi zaman sayfa kenarına ilişti. Zihninde kelimeler birbirine karışırken zaman geçip gidiyordu.
Sonunda gözleri bir tiyatro rafına takıldı. Kalbi bir an hızlandı. Shakespeare'in klasik ciltlerinden birine uzandı. Kitabı eline alırken parmaklarının altına pürüzlü kabartmalar değdi. Yavaşça sayfaları karıştırdı, gözleri satırların arasında kayarken tanıdık bir tirada denk geldi.
İçinde bir şey kıpırdadı.
Hamlet.
Kitabı masaya koydu. Çantasından çıkardığı defteri açtı, sayfanın ortasına düzgün bir el yazısıyla tiradı not etmeye başladı. Harfleri titizlikle şekillendirirken dış dünya giderek uzaklaştı. Kalem kağıtta kayarken sessizlik neredeyse işitilir hale geldi.
Notu tamamladıktan sonra defteri karşısına aldı ve okudu. Önce yavaşça, ardından biraz daha hızla. Dudakları kıpırdıyordu ama hiç ses çıkmıyordu. Gözleri kelimeleri yutuyor, tiradın melodisi zihninde yankılanıyordu.
Gözlerini bir kez daha satırlara dikti. Neredeyse ezberlemişti. Her cümle zihninin içinde dolanıyor, bir sahnedeymiş gibi içinden akıp geçiyordu.
Yan masada Ece hâlâ kitabına gömülmüştü. Kaşlarının arasındaki hafif çizgi onun hikâyeye ne kadar odaklandığını belli ediyordu. Arda'nın başı hafif yana kaymış, göz kapakları yarı aralıktı; kulaklığından sızan melodiler, sayfaların sessizliğine karışıyordu.
Azra gözlerini kitaptan ayırmadan derin bir nefes aldı. İçine dolan havada kitap tozu, taş nemi ve zamanın kokusu vardı.
Yarım saat su gibi geçmişti.
Ece kitabını kapatıp ayağa kalktı. Sessizce Azra’ya baktı. Azra da tiradı yavaşça defterin içine yerleştirip çantasına koydu.
Arda başını kaldırmadan onlara kısa bir bakış attı. O sırada Azra, göz ucuyla uzaktaki kristal kapıya takıldı. Üzerindeki “Sadece öğretmenler” yazısı loş ışıkta solgunca parlıyordu. İçinden geçen hafif bir merakla bakışlarını kaçırdı.
İkisi Arda'ya sessiz bir "görüşürüz" mırıldanıp kütüphanenin taş zemininde yankılanan sessiz adımlarla asansöre yöneldi. Kapı kapandığında ardında kalan kitap kokusu hâlâ burunlarındaydı.
Ece, yanağına düşen bir tutam saçı geriye atarak gülümsedi. “Ee, karar verdin mi ne okuyacağına?” diye sordu, sesinde merakla örtülü bir hafiflik vardı.
Azra, göz ucuyla ona doğru bakarken dudaklarında silik bir tebessüm belirdi. “Evet, verdim. Hamlet’ten bir tirad okuyacağım.”
Ece, başını hafifçe yana eğip kurnaz bir ifadeyle baktı. “Ben de bir tirad okuyacağım ama Hamlet’ten değil,” dedi, ardından göz kırparak geriye yaslandı.
Azra'nın bakışları kısa bir an düşünceye daldı. “Aslı ne okuyacak acaba?” diye sordu, sesi hem içten hem de biraz meraklıydı.
Ece, omuz silkip gözlerini asansörün uzak bir köşesine kaydırdı. “Bilmiyorum, belki bir sone okur o,” diye yanıtladı hafifçe kıkırdayarak.
Konferans salonuna geçtiklerinde, Aslı ön sıralardan birine oturmuş, gözlerini kapatmıştı. Dudakları kıpırdıyor, içinden kelimeleri tekrar ediyordu. Gerginliğini atmak istercesine küçük nefes alıp veriyor, tiradını zihninde canlandırıyordu.
Ece usulca yanına yaklaştı, gülümseyerek işaret parmağıyla Aslı’nın burnuna hafifçe dokundu.
Aslı birden gözlerini açıp başını kaldırdı. “Heh, geldiniz demek.” Dudaklarında yorgun ama sıcak bir gülümseme vardı. “Azra, çalışabildin mi? Ne okuyacaksın?” diye sordu, Azra’ya dönerek.
Azra, kütüphanede geçirdiği o yoğun dakikaları hatırladı. “Evet. Hamlet’ten bir tirad,” dedi, sesi artık daha net ve kararlıydı.
Aslı gözlerini bir an kapatıp başını salladı. “Ben de Kral Lear’dan bir bölüm okuyacağım,” dedi, kaşlarını ciddiyetle çatarken.
Azra gülümseyerek başını Ece’ye çevirdi. “Ece ne okuyacağını devlet sırrı gibi gizliyor,” dedi, alaycı bir ses tonuyla.
Ece hafifçe omuz silkti, gözlerini devirdi ama bir şey söylemedi.
Aslı, dudak kenarlarında oyunbaz bir gülümsemeyle “Aman canım, onu bilmeyecek ne var? Konu Shakespeare’se... uslanmaz romantik. Romeo ve Juliet okuyacaktır tabii ki,” dedi.
Ece alaycı ama sevgi dolu bir bakışla başını ona doğru eğdi. “Çok bilmiş,” diye mırıldandı, göz kırparken.
Tam o sırada Ozan içeri girdi. Elinde birkaç kâğıt vardı, gözlüğünü düzeltti ve sınıfın önüne geçti. “Hoş geldiniz arkadaşlar,” dedi tok bir sesle. “Konumuz Shakespeare ve eserleri. Bugün herkes Shakespeare’in eserlerinden birer bölüm okuyacak. Evet... ilk kim gelmek ister?”
Aslı hemen elini kaldırdı. “Bir an önce okuyayım da çıksın aradan,” diye fısıldadı yanındakilere.
Ozan başıyla onayladı. “Gel Aslı. Ne okuyacaksın?”
Aslı sahneye çıkarken derin bir nefes aldı. “Kral Lear’dan bir bölüm.”
Ozan, öğrencilerin dikkatini toplamak için ellerini hafifçe birbirine vurdu. “Evet, sessizlik! Seni dinliyoruz.”
Aslı gözlerini sahneye çevirdi. Omuzlarını dikleştirdi. Sesini ayarlayıp yürümeye başladı. Minicik bedeniyle sahneye çıktığında, içindeki fırtına dudaklarından dökülmeye başladı:
“Esin rüzgarlar, esin!
Yanaklarınız çatlayıncaya kadar üfürün! Kudurun! Esin! Seller, boşanın!
Kuleleri, tepelerindeki fırıldaklara kadar sulara gömün!”
Tüm salon sessizdi. Aslı’nın sesi yankılanırken, kelimeler havada titreşiyor, sahneye görünmez bir kudret yükleniyordu.
“Düşünce hızıyla bir an içinde çakıp sönen kükürtlü ateşler,
Meşeleri yaran yıldırımın öncüleri, alazlayın şu ak saçlı başımı!”
Aslı, tiradın sonunda derin bir nefes aldı. Gözleri hafifçe buğulanmıştı. Alkış yerine gelen sessizlik, performansın ağırlığını taşıyordu.
Ozan başını sallayarak gülümsedi. “Aferin Aslı. Kral Lear’ın öfkesini tamamen yansıttın bize. Oturabilirsin.”
Aslı sahneden indiğinde omuzlarındaki yük sanki bir anda hafiflemişti. Yanına oturduğunda başını arkalığa yasladı, rahat bir nefes verdi.
Ozan tekrar konuştu. “Evet, var mı başka gönüllü okumak isteyen?”
Ece elini kaldırdı. “Okuyayım bitsin,” dedi. Sesindeki gevşeklik sadece kılıftı; gözlerinde belli belirsiz bir heyecan vardı.
“Gel Ece. Ne okuyacaksın?”
“Romeo ve Juliet’ten bir tirad.”
Sahneye yürürken parmak uçlarında zarif bir adımla ilerledi. Kollarını iki yana açtı, durdu ve gözlerini araladı. Ses tonunu dikkatle ayarladı:
“...Öyle parlak bir ışık çağlayanı olurdu ki gözleri gökte,
Gece bitti sanarak kuşlar cıvıldaşırdı.
Bak, nasıl da dayamış yanağını eline!
Ah, eline giydiği eldiven olaydım da
Dokunaydım yanağına...”
Sözler salona yayıldı, bir an için zaman durmuş gibiydi. Ece, sanki Juliet’in kendisiydi. Tirad bitince, seyircilere hafifçe selam vererek yerine döndü.
Ozan, tatminle başını eğdi. “Aferin Ece. Güzel bir gösteri oldu. Oturabilirsin. Var mı başka gelmek isteyen?”
Arka sıralardan bir erkek öğrenci elini kaldırdı. Macbeth’ten bir tirad okudu. Bir başka kız, Ophelia’dan bir bölüm... Ardından bir erkek öğrenci 66. Sone’yi seslendirmeye başladı.
Aslı, Azra’ya eğilerek fısıldadı. “Bir an önce oku bitsin. Bekleyerek kaçamazsın. Son okuyan olursan herkesin aklında sadece seninki kalır. Hadi, Azra.”
Ece de göz kırparak ekledi. “Evet Azra, oku gitsin. Ortalarda oku ki kötü giderse akılda kalmasın.”
Azra, dudaklarını ısırdı. Kalbi, göğsünde sıkışmış gibi atıyordu. “Tamam,” dedi, derin bir nefes aldıktan sonra. “Bundan sonra ben okuyacağım.”
Ozan bakışlarını salon üzerinde gezdirdi. “Evet, sıradaki?”
Azra tereddütlü bir şekilde elini kaldırdı.
“Gel Azra. Ne okuyacaksın?”
“H-Hamlet’ten bir tirad,” dedi, sesi titreyerek.
“Tamam, hadi başla bakalım.”
Azra ağır adımlarla sahneye ilerledi. Ayak sesleri salonun boşluğunda yankılanırken, sahnedeki sandalyeye dikkatle yerleşti. Gözlerini kapattı. Nefesini kontrol altına almak istercesine kısa ve derin birkaç nefes aldı. Sesini zihninde ayarladı; kelimeler, içinden tekrar tekrar geçirdiği tiradın kıvrımlarında şekillenmeye başladı.
Sonra başını hafifçe kaldırdı, gözlerini hâlâ kapalı tutarak sahneye doğru konuşmaya başladı:
“Var olmak mı, yok olmak mı, bütün sorun bu!
Düşüncemizin katlanması mı güzel zalim kaderin yumruklarına, oklarına,
Yoksa diretip bela denizlerine karşı
Dur, yeter! demesi mi?
Ölmek, uyumak sadece! Düşünün ki uyumakla yalnız
Bitebilir bütün acıları yüreğin,
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun.
Uyumak... ama düş görebilirsin uykuda, o kötü!
Çünkü o ölüm uykularında,
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından,
Ne düşler görebilir insan... düşünmeli bunu...”
Her kelime sahnede yankılandıkça, loş ışık altında Azra'nın yüz hatları belirginleşti. Dudakları titrediğinde, bu sadece Hamlet'in değil, onun da içindeki savaşın bir yankısıydı. Göz kapakları, bir yük taşır gibi ağırdı. Son dizeyle birlikte sessizlik çöktü.
Yavaşça gözlerini açtığında, salonun kenarında oturan Ece ve Aslı ona gülümsüyordu. Aslı’nın bakışlarında gururla karışık bir rahatlama vardı; Ece'nin gözlerinde ise “Gördün mü, başardın” der gibi sıcak bir ifade.
Azra'nın kulaklarında hâlâ bir uğultu dolaşırken, Ozan'ın sesi bu sisin içinden süzülerek ulaştı ona.
“Aferin Azra,” dedi Ozan, gözlüğünü düzelterek. “Bize Hamlet'in çaresizce düşündüğü duyguları çok güzel aktardın. Ama bir dahaki sefere gözlerini açmayı dene, olur mu?”
Azra hafifçe başını eğdi, sesi düşük ama netti. “Tamam.”
“Yerine oturabilirsin.”
Ayaklarını yavaşça kaldırdı, adımları temkinliydi. Boş koltuğuna ilerleyip Aslı'nın yanına oturdu.
Aslı, kolunu uzatıp elini tuttu; parmakları Azra'nın bileğini nazikçe sardı. “Sesin biraz titredi ama yine de iyiydi. Zamanla çok daha iyi olacak, tamam mı?” dedi, gözlerinde yumuşak bir destekle.
Azra başını hafifçe salladı. Elini usulca Aslı’nınkinden çekti, minnetle karışık tebessümle karşılık verdi. “Teşekkür ederim.”
Bacakları hâlâ hafifçe titriyordu. Sırtını koltuğa yasladı, sahne korkusunun içinden nasıl çıkacağını düşünmeye başladı. Bu dünyanın kuralları farklıydı. Burada sahneye çıkmak kaçınılmazdı; bir şekilde alışmalıydı. Kötü olmak istemiyordu. Geride kalmak istemiyordu.
Öğrenciler sahneye sırayla çıkıyor, Shakespeare’in farklı eserlerinden bölümler okuyorlardı. Macbeth’in öfkesi, Ophelia’nın kırılganlığı, 66. Sone'nin umutsuzluğu... Her bir tirad, havada bir başka karakterin ruhuyla süzülüyordu.
Zaman ilerledikçe, Ozan defterine kısa notlar aldı. Son bir kez göz gezdirdi sınıfa ve ardından ayağa kalkarak konuşmaya başladı.
“Herkese teşekkürler arkadaşlar. Bir sonraki derste okumalara devam edeceğiz. Okumalar tamamlandığında herkes bir piyes sahneleyecek. Şimdiden çalışmalara başlayın. Kendi yazdığınız bir piyes de olabilir, yazılmış bir metin de. Ama unutmayın, hazır bir metin oynarsanız 80 puan üzerinden değerlendirileceksiniz.” Gözlüğünün üzerinden sınıfa baktı. “Haftaya görüşmek üzere.”
Sınıf yavaşça boşalırken, sandalyelerin sürtünme sesi aralarda yankılandı. Öğrenciler eşyalarını toplarken fısıldaşmalar salonu doldurdu.
Azra, çantasını omzuna alırken Aslı ve Ece’yle birlikte kapıya yöneldi. Asansöre doğru yürürken, koridor boyunca ayak sesleri yankılandı. Ece, saat kontrolü yaptıktan sonra yan dönüp ikisine döndü.
“Ben başka derse geçeceğim. Görüşürüz!” dedi, enerjik bir el sallayışla.
“Görüşürüz,” dediler Azra ve Aslı aynı anda.
Ece koridorun köşesinden kaybolurken, Azra ile Aslı yemekhaneye doğru yöneldi. Ebru’yla buluşacaklardı. Yavaş adımlarla ilerlerken, biraz önceki sahnenin ağırlığı hâlâ Azra’nın omuzlarında gezinmekteydi.
Ebru, ırmağın kenarındaki ahşap masada çoktan yerini almıştı. Dalgaların durgun dansı eşliğinde, elini suyun üzerinden geçiriyor, beklerken gözleri yoldan geçenleri izliyordu. Azra ve Aslı, yanına doğru yürürken adımları taş zeminde yankılandı.
Tam o sırada Aslı’nın elinde aniden bir tost belirdi. Kokusu bile havaya yayılmıştı. Tosttan kocaman bir ısırık aldı; ağzı doluyken gözlerini kıstı, suçüstü yakalanmış bir çocuk gibi bakıyordu.
Azra kaşlarını kaldırıp tebessüm etti. “Yemek yemedin mi sen?” diye sordu, sesi hem şaşkın hem eğlenceliydi.
Aslı ağzındakini yutmaya çalışarak, “Yedim aslında,” dedi, tosttan bir ısırık daha alırken. “Ama burası yemekhane... Görünce acıktım biraz.”
Azra gözlerini kısıp onun narin bedenine baktı. “Minicik kızsın... Bu kadar yemeği nereye sığıdırıyorsun?”
Aslı, gururla dikleşti. “Yediklerimin hepsi zekama gidiyor. Doyumsuz bir zekaya sahibim,” dedi, göz kırparak.
Azra, gülümseyerek Ebru’nun yanındaki sandalyeye yerleşti. “Acaba biraz kitapla mı doyursan o zekayı?” dedi, sesi iğneleyici değil, daha çok şakalaşır bir tondaydı.
Aslı çiğnemeye devam ederken omzunu silkti. “Kitaplar çok tatsız oluyor. Ben lezzetli şeyleri seviyorum.”
Ebru, masaya dirseklerini dayayıp merakla sordu. “E ama polisiye, cinayet romanlarını seviyorsun sen?”
Aslı, bir an durdu. Ardından küçük bir kahkaha attı ve tostun kalanını ağzına tıktı. “Evet, onları seviyorum!” dedi ağzı doluyken, sesi boğuk ama neşeliydi.
Azra bakışlarını onlarda gezdirip başını hafifçe yana eğdi. “O zaman kütüphaneye gidelim hadi,” dedi, gözlerinde hafif bir davet vardı.
Aslı yerinden kalkarken kollarını iki yana açtı, sesi meydan okur gibiydi. “Hayır, spor salonuna gidiyoruz. Bana bir yarış sözün vardı, gerçek bir yarış!”
Ebru da yerinden fırladı, avuçlarını birbirine çırptıktan sonra parmaklarını esnetti. “O zaman ben de varım,” dedi, gözleri ışıldıyordu.
Üçü birlikte yürüyerek asansöre doğru ilerlediler. Zemindeki taşların üzerinde yankılanan ayak sesleri, adeta yaklaşan bir maceranın habercisi gibiydi. Asansörün metal kapısı yavaşça açıldığında sessiz bir heyecan dalgası aralarına yayıldı.
Spor salonunun kapısından geçtiklerinde, Azra’nın karşısına uzanan kayak pistiyle donatılmış merkez açıldı. Gözleri büyüyerek manzarayı taradı. “Kayak mı yapsaydık?” diye sordu, dudaklarında hevesli bir istek vardı.
Aslı, yürürken başını geriye çevirip kaşlarını kaldırdı. “Onu sonra Arda ile yaparsın. Hadi, arabalara!”
Yarış pistine ulaştıklarında hepsi korumalı yarış tulumlarını giydi, kasklarını taktı. Kıyafetlerin içindeyken hareketleri daha sınırlıydı ama heyecanları bedenlerinden taşacak gibiydi.
Azra, yarış arabasına otururken elini dikiz aynasına uzattı, ince bir ayar yaptı. Sonra emniyet kemerini çekip klik sesiyle sabitledi. Direksiyonu kavrarken derin bir nefes aldı. El frenini çekip gözlerini ileriye dikti. Düdüğü bekliyordu.
Pisti tam hatırlamıyordu ama bir konuda emindi: Gerçek dünyada oyunlarda iyi olmasa da, araba kullanmakta üstüne tanımazdı.
Bir anda düdük çaldı.
Motorların homurtusu bir volkan gibi patladı. Azra gaza yüklendi. Aslı hemen yanından geçip öne fırladı. Azra kaşlarını çatıp ayağını biraz daha gaza bastı, arayı kapatmaya çalıştı. Aynı anda dikiz aynasında Ebru’nun farları belirdi. Yaklaşıyordu.
İlk viraja girdiklerinde Aslı biraz yavaşladı. Azra, o anı yakalayarak hızla onu solladı. Ama viraja fazla sert girdiği için arabanın kontrolünü anlık olarak kaybetti. Direksiyonu zorlayarak toparladı. Ebru, virajı başarıyla alıp hemen arkalarına geldi.
Kısa bir süre üçü de yanyana ilerledi. Motorların uğultusu kulaklarında yankılanıyor, adrenalin damarlarında dolaşıyordu. Önlerindeki keskin dönüşte Aslı tekrar atak yaptı, ikisini de sollayarak öne geçti.
Azra hızını artırdı. Önündeki hedefe kilitlenmiş gibiydi. Direksiyonun başında kaşları çatılıydı; her refleksi keskinleşmişti. Ebru hâlâ arkasındaydı. Viraj yaklaşırken, Azra tedbirli davranıp hızını düşürdü.
Bu fırsatı gören Ebru, aniden öne fırladı ve viraja hızlı bir giriş yaptı. Tekerlekler piste tutunurken hafif bir kayma yaşandı ama Ebru çabucak toparladı. Şimdi Aslı’nın peşindeydi.
Azra, virajı aldıktan sonra tekrar gaza yüklendi. Ebru’yu solundan geçerek Aslı’ya yaklaştı.
Azra, Aslı’nın hemen arkasındaydı. Pist bir süre dümdüz uzanıyordu; direksiyonu her kıpırdattığında Aslı ince bir manevrayla önünü kesiyor, geçmesine izin vermiyordu. Azra, sabırsızca direksiyonun üzerinde parmaklarını kıpırdattı, sonra iç geçirip ayağını gazdan biraz çekti. Aslı öne fırladı. Tam o anda Ebru, arkasından yetişip yanına sokuldu. Direksiyonuyla hafifçe Azra’nın aracına yönelip onu sıkıştırarak öne geçti.
Sert bir dönüşün ardından pist bir anlık genişledi. Azra tekrar gaza yüklendi. Önde Aslı ve Ebru yan yana ilerliyor, aralarındaki rekabet araçlarına da yansıyordu. Bitiş çizgisi yaklaşırken Azra aralarına girmeye çalıştı. Ama o sırada karşısına çok keskin bir viraj çıktı.
Aslı, hızını kesmeden viraja daldı. Ebru biraz daha temkinliydi ama kontrolü kaybedince aracı dengesizce yalpaladı. Azra, fırsatı kaçırmadı; arabasını hızla sağa çekip Ebru’yu solladı ve Aslı’nın hemen arkasına yerleşti. Ancak Aslı hâlâ geçilmesine izin vermiyordu. Aracının burnunu Azra’nınkine yanaştırıyor, onu dışa itmeye çalışıyordu.
Azra direksiyonu önce sola kırdı, Aslı hemen tepki verip onu kapattı. Bu kez ani bir hamleyle sağa kırdı ve Aslı’nın yanına geldi. Bir anlığına göz göze geldiler. Aslı kaskının içinden ona bakarak sağ elini yumruk yaptı, başparmağını yukarı kaldırdı, güzel hamle.
Azra gülümsedi ama o an Aslı elini ters çevirip gaza abandı. İki araç da vızıldayan motor sesleriyle pistte adeta dans ediyordu. Ebru geriden hızla yaklaşırken, Aslı direksiyonu bir kez daha Azra’nın üstüne kırdı. Azra refleksle yana kaçtı, ama Aslı tekrar üzerine sürdü. Sinsice, kurnazca gülümsüyordu; rakibini pist dışına atmaya niyetliydi.
Azra bu kez oyunu değiştirdi. Hızını bir anda düşürdü, Aslı şaşırıp önüne geçerken Azra gaza yüklendi ve arkasına yapıştı. Yaklaştı, neredeyse tamponuna değecekti ki Aslı ani bir manevrayla kenara kaçtı. Azra onu geçmeyi başardı.
Fakat sevinci uzun sürmedi. Aslı hemen peşine takıldı, direksiyonla sağa sola dalışlar yaparak Azra’yı hataya zorlamaya çalıştı. Azra ise gözünü pistin sonundaki çizgiye kilitlemişti. Tekerlekler zemini ısırırken son virajı aldı. Yan aynasında Aslı’nın gölgesi belirdi. Hemen yanına gelip aracını hafifçe Azra’nınkine sürdü. Araçlar birbirini iterken pist daraldı.
Aslı bir hamleyle hızlandı, burnunu Azra’nın aracının önüne geçirdi. Azra refleksle frene dokunmak zorunda kaldı. İkili neredeyse aynı anda, burun farkıyla bitiş çizgisini geçtiler. Kazanan anons edildiğinde, pistin yankısı Aslı’nın araç numarasıyla doldu. Birkaç saniye sonra Ebru da yetişti.
Araçlarından inip kasklarını çıkardılar. Yüzleri terden parlamış, gözlerinde yarışın adrenalini hâlâ titreşiyordu.
Aslı, saçlarını geriye doğru savurup Azra’ya baktı. “Çok iyi yarıştı,” dedi, ağzı kulaklarında, hâlâ nefes nefese. “Seninle kapışmayı çok seviyorum.”
Azra, terli alnını kaskının iç çerçevesiyle silerken iç çekti. “Ama yine sen kazandın.”
Aslı göz kırptı. “Ya ne olacaktı, beni geçebileceğini mi düşündün?”
“Bir sonraki sefere geçeceğim,” dedi Azra, sesi meydan okuyordu.
Aslı dilini çıkararak başını salladı. “Güzel hayal.”
Ebru ellerini beline koyup araya girdi. “Asıl ben geçeceğim bir sonraki sefere. Resmen paslanmışım, çok oldu yarışmayalı.”
Azra kolunu onun omzuna doladı, samimi bir gülümsemeyle, “Gayet iyiydin sen.”
Ebru göz devirdi. “Hadi oradan, pisti doğru düzgün hatırlamıyorsun ama sen bile beni geçtin.”
“Seni bile derken… Hafife mi alıyorsun yani yeteneklerimi?” dedi Azra, gözlerini kısıp oynayarak.
Aslı ellerini havaya kaldırarak araya girdi. “Tamam, tamam! Şampiyon belli. Bir sonraki yarışı hep birlikte yapalım.”
Azra başını kaldırıp gökyüzüne bakar gibi yaptı. “Bir dahakine kayak yapalım.”
“Tamam,” dedi Aslı, keyifli bir kahkaha atarak. “Arda çok sevinecek.”
Azra kol saatine göz gezdirip panikle gözlerini büyüttü. “Hadi derse gidelim! Geç kalmayalım, Doruk'la dersim var. Beni tek ayak üstünde zıplatsın istemem.”
Üçü birlikte pistten çıkıp asansöre yöneldiler. İçeri girerken Azra, “Çıkışta görüşürüz,” diyerek ilk katta indi.
Laboratuvar kapısından içeri adım attığında Doruk da hemen ardından geldi. Can ve Arda, ortalarındaki masayı onun için boş bırakmışlardı. Azra sessizce gülümseyerek yerini aldı. Yüzündeki teri silerken hâlâ kalp atışları hızla çarpıyordu ama bu defa yorgunluktan çok, yaşamın o kıymetli ritminden..
"Az kalsın gecikiyordun," dedi Can, Azra masaya oturur oturmaz.
Azra hafifçe gülümsedi. "Evet, spor salonunda yarıştaydık. Zaman nasıl geçti, anlamadım bile."
Arda'nın gözleri merakla parladı. "Kim kazandı?"
Tam o sırada Doruk’un sesi, laboratuvarın dört bir yanına soğuk bir komut gibi yayıldı. "Sessizlik! Bugün iyileştirici bir iksir yapacağız."
Azra, göz ucuyla Arda'ya dönüp fısıldadı. "Aslı."
Arda, dudaklarını bir sır gülümsemesiyle bükerken başını salladı. Ama o anda Doruk’un gözleri ona saplandı.
"Komik bir şey mi var Arda? Bize de anlat, biz de gülelim."
Sınıfın dikkati Arda'ya çevrildiğinde o, gayet ciddi bir ifadeyle konuştu:
"Peki, yanımda duran yaşlı bir hayalet teyze var. Saçlarınız gri olduğu için sizi kendine yakın bir yaşta sanıyor. Fiziksel olarak güçlü görünüyormuşsunuz, bu da çok hoşuna gitmiş. Uygun bir zamanda sizinle bir gece geçirmek istiyor."
Sınıfta bir anda kahkahalar patladı. Bazı öğrenciler kendilerini tutamayıp sandalyelerinde geriye doğru yaslandılar. Ancak Doruk’un yüzü tek bir kas dahi kıpırdamadan sabit kaldı.
"Yaşlı hanımefendiye ilgisi için teşekkürler. Şimdi dersimize dönelim."
O anda her öğrencinin önünde ince kağıtlar belirdi. Doruk’un sesi tekrar duyuldu: "Malzemeler listede yazıyor. Ders sonunda değerlendirme yapacağım. Başlayabilirsiniz."
Can, masasının üstündeki sepeti kavrayıp bitkilerin bulunduğu bölüme yöneldi. Azra hemen ardından yürüdü, kağıdı bir elinde sımsıkı tutarak.
"Can," dedi alçak bir sesle. "Bitkiler konusunda bana yardım et. Hangisi nedir hiçbir fikrim yok."
Can, sepete birkaç yapraklı bitki atarken başını çevirmeden konuştu. "Aldıklarımın aynısını al."
O sırada Arda onlara uzaktan el işareti yaptı, sonra da sıvıların olduğu dolaba yöneldi. Sepetine birkaç küçük şişe yerleştirdi. Geri dönerken aldığı sıvıları arkadaşlarıyla paylaştı, Azra ve Can da bitkileri ona verdi. Sessizce ve alışmış bir uyumla çalışıyorlardı.
Masaya yerleştiklerinde gözlüklerini ve eldivenlerini takıp ocaklarını yaktılar. Azra, bir yandan Can ve Arda’nın hareketlerini dikkatle izliyor, diğer yandan kağıttaki talimatları çözmeye çalışıyordu. Kağıt üzerindeki yazılar, ona antik bir alfabe gibi geliyordu.
"Arda," dedi fısıltıyla. "Hangisi hangi bitki, biliyor musun sen?"
Arda, burnuna çektiği kokuyu tanıyarak küçük yeşil bir dalı Azra’ya gösterdi. "Şu çama benzeyen, güzel kokulu şey... biberiye."
Tam o sırada Doruk, sessizliğin içinden sinsi bir kedi gibi seslendi.
"Azra, bir sorun mu var?"
Azra gözlüğünün üzerinden ona baktı, duraksamadan konuştu. "Evet Doruk, var. Daha önce hiç şifalı bitkiler dersi almadım. Bu bitkiler hakkında hiçbir fikrim yok. O yüzden iksiri yapmakta zorlanıyorum."
Doruk birkaç saniye sessiz kaldı, sonra başını hafifçe eğerek konuştu. "Anlıyorum. Tamam, bu seferlik Arda ve Can sana yardım etsin. Sen de en kısa zamanda kütüphanenin Botanik bölümüne uğra, özellikle bitkiler kısmına."
"Tamam, teşekkür ederim," dedi Azra içten bir sesle. Rahatlamıştı.
Üçlü, küçük cam tüplerin başına geçti. Karışımlar hazırladılar, sıvıları damıttılar, ölçtüler. Dersin sonunda tüplerde üç farklı ton belirdi: Can’ın iksiri açık mavi, Azra’nınki daha doygun bir mavi, Arda’nınki ise lacivertti.
Azra kaşlarını çattı, tüpünü ışığa tuttu. "Eee? Neden hepsi farklı oldu şimdi?"
Can omuz silkti. "Ben de anlamadım."
Arda ise gözlüğünü düzelterek kafasını Doruk’a çevirdi. "Doruk, bu sıvının tam olarak ne renk olması gerekiyordu?"
Doruk, gözlerini defterinden kaldırmadan cevap verdi:
"Bitirdiniz mi? Geliyorum."
Doruk yanlarına gelip üç farklı renkteki sıvıyı dikkatle inceledi. Kaşları hafif çatılmıştı. İlk olarak Can’ın tüpünü aldı, şişeyi ışığa tutup içindeki sıvının kıvamına baktı, ardından dudaklarını hafif bükerek kokladı.
"Can, sen bunu fazla kaynatmışsın. O yüzden etkisini yitirmiş."
Sesi yumuşaktı ama kesinlik taşıyordu. Ardından Azra’nın tüpüne uzandı. Camın içindeki mavi sıvı dikkatini çekmişti. Aynı şekilde ona da yakından baktı, ardından sıvıyı kokladı.
"Azra, sen de biraz yüksek ısıda çalışmışsın ama… ilk deneme için fena değil."
Azra, içinde ince bir gurur ve rahatlama karışımı bir sıcaklık hissetti. Doruk’un bakışları bu kez Arda’ya çevrildi. Tüpü eline aldığında ifadesi hafif değişti, içten bir merakla cebinden küçük, keskin bir bıçak çıkardı. Ne yaptığını anlayamayan öğrenciler, nefeslerini tutmuş halde onu izliyordu.
Doruk avucunun içine tek bir hareketle ince bir çizik attı. Kan henüz parmak boğumlarına ulaşmadan, Arda’nın iksirinden birkaç damla damlattı üzerine. Çizik neredeyse anında kapanıverdi. Sınıfın tamamı şaşkın bir sessizliğe gömülürken Doruk’un yüzünde ilk kez gerçek bir tebessüm belirdi.
"Bravo Arda," dedi gülümseyerek. "Mükemmel olmuş. Aferin sana."
Bütün sınıfın bakışları Arda’ya çevrildiğinde, o yanaklarına yayılan hafif bir kızarıklık ve kocaman, çocuksu bir gülümsemeyle karşıladı iltifatı.
"Teşekkür ederim, Doruk," dedi sesi alçak ama gururla doluydu.
Doruk başını hafifçe sallayarak konuşmaya devam etti. "Daha zamanınız var, yetiştirebilirsiniz. Bence baştan başlayın. Arda, sen çıkabilirsin."
Tüpü eline alıp dolaba yönelirken, Arda bir anda hareketlendi. Şişede kalan iksiri ikiye bölüp hızla Azra ve Can’ın tüplerine paylaştırdı, ikisine de göz kırparak uzattı. Azra ve Can, şaşkın ama minnettar bir ifadeyle tüpleri alıp sıvıları sepetin içindeki sıvıların yanına bıraktılar.
Doruk, dolaba yürüyen Arda’nın arkasından eliyle bir “tamamdır, çıkabilirsin” işareti yaptı. O anda masadaki tüpler ve beherler, hiç kullanılmamış gibi pırıl pırıl bir hale geldi.
"Çık Arda. Tekrar, aferin."
"Hoşça kalın!" dedi Arda, sınıf arkadaşlarına göz kırparak dışarı çıkarken.
Azra ve Can birbirlerine bakıp hafifçe gülümsediler. Ardından ellerindeki bitkileri yeniden düzenleyip bu kez daha düşük ısıda çalışmaya başladılar. Ocakların altındaki alev sanki fısıltıyla yanıyordu artık. Kimyasal kokular arasında dikkatle ölçtüler, karıştırdılar, süzdüler. Dersin bitimine yalnızca iki dakika kala, yeni karışımı tüplere doldurmayı başardılar.
Bu sefer sıvı su gibiydi, göz göze gelip yüzlerini buruşturdular. Tüpleri yok edip masayı toparlarken derin bir nefes aldılar.
Doruk, sınıfa son bir kez seslendi:
"Evet arkadaşlar, herkes yaptığı iksiri üzerine ismini yazarak masama bıraksın. Sonuçları İnci Salonu'ndaki duyuru panosundan takip edebilirsiniz. Bir sonraki derste görüşmek üzere."
Can’la birlikte, Arda’nın verdiği tüpleri alıp üzerlerine isimlerini özenle yazdılar. Kağıt, camın üzerinde hafifçe kıvrıldı. Tüpleri masaya bıraktıktan sonra sessizce sınıftan çıktılar.
Dışarıda onları serin ve berrak bir akşam karşıladı. Evlerine dönmek üzere yola koyuldular.
Koridorun taş duvarları boyunca yankılanan ayak seslerine, içeriden gelen hafif uğultular eşlik ediyordu. İnci Salon’un yüksek tavanları akşam ışığını kızıl kadife gibi yumuşatarak süzüyor, ortamda sürekli bir loşluk hâkim oluyordu. Azra, Can’ın yanında yürürken, göz ucuyla onun dudaklarını kemirdiğini fark etti.
Can, başını hafif eğerek, fısıltıyla konuştu:
“Umarım anlamaz…”
Azra, kısık bir gülümsemeyle başını ona çevirip kaşlarını kaldırdı.
“Nereden anlayacak? Sonuçta sadece bir iksir... Bitkilere göz atmam lazım.”
Can, omuzlarını hafifçe silkti, bakışlarını kaçırarak duvara yöneltti.
“Ebru’dan yardım al istersen.”
Azra, gözlerini kısarak adımlarını yavaşlattı.
“Bana diyene bak. Senin de yardıma ihtiyacın var.”
Can, bir an başını salladı, sonra omuzlarını kasarak iç çekti.
“Bitkileri tanıyorum ama iksir işi hâlâ elimde patlıyor. Arda ya da Ebru bu konuda iyi. Arda ile çalışırım.”
Azra, başını yana yatırarak ona sıcak ama alttan alta plan yapar gibi bir bakış attı.
“Hep birlikte çalışsak güzel olur.”
O sırada geniş salonun girişinde Ebru belirdi. Gözleri hemen Azra’yı buldu; ardından Can’a yaklaşıp dudaklarının ucuyla onu öptü, sonra tekrar Azra’ya döndü.
“Azra, Sare’ye çıkalım. Ders programı için konuşmamız lazım.”
Bakışları tekrar Can’a döndü.
“Canım, sen eve git. İşim bitince gelirim, birlikte yeriz bir şeyler.”
Can, başını sallayıp gülümsedi.
“Tamam güzelim. Görüşürüz.”
Dönüp ağır adımlarla Zümrüt Salon’a doğru uzaklaşırken bakışları bir an Azra’ya da kaydı, sonra yok oldu köşe arkasında.
Azra ve Ebru sessizce asansöre yönelip binerken, metal kapı kapanmadan önce Ebru bir kaşını kaldırarak sorusunu sordu.
“Nasıl geçti iksir dersi?”
Azra, yüzünü buruşturdu, gözlerini tavana kaldırdı.
“Berbat. Bitkiler hakkında hiçbir fikrim yok. Arda’nın iksirini teslim ettik. İkimiz de.”
Ebru, iç geçirip başını yana eğdi.
“Can da mı?”
Azra, dudaklarını sıktı.
“Evet. Beni biraz çalıştırman gerekecek.”
Ebru, yüzünde eğlenceli bir tebessümle başını salladı.
“Ne zaman istersen.”
Azra, içini çekti.
“Zaten kütüphanede çalışmayı planlıyordum. Ama seninle birlikte olursa daha hızlı öğrenirim.”
Ebru, hafifçe kıkırdayarak çantasından bir dosya çıkardı.
“Ah, hazır yeri gelmişken… Bizim için bir ders programı hazırladım. Artık tüm derslere birlikte gireceğiz, eskisi gibi. Tabii Sare’nin onaylaması lazım.”
Azra, gülümsedi, gözlerinde geçmişin sıcak bir kıvılcımı belirdi.
“Onaylar merak etme.”
Ebru, dudaklarını birbirine bastırdı, sonra Azra’ya yan gözle baktı.
“Eskiden onun göz bebeğiydin ama... biliyorsun, son karşılaşmanız… biraz sertti.”
Azra, hafifçe başını sallayıp gülümsedi.
“Biliyorum.”
Bir an duraksayıp, göz kırptı.
“Sen bana bırak.”
Asansör yavaşlayarak durdu. Açılan metal kapıların ardında, Sare’nin odasının ağır taş kapısı onları bekliyordu. Derin, bastırılmış bir enerji kapının ötesinden sızıyor gibiydi.
İçeri girdiklerinde, kapı arkalarından sessizce kapandı. Odada yakılmış koyu mor mumlar titreşiyor, kitaplarla dolu raflar yarı karanlıkta sessizce bekliyordu. Büyük pencerenin önünde, Sare kristal kalemini parmakları arasında döndürüyordu.
Sare, başını çevirip onları gördüğünde gözleri kısılmıştı. Sesi tüy gibi hafif ama içeriği çelik gibiydi:
“Merhaba kızlar. Hayırdır?”
Azra, bir adım geride dururken Ebru konuşmaya başladı. Her zamanki sakinliği, bu kez biraz daha dikkatliydi. Ebru, zarifçe öne çıktı.
“Müdüre Hanım, Azra yeteneğini buldu. Artık tüm derslere katılabilir. Ona uygun bir program hazırladım. Kontrol edip onaylar mısınız?”
Sare, gözlerini yavaşça Azra’ya çevirdi. Keskin bakışları Azra’nın üzerinde sabitlendi.
“Öyle mi? Yetin nedir çocuk?”
Azra, bir an duraksadı. Gözlerini Sare’nin gözlerinden ayırmadan, çenesini hafifçe kaldırarak konuştu.
“Ben bir iletkenim, Müdüre Hanım. Müsaade ederseniz, gösterebilirim.”
Sare, başını hafifçe eğerek onay verdi. Azra, Ebru’ya bir göz attı Ebru onu başıyla onayladı. Azra kısacık bir an gümüş bir hare ile aydınlandı ve hemen Ebru'nun yeşil haresi ile karıştı. Sare o sırada masasına yerleşiyordu. Azra gözlerini odadaki küçük bir kaktüse dikti. Bitki, görünmez bir esintiyle sarsılır gibi oldu, ardından yaprakları genişlemeye başladı. Renkli çiçekler bir anda patlarcasına açıldı.
Sare, gözlerini kısmıştı. Eliyle “yeter” anlamında bir hareket yaptı.
Sare, sesi daha da ciddi bir tona büründü.
“Bir doğacı olmadığın nereden belli?”
Azra, gözlerini yere indirmedi, adım adım öne çıkarak konuştu:
“Çok haklısınız. Müsaade ederseniz sizin gücünüzü de kullanayım.”
Sare, dudaklarının ucuyla belli belirsiz bir onay verdi. Anında, odada koyu bir titreşim yayıldı. Azra’nın hala yeşil parlayan haresine bulanan siyah parıltı yayıldı genişledi, bir anda onu tamamen yuttu. Gözleri yok oldu, sesi yok oldu Azra artık görünmüyordu.
Sare, dudaklarını kıpırdatmadan mırıldandı:
“Etkileyici. Uzun zamandır bir iletkenle karşılaşmamıştım.”
Azra yeniden belirdiğinde nefesi biraz hızlıydı ama yüzündeki ifade kontrollüydü. Sare, yerinden kalkmadan eliyle oturmalarını işaret etti. Koltuklara geçerken Ebru, ders programını dikkatlice uzattı.
“Hazırladığım program bu. Kontrol eder misiniz?”
Sare, bir an bakar gibi yaptı ama dosyayı doğrudan imzaladı. Sonra başını kaldırmadan konuştu.
Sare:
“Başka var mı?”
Ebru, çantasından diğer belgeleri çıkarırken göz ucuyla Azra’ya baktı.
“Ben dâhil birkaç öğrenci daha program değişikliği talep etti. Hepsi burada.”
Sare, belgeleri aldı. Göz ucuyla Ebru’ya baktı.
“Neden programını değiştirmek istiyorsun?”
Ebru, duraksadı, sonra kendini toparladı.
“Bazı dersler ve görev dağılımları çakışıyor. Ayarlamakta zorlanıyorum.”
Sare birkaç saniye düşündü. Ardından hiçbirine bakmadan hepsini imzaladı.
“Anlıyorum.”
Oda, yeniden sessizliğe büründü. Azra, Sare’nin gözlerinin üzerinde tekrar durduğunu hissediyordu. Ama bu kez bakışlar daha yumuşaktı ya da yalnızca daha temkinli.
Azra derin bir nefes aldı. Odanın sessizliği, Sare’nin gözlerinden taşan soğuklukla birleşince, kelimeler dilinde daha dikkatli, daha yumuşak şekillendi.
“Müdüre Hanım…” dedi, başını hafifçe öne eğerek, “geçen görüşmemizde size saygısızlık ettim. O zaman henüz yeni uyanmıştım, ilaçların etkisindeydim. Zihnim bulanıktı. Lütfen… affedin beni. Ne sormak isterseniz, dürüstçe cevaplayabilirim.”
Sare başını kaldırmadan gözlerini ona çevirdi. Sert, delip geçen bakışları Azra'nın üzerinde birkaç saniye boyunca sabitlendi. Azra, tek bir refleksle bile geri çekilmedi; gözlerini kaçırmadan, sabırla karşılık verdi.
Sare'nin ince dudaklarının kenarında belli belirsiz bir kıpırtı oluştu. Tuhaf bir gülümsemeyle, başını çok hafifçe yana eğdi.
“Bilgiler elime ulaştı,” dedi. Sesi, ne soğuktu ne sıcak. Ölçülü, kararlı. “Özrün kabul edildi. Çıkabilirsiniz.”
Azra başını saygıyla eğdi. “İyi akşamlar.”
Kapıdan çıktıklarında sessizlik, asansörün metalik tıkırtılarına kadar bozulmadı. Ebru da Azra gibi içine kapanmıştı. Ancak İnci Salonu'na indiklerinde, sessizlik buhar gibi dağıldı.
Ebru koluna girdi Azra’nın, gözlerinde çocuksu bir heyecan vardı, “Artık derslere hep birlikte mi gireceğiz? Eski günlerdeki gibi?”
Azra’nın yüzüne yorgun ama içten bir tebessüm yayıldı. “Evet… çok eğlenceli olacak.”
Ebru çantasından bir kâğıt çıkardı, kıvrılmış kenarlarını düzelterek uzattı. “Ders programı. Artık resmileşti.”
Azra göz gezdirirken sorar gibi baktı. “Can’ın yanına mı gidiyorsun?”
Ebru, biraz mahcup bir şekilde gülümsedi. “Evet. Birlikte yemek yiyeceğiz.”
Azra, hafif bir baş hareketiyle onayladı. “Tamam o zaman… yarın akşam hep birlikte pijama partisi yapalım, ben de olur mu?”
Ebru’nun gözleri parladı. “Süper olur! Özlemişim. Kahvaltıya da bize gelin.”
“Olur.”
Bir anlık sessizlikte Ebru sordu:
“Sen ne yapacaksın bu akşam?”
Azra, saçlarını geriye atarak düşünceli bir ifadeyle yanıtladı:
“Önce eve uğrayacağım. Sonra biraz rahat bir şeyler giyip Ece’yle satranç oynarım diye düşündüm.”
Ebru kahkaha attı, gözlerinde muzır bir parıltı belirdi. “Aslı’yı Arda’ya postalarsan iyi olur, yoksa rahat vermez sana. Biliyorsun.”
Azra güldü. “Doğru diyorsun. Giderken Arda’ya söyleyeyim. Bu arada… ders programlarını ver, bu akşam iletirim onlara.”
Ebru birkaç katlanmış kâğıdı çantasından çıkarıp ona uzattı. “Al bakalım.”
Can’ın evine geldiklerinde Ebru bir an duraksadı. Azra’ya yaklaşıp yanağına küçük bir öpücük kondurdu.
“Yarın görüşürüz. Kahvaltıda.”
Azra ona sırıtarak göz kırptı. “Romantik geceleriniz olsun.”
Ebru'nun yüzü tatlı bir pembelikle kaplandı. Başını eğerek hafifçe gülümsedi ve Can’ın evine yöneldi. Azra ise yürümeye devam etti.
Yolun kıyısında, verandada sarı ışıklarla aydınlanmış bir evin masasında iki siluet belirdiğinde içi ısındı. Arda ve Aslı'nın evinin önü ise sessizdi; demek ki onlar dışarıdaydı. Azra kendi evine geldiğinde verandadaki masada Arda, Ece veAslı'nın onu beklediğini gördü.
Ece, çatalıyla tabağındaki zeytini dürterken başını kaldırdı.
“Birlikte yeriz diye düşündük.”
Aslı’nın yüzü neşeyle parlıyordu. “Sürpriz!”
Azra gülümsedi, saçlarının arkasına attı.
“İyi yapmışsınız. Ben üstümü değiştireyim... Bu arada…” dedi masaya birkaç kağıt bırakırken, “yeni ders programları da burada.”
Azra, odasının loş ışığında gardırobun kapağını açtı. Sert geçen günün ardından, kendini en iyi tanıdığı kıyafetlerin konforuna teslim etti. Gri bir eşofman altı ve kırmızı pamuklu bir tişört seçti. Ayaklarına yumuşak ev terliklerini geçirip aynada kendine kısa bir göz attıktan sonra iç geçirdi. Bir nebze rahatlama…
Salonun dışından gelen kahkahalar verandaya taşmıştı. Camın ardından Ece’nin başını yana atarak güldüğünü, Aslı’nın sandalyede bacaklarını salladığını ve Arda’nın çatalıyla tabakta tur attığını görebiliyordu. Alaycı bir tebessümle seslendi:
“Gelsenize içeri, davet mi bekliyorsunuz?”
Ece başını çevirip göz ucuyla baktı, sonra sırıttı.
“Burada yiyelim. Hava güzel.”
“Tamam, ellerimi yıkayıp geliyorum. Benim için biraz ev yemeği ayarlarsanız süper olur.”
“Hallederiz.” dedi Ece, omzunun üzerinden bakıp göz kırparak.
Azra banyoya geçip yüzünü soğuk suyla yıkadı. Göz kapakları aralanırken, yorgunluk yerine yeni bir huzur yerleşti bakışlarına. Ellerini kurulayıp verandaya döndüğünde sandalyesi çoktan hazırlanmıştı.
Aslı çoktan fastfood kutusunu yarılamıştı bile; hamburgerin ketçabı dudaklarına bulaşmış, umursamadan yemeye devam ediyordu. Arda’nın önünde buharlı bir tabakta ev yemeği vardı; pirinç pilavı ve et yemeği, titizlikle hazırlanmıştı. Ece, peynirli salatasından ufak lokmalar alıyor, çatalın ucuyla yeşillikleri çeviriyordu. Azra, usulca sandalyeye oturdu ve bir kaşık alıp yemeğe başladı.
Aslı yine yanaklarını sincap gibi yemekle doldurarak konuştu, sesi sevinçle patladı.
“Bugün nasıl yendim ama sizi!”
Azra çatalını kaldırırken başını yana eğip baktı.
“Evet, ama az daha yeniliyordun. Az kalsın.”
Aslı gözlerini devirdi, kıkırdadı.
“Hâlâ dişli bir rakipsin. Yemekten sonra bir daha yapalım mı? Hep birlikte?”
Azra çatalını tabağa bıraktı, gözlerini Ece’ye çevirdi.
“Hayır. Ece’ye satranç sözü verdim. Onu tutacağım. Siz Arda’yla yarışın.”
Aslı suratını astı, dudaklarını büzerek Arda’ya döndü.
“Öf, yine mi satranç… Arda birlikte yarışalım mı o zaman?”
Arda gülümsedi, omuzlarını gevşetti.
“Araba yarışı olmaz ama… at yarışına ne dersin?”
Aslı düşünür gibi yaptı, sonra başını salladı.
“Şöyle yapalım: bir senden, bir benden. Önce at yarışı, sonra oyun salonundaki makinelerde yarış. Anlaştık mı?”
“Anlaştık.” dedi Arda, hafifçe yumruğunu uzatarak.
Ece başını geriye yaslayıp bir iç çekti.
“Biz de rahat rahat oynarız. Aslı tepemizde vızıldamadan.”
“Hıh!” diye çıkıştı Aslı, ellerini iki yana açarak.
“Çok sıkıcı ya! Ne anlıyorsunuz o tahta parçasından?”
Azra gözlerini kıstı, yüzünde sabırlı bir gülümseme belirdi.
“Sıkıcı değil. Öğrensen çok seversin.”
Aslı omzunu silkti.
“Biraz çalıştım ama hâlâ anlamıyorum. Ece de öğretmek yerine beni yenmeye odaklanıyor.”
Ece çatalını bırakıp ona dil çıkardı, Aslı karşılık vermeye hazırlanırken Azra, Aslı’nın suratına yumuşak bir ifadeyle baktı.
“Ben öğretirim, tamam mı?”
Aslı’nın gözleri parladı.
“Tamam!” dedi çocukça bir sevinçle.
Azra masada bıraktığı gibi duran kağıtları işaret etti.
“Bu arada… ders programına baktınız mı?”
Ece kaşlarını çattı.
“Hayır. Neden?”
“Bir bakın.” dedi Azra, tabakları yavaşça yok olurken. Herkesin önünde kupalarda sıcak çaylar belirdi.
Arda sandalyede yayılmış, parmaklarıyla masanın kenarını tıklatarak içini çekti. “Yarın ilk dersim dövüş sanatları... Sonra sosyal bilimler, üstüne bir de yeti geliştirme.” Sesi adeta sabah alarmı gibi karamsar çaldı odada.
Aslı dudaklarını büzdü. “Benim de...” dedi, iç geçiren bir sesle.
Ece onlara bir bakış attı sesi neşeliydi ama gözlerinde yorgun bir parıltı vardı. “Benim de...”
Azra hafifçe gülümseyerek başını salladı. “Benim de,” dedi ve sonra kıkırdamaya başladı. Bu garip uyum onları şaşırtmaktan çok bir rahatlık hissi getirmişti.
Ece aniden doğrulup heyecanla Azra’ya döndü. “Artık hep birlikte mi derslere giriyoruz?”
Azra başını eğip onayladı. “Evet. Ebru ve Can da bizimle.”
Aslı'nın gözleri kocaman açıldı. Ellerini havaya kaldırıp dramatik bir şekilde döndürdü. “Yaşasın! O cadı nasıl onayladı bunu?”
Azra, sandalyesine yaslanıp yorgun bir tebessümle cevap verdi. “Bakmadı bile. İmzalayıp geçti.”
Arda keyifli bir kahkaha atarak ayaklarını uzattı. “İşte bu harika!”
Azra yerinden kalktı, üstüne ince bir hırka geçirirken sesi kararlıydı. “E hadi gidelim biz satranca, siz de atlara.”
Ece hızlıca yanına gelip koluna girdi. Gözleri meydan okur gibi parlıyordu. “Sabırsızlanıyorum seni yenmek için.”
Azra onun bakışlarına aynı ciddiyetle karşılık verdi. “Yok, bugün ikinci bir yenilgiyi kaldıramam.”
Ece dudaklarını büzüp kaşlarını kaldırdı. “Kendini hazırlasan iyi edersin.”
Tam o sırada Aslı gülerek Azra’nın diğer koluna yapıştı. “Bahse girerim Azra kazanacak.”
Arda, Aslı’nın omzuna kolunu atarak keyifle homurdandı. “Ben bahsimi Ece’ye yatırıyorum.”
Dördü birlikte koridordan geçerken, Arda geçmiş iksir dersiyle ilgili hikâyeyi anlatmaya başladı. Her cümlesi bir kahkaha patlamasını tetikliyordu. Azra da, Can’la yaşadığı küçük rezilliği anlatırken kendisiyle alay etmeyi ihmal etmedi. Doruk’a verilen iksir konusu geçince kahkahalar neredeyse koridorda yankılandı.
Asansör kapısı açıldığında gruplar ayrıldı. Ece ile Azra oyun salonuna inerken, Aslı ve Arda spor salonunun yolunu tuttu.
“Evet, hazır mısın?” dedi Ece, satranç masasının başına geçerken.
Azra sessizce sandalyeye oturdu. Gözleri tahtadaki taşları taradı. “Her zaman.”
“O zaman başlayalım.”
Oyun başladı. Ece ilk taşı dikkatle sürdü. Karşılığında Azra da hamlesini yaptı. Taşlar birer birer yer değiştirirken, odadaki hava fark edilir biçimde yoğunlaştı. Işık, masanın üstüne odaklanmış gibi, etraflarındaki dünya kısılıp gitmişti. Ece’nin dudak kenarları hafifçe kıvrıldı, gözlerinde parlayan kıvılcım belirginleşti. Hamlesini yaptıktan sonra Azra’nın tepkisini izlemekten keyif alıyordu.
Azra karşılık vermekte gecikmedi. Taşını sürerken, içinden geçenleri belli etmeyen sakin bir yüz ifadesi takındı. Ece oyun alanını adım adım genişletirken, Azra her hamleyi dikkatle analiz ediyordu. Ece’nin merkezde kurduğu baskıya karşı direniyor, fırsat kolluyordu.
Derken Ece'nin taşı onun alanına girdi. Azra taşını tahtada kaydırırken Ece'nin gözlerinin içine baktı ve hafifçe başını eğdi. Cevabı, bir hamleyle değil, alttan alttan büyüyen bir oyun planıyla veriyordu.
Her hamle bir savaş gibiydi; sessiz, ama yıkıcı. Gözlerde zekice parlayan stratejiler, ellerde titrek bir dikkat... Taşlar arasında kurulan bu küçük savaşta Ece, saldırgan ama kontrollüydü. Azra ise savunmanın gölgesinde sinsice genişliyordu.
Birden kapı açıldı.
Aslı içeri girdiğinde ifadesi çarpık bir memnuniyetsizlik taşıyordu. Elleriyle saçlarını karıştırdı. “Atlar beni sevmiyor işte... Gel de araba yarışında alayım ifadeni.”
Azra gözlerini tahtadan ayırmadan gülümsedi. Tam o sırada Arda da kapıda belirdi. “Nasıl gidiyor kızlar?”
Azra hamlesini yaparken göz ucuyla Ece’yi işaret etti. “Çok iyi oynuyor, bayağı gelişmiş.”
Ece tam o anda taşını tahtaya koydu. Duruşu gururluydu. “Azra satrançta körelmiş, bu oyun benim,” diyerek Arda’ya sırıttı. Tahtada üstünlük kurmanın hazzı yüzünden okunuyordu.
Azra kaşlarını çattı ama içinde beliren tatlı bir hırsla taşını sürüp rakibinin kalesini aldı. Ece hemen karşılık verdi. Hamlesi, Azra’nın planlarını bir anda bozdu. Şaşkınlığını belli etmemeye çalışsa da dudaklarını ısırdığı an Ece bunu fark etti.
“Şah!” dedi Ece, taşı yerine koyarken.
Azra hemen karşılık verdi. Şahını güvenli kareye kaçırdı. Oyun artık son düzlüğe girmişti. Ve o an geldi.
Ece filini ileri sürdü. Kafasını kaldırıp Azra’ya kurnazca baktı.
“Şah... Mat.”
Oyun bitmişti.
Bir süre sessizlik oldu. Sonra Azra gülümseyerek derin bir nefes aldı. “Tebrik ederim, Ece. Bugün beni bir şeyde yenmeyen bir Ebru kaldı galiba. Çağırayım da onunla da bilardo oynayayım, o da yensin.”
Ece gözlerini devirdi, ama yüzünde zaferin tatlı gururu parlıyordu. “Dert etme, bir sonraki oyunu alırsın.”
Tam o sırada salona dönen Aslı, Arda’ya dönüp zaferle bağırdı. “Ben aldım! Araba yarışında Arda’ya tur bindirdim!”
“Kesinlikle alırım,” dedi Azra ona bakarak, hâlâ keyfi yerindeydi.
Birlikte kahkahalarla salonu terk ettiler. Arda’nın yarım gülüşü, Aslı’nın havalı yürüyüşü ve Ece’nin gözlerinde hâlâ parıldayan zafer... Her şey, o küçük anın bir parçasıydı.
“Kızlar, yarın akşam bende pijama partisi yapıyoruz. Sabah da hep birlikte kahvaltı!” dedi Azra, göz kırparak.
Sözleri havada tatlı bir heyecan yarattı.
“Yaşasın pijama partisi!” diye bağırdı Aslı, kollarını havaya kaldırarak. “Filmi ben seçeyim mi?”
“Ben kazandığıma göre filmi ben seçeceğim,” dedi Ece, bir kaşını kaldırarak. Gözlerinde hâlâ satranç oyununun zafer parıltısı vardı.
Azra, hafifçe gülümsedi. “Tamam, sen seç.”
Aslı kollarını göğsünde kavuşturup dudaklarını büzdü. “Öf! Yine romantik komedi izleyeceğiz ya...” Burnunu çekti, dramatik bir surat takındı.
Tam o anda Arda, kolunu asansör kapısının çerçevesine yaslayıp başını eğerek onlara baktı. “Ben de gelebilir miyim?” dedi sahte bir masumiyetle, gözlerini kocaman açıp bakan bir çocuk gibi.
“Gelemezsin,” dedi Ece, dik dik bakarak. “Çünkü sen kız değilsin.”
Arda abartılı bir sitemle ellerini açtı. “İyi ya, Can’la hayaletlerle birlikte erkekler gecesi yaparız o zaman! Siz gelemezsiniz çünkü siz kadınsınız!” Sesiyle beraber odaya kahkaha bulaşmaya başladı. “Teyzeciğim bak, at yarışında da geldin arkama oturdun, macera mı arıyorsun nedir? Altın günü demedim hem, Allah Allah yahu!”
Ece karnını tutarak kahkaha attı. “Hayaletlerle altın günü kulağa çok eğlenceli geliyor. Kısır da var mı?”
“Teyze, sen kısır yapmayı biliyor musun?” dedi Arda, gözlerini boşluğa dikerek. Ardından kendi kendine yüksek sesle konuşmaya başladı, tıpkı biriyle tartışıyormuş gibi:
“Tamam, kısır yapabilirsen gelebilirsin. Haksızlık mı? Bana mı sordun ya ölürken? Ölmeseydin... Adamın biri çarpıp kaçtı mı? Kafan o yüzden mi patlak senin?”
Kızlar gülmekten nefes alamaz haldeydi. Arda kaşlarını çattı, “Nerem patlak! Gayet güzel bir kafam var benim!” diye atıldı. Eliyle saçlarını düzeltti. “Hadi oradan be, birazdan hapımı atınca ne kadar güzel olduğunu görürsün!”
Sözde hayaletle didişmesi sürerken, hep birlikte gülerek Arda’yı evine uğurladılar. Az sonra Aslı da yanlarına gelip içten bir sarılışla onlara veda etti. Verandadan geçerken, el sallayarak evine girdi.
Yalnız kalan Ece ve Azra, birlikte yürümeye devam ettiler. Ay ışığı yürüme yolunun üzerine soluk bir dantel gibi serilmişti.
“Azra,” dedi Ece, başını ona çevirerek. “Burada daha uzun kalmaya başlayabilirsin artık. Burası ile bağın derinleşiyor.”
Azra, gözlerini uzaklara dikti. Hafifçe başını salladı. “Farkındayım,” dedi sessizce. “O yüzden dünya için bir günlük tutmaya başladım.”
Ece gülümsedi. “Ben de onu diyecektim. Ama yine benden önce davranmışsın.”
“Satrançta yenildim ama,” dedi Azra, gülerek.
“Uzun süre oynamayınca insan köreliyor tabii. Benim pratik yapacak bolca vaktim oldu. Yakında eski formuna dönersin. Yine de iyi oyundu. Teşekkür ederim.”
“Ben teşekkür ederim,” dedi Azra, yavaşlayan adımlarla evinin önüne yaklaşırken. “Ve tekrar tebrik ederim.”
Ece durdu, bakışları yumuşaktı. “O zaman iyi geceler. Sabah Ebru’da görüşürüz.”
“Görüşürüz.”
Azra anahtarını cebinden çıkardı, paslanmış kilide yerleştirip çevirdi. Kapı gıcırdayarak açıldı. İçeriye adım atarken gecenin serinliği omzundan yavaşça çekildi, yerini evin sessiz sıcaklığı aldı.
Ayakkabılarını çıkarırken derin bir nefes aldı. Sanki dış dünyanın gürültüsünü dışarıda bırakmak istercesine...
Loş salonu geçip odasına girdi. Pencereden içeri süzülen ay ışığı, odanın köşesine düşmüş bir huzme halinde yerdeydi. Lambayı açmadı. Günün ağırlığını hâlâ omuzlarında taşıyor gibiydi.
Hırkasını çıkarıp sandalyeye bıraktı. Turuncu defterini komodinin üstünden alırken parmakları kapağın dokusunu yokladı. Kalemi eline alıp yatağına oturdu. Yorganı ayaklarına kadar çekti. Sessizce yazmaya başladı:
“Bugün daha önce hiç hissetmediğim kadar ait hissettim kendimi. Sadece Medeiros’a değil, buradaki insanlara... Ece’ye, Aslı’ya, Arda’ya...”
Kalemi yavaşça defterin içine bıraktı. Bir an başını gökyüzüne kaldırır gibi yukarı çevirdi. Tavanın ham kütüklerine bakarken gözleri yavaşça doldu ama gülümsemesi kaybolmadı.
Pikeyi üzerine çekti. Yana doğru kıvrıldı. Gözlerini kapadı.
Odada çıt çıkmıyordu artık.
Sadece kalbinin sesi ve göğsüne çöken huzur vardı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |