
Azra henüz gözlerini açmadan uyandı. Yatağın yumuşak sıcaklığında bir süre hareketsiz yattı; zihni yavaşça Seperius’a oradaki arkadaşlarına yeniden eskisi gibi olmalarına gitti. İçinde tatlı bir sevinçle gülümsedi. Bugün geç uyanmıştı ama bedeni dinlenmiş, zihni berraktı.
Derin bir nefes aldıktan sonra usulca doğruldu. Güneş, odasının penceresinden içeri sızıyor, duvarda altın renkli bir iz bırakıyordu. Elini uzatıp telefonunu aldı, parmakları ekranın tanıdık camında gezindi. Gözleri haberlere kayarken bir yandan da gününü kafasında şekillendiriyordu.
Birden kaşları çatıldı. Selin’e mesaj atmayı unuttuğunu fark edince irkildi. Parmakları hızla klavyeye koştu. Gece gelen merak dolu mesaja kısaca karşılık verdi; Zehra Teyze’yle görüştüğünü, ev işinin hallolduğunu, akşam Pelin’le birlikte uğrayabileceklerini yazdı. Şimdilik Semih konusunu açmak istemiyordu. Selin’in endişelenmesini gerektirecek bir zaman değildi.
Mesajı gönderip ekranı kapatacağı sırada, kısa bir tereddütten sonra, başka birine daha yazdı:
“Günaydın. Bugün 15:00 senin için uygun mu?”
Mesajın karşılığı fazla gecikmeden geldi.
“Uygun. Seni bıraktığım yerden alırım.”
Cevap hem sakin hem kesin görünüyordu.
“Tamam, görüşürüz.” diye yanıtladı Azra.
Kalbinde beliren duygu, gerginlikle heyecanın birbirine karıştığı tanıdık bir histi. Mert’le buluşacak olması içinde tuhaf bir kıpırtı yaratmıştı.
Gün içinde zaman hızlı aktı. Kahvaltısını geçiştirse de mutfağı toparladı, yatağını düzeltti. Akın’ın odasına göz gezdirip küçük bir temizlik yaptı. Ardından evin genelini toparladı; her köşede kendine küçük bir huzur alanı yaratmaya çalışır gibiydi.
Saat 14:00’e yaklaşırken banyoya geçti. Duştan çıkan buhar, aynanın yüzeyinde buğulu bir perde oluşturmuştu. Aynaya hafifçe dokunduğunda, yansıması ona biraz yabancı ama bir o kadar tanıdıktı.
Kıyafet seçiminde rahatlığı tercih etti; üzerinde doğal ama özenli bir görünüm bırakan parçaları seçti. Hafif bir makyajla yorgunluk izlerini örttü, saçlarını toplarken elleri alışkanlıkla hareket etti.
Çantasını omzuna astı, evin kapısını usulca kapattı. Mert’le buluşmak üzere sokağa adım attığında, hava ne sıcak ne serindi ama içinde bir şeyler kıpır kıpırdı.
Sokak, öğle güneşinin altındaki sakinliğiyle ona yabancı ama huzurlu bir tablo gibi geldi. Adımlarını hızlandırarak Zehra Teyzelerin evine doğru yürümeye başladı. Daha kapının önüne varmadan, tanıdık bir motor sesiyle birlikte kısa bir korna çaldı.
Başını çevirdi. Siyah bir araç yol kenarına park etmişti. Direksiyonda oturan Mert, cama yaslanmış, ona doğru bakıyordu. Gülümsemesi rahat ama ölçülüydü.
Azra, çantası omzunda hafifçe sallanırken arabaya doğru yürüdü. Mert çoktan inmişti bile. Bir adım öne çıkıp nazikçe kapısını açtı. Bu küçük jest, Azra’nın kaşlarının arasına belli belirsiz bir kıvrım bıraktı ama dudaklarındaki tebessüm yerini korudu. Oturup emniyet kemerini takarken, Mert sessizce yerine geçti ve motoru çalıştırdı. Ortalığı hafif bir uğultu doldurdu.
Mert, direksiyona uzanırken bir an gözünü Azra’dan ayırmadı. Dudaklarının kenarında sıcak bir tebessüm kıvrılırken sesi yumuşakça döküldü:
"Merhaba. Dizin nasıl oldu?"
Azra, kemerini takarken duraksadı. Sorunun samimiyeti onu bir an afallattı, ardından başını hafifçe eğdi ve dudaklarına temkinli ama içten bir gülümseme yerleşti.
"İyi," dedi gözlerinin içi gülerek. "Artık pek acımıyor."
Mert, vitesi değiştirdiği sırada omuzları biraz gevşedi, gözlerinde kısa süreli bir rahatlama kıvılcımı çaktı. Direksiyonun başında ona yarım gözle bakarak kaşını hafifçe kaldırdı.
"Sevindim. Bu arada…" dedi, sesi alaycılıkla flört arasında bir yerde duruyordu. "Dakikliğin takdire şayan. Normalde kızlar adamı en az yarım saat bekletir."
Azra, kaşlarını hafifçe çatarak başını yana eğdi. Dudaklarının kenarı çarpık bir gülümsemeyle kıvrılırken, içinde kıpırdayan muziplik bakışlarına sızdı. Bu tür cinsiyetçi genellemeler hoşuna gitmese de, hazırcevap yanı hemen devreye girdi.
"Çok kız tanıyorsun anlaşılan," dedi sesi iğneleyici bir tatla dalgalanırken. "Sanırım alışmışsın: 'Beklemezsem ayıp olur' diyerek bu sefer erkenden geldin?"
Mert’in gülümsemesi bu kez daha kısa sürdü ama içinde Azra’nın ima ettiği şeyi ciddiye aldığına dair bir kırıntı saklıydı. Gözlerini yola çevirdi, omuzlarını gevşekçe silkti.
"Yeterince diyelim," dedi, sesi buğulu bir nötr tonda. "Ve hayır, daha yeni geldim sayılır. Şanslıymışım."
Arabanın camından dışarı süzülen ışık, Azra'nın yüzünü gölgelerle bölüyordu. Gözlerini kaçırarak kafasını çevirdi, sokaktaki manzaraya odaklandı: Yolda patileriyle koşturan bir sokak köpeği, kaldırımda seksek oynayan çocukların neşeli çığlıkları... İçinden geçen düşünceler, dışarıdan bakıldığında sadece hafifçe gerilen çenesinden okunabilirdi.
Daha ilk günden bu kadar belli etmemeliydim, diye geçirdi içinden, bu kendine sitemkar düşünce dudaklarına nötr bir çizgi yerleştirdi.
Kendi içinden sıyrılırken, sesi fazla düşünmeden yükseldi.
"Peki, nereye gidiyoruz?"
Mert, direksiyonu döndürürken etrafı kısaca süzdü; yollar yabancıydı. Omuzları gevşekçe silkinirken sesi bir dürüstlük taşıyordu:
"Ben buraları pek bilmiyorum. Senin önerine açığım. İstersen müzik açayım?"
Azra, kol dayamasına yaslanarak başını ona çevirdi.
"Tabii, aç bakalım."
Mert, radyo paneline uzanarak düğmeye dokundu. Birkaç saniye sonra arabanın içine fon müziği gibi hafif, neredeyse dokunmadan geçen bir ezgi yayılmaya başladı. Trafiğin uğultusu, motorun homurtusuyla karışarak fonda geri çekildi.
"Ne yemek istersin?" diye sordu Azra, başını ona çevirerek. Azra’nın bakışları bir an onun profilinde takılı kaldı; keskin ama yumuşak hatlara sahipti. Mert gözlerini dikkatle kıstı.
"Sen hangi müzikleri seversin?" dedi, soruyu bilinçli bir hamleyle ona iade ederken dudaklarının kenarında hafif bir kıvrım belirdi. Ardından sesi neşeyle doldu. "Yemeği de senin seçmene izin vereceğim."
Azra, gözlerini hafifçe devirdi ama bakışlarındaki oyunbazlık saklanmaya çalışılmamıştı. "Lütfetti efendi hazretleri!" Sonra gözleri karşıdan gelen elinde market poşetleri ile evine yürüyen tanıdık bir yüze takıldı. "Kendinle ilgili her kararı bana bırakma hemen. Daha seni tanımıyorum bile. Bu arada… kahvaltı ettin mi? Ve ben Rock severim."
Mert, kaşlarını kısacık kaldırıp radyoyu birkaç çevrimde ustaca bir Rock kanalına denk getirdi. Gitar riff’leriyle dolu ritmik bir parça aracın içini bir anda doldurdu; ses, koltuklara çarpar gibi yayıldı.
"Yemeği sen ısmarlayacağın için sana seçme hakkı verdim," dedi dudaklarının kenarı tembel bir gülümsemeyle kıvrılırken. Gözlerini tekrar yola çevirdi. "Ve dürüst olayım, dünden beri ağzıma bir lokma bile koymadım."
Azra’nın gözleri abartılı bir dehşetle açıldı.
"Demek masraflı olacaksın ha!" Sesi, ince bir alayla sarmalanmıştı. "Oysa ben sadece sosisli yeriz diye düşünmüştüm."
Mert’in kahkahası aniden patladı, göğsünden gelen tok bir sesle doldu arabanın içi.
"Olur, on tane yerim."
Azra hızla başını ona çevirdi, kaşları kalktı.
"On mu?" dedi, gözleri hafifçe kısılmıştı. Şaşkınlık ve hayranlık arasında gidip gelen bir bakış.
Mert, çenesini hafifçe kaldırarak gülümsedi.
"Bu cüsseye anca yeter," dedi, sesi o garip tonda salınıyordu: Yarı şaka, yarı gerçek, ama tamamı kendinden emin.
Azra bir an sessizliğe gömüldü. Bakışları farkında olmadan Mert’in yüzünde gezinmeye başladı; saç çizgisi, gergin çene hattı, güneşle parlayan boynu ve tişörtünün altında belirginleşen göğüs kasları... Gri eşofman altı, kaslı vücudunun hatlarını gizlemeden taşıyordu. Saçları özenle geriye taranmış, güneşin altın dokunuşlarıyla ışıldıyordu. Gözlerinin çevresindeki uzun kirpikler bile göze çarpıyordu.
Tam o anda Mert başını aniden çevirdi. Bakışları Azra’nınkine kilitlendi. Gözlerinde belli belirsiz eğlenen bir ışık kıvılcım gibi parladı.
“Ne o, manzarayı beğendin galiba?” dedi, sesi açıkça takılıyordu. Dudaklarının kenarındaki alaycı kıvrım, keyfini saklama zahmetine bile girmemişti.
“Dilin tutuldu sanki?”
Azra’nın yanakları bir anda kızardı. Başını hızla yana çevirdi, bakışlarını pencerenin dışına sabitledi. Ellerini kucağında sıkıp gevşetti, sonra tekrar sıktı. Dudaklarının kenarı titreyerek içgüdüsel bir utangaçlıkla alt dudağını ısırdı.
“On tane sosisli yiyecek cüsseye bir bakayım demiştim sadece!” dedi, sesi ince bir telaşla titriyordu. Sözlerinin havada asılı kalışını izlerken yüzü hâlâ kızarıktı. “Manzaraya bayıldığımdan değil yani.”
Kendi cevabına içinden burun kıvırdı.
Harika savunma Azra, gerçekten harika, diye geçirdi zihninden, kaşlarını kendi kendine çatarak.
Mert’in gözleri hâlâ yola bakıyordu ama dudaklarındaki alaycı gülümseme ifadesini gizlemeye yetmiyordu. Direksiyon başında rahat, özgüvenli bir tavırla başını hafifçe yana çevirdi.
“Hımm, beğenmedin demek,” dedi, sesi kelimelerin arasına yayılmış eğlenceli bir meydan okumayla doluydu.
Azra burun kıvırdı, sonra camın dışındaki hareketli caddeye döndü. Işıkta durmuş yayalar, okul çantalarını omzuna atmış öğrenciler ve yol kenarındaki kafelerin önünde yayılmış kalabalık dikkatini dağıtmaya yetti. Gözlerini hafifçe kısıp, kaşlarını çatarak kafasını çevirmeden konuştu:
“Ya önüne bak,” dedi sesi aniden sertleşerek. Bir eliyle camdan dışarıyı işaret etti. “Ya da kenara çek! Kaza yapacağız şimdi!”
Mert hafifçe güldü, direksiyonu iki eliyle kavrayarak dikkatini yeniden yola verdi. Ama gülümsemesi silinmedi; direksiyon başındaki keyfi, Azra’nın paniğinden daha uzun ömürlüydü. Yolda ilerleyen araçların içinden yansıyan güneş ışığı, göz bebeklerine vuruyordu.
Kısa bir sessizlik oldu. Trafik ışığı yeşile dönünce vites değiştirdi, hafif bir hızlanmayla aracın akışını sürdürdü. Caddede ilerlerken, sesi bu kez daha yumuşak, alaycılıktan uzak bir tona büründü:
“Gözlerin çok güzel.”
Sözleri, yoldaki uğultuya rağmen net bir sıcaklıkla geldi. Gözlerini çevirmemişti ama tonlaması, bu sözlerin aceleyle değil içten geldiğini hissettiriyordu.
Azra’nın içinde bir sıcaklık yayıldı; yanakları yeniden alev alev oldu. Bu sefer utanmayı gizlemeye çalışmadı. Dudaklarının köşesi istemsizce yukarı kıvrıldı, başını biraz öne eğerek gülümsedi.
“Teşekkür ederim,” dedi, sesi daha sakindi şimdi. Oyuncu, saklanan o tarafı bir anlığına kenara çekilmiş gibiydi. Derin bir nefes aldı. Toparlan Azra. Dengeni koru.
Sonra, kafasını kaldırarak göz ucuyla ona baktı.
“Ben sana yolu tarif edeyim.”
Mert, başını hafifçe sallayarak onayladı. Gözlerini yoldan ayırmadan, kenarındaki kafelerin önünden geçen genç kalabalığı takip ederken içten gelen bir ifadeyle konuştu:
“Olur. Ama AVM ya da o bildik kafe zincirlerinden birine gitmesek?”
Gözlerinde umursamaz bir ifade vardı ama sesi beklentiliydi; içinde merak gizlenmişti. Bir an için yaya geçidinden geçen üniformalı bir öğrenci grubuna göz attı, sonra tekrar Azra’ya döndü.
Azra başını iki yana salladı. Dudaklarında kendinden emin bir tebessümle konuştu:
“Merak etme,” dedi. “Öyle bir yere gitmiyoruz.
Radyo, parazitli bir cızırtının ardından bir sonraki şarkıya geçtiğinde, Azra’nın gözleri parladı. Şebnem Ferah’ın "Can Kırıkları" melodisi arabayı usulca doldururken, dudakları kıpırdamaya başladı. Sesi önce belli belirsizdi, sonra melodinin içine kendini bıraktı. Parmakları dizinde hafifçe tempo tutuyor, sesi zamanla daha da cesaretleniyordu.
Camdan dışarı süzülen bakışlarında kaldırımda yürüyen öğrenciler, kırmızıda bekleyen arabaların içindeki sıkılmış yüzler, kafelerin önündeki kahkaha kümeleri vardı. Yol kenarındaki masalardan yükselen demlik sesleri, çocuk arabasını zorlayan genç bir annenin nefesi, tüm o gündelik sesler şarkının arka fonuna karışıyordu.
Yol tarifine ara verdiği bir anda, yanında yükselen tanıdık bir sesle irkildi. Başını yavaşça çevirdi.
Mert, gözlerini yoldan ayırmadan şarkıya eşlik ediyordu. Net, berrak bir sesi vardı. Sözcükleri düzgün telaffuz ediyor, tınıları ustaca yakalıyordu.
Azra'nın gözlerinde şaşkın bir ışıltı belirdi. Sesini kısıp onu dinledi; önce gizli bir tebessümle, sonra bakışlarında ılık bir yumuşamayla. Aralarındaki hava değişmişti. Sözcüklere gerek bırakmayan bir bağ kuruldu o anda, saf, sade ve müzik kadar kırılgan.
Arabada akan o kısa yolculuk; kahkahaların, araya sıkışan yorumların ve şarkıların oluşturduğu bir zarfa dönüşmüştü. Şehrin gürültüsüne rağmen, arabanın içinde başka bir ritim vardı. Kendilerine ait bir tempo, bir frekans.
Sonunda, Azra’nın tarif ettiği yere ulaştılar. Arabadan baktığında, boğaza hâkim küçük ama zarif bir restoran görünüyordu. Bahçeye yerleştirilmiş masalar, aşağıda dalgalarla titreşen ışığın büyüsüne bakıyordu. Restoranın arkasında yemyeşil bir park uzanıyor, birkaç çocuk çimenlerde koşturuyor, yaşlı bir adam banka oturmuş bastonuna yaslanıyordu.
Arabadan inmeye hazırlanırken Azra, içeriden taşan caz melodilerini duydu. Uzak ama netti; bir kontrbasın kalın sesiyle hafifçe salınan bir trompet... İçini tarifsiz bir özlem kapladı.
Keşke akşam olsaydı, diye düşündü. Canlı müzik başlar, ışıklar yanar... Manzara daha da güzelleşirdi.
Bakışları kısa bir süre boğaza takılı kaldı, yüzüne ise o dileğin huzurlu gölgesi yansıdı.
Mert, arabayı restoranın önüne çekerken gözleri etrafı süzdü. Kafasını hafifçe kaldırarak restoran tabelasına baktı; altın sarısı harfler biraz abartılıydı. Girişteki plastik çiçek süslemelerde kaşları hafifçe çatıldı. Burnunun ucuyla sessizce homurdandı.
“E, bildik kafe işte burası,” dedi dudaklarını büzerek. Tonu yargılamaktan çok hayal kırıklığı taşıyordu. Henüz karar vermemiş gibiydi.
Azra gözlerini devirdi ama suratındaki sabırlı ifade yüzünden eksilmedi. İç çekmeden önce kolunu uzatıp Mert’in dirseğine hafifçe dokundu.
“Burada yemek yeriz,” dedi, gözlerinde parlayan bir ışıltıyla. Sonra başını çevirip ileri işaret etti. “Sonra hemen şurada çok güzel bir doğa parkı var. Oraya yürürüz. Beğeneceksin.”
Sözlerinin ardından gelen sessizlikte, Mert’in yüzü yumuşadı. Kaşlarının arasındaki çizgiler açıldı, gözlerinde sıcak bir ifade belirdi.
“O zaman olur,” dedi, sesi ilk kez tam anlamıyla yumuşaktı.
Arabadan çıktıktan sonra Mert, alışkanlıkla öne doğru hızla birkaç adım attı, sonra toparlanıp geriye döndü. Kapıya yönelmişken bir şey hatırlamış gibi geri geldi. Aracın yolcu tarafına dolandı ve Azra’nın kapısını açtı.
Azra, başını hafifçe eğip kısa bir teşekkür bakışı attı. Ayakları kaldırım taşına değdiğinde topuklarının sesi tok bir yankı bıraktı. Beraber restorana doğru yöneldiler.
Bahçe kısmı kalabalıktı. Masalarda yemek yiyen çiftler, çayını karıştıran kadınlar, akıllı telefonlarına gömülmüş gençler vardı. Bir çocuk sandalyesinden sarkıyor, önündeki tabağa ulaşmaya çalışıyordu. Bir başka masa, kahkahalarla doluydu; yaşları on dört civarında olan okul üniformalı üç öğrenci limonata bardaklarını tokuşturuyordu.
Azra, mekanın içinden dışarıya yayılan caz tınısına bir kez daha kulak verdi. Tüm karmaşanın ortasında, orada hâlâ bir ritim vardı ve bu ritim, akşamın ilerleyen saatlerinde daha da güzel olacaktı.
Hafif bir esinti, denizden gelen iyot kokusunu yanlarına katmıştı. Sahilden yükselen dalga sesleri, arada bir çay kaşığı şıngırtılarına, çocuk kahkahalarına ve uzaklardan gelen martı çığlıklarına karışıyordu. Bahçedeki ağaçlar, üzerine serilmiş renkli ampulleri hafifçe sallarken, gölgeli bir masa buldular kendilerine. Mert, Azra'nın sandalyesini nazikçe çekip oturması için yer açtı, ardından karşısına geçti.
Garson, gülümseyerek menüleri uzattığında, ikisi de kısa bir sessizlikle sayfaları çevirmeye koyuldu. Hemen yan masada çatal bıçak sesine karışan bir çocuk çığlığı duyuldu; “Ben pizza istemem demiştim!” Azra, hafif bir tebessümle başını eğip menüye tekrar gömüldü. Kaşlarını hafifçe kaldırarak başını kaldırdı. “Karar verdin mi ne yiyeceğine?” diye sordu.
Mert, hâlâ menüde gezinen bakışlarını kaçırmadan dudaklarında hafif bir gülümsemeyle başını salladı. “Menüsü güzelmiş,” dedi, ardından kaşlarını hafifçe kaldırıp göz kırparak, “Ben seçebilir miyim?”
Azra, onun ses tonundaki niyeti anında sezmişti. Kaşlarını hafifçe kaldırıp gözlerini devirdi ama yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı.
“Benim yemeğimi mi? Hayır,” dedi net bir ifadeyle, ellerini masaya koyarak. “Kendi yemeğini sen seç.”
Tam o sırada garson tekrar yanlarına yaklaşmıştı; tepsisini dengeli bir şekilde taşıyarak ilerliyordu. Etraftan gelen kahve makinelerinin buhar sesi ve servis arabasının tekerleklerinin taş zeminde çıkardığı tıngırtı, öğleden sonra telaşsız ama canlı bir ritim yaratıyordu.
Azra ve Mert, menüleri kapatıp aynı anda aynı yemeği söylediler. Bu küçük tesadüf ikisinin arasında kısa bir şaşkınlık anı doğurdu. Göz göze gelip istemsizce güldüler.
“Güzel seçim,” dedi Azra, sesinde hafif bir meydan okuma, bakışlarında merak vardı.
Mert başını hafifçe eğip gülümsedi. “Ortak bir damak tadımız var demek ki,” diye karşılık verdi. Gözlerinde ince bir ışık yanıp söndü. “Bakalım başka ortak nelerimiz var?”
Bu sözle birlikte aralarındaki hava yumuşadı. Azra, masanın yanındaki çiçeklerle bezeli kafes lambaya bir an göz gezdirdi, sonra tekrar Mert'e döndü. Sohbet doğallıkla akmaya başladı. Yaşlarını, doğum günlerini, burçlarını, hangi semtlerde büyüdüklerini konuştular. Bir yan masadaki yaşlı çift, sessizce çaylarını yudumlarken, Azra’nın sesi sohbete tedirgin bir not ekledi.
“AVM’de danışma görevlisiyim,” dedi, sesi biraz alçalmıştı. “Aslında Turizm Otelcilik mezunuyum.” Bakışları kısa bir süreliğine masa örtüsünün kenarına takıldı. “Ama alanımda iş bulamayınca... geçici diye başladım, kaldım işte.”
Mert göz ucuyla ona baktı. Dudaklarının kenarında neredeyse fark edilmeyen bir kıvrım oluştu. “O zaman her şeyi danışabiliyor muyuz sana?” dedi, sesinde yaramaz ama kırıcı olmayan bir ton vardı.
Yan masadaki garson, büyük bir tabak spagettiyi bırakırken, bir çatal yere düştü. Azra, çıkan sesten irkilip başını çevirdi, ardından gözlerini tekrar Mert'e odakladı. Sandalyesine yaslanarak çatalını masaya bıraktı. Başını hafifçe eğip gözlerini kısarken dudaklarında ince bir gülümseme belirdi.
“Gerçekten harika bir espri anlayışın var,” dedi, sesine hafif bir alay tonu yerleşmişti. Ardından bir kaşını kaldırarak başını yana eğdi. “Ne o, bir konuda fikrime mi ihtiyacın var?”
Mert'in yüzündeki rahat ifade yerini daha ciddi bir ifadeye bırakmıştı. Omuzlarını hafifçe geriye alıp dikleşti; gözlerini Azra’dan ayırmadan konuştu.
“Evet,” dedi net bir tonda. “Aslında her konuda fikrini duymak isterim. Mesela... nelerden hoşlanırsın?”
Azra tam yanıt verecekken garson, tepsiyle masaya yaklaştı. Hafifçe yana dönerek garsona kısa bir tebessüm gönderdi.
“Sorgu memuru gibi sorguya mı çekeceksin?” diye takıldı, sesi yumuşak ama içinde belli belirsiz bir oyunbazlık vardı.
Masaya bırakılan tabaklardan yükselen buğu, yavaşça yüzlerine doğru süzüldü. O anlık sıcaklıkla göz göze geldiler; kısa bir sessizlik içine düştüler. Masanın çevresi, çatal bıçak sesleri, yan masalardan gelen kahkahalar ve uzaktan geçen bir martının çığlığıyla canlanıyordu.
İkisi de garsona aynı anda teşekkür etti. Mert çatalını eline alıp tabağına şöyle bir göz gezdirdi, sonra başını kaldırdı.
“Tamam,” dedi, omuzlarını hafifçe silkerek. “Ben sormayayım o zaman. Sen biraz kendini anlat bana, olur mu? Sonra da ben anlatırım.”
Azra hafifçe başını salladı. Parmakları çatalın sapını kavrarken gözleri, kıyıya vuran dalgaların parıltısına takıldı. Ardından yeniden Mert’e döndü; yüzünde bu kez daha içten, açıklayıcı bir ifade vardı.
“Sakin ortamları severim,” dedi, sesi berrak ve netti. “Arkadaşlarımla olmak, kitap okumak, müzik dinlemek, film izlemek, dans etmek… Kültürel etkinliklere gitmeyi de.”
Kelimeleri seçerken düşünceli bir şekilde başını hafifçe öne eğdi, sonra çatalı yemeğine batırmadan önce derin bir nefes aldı.
“Yeni bir şeyler öğrenmek, eğlenmek güzel,” diye devam etti. “Ama çabuk sıkılırım. Özellikle… kavga, gürültü, bağırış çağırış… bir de kibirli insanlar… hani her şey onların etrafında dönüyormuş gibi davrananlar… işte onlardan hiç hazzetmem.”
Azra konuşurken elleri bazen küçük daireler çizer gibi hareket ediyor, gözleri zaman zaman boşluğa kayıyordu. İçinden geçenleri tartıyor, kelimeleri tartarak paylaşıyordu.
Mert, tüm bu sürede ona dikkatle bakıyordu. Çatalını tabağın kenarına bırakmış, dirseğini masaya yaslamıştı. Gözleri, Azra’nın her kelimesinde biraz daha yumuşuyor, bakışlarında bastırılmış bir hayranlık beliriyordu.
Sözleri bittiğinde Mert, yüzünde hafif bir tebessümle başını eğdi. Ardından, sesi önce yavaş ama kararlıca yükseldi.
“Peki...” dedi. “Erkek arkadaşın var mı senin?”
Bir anlık duraksama oldu. Sorusunu sanki geç kalmış bir içgörüyle yöneltiyordu.
“Ben sana biraz emrivaki yaptım buluşma konusunda ama bunu hiç düşünemedim. Benim yüzümden sorun yaşamanı istemem.”
Sesinde özürle karışık bir dikkat vardı. Cümlesi bitince bakışlarını Azra’dan kaçırmadan beklemeye koyuldu.
Azra, dudağının kenarında kendinden emin bir kıvrım belirirken başını hafifçe yana eğdi, gözlerini Mert’inkilerden hiç ayırmadan konuştu. Etraftan yükselen sesler, rıhtımın ötesinde yankılanan martı çığlıklarına karışıyor, kelimeleri sanki fondaki bir caz melodisinin ritmine oturuyordu.
“Erkek arkadaşım yok,” dedi, tek bir saniye bile duraksamadan. “Olsaydı, şu an onunla olurdum.”
Sözlerinin ardından kısa bir sessizlik oluştu; bu sessizlik, çevredeki restoran uğultusunun arasından seçilebilecek kadar belirgindi. Ardından Azra’nın gözlerinde kıvılcımlanan bir meydan okuma parladı. Başını hafifçe öne eğip sesi alayla örttü.
“Ama bu düşünceli adam tavırların gözümden kaçmadı. Niye ağzımı arıyorsun? Aday mısın yoksa?”
Mert, onun bu çıkışına önce bir an duraksadı. Dudakları aralandı ama cevap yerine kahkahası yükseldi. Sandalyesine hafifçe geriye yaslanıp başını iki yana sallarken kahkahasının içtenliği masaya yayıldı, karşı masadaki yaşlı çift bile bir an bakışlarını çevirdi.
“Demek düşünceli adam tavırları, ha?” dedi, gülüşünün ardından nefesini toparlayarak. Gözlerinde tatlı bir oyun vardı. “Hayır, henüz aday değilim. Ama olsam… kabul eder miydin?”
Azra’nın yüzündeki ifade hiç değişmedi. Yalnızca gözlerini hafifçe kısıp başını bir yana yatırdı. Sahte bir ciddiyetle konuştu, sesi ölçülüydü ama gözlerinin içi hâlâ oyunbaz bir parıltıyla parlıyordu.
“Etmezdim,” dedi sakince. “Dün bir, bugün iki. Ne bu acele?”
Sözleriyle birlikte içinden geçen o kısa tereddüt anı zihninde yankılandı: Biraz fazla mı sert oldum? Ama bu düşünce tıpkı dalgaya çarpıp dağılan bir yaprak gibi çabucak silindi zihninden. Bu küçük düellodan keyif alıyordu.
Mert, Azra’nın her cümlesini adeta içiyordu. Gözleri onu dikkatle izliyor, dudaklarının hareketinden sesinin tonuna kadar her ayrıntıyı belleğine kazıyordu. Bu kadının sözcüklerinde keskin bir netlik vardı ama aynı zamanda zamanla çözülecek bir bilmece gibi… Kat kat, sabırla açılması gereken bir harita.
“Neden?” diye sordu, sesi yumuşak ama merakla doluydu. Hafifçe ona doğru eğildi. “İlk görüşte aşka inanmaz mısın?”
Azra'nın gözleri bir an denizin üstündeki ışık yansımalarına takıldı. Sanki kısa bir yolculuğa çıkmış gibi oldu. Sonra bakışları tekrar Mert’e döndü. Dudaklarındaki gülümseme, alayla karışık bir ciddilik taşıyordu.
“İnanmam,” dedi. Sesi sabitti ama içinde ince bir ironi gizliydi. “O işler genelde ihtiyaç anında beyinde başlar, kalpte değil. Karşına biri çıkar, o anki boşluğuna denk gelir, beyin ‘tamam budur’ der, sen de kendini inandırırsın.”
Cümlesi biterken dudak kenarında hafif bir kıvrım belirdi. Bu teoriyi ciddiyetle savunuyordu ama onunla aynı anda dalga geçiyor gibiydi. Gözlerinde bir parıltı, içinde taşıdığı daha derin bir düşünceyi örter gibi titreşiyordu.
Oysa içinde başka bir ses de vardı. Mert’i ilk gördüğünde hissedilen o anlık titreşim… henüz kelimeye dökülmemiş, zihninin kıyısında salınan bir şüphe ya da umut.
Mert, başını hafifçe sallayarak dinledi. Yüzünde hayranlıkla karışık bir düşünce kırıntısı vardı. Azra’nın fikirleri onu hem şaşırtıyor hem de cezbediyordu.
“Aşk beyin işi yani…” dedi, sesi yumuşaktı, biraz da düşünceli. “Farklı bir yorum. Ama bence pek değil.”
Azra bir kaşını hafifçe kaldırdı. Ellerini masanın üstünde birleştirip öne doğru eğildi. Gözlerini kısmıştı, bakışı doğrudan ve sorgulayıcıydı. Ardından, dudaklarında ince bir eğlenceyle yüklü alaycı bir tınıyla konuştu.
“Peki Bay Doğrucu,” dedi. “Nedir senin aşk tanımın? Gördüğün her güzele yazmak mı?”
Mert, sitemkâr bir tebessümle başını eğdi. Gözlerini kısıp Azra’ya baktığında içinde en ufak bir kırgınlık yoktu; daha çok kıvrak bir zekânın oyunu vardı bakışlarında. Dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı.
“Güzellik göreceli,” dedi, sesi alçak ama netti. “İstersen herkeste bulursun. Ama aşk... o başka. O, ruhla ilgili.”
Azra'nın ifadesi anlık bir değişim geçirdi. Kaşları kısa süreliğine çatıldı ama sonra bu sertlik yerini yumuşak bir gülümsemeye bıraktı. Gözlerinde sorgulayan ama aynı zamanda tatlı bir meydan okuma vardı.
“Herkeste bulurum demek…” dedi, sesinde iğneleyici bir melodiyle. “Yani pek seçici değilsin, öyle mi?”
Mert, kahkahasını tutamadı. Başını geriye atıp güldü; kahkahası havayı kısa süreliğine gevşetti. Ardından bir elini havaya kaldırıp teslim olur gibi yaptı.
“O nasıl laf öyle?” dedi, yapmacık bir şaşkınlıkla. “Hayır, oldukça seçiciyimdir.”
Azra, gözlerini hafifçe kısarak karşısındakini süzdü. Masanın kenarına dirseklerini yerleştirip başını hafif yana eğdi; bu pozisyonda hem savunmada hem saldırıdaydı sanki. Dudaklarında beliren belli belirsiz bir sırıtışla konuştu.
“Neye göre mesela?” dedi. Sesi hâlâ yumuşak, ama içinde köşeleri olan bir merak taşıyordu.
Mert bir an düşündü, sonra ağır ağır geriye yaslandı. Gözleri sabit ve dolu dolu Azra'nın yüzüne kilitlenmişti. Dudaklarında meydan okur gibi bir gülümseme vardı.
“Önce sen söyle,” dedi kararlılıkla. “Sen neye göre seçersin?”
Azra dudak büktü, gözlerini tavana doğru devirdi. Ama bu küçümseme değil, oyunun tadını çıkarma refleksiydi. Tavanın görünmez çizgilerini inceliyormuş gibi kısa bir an geçirdi, sonra omzunu silkip başını tekrar Mert’e çevirdi.
“Peki...” dedi, gözlerinin içine bakarak. “Zekâ. Benim için en önemlisi. Aptal erkeğe tahammülüm sıfır.”
Mert'in yüzünde bir kahkaha daha birikti. Omuzları hafifçe titredi, gözlerinde ise açık bir eğlenmişlik parlıyordu.
“Nasıl anlıyorsun zeki olduğunu?” dedi, gözlerini kısmıştı. “CV’sine mi bakıyorsun?”
Azra öne doğru eğildi. Kollarını çaprazlayarak masaya yaslandı, sanki ona bir sır verecekmiş gibi yaklaştı. Gülümsemesi, saklı bir dosyanın kapağını aralar gibiydi. Gözleri, Mert’inkilere sıkı sıkıya kenetlendi.
“Esprilerinden,” dedi. “Mesela senin gibi yavan espriler yapanlar genelde…”
Cümleyi bitirmedi. Ama o eksik kalan son kelimelerin yerine gözlerinin içindeki kıvılcımlar çoktan konuşmuştu. Başını hafifçe yana eğdi, dudaklarının kenarındaki oyunbazlık iyice belirginleşmişti.
Mert’in kaşları kalktı, gülümsemesi daha da derinleşti. Bu küçük sataşmaların altında dans eden kıvılcımı net olarak hissediyordu. Karşısında sadece laf yetiştiren biri değil, aynı zamanda düşüncelerinin peşinden sürüklenebileceği biri vardı.
Garson boş tabakları toplamaya geldiğinde, masaya hâkim olan gevşek çekişme bir anda kesintiye uğradı. Azra’nın elinin tersi, fincanın buğulu dış yüzeyine istemsizce dokundu. Masanın hemen ötesinde, yüksek sesle gülüşen bir çocuk grubunun neşesiyle birlikte boğaza doğru esen rüzgâr çay bardaklarının kenarında titrek bir tını bıraktı. Uzakta bir gemi düdüğü öttü; bu ses, içten içe derin bir sabırla yankılandı aralarında.
Mert, dudaklarının kıyısında kıvrılan alaycı ifadeyi gözlerinin sıcaklığıyla yumuşatmıştı. Çay kaşığını parmaklarının ucunda çevirirken başını hafif yana eğdi, gözlerini doğrudan Azra’nın gözlerine dikti.
“Senin gibi dili pabuç kadar olanlar da genelde adamı canından bezdirir,” dedi. Tonunda şikâyetin sınırında gezinen bir sitem vardı ama bu, kelimelerin ardına sinmiş tatlı bir teslimiyetle dengelenmişti. İtiraz eder gibiydi ama kaçacak da bir hâli yoktu.
Azra’nın kaşları bir anlığına kalktı; dudak kenarlarında, söylenmeye hazır keskin bir cevap titreşti ama o sırada garson tekrar masaya yanaştı. Gümüş tepside dumanı hâlâ üstünde tüten iki çay vardı. Tabakların toplanırken çıkardığı tıkırtılar, anın gerilimini nazikçe dağıttı. İkisi de garsona bakmadan, aynı anda “Teşekkürler,” dedi. Sesleri üst üste bindi; ardından aralarında kısa ama anlamlı bir sessizlik çöktü.
Boğazdan gelen hafif uğultu, çay bardaklarının buharıyla birlikte yükseldi. Bardakların üzerinden birbirlerine baktılar. Göz göze geldiklerinde, görünmeyen bir bağın aralarında gerildiği hissediliyordu, hafifçe esneyen ama kopmayan, eğlenceli bir meydan okumayı ve karşılıklı zihinsel testleri barındıran bir bağ.
Azra, çaydan nazikçe bir yudum aldı. Fincanı dudaklarında tuttu, sanki yudumladığı sadece çay değil de, karşısındakinin dikkatini süzen bir düşünceydi. Gözlerinde hâlâ o kıvılcımlı rekabet vardı.
“Zekâ bu yüzden önemli işte,” dedi başını hafifçe yana eğerek, sesi yumuşak ama içinde iğneleyici bir keskinlik taşıyordu. “Benim bu pabuç kadar dilimle başa çıkamayacak adamı ne yapayım?”
Mert, çayına uzanırken dudaklarının kıyısında sabırsız bir gülümseme belirdi. Gözleri, söylediklerinin açtığı alana sanki önceden hâkimmiş gibi bir güvenle ışıldıyordu.
“Sapyoseksüelim diyorsun yani,” dedi; sesi alayla karışık bir farkındalık taşırken göz temasını bozmadı. Duyduğu şeyden memnundu, biraz da kışkırtılmış gibiydi.
Azra, sırtını sandalyeye yasladı. Bir bacağını diğerinin üzerine atarken, çay tabağını iki parmağı arasında çevirdi. “Kesinlikle,” dedi, sesine bilmiş bir hava takınarak. Ardından bakışlarını onun üzerine sabitledi. “Ama sadece zekâ yetmez.”
Mert, hafifçe öne eğildi. Kaşlarını merakla kaldırarak, yüzünde içten bir dikkatle sordu:
“Mesela?”
Mekânın arka tarafındaki yüksek sesli konuşmalar bir anlık duraksadı, ardından başka bir masadan gelen kahkahayla dağıldı. Azra, çay kaşığını fincanın kenarına tıklattı. Gözlerini kısmıştı, belli ki cevap yalnızca laf olsun diye verilecek bir şey değildi. Ardından hafifçe öne eğildi, sanki çok gizli bir sır veriyormuş gibi.
“Kafasına bakarım bir de.”
Mert’in gözleri şaşkın bir ifadeyle kısıldı, dudakları alaycı bir şekilde aralandı.
“Hmm, şekli mi güzel olmalı?”
Azra başını yana sallayarak güldü. Ardından gözlerini onunkilere sabitleyip sesini ciddileştirdi. Dudaklarının kıyısında bir tebessümle yanıtladı:
“Hayır. İçi dolu mu diye. Zeki ama bilgisiz, kültürsüz biri… boşa harcanmış potansiyeldir bence.”
Mert'in gözleri bir anlığına bu sözle sabit kaldı. Başını eğdi, çayından yavaşça bir yudum aldı. Cevap vermedi ama dudak kenarındaki o kıvrım, sanki “Benim kafam yeterince dolu mu?” diye kendi kendine sorduğunu belli ediyordu. Sessizce içinden geçen düşünce, çayın buğusuna karıştı.
Mert bir an sustu. Bakışları çay bardağının kenarında gezindi, ardından yüzünde düşünceli ama hafif muzip bir ifade belirdi. Bardak iki eli arasında neredeyse kaybolmuştu, parmaklarıyla kenarına yavaşça vurarak ritim tuttu.
“Peki başka?” diye sordu; sesi yumuşaktı ama içinde sanki ‘hadi bakalım, dökül’ diyen bir merak gizliydi.
Azra, başını hafifçe yana çevirdi. Omuzlarını belli belirsiz silkti; hareketi hem umursamaz hem de biraz düşünceliydi. Ardından gözleri dışarıya, martı seslerinin yankılandığı boğaz kıyısına doğru kaydı. Çay bahçesinin arkasındaki manzara, akşam güneşinin altında neredeyse tablo gibiydi.
“E tabii… görüntüsü de önemli,” dedi dürüstçe. İç çektiği belli belirsiz bir tonda devam etti, sesi buğulu havayla uyum içindeydi. “Bakımlı olmalı... eh, azıcık da bir albenisi olsa fena olmaz.”
Mert keyifle arkasına yaslandı. Sandalyenin sırtlığı hafifçe gıcırdadı. Gözlerini kısmıştı; güneş alnına vuruyor, o ise bu gölgeli rahatlığın keyfini sürüyordu. Yüzünde kendine has o ukala gülümseme peyda oldu.
“Hmm, anladım ben seni,” dedi göz kırparak. “Hem yakışıklı hem zeki olsun diyorsun. Tıpkı benim gibi yani?”
Azra, onun bu kendinden emin sırıtışına karşılık bir kaşını kaldırdı. Başını hafif yana eğdi ve alayla karışık, abartılı bir hayranlık taklidiyle Mert’e baktı. Gözlerinde şımarık bir kıvılcım belirmişti.
“Yaa evet, aynı sen!” dedi, sesi taşlamayla alay arasında gidip geliyordu. Dudaklarının kenarında ince, ironik bir tebessümle. “Nasıl da zeki espriler yapıyorsun öyle… aklımı başımdan aldın, inanır mısın?”
Mert’in gözleri hafifçe kısıldı. Gülümsemeye devam etti ama yanıt vermedi; dudakları arasına sıkışmış bir kelimeyi yutmuş gibiydi. Sandalyenin koluna dirseğini dayadı, başını bir parça yana çevirdi.
Azra bir an duraksadı. Gülümsemesi silinmese de, sesi bir kademe ciddileşti. Elini çay bardağına uzattı, parmaklarıyla bardağın kenarını masada hafifçe çevirerek döndürmeye başladı.
“Şaka bir yana,” dedi, gözlerini çayın içinde dolanan buharda gezdirerek, “kaba adam sevmem. Eğlenceli, zeki, kibar ve evet... yakışıklı olmalı. Ama en önemlisi…” başını kaldırıp Mert’in gözlerine baktı “...arkadaş olabilmeliyim.”
Sözleri, o ana kadar aralarında uçuşan şakaların arasına yerleşmiş, anlamlı ve duru bir vurguydu. Bir martı çığlığı, çay bahçesinin üstünde genişçe dolandıktan sonra uzaklaştı. Masadaki boş tabaklardan biri rüzgârla hafifçe titredi.
Mert’in yüzündeki sırıtış, yavaşça silindi. Gözleri, Azra’nın gözlerine kilitlendi. Başını hafifçe eğdi, kaşları belirsizce çatıldı. Gözlerinde hafif bir bulanıklık vardı; sanki onun söylediklerinin yankısını içinde ölçüp biçiyordu.
“Peki,” dedi alçak bir tonla. Sesi, boğaz kıyısında akşam mahmurluğuna karışan bir hışırtı gibiydi. “Oldu mu hiç öyle biri?”
Soruyu sorarken Azra’yı inceliyordu. Sadece kelimelerine değil, yüzündeki en ufak bir değişime bile dikkat kesilmişti. Cevap kadar, veriliş biçimi de önemliydi.
Azra gözlerini Mert'ten kaçırmadan önce bir anlığına duraksadı. Derin ama bastırılmış bir nefesle içini çekti, elini saçlarının arasından geçirip geriye attı. Küçük ama savunmasız bir hareketti bu; yüzündeki yumuşak ifadeyle birleştiğinde, içinde gizlenen burukluğun dışa sızmasına engel olamadı.
"Maalesef," dedi sonunda. Dudaklarına yerleşen hafif, hüzünlü bir tebessümle. "Bu karışım pek sık bulunmuyor. Genelde bir şeyler eksik oluyor, ben de soğuyorum."
Mert kaşlarını neredeyse fark edilmeyecek kadar çattı, gözleri dikkatle daraldı. Kollarını göğsünde kavuşturup başını hafifçe yana eğdi. Yüz ifadesi, Azra'nın söylediklerine karşı basit bir tepki değil; onu çözmeye çalışan bir dikkat barındırıyordu.
"Yani denemelerin oldu," dedi. Sesi ne sorgulayıcı ne yargılayıcıydı; sadece bir sonucun ifadesi gibiydi. Bu bir soru değildi Mert’in gözlemlerinden süzülen bir gerçekti.
Azra çay bardağını iki eliyle kavradı, başını hafifçe eğerek buharın yükselişini izledi. Buhar, ışığın içinde ince bir perde gibi süzülürken onun gözleri de uzaklara, belki geçmişteki bazı yüzlere takılmış gibiydi.
"Dikkatimi çekenler oldu diyelim," dedi, sesi yüzeyde kayıtsız bir tonla süslenmişti ama altında belli belirsiz bir yorgunluk taşıyordu. "Ama bilirsin... bir kitabın kapağı ve ilk birkaç sayfası harika olsa bile, devamı saçmalıksa okumazsın o kitabı."
Mert’in dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı. Başını onaylarcasına salladı; ifadesinde Azra'nın metaforunu gerçekten takdir eden bir ciddiyet vardı. Parmaklarıyla boş çay bardağını yavaşça döndürmeye başladı.
"Ağzın iyi laf yapıyor," dedi, dudaklarında sıcak ama ölçülü bir gülümsemeyle. Sesindeki alaycılık bu kez içtenliğe karışmıştı. "Ve biliyor musun? Tam anlamıyla senin gibi düşünüyorum. Benim kriterlerim de seninkilere çok yakın."
Azra başını hafifçe eğerek kısaca güldü. Ancak bu gülümseme, yüzüne tam oturmayan; içindeki karmaşayı dışa vurmamaya çalışan bir gülümsemeydi. Konuyu kapatma isteğiyle örülmüş, içgüdüsel bir savunmaydı.
"İyi o zaman," dedi, neşeliymiş gibi bir tonla. Ancak sesi, duygularının üstüne çekilmiş ince ama sağlam bir perde gibiydi. "Allah gönlüne göre versin."
Mert, gözlerini kısmış şekilde Azra’yı izlemeye devam etti. Onun kelimeler arasına gizlediği anlamı sezinlemiş gibiydi. Yüzündeki o kendinden emin alaycılık silinmiş, yerini yumuşak bir ciddiyete bırakmıştı. Sandalyede hafifçe doğruldu, kalkmak için bir hamle yaptı ama bakışlarını Azra’dan ayırmadı.
"Amin diyelim," dedi, sade ama anlamlı bir tebessümle. Ardından bakışlarını kısa bir an için denize çevirdi; dışarıda gün hafifçe eğiliyordu, turuncu bir ışık yüzeyinde dalgalanıyordu. "Hadi kalkalım o zaman, şu çok övdüğün parka gidelim."
Azra çay bardağını son kez dudaklarına götürdü. Çantasına uzanırken başını hafifçe yana eğdi; göz ucuyla Mert’i süzerken dudağının kenarında belirsiz bir kıvrım oluştu.
"Olur ama," dedi, çantasını omzuna takarken. Sesi kararlı ama hafifti, sanki kendi planını içinde çoktan şekillendirmişti. "Ben önce bir lavaboya uğrasam iyi olacak."
Mert başını hafifçe sallayıp arkasına yaslandı. Parmakları bardağın ağzında ritmik bir tempo tutarken gözleri Azra'nın arkasından ağır ağır kaydı.
"Tamam," dedi, dudaklarını belli belirsiz bükerek. Beklemeye hazır bir hali vardı ama gözlerindeki hafif daralma, kafasında hâlâ bir şeyleri tarttığını gösteriyordu.
Azra, taş zemin üzerinde topuklarının çıkardığı ritmik tıkırtılar eşliğinde restoranın iç kısmına yürüdü. Masalar arasında dolaşan garsonların tepsilerinden yükselen yemek kokuları havayı kalınlaştırıyor, sıcak baharatlarla karışmış tereyağı kokusu burun direğini yakıyordu. Loş ışıkların altında aynanın karşısına geçtiğinde, yüzünde istemsiz bir tebessüm belirdi. Gülümsemesi yumuşak ve kısa ömürlüydü bir anlığına yüzünde kalıp sonra buhar gibi dağıldı.
Cebinden telefonunu çıkardı. Parmakları ekranı kaydırırken ifadesi nötrdü, ama içten içe dikkatliydi. Selin'den gelen mesaj, o durağan anı kısa bir neşeye dönüştürdü:
"Süpersin, akşam görüşürüz o zaman."
Azra, gözlerinde küçük bir parıltıyla hızla yanıtladı:
"Görüşürüz."
Parmakları mesajı gönderirken bile kafasının arka planında başka bir şey dönüyordu. Mert’in söyledikleri, ses tonu, beden dili... Bunlar zihninde sessizce bir araya gelip anlam oluşturmaya çalışıyordu. Henüz kesin bir karar yoktu; sadece sezgiler vardı, ve sezgiler Azra için her zaman ilk kılavuzdu.
Aynaya bir kez daha baktı, elleri saçlarında kısa bir düzeltme yaptı. Gözleri, kendi yansımasına değil, içindeki tereddüde bakıyor gibiydi.
Çantasını omzuna yeniden yerleştirip lavabodan çıktı. Restoranın kalabalık bahçesine yönelmeden önce kısa bir nefes aldı, güneş artık daha yatay vuruyordu, masaların üzerinde uzun gölgeler uzanıyordu.
Kapının hemen dışında Mert onu bekliyordu. Duvara yaslanmış, bir ayağını geriye kıvırmıştı; duruşu rahat ama bilinçliydi. Azra’yı görür görmez yüzünde tanıdık bir gülümseme belirdi, fazla geniş olmayan ama özgüveni gizlemeyen türden.
"Bu akşam burada canlı müzik varmış," dedi, ona doğru bir adım atarak. Ses tonu kayıtsızmış gibi gelse de gözleri yokluyordu. "Bir buçuk saat sonra. Ne dersin, tekrar mı gelsek?"
Azra, kısa bir duraksamayla ona döndü. Gözlerinin içi hafifçe yumuşadı, dudaklarında içten gelen, küçük ama sıcak bir gülümseme belirdi.
"Akşamı güzeldir buranın," dedi, sesi samimi bir tını taşıyordu. Ama kelimelerinin arasına ördüğü o mesafe duvarı, hâlâ sapasağlam yerindeydi. "Ama bu akşam olmaz. Hem arkadaşımı alacağım iş çıkışı... hem de aile günü."
Bahçede kalan kalabalığın kahkahaları arkalarında silinirken, garsonlar arasında sessiz bir koşuşturmaca vardı; boşalan tabakların tıngırtısı, mutfaktan yükselen baharatlı et ve taze ekmek kokularıyla karışıyordu. Azra'nın topukları taş zeminde yankılanırken, Mert hafifçe kaşlarını kaldırıp ona baktı. Gözlerinde, kafasının içinden geçen sorunun yankısı vardı.
“Aile günü mü?” diye sordu, adımlarını yavaşlatmadan onunla birlikte yürüyerek.
Azra kasaya doğru yönelirken çantasını açtı, cüzdanını bulmak için içinde bir süre oyalandı. Sesi netti, karar verilmiş bir ton taşıyordu.
“Evet,” dedi, gözünü cüzdana dikmişken. “Ve bu arada... hesabı ben ödüyorum. Dünkü yardımın için sana teşekkür etmek istiyordum.”
Tam kasaya ulaşmıştı ki, Mert yanına bir adım attı. Parmak uçlarıyla Azra’nın koluna hafifçe dokundu, ne durdurucu ne de baskıcı, sadece nazik bir uyarı gibiydi. Yüzündeki ifade gevşemişti, gözlerinde tanıdık bir muziplik parladı.
“Hiç zahmet etme,” dedi, sesi hafifti ama altındaki kararlılık belirgindi. “Ben hallettim bile.”
Azra hızla ona döndü, kaşları bir anda çatıldı. Gözleri büyüdü, yüzüne kısa ama yoğun bir şaşkınlık yerleşti. Ardından gelen hayal kırıklığı, dudaklarının kıyısına inatla tutunan memnuniyetsiz bir çizgi olarak yerleşti.
“Ne? Ama ben teşekkür edecektim!”
Mert başını yana eğdi, Azra’nın bu çıkışı belli ki hoşuna gitmişti. Dudaklarının kıyısında alaycı ama nazik bir tebessüm belirdi. Gözleri, onun gözlerine kilitlenmişti. Konuşmadan önce bir an durdu, belki de tepkinin devamını görmek ister gibiydi.
“Öyle kolay değil,” dedi, sesi kahkahayla flört eden bir tona bürünmüştü. “Benim teşekkürü kabul etmem için... biraz daha yaratıcı olman gerekebilir.”
Bir adım geri çekilirken bakışlarını kaçırmadan devam etti, ses tonu yumuşamış ama bakışlarındaki oyunbaz parıltı yerini hâlâ koruyordu.
“Belki de sadece... bir sonraki seferi garantilemeye çalışıyorumdur?”
Kapıdan dışarıya birkaç kişi çıkarken içeriye serin bir akşam esintisi süzüldü. Işıklar loş, ortam yavaş yavaş yeni gelenlerle dolmaya başlıyordu. Azra bir anlık bir duraksamayla ona baktı, gözlerinde karışık ama içten bir ifade belirdi. Dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı; bu bir gülümsemeydi ama cevabı henüz belli olmayan bir duygu da taşıyordu içinde.
“Ne yani, bilerek mi yapıyor bunu bir daha görüşmek için?”
Sözleri soğuk değildi ama içine sinmeyen bir şeylerin kıyısından dolanıyordu. Üzerinde düşünmek istemediği bir ihtimal vardı.
Mert, sokak lambasının altına gelince durdu, loş ışık yüzünün bir yanını gölgede bırakmıştı. Ellerini cebine soktu, yüzünde sakin, hafif alaycı bir gülümseme vardı, Azra’nın tepkisini ölçer gibi bir an sessiz kaldı.
“Benimleyken hesaplar bende. Şimdilik.”
Azra’nın omuzları hafifçe gerildi. Dişlerini belli belirsiz sıktı ama gülümsememek için kendini zorlamış gibiydi. Çenesindeki kaslar gerilse de, bunu sadece kendi içinde tuttu.
“Şimdilik konu kapandı o zaman,” dedi, sesine bilerek kattığı kayıtsızlıkla. Kısa bir nefes verip bakışlarını sokak lambasından kaçırarak yere çevirdi. “Ama bu yaptığın hiç hoşuma gitmedi.”
Söylenmeyen teşekkür, boğazında düğümlenmişti. Bu küçük numara fazla ince, fazla ‘Mertçe’ onun çizdiği sınırları esnetmişti. Ama tam da bu yüzden içten içe, az da olsa hoşuna gitmişti.
Mert başını yavaşça salladı. Dudaklarının kenarında sözde bir anlayış kıvrıldı ama gözlerinin içindeki parıltı inadı ele veriyordu.
“Anlıyorum,” dedi.
Sesinde, “anlamıyorum ama uzatmayacağım” tonu gizliydi. Ardında tartışma başlatmaya niyetli biri gibi değil, sonucu baştan kabul etmiş biri gibi duruyordu.
“Ama kural bu.”
Azra’nın gözlerinde bu kez kırılganlık değil, oyunbaz bir meydan okuma belirdi. Bir adım geriye çekildi, omzundaki çantasını tek bir hareketle düzeltti. Hafifçe başını yana eğdi, yüzünde belli belirsiz bir tebessüm gezindi.
“Pekâlâ,” dedi, sesi kararlıydı ama içinde ince bir zafer duygusu da gizliydi. “O zaman park için alacağımız içecekleri ve atıştırmalıkları ben ısmarlıyorum.”
Mert kısa bir kahkaha attı, başını hafifçe geri atarak. Elini kaldırıp havayı yarar gibi bir hareket yaptı, sanki bu tartışmayı daha önce kendi içinde çoktan bitirmişti.
“Olmaz dedim,” dedi kararlı bir tonla. Gözlerinin kenarında alaycı bir ışıltı belirdi. “O büyük teşekkür borcu hâlâ duruyor. Bunlar sadece yanında küçük ikramlar olur.”
Azra gözlerini devirdi, ardından başını hafifçe yana çevirip derin bir iç geçirdi. O kadar dramatik olmamaya çalıştı ama sabrı da sınırlıydı.
“İnanılmazsın!” dedi. Gözleri Mert’in yüzünde sabitlenmişti. Gülmemeye çalışsa da dudaklarının kıyısında bir kıvrım belirdi. “Bunu gerçekten tartışacak mıyız?” Azra yapmacık bir sinirle kollarını göğsünde bağlamıştı.
"Eğer benimleyken para harcamaya çalışmaya devam edersen, evet," dedi Mert, çenesini hafifçe yukarı kaldırarak. Yüzündeki ifade gevşemedi; inadından zerre ödün vermeyen bir gerginlik vardı.
Azra'nın gözleri daraldı, dudakları ince bir çizgi hâline geldi. Çenesindeki kaslar belli belirsiz gerildi, nefesi burnundan sertçe çıktı. Caddeden geçen bir araba arkasında hafifçe esen rüzgârla birlikte egzoz kokusunu bıraktı; Azra, çevreden gelen bu kaotik canlılığa rağmen tüm dikkatini Mert’e odaklamıştı.
"Ben gidiyorum o zaman," dedi, sesi düz ama içinde sabrının son kırıntısı hissediliyordu. "Anlaşamayacağız."
Bir adım geri çekildi. Topukları taş kaldırıma hafif bir ses bıraktı. Ardından arkasını dönmek üzereyken Mert birden öne atıldı; ani bir hareketle önüne geçip kollarını iki yana açtı, cadde ışıklarıyla parlayan gözleriyle gülümsedi.
"Dur bakalım!" dedi, neşeli ama inatçı bir tonla. Gülümsemesi sokağın hafif uğultusuna meydan okur gibiydi. "Hemen kaçmak yok!"
Azra, dişlerini sıkarak bir adım geri çekildi, sonra sol tarafından geçmeye yeltendi. Ancak Mert de aynı hızla sola kaydı, adımları onunkiyle senkronize bir inatla hareket ediyordu.
"Çekil önümden, Mert!" dedi Azra, sesi bu kez daha keskin ve belirgindi. Yoldan geçen genç bir çift, onların bu küçük sahnesini merakla izleyerek başlarını çevirdi.
"Olmaz," dedi Mert, yüzünde hâlâ aynı ısrarcı tebessümle. Caddenin köşesindeki fırından taze simit kokusu geliyordu; kaldırımda yürüyen insanlar, vitrinlere bakan kalabalık arasında onlar küçük bir tiyatro sahnesi gibi kalmışlardı.
Azra yeniden yön değiştirdi ama Mert adımını yine yana kaydırarak yolunu kapattı. Bu çocukça kovalamaca, kaldırımdan geçen birkaç kişinin ilgisini çekmişti.
Birden döndü ve meydan okurcasına sesini yükseltti:
"Affedersiniz!" dedi, kollarını iki yana açarak. "Bana 'teşekkür borcu' olan ama bir türlü ödemek istemeyen çok inatçı birini arıyorum! Kaçmaya çalışıyor da..."
Birkaç masa dönüp onlara baktı. Bir kafedeki yaşlı adam gözlüklerinin üzerinden gülerek izledi, arkadaki masada oturan iki genç kadın hafifçe kıkırdadı. Azra’nın yanakları bir anda kıpkırmızı kesildi.
"Mert, saçmalama!" dedi, sesi dişlerinin arasından güçlükle çıkarken öfkesini yutmaya çalışıyordu. Yüzü ateş gibi yanıyordu. "Rezil oluyorum!"
Mert bir adım daha yaklaştı, ama sesi bu kez daha yumuşak ve kararlıydı.
"O zaman kaçmayacaksın," dedi, gülümsemesi hâlâ yerindeydi ama gözlerindeki parıltı değişmişti; içinde bir oyun değil, ciddi bir irade kıvılcımı belirmişti.
"Ve... o borcu nasıl ödeyeceğini konuşmamız lazım."
Azra bir anda durdu. Ayakkabısının topuğu kaldırıma hafifçe vurdu, yankısı beton zeminde tınladı. Ardından yavaşça geriye döndü, gözlerini kıstı. Araçların uğultusu ve yanlarından geçen insanların ayak sesleri arasında Mert’in ifadesine odaklandı.
“‘Borcu nasıl ödeyeceğimi konuşmak mı?’” dedi şüpheli bir tonla. Kaşları hafif çatılmıştı. “Ne konuşacağız?”
Sesi yavaşlamıştı artık. İçinde bir şey kıpırdıyordu, öfkesi henüz sönmemişti ama onunla birlikte, ince bir merak da kabarıyordu. Şüphe, yüzüne gölge gibi düşmüştü.
Mert, sanki zafer kazanmış bir komutan gibi hafifçe başını eğdi. Gözlerinde eğlenceli ama ne söylediğini bilen bir ışıltı vardı. Ağzının kenarından kendine güvenli, tatlı bir gülümseme sızdı. Elini Azra’ya doğru uzattı.
“Parka gidelim,” dedi, sesi neredeyse fısıltıydı ama içinde net bir davet gizliydi. “Orada konuşuruz. Anlaştık mı?”
Azra, onun eline baktı önce, parmaklarındaki küçük nasırlar, avcunun açık cesareti. Sonra gözlerine çevirdi bakışlarını. Bu inatçı tavır, içinde kıvılcımlar yakıyordu. Kızgınlıkla beraber tanımsız bir merak da kabarıyordu; Mert’in neyin peşinde olduğunu bilmiyordu ama öğrenmeden gitmek istemiyordu artık.
“Öf!” dedi, içini çekerek. Elini uzattı, bakışlarını ise kaçırdı; sanki kendi kararına kendi bile sinir olmuş gibiydi. “Tamam! Ama saçma sapan bir şeyse karışmam!”
“Anlaştık!” dedi Mert, ağzının köşesini belli belirsiz yukarı kıvırarak. Sesinde çocuksu bir keyif vardı. “Söz mü?”
“Söz,” diye mırıldandı Azra, gözlerini devirmeyi ihmal etmeden. Ama bu deviriş, öfkenin değil; daha çok boyun eğmenin, çaresiz bir kabullenişin jestiydi.
“Gerçekten… ne diyeceğimi bilemiyorum sana,” dedi sonra, istemsiz bir kahkaha döküldü dudaklarından. Bir yorgunluk, bir pes ediş kahkahasıydı bu.
Mert çenesini yukarı kaldırdı, sanki hayalindeki görünmez seyircilerden alkış bekliyormuş gibi poz verircesine durdu. Akşamın ilk serinliği tenlerine çarparken caddede bir otobüs yavaşça geçip uzaklaştı.
“Biliyorum,” dedi şımarık bir edayla. “Harikayım.”
Parmaklarıyla Azra’nın eline küçük bir dokunuş bırakıp yürümeye başladı. “Hadi gel, ‘borcuna faiz işlemeden’ şu atıştırmalıkları alalım.”
Şehir yavaş yavaş akşam telaşına bürünüyordu; mağaza vitrinlerinde yansımalar titriyordu, insanlar evlerine dönüyor, kafelerden çatal kaşık sesleri taşınıyordu kaldırıma.
Azra ve Mert, köşedeki küçük mahalle bakkalına yöneldiler. Cam kapıdan içeri girdiklerinde minik bir çan sesi duyuldu. Bakkalın içi dışarıya kıyasla serindi; yaz sıcağının ardından gelen bu ani ferahlık, ikisini de bir anlığına susturdu. Raflar arasında dolaşırken çikolata ve naneli sakız kokusu arasında tatlı bir sükûnet oluştu.
Mert bir cips paketi kaptı, sonra onu şakağının yanına tutarak yana eğildi.
“Bu yeterince yaratıcı mı?” der gibi baktı, gözleri mavi değil de bir şeyleri çalmak için hazırlanmış birer plan gibi kıpır kıpırdı.
Azra, önce sıkılmış gibi gözlerini devirdi. Ama dudaklarındaki kıvrım ona ihanet etti; tüm çabasına rağmen bir tebessüm kayıverdi yüzüne.
Kasaya vardıklarında Azra, elini çantasına atarken Mert ondan hızlı davranarak kartını çoktan uzatmıştı.
Azra'nın kaşları anında kalktı, dudakları itiraz etmek için aralandı ama Mert, onun kulağına doğru hafifçe eğilip alçak bir tonda fısıldadı:
"Unutma... borcun kabarıyor."
Azra’nın başı istemsizce öne düştü. Dudakları bir çizgi gibi sıkılmıştı, gözlerini kaçırarak iki yana salladı başını.
Bu adamla baş etmek... gerçekten sinir yıpratıcıydı.
İş çıkışı kalabalığıyla hareketlenen sokaklara adım attıklarında, caddenin kenarındaki pastaneden yükselen taze kurabiye kokusu burunlarına doldu. Hava yazdan kalma bir serinlikle doluydu; üstlerinden geçen kuşlar telaşla konak arıyor gibiydi. Ağaçların yaprakları arada bir esintiye kıpır kıpır yanıt veriyordu.
Yan yana yürürlerken Mert, elindeki poşeti hafifçe sallayıp Azra'nın sırt çantasına göz gezdirdi. Gözleri, mavi bir berraklıkla onun omzundaki yükte takılı kaldı.
Omuz hizasında başını eğip sahiden ilgileniyormuş gibi sordu:
"Sırt çantan ağır mı? Taşımamı ister misin?"
Sesi fazla masumdu. Fazla pürüzsüz. Dudaklarının kenarındaki belli belirsiz kıvrım ise Azra’nın tanıdığı o tipik Mert sırıtışının habercisiydi.
Azra’nın omuzları hafifçe gerildi, gözlerini kıstı. Yüzünde bir tebessüm bile olmadan, ama sesine inatçı tonunu itinayla serpiştirerek yanıtladı:
"İstemem. Kendim taşırım."
Mert, yan gözle onu süzüp hafifçe güldü. Alaydan yoksundu bu gülüş; daha çok onun inadını keyifle gözlemleyen bir sıcaklık taşıyordu.
"Sadece şu elimdeki poşeti içine koymak istemiştim ama..."
Omuzlarını hafifçe silkti. Ardından sesi hafifçe dalgalandı:
"Madem taşıtmıyorsun..."
Azra gözlerini gökyüzüne devirdi; yorgun ama sabırlı bir iç çekişle birlikte sırt çantasını çıkardı. Hareketi hızlı ve ölçüsüzdü.
"İyi, al! Bik bik susmayacaksın değil mi?"
Çantayı adeta Mert’in suratına fırlattı.
Mert refleksle çantayı havada yakaladı. Gözlerinde o tanıdık ışıltı, dudaklarında alaycı bir gülümseme belirdi.
"Teşekkür ederim, ne kadar kibarsın," dedi, dişlerini göstere göstere.
Çantayı omzuna geçirdiğinde bir omzunu yukarı kaldırarak yükü dengelemeye çalıştı.
"Gerçekten hafifmiş. Hep böyle inatçı mısın sen?"
Azra'nın duraksamadan verdiği yanıt neredeyse bir savaş borusu gibiydi:
"Evet, inatçıyım! Domuz gibi hem de!"
Söyleyişindeki kararlılık, cümlenin içinde geçen hakareti bile bir tür zafer ilanına dönüştürmüştü. "Bir itirazın mı var?"
Mert’in gülümsemesi genişledi, mavi gözleri onun sinirini ölçer gibi kısıldı.
"Yok, itirazım yok. Sadece tespit... İnatçı."
Adımlarını yavaşlattı, parkın girişine yaklaşmışlardı. Ağaçların arasından süzülen akşam güneşi, toprakla asfaltın birleştiği yerde yumuşak bir altın rengi bırakmıştı. Kuş seslerine sokaktan gelen korna ve kalabalık uğultusu karışıyordu.
Mert, bir süre sessiz kaldı. Ardından sesini hafifçe alçalttı:
"Peki tamam, inatçısın, kabul. Ama şu hesap ödeme konusunda neden bu kadar direndiğini hâlâ tam anlamış değilim. Kimsenin sana bir şey ısmarlamasına izin vermez misin hiç?"
Azra gözlerini yere dikti. Burnuna dolan sıcak asfalt ve tatlı hamur kokusu arasında bir an nefesini tuttu, sonra yavaşça bıraktı.
"Bak... seni henüz tanımıyorum. Bu yüzden durup dururken hesap ödemene izin veremem."
Sesi yumuşaktı ama netti, içinde yılların ağırlığıyla örülmüş bir kural vardı.
"Kendimi borçlu hissederim. Teşekkür etmek isteyen bendim zaten."
Mert, yürürken başını ona doğru çevirdi. Kaşlarını hafifçe kaldırdı, gözlerinde yaramazca parlayan bir ışıltı belirdi. Sesi, hafif alaycı ama incitmeyen bir tondaydı.
"Biraz önce tanıştık ya... Ne çabuk unuttun?"
Bir süre sessiz yürüdüler. Parkın girişini geçtiklerinde, ayaklarının altındaki çakıl taşları ezilerek tekdüze ama yatıştırıcı bir ritim oluşturdu. Adımlarının çıkardığı ses, aralarındaki ufak gerilimi törpüler gibiydi. Hava hâlâ sıcaktı ama ağaçların arasından geçen esinti, akşamın yumuşak serinliğini tenlerine taşıyordu. Güneş henüz tam batmamıştı; gökyüzü altınla pembe arasında kararsız bir renge bürünmüştü. Parkta çekim yapan birkaç insanın kurduğu tripodlar, kadraja alınmaya çalışılan çiçekli ağaçlar ve arada bir objektife poz veren çocuklar arasında geçip gittiler.
Azra başını çevirmedi. Çenesini hafifçe göğsüne yaklaştırarak mırıldandı, dudakları belli belirsiz bükülmüştü.
"Senin mantığın da bir garip..."
Sözlerinin ardından dudaklarında küçük, anlaşılmaz bir gülümseme belirdi. Gülüşmelerinin ardından sessizlik tekrar geri döndü ama bu kez daha yumuşaktı. Aralarındaki inat, biraz önceki köşeli havasını yitirip çocukça bir oyunun ritmine bürünmüştü. İki inatçının kendi kurallarına göre oynadığı, kelimelerle kurdukları bir denge oyunuydu bu.
Yanlarından geçen bir adam, büyük bir kamerayla yavaş çekim bir doğa sahnesi kaydediyordu; çiçekli ağaçların altından geçen güvercinler objektifin içinde salınırken, Mert ve Azra'nın gölgeleri fonda kısa bir misafirliğe uğramıştı.
Park, akşamın kucağına yaslanmıştı artık. Yaprakların arasından geçen rüzgâr, dalları nazikçe titretiyor; yere düşen çiçek taç yaprakları, esintiye kapılıp ayaklarının önünde savruluyordu. Yol kenarındaki ağaçların gövdeleri, alçak ışıklarla aydınlanmaya başlamıştı ama henüz sokak lambaları yanmamıştı; doğanın kendi ışığı hâlâ yeterince cömertti.
Mert, sessizliği ilk bozan oldu. Azra’yla aynı tempoda yürümeye devam ederken elini cebine sokup başını hafifçe yana eğdi. Dudaklarında hem uzlaşmacı hem de bir parça muzır bir gülümseme vardı.
"Pekâlâ, pekâlâ," dedi; sesi, gerilimi parmak uçlarıyla dağıtmak istermişçesine yumuşaktı.
"Bak, madem o kadar ‘teşekkür borcu’ altında hissettin kendini ve bu konuyu artık kapatmak istiyorsun... şöyle yapalım: Bir gün pikniğe gideriz. Bütün hazırlığı sen yaparsın. Böylece borcunu ödemiş olursun, hem de kendi istediğin gibi."
Azra'nın kaşları hafifçe kalktı. Gözlerini kısarak ona döndü. Dudaklarının kenarında küçümseyici ama eğlenen bir kıvrım oluşmuştu.
"Babanın en akıllı oğlu sen misin acaba?"
Sözlerini söylerken bir ağacın altındaki güvercinlere göz attı; kuşlar, birkaç adım ötelerinde yerlere serpiştirilmiş tohumları gagalarken, fonda bir çocuğun kahkahası yankılandı. Kameralı başka bir grup, onları fark etmeden kadraja almış olabilir miydi? Umursamadı.
Mert güldü; kısa ama içten bir kahkahaydı bu. Parkın taş zemininde yankılanan sesine, uzaktaki çocuk çığlıkları karıştı. Eli ense köküne gitti, başını hafifçe yana eğdi. Çimenlerde koşuşturan bir köpek havladı; etrafta uçuşan kiraz çiçeği yaprakları rüzgârla dans ederken, Mert’in gözlerinde kendinden emin bir parıltı belirdi.
"Abimle yarışırız ama bence ben daha akıllıyım. Neden sordun?"
Azra, ayakkabısının çözülen bağcığını fark edince yere eğildi. Kaldırım taşlarının arasına sıkışan yapraklara gözü takıldı; başını iki yana salladı, sanki onun bu özgüvenini silkelemek istermiş gibi.
"Seninle ikinci bir randevuya, hem de pikniğe çıkacağımı nereden çıkardın?"
Mert’in yüzü gevşedi, dudaklarının kenarı tembelce kıvrıldı. Gözleri kalabalığın içinden sadece onu seçiyor gibiydi. Yanlarından geçen yaşlı bir çift ellerini tutarak yürürken, fonda bir kuş cıvıltısı yükseldi.
"Tamam, ikinci olmazsa beşinci olur," dedi sırıtarak. Tonunda neredeyse çocuksu bir meydan okuma vardı; hem hafif, hem kararlı.
Azra ayağa kalktı, ellerini cebine soktu, başını eğip bir kahkaha attı. Yoldan geçen bir kız çocuğu balonunu uçurunca kısa bir bakışla izledi, sonra tekrar Mert’e döndü; gözlerinde inanmayan bir ifadeyle konuştu.
"Bir de beşinci diyor! Tekrar görüşeceğimizden bu kadar eminsin yani?"
Mert yürümeye devam ederken başını arkaya çevirdi. Gülümsemesi daha da derinleşmişti, güneş tam arkasında batarken saçlarının ucunu aydınlatan ışıkla siluet gibi görünüyordu.
"Evet, eminim."
Bu kadar net, bu kadar yalın. Ne bir açıklama, ne bir gerekçe. Sadece içten gelen bir kesinlik. Azra’nın göğsünde beliren sıcaklık kısa bir an için soluk aldı; sonra yüzü hızla soğudu. Dudakları birbirine bastı, bakışları kararlıydı.
"Çok beklersin," dedi. Kısa, keskin, neredeyse bir son söz gibi.
Tam o sırada Mert bir adım geride durdu. Parkın kenarındaki taş banklardan birinin önünde Azra’ya döndü. Yanından geçen patenli bir genç onları hızla geçerken Mert’in gölgesi uzayıp Azra’nın ayaklarına dek uzandı. Ciddiyetle parlayan gözleri, yine o tanıdık sıcaklıkla yumuşuyordu.
"Var mısın iddiaya?" diye sordu; kaşları hafifçe kalktı. Sesi kalabalığın uğultusu arasında yine de net bir şekilde ulaştı ona. Gözlerinin içi parlıyordu, rüzgâr saçlarını hafifçe dağıttı.
"Eğer bir daha karşılaşırsak ki karşılaşacağız bana harika bir piknik borçlusun. Yemekler senden."
Yanlarından geçen bir bisikletlinin zili çaldı, ardından Mert göz kırptı. Gülümsemesi bu sefer sırıtkan değil, samimi bir beklenti taşıyordu.
"Hatta şimdiden siparişimi vereyim: menüde mutlaka yaprak sarması olsun."
Azra gözlerini kıstı. Dudakları arasında bastırılmış bir gülümseme vardı, ama bir yanıyla da Mert’in bu küstah meydan okuması damarına basıyordu. Etraflarındaki sohbetler, kahkahalar, uzaklardan gelen bir simitçinin sesi bu anı gerçek kılarken, Azra başını iki yana salladı ve iç çekerek güldü.
"Kabul!" dedi, sesi meydan okurcasına netti.
"Nasılsa öyle bir şey olmayacak."
Ama içinden geçen başka bir şeydi. Kalabalığın içinde bu kadar özgüvenli birini görmeye alışkın değildi. Düşünceleri gelip geçen bir bulut gibi yüz ifadesinden iz bırakmadan geçti.
En azından… ben ona denk gelmemeye çalışırım, diye geçirdi içinden. Bakışlarını yere indirdiğinde, taşların arasındaki minik bir karıncayı izlerken buldu kendini.
Park, akşamüzerinin huzurlu kalabalığına bürünmüştü. Rengârenk çiçek tarhlarından gelen hafif kokular esintiye karışıyor, minik gölette süzülen ördekler suya halka halka titreşimler bırakıyordu. Boğazın arka plandaki manzarası, tam da güneşin yavaşça alçaldığı bu vakitte altın rengi bir örtü gibi yayılmıştı. Bir anlığına tablo gibi durmuştu dünya.
Ama Azra’nın omuzları hâlâ gergindi. Dudakları sıkıca kapanmıştı. Az önceki söz düellosunun etkisi kolay kolay geçecek gibi değildi.
Mert, Azra'nın yüzüne takılıp kalmıştı ama bu kez yüzeydeki ifadeyi değil, daha derin bir yere dokunmak istercesine konuştu.
“Bu arada…” dedi, sesi neredeyse dalgın bir merakla yumuşadı. “Dün kavga ettiğin çocuk ne istiyordu senden?”
Sorunun ucu dikkatle bilenmişti. Göz ucuyla Azra’nın tepkisini yokladı; konuyu değiştirmiyor, tersine onun kaçındığı o sıkışık boşluğa varmak istiyordu.
Azra’nın adımları bir an duraksadı. Ama yüzünü çevirip bakmadı, gözlerini yere sabitleyerek yürümeye devam etti.
“Dayak,” dedi kısaca. Omzunu silkerken yüz kasları belli belirsiz gerildi, belli ki konuşmak istemediği şeyin kapısı aralanmıştı.
Mert sesini çıkarmadı. Aralarında ince, ama görünmez bir duvar yükselmişti. Gökyüzü berrak, hava güzeldi; ama Azra hâlâ o duvarın arkasındaydı. Oysa Mert, orada neyin saklandığını merak ediyordu.
Adımlarını yavaşlattı, onunla aynı hizaya gelip biraz yana kaydı. Bakışları yargılamadan uzaktı; gözlerinde yalnızca merakla karışık bir içtenlik vardı.
“Yani…” dedi, sesi beklediğinden daha yumuşaktı. “Tatsız bir şey yaşandığı belli, ama… merak ettim.”
Azra gözlerini kıstı, dudak kenarı hafifçe titredi. Dudağını dişlerinin arasına alıp kısa bir iç çekişle başını çevirip karşıya baktı. Bir banka, bir ağaca ya da belki yalnızca bir anıya… Gözleri bir noktaya sabitlenmişti; sanki hatırladığı sahneler, o boşlukta canlanıyordu.
“En yakın arkadaşımı rahatsız eden biri,” dedi sonunda, sesi düşüktü ama titremiyordu. “Aynı yerde çalışıyorduk… ben onu kovdurana kadar.”
Sessizce ama güçlü bir şekilde inşa ettiği duvarın harcında bir çatlak oluştu o anda. Ve sonra… anlatmaya başladı. Cümle cümle değil, parça parça… anekdot anekdot…
Selin’in gözlerindeki korkuyu, sonra da minnettarlığı… birlikte ev arayışlarını, taşınma telaşını… anlatırken yüzü gevşemeye başlamıştı. Dudak kenarları, az önceki sert çizgilerden uzaklaşıp hafifçe yumuşadı. Gözleri artık kaçmıyordu; karşısındakiyle değil, anlatırken yeniden yaşadığı anlarla temas kuruyordu.
Mert konuşmadı. Sadece yürüdü, dinledi. Ara sıra başını sallayarak ya da gözlerini kısıp dudaklarını birbirine bastırarak ona eşlik etti. Dinlerken Azra’yı başka bir ışıkta görüyordu sanki; yalnızca keskin zekâsı ya da ani tepkileriyle değil, sevdiklerine gösterdiği o sarsılmaz sadakatle…
Azra, ilk kez gerçekten içini açarken, parkta esen rüzgâr bile daha hafif esmeye başlamıştı.
Mert, Azra’yı dikkatle dinlerken kaşlarını hafifçe çattı, dudakları ince bir çizgiye dönüştü. Yüzünde biriken o öfke, gözlerine yansıdı.
"Selin için gerçekten üzgünüm," dedi sesi ağırlaştı, çenesindeki kas hafifçe gerildi, yumruğunu cebinde sıktı. "O Semih denen karaktersizi bir yerde görsem, elimden alamazlar."
Azra, Mert’in beklenmedik sertliğine göz ucuyla baktı. Dudaklarının kenarında zarif bir tebessüm belirdi, ama içinde bir şaşkınlık da saklıydı. Bu kadar sahiplenici bir tepki beklemiyordu. Konunun dağılıp hafifletilmesini istedi.
"Peki sen nerede çalışıyorsun?" diye sordu, sesi yumuşamıştı. Gerginliği azaltmaya çalıştığı belliydi.
Mert omuzlarını hafifçe geriye attı, eliyle saçlarını ensesine doğru taradı.
"Şu an çalışmıyorum," dedi, rahat ve kendinden emin bir tonla. "Buraya yeni taşındık, taşınmadan önce işi bıraktım. Şimdi askerliği aradan çıkaracağım."
Azra başını eğdi, kısa bir “Hmm” sesi çıkardı. Mert’in durumunu yargılamaktan uzaktı, fakat ilgisini çekmişti.
"Üniversite mezunuyum, altı ay yapacağım. Babam eski asker, emekli. Bedelliye karşı, mecburen klasik yolu seçtim," diye ekledi Mert, cebine ellerini sokup yürürken.
Azra başını hafifçe salladı.
"İyi o zaman. Çabuk geçer," dedi, samimi ama mesafeli bir tonla.
Bir anlık sessizlik çöktü aralarına. Sonra Mert, ilerideki göl kıyısını işaret etti.
"Hadi gel, şuraya oturalım," dedi, eliyle sakin bir hareket yaptı. O anda biraz daha yakınlaşma hissi doğdu.
Bankın üzerine oturduklarında hafif rüzgâr göl yüzeyinde nazlı halkalar oluşturuyordu. Azra, çantasını dizine çekip içinden meyve suları ve fıstık paketlerini çıkardı. Mert, ellerine kısa bir an baktı; sonra gözlerini gökyüzüne çevirdi.
Atıştırmalıklar sessizce paylaşıldı. Her yudum, her çıtırtı aralarındaki boşluğu dolduruyordu. Konuşmadan gökyüzüne, suyun sakin yüzeyine bakmak, sanki ikisine de iyi gelmişti. Göğün mavisi, yavaş yavaş akşama karışırken etraflarındaki çiçeklerin renkleri tablonun fırça darbeleri gibi görünüyordu.
Sonunda, sohbet yeniden başladı. Bu kez aileler üzerineydi. Azra, babasının gece bekçisi olduğunu, annesinin ofiste asistanlık yaptığını anlattı. Kardeşinin liseye gittiğini söylerken sesi bir an duraksadı; ailesinden bahsetmek onu biraz içe çekmişti ama bunu saklamaya çalışıyordu.
Mert ise uzak bir noktaya bakarak konuştu.
"Annem emekli öğretmen," dedi. Bir an durdu, sonra hafifçe gülümsedi. "Abim benden iki yaş büyük, hâlâ bekar."
İki yabancı, birbirlerinin geçmişine açılan bu sade pencereler sayesinde yavaş yavaş sessiz bir anlayış kurdu. Göl kenarında başlayan bu dingin an, ilk güven kırıntılarını taşıyordu. Hiçbir şey aceleye getirilmemiş, kendi doğal ritminde ilerliyordu. Kuş sesleri uzaktan cılız cılız duyuluyor, gökyüzü pembeleşiyordu. Sessizlik, doğanın nabzına karışmıştı.
Göz ucuyla Mert’e baktı. Yüzü huzurlu ama düşünceliydi. Merakla sordu:
“Abin neden evlenmemiş?”
Başını hafifçe ona çevirdi. Sesinde masum bir sorgu, ama tonunda belli belirsiz bir iğne vardı.
Mert omuz silkti. Bakışları gölün öte yakasına, puslu siluetiyle beliren köprüye takılmıştı.
“Bilmem. Kafasına göre birini bulamadı herhalde,” dedi kayıtsızca.
Azra'nın dudak kenarında muzır bir gülümseme belirdi. Hafifçe başını eğdi, gözlerini kısıp onu süzdü.
“Yakışıklı mı bari?”
Soruyu eğlenerek sormuştu ama altında ufak bir oyun vardı.
Mert'in kaşları hemen çatıldı. Başını ona çevirip gözlerini kıstı. Rüzgâr ceketinin eteğini usulca savururken sesi düşüktü, alaycılıkla karışık bir huzursuzluk gizliydi.
“Niye? Tanışmak mı istiyorsun?”
Azra kahkahasını zor tuttu. Yüzünde çocuksu bir keyif belirirken, sesinde hafif bir dalgacılık vardı. “Evet, neden olmasın? Belki tam onun kafasına göreyimdir?”
Göl kıyısında otların arasından sivrisinekler yükseliyordu. Rüzgâr, göl yüzeyinde küçük titreşimler yaratıyor, etrafa taze çam kokusu yayılıyordu.
Mert gözlerini devirip onu süzdü; bir kaşı hafif kalktı, dudak kenarıyla gülümsedi. “Hiç sanmam.”
Azra kollarını göğsünde kavuşturdu, sesi meydan okur gibiydi. “Nedenmiş o? Neyimi beğenmeyecekmiş acaba?”
Gölün öte yakasında bir martı çığlık attı, çalıların arasından iki serçe hızla geçip kayboldu.
Mert hafifçe öne eğilip yüzüne yaklaştı. Gözleri, eğlenen ama aynı zamanda hafifçe rahatsız bir ifadeyle parlıyordu. “Senin gibi inatçı, huysuz ve dili pabuç kadar bir kızı abim ne yapsın? O daha uysal, sakin tiplerden hoşlanır.”
Azra’nın dudakları büzüldü, kaşları çatıldı. Sesi sertleşmişti. “Bana sürekli huysuz deyip durmaktan vazgeçer misin?”
Yaprakların arasından süzülen gün ışığı yüzüne vurdu; teni bir an parladı, sonra gölgede kaldı.
Mert arkasına yaslanıp kahkaha attı. “Ne yapayım, doğruyu söyleyince de kızıyorsun. Ne geçimsiz bir şey çıktın sen de!”
Azra yerinden doğrulup yüzünü ona döndü. Dudaklarının kenarında bir kıvrım belirdi, tek kaşını yukarıya itti. “Evet, öyleyim! Huysuzum, inatçıyım, geçimsizim! Oldu mu? İşine geliyorsa!”
Uzakta bir bisikletlinin zil sesi yankılandı. Göl kenarında oturan birkaç kişi başlarını çevirip onlara baktı.
Mert onun bu çıkışına daha çok eğlenmiş gibiydi. Gözlerini kısıp hafifçe başını salladı. “İnsanın kendini bilmesi güzel tabii.”
Azra gözlerini devirdi, dişlerini sıkarak konuştu. “Sen de kendini beğenmiş, ukala ve çok bilmişin tekisin!”
Bir sincap, yakındaki ağacın gövdesine tırmanıp dalların arasında kayboldu.
Mert geri çekildi, ellerini iki yana açtı. “Ne güzel bir ilk izlenim bırakmışım desene.”
Azra dudaklarını bükerek, dramatik bir baş hareketiyle arkasını döndü. “Hem de nasıl! Bayıldım sana.”
Mert hiç bozuntuya vermedi, çaktırmadan gülümsedi.
“Ben de sana,” dedi ve göz kırptı.
Azra istemsizce kıkırdadı ama hemen ciddileşti. Cebinden telefonunu çıkarıp saate baktı.
Göl kenarına vuran gün ışığı hafifçe solmaya başlamıştı.
Kaşları hafifçe kalktı. “Saat yedi olmuş. Kalksak iyi olacak. Arkadaşımı almam, bir de kasaba uğramam lazım.”
Mert, gözlerini yere dikip bir an düşündü. Ayak ucuyla çakıl taşını ezdi.
Ardından başını kaldırarak hafifçe yana eğdi.
“Biraz daha otursaydık?” dedi. “Hem arkadaşını birlikte alırız, arabayla daha rahat edersin.”
Azra duraksadı. Göl kenarından esen serinliği içine çekti, çimenlerin kokusu nefesine karıştı.
Kısa bir tereddütten sonra başını salladı.
“Peki. On beş dakika daha oturalım o zaman.”
“Tamam,” dedi Mert sessizce.
Kısa bir süre sessizlik oldu. Kuşların ötüşü uzaktan zar zor duyuluyordu.
Mert parmaklarını dizlerinde gezdirdi, gözleri Azra’nın profiline kaydı. Yutkundu.
Ardından sesi yumuşadı, gözleri mahcup bir ifadeyle onun gözlerine takıldı.
“Şey... Çok mu kızdırdım seni bugün?”
Azra, bu ani değişikliğe hazırlıksız yakalanmış gibiydi. Başını ona çevirmeden önce kısa bir an gökyüzüne baktı.
Bir an kaşlarını çattı, sonra dudaklarını büzerek ona baktı. Gözlerinde hem şaşkınlık hem eğlence vardı.
“Ne o?” dedi, sesi muzipçe hafifledi. “Seninle bir daha görüşmem diye mi korkuyorsun?”
Mert’in yüzünde kendinden emin, hafif muzip bir gülümseme belirdi.
Bir yaprak savrulup önlerinden geçti, ikisi de göz ucuyla takip etti.
Gözleri Azra’nın ifadesinde bir şeyler ararken dudakları kıpırdadı.
“Görüşecek misin?”
Azra, beklenmedik bir soruyla karşılaşmış gibi bir an duraksadı.
Serin rüzgâr saçlarının bir tutamını yüzüne savurdu.
Sonra hızla toparlandı, çenesini hafifçe yukarı kaldırarak konuştu.
“Hayır. İddiaya girdik ya, kazanırsan görüşürüz anca.”
Sesi kararlıydı ama bakışları kısa bir an için kaçamak davrandı.
Ardından daha yumuşak, dürüst bir tonla ekledi:
“Çok kızdırmadın… biraz belki. Daha çok restoran çıkışında utandırdın beni.”
Mert, kaşlarını ilgiyle kaldırdı, gözlerinde alay değil, samimi bir merak vardı.
Parkın arka tarafında bir çocuk gülerek koştu, ayak sesleri çimenleri hışırdattı.
“Hep böyle kolay mı utanırsın sen?”
Azra başını eğdi, bir ayağını yerde daire çizer gibi oynattı.
“Bazen,” dedi omuz silkerek. Ardından gözlerini Mert'e dikti, kaşlarını hafifçe kaldırdı.
“Sen de hep böyle arsız mısın?”
Mert kahkaha attı, sesi parkın sessizliğinde yankılandı.
Ağaçların yaprakları, onun kahkahasına eşlik eder gibi hışırdadı.
“Genelde evet.”
Azra gözlerini devirdi ama yüzündeki gülümseme saklanmıyordu.
“Harika.”
Mert kolundaki saate bir göz attı.
Uzakta, bir araba kontağının sesi yankılandı.
“Hadi kalkalım artık. Belki trafik vardır, arkadaşına geç kalmayalım.”
Azra başını salladı.
“Tamam.”
İkisi de yerlerinden kalkarken, Mert oturdukları yerdeki çöpleri dikkatle topladı. Yakındaki çöp kutusuna doğru yürürken arkasında rüzgârın hafifçe savurduğu kırıntılar dışında iz bırakmadı. Geri döndüğünde sırt çantasını omzuna yerleştirmişti; hareketleri, Azra’nın alışkın olmadığı bir özen taşıyordu. Hava hafif serinlemiş, akşamın sessizliği parkın içine yumuşak bir örtü gibi yayılmıştı.
“Taşımana gerek yok demiştim. Hafif zaten,” dedi Azra, sesi bu kez daha kısık ve içten bir tonda. Yüzünde az önceki atışmaların bıraktığı sıcaklık hâlâ vardı.
Mert yanına yürüyüp ona yetişti, hafif bir tebessümle cevap verdi.
“Sorun değil. Hadi gidelim.”
Parkın çıkışına doğru yavaş adımlarla ilerlemeye başladılar. Gökyüzü, maviyle gri arasında sıkışmış bir tablo gibiydi; hafif bir meltem yüzlerine dokunuyordu.
Azra, yanındaki adımların ritmini duyarak sordu:
“Ee, beğendin mi burayı? Hiçbir şey söylemedin.”
Mert durdu, başını çevirip parkın içine son bir kez baktı. Rüzgârda salınan çiçekler, ıslak toprak kokusu, hafızasında kısa bir anlık yer etti.
“Bayıldım,” dedi içtenlikle. “Gerçekten çok güzelmiş. Hele o çiçekler... Harikaydı.” Sonra başını Azra’ya çevirdi.
“Senin favori çiçeğin hangisi?”
“Lavanta,” dedi Azra tereddütsüz, gözleri dalgın bir şekilde uzaklara kaymıştı.
Mert başını hafifçe yana eğdi, şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı.
“Lavanta mı? Genelde kızlar gül, papatya falan der. İlk defa lavanta seven biriyle karşılaşıyorum.”
Azra hemen döndü, gözlerini kısarak Mert’e baktı.
“Ne o, kaç kızla konuştun da böyle genellemeler yapıyorsun?” Sesindeki alaycı ton saklanmıyordu.
Mert kahkahasını tutamadı. Azra’nın doğrudanlığı, onun alışık olduğu flört oyunlarından bambaşkaydı. Akşamın hafif serinliği arasında kahkahası parkın sakinliğini hafifçe boğuyordu.
“Kıyas yapabilecek kadar çok diyelim,” dedi gülümseyerek. Ardından, bir anda ciddi bir ifadeye büründü. Gözleri Azra’ya takıldı, ses tonu bu kez daha derindi.
“Ama şunu söyleyeyim: Senin gibi birini ilk defa görüyorum.”
Azra kaşlarını çattı, içinde bir şeyin kıpırdadığını hissetti.
“Benim gibi derken?” dedi, adımlarını yavaşlatarak.
“Orijinal,” dedi Mert. “Olduğu gibi davranan. Rol yapmayan. Kimseye yaranmaya çalışmayan.”
Azra kısa bir sessizlikten sonra hafifçe omuz silkti. Yüzüne yine o muzip, hafif iğneleyici ifade oturmuştu.
“Yazık olmuş sana,” dedi. “Pek karakterli insanlara denk gelmemişsin demek ki.”
Mert, gözlerinde bir tür hayranlıkla baktı ona. Gülümsedi, başını hafifçe salladı.
“Haklısın galiba,” diye mırıldandı.
Yol uzun bir çizgi gibi ayaklarının önünde uzarken parkın çıkışına vardılar. Ufukta güneşin son ışıkları kaybolmaya başlamış, günün tüm yorgunluğu sessizlikle birleşmişti.
Parkın sessizliğinden uzaklaşıp arabanın yanına geldiklerinde, güneş ufukta soluk turuncu çizgiler bırakmış, günün son ışıkları yavaşça çekiliyordu. Çevreye sızan tatlı yorgunluk, şehrin akşam telaşıyla henüz tam anlamıyla örtüşmemişti. Azra, bir an durup başını gökyüzüne kaldırdı; bulutların ardına gizlenmiş morumsu mavi tonlar, akşamın serinliğinde hafifçe titriyordu.
Mert, her zamanki kibarlığıyla Azra’nın kapısını açtı, kısa bir baş hareketiyle arabaya binmesini işaret etti. Mert de sürücü koltuğuna geçip kemerini taktı, ardından sırt çantasını düşünmeden Azra’nın kucağına bıraktı.
Motorun homurtusu, şehirde yükselen trafik gürültüsünün önüne yumuşak bir perde çekti. Radyo açıldı; kabin içinde elektro gitarın titreşimleri yankılanırken, Mert torpidoyu açtı.
“Bak burada bir flash bellek var,” dedi, gözleri yola dönükken elini uzattı. “İstersen sen seç müziği. Belki sevdiğin bir şey çıkar.”
Azra flaş belleği aldı, ekrana göz atarken kaşları hafifçe kalktı. Listede tanıdık isimler gördü. Gülümsemesi büyürken başını kaldırmadan konuştu.
“Duman var... ve Bu Akşam,” dedi. Parçayı seçip sesi biraz açtı. Melodiyle birlikte, arabayı saran hava bir anda değişti; konuşmaların yerini içsel duyguların ilk titrek notaları aldı.
Azra, “Araba senin mi?” diye sordu bir an sonra, göz ucuyla Mert’in yüzüne bakarak. Sesi hem meraklı hem sınayıcıydı.
Mert’in dudaklarında kısa bir tereddüt belirdi. Direksiyonu kavrayışındaki gerginlik görünmezdi belki ama sesi ele veriyordu.
“Hayır,” dedi sakince. “Babamın. Genelde ben kullanırım ama dürüst olayım… bugün ondan izinsiz aldım. Dönünce büyük ihtimalle bayağı bir kızacak.”
Azra başını hafif yana eğdi, gözlerinde alaycı bir sıcaklık parladı.
“Niye izin almadın ki?”
Mert bir an başını arkaya yaslayıp derin bir nefes verdi.
“Arabaya gözü gibi bakıyor. Bir şey olacak diye ödü kopuyor.”
Azra güldü, gülüşü kısa ama içtendi. Akşam trafiğinin hafif uğultusu arasında, bu anın samimiyeti daha da belirginleşti.
“Desene seni akşam güzel bir fırça bekliyor.”
“Kesin!” dedi Mert, kahkaha atarak. Sonra başını Azra’ya çevirdi. Gözlerinde bir anlığına ciddiyetle karışık samimi bir ifade belirdi.
“Ama… bugüne kesinlikle değdi.”
Sözler havada asılı kaldı. Azra’nın içinde küçük bir şey kıpırdadı. Gözlerini çevirdi ama dudaklarındaki hafif gülümseme saklanamadı.
“Yürüyerek de gelebilirdin aslında,” dedi, sesi düşünceli, dışarıdaki trafik ışıklarının titrek yansımaları camda dans ederken. “Evlerimiz çok uzak sayılmaz.”
Mert direksiyona dönerek yola odaklandı, şehir ışıkları hızla geçip giderken.
“Biliyorum,” dedi sakince. “Ama seni bütün gün oradan oraya yürütmek istemedim. Sonuçta bugün izin günündü, yorulmanı istemedim.”
Azra bu sözlerle başını çevirip ona baktı. Gözlerinde kısa bir duraksama, ardından hafif bir yumuşama oldu.
“Ben yürümeyi severim,” dedi sessizce. Ama sesinin altındaki takdir, sakin akşam trafiğinin içinde net bir şekilde duyuluyordu.
Mert başını hafifçe salladı.
“Ben de,” dedi sade bir şekilde.
Sözler kısa bir sessizliğe karıştı; yerini tekrar müziğin nağmeleri aldı. Şehir kalabalığı geceye hazırlanırken, AVM’ye yaklaştılar.
Mert arabayı AVM'nin geniş girişine doğru yanaştırırken, Azra çantasına uzanıp telefonunu çıkardı. Ekran aydınlanırken birkaç tuşa bastı.
“Selin’i aramam gerek,” dedi kendi kendine, ardından arama tuşuna bastı. Telefon birkaç kez çaldıktan sonra açıldı.
Selin, AVM’nin kapısından yeni çıkıyordu. Tam Selin’e el sallamak için camdan bakarken kalbi hızla çarpmaya başladı. Gözleri AVM girişinde hızla yaklaşan tanıdık bir silüeti yakaladı. Fazlasıyla tanıdık: Semih.
Gözbebekleri büyüdü, içgüdüsel bir panikle kemerini çözdü. Kapıyı bir çırpıda açtı.
“Semih!” diye bağırdı, sesi çevrede yankılandı.
Bir anda arabadan dışarı fırladı. Müzik sustu, zaman donmuş gibiydi; ya da Azra öyle hissetti.
“Ne olu—”
Mert’in sesi havada asılı kaldı. Azra’nın boğazından kopan tiz çığlıkla birlikte bakışları refleksle AVM girişine döndü. Akşamın kalabalığı içindeki bir çatlak an gibi açıldı zaman. Işıkların altında beliren sahne, yüreğini tek seferde kavradı.
Kapıyı öyle bir hızla açtı ki menteşeler cızırdadı. Ayağı yere değer değmez fırladı. İnsanların uğultusu, yürüyen kalabalığın ayak sesleri, şehir ışıklarının titreşimi… Hepsi arkasında kaldı.
Azra’nın kolu henüz kapı kolundaydı ki Mert çoktan Selin ile Semih’in arasına girmişti bile. Semih, Selin’in kolunu bileğinden öyle sert kavramıştı ki parmak izleri morluk olarak kalacak gibiydi. Selin, gözleri korkuyla açılmış, geri çekilmeye çalışıyordu ama adamın bakışlarında dizginlenmemiş bir kararlılık vardı.
Mert bir an bile tereddüt etmedi. İçindeki öfke, kaslarında kasırga gibi dolandı. Semih’in yakasına yapıştı, sesi gırtlağından bir hırlama gibi fırladı:
“Ne yaptığını sanıyorsun sen?!”
Cümle, AVM önündeki uğultuya çarpıp geri döndü. İnsanlar irkilerek dönüp baktı.
Semih’in cevap verecek zamanı olmadı. Mert’in yumruğu suratına öyle bir indi ki etin kemiğe çarpan tok sesi kısa bir yankı bıraktı. Semih’in başı yana savruldu, bir an sendeledi, sonra geriye doğru düşüp taş zemine çarptı.
Selin, korkuyla çığlık attı, bir an ne yapacağını bilemedi. Sonra Azra’ya koştu, arkasına sığındı.
“A-Azra... Kim o?” diye fısıldadı, sesi titreyen nefesiyle bölük pörçüktü.
Azra, refleksle kolunu onun omzuna attı, bir kalkan gibi önünde durdu. Ama gözleri… gözleri hâlâ Mert’in üzerinde takılıydı. Kalbi, kafesinden fırlamak üzereydi.
“Arkadaşım,” dedi Azra, sesi neredeyse kısık bir nefesle. Dudakları kurumuştu, gözleri hâlâ Mert’in donuk, öfkeden kavrulmuş yüzüne kilitlenmişti. Eyvah, diye geçirdi içinden. Polis molis gelirse işimiz biter.
Mert’in vücudu ileri doğru yay gibi gerilmişti. Semih’in hâlâ doğrulmaya çalışan bedenine doğru bir adım attı. Gözleri yerden gelen soluk bir parıltıya takıldı: taşların arasında, metalik bir yansıma… bir bıçak. İnce, kıvrımlı, sapı deri sarılı bir bıçak.
Mert’in çenesi kilitlendi, dişleri sıkıldı. Yüzü taş gibi oldu. Öfkenin sesi yükseldi, neredeyse haykırıştı:
“Demek bıçakla geldin ha, şerefsiz!”
Kalabalık geri çekildi, birkaç kişi cep telefonuna davranırken birkaçı nefesini tutmuş izliyordu.
“Gücün anca savunmasız kızlara mı yetiyor?! Hadi kullansana bıçağını!”
Semih’in gözleri, üzerine çevrilen spot ışığı gibi büyüdü. Dudakları aralandı ama ses çıkmadı. Sadece boğuk bir ‘ıh’ sesi döküldü boğazından.
Mert, ikinci kez yakasına yapıştı. Bu kez daha kuvvetli, daha kontrolsüz. Adamı sarsarken, gözleri kükreyen bir fırtına gibi alev saçıyordu. Kalabalıkta yankılanan tek şey, ikisinin ağır nefesleriydi.
Azra, kalbinin boğazına dayandığını hissetti. Bu böyle devam edemezdi. Derhal bir şey yapmalıydı.
“Mert!” diye bağırdı. Sesi yırtılmış gibiydi, nefesi hızlanmıştı. Koluna yapıştı, hem onu durdurmak hem de sakinleştirmek ister gibi. “Bırak! Yeter! Değmez! Başına iş açacaksın!”
Mert’in başı hızla Azra’ya döndü. Bakışları buluştu. Birkaç saniyeliğine zaman dondu. O an, Azra’nın gözlerindeki endişe ile Mert’in yüreğindeki öfke birbirine çarptı. Sessiz, görünmeyen bir patlama gibi.
Sonra Mert’in omuzları ağırlaştı. Yumrukları gevşedi. Derin, yanık bir nefes aldı. Gözlerini kapatıp birkaç saniye boyunca olduğu yerde kaldı. Göğsü inip kalkarken, sesi bir fısıltı gibi döküldü:
“Tamam.”
Semih’i son bir kez yakasından kavradı Mert. Bu kez öfkesini bir çığlıkla değil, buz gibi bir sakinlikle dizginledi. Sesi öyle soğuk, öyle keskin geldi ki çevredeki hava bir anlığına durdu sanki.
“Bana bak soytarı,” dedi, dişlerinin arasından çıkardığı kelimeleri sabırla, titreyen bir öfkeyle seçerek. “Bir daha bu kızların yanına yaklaşmaya kalkma. Yemin ederim… seni komaya sokarım.”
Göz göze geldiler bir an. Mert’in bakışları cam gibi sertti, içinde biriken öfke hâlâ yüz kaslarında yankılanıyordu. Sonra ani bir hareketle adamı itti. Semih’in ayakları boşlukta dengesizce dolandı, ardından neredeyse yere kapanarak sendeledi. Geri bile bakmadan, paçaları birbirine dolanarak koşmaya başladı.
Mert birkaç saniye kıpırdamadan kaldı. Göğsü hızla inip kalkıyor, dudaklarının kenarı öfkenin bıraktığı bir iz gibi titriyordu. Başını çevirdiğinde durakta toplanmış birkaç yolcunun şaşkın ve ürkek bakışlarıyla göz göze geldi. Gözleri bir bir yüzlerde gezindi. Omuzlarını düzeltti, tişörtünün yaka kısmını eliyle sıvazladı. Ardından boğazını temizledi, sesi ölçülüydü ama çenesinin çizgisi hâlâ gergindi.
“Verdiğim rahatsızlık için hepinizden özür dilerim,” dedi, bakışları tek tek üzerlerinde gezdi. “Bu sapık, arkadaşlarıma musallat olmuştu. Kusura bakmayın.”
Sanki o anda ortamın gerilimi bir pamuk ipliğiyle çözülmeye başladı. Kalabalığın içinden yaşlıca biri başını saygıyla eğdi.
“Estağfurullah,” dedi nazikçe.
Bir diğeri hafifçe mırıldandı: “İyi yaptın evlat…”
Başka bir yolcu omzunu silkerek onay verdi, yüzünde sessiz bir destek ifadesi vardı. Bu küçük onaylar, Mert’in omuzlarındaki ağırlığı az da olsa hafifletti.
Yerde, taşların arasında kalmış metal bir parıltı dikkatini tekrar çekti. Mert birkaç adım attı, dizini hafifçe kırarak eğildi. Bıçağı dikkatle yerden aldı. Soğuk çeliğin parmaklarına değdiği anda gözleri kısa bir an dondu. O an yalnızca metalin ağırlığını değil, az önce yaşananların ağırlığını da hissetti.
Sessizce cebine koydu. Ardından doğruldu, çevresine son bir bakış atarak başıyla kalabalığı selamladı.
“İyi akşamlar,” dedi, sesi bu kez dingin ve tok.
Ardından yüzüne çöreklenen o sert çizgiler, Selin’e bakar bakmaz yavaş yavaş çözülmeye başladı. Sertliğin yerini, içten gelen bir endişe aldı. Onun yanına iki adımda vardı.
Selin’in vücudu hâlâ titriyordu. Omuzları düşmüş, bakışları uzak bir noktada kilitlenmişti. Mert, nazikçe elini uzattı, parmak uçlarıyla Selin’in koluna dokundu. Derisi buz gibiydi. Semih’in parmak izleri hâlâ canlı, kızarmış halkalar halinde kolunu sarmıştı.
Mert’in çenesi istemsizce kasıldı. Dişleri birbirine sürtündü. Sesi, öfkeyle yumuşaklık arasında sıkışmış bir fısıltı gibi çıktı:
“İyi misin?…” Parmak izlerini işaret etti. “Hayvan herif… Çok acıyor mu?”
Selin, başını neredeyse fark edilmez bir şekilde eğdi. Sesi titrek, sanki her kelimesi bir eşiği aşıyordu:
“İ-iyiyim… Teşekkür ederim.”
O sırada Azra sessizce yanlarına geldi. Gözleri hızla Selin’in koluna kaydı, dudakları hafifçe aralandı. Kaşları çatılmıştı; gözlerinde endişeyle harmanlanmış, kaynayan bir öfke vardı.
“Moraracak orası,” dedi alçak sesle. Parmaklarını farkında olmadan birbirine kenetlemişti, belli ki elinden bir şey gelmemesi canını yakıyordu.
Mert bir kolunu Selin’in omzuna sardı, onu hafifçe kendine doğru çekerek destekledi. Azra da diğer yanına geçti. Üçü birlikte sessiz adımlarla arabaya yürüdü. Sokak lambalarının solgun ışığı altında gölgeleri uzun ve dalgalı şekilde yere düşüyordu.
Mert arka kapıyı açtı, Selin’in binmesine yardım etti. Sonra Azra’ya göz ucuyla ön koltuğu işaret etti. İkisi de koltuklarına yerleşince Mert direksiyon başına geçti. Anahtarı çevirdiğinde motorun hafif homurtusu sessizliği böldü.
Dikiz aynasından arka koltuğa baktı. Selin başını cama yaslamış, gözlerini kırpmadan boşluğa bakıyordu. Gözbebeklerinde hâlâ deminki korkunun yankısı vardı.
Mert’in yüzü yumuşadı. Sesi artık tamamen öfkesiz, neredeyse şefkatliydi:
“Gerçekten iyi olduğuna emin misin? Çok korktun, biliyorum.”
Selin başını belli belirsiz salladı. Gözleri hâlâ boşlukta asılı kalmış bir düşünceye takılıydı.
Bu kez Azra’ya döndü Mert. Bakışları torpidoya yöneldi.
“Torpidoda su olacaktı… Selin’e verir misin?”
Azra torpidoyu açarken parmakları hafifçe titriyordu. Şişeyi çıkardı, dönüp Selin’e uzattı. Gözlerinde pamuksu bir sıcaklık vardı.
“Al canım,” dedi nazikçe. “İç biraz… İyi gelir.”
Selin, uzatılan suya çekingen bir el uzattı. Parmakları hâlâ ürkekti. Şişeyi alırken Azra’ya kısa bir bakış attı. Dudakları güçlükle aralandı.
“Te… teşekkür ederim,” dedi fısıltı gibi. Sesi hâlâ içinde yankılanan bir çığlığın kalıntısıydı.
Mert, vites koluna elini yerleştirmişti. Dikiz aynasından Selin’e kısa bir bakış attı, ardından sesi net ama yumuşaktı:
“Nereye gidiyoruz şimdi?”
“Sen dön,” dedi Azra, koltukta biraz daha arkasına yaslanarak. “Ben sana yolu tarif ederim. Pelin’i alacağız.”
Kırmızı ışıkta yavaşlayan araç, sokak lambalarının titrek yansımalarını camlara taşıyordu.
“Azra…”
Selin’in sesi ansızın patlayan ince bir cam gibi geldi. Başını kaldırıp aceleyle araya girdi, gözlerinde ürkek bir yalvarış parlıyordu.
“Pelin’e şimdilik bu olayı anlatmasak olur mu?”
Azra bir an tereddüt etti; Selin’in gözlerindeki ağırlığı fark edince başını hafifçe salladı.
“Tamam canım, nasıl istersen,” dedi anlayışla.
Ama sesindeki yumuşak tonun altına gizlenmiş kararlılık, gecenin ilerleyen serinliğini andırıyordu.
“Ama sonra konuşacağız, tamam mı?”
Selin başını ağır ağır salladı, bakışlarını cama çevirip dışarıya kaçırdı.
Yanlarından geçen dükkânların ışıkları, hızla kayıp giden anılar gibi cam yüzeyine düşüyordu.
“Biliyor zaten bazı şeyleri… Sadece… şimdi sırası değil.”
Azra, ona doğru biraz daha dönüp hafifçe gülümsedi, omzuna nazikçe dokundu.
“Anlaştık,” dedi. “Pelin’i alırız, sonra eve bakarız… Oradan bize geçeriz.”
Mert, dikiz aynasından ikisini izliyordu. Şehir trafiği yavaşça ilerlerken motorun hafif uğultusu arabanın içini dolduruyordu.
Yanak kasları belli belirsiz oynadı, dudaklarında ince bir kıvrım oluştu.
“Selin’i biraz güldürebilirsem ne mutlu,” dedi, Azra’ya bakarak.
Caddede bir simitçinin tezgâhı yanıp sönen ışıklarla geride kaldı.
“Hadi bir müzik aç Azra,” dedi, dudaklarına alaycı bir gülümseme yerleştirerek. “Selin için moral olsun.”
Aynadan tekrar Selin’e baktı, göz kırpmadan.
Şehir ışıkları, gözlerinin içinde dalgalanıyordu.
“Bu arada… Ben Mert,” dedi, bu kez sesi daha sıcak, daha tanıdık. “Memnun oldum. Azra senden o kadar çok bahsetti ki bugün…”
Gülümsemesi, yaramaz bir çocuğun suç üstü yakalanmış ifadesi gibiydi.
“Selin aşağı, Selin yukarı… Resmen dedikodunu yaptı, kafamı şişirdi.”
Selin bu beklenmedik cümleyle başını kaldırdı. Dudaklarında utangaç bir tebessüm belirdi, gözlerinde kısa bir anlığına da olsa bir parıltı yandı.
“Ben de memnun oldum,” dedi, başını hafif eğerek. “İlk defa görüyorum seni.”
Mert başını onayla salladı, gözlerini tekrar direksiyona çevirirken gülümsemesi yüzünde kaldı.
“Evet… Buraya yeni taşındık.”
Arka koltuktaki kısa sessizliği, dışarıdan geçen egzoz sesi yarıp geçti.
“Öyle mi?” diye sordu Selin, sesi artık daha canlıydı, merakı uyanmış gibiydi. Kaşlarını kaldırıp Azra’ya döndü.
“Ne zaman? Ne ara arkadaş oldunuz? Azra hiç anlatmadı…”
Azra gözlerini devirdi, hafifçe güldü.
Camdan içeri süzülen kömür kokusu, yakındaki dönerciden geliyordu.
“Şimdi başlıyoruz işte…”
“Bu akşam anlatır hepsini,” dedi Mert, dudaklarının kenarında hafif bir eğrilikle. Göz kırparken yüzündeki alaycı ifade Selin’e de bulaşmıştı.
Kırmızı ışıkta durmuş araçların farları birbirine karışıyor, camlardan içeri kırık yansımalar sızıyordu.
Selin, dikiz aynasından Azra’ya göz ucuyla baktı, gülümsemesi küçük ama içtendi.
Yolun kenarında çömelmiş bir kedi, bir çöp poşetini pençeliyor, araba farları tüylerinde anlık bir parıltı yaratıyordu.
Azra bu bakışı yakalayınca hafifçe iç çekti, başını iki yana sallayıp camdan dışarıya döndü.
Bir motosiklet, sağdan hızla geçip egzozuyla kısa bir uğultu bırakarak uzaklaştı.
Mert, omzunu azıcık Selin’e çevirip sıcak bir ses tonuyla devam etti:
“Ee Selin, sen de anlat biraz kendini bakalım. Azra'nın öve öve bitiremediği kadar var mısın gerçekten?”
Selin gözlerini kocaman açtı, hem şaşkın hem de hafif utanmış bir edayla sordu:
“Ne dedi ki?”
Aracın camından, arada bir hızla geçen mağaza tabelalarının renkleri yüzlerine düşüyor, konuşmalara geçici bir maskaralık katıyordu.
“Neler demedi ki...” dedi Mert, gözlerini biraz yukarı devirerek, sesi abartılı bir tiyatrocuyu andırıyordu. “Zekidir, güzeldir, güçlüdür…”
Selin gülmeye başladı, kıkırdaması hâlâ biraz çekingen ama içinde sıcak bir şükran barındırıyordu.
Trafik lambası yeşile dönerken, kornalar sabırsız bir senfoniye dönüşüyor, akşamın içinden metalik bir uğultu yükseliyordu.
Azra, Mert’in amacını açıkça görmüştü. Selin’i konuşturarak rahatlatmak istiyordu. Bu yüzden araya girmedi.
Arabaya takılı flash belleği kurcaladı, birkaç dokunuşla Haluk Levent’ten Elfida’yı buldu ve açtı.
Caddenin iki yanındaki sokak lambaları, ritmik bir titremeyle göz kırpar gibi yanıp sönüyordu.
Şarkının ilk notaları yükselirken gözlerini camın dışındaki ışıklara çevirdi. Dudakları şarkıyla beraber hafifçe kıpırdadı.
Bir simitçi arabası, kaldırımda tek başına kalmış martılara doğru yavaşça ilerliyordu.
Mert’in yumuşak sesi, Selin’in zamanla daha içten gülüşleriyle harmanlanıyor, Azra’nın içi yavaş yavaş gevşiyordu.
Bir minibüs yanlarından geçerken yüksek sesli müziği camdan içeriye sızıyor, anlık bir kakofoni yaratıyordu.
Biraz önce aynı ellerle bir adamı yumruklamış olan bu çocuğun şimdi böyle ince düşünmesi, zihninde alışılmadık bir sıcaklık oluşturmuştu.
Yolun kenarındaki refüj çalıları, rüzgârla hafifçe eğilip doğruluyor, arabanın yan aynasında bulanık gölgeler gibi geçiyordu.
Arabada kahkahalarla örülmüş hafif bir sohbet başladı.
Mert’in Selin’i sıkıştıran esprileri sürüyor, Selin onu karşılıksız bırakmıyor, Azra ise aynadan ikisine bakıp gözlerini devirmekle yetiniyordu.
Gökten sarkan bir sokak lambası, arabanın tavanına sürekli dönen bir ışık halesi bırakıyordu.
Az sonra Mert arabayı yavaşlattı, marketin önünde durdu.
Kapı girişindeki eski buzluk kutusu vınlayarak çalışıyor, vitrin camına yapışmış bir serçe camın diğer yanını gagalıyordu.
Pelin dışarı çıkmak üzereydi. Kapı açılır açılmaz, Mert bir an dondu.
Azra'nın "Pelin" dediği kişi, neredeyse Selin'in aynısıydı. Aynı gözler, aynı duruş, ama farklı bir enerjiyle.
Arabanın içindeki tüm sesler sanki bir anlığına boğuklaşmış, etraf kısa bir yankının içine çekilmiş gibiydi.
“Vay canına…” diye mırıldandı kendi kendine. “İkiz olduğunu söylememiştin.”
“Şaşırdın mı?” dedi Azra, dudağının kenarında hafif bir sırıtış.
Pelin, ceketini çıkarmış koluna asmış, saçını gevşekçe toplamıştı. Arabaya yaklaşırken hafifçe başını eğerek selam verdi.
Ceketinin kenarı yoldaki bir su birikintisine sürtüp ince bir ses çıkardı.
Mert hemen indi ve arka kapıyı açtı. Pelin ona hafifçe gülümsedi ama bir yandan tartar gibi bakışlarla süzdü.
Üst sokağın başından geçen otobüsün fren sesi uzun ve sürtünmeli bir ıslık gibi duyuldu.
“Merhaba,” dedi net bir sesle. “Ben Pelin.”
Mert hemen hafifçe eğilerek ona da kibarca el uzattı.
“Mert. Memnun oldum. Arkada birisi var seninle aynı yüzü taşıyor galiba,” dedi, sesi fısıltılı bir muziplikte çıkmıştı.
Pelin’in gülümsemesiyle birlikte caddedeki bir taksinin kornası çaldı; akşam, hayatın uyumayan yüzünü hafifçe gösterdi.
Pelin kısa bir kahkaha attı.
“Aslında hiç benzemeyiz,” deyip göz kırptı koltuğa yerleşirken. Koltuğun derisi sıcak bedenle buluşunca hafifçe esnedi, motorun titremesi iç mekâna geri döndü.
Azra, onların bu anlık ve hızlı kaynaşmasını izlerken dudaklarının kenarında ince bir gülümseme belirdi.
Yol kenarında dizilmiş lambaların sarı ışığı, yüzüne süzülen bir huzme gibi düşüyordu.
Mert’in bu kadar çabuk ve doğal bir bağ kurabilmesi… Azra’nın içinde hayranlıkla karışık bir şaşkınlık bıraktı.
Bir köpek kaldırımdaki çöp tenekesini koklayıp sonra ilgisini yitirerek geriye döndü.
Kendisi çoğu zaman önce gözlemler, sonra temkinli bir adım atardı. Ama Mert… O sanki herkesin iç kapısını bilen biri gibiydi.
Yolun karşısından geçen bir ambulansın uzaktaki sireni, kısa bir anlığına tüm seslerin üzerine ince bir dalga gibi yayıldı.
Mert, yeniden yerine yerleşip kemerini bağladığında Azra ona kısa bir bakışla gülümsedi.
Arabanın motoru rölantide hafifçe titriyor, arka koltuktan yükselen kahkahalarla ortam gevşemeye devam ediyordu.
Mert ise derin bir nefes aldı, sonra göz kırptı.
Ön camdan geçen neon bir dükkân tabelası bir an için yüzlerini yeşil renkle boyadı.
Sohbet kahkahalar eşliğinde akarken, Azra kolunu pencere kenarına yasladı, bakışlarını dışarıya çevirdi.
Yoldan geçen bisikletli bir kurye, hafifçe yanlarından süzülerek geçerken tekerleğinin çıkardığı tıslama sessizliğe ince bir iz bıraktı.
Sokak lambalarının titreşen ışığı yüzüne vuruyor, gözleri giderek düşüncelere dalıyordu.
Kaldırım taşlarının arasına sıkışmış sararmış birkaç yaprak, rüzgârla birlikte sürüklenerek kaldıraç gibi hareket ediyordu.
Onun bu sessizliğini ilk fark eden yine Mert oldu. Direksiyondan başını hafifçe çevirip kısa bir bakış attı. Sesi alışıldık şakacılığını bırakıp yumuşadı:
“Azra… Sessizleştin, yoruldun mu?”
Azra, camdan bakışlarını çekip ona döndü. Hafifçe gülümsedi, ama dudaklarının arasından çıkan ses neredeyse bir fısıltıydı.
“Hayır, çok tatlı bir sohbetiniz var. Araya girip bozmak istemedim ama... buradayım. Dinliyorum sizi.”
Dışarıda yürüyen bir çiftin gölgeleri kaldırıma uzun çizgiler halinde düşerken, arabanın içinde hafif bir sıcaklık yayıldı.
Mert’in dudakları muzipçe kıvrıldı. Gözlerinde o tanıdık alaycı parıltı beliriverdi.
Arka koltukta Selin, dirseğiyle Pelin’e hafifçe dürttü; aralarında anlık bir bakışma oldu.
“E sen de katıl bize,” dedi Mert. “O güzel sesini duyalım.”
Azra'nın kaşları hafifçe kalktı, yanaklarına ince bir pembe yayıldı. Gözleri biraz küçüldü.
Caddeden geçen bir arabanın içinden yankılanan müzik kısa bir anlığına arabanın içine sızdı.
Pelin ve Selin bu ani utangaçlıkla daha da keyiflenmişti; arka koltuktan kıkırdamaları yükseldi.
Azra gözlerini devirdi, hafifçe gülümsedi. Gülüşünün kenarına neredeyse belli belirsiz bir oyunbazlık yerleşti.
“E, bütün gün sesimi duydun zaten. Biraz da kafanı dinle,” dedi.
“Sen konuşurken de dinlerim ben kafamı,” dedi Mert, kelimeleri sanki çoktan ezberlemiş gibi seri ama sıcak bir tonda. “Senin de var mı kızlar gibi komik çocukluk anıların?”
Azra hafifçe omuz silkti, dudaklarının kenarı biraz daha genişledi.
Dışarıda park edilmiş eski bir minibüsün aynası düşmüştü; yere eğilmiş biri onu yerine takmaya çalışıyordu.
“Ben çok yaramaz bir çocuktum, o yüzden fazlasıyla var.”
Mert onun yüzünde bir anlığına beliren uzak bakışı kaçırmadı.
Bir üst sokaktan gelen motor homurtusu sanki bu geçici sessizliğe dolgu yapar gibiydi.
Mert gözlerini tekrar yola çevirirken sesi yeniden yumuşadı.
“Anlatsana bir tane.”
Arkadan Pelin’in sesi neşeyle karıştı sohbete.
“Çocukluk anısı istiyoruz! Ama komik olanlardan, lütfen!”
Azra derin bir iç çekti, sonra koltuğa biraz daha yaslandı.
Pencereye çarpan rüzgâr, saçlarının birkaç telini hafifçe oynattı.
“Peki. Ama önce bir kasaba uğrasak? Anneme söz verdim, et alacağım.”
Araba köşedeki kavşağa dönerken lastikler kısa bir gıcırtı çıkardı.
Kısa bir mola sonrası, Azra kucağında dolu torbalarla arabaya döndü.
Karşısındaki marketin otomatik kapısı kapanırken bir plastik poşet yere düşmüş, içinden bir limon yuvarlanarak yola fırlamıştı.
Mert arabayı çalıştırdı, direksiyona yaslanmışken kaşlarını kısa bir an kaldırdı, göz ucuyla ona baktı.
Poşetin kulpu Azra'nın bileğine takılı kalmıştı; torbaları koltuğa yerleştirirken gülümsedi.
“Evet, anlat bakalım bir tane. Bak, herkes merakta.”
Motorun hafif uğultusu, arabanın içinde yankılanan bir nabız gibi atıyordu. Camlara vuran gün ışığı, koltuklara altın rengi lekeler düşürüyordu. Dışarıda, yol kenarındaki ağaçların gölgeleri aralıklı aralıklı içeri süzülüyor, arabayı devinen bir tiyatro sahnesine çeviriyordu. İçerideyse meraklı bir sessizlik vardı; herkesin bakışları Azra’ya çevrilmişti.
Azra, dudaklarını ısırarak gülümsedi. Yanaklarında bir anlığına beliren o pembelik, içerideki havayı daha da yumuşattı. Koltuğunda hafifçe geriye yaslandı, sonra gözlerini yarı kısıp geçmişin puslu penceresini araladı.
“Ben küçükken mahallede çocuklarla saklambaç oynardık,” dedi. Sesi, arabanın içindeki sıcak havaya karışıp ağır ağır yayılıyordu. “Bir gün oyunun ortasında eve gelip annemin gardırop dolabına saklandım. Çok zekiyim ya, kimse orayı bulamaz diye düşünmüşüm.”
Camlardan içeri süzülen ışık, Azra’nın gözlerinin kenarında titreşen çizgilere vurdu. Gözleri o anlarda değildi artık; çok daha uzak bir yaz öğleden sonrasında geziniyordu. Hava da sanki onunla birlikte değişti; anıların arasında sokak aralarından yükselen çocuk sesleri, toz kokusu ve güneşin yakıcılığı hissedilir oldu.
“Çocuklar beni arıyor ama yokum. Zaten bazen oynarken eve gelip çizgi film izlerdim, onlar beni arar ben salonda keyif yapardım.”
Arabanın içi bir anlığına kahkahayla sarsıldı. Mert’in yan aynadan bakan gözleri parladı, dudaklarının kenarında eğlenen bir ifade beliriverdi. Arka koltukta Pelin, başını yana yatırmış, dikkatle dinliyordu. Selin, neredeyse nefesini tutmuştu. Camdan dışarı bakan gözleri, dinlediği hikâyeyle birlikte başka bir zamana kayıyordu.
Azra, gözlerini yere indirdi; sesi biraz daha kısıldı, kelimeler usulca döküldü:
“Yine beni bulamayınca çocuklar anneme haber vermiş. Kadın evi didik didik etmiş, ama tabii dolap aklına gelmemiş. Ben orada, kıyafetlerin arasında mışıl mışıl uyuyakalmışım. Oyun yormuş tabii…”
Gülen sesler arabanın içinde tekrar yükseldi, bu defa daha da içten ve yüksek. Camın dışındaki ağaç gölgeleri hızla geçerken, içeride zaman kısa bir an için durmuş gibiydi.
Selin, gözlerini kısıp Azra’ya döndü. “Yok artık!” dedi, koltuğa yaslanırken başı geriye savruldu.
Azra’nın kahkahası diğerlerine karıştı ama yüzündeki utangaç ifade hâlâ silinmemişti.
“Annem paniğe kapılıp dışarı fırlamış. Mahallede beni aramaya başlamışlar. Hatta babamı aramışlar, adam işten çıkıp eve gelmiş. Polisi bile çağırmışlar. Akın daha bebeydi o zaman, bir yaşında falan. Tüm mahalle seferber olmuş. Polisler de ‘Evinize dönün, bir şey bulursak haber veririz,’ demiş.”
Sesi, o noktada biraz inceldi; dudakları arasında kısa bir duraksama.
“Gece yarısına doğru dolabın içinde uyanıp ağlamaya başlayınca bulmuşlar beni. Annem önce sıkıca sarılmış… sonra da bir güzel azarlamış. Uyuyacak başka yer mi bulamadın diye. Kalpten gidiyormuş neredeyse.”
Mert’in kahkahası arabanın içinde yankılandı, başını hafifçe geriye atarak güldü. Gözlerinde hem eğlence hem de bir tür hayret kıvılcımı vardı.
“Azarı sonuna kadar hak etmişsin.”
“Ve daha fazlasını,” dedi Pelin, gözlerini kocaman açarak. Kaşları yukarı kalktı, sesi tiyatral bir ton aldı. “Bizimkiler olsa haftalarca dolabın kapağını açık bırakırlardı. Travma işte.”
Kahkahalar tekrar yükseldi, arabanın içi bir anlığına geçmişin ağırlığını silip süpüren bir sıcaklıkla doldu. Azra da gülüyordu ama içindeki his, kahkahadan daha derin bir şeydi. Kalbine yayılan o eski, tanıdık sızının üstünü örten bir battaniye gibi.
Zehra Teyze’nin evine vardıklarında gökyüzü kızıla çalan gri tonlarına bürünmüş, sokak lambaları tek tek yanmaya başlamıştı. Bahçeye serin bir akşam esintisi düşerken, Azra ikizleri kapıya kadar götürüp Zehra Teyze’ye teslim etti. Mert’e döndü; gözlerinde nazik, neredeyse fısıltıya benzeyen bir rica vardı.
“Son bir iyilik?” dedi. “Beni eve bırakıp, etleri anneme taşımama yardım eder misin?”
Mert başını eğerek onayladı. “Tabii. Ne demek.”
Eve vardıklarında Azra arabadan ilk fırlayan oldu, torbaları kaptığı gibi kapının önüne yürüdü. Annesi kapıyı açtığında, ilk olarak Mert’i fark etti. Gözleri bir anlığına onun üzerinde gezindi, hızla ama dikkatle. Yılların annelik sezgisiyle, yabancı bir erkeği ölçüp biçen sessiz bir bakıştı bu.
Azra hemen araya girdi, elindeki torbaları uzattı.
“Anne, bu Mert. Kızları Zehra Teyze’ye bıraktık. Yardım etti, sağ olsun. Birazdan geliriz.”
Kadın, kısa ama kibar bir baş selamıyla Mert’i karşıladı.
“Teşekkür ederiz,” dedi, sesi nötr ama nezaket sınırında.
Azra, annesinin daha fazla bakış ya da kelime savurmasına izin vermeden hızla kapıyı çekti. Arka basamağa indiği anda, nefesini tutup bıraktı.
Yolda yürürken göz ucuyla Mert’e baktı. Adam, hâlâ sakindi; annesinin o keskin bakışını umursamamış gibiydi. Belki de böyle şeylere alışıktı.
“Ne kadar yardımsever bu çocuk…” diye geçirdi içinden. “Gerçekten böyle biri mi? Yoksa oyun mu oynuyor?”
Ama bu defa içinde kuşku değil, merak vardı. Sorgulayıcı bir endişeden ziyade, çözülmeyi bekleyen bir bilmeceye duyulan ilgi.
Zehra Teyze’nin evine dönerlerken güneş iyice batmış, gökyüzü geceye teslim olmuştu. Radyodan hafif bir caz parçası çalıyor, şehrin telaşsız tarafı kendini gösteriyordu. Yol kenarındaki ağaçların gölgeleri, farların ışığında arabaya çizgi çizgi düşüyordu. Meltem, cam aralığından içeri sızıyor; havada yazın ilk akşamlarına özgü bir tozlu tat vardı.
Mert göz ucuyla Azra’ya baktı. Yüzü pencereye dönüktü ama bakışları uzak, düşünceli. Belki de hâlâ az önceki karşılaşmayı tartıyordu içinde.
“Annen çok tatlı bir kadına benziyor,” dedi nihayet, sesi sakin, hatta biraz duygulu. “Kime çektiğin belli oldu.”
Azra başını ona çevirdi. Kaşlarından biri hafifçe kalktı, dudak kenarında küçümseyici gibi görünen ama aslında eğlenceli bir kıvrım belirdi.
“Ağızlara bak, ağızlara,” dedi. “Aklın sıra ailemi överek gönlümü kazanacaksın. Yemem ben bu taktikleri.”
Mert omuz silkti. Gözlerini tekrar yola çevirerek hafifçe güldü.
“İltifat değil. Gözlem. Samimiyim.”
“Sana bir uyuz olursa görürsün tatlı mı acı mı,” dedi Azra, sesi tehditkâr gibi ama bakışları gülümsüyordu.
Mert kahkahayı bastı. “Not aldım. Riskli bölge.”
Evin önüne geldiklerinde gökyüzü neredeyse tamamen kararırken, apartmanın pencerelerinden sızan loş ışıklar kaldırımlara damlıyor, sokakta belli belirsiz bir huzur hâkim oluyordu. Uzakta bir yerlerde bir televizyonun sesi duyuluyor, başka bir balkondan mutfak eşyalarının birbirine çarpma sesi geliyordu.
Azra arabadan indi, birkaç adım attıktan sonra durdu. Mert’e döndü. Işıkla gölgenin arasına düşen yüzüne baktı bir an.
“Bugün için… gerçekten teşekkür ederim,” dedi. Sesi yumuşaktı. “Her şey için.”
Mert ellerini cebine sokup hafifçe eğildi. Bakışı netti, sözleri içten.
“Ben teşekkür ederim,” dedi. “Özellikle Selin’e yardım edebildiysem, ne mutlu bana. Lafı bile olmaz.”
Azra başını eğdi, dudaklarında içten bir tebessüm belirdi.
“İyi akşamlar.”
“İyi akşamlar.”
Azra kapıya yönelirken Mert bir adım geri çekildi, ama gözleri o, binaya girene kadar peşini bırakmadı. Ardından, araba kapısının kapanmasıyla sessizlik tekrar çöktü sokağa.
Evin içi bambaşka bir dünyaydı. Selin ve Pelin çoktan evi baştan sona gezmiş, her köşeye hayran kalmışlardı. Mutfakla salon arasında koşturan ayak sesleri, yüksek sesli konuşmalar ve araya karışan kahkahalar, evin duvarlarında yankılanıyordu.
“Burası rüya gibi!” dedi Selin, camın mermerine oturup bahçede gözlerini gezdirerek.
“Ben taşındım bile, hayali olarak,” dedi Pelin, tavanlara göz gezdirerek. “Odamı da seçtim.”
Azra onların heyecanına gülerek katıldı, çantasını bir kenara bırakıp mutfağa yürüdü.
“Zehra Teyze benim arkadaşlarımsınız diye, depozitoyu teke indirip kirasını da biraz kıstı,” dedi yarı şaka yarı ciddi bir ifadeyle.
O an, odadaki hava bir anda değişti. Selin’le Pelin göz göze gelip aynı anda konuştular:
“Ciddi misin?”
Azra başını salladı. Onların yüzündeki ışıltı Azra'nın gülüşünün yayılmasına sebep oldu.
“Bu evi tutuyoruz,” dedi Pelin, kararlı bir tonla.
O an, karar kesinleşti.
Planlar jet hızıyla kuruldu: Ertesi sabah temizlikçi çağrılacak, akşama kadar eşyalar yerleştirilecekti. Azra koltuğa çökerken onların hızına yetişmeye çalışıyor, ama nefesi bile yetmiyordu.
Derken Pelin, çantasından telefonunu çıkarıp birkaç kaydırma hareketiyle ekranı buldu. Sanki sıradan bir şey söylüyormuş gibi, bombayı patlattı.
“Ben bugün işten fırsat bulup mobilyaları, beyaz eşyaları, yatakları, mutfak setini falan hallettim zaten. Hepsi paketli set, ödemesi de yapıldı. Teslimat yarın öğlene.”
Azra önce gözlerini kıstı, sonra ağzı açık kaldı. “Nasıl yani… hepsi mi?”
Pelin başını hafifçe eğip göz kırptı.
Azra ona hayranlıkla baktı, başını yana yatırarak.
“Sen gizli gizli süper kahraman mısın?”
Pelin ellerini iki yana açıp dramatik bir reverans yaptı. Ardından, yüzünde gerçek bir rahatlamayla ekledi:
“Ben yarın sabah bir tane temizlikçi yollayacağım, o burayı güzelce temizlesin. Akşama da eşyalar gelir, taşınırız.”
Kahkahalar bu kez duvarlardan yankılandı. Azra başını geriye yaslarken, içini tarifsiz bir huzur kapladı. Her şey bir anda şekillenmişti. Yeni bir ev, yeni bir düzen… Belki de bu defa hayat, onları kucaklamaya daha istekliydi.
Gerekli son detayları konuşup, anahtarın şimdilik Zehra Teyze’de kalması gibi ufak ayrıntılar dahilinde, teşekkür ederek evden ayrıldılar. Sokakta serin bir esinti başlamıştı. Kızlar sessizce yürürken dışarıda moraran gökyüzü, yaklaşan gecenin habercisi gibiydi.
Azra’nın evinin önüne geldiklerinde bahçede tanıdık bir koku havaya hâkimdi. Mangal dumanı sarmaşıkların arasında kıvrılıp göğe yükselirken, avluda yarı loş bir keyif kurulmuştu. Babası kömür başında etleri çevirirken, annesi Sema Hanım özenle masayı hazırlıyordu. Her tabak, her çatal yerli yerinde; sofradaki düzen, onun titizliğini ele veriyordu.
Kapıdan girer girmez Sema Hanım onları fark etti. Yüzüne klasik, sıcak gülümsemesini yerleştirip hemen öne çıktı.
“Hoş geldiniz kızlar, nasılsınız bakalım?” dedi, kollarını iki yana açarak.
Selin başını hafifçe eğip gülümsedi, “İyiyiz Sema teyze, siz nasılsınız?”
Ancak Azra, annesinin ses tonundaki hafif dalgalanmayı kaçırmadı. Yüzü gülüyordu ama bakışları Selin'e uzanırken o tanıdık mesafeyi koruyordu; o hafif, ama belirgin bir gerilim... Azra’nın içinden bir şey sızladı. Annesinin, Selin’in o talihsiz gecede polisi değil de doğrudan kendisini aramasını hâlâ sindiremediği belliydi. Tehlike altında, kızına habersizce bulaştırılan bir risk, annesinin kalbine gölge düşürmüştü.
Azra bunu şimdilik görmezden geldi, gerginliği konuşmanın akışında eritmeyi umarak kollarını sıvadı. Hep birlikte verandadaki masaya geçtiler. Metal sandalyeler gıcırtıyla çekildi, masa çevresine dağılmış sohbetin ilk kıvılcımları kısa sürede yandı.
İlk selamlaşmaların ardından, sohbet doğal biçimde yeni ev meselesine kaydı. Sema Hanım, bakışlarını Pelin’e çevirerek sordu.
“E, nasıl oldu bakalım? Halledebildiniz mi evi?”
Pelin hafifçe doğrulup başıyla onayladı. “Birkaç eksik dışında her şey tamam sayılır, Sema teyze. Yarın taşınıyoruz.”
Sözlerinin sonunda küçük bir nefes verdi. Ardından elini masaya koyup parmaklarıyla kısa bir liste yaptı: “Fırın, ütü, birkaç mutfak eksiğimiz kaldı sadece.”
Sema Hanım’ın gözleri hemen parladı. Cümlesi neredeyse Pelin’in son sözcüğüyle çakıştı.
“O zaman fırınınız benden hediye olsun kızlar!” dedi, sevinçle. “İçeride de hiç kullanmadığım bir yolluk var. Ona da bakarız.”
Selin şaşkın bir sevinçle gözlerini kocaman açtı. Pelin hemen ayağa kalkıp Sema Hanım’a sarıldı. “Çok teşekkür ederiz!”
Selin de kalkıp hemen ona katıldı.
Sema Hanım kollarının arasına kızları alırken yüzü bir anda yumuşadı. O mesafe, o anlık sevincin içinde bir nebze erimiş gibiydi.
Azra da gülümseyerek onlara doğru döndü. “O zaman... ütü masası ve bıçak takımı da benden olsun. Çeyizimden veririm!” dedi, gururla. Sesi neşeliydi ama içinde dostlarını yeni bir yuvaya uğurlamanın endişeli heyecanı da gizliydi.
Kızların yüzünde birden yeni bir sevinç dalgası belirdi. Selin, oturduğu yerden Azra’nın eline uzanıp sımsıkı tuttu.
“İyi ki varsın Azra,” dedi içtenlikle. Gözlerinde bir parıltı vardı; hem teşekkür hem mahcubiyetle dolu.
Azra’nın yüzü hafifçe kızardı. Yüzünü başka yana çevirdi ama tutulan elin sıcaklığını kalbinin derinliklerinde hissetti.
Ve o akşam, mangal dumanı gökyüzüne karışırken, bahçedeki masa etrafında bir şey inşa oluyordu: dostlukla, anlayışla, küçük hediyelerle büyüyen bir aile… Kimin kan bağı vardı, kimin yoktu; kim kimi ne zaman aramıştı... bunlar yavaş yavaş anlamını yitiriyordu. Yerini, birlikte kurulan yarınların ağırlığı alıyordu.
Mangalın başından ayrılan Mehmet Bey, dumanın sinmiş olduğu önlüğünü kolunun altına sıkıştırarak verandaya geçti. Yaz akşamının serinliği, terle ıslanmış gömleğine dokununca hafifçe ürperdi ama yüzünde hâlâ yorgun, tok bir memnuniyet vardı. Bahçeyi dolduran köz kokusu, yanık biberle etin karışımı hâlâ havada asılıydı. Masanın çevresine yayılmış kızların yanına ağır adımlarla geldi, elindeki şişi tepsiye bıraktıktan sonra iç geçirerek boş bir sandalyeye oturdu. Bir an durup, elini alnına götürerek gözlerini ovuşturdu; sonra kısa bir bakışla hepsini süzdü.
“Ee,” dedi, sesi tok ve sakindi. “Neden taşınmaya karar verdiniz bakalım? Anlatın bana da biraz.”
İkizler, başta çekingen bir şekilde bakıştılar. Selin, önündeki boş tabağa gözlerini dikti, sonra derin bir nefes alarak gözlerini kaçırdı. Çatalın tabağa dokunan sesi, sessizliği yarıp geçti.
“Evdeki ortam artık çok gergin, Mehmet amca… Annemle yaşamak... zor,” dedi. Kelimeler ağzından dökülürken dudaklarını gerdi; rüzgârla uçuşan saçlarını kulağının arkasına itti.
Pelin, önündeki domates salatasını karıştıran çatalla oynamayı bıraktı, gözlerini yere indirerek tamamladı:
“Bardağı taşıran bir olay oldu geçen gün. Artık bizim için orası ev değil.”
Mehmet Bey başını hafifçe eğdi, ellerini masanın üzerinde birleştirirken gözlerinde derin bir üzüntü belirdi. Arka planda, mangalın içinde hâlâ sönmemiş közler çıtırdadı.
“Üzüldüm kızlar... Vallahi insanın kendi evi böyle olunca daha zor oluyor,” dedi. Sesi yavaş ve sahici bir sıcaklık taşıyordu. “Ama madem böyle bir adım attınız, bilin ki burası da sizin eviniz. Azra’dan ayırmam sizi. Bir ihtiyacınız olursa hiç çekinmeyin, tamam mı?”
Sözlerinin sonuna doğru masasının kenarındaki sürahiye uzanıp bardaklara su koydu. Her hareketinde bir ev sahibinin içtenliği vardı. Pelin başını eğip kısık bir sesle teşekkür etti. Selin ise hafifçe gülümsedi; ama o gülümsemenin altında incinmiş bir minnettarlık saklıydı, sanki gülümsemese gözleri yaşaracaktı.
Sema Hanım, bir süredir kaşları çatık, sessizce onları izliyordu. Tabağındaki salataya henüz dokunmamıştı. Ardından söze karıştı. Sesi, bu kez daha yumuşak ama içinde taşıdığı öfkeyle dalgalıydı.
“Kızlar… Annenizin bu hâlleri normal değil ama. Daha önce de konuşmuştuk. Hâlâ bir uzmana görünmeyi reddediyor mu?”
Pelin başını öne eğdi, parmaklarıyla peçeteyi buruşturdu.
“Her şeyi biz yapıyormuşuz gibi davranıyor. Kendini hiç hatalı görmüyor.”
Selin başını salladı, gözleri bahçenin loş köşesine kaydı. “Sürekli suçluyor bizi. Bize annelik etmek yerine hep bizden anne olmamızı bekledi.”
Sema Hanım başını iki yana sallarken sandalyesinde hafifçe ileri geri sallandı. Sesi yükselirken çatalı istemsizce tabağa vurdu.
“Nasıl anneymiş bu böyle!”
Bir anlık sessizlik oldu. Cırcır böceklerinin sesi fonda yükselirken Selin, gözlerini Sema Hanım’dan kaçırdı. Dudaklarında buruk bir gülümseme belirdi; omuzları biraz daha düşüktü artık.
“Böyleymiş işte Sema teyze… İşimize gelirse.”
Yüzü gülüyordu ama gözleri doluydu. Her cümlede büyümek zorunda kalmış bir çocuğun sesi yankılanıyordu; o çocuk şimdi yaz gecesinin ılık rüzgârında, bir mangal masasında kendine yer arıyordu.
Sema Hanım birden ayağa kalktı. Sandalyenin ayakları taş zeminde hafifçe sürtündü, bu küçük ses bile kararının kesinliğini yansıtıyordu.
“Bu akşam burada kalıyorsunuz,” dedi. “Saat de geç oldu. Yarın beraber yerleşirsiniz, zaten daha çok iş var.”
Sözleri, itiraz kabul etmez cinstendi. Selin ve Pelin göz göze geldiler; birkaç saniyelik bir sessiz uzlaşmadan sonra aynı anda başlarını salladılar. Bu defa gözlerinde en ufak bir tereddüt yoktu. Azra, onların bu kadar hızlı kabul etmelerine şaşırarak baktı. İçinden tek bir cümle geçti: Demek ki gerçekten bitmiş.
O anda, masanın ortasında hâlâ sıcaklığını koruyan et tabaklarından yükselen koku, yeniden duyulara ulaştı. Mehmet Bey, bir şişi tabağına almış, kenarındaki közlenmiş domatesle eti bölüyordu. Gümüş çatal bıçağın sesi, gecenin sessizliğinde nazikçe yankılandı.
Kısa bir sessizlikten sonra Azra gülümsedi. Masadan hafifçe doğrularak annesine döndü.
“Siz oturun anne,” dedi içten bir sesle. “Biz mutfağı kızlarla hallederiz.”
Sema Hanım yorgun ama gururlu bir ifadeyle başını salladı, sandalyesine yerleşti. “Pekâlâ, hanımlar,” dedi ve önündeki salatadan bir kaşık alırken usulca ekledi: “Ama önce şu etler soğumadan yensin. Mangal kolay yapılmıyor.”
Azra bir kahkaha attı, Pelin’le göz göze geldi. Selin tabağını kendine doğru çekerken, yüzünde bir parça açılmışlık vardı. Bahçede kurulan bu sade sofra artık yalnızca bir akşam yemeği değil, geçmişin yaralarını saracak küçük bir sığınaktı.
Kızlar iştahla çatal bıçaklarına sarıldılar. Etin üzerindeki hafif is kokusu, yanık biberin ağız sulandıran keskinliğiyle karışmıştı. Bir lokma alan Pelin, gözlerini hafifçe yumdu.
“Of... Mehmet amca, bu bir sanat eseri.”
Mehmet Bey bir elini kaldırıp gülümsedi. “Aşk ile yaptım kızım.”
Selin çatalını havaya kaldırarak ikizine döndü. “Hani mutfağa gidiyorduk?”
Azra, ağzında lokma varken güldü. “Önce mideye gidiyoruz, sonra mutfağa.”
Bahçenin üstünde yıldızlar yavaşça parıldarken, çatal sesleri, hafif kahkahalar ve sıcak çayın buharı masanın etrafını sardı. O gece, etin, ekmeğin ve sessizce paylaşılan anlayışın dili vardı.
Kızlar, boş tabakları masadan toplayıp mutfağa taşırlarken evin içinde sohbetin ve yemek kokularının ardından gelen bir yorgunluk hâkimdi. Akşamın rehaveti camdan içeri süzülen tatlı bir rüzgârla birleşip mutfağa serinlik taşırken, Azra ocağın başında duran çaydanlığın altını kıstı. Bir eliyle çay poşetlerini çıkarıyor, diğer eliyle lavabodaki bardakları bulaşık makinesine diziyordu. Hareketleri yılların alışkanlığına dayanıyordu ama bakışları camın dışında bir yere, çok uzaklara dalıp gidiyordu. Zihni sessizce uğuldayan bir kalabalığın içindeydi. Mert’in sözleri... gülüşü… ve şimdi ne söyleyeceğini bilememek.
Selin, yavaş adımlarla tezgâha yaklaştı, dirseklerini pürüzsüz mermer yüzeye yasladı. Gözlerini Azra’ya dikti; bakışlarında kurnazca parlayan bir ışık, dudaklarında kıvrılan alaycı bir gülümseme vardı.
“Ee, Mert kimdi Azra? Hiç anlatmadın,” dedi, sesi sabırsız bir merakla değil, daha çok bir sırrın ucunu çekmeye çalışan bir oyunbaz gibi.
Azra durdu. Birkaç saniyeliğine sessizlik mutfağa yayıldı. Çaydanlıktan çıkan buhar, Azra’nın suratına hafifçe çarpıp dağıldı. Sonra yüzünü toparladı, kaşlarını azıcık kaldırıp başını çevirdi.
“Sonra anlatırım. Yeni tanıştık sayılır. Dünden kalma bir yemek sözüm vardı, onu hallettik işte bugün,” dedi. Sesi sıradan bir detay anlatıyormuş gibi soğukkanlıydı ama gözleri, o an Selin’in bakışlarından kaçıyordu. Kelimelerinin ardına saklanıyordu.
Selin, Azra’nın kaçamak bakışını fark ettiğinde dudakları iyice kıvrıldı. Bir şeylerin altını kazıdığında bulacaklarından emin gibiydi. “Yakışıklı çocukmuş,” dedi, dudaklarının arasından ipeksi bir alayla.
Azra, elindeki bardağın ağzını sudan geçirirken “Hıhı, evet,” diye geçiştirdi. Bardaktaki lekelere odaklanıyor gibiydi ama zihninde hâlâ başka bir konuşma dönüp duruyordu. İçinde tanımlayamadığı bir his… huzursuz ama tatlı. Tuhaf bir gelgit.
Pelin, sandalyesine yerleşirken konuşmaya dâhil oldu. “Eğlenceli de görünüyordu,” dedi, sesi daha içten ve sıcak.
Azra gözlerini devirdi, kaşlarının arasındaki çizgi derinleşti. Peçeteleri toplamaya başlamıştı ama parmakları fazlasıyla sertti, hareketleri fazlasıyla hızlı. “Sorma! Gülmekten öldük resmen,” dedi, kelimelerinin içinde alttan alta bir diken saklıydı.
Pelin, Azra’nın sesindeki o ince çatlağı hemen sezdi. Onu biraz daha konuşturmak için gülümsedi. “Vallahi ben bayıldım çocuğa. Çok tatlı biri bence,” dedi, dizine dirseklerini dayayıp kafasını yana eğerek.
Azra bir an durdu. Peçeteleri yarıda bıraktı. Derin bir nefes alıp arkasını döndü. Gözleri donuktu ama sesinde bir sakinlik hâkimdi. Tehlikeli bir sakinlik.
“O kadar beğendiysen isteyelim sana?” dedi, başını hafifçe yana eğerek, ince kaşlarını zarifçe kaldırdı.
Pelin’in gözleri bir anlığına açıldı, şaşkınlıkla karışık bir şaşırma yerleşti yüzüne. Ardından suratına sahte bir ciddiyet yerleştirerek “Gerçekten mi?” dedi.
Azra gözlerini kısmadan, yüzünde en ufak bir mimik oynamadan “Evet, gerçekten,” dedi. Sözleri cam gibi kırılgan ama aynı zamanda keskindi.
Pelin gözlerini kıstı, oyunu sürdürüyordu. “Beğendim valla. Neden olmasın?”
Azra, elindeki bardağı tezgâha yerleştirirken bir ‘tık’ sesi duyuldu. Ardından yavaşça Pelin’e döndü. Gözlerinin derinliklerinde bir parıltı vardı; aniden içinden geçen bir fikri tutmuş, o fikrin ucundan çekmeye karar vermişti. İçinde bir oyun isteği, bir meydan okuma doğmuştu. Mert’in kendisi hakkında ne düşündüğünü hâlâ bilmiyordu ama bu küçük şaka, gerçeğe uzanan bir anahtar olabilir miydi?
Tam o anda Selin devreye girdi. Gerilimi sezmişti; ortamın havası değişmeden bir parmak dokunuşuyla yönünü çevirmek istiyordu. “Saçmalama Pelin. Azra’nın hoşlandığı belli değil mi çocuktan?” dedi, sesi yarı ciddi, yarı arkadaşça.
Pelin omuz silkti, dudaklarını bükerek, “Bana pek öyle gelmedi ama…” dedi, masumiyet maskesiyle oynayan bir çocuk gibiydi.
Azra’nın sabrı taştı. “Hoşlanmıyorum zaten!” dedi, sesinde dürtüsel bir inkâr, bastıramadığı bir hayal kırıklığı, ve hepsini örtmeye çalışan bir inat vardı. Sonra, kelimeleri neredeyse kendi kendine fırladı ağzından. “Madem Pelin bu kadar beğendi, durun Mert’e bir sorayım onun hakkında ne düşünüyormuş. Aklı kalmasın kızın.”
“Azra, yapma!” dedi Selin hemen. Sesi bir fren gibiydi ama Azra’nın parmakları çoktan telefonunun ekranına kaymıştı. Duygularını bastırmak için hızına sığınmıştı.
Mesajı yazdı:
“İyi akşamlar. Pelin hakkında ne düşünüyorsun?”
Mesajı gönderdiği an, midesinde kısa bir kıpırtı oldu. Tüm oda sessizleşmişti sanki, sadece çaydanlığın cızırtısı duyuluyordu.
Mert’ten cevap hızla geldi:
“Söyledim ya, sevimli kızlar.”
Azra’nın gözleri daraldı. Kaşlarının arasında ince bir kırışıklık oluştu. Bu kadar yuvarlak bir cevap… beklediği bu değildi. Hemen yazdı:
“İkisini birden sormadım. Sadece Pelin’i.”
Cevap yine anında geldi. Mert’in yanıtı kısa ve netti:
“Özel bir şey düşünmüyorum. İlgisi için teşekkürler :)”
Sonundaki smiley, kelimelere mesafe koyuyordu. Birkaç saniye boyunca ekrana baktı. İçinden geçen ilk şey: “Rededdi...” Sonra... yavaş yavaş bir sıcaklık çöreklendi içine. O red, Pelin’eydi. Satırların altında yatan imâlar başka şeyler söylüyordu.
Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluştu. Dudakları kıpırdadı ama o gülüş, kalbinin derininden çıkıp gözlerine kadar ulaştı.
Selin, tezgâha yaslanmış, başını eline dayamış hâlde onu izliyordu. Gözlerinde muzır bir ışıltı vardı. Azra’nın yüzündeki o fark edilmemeye çalışılan memnuniyeti çoktan okumuştu.
Azra, kelimesizce telefonu Pelin’e uzattı.
Pelin, kaşlarını kaldırarak ekranı aldı. Mesajlara baktı. Sonra dudaklarını buruşturdu.
“Ukala şey…” dedi alçak sesle. Ardından Azra’ya döndü, omuz silkti. “Tamam be, sana takılıyordum zaten.”
Azra, derin bir nefes verdi. Göğsündeki gerginlik çözülmüş, yerine geçici bir huzur yerleşmişti. “İyi,” dedi sade ama artık daha içten bir tonda. “Hadi çayları götürelim artık.”
Tepsiyi aldı, fincanları dikkatle yerleştirdi. Buhar, parmaklarının arasında yükselirken yüzüne çarpıp geçiyor, içindeki karmaşık duygular gibi hızla havaya karışıyordu.
Bahçeye çıktıklarında, akşamın kızıllığı çoktan geceye dönmüş, hava yazdan kalma bir ılıklıkla dolmuştu. Mangaldan gelen köz kokusu, taze demlenmiş çayın buharına karışıyordu.
Mehmet Bey, mangalın başından ayrılmış, sandalyeye yerleşmişti. Çayını karıştırırken kızlara döndü.
“İşler nasıl gidiyor bakalım kızlar?” dedi, sesi babacan bir sıcaklıkla doluydu.
Selin öne eğilip gülümsedi. “Aynı Mehmet Amca. Çalışıp duruyoruz işte,” dedi. Sesi, günün yorgunluğuna rağmen neşesini kaybetmemişti.
Mehmet Bey bakışlarını Azra’ya çevirdi. Azra’nın yüzünü süzdü, gözlerinde başka şeyler arar gibi.
“Senin nasıl gidiyor kızım?”
Azra, çaydan bir yudum aldı. Fincanı iki eliyle kavradı, gece serinliği parmak uçlarını titretirken dudaklarında nötr bir ifade vardı. “İyi baba, bir sıkıntı yok. Yoğunluk değişiyor işte,” dedi. Sesi sade, ama ardında sakladığı düşüncelerle doluydu.
Bahçenin köşesinde, Akın telefonuna gömülmüş hâlde oturuyordu. Mehmet Bey, göz ucuyla oğluna baktı. Sonra çayından bir yudum daha alıp başını iki yana salladı.
“Evlat, kim o konuştuğun gizemli arkadaş bakayım? Üç saattir telefon elinde, ağzını bıçak açmıyor.”
Akın, başını ekrandan kaldırmadan burnunu çekti. “Arkadaşlarla konuşuyoruz,” diye mırıldandı.
Mehmet Bey gülümsedi. “Öyle olsun bakalım,” dedi, ama sesindeki alaycı sıcaklık alttan alta iğneleyiciydi. Sonra elini Akın’ın omzuna koydu. “Yürü bakalım içeri, maç izleyeceğiz, kaçış yok.”
İkili kapıya yönelirken, Mehmet Bey başını kızlara çevirdi, göz kırptı. “Siz de kadın kadına rahat rahat konuşun bakalım.”
Kapı kapanır kapanmaz ortamda farklı bir hava hâkim oldu. Sanki gece, sessizce yaklaşıp içeri süzülmüştü. Sema Hanım, sandalyesinde biraz doğrulup gözlerini Azra’ya dikti.
“Anlat bakalım,” dedi. Sesi hem sıcak, hem temkinliydi. “Kimdi o delikanlı?”
Selin ve Pelin sustu. Her şey bir anda durağanlaştı. Çay kaşıklarının çıkardığı tıngırtı bile fazla geldi kulağa.
Azra, başını çevirip uzaklara baktı. Gözleri sokak lambasının aydınlattığı taş duvarda gezinirken, sesi kısık çıktı.
“Kim… hangi delikanlı?” dedi. Parmakları, bardak altlığını durmadan döndürüyordu.
Ama Pelin, gözlerinde hâlâ o muzır parıltıyla hafifçe ona yanaştı.
"Benim bir arkadaşımdı Sema teyze," dedi Pelin. Sesi hafifti, neredeyse savunmasız bir tını taşıyordu; sanki ortamdaki huzuru bozmamaya dikkat ederken, içten bir dürüstlükle konuşuyordu. Oturduğu yerde hafifçe kamburlaşmıştı, parmakları fincanın kulpunda gezinirken gözlerini kaçırmadan Azra’ya bir anlık bakış gönderdi.
Sema Hanım’ın kaşları hafifçe kalktı, bakışları anında keskinleşti. Yüzüne düşünceli bir ifade yerleşti; dudaklarının kenarı belli belirsiz titredi.
"Sevgilin mi yoksa?" diye sordu, lafı dolandırmadan. Gözleri doğrudan Pelin’e kilitlenmişti; sözlerindeki açıklık, onun yılların alışkanlığıyla geliştirdiği içgüdüsel bir sorgulama biçimiydi.
Pelin'in yüzünde yavaşça yayılan bir gülümseme vardı, rahat ve hafif alaycı. Bu gülümseme, hem sorunun beklenirliğine hem de aralarındaki şakacı bağa bir karşılıktı. Omuzlarını küçücük bir hareketle silkti.
"Yok teyzeciğim, sadece arkadaş," dedi. Ellerini iki yana açarken sesi, umursamaz gibi görünse de bilinçli bir açıklık taşıyordu. Dirsekleriyle dizlerine yaslanmıştı şimdi; lafa küçük bir teatral hava katmıştı.
"İş çıkışı Azra ile buluşmuştuk. O da bizi bırakmak istedi. Azra’nın ellerinde bir dünya paket vardı, sağ olsun yardım etmek istedi."
Sema Hanım başını hafifçe eğdi, kısa bir duraksamayla. Gözleri hâlâ dikkat kesilmişti, ama yüzündeki ifade biraz yumuşamıştı.
"İyiymiş... kibar çocukmuş," dedi sonunda. Sesinde hâlâ ince bir sorgu tonu saklıydı. Yüzündeki çizgiler çok kısa bir an gevşedi, ama şüphe çekilmiyordu.
Sonra gözlerini Azra’ya çevirdi. Gözlerinin içi, içgüdüsel bir gülümsemeyle parladı; ‘ben yemedim bu numarayı ama’ der gibiydi. Dudaklarının kenarı belli belirsiz yukarı kıvrıldı.
"Ben de senin erkek arkadaşın sandım bir an."
Azra'nın yüzü bir anda kızardı; utanç, şaşkınlık ve savunmasızlık sıcak bir dalga gibi bastırmıştı. Kulakları zonkluyordu. Gözlerini kaçırarak çay bardağına uzandı. Parmakları telaşla ince belli camı kavradı, neredeyse fark etmeden çayın tamamını bir yudumda ağzına aldı.
Ama çay hâlâ sıcaktı. Çok sıcaktı.
Dili yandığında, gözleri istemsizce sulandı. İçten bir çığlık boğazına sıkıştı, ama bu his bir anda başka bir şeye dönüştü: kaçış.
"Off yandım!" diye fırladı. Sandalyenin geriye itilmesiyle çıkan gıcırtı kısa bir anlığına etrafa yayıldı. Azra âdeta zıplamıştı yerinden.
"Ben bir mutfağa gidip su içeyim!" dedi aceleyle. Sesi panik içerse de içinde gizli bir sevinç saklıydı; sanki bir yangından değil, sorgudan kurtulmuş gibiydi.
Mutfak kapısını hızlıca araladı. Soğuk seramik zemin çıplak ayaklarına ürperti verdi. Hemen tezgâhtaki sürahiye uzandı, eli hâlâ titriyordu. Soğuk suyu bardağa doldururken bir an kendini izledi. Parmakları cama bastığında hâlâ yandığını hissetti; ama sadece dili değil, yanakları da alev alevdi.
İlk yudumda dili biraz rahatladı. Birkaç saniyelik serinlik, içindeki gerilimi çözüvermişti. Bardağı bir dikişte bitirip derin bir nefes aldı. Tezgâha yaslandı, gözlerini kapattı, alnındaki ıslaklığı geri itti. Sakinleşmeye çalıştı ama göğsündeki hızlı yükselip inen ritim, içinde başka bir şeyin daha kıpırdadığını haber veriyordu.
Kendini toparlayıp geri döndüğünde, ortamın havası değişmişti. Konu çoktan kaymış, Selin ve Pelin kendi aralarında başka bir şeye dalmıştı. Sema Hanım ise gözlerini bahçeye çevirmişti; dışarıda parıldayan ayın yansıması yüzüne vuruyordu.
Azra sessizce yerine oturdu. Çay bardağının hâlâ buharı tüten yüzüne bir göz attı, sonra gözlerini masadakilere çevirdi. Hiçbir şey söylemedi. Ama içinden geçen küçük zaferin sıcaklığı hâlâ göğsünde parlıyordu.
Sema Hanım odasına çekildikten sonra mutfakta kalan üçlü, ışığı hafifçe sarı yanan avize altında, günün yorgunluğunu sessiz bir ritüelle geride bırakıyordu. Tabaklar tıkırdarken, çatal-kaşık sesleri sohbetlerine fon oluyordu. Mutfak musluğundan akan su, gecenin sessizliğini örten ince bir perde gibi yankılanıyordu.
Küçük bir defter ve kalem ortaya çıktı. Bütçelerine göz attılar; birkaç temel eksik dışında tablo fena sayılmazdı. Günün muhasebesi, pratik kararlarla netleşti: Pelin, Akın’ın odasında; Selin ise Azra’nın odasında kalacaktı. Ev sahipleri Azra ve Akın ise açılan salon koltuklarını paylaşacaktı.
Bir anlık duraksamadan sonra Selin, içindeki soruyu artık tutamayarak seslendirdi. Kaşları merakla yukarı kalktı, sesi yumuşak ama bekleyişle doluydu.
“Ee Azra... anlat bakalım şu Mert’i. Kimdir, necidir?”
Azra derin bir nefes aldı. Gözleri kısa bir süre boşluğa takıldı, parmakları ıslak bir bardağın etrafında yavaşça gezindi. Ardından sesi neredeyse fısıltıya dönerek yanıtladı:
“Dün akşam… Semih bana saldırdığında o kurtardı beni.”
Bir anda mutfağın içindeki tüm hareket durdu. Bulaşıklar elde dondu kaldı, sular akmaya devam etse de zamanın sesi kesilmişti. Selin’in bakışları bir anda keskinleşti, yüzü taş gibi oldu.
“Ne?!” diye patladı. Sesi, mutfağın fayanslarında yankılandı.
“O şerefsiz sana da mı saldırdı?!”
Öfkesi gözbebeklerinden fışkırıyor, elleri istemsizce tezgâha sıkıca tutunuyordu. Ardından hızla başını Pelin’e çevirdi, dudakları titriyordu. Azra kısa ama çarpıcı cümlelerle AVM çıkışında olanları özetledi. Semih’le yaşanan kavga… Mert’in araya girerek onu koruması…
Söz biter bitmez Selin, Pelin’in gözlerinde beliren tedirginlik karşısında derin bir iç çekti ve söze girdi. AVM önünde yaşadıklarını bir kez daha hatırlamak zor olsa da anlatmaya başladı. Mert’in yine orada olması… aniden yere düşen o bıçak… Konuşurken gözleri bir noktaya takılı kaldı, zihni olayları tekrar yaşıyordu sanki. Sözleri yavaş, titrek ama netti.
Pelin’in rengi bir ton açıldı. Kaşları birbirine yaklaşırken ellerini kalçalarına koydu; ayakta dikilirken bedenine yayılan kasılma gözle görülürdü.
“İnanamıyorum…” dedi, sesi tedirginliğin berrak bir yankısıydı.
“O pislik sana da mı saldırdı Selin? Hem de bıçakla?! Bu adam iyice kafayı yemiş!”
Bir adım geri çekildi, sonra duraksadı. Gözleri Azra’ya döndü, bu kez çok daha farklı bir ifade taşıyordu bakışları. Korkunun tortusu hâlâ oradaydı ama altından yeni bir şey parlıyordu minnettarlık ve... hayranlık.
“İyi ki Mert oradaymış… Ya olmasaydı?”
Göz kapakları hafifçe kısıldı, bir iç çekti. Ardından dudaklarında usulca doğan bir tebessümle fısıldadı:
“Vay be…” dedi neredeyse kendi kendine.
“Demek hem seni hem Azra’yı korumuş… Helal olsun Mert’e. Cesur çocukmuş.” Göz ucuyla Azra’ya baktı. “Doğrusu... ben bayağı etkilendim bu Mert’ten.”
Azra’nın gözleri bir an için devrildi. Alaycı ama hafif, bastırılmış bir tebessümle konuştu:
“Ne diyeyim,” dedi, dudak kenarında belirginleşen bir kıvrımla. “Hayırlısı.”
Pelin’in gözleri parladı. Dudakları muzır bir ifadeyle kıvrıldı, sesi çocuksu bir ciddiyetle hafifledi.
“Cidden etkilendim ama. Neden olmasın?”
Azra omuzlarını silkerek yanıtladı. O anlarda gösterdiği umursamazlık, bakışlarında saklanan o ince gerilimi gizleyemiyordu.
“İyi,” dedi. “Alabiliyorsan al bakalım.”
Selin elindeki tabağı kurularken hızla lafa girdi. Sesi bir koruma içgüdüsüyle sertleşmişti.
“Pelin, yapma ya! Görmüyor musun, resmen ‘benim o’ diyor!”
Azra hemen itiraz etti. Yüzü aniden kızardı, ellerini savunma amaçlı hafifçe kaldırdı.
“Hayır! Öyle bir şey demiyorum. Madem bu kadar etkilendi, buyursun şansını denesin.”
Pelin, söylenenlere tam karşılık verecekken, sanki bir şey hatırlamış gibi yaptı. Dramatik bir edayla içini çekti, yüzünü buruşturdu.
“Yok ya…” dedi, sesi gereğinden fazla pişman bir tonla alçaldı.
“Askere gidecekmiş şimdi. Bekleyemem ben asker yolu falan.”
Azra, kısa ama içten bir kahkahayı zor bastırdı. Gözleriyle Pelin’e keskin bir bakış attı.
“İyi, sen bilirsin,” dedi, ardından konuyu hızla değiştirme isteğiyle başını Selin’e çevirdi.
“Sen neler yaptın bugün? İş nasıldı?”
Selin anlatmaya başlarken ortam yavaşça gevşedi. Gündelik kelimeler, gerilimin sert çizgilerini silmeye başladı. Kargolar, müşteriler, acele kahveler... her kelime onları biraz daha normalin sıcak kucağına çekti.
Saat neredeyse bire yaklaşırken, göz kapakları ağırlığını hissettirmeye başladı. Azra esnedi ve sandalyesinden kalktı.
“Hadi, artık yatalım,” dedi. “Yarın erken kalkacağız.”
Son bir temizlik yapıldı. Mutfak sessizliğe teslim edilirken ışıklar kısıldı.
Azra salondaki koltukları hazırlarken, Selin ve Pelin yavaş adımlarla odalarına çekildi. Yastıkları yerleştirdi, hafif bir battaniyeyi üzerine aldı. Elindeki kitabı alıp koltuğa uzandığında, Akın çoktan derin bir uykuya dalmıştı. Nefesi eşit aralıklarla yükselip alçalıyordu.
Loş salonda Azra bir süre gözlerini tavana dikti. Uyku gelmek bilmiyordu.
Mert’in bakışları...
Sokak lambasının altında beliren o koruyucu duruş...
Semih’in tehditkâr gölgesi hâlâ uzaklarda bir yerlerdeydi.
Pelin’in laf sokan ama içten içe kıpırdayan hali...
Hepsi zihninde dolaşan dağınık bir ip yumağı gibi birbirine dolanmıştı. Bir iç çekti. Başını kardeşine çevirdi. Akın’ın yüzündeki huzuru izlerken, göğsünde korumacı bir sıcaklık yayıldı.
Telefonunu eline aldı. Alarmı kurdu. Ardından kulaklığını takıp yavaşça sırt üstü uzandı. Müzik uygulamasından sakin bir çalma listesi seçti.
Gözlerini kapatırken derin bir nefes aldı. Müziğin dalgaları arasında zihni yavaş yavaş serbest kalıyordu. Derin bir iç çekti. İçinden geçen tek bir cümle, gecenin son durağına damgasını vurdu:
“Sırada bir de Medeiros var.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |