15. Bölüm

BÖLÜM 15

Aysun Arslan
aysunkayaarslan

 

Pencereden içeri sızan güneş ışığı, odanın duvarlarında altın rengi lekeler bırakırken Azra gözlerini kısarak uyandı. Işık tanıdıktı, ama bu diyarda her şey gibi o da biraz farklıydı, daha parlak, daha derin, sanki geçmişle gelecek arasında asılı kalmış bir aydınlık gibiydi.

Yatağından doğrulurken kemiklerinde kalan yorgunluk, dün gece gördüğü karmaşık rüyaların yankısı gibiydi. Sessiz adımlarla banyoya yöneldi, soğuk suyun altına girdiğinde kaslarındaki gerginlik yavaşça çözüldü. Bugün dövüş sanatları eğitimi vardı, bedeni hazır olmalıydı. Üzerine koyu renkli, esnek bir spor kıyafeti geçirdi. Uzun saçlarını, disiplini simgelercesine sıkı bir örgüyle at kuyruğuna çevirdi. Bir fincan kahve elinde belirirken verandaya çıktı. Sabah serinliği, cildine hafif bir ürperti bırakarak ona yaşadığını hissettirdi. Sandalyeye oturdu, kahvesinden bir yudum aldı. Sonra dikkatle günlüğünü açtı. Mürekkebin kâğıda işleyişini izleyerek yazmaya başladı.

"Unutmamalıyım..." diye geçirdi içinden. "Dengeyi korumalıyım. Aklımı yitirmemek için her şeyi yazmalıyım."

Dünyadan buraya her detayı yazdıktan sonra kalemi sayfanın üzerine yavaşça bıraktı. Biraz doğrulup kollarını iki yana açarak ağrıyan kaslarını esnetti. Günlüğü özenle kapatıp içeri götürdü, yatağının başucundaki yerine bıraktı. Ardından kapüşonunu başına geçirdi ve Aslı’ya gitmek üzere dışarı çıktı.

O sırada çakıl taşları üzerinde yaklaşan ayak sesleri duyuldu. Ardından tanıdık bir ses yankılandı:

"Günaydın Azra!"

Azra başını çevirip sese yöneldi. Ece verandaya doğru yürüyordu. Ancak adımları yavaş ve tereddütlüydü. Göz altları morarmış, yüzü uykusuzluktan solgundu. Gözleri hâlâ geceye ait gibiydi.

Kaşları çatılan Azra birkaç adım atarak verandanın kenarına geldi.

"Günaydın," dedi, sesi yumuşak ama dikkatliydi. "Neyin var senin? Berbat görünüyorsun."

Ece dudaklarını kısaca büzüp zoraki bir gülümsemeyle yaklaştı. Ellerini saçlarına attı, at kuyruğunu beceriksizce topuz yapmaya çalışırken sesi kısık çıktı:

"Kötü bir kabus gördüm sadece. Bu yüzden pek uyuyamadım."

Azra, arkadaşının yüzünü incelerken birkaç adım yaklaştı. Gözlerinde saklanan bir şey vardı.

"Ne gördün?" diye sordu, sesine hafif bir keskinlik yerleşmişti.

Ece, bakışlarını kaçırıp spor kıyafetlerinin eteğini düzeltti. Ellerinin titrediği belli belirsiz fark ediliyordu. Yanıt vermek yerine yürümeye başladı. Azra adımlarını ona uydurdu.

Sessizlik birkaç saniye sürdü.

"Ne gördün, Ece?" diye sordu tekrar, bu kez daha yavaş ama sorgulayıcı bir tonda.

Ece başını hafifçe eğdi, gözlerini kısarak yere baktı.

"Çok karışıktı," diye mırıldandı. "Net hatırlamıyorum. Ama... kötüydü. Rahatsız edici bir kabus."

Azra'nın içgüdüleri kulaklarını çınlatıyordu. Bu, sadece bir kabus değildi. Gözleri kısıldı.

"Bu 'kabus' dediğin şey bir görü olmasın sakın, Ece?" dedi, gözlerini arkadaşının yüzünden ayırmadan.

Ece, cevaptan kaçmak istercesine birden eğildi. Ayakkabı bağcıklarını düzeltme bahanesiyle zaman kazanmaya çalıştı. Azra ellerini kollarına çaprazlayarak bekledi, gözleriyle arkadaşının mimiklerini taradı.

Ece sonunda doğrulduğunda yüzünde zorlama bir gülümseme vardı. Adımlarına yeniden başladı.

"Görü olsaydı 'bir görü gördüm' derdim, değil mi Azra?" dedi, sesi kırılgan bir alınganlık taşıyordu. "Saçma sapan bir kabustu işte. Gecemi mahvetmesinden başka da bir şey hatırlamıyorum. Çok karışıktı."

Azra yanında yürürken gözlerini onun yüzünden ayırmadı.

"Kim vardı kabusta?" diye sordu, sesi sakince yontulmuş bir mermer gibi netti. "Bizimle mi ilgiliydi?"

Ece, başını yana çevirip göz temasından kaçındı.

"Hatırlamıyorum."

"Hiçbir şey mi?"

Omuzları hafifçe düştü.

"Yani… biraz..." dedi, sesi gittikçe küçülüyordu. "Ama karanlıktı. Karışıktı… Sanırım bir şeylerden kaçıyordum."

Tam o sırada Aslı'nın evine varmışlardı. Ece'nin sakladığı sır, şimdilik sisin arkasında kalmaya devam edecekti.

 

Ece, Aslı’nın kapısına geldiğinde bir an duraksadı. Kapının ardında alıştıkları o neşeli yankı yerine sessizlik vardı. Yumruğunu kapıya kaldırıp iki kez vurdu.

“Aslı! Uyuyor musun?”

Cevap gelmeyince kaşlarını çattı, bu kez daha sert vurdu. Yanında bekleyen Azra hafifçe iç çekti.

“Belki Ebru’ya gitmiştir. Gel, biz de gidelim.”

Ama Ece geri adım atmaya niyetli değildi. Gözleri kararlı bir parıltıyla doldu.

“Dur, yatak odasının penceresinden bir bakayım.”

Ayağındaki spor ayakkabılar toprağın ıslak dokusuna hafifçe batarken hızla evin yanından dolanıp arka pencereye yöneldi. Kısa süre sonra geri döndü, nefesi hafifçe hızlanmıştı. Kapıya tekrar vurdu, bu kez sesi yükselmişti:

“Aslı!”

Az sonra kapı yavaşça aralandı. Dağınık bukleleri yüzüne düşmüş, mavi pijamalarıyla gözlerini ovuşturan Aslı belirdi. Uykunun ağırlığı hâlâ kirpiklerine asılıydı.

“Günaydın uykucu,” dedi Azra, dudağında hafif bir gülümsemeyle.

“Günaydın kızlar...” Aslı’nın sesi boğuk, hâlâ rüya ile uyanıklık arasında sıkışmış gibiydi. Elinin tersiyle gözlerini ovuşturdu.

Ece kıkırdadı. “Bence yüzünü yıkasan iyi olur. Zira dudağının kenarındaki o kurumuş şeyi ovalayarak çıkaramazsın.”

Aslı yüzünü buruşturup kaşlarını çattı. “Iyy! İğrençsin Ece!”

Kapıyı sonuna kadar açarken eliyle içeri gelmelerini işaret etti. Azra ve Ece içeri girdiklerinde ahşap dış cephenin aksine içerideki canlılıkla karşılaştılar. Salon, sarı ve turuncu mavi kırmızı canlı renklerle dolu sıcak bir atmosfere sahipti; koltuklar, halılar ve pencere kenarındaki bitkiler küçük ama neşeli bir dünyanın parçasıydı.

Camın önündeki armut koltuklara gömülürken, karşılarındaki pufların üzerinde aniden buharı tüten kahve fincanları belirdi. Aslı’nın evi hâlâ onun enerjisini taşıyordu.

“Salya onun yanağında ama iğrenç olan benim, öyle mi?” dedi Ece, kahvesinden bir yudum alarak, göz kırptı.

“Ben içtim kahve, teşekkürler,” dedi Azra ve bardağın sıcaklığını ellerinde hissederek pufa uzandı.

Aslı banyodan bornozuyla çıktı. Oyun konsolunun karşısındaki buz mavisi koltuğa otururken onun elinde de kahve belirmişti. Bir yudum aldıktan sonra esnedi.

“Kahvemi içeyim de hemen hazırlanırım,” dedi, göz kapaklarını zorla açık tutmaya çalışırken.

Azra hafifçe başını eğdi. “Hızlı olsan iyi olur. Ebru’yu bekletmeyelim.”

Aslı iç geçirirken kahvesine uzandı. Gözleri Ece’ye kaydı, duraksadı.

“Senin neyin var Ece? Görü falan mı gördün yine? Gözlerin kıpkırmızı.”

Ece, kahvesini kolunun hizasına indirip dudak büktü. “Hayır canım, sadece kabus gördüm. Uyuyamadım.”

Aslı'nın gözleri kısıldı, başını yana eğdi. “Ne gördün? Yoksa beni mi?” dedi gülerek.

Ece hemen konuyu dağıttı. “Evet, seni gördüm! O kurumuş salyalarınla beni öpmeye çalışıyordun!”

Aslı yüksek bir kahkaha attı. “Ne güzel işte, temizlerdin hem!” Ardından ifadesi biraz daha ciddileşti. “Cidden, ne gördün?”

Ece gözlerini kaçırarak fincanındaki kahveyi karıştırdı. “Hatırlamıyorum ki. Karışıktı.”

Aslı bakışlarını kısa bir süre onda tutup ardından ayağa kalktı. “Peki, öyle olsun,” dedi ve giyinmek üzere odasına yöneldi.

Azra ve Ece verandaya çıktılar. Güneş yavaş yavaş göğü ısıtıyordu. Bahçedeki beyaz güller rüzgârla birlikte nazlı nazlı salınıyor, yayılan koku verandaya doluyordu. Azra, bir güle hafifçe eğilip kokladı. Ece ise masanın başına geçip kahvesinden sessizce bir yudum aldı. Yüzündeki dalgınlık hâlâ geçmemişti.

Azra, arkadaşına bir şey daha sormayı düşündü ama sonra vazgeçti. Zorlarsa, daha da içine kapanırdı. Onun yerine sesi yumuşak ama canlıydı:

“Bugün dersler yoğun olacak gibi. İlk ders dövüş sanatları, sonra sosyal bilimler, sonra da üç saat yeti geliştirme...”

Ece dudak büktü. “Evet, o son üç saat çok sıkıcı olacak.”

“Yeti geliştirmeye hâlâ Sare mi giriyor?”

“Evet, o.”

Azra’nın içi hafifçe burkuldu. Gözlerini güllerden uzaklaştırıp uzaklara baktı.

“Ben onu tanıyorum ama o beni tanımıyor artık,” diye düşündü içinden. Zamanın geri alınmasının bıraktığı tuhaf bir kırıklıktı bu. “Üstelik bu sefer tanışmamız da pek parlak geçmedi.”

Ece göz devirdi. “Ebru anlatmıştı. Yüzünü görmek isterdim. Şeytan çarpmışa dönmüş resmen.”

“Uyuz kadın,” diye ekledi, sesi hafifçe alaycıydı.

Azra, onu savunurcasına başını iki yana salladı. “Sadece biraz otoriter.”

“Biraz mı? Çok katı ve itici bence.”

“Belki de öyle olması gerekiyordur. Bu kadar farklı yetenekte insanla yumuşaklıkla başa çıkamazsın.”

Tam o sırada Aslı enerjik adımlarla verandaya çıktı. Spor kıyafetlerini giymiş, saçlarını başının tepesinde iki minik topuz yapmıştı. Parmakları hızla ayakkabısının bağcıklarını çekti.

“Hadi gidelim! Çok acıktım!” dedi neşeyle.

Azra saatine baktı. “Geç bile kaldık. Hadi!”

Üçü birlikte yola koyuldular. Sabah güneşi üzerlerine düşerken, içlerinden birinin taşıdığı gölgeler sessizce adımlarına eşlik ediyordu.

Aslı yolda Ece’ye takılmadan edemedi. Sesi muzır bir neşeyle doluydu.

“Ee, ateşli bir kabus muydu bari? Madem beni gördün... kesin öyledir.”

Ece’nin gözleri bir an göğe kaydı, sonra Aslı’ya döndü; yorgun ama alaycı bir tebessümle, “Hıhı, çok ateşliydi. Ateşten uyuyamadım zaten,” dedi.

Aslı kahkaha atarken, “Oysa dün Azra’yı satrançta yenmiştin,” dedi, laf arasında.

Tam o anda, Ece’nin bakışları anlık bir tedirginlikle Azra’ya kaydı, hemen ardından Aslı’ya döndü. Bu küçük ve belki de fark edilmeden geçmesi umulan hareket, Azra'nın gözünden kaçmadı. Kaşlarının arasına hafif bir çizgi yerleşti.

Demek kabusun satrançla ya da benimle ilgisi var... diye düşündü ama üzerine gitmedi.

Ece yine omuz silkerek, “Hiç hatırlamıyorum,” deyip geçiştirdi.

Konunun dikenli bir zemine bastığını hisseden Azra, derin bir nefes alıp hafifçe başını eğdi.

“Tamam, kapatalım şu kabus meselesini. Belli ki zor bir gece olmuş senin için. Bu gece hepiniz bendesiniz, yalnız kalmazsın, daha rahat edersin.”

Aslı’nın gözleri parladı. “Evet! Pijama partisi! Film seçme hakkı benim ama! Lütfeeen!”

Ece hemen karşı çıktı. “Hayır! Aksiyon izlemek istemiyorum. Ben çok güzel bir romantik komedi seçtim bile.”

“Öf! Nefret ediyorum romantik komedilerden!” diye homurdandı Aslı.

“Ben de aksiyondan!”

İkisinin minik bir çocuk gibi didişmeleri Azra’nın dudaklarında hafif bir gülümseme oluşturdu.

“Aslı, tamam be tamam. İzleriz ne yapalım,” diyerek pes etti, başını yana sallayarak.

Azra, bu sırada sessizce yan taraftaki Arda’nın kapısını çaldı. İçeriden ses gelmeyince eğilip pencereye baktı, ama içerisi karanlıktı.

“O Can’la çoktan gitmiştir,” dedi Aslı, kendinden emin bir ifadeyle.

Azra da başını sallayarak, “Evet, evde yok zaten,” dedi.

Yollarını hızlandırarak, Ebru’nun evine, adeta küçük bir yağmur ormanını andıran, sarmaşıklar ve canlı bitkilerle sarılmış kulübeye vardılar. Giriş kapısı aralıktı. İçeri girdiklerinde, siyah eşofmanlar giymiş Arda ve Can’ın karşılıklı oturup sessiz bir sohbetin içinde olduklarını gördüler.

Tam o sırada, yatak odasından çıkan Ebru, saçlarını balıksırtı örmüş, ensesinde toplamıştı. Üzerini düzeltirken bir yandan ayakkabılarını giyiyor, diğer yandan aceleyle, “Hoş geldiniz kızlar, hemen bir şeyler atıştıralım, geç kalacağız!” diyordu.

Az sonra masa çevresinde toplanmışlardı. Topraktan yapılmış tabaklarda taze kahvaltılıklar, ahşap fincanlarda tüten çaylar belirdi. Doğal bir büyünün, gündelik konforla iç içe geçtiği bu görüntü artık sıradanlaşmış olsa da hâlâ huzur vericiydi.

“Bu uykucuyu uyandırmak yine zor oldu,” dedi Ece, başını Aslı’ya doğru çevirerek.

Aslı gözlerini devirdi, fincanını eline alırken yüzünü buruşturdu. “Uykucu değilim! Sadece... dün biraz yorulmuşum.”

Arda esnedi. “Evet, at binmek beni de fena yordu. Bacaklarım hâlâ ağrıyor.”

Azra kahvesinden bir yudum aldıktan sonra, “Ee, ilk ders dövüş sanatları. Ne yapacaksınız bu ağrılarla?” dedi, alayla kaşlarını kaldırarak.

Arda yüzünü buruşturdu, sonra çaktırmadan cebinden minik bir cam şişe çıkardı. “Kahvaltıdan sonra şu bizim ‘izinli’ sakinleştiricilerden bir tane alacağım. Doping niyetine. Yoksa pertim. Sana da vereyim mi, Cadı?” diye Aslı’ya göz kırptı.

Aslı güldü. “İstemem kalsın, uyuşturucun. Ben idare ederim.”

“Sen bilirsin,” dedi Arda, omuz silkip küçük şişeyi cebine geri yerleştirerek.

O sırada Ebru, Azra’ya döndü. “Azra, sen bu dersi ilk defa alacaksın, değil mi?”

Azra’nın yüzü gölgelenir gibi oldu. Dudaklarının kenarıyla hafif bir gülümseme belirdi. “Yani… geçmişi saymazsak, evet.”

Can araya girdi. “Uzun zamandır pratik yapmadığın için zorlanabilirsin.”

Azra gözlerini kısıp Can’a döndü. “Öyle mi diyorsun? O zaman derste eşim olmaya ne dersin?”

Can gülerek hemen geri çekildi, ardından korumacı bir refleksle Ebru’ya sarıldı. “Yok ben almayayım. Sevgilimle eş olacağım ben.”

Ebru’nun kaşları hafifçe çatılırken, Can onun suratına sevgiyle bakıyordu.

Aslı hemen araya girdi. “Ben sana eş olurum Azra!”

Arda elini kaldırdı. “Hayır, Azra benim eşim! Sen Ece ile ol.”

Ece kahvesini yudumlayarak güldü. “Bence de Aslı benimle olmalı. Onu gıdıklayarak çıldırtırım.”

“Ben de seni ısırırım o zaman!” diye karşılık verdi Aslı, burnunu Ece’ye doğru kıvırarak.

Kahkahaların ve tatlı atışmaların eşliğinde kahvaltı hızla bitti. İçlerindeki enerjiyle, gürültülü ve neşeli bir kalabalık olarak okul yoluna koyuldular.

Okulun ön bahçesinde, geniş dövüş sanatları alanı tüm ihtişamıyla uzanıyordu karşılarında. Tırmanma duvarları, denge kalasları, atlama engelleri ve birbirine bağlı manevra parkurları… Seperius’un savaşçı ruhunu soluyan bu alan, kasları değil; kararlılığı terletmek üzere inşa edilmişti. Azra'nın zihninde, eski zaman çizgisinden kalan anılar bulanık bir su gibi dalgalandı. Tanıdıktı burası acılarıyla, zaferleriyle.

Grup, konuşmadan, içgüdüsel bir uyumla esneme hareketlerine başladı. Gergin kaslar gevşerken ayakları toprağa kök salıyordu. Güneş henüz yükselememişti ama havadaki metalik serinlik, yaklaşan zorlukların habercisiydi.

Tam o sırada, toprağa sertçe basan adımların ritmik sesi duyuldu. Umut, siyah spor kıyafetlerinin içinde bir savaşçı gibi göründü. Zeytin yeşili gözleri, keskin bıçaklar gibi alanı tararken herkesin içini delip geçti. Kavruk teni ve kısa siyah saçlarıyla, Anterius’tan geldiğini tek bakışta belli ediyordu. Onun dokunduğu her şeyi tuzla buz edebilecek kadar yıkıcı bir gücü vardı. Ve o güç, şimdi burada, onların karşısındaydı.

Umut’un yaklaşmasıyla şakalaşmalar yerini mutlak bir sessizliğe bıraktı. Herkesin omuzları kendiliğinden dikleşti.

Umut'un sesi tok ve netti. “Evet arkadaşlar, günaydın. On parkur koşusu ile başlıyoruz. Sıraya girin, hazır olun. Başla!”

Komut bir kırbaç gibi havada patladı. Grup, refleksle ileri atıldı. Ayak sesleri toprak zeminde yankılandı, bedenler engellerin üzerinden atlayarak ilerledi.

Azra da öne fırladı. Ama arkadaşları dahil kalabalık sınıfın hepsi onu geçerken o yerinde sayıyordu sanki. Ancak daha beşinci turda, ciğerleri yanmaya başlamış, bacakları kurşun gibi ağırlaşmıştı. Dişlerini sıkarak koşmaya devam etti. Fena hamlamışım. İç sesi, bedeninden gelen isyanı bastırmaya çalışıyordu. Yanından Aslı rüzgar gibi geçti; saçları arkasında dalgalanıyor, yüzünde muzip bir gülümseme vardı.

“Beş!” diye bağırdı Umut. “Hadi hadi, yavaşlamak yok! Koş!”

Azra, grubun gerisine düşmüştü ama geri adım atmıyordu. Nefesi kesik kesikti, ama gözlerinde yanan kararlılık hâlâ sönmemişti. Sonunda, sonuncu olarak da olsa parkuru tamamladı. Ellerini dizlerine koyarak derin derin soludu. Umut’un sert bakışları, ona saplanmış gibiydi.

“Çocuk,” dedi Umut, kelimeleri keskin bir emir gibi havaya savurarak. “Sen yeni misin bu derste?”

Azra başını kaldırdı, nefesini dengelemeye çalışarak, “Evet,” dedi.

Umut başını hafifçe eğdi. “Tamam. Sen şöyle kenara geç, biraz dinlen. Çok yavaş kaldın. Boş zamanlarında bu parkurda ekstra antrenman yapman gerekecek. Arkadaşlarına yetişmelisin.”

Azra, askerî bir duruşla başını eğdi. “Tamam,” dedi, ama içinde hayal kırıklığı burun direğini sızlatıyordu. Gözlerini kaçırmadı; bu, pes etmek değildi.

Yanına gelen Ece, bir esneme hareketi bahanesiyle hafifçe eğildi ve kulağına fısıldadı. “İyi yırttın,” dedi, gözlerinde alaycı ama sevecen bir parıltı vardı.

Azra, göz ucuyla ona baktı, sadece bakışıyla yanıt verdi: Dalga geçme. Şimdi sırası değil.

Umut, öğrencileri parkurun kenarına topladı. Duruşu hâlâ dimdikti. “Şimdi tekme çalışması. Uzun ve kontrollü. İki bacağınızla, on beş dakika boyunca tekrar edin!”

Kısa bir sessizlikten sonra herkes tekrar hareketlenmeye başladı. Ayaklar toprağı döverken, nefesler ritmik şekilde yükselip iniyordu. Umut öğrencilerin oluşturduğu iç içe geçmiş çemberi dolaşarak onları kontrol ediyordu. Azra ise kenarda kalmasına rağmen hareketsiz duramadı. Dengeye odaklanarak tekmeleri kendi kendine çalışmaya başladı. Her vuruşta, bir şeyleri geçmişteki performansını düşünür gibiydi.

Son on beş dakikaya girildiğinde, Umut tekrar konuştu. “Herkes bir eş bulsun. Ders sonuna kadar birlikte antrenman yapacaksınız.”

Azra olduğu yerde dikildi. Gözleri kalabalığı tararken kalbinde tanıdık bir çarpıntı hissetti. Yalnız kalmak istemiyordu ama herkes çoktan birine yönelmişti…

 

Azra nefesini dengelemeye çalışırken etrafına bakınmaya devam etti; çıplak toprak zeminden yükselen toz güneşle birlikte yüzüne yapışıyor, minderlerin sıcaklığı ayak tabanından yukarı tırmanıyordu. Ter, sırtında ince bir çizgi hâlinde süzülüyordu. O sırada yanına bir gölge düştü.

Arda, rahat ama dikkatli bir ifadeyle yaklaştı. “Benimle eş olur musun?” diye sordu.

Azra başını kaldırıp onu süzdü. Dudakları aralanmıştı, hâlâ hızlı soluyordu. “Olur,” dedi. “Ama baştan söyleyeyim, bana çok yüklenme. Uzun zamandır antrenman yapmıyorum.”

Arda hafifçe gülümsedi, gözlerinin kenarlarında sıcak bir kırışıklık oluştu. “Merak etme,” dedi. “Sen beni alt etmenin bir yolunu bulursun yine.”

Azra tam karşılık verecekken, Arda hazırlıksız bir anda ona doğru yavaş bir yumruk savurdu. Hareketi abartılıydı, daha çok oyun gibiydi. Ama Azra’nın refleksleri hâlâ yerindeydi. Bedeni içgüdüsel bir hızla tepki verdi, Arda’nın kolunu yakalayıp kolaylıkla büktü. Arda sendeledi, dengesi bozuldu.

Azra’nın kaşları hafifçe çatıldı. Bu kadar da kötü olmamalı, diye geçirdi içinden. Arda’nın beceriksizliği şaşırtıcıydı. Göz ucuyla çevreye baktı. Kalabalık içinde arkadaşlarını zorlukla seçebildi, Can ve Ebru, birbirlerine nazik dokunuşlarla yavaşça çalışıyorlardı. Biraz ileride Aslı ile Ece gülüşüyor, şakalaşarak minik kapışmalar yapıyorlardı; antrenmandan çok dansa benziyordu hareketleri.

Tam o an dikkatini yandan gelen bir kahkaha dağıttı. Gözleri bir anlık Ece’ye takıldığında, gardı düştü. Arda’nın yumruğu, ne kadar acemice olursa olsun boşlukta kalan savunmanın tam ortasını buldu. Darbe yüzüne oturunca geriye sendeledi. Gözleri irkildi, nefesi kesildi.

İçindeki rekabetçi kıvılcım bir anda alev aldı.

“Özür dilerim, istemeden...” dedi Arda, adımını geri çekmeye çalışırken.

Ama Azra çoktan harekete geçmişti. Bedeni dönerek zıpladı, hızlı bir tekme Arda’nın yüzünü hedef aldı. Arda’nın başı geriye savruldu. Dengesini toparlayamadan ikinci tekme karnına saplandı. Azra’nın gözlerinde ateş vardı; darbe almış olmaya tahammülü yoktu.

Arda, şaşkınlığa uğrasa da tam zamanında refleks gösterdi; Azra’nın bacaklarını kavrayıp onu başının üzerinden çevirerek sırt üstü yere yapıştırdı. Antrenman minderinden yükselen toz havaya karıştı, Azra’nın ciğerleri toprakla doldu. Nefesi kesilmişti. Daha nefes alamadan Arda üzerine atıldı, kollarını yere bastırdı.

“Azra! Sakin ol!” dedi telaşla. Sesi ince bir panikle titriyordu. “Yavaş vurdum sandım, istemeden oldu gerçekten!”

Azra, öfkeyle soluyordu. Göz bebekleri büyümüştü, dudakları aralık, çenesi kilitliydi. Arda’nın yüzündeki korku dolu ifade, içinde bir şeyleri gevşetti. Dişlerini sıkarak başını yana çevirdi, dizini yukarı çekip Arda’yı üzerinden attı ve hızla ayağa fırladı.

“Görmeyeli bazı numaralar öğrenmişsin bakıyorum,” dedi, sesine hem alay hem takdir karışmıştı.

Arda burnunu ovalayarak doğruldu, acıdan hafifçe inledi. “Keşke Aslı’yı eş seçseydim!” diye homurdandı.

Bir süre daha devam ettiler. Yumruklar daha kontrollüydü artık, ama aralarındaki gerilim hâlâ canlıydı. Her ikisi de birbirinin sınırını yokluyor, rekabetin dozunu düşürmeden hareket ediyordu.

Umut’un sert sesi alanı yararak geldi: “Evet arkadaşlar! Ders bitti. Toparlanın!”

Herkes yavaşça yerinden doğruldu. Soluk soluğa kalmışlardı. Birbirlerine bakış atıyor, sessizce terlerini siliyorlardı. Minderlerin üstü ayak izleriyle dolmuştu.

Azra tam sırtını dönmüşken, Umut’un gölgesi tekrar üstüne düştü.

“Adın neydi senin?” dedi, sesi yumuşamış ama hâlâ mesafeliydi.

Azra durdu. “Azra.”

Umut, onu baştan ayağa süzdü. “Seni izledim, Azra. Savunma reflekslerin iyi. Ama kondisyonun zayıf. Ve saldırırken tamamen kontrolden çıkıyorsun. Fazla dağınıksın. Pratik eksiğin var.”

Azra, başını eğmeden dinledi. İçten içe sıkılmış olsa da itiraz etmedi. Bu sözler canını acıtıyordu ama doğruydu.

“Boş zamanlarında parkurda çalış. Özellikle koşu ve kontrollü saldırılar üzerine. Tamam mı?”

“Tamam,” dedi Azra. Sesindeki sıkılık, gururunun hâlâ yerinde olduğunu gösteriyordu.

Umut başını salladı. “Güzel. İyi günler arkadaşlar. Haftaya görüşmek üzere.”

Arkasını dönüp yürürken, grup da yavaş yavaş alandan ayrıldı. Ayak sesleri kuru zeminde cızırdayarak uzaklaştı. Antrenman, sadece kaslarını değil, ruhlarını da yoğurmuştu.

 

Duş sonrası bornozlara sarınıp dinlenme alanındaki geniş koltuklara dağıldıklarında, Azra esneyerek sırtını koltuğa yasladı. Islak saçlarından süzülen su, ensesinden içeri sızıyordu. Vücudunun her yeri ağırlaşıp kasılmıştı; omuz başlarını ovuştururken yüzünü buruşturdu.

“Ah... Her yerim ağrıyor,” dedi iç çekerek. “Hadi masaja gidelim.”

Arda bir kolunu başının arkasına atıp gerindi. Gururlu bir sırıtış yayıldı yüzüne. “Fena hırpaladım tabii seni.”

Azra ona yan gözle bakıp gülümsedi. “Sen kendine bak asıl,” dedi, gülüşüyle birlikte hafif bir meydan okuma seziliyordu.

Arda da kahkahayı bastı. “Evet evet, gidelim hadi. Sen de benim canıma okudun zaten.”

Sırtlarındaki yorgunlukla kalkıp masaj odalarına yöneldiler. Koridorda, hafif nane kokusu havayı dolduruyordu. Azra, sessiz yağmur seslerinin dolandığı sonbahar atmosferini seçip loş ışıklı bir odaya girdi. Yatağa uzanır uzanmaz kasları gevşedi, parmakların derin baskısıyla çözülmeye başladı. Nefesi yavaşladı, göz kapakları ağırlaştı.

Yarım saat sonra hepsi yeniden orta alanda buluştuğunda üzerlerinde sade ama şık, derse uygun kıyafetler vardı. Yenilenmiş, gevşemiş ve bir parça uykulu görünseler de ruh halleri toparlanmıştı.

“Nasıl, rahatladın mı biraz?” diye sordu Arda, Azra’ya göz ucuyla bakarak.

Azra ağzını açarak esnedi. “Evet, iyi geldi... Ama daha uzun bir seansa ihtiyacım var gibi,” dedi, boynunu çevirip çıtırdattı.

O sırada Can, Azra’nın yanağındaki hafif kızarıklığı fark etti. Gözleri hemen belirginleşen morluk ihtimaline takıldı. “Yanağın moraracak gibi duruyor,” dedi, sesi biraz endişeliydi. “İstersen revire bir uğrayalım?”

Azra kaşlarını kaldırdı, alaycı bir ifadeyle başını iki yana salladı. “Gerek yok,” dedi umursamazca. “Ben hallederim. Sınıfa girelim yeter.”

Ebru sabırsızca saatine baktı, Can’ın koluna girmişti. “Nerede kaldı bu Ece?” diye sordu, sesi ince bir telaşla yüklüydü. “Derse geç kalacağız.”

“Ben bir bakayım,” dedi Azra, ağır adımlarla masaj odalarının olduğu yöne yöneldi.

Ece’nin odasının önünde durup kapıyı çaldı. Cevap gelmeyince içeri girdi. Loş odada, masaj yatağının ortasında Ece derin bir uykuda kıvrılmış yatıyordu. Solukları düzenliydi ama yüzündeki ifade gergindi. Alnı hafif terlemiş, kaşları çatılıydı. Azra gözlerini onun yüzünde gezdirdi. Zor bir gece geçirdiği belli. Ama o kabusu hatırlamadığına zerre inanmıyorum.

Yatağın yanına çömeldi, omzuna hafifçe dokundu. “Ece, hadi! Derse geç kalıyoruz!”

Ece gözlerini birden açtı, irkildi. “Eyvah! Uyumuşum!” diyerek doğruldu. Panik ifadesi yüzüne oturmuştu ama saniyeler içinde üzerinde sade bir elbise belirdi. Parmakları hızla saçlarını toparlarken, Azra'nın ardından odadan çıktı. Dışarıda onu bekleyen gözlerin arasında yürürken başını hafifçe eğdi. Göz göze gelmemeye çalışarak, “Özür dilerim millet, uyuya kalmışım! Hadi gidelim,” diye mırıldandı.

Aslı, omzuna hafifçe vurdu. “Uyursun tabii, canına okudum senin!” dedi, sesi her zamanki gibi neşeliydi.

Gülüşmeler arasında grup halinde ilerlemeye başladılar. Koridordan geçip asansöre doğru yürürken, bir sonraki ders olan sosyal bilimler için zihnen toparlanmaya çalışıyorlardı. Kaslar gevşemişti ama içlerinde hâlâ sabahın etkisi dolanıyordu.

 

Amfinin kapısı sessizce aralandığında içerideki konuşmaların ritmi bir an için bozuldu. Geciken grup kapıda belirdiğinde, Rüya’nın kalem tutan eli havada dondu. Yüzüne gölgelenen memnuniyetsizlik, gözlerini devirmesine bile gerek bırakmadı.

"Geç kaldınız," dedi sertçe. Sesi sınıfın diğer ucunda yankılandı, kelimeler çizgi gibi gerildi havada.

Azra, diğerlerinden bir adım öne çıkıp bir an tereddüt etti, sonra yanağındaki morluğu hafifçe öne çıkardı. Tonunda özürden çok ikna çabası vardı. “Özür dileriz,” dedi, sesi ölçülü ve sakin. “Dövüş sanatları dersinden çıktık ama ufak bir kaza oldu. Revire uğramak zorunda kaldık.”

Rüya’nın bakışları Azra’nın yüzünde oyalanırken, sınıftan belli belirsiz bir mırıltı yükseldi. Morluk kandırıcı bir şekilde dikkat çekiciydi. Öğretmenin gözleri daraldı, ardından hafifçe iç çekti. “Peki. Geçin oturun,” dedi, sesi artık biraz yumuşamıştı. “Ama bir dahaki sefere zamanınızı daha iyi ayarlayın.”

“Teşekkürler,” diyerek başını hafifçe eğdi Azra ve grubun dağılmasına izin verdi.

Boş kalan birkaç sıraya bölünerek oturdular; amfi neredeyse doluydu. Azra, iki basamak yukarıda tek başına bir yer bulup yerleşti. Sandalyeye otururken, kalabalığın uğultusu Rüya’nın sesiyle bastırıldı:

“Evet arkadaşlar! Toplumun temel dinamikleri bireyden bağımsız düşünülemez. Her birey, çevresiyle kurduğu ilişki biçimi kadar toplumun da aynasıdır…”

Kelime ezgileri tahtada ilerlerken, Azra’nın dikkati dağıldı. Bakışları sınıfın arkasına, Ece’ye kaydı.

Sırtı biraz kamburlaşmış, başını sıraya yaslamıştı Ece. Gözleri kapalıydı. Nefesi belli belirsiz bir hırıltıyla inip kalkıyor, dudakları arasından kaçan kısa soluklar dalgın bir uykunun habercisiydi. Onu tanıyan biri için bu görüntü endişe vericiydi. Ece dersleri kaçırmazdı, hiçbir zaman. Hele böyle alenen uyuduğu hiç görülmemişti.

Azra'nın kaşları fark ettirmeden çatıldı. İçinde kıpırdayan o tanıdık rahatsızlık, bir baş ağrısının sinsi gelişi gibi yayılıyordu. Ece’nin bir şeyler sakladığından neredeyse emindi.

Rüya, sırtını dönmüş tahtaya bir şeyler karalarken Azra dikkatlice etrafı süzdü. Gözleri sınıftaki bilinen birkaç şifacıda gezinirken, elini hafifçe masaya koydu. Cümle aralarında sol elinin parmaklarıyla deftere not alır gibi yaptı ama aslında zihninde odaklanmıştı. İletken yeteneğini belli etmeden harekete geçirdi; şifacılardan minik miktarlarda enerji çekmeye başladı. Usta bir hırsızın parmak uçları gibi, kimsenin fark etmeyeceği bir zarafetle…

Toplanan enerjiyi yüzündeki morluğa yönlendirdi. Anlık bir beyaz parıltı, sadece sezebilen bir gözün fark edebileceği bir hareyle yanağında çaktı ve söndü. Morluk, yavaşça silinmeye başladı.

Tam o sırada önüne süzülerek düşen bir kağıt uçak irkilmeye neden oldu. Refleksle göz ucuyla sınıfı taradı, sonra uçağı hızla açtı.

Yapma!

Ebru’nun el yazısıydı. Arkasında oturan arkadaşının sert ama içten uyarısıydı bu. Onu fark etmişti.

Azra, dudaklarında hafif bir gülümsemeyle başını eğdi. Uç uca yakalanmaktan kaçınan bir dansçı gibi hızla kalemini eline alıp defterine not alıyormuş gibi yaptı. Rüya tekrar arkasını dönüp sınıfa döndüğünde, Azra hiçbir şey olmamış gibi gözlerini tahtaya dikmişti.

Omzunun üzerinden Ebru’ya çaktırmadan göz kırptı. İçinde, her ne kadar hafif bir suçluluk taşısa da, bu küçük oyunun verdiği keyif gözlerinde pırıltı olarak beliriverdi.

Tam sınıf tekrar sessizliğe gömülmüş, Rüya'nın tebeşir sesi tahtada tıkırtılarla akarken, Aslı’nın sırasından buruşturulmuş bir kâğıt topu, dikkatle hedef alınmış gibi süzülerek Ece’nin başına çarptı. Tık. Ece, en ufak bir tepki vermedi. Başını sıradan kaldırmadı. Solgun yüzü hâlâ kolunun üstüne gömülüydü.

Ön sıralardan bir ses patladı:

“Aa yapma ama böyle! Ben senin posta güvercinin miyim be?!”

Arda’nın sesi, boşlukta çatlayan bir taş gibiydi. Sınıf bir anda irkildi, fısıldaşmalar kesildi. Rüya aniden döndü, yüzüne sabrının son kırıntılarını toplamış bir öğretmenin yorgun öfkesi yerleşti. Gözleri doğrudan Arda’yı buldu.

“Yine ne var, Arda?” dedi, sesi ince bir bıçağın kenarı gibi keskin.

Arda sırtını geriye yasladı, ellerini iki yana açarak başını masumca eğdi. “Önemli bir şey yok Rüya.”

“Önemli bir şey yoksa, dersimin ortasında neden bağırıyorsun?” Sesi şimdi daha tok, kontrolsüz bir öfkenin sınırındaydı.

Arda dudaklarını büzerek sırıtıp gözlerini boşluğa çevirdi. Cevabını, görünmez birine söylüyor gibi havaya konuşarak verdi:

“Size âşık olan şu fesli hayalet yine başımda,” dedi. “Benden sizinle bir randevu ayarlamamı istiyor da…”

Bir uğultu yükseldi sınıftan. Gülüşmeler, bastırılmaya çalışılan kıkırtılar arasında yayıldı. Rüya'nın yüzü kasıldı, çenesindeki kas gerginleşti.

“Arda! O hayaleti hâlâ göndermedin mi?” Sesinde hem kızgınlık hem umutsuzluk vardı.

Arda gözlerini kısarak Rüya’nın yanına baktı, başını hafif yana eğdi.

“Gönderdim ama geri geldi. Şu anda tam yanınızda duruyor,” dedi, sesi o kadar ciddiydi ki, kısa bir anlığına bile olsa sınıfın havası değişti.

Rüya istemsizce omzunun üzerinden yanına bakındı.

“Yanıma değil, gitmesi gereken yere gönder onu!” dedi, sesine geri gelen otoriteyle. Bir öğretmenden çok, yeteneğini kontrol etmeye çalışan bir akıl hocası gibiydi şimdi.

“Ama sizin yanınıza gelmek istiyor,” diye diretti Arda, elleriyle açıklama yaparak. “Şimdi de randevu istiyor. Israrla.”

Rüya tebeşiri hışımla tahtaya bıraktı.

“Arda! Şu yeteneğini düzgün kullanmayı ne zaman öğreneceksin? Ve tabii ki hayır! Lütfen onu gönder!”

Sırtını yeniden sınıfa dönüp yazmaya başladığında, omuzlarının ne kadar gergin olduğu hemen fark ediliyordu.

Arda yavaşça Azra’ya döndü, gözlerinde haylaz bir parıltı vardı.Ne bir kelime söyledi, ne bir kaşını kaldırdı. Sadece bakışlarını sordu.

Azra, hafif bir omuz silkişle cevap verdi. “Hiç uğraşamam,” der gibiydi. Gözleri tekrar Ece’ye kaydı.

Ece hâlâ başını kaldırmamıştı. Ellerini sıkan kaslarında hâlsizlik, omuzlarındaki düşüklükte yorgunluk birikti. Azra’nın içi yeniden huzursuzlukla doldu. Bu normal bir halsizlik değildi.

Bakışları sınıfta dolandı, şifacıları aradı. Gözleri belli belirsiz kısıldı. Sonra parmak uçları, sandalyesinin kolçağına yayılan enerjiye odaklandı. Hafif bir nefes alışla tekrar odaklandı. Öncekinden daha dikkatli, daha derin bir bağlantıyla enerjiyi topladı. Ama bu kez kendisine değil, Ece’ye doğru yönlendirdi.

Bedenleri arasında görünmeyen bir bağ oluştu sanki. Azra'nın çevresinde yükselen beyazımsı bir ışık, gözle görünmeyecek kadar kısa bir anlığına sınıfın havasını değiştirdi. Ece’nin bedenine ulaşan o enerji, aralarındaki görünmez bir köprü gibi hafifçe titreşti.

Ece'nin sırtı aniden dikleşti. Başını hızla kaldırdı. Gözleri ilk anda bulanık, sonra giderek netleşen bir şaşkınlıkla Azra’yı buldu. Bakışları, tanımlayamadığı bir şeyin etkisiyle titredi.

Azra, gözlerini onun gözlerinden ayırmadan çok hafifçe başını salladı. Telaşsız, sessiz bir "ben buradayım" mesajı gibi.

Sınıfın havası değişmişti. Azra'nın hafifçe parlayan çevresi, neredeyse görünmeyen beyaz bir hare gibi dalgalanırken, öğrenciler merakla fısıldaşmaya başlamıştı.

“Ne oluyor?”

“Bu… bayağı güçlü.”

“Şifacı mı o?”

Sesler, önce tedirgin bir uğultu gibi yükseldi. Ardından hayranlıkla karışık bir heyecan aldı sınıfı.

Bu uğultular, tahtaya dönmüş olan Rüya’nın dikkatini yeniden sınıfa çevirdi.

Bakışları Azra’ya kitlendi. Onun çevresindeki ışık hâlâ tam olarak sönmemişti. Hafif titreşen, solgun ama net bir aura gibiydi.

Kaşları çatıldı. Adımlarını sertçe sınıfın ortasına doğru attı.

“Azra! Ne yapıyorsun sen?” diye sordu, sesi tiz bir gerginlikle yükselmişti.

Azra, sanki suçüstü yakalanmamış da defterine not alıyormuş gibi başını kaldırdı. Kalemini çevirirken yüzüne bir saflık maskesi takındı.

“Ne yaptım ki? Not alıyorum.”

“Yeteneğini kullanıyorsun!”

“Hayır,” dedi tek kaşını kaldırarak. “Kullanmıyorum.”

Rüya'nın parmakları havada gerildi, gözleri iyice daraldı. “Peki etrafındaki o hare ne o zaman?” Sesinin altında bastırılmış bir öfke titreşiyordu.

Azra şaşkın bir ifadeyle çevresine baktı, sanki orada gerçekten bir şey olmadığını kanıtlamaya çalışır gibi. O anda, arka sıradan bir sandalye gıcırdadı. Ebru ayağa kalkmıştı. Omuzları dikti, yüzü ciddiydi artık öğrenci temsilcisi kimliğindeydi.

“Rüya,” dedi, sesi net ve açıklayıcıydı. “O bir iletken, şifacı değil. Yeteneği daha yeni ortaya çıktı. Henüz üzerinde kontrolü yok. Büyük ihtimalle dövüş dersindeki ağrısı yüzünden istemsizce enerji çekti. Bugün ilk defa Yeti Geliştirme dersine girecek zaten.”

Bu sözler, yalnızca Rüya’ya değil, fısıltılarla uğuldayan sınıfa da yönelmişti. Ebru’nun gözleri dikkatle herkesin yüzünü tararken, sözlerinin güven verici etkisi sınıfa bir nebze dinginlik getirdi.

Ama Rüya kolay ikna olacak türden değildi. Bakışlarını Ebru’dan çekmeden konuştu.

“Sen onun avukatı mısın Ebru? Kendisi cevap verebilir.”

Azra sessizce ayağa kalktı. Gözlerini yere indirdi, ardından tekrar kaldırıp doğrudan Rüya’ya baktı. Gözlerinde suçlulukla karışık bir pişmanlık, ama aynı zamanda hafif bir oyunbazlık parlıyordu.

“Rüya, gerçekten çok üzgünüm,” dedi yumuşak bir sesle. “Ebru’nun dediği gibi… henüz kendimi kontrol edemiyorum. Yaptığım şeyin farkında bile değildim…”

Cümlesinin son kelimesi dudaklarından dökülürken, bedeninin çevresinde bu kez belli belirsiz pembe bir ışık titreşti. Hafif, sıcacık, adeta kalp atışı gibi bir tonda dalgalandı.

Azra’nın içinden hızla bir düşünce geçti: Hay Allah! Bu da ne? Büyü-dili mi şimdi bu?

Rüya'nın gözleri aniden büyüdü, sesi şaşkınlıkla yükseldi:

“Bak işte! Şimdi de Büyü-dili kullanıyorsun! Farkında değilim diyorsun bir de!”

Azra, onu sakinleştirmek ister gibi başını hafifçe yana eğdi ve dudaklarını mahcup bir sırıtışla büktü.

“Gerçekten farkında değilim ama…”

Sınıfta bu sefer fısıltılar değil, açık bir hayranlık uğultusu yayıldı. Nadir görülen bir iletkenin, hem şifa hem de büyü-dili gibi iki güçlü yeteneği birden gösterdiğine ilk defa tanık oluyorlardı. Gözler, Azra’nın üzerinde toplanmıştı. Bir mucizeye şahit oluyorlarmış gibi.

Rüya derin bir nefes aldı. Omuzları inip kalkarken gözleri boşluğa daldı bir an. Ne söyleyeceğini bilemiyordu. Sonunda, kontrolü geri kazanmaya çalışan bir tonla,

“Sessizlik… tamam. Neyse…” dedi. Sesi, yorgun bir kabullenişin gölgesindeydi. “Bu seferlik görmezden geliyorum. Ama kendine ve yeteneklerine hakim olmayı bir an önce öğrenmelisin, Azra.”

Azra, dudaklarının kenarını yukarı kıvırdı. Gözlerinde mahçup bir ışıltı vardı ama sesi hafifçe dalga geçer gibi çıktı:

“Tabii… En kısa zamanda.”

Rüya, konuşmayı uzatmadan tebeşiri bıraktı. Bir şey daha söylerse kontrolünü kaybedecekmiş gibi aceleyle çantasını topladı.

“Ders bitti arkadaşlar. Haftaya görüşürüz.”

Ve amfiden neredeyse koşar adımlarla çıktı.

Sınıfta dalga dalga yayılan uğultu tekrar yükseldi. Öğrenciler birbirine eğiliyor, Azra’nın adıyla birlikte "iletken", "büyü-dili", "şifa" kelimeleri arasında heyecanla fısıldaşıyordu.

Azra’nın grubu yavaşça sıralarından kalktı. Aslı, şaşkın ama gururlu bir ifadeyle onu süzerken, Ebru hâlâ ciddi ama içten içe rahatlamış görünüyordu. Arda, göz kırparak Azra’nın omzuna hafifçe vurdu.

Hep birlikte, diğer ders için asansöre doğru ilerlemeye başladılar. Ama bu defa sınıfın bakışları arkalarından kaybolmamış, üzerlerinde asılı kalmıştı, merakla, hayranlıkla ve belki de biraz kıskançlıkla.

Ebru kollarını göğsünde birleştirerek durdu. Kaşları çatılmış, bakışları Azra’nın üzerinde keskin bir çizgi gibi geziniyordu.

"Bu yaptığın hiç hoş değildi Azra," dedi, sesi buğulu bir ciddiyetle yankılandı koridorun taş duvarlarında. "İyi ki yenisin diye görmezden geliyorlar ama kuralları biliyorsun! Yeteneklerini böyle ulu orta kullanamazsın."

Azra başını hafifçe yana eğdi, dudaklarının kenarına alaycı ama dostça bir kıvrım yerleşti. Ebru'nun öfkesini görmezden gelmiyordu ama içten içe gülümsememek de zordu.

Omuz silkip sesini yumuşattı. "Biliyorum kuralları, Ebru. Ama abartmıyor musun biraz?" dedi, ses tonuna hafif bir yatıştırıcılık katarak. "Kötü bir niyetim yoktu ki. Sadece yanağımı düzelttim ve Ece’ye yardımcı olmak istedim."

Kolunu nazikçe arkadaşının omzuna attı, samimi bir sıcaklıkla. "Hem bir şey olmadı işte, büyütme bu kadar."

Ebru, gözlerini devirip başını iki yana salladı. Derin bir nefes aldı, sanki Azra'nın bu tasasızlığı içini gıdıklayan bir kaşıntı gibi rahatsız ediyordu.

"Senin bu rahatlığın..." diye mırıldandı, ama cümlesini tamamlamadı.

Tam o anda, Ece araya girdi. Sesi hâlâ biraz kısık olsa da bakışları daha canlıydı.

"Ben daha iyiyim Azra," dedi, başını hafifçe sallayarak. Yüzüne geri dönen renk, hâlâ silik bir pembelikle yanaklarında süzülüyordu.

Azra ona döndü, gözlerinde içten bir ışıltı vardı.

"Evet, daha iyi görünüyorsun," dedi, gülümsemesi hem rahatlatıcı hem minnettardı. "Rica ederim."

Aslı hızla Ece’nin yanına gelip parmaklarının ucuna kalktı. Gözleri dikkatle arkadaşının yüzünü taradı, sonra başını hafifçe yana yatırarak gözlerine odaklandı.

"Bakayım gözlerine..." dedi, neredeyse doktor edasıyla. Sonra aniden gözleri parladı.

"Evet, kızarıklık tamamen gitmiş! Ama biliyor musun," dedi, sesi hafifçe neşelenmişti, "bu mavi gözlerin bana şu an canımın çektiği şeyi hatırlattı: sucuklu yumurta!"

Ece kıkırdadı, başını geriye atarak güldü.

"Sucuklu yumurta mı? Benim mavi gözlerimle ne alaka?"

Aslı iki elini de havaya kaldırıp dramatik bir ifadeyle konuştu.

"Renk tonu farklı olabilir... ya da tamamen açlığımla alakalıdır, bilmiyorum. Ama şu kesin: Hadi gidip yemek yiyelim, çok acıktım!"

Ece kaşlarını kaldırarak Aslı’yı süzdü.

"Asıl senin turuncu gözlerin benziyor sucuğa."

"Asıl sucuk güzel olan!" dedi Aslı göz kırparak. "Tıpkı senin gözlerin gibi."

O sırada Can, arkadan yaklaşarak iki elini ceplerine soktu, başını eğip dudaklarını büzdü.

"Hayatımda duyduğum en garip iltifat olabilir bu."

Arda, Azra’nın yanına yanaştı. Bakışları Azra’nın yanağında gezinirken gözleri hafifçe kısıldı.

"Azra'nın gözleri de... yumurta sarısı gibi," dedi alçak bir sesle, şaşkınlığını gizleyemeden. Parmağıyla iyileşmiş yanağı işaret etti, kaşları hâlâ çatılıydı.

Azra, onun bu fazla ciddiyetini görünce kıkırdadı. Parmağını Arda’nın kaşlarının arasına götürüp yukarı doğru itti, ardından bir elini uzatıp onun saçlarını karıştırdı.

"Sen kendin yumurtaya benziyorsun be!" dedi, sesi yaramaz bir çocuğunki gibi.

"Anlaşılan bugün menüde bolca yumurta var," dedi Can memnuniyetle, kollarını iki yana açarak.

Bir kahkaha dalgası grubun arasından yükseldi. Tüm gerginlik, Azra'nın hareleri kadar dağılmıştı. Sırt sırta, omuz omuza yürüyerek yemekhaneye doğru ilerlediler; sabahın stresini geride bırakıyorlardı. Koridorun taş zemininde yankılanan ayak sesleri, arkadaşlıklarının ritmini tutuyordu.

 

Masalarına henüz oturmuşlardı ki, Aslı'nın önünde bir anda büyükçe, bakır renkli bir tavada dumanı üstünde tüten sucuklu yumurta belirdi. Yumurta sarıları, pürüzsüz yüzeyleriyle güneş gibi parlıyordu. Tavadan yayılan sıcak buhar, gözlük camı buğulandırır gibi masanın üstünü sararken, Arda hiç beklemeden ekmeğini kaptı ve sarılardan birine doğru hamle yaptı.

"Aslı, bu çok fazla!" dedi sırıtarak. "Zaten küçücüksün, hepsini yiyemezsin."

Ama Aslı ani bir refleksle tavayı kendine doğru çekti, gözleri hınzırca parlıyordu.

"Bana kadar var!" diye karşılık verdi, tavayı kucaklamış bir define avcısı gibi.

Arda yeniden uzanıp ekmeğiyle saldırdı ama başarısız oldu. "Ver işte biraz." O ikilinin neşeli didişmesi, masaya yayılan kahkahalara davetiye çıkardı.

Azra ise gülümseyerek önüne gelen sade yoğurdu karıştırmaya başladı. Kaşığı yavaşça batırıp bir parça aldı, ağzına götürürken Ece ona dönerek kaşlarını hafifçe kaldırdı.

"Daha sağlam bir şeyler yesene," dedi, sesi annesel bir tınıyla doluydu. "Sabah dövüş yaptık, şimdi de Yeti Geliştirme’ye gireceğiz."

Azra kaşığını havada tutarak başını iki yana salladı.

"Şimdilik bu yeter," dedi yumuşak bir gülümsemeyle. "Acıkırsam sonra bir şeyler atıştırırım."

Aslı, Arda'nın saldırılarından kurtardığı tavadan bir parça yumurta ayırıp Azra'nın önüne uzattı. Gözlerini kısarak onun göz bebeklerine baktı.

"Sana vereyim mi? Hem sarısı, gözlerinin rengine çok benziyor."

Azra kahkahasını tutamadı, bir eliyle ağzını kapatırken diğer eli yumurtayı aldı.

"Yani gözlerimin güzel olduğunu mu söylemeye çalışıyorsun?"

Aslı hemen sırıttı, sesi çocuksu bir sevinçle doluydu.

"Hayır canım. Sadece sarı olduğunu söylüyorum."

Can, çatalını elinde döndürerek lafa karıştı.

"Yani güzel değil mi demek istiyorsun?" diye takıldı, göz ucuyla Azra’ya bakarak.

Aslı çatalıyla havayı işaret etti.

"Hem güzeller hem de yumurta gibi sarılar işte!" Son lokmasını iştahla ağzına attı, ardından kendini arkasına yaslayarak memnun bir iç çekişle geriye kaykıldı.

Ebru, kahkahaların arasında kalarak araya girdi.

"Ama yumurta beyazdır?" dedi, kaşlarını kaldırarak.

Aslı hızla döndü.

"Hem beyaz hem sarı," diye savundu kendini büyük bir ciddiyetle. Sonra gözlerini kısıp Azra'yı işaret etti. "Tıpkı Azra'nın gözleri gibi!"

Azra iki elini yana açıp pes etti.

"Tamam, anlaştık. Yumurta gibi gözlerim var. Umarım gece acıkıp gözlerimi oymaya kalkmazsın."

Aslı kahkaha atarak Azra’ya döndü.

"Çok acıkırsam… düşünebilirim!" dedi, göz kırptı. Bu sırada tüm masa yeniden kahkahaya boğuldu.

Etrafta su sesleri dolaşıyordu. Geniş taş masaların arasında gezinen serinlik, yan taraftaki ırmağın şırıltısından geliyordu. Taş döşemelerin arasından minik derecikler akıyor, bazı masa ayaklarına değerek melodik bir şıpırtıyla ilerliyordu. Dalların arasından süzülen güneş ışıkları, yüzleri okşayan ılık bir örtü gibiydi.

Yemeklerini bitirip tabaklarını kenara ittiler. Ayaklarındaki ağırlık, sıradaki dersi düşündükçe artıyor gibiydi. Sessizlik kısa sürdü; ardından Ebru sandalyesinden kalkarken gözlerini onlara çevirdi.

"Hadi," dedi, gülümseyerek. "Dersten önce terasta bir kahve içelim.

Terasın kenarında, şelalenin hemen karşısındaki mavi taş masada oturuyorlardı. Mozaiklerle işlenmiş zemin, ayaklarının altında serin serin parlıyordu. Üzerlerinde, havada asılı duran renkli şemsiyeler, gün batımının ışığını oyunbaz gölgelerle kırıyor, şelalenin sesi sohbetlerine yumuşak bir fon oluyordu.

Azra, fincanından bir yudum kahve alıp fincanı masaya bırakırken bakışlarını tek tek arkadaşlarında gezdirdi. Hafifçe geriye yaslandı, gözlerini kısarak söze girdi.

“Sare derste hâlâ eşleşme yapıyor mu?”

Sesi sakindi ama içinde gizli bir planın kıpırtısı vardı.

Ece dudaklarını büzerek başını salladı.

“Evet, yapıyor.”

Omuzlarını hafifçe silkmişti. Azra, bakışlarını bir kez daha masadakiler arasında dolaştırdı. Fincanın kenarına parmağıyla ritim tutmaya başladı.

“Peki...” dedi hafifçe gözlerini kısarak, “bu zorlu derste kim benimle eş olmak ister?”

Bir anda terasın üzerindeki rüzgar bile durmuş gibi oldu. Sessizlik masanın üzerine bir örtü gibi indi. Gözler başka yerlere kaydı, eller fincanlara tutundu, herkes bir anda içeceğiyle ilgilenmeye başlamıştı.

Arda, boğazını gereksiz bir ciddiyetle temizledi, sonra göğe bakarak dramatik bir şekilde iç geçirdi.

“Ee… Bugün hava biraz bozdu sanki, yağacak gibi… değil mi?”

Sözlerinin havaya ne kadar asılı kaldığını kendisi de fark etmişti ama başka bir çıkış yolu bulamamıştı.

Can hemen destek çıktı, yüzünde abartılı bir ciddiyetle.

“Evet evet, yağmurlu bir gece olacak gibi duruyor.”

Gözlerini yere indirirken dudakları fark edilir biçimde kıvrılmıştı, gülmemek için kendini zor tuttuğu belliydi.

Ece, fincanını iki eliyle kavrayıp gülümsedi, sesi alaycı bir coşkunlukla doluydu.

“Bence romantik komedi ve pijama partisi için harika bir hava!”

Ebru kaşlarını kaldırdı, ilgisini belli eden sıcak bir ifadeyle Ece’ye döndü.

“Hangi filmi seçtin Ece?”

Ece omuzlarını silkip iç çekti.

“‘Benimsin.’ İzlemedin, değil mi?”

Ebru başını iki yana salladı.

“Hayır, izlemedim.”

O sırada Aslı, ellerini masaya çırpar gibi koydu, gözleri parlıyordu.

“Öf! Bence ‘Kapışma’yı izleyelim! Romantik komedi mi kaldı bu havada?”

Sesi neşeli ama içinde hafif bir tedirginlik vardı; Azra’nın sorusunun nereye varacağını sezmiş gibiydi.

Azra, gözlerinin kenarına yerleşen muzur bir gülümsemeyle onları izliyordu. Dudaklarını ısırmamak için kendini zor tutuyordu. İçinden geçenleri net biçimde okuyabiliyordu: Konuyu değiştirme çabaları birer karikatür gibiydi.

“Hızla değiştirdiğiniz konuya bakılırsa,” dedi sesini hafifçe yükselterek, fincanını eliyle çevirmeye devam ederken, “hiçbiriniz benimle eş olmak istemiyorsunuz, anlaşıldı.”

Söyledikleri terasta yankılandı gibi oldu. Birkaç anlık sessizliğin ardından masadan bir anda cılız sesler yükseldi:

“Yok canım öyle şey…”

“Aa, oluruz tabii…”

“Ne alakası var şimdi…”

Ama hiçbiri göz teması kurmuyordu.

Azra, kahvesinden bir yudum daha aldı, sonra fincanı masaya bırakırken gözlerini Arda’ya çevirdi.

“Tamam, sorun değil. Derse girelim, ben eşimi kendim seçerim.”

Sesi sakindi ama içinde bir meydan okuma vardı. Kendinden emin bakışlarıyla bir an Arda'nın gözlerine takıldı.

Arda gözlerini devirdi, başını yana çevirerek alçak bir sesle kendi kendine mırıldandı.

“Ne olur beni seçmesin... Ne olur beni seçmesin...”

Dizlerini sıkmış, gerginliğini bedeninde saklamaya çalışıyordu.

Azra bunu duyduğunu belli etmedi, yalnızca ayağa kalkarken dudaklarının kıvrımında kocaman bir sırıtış belirdi.

“Hadi kalkalım da geç kalmayalım. Sonra Sare bizi cezalandırmasın.”

Bakışlarını üzerlerinde gezdirdi, arkadaşlarının tereddüt dolu yüz ifadelerini görünce yüzündeki sırıtış daha da büyüdü.

Grup, fincanlarını boşaltıp yavaşça ayağa kalktı. Şelalenin serinliği üzerlerinden akarken, asansöre doğru yöneldiler. Mozaik zeminde yankılanan ayak sesleri, yaklaşmakta olan dersi haber veriyordu.

 

 

Kapı ağır ağır açıldığında, dışarıdaki çiğ kokusu içeri süzüldü; eski taşlara sinmiş nemle karışıp derin, toprak altı bir sessizlik bıraktı geriye. Giriş, ağaçların gövdeleri arasına ustaca gizlenmiş, doğayla neredeyse kusursuz bir uyum içinde yerleştirilmiş geniş bir amfiye açılıyordu. İçerideki kavisli sıralar, taş ve yosun kokusunu içine çekmiş gibi duruyordu. Tavanı oluşturan canlı sarmaşıklar arasında gün ışığı süzülürken, yüzlerce öğrenci ağır adımlarla sıralara yerleşiyordu. Yüksek duvarlardan yankılanan uğultular, sınıfın kalabalığına eşlik eden bir koroya dönüşmüştü. Herkes konuşuyor ama kimse gerçekten dinlemiyordu.

Azra, arkadaşlarıyla birlikte ortaya yakın bir sıraya oturduğunda, birkaç öğrencinin gözlerini hızla kaçırdığını fark etti. Bazılarıysa fısıldaşmayı bile bırakmamıştı. Kalabalığın içinde, yine bir bakış merkezi olmak... Omuzları istemsizce kasıldı. Gözlerini sıralara sabitledi. Sanki tüm bedenine görünmez bir ağırlık çökmüştü.

Yanında oturan Ebru, parmaklarını Azra’nın elinin üzerine bıraktı, sıcak ve kararlı bir dokunuşla. “Okula tekrar hoş geldin,” dedi alçak bir sesle, gülümsemeye çalışarak. Gözleri, Azra’nın içindeki kasırgayı sezmiş gibiydi. “Bir süre daha konuşulacaksın, biliyorsun. Derste sakin kalmaya çalış, dikkatli ol, tamam mı?”

Azra başını hafifçe salladı. Dudaklarının kenarı gerildi. “Kendimi sirk maymunu gibi hissediyorum,” dedi neredeyse duyulamayacak kadar kısık bir sesle. "Kontrollü olmaya çalışacağım."

Aslı gözlerini devirdi. “Onları görmezden gel,” derken sesi gergin değil ama fazlasıyla tecrübeli çıkıyordu.

Ece sandalyesinde biraz öne eğilip Azra’ya baktı. “Ve sinirlenmemeye çalış,” dedi, sesi hem dostane hem uyarıcıydı. Onun kelimelerinde gerçek bir kaygı saklıydı, ama aynı zamanda Azra’ya güven de vardı.

Azra derin bir nefes aldı. Gürültülü sınıfa ve üzerine sinmiş bakışlara rağmen içine doğru dönmeye çalıştı. Sakin ol Azra… Kimseye bir şey kanıtlamak zorunda değilsin.

Tam o sırada, kapı tek seferde ve gürültüsüzce açıldı. Güneşin ışığı kısa bir anlığına içeri doldu, sonra gölgeler Sare’yle birlikte içeri süzüldü. Onun adımlarını bir tek ayak sesi değil, sanki havanın yön değiştirmesi bile haber veriyordu. Kızıl gözleri salonu tararken uğultu, yerini anında yutulmuş bir sessizliğe bıraktı. Sınıf neredeyse nefes almayı unutmuş gibiydi.

Sare, amfinin ortasında dimdik durarak konuşmaya başladı. Sesi yüksek değildi ama her kıvrımı komut yüklüydü. “Evet arkadaşlar, hoş geldiniz. Bugün yetilerinizde sınırlarınızı biraz daha zorlayacaksınız. En fazla ne yapabildiğinizi göreceğiz. Sonra da bunları... birbirinizin üzerinde deneyeceksiniz.”

Kapıdan geç gelen üç öğrencinin adımları yankılandığında, Sare bakışlarını onlara çevirdi ve sesi, gözlerindeki sabırsızlıkla aynı anda yükseldi. “Geç kalanlar, sessizce yerine geçsin!” Bir hareketiyle suskunluğu geri getirdi. Sonra tekrar sınıfa döndü. “Ve aramıza yeni katılan arkadaşımız Azra ile başlamak istiyorum.”

Cümlesi sınıfın üzerine dökülen soğuk bir su gibi oldu. Yüzler, neredeyse senkron bir hareketle Azra’ya çevrildi. Sandalyeye gömülmüş bedenini bir anda kıpırdatmak zor geldi. Boğazı kuruydu ama kendini erteleyemezdi. Bekliyordu zaten, biliyordu. Sare onunla başlayacaktı.

Sırtını dikleştirdi, derin bir nefes aldı. Sessizce ayağa kalktı. Sıraların arasından geçerken, fısıltılar yerini mırıltılara, sonra tamamen sessizliğe bıraktı. Herkesin gözleri onun üzerindeydi. Her adımda bedenindeki sıcaklık artıyor, elleri hafifçe titriyordu.

Amfinin ortasında durduğunda, tüm o bakışlar bir süreliğine silikleşti. Etrafındaki sayısız yetinin titreşimleri, bedeni boyunca yankılandı. Gözlerini kapattı. Bu sınıf… bu enerji… bu kadar çok yeti bir arada… Neredeyse baş döndürücüydü.

Gözlerini yeniden açtığında, teninin çevresini saran gümüşi ışıltı adım adım yoğunlaştı. Sınıftaki mırıltılar yeniden kıpırdanmaya başladı; çünkü bu hare sadece ona aitti. İletken olan başka kimse yoktu burada.

Sare, soğukkanlı bir tavırla başını hafifçe eğdi. “Sınıf senin, Azra. Seç birini ve gücünü kullan.”

Azra, göz ucuyla arkadaşlarına baktı. Hepsi kaçamak ifadelerle başka yöne bakıyordu; hatta Can tavanı inceliyordu sanki. İçinden kısa bir kahkaha yükseldi ama yüzüne yansımadı. Seçim netti.

Bakışlarını Sare’ye çevirdi. Soğuk, ama dağılmayan bir özgüvenle duruyordu kadın. Paniklemezdi, asla. Azra, görünmezlik yeteneğinin kimseye zarar vermeyeceğinden emin bir şekilde kararını verdi. İlk deneme için mantıklı bir tercihti.

Gümüş hare bir anda koyu tonlarla bulanıklaştı. Sınıfın önünde dimdik duran Azra'nın silueti, önce sis gibi dalgalandı, ardından tamamen yok oldu. Sessizlik bir anda yerini hayret dolu nidalara bıraktı.

“Sessizlik!” diye kükredi Sare. Sesi, sınıfın içinde bulunduğu ormana dağıldı. Azra, yokluğun içinde ilk kez gerçekten görünmez olmuştu.

Azra, Sare’den çektiği enerjiyi daha fazla zorlamadan bıraktı. Varlığı yavaşça yeniden görünür hale geldiğinde, gözleri ilk olarak arkadaşlarına kaydı. Yüzlerindeki gergin çizgiler çözülmüş, yerini derin bir rahatlama ve gizli bir gurur almıştı. Ebru hafifçe başını salladı; Aslı derin bir nefes verirken gülümsedi, gözlerinde "başardın" diyen bir parıltı vardı.

“Güzel,” dedi Sare, duygusuz bir ses tonuyla. Sözlerinde bir övgü kırıntısı varsa da yüzüne yansımamıştı. “Şimdi başka birinin gücünü kullanmayı dene bakalım.”

Azra tereddütsüzce, “Kullanmamı istediğiniz gücü siz seçin,” dedi. Sorumluluğu Sare’ye bırakmak istiyordu, içindeki baskıyı paylaşmanın tek yolu buydu belki de.

Sare, arka sıralarda oturan minyon yapılı bir kıza işaret etti. “Burcu, buraya gel.”

Kumral kız, omuzlarını hafifçe bükerek çekingen adımlarla öne yürüdü. Kahverengi gözlerinde içe doğru kıvrılmış bir tedirginlik vardı. Ayak sesleri yankılanmasa da tüm sınıf onun huzursuzluğunu hissedebiliyordu.

“Burcu en güçlü ışık kullanıcılarımızdan biridir,” dedi Sare, kalabalığın dikkatini diri tutan o keskin tonuyla. “Bir insanı kör edebilecek kadar yoğun ışık dalgaları yaratabilir.”

Azra istemsizce bir adım geri çekildi. “Geçici olarak mı?” diye sordu, sesi ilk kez titredi.

“Eğer kontrolü kaybedersen kalıcı olabilir,” dedi Sare net ve soğuk. Sınıfın üzerine bir anda buz gibi bir sessizlik çöktü.

Azra gözlerini kaçırarak arkadaşlarına baktı. Aslı’nın kaşları çatılmıştı; Can’ın dudakları endişeyle sıkışmış, Ebru’nun parmakları sırada sinirli bir ritim tutuyordu. Arda ise dayanamadı, sandalyesinden hızla fırlayıp konuştu:

“Başka bir öğrenci denesek? Azra daha yeni alışıyor!”

“Arda! Sana fikrini sormadım. Otur yerine!” diye kesti Sare. Arda dişlerini sıkarak yerine oturdu.

“Başla Azra,” dedi Sare.

Azra'nın elleri fark ettirmemeye çalıştığı halde hafifçe titriyordu. Bu kadar insanın gözleri önünde, böylesine tehlikeli bir gücü kontrol etmeye çalışmak… içini kasvetli bir karanlık gibi sardı. Derin derin nefes aldı ama soluğu göğsünde sıkışmıştı sanki. Gözleri Burcu'ya döndü. İçinde bir fikir parladı. Belki... ışığı kullanmak yerine kesmek daha güvenli olurdu.

Zihninde yalnızca ikisinin olduğu bir boşluk canlandırdı. Kalabalığı, baskıyı, seyirci gibi dizilmiş gözleri bir kenara itti. Sessizce, dikkatlice Burcu’nun içindeki ışık gücünü kendine doğru çekmeye başladı. Gümüş ışık, Burcu’nun gücünü yansıtan sarıya dönmeye başlarken Azra, tam tersini hayal etti: Işığın değil, karanlığın yayılmasını. Derin, mutlak bir yokluk.

Ve bir anda... amfi zifiri karanlığa gömüldü.

“Ah! Gözlerim! Kör oldum! Azra, hiçbir şey göremiyorum!” diye bağırdı Aslı'nın sesi, panik içinde titreyerek yükseldi. Kalabalıktan başka çığlıklar ve koltukların gıcırdayan sesleri duyuldu.

Azra kendini zor tutarak gülümsemesini bastırdı. Gücünü sabit tutmaya çalışırken içinden “Sakin ol. Birden verme,” diye fısıldadı kendine. Yavaşça ışığı geri çağırmaya başladı. Önce belli belirsiz bir loşluk… sonra yumuşak bir aydınlık sınıfa yayıldı. İnsanlar gözlerini hâlâ kapalı tutuyordu.

“Işığı geri verdim,” dedi Azra yumuşak bir tonla.

Sare sesini yükseltti. “Açabilirsiniz gözlerinizi!”

Aslı hâlâ gözlerini sıkıca kapamış, elleriyle önünü yokluyordu. “Ama göremiyorum işte! Her yer bembeyaz!”

Bu sefer Azra kahkahayı bastı. “Aslı, şamatayı kesip gözlerini açar mısın artık?!”

Amfi kahkahalarla çınladı. Öğrencilerin üzerindeki gerginlik bir anda dağıldı. Aslı utançla gözlerini açtı ve yüzü kiremit gibi kızardı. “Açtığımı sanıyordum… özür dilerim!”

Sare Azra’ya döndü. Bu kez ifadesi biraz yumuşamıştı, dudaklarının kenarında belirsiz bir memnuniyet vardı. “Demek ışığı vermek yerine kesmeyi tercih ettin. Akıllıca bir hamleydi Azra, aferin sana.”

Can hemen atıldı, sesi telaşla yükseldi: “Müdüre hanım! Ders zaten yorucuydu, Azra da tam kontrol sağlayamıyor. Bu kadar yeterli olmasın mı?”

“Can! Sana fikrini sorduğumda söylersin. Otur yerine!” diye kesti Sare. Can’ın omuzları düştü, Azra’ya yardım edememenin çaresizliğiyle yerine oturdu. Azra ise ona hafifçe gülümsedi; ‘iyiyim’ der gibi bir bakış gönderdi.

“Bir tane de sen seç bakalım!” dedi Sare, bu kez meydan okur gibi.

Azra bakışlarını sınıfta gezdirdi. Onlarca çift göz, karışık duygularla ona bakıyordu; korku, merak, beklenti... Ama arka sıralardan bir çift göz, diğerlerinden farklıydı. Soğukkanlı, kendinden emin. Siyah saçlarının altında dikkat çekici kırmızı gözlerle karşılık verdi o bakışlara. Sarı tişörtüyle öne çıkıyordu.

“Şuradaki... sarı tişörtlü erkek olsun,” dedi Azra.

Sare başını salladı. “Deniz, buraya gel.”

Çocuk yerinden kalktı. Adımları yavaş ama kendinden emindi. Ukala bir gülümseme dudaklarının kenarındaydı. Azra’nın yanına gelince, “Merhaba,” dedi sesini uzatarak.

“Merhaba,” dedi Azra. “Yetin nedir?”

“Ateşe hükmediyorum,” dedi Deniz, göğsünü kabartarak.

Tam o sırada Sare araya girdi. “Aslında tam olarak hükmedemiyor, Deniz. Gücü ona her zaman itaat etmiyor. Yani onun gücünü kullanırken çok dikkatli olsan iyi olur Azra. Ormanı yakmak istemeyiz, değil mi?”

Azra'nın zihni hızla çalışıyordu. Arda'nın gücü, ona tamamen itaat etmese de Azra’ya direnç göstermemişti; çünkü Arda ona güvenmiş, kendini bırakmıştı. Ama bu ukala çocuk... Azra, kırmızı gözlerine baktığı Deniz’in böylesi bir teslimiyet göstereceğinden hiç emin değildi.

Başını hafifçe çevirerek Arda’ya baktı. Arda, dudaklarının kenarında belirsiz bir gülümsemeyle başparmağını havaya kaldırdı. Bu küçük ama anlamlı jest, Azra'nın kalbine sıcak bir cesaret akıttı.

Tamam. Yapabilirim, diye geçirdi içinden.

Sınıftaki diğer ateş kullanıcılarını düşünmeyi bir kenara bırakarak tüm dikkatini Deniz’e yöneltti. Göz göze geldiler. Deniz’in yüzündeki o kendinden emin, küçümseyici gülümseme bir an bile sönmedi. Hatta daha da belirginleşti.

Azra derin bir nefes aldı, bedenini gevşetti. Ardından, içten içe yayılmaya başlayan sıcaklıkla birlikte Deniz'in gücünü yavaşça kendine çekmeye başladı. İlk anda teninde bir sıcaklık, damarlarında kıpırdanan bir titreşim hissetti ama kısa sürede başka bir şeyle karşılaştı: Direnç. Dalgalar halinde yayılan hırçın bir öfke, sanki Azra'nın zihnine çarpıp geri dönüyordu.

Kırmızı gözlerin sahibi, gücünü teslim etmeye niyetli değildi.

Azra'nın etrafındaki hare, gümüşten kıpkırmızıya dönüşürken avucunun ortasında küçük bir kıvılcım belirdi. Onunla birlikte sıcaklık yükseldi. Alev titredi, dans etti, sonra yavaşça büyüdü. Azra, gözlerini kısmış, nefesini dikkatle kontrol ederek o kıvılcımı bir mum alevine çevirdi.

Sare, ellerini göğsünde kavuşturmuş, başını hafifçe yana eğmiş şekilde Azra’yı izliyordu. Yüzünde alışıldık bir sertlik vardı ama gözleri dikkatle parlıyordu. Azra, gücün kontrolünü elinde tutabildiğini göstermek istercesine alevi biraz daha büyüttü. Alev parmaklarının arasından yükselirken eli neredeyse görünmez olmuştu.

Sare'nin tek kaşı hafifçe kalktı.

O sırada Deniz’in kırmızı gözleri daraldı, dudaklarının kenarı kasıldı. Azra içgüdüsel olarak bir şeylerin değiştiğini hissetti. Çocuğun öfkesini artık açıkça duyumsuyordu; direnç daha da yoğunlaşmıştı. Kontrolümden hoşlanmadı. Bu düşünce zihninde yankılanırken, Azra içsel ipleri dikkatlice gevşetmeye başladı. Alevi küçülttü, gücü geri bırakmaya başladı.

Tam o anda Sare'nin sesi, ormanın içinde yankılanan keskin bir zil gibi amfiye yayıldı.

"Gördün mü, Deniz?" dedi sesine bariz bir iğneleme katarak. "Demek ki isteyince kontrol edilebiliyormuş bu güç."

Azra'nın omuzları istemsizce gerildi. Sare'nin sözleri, sahiden de onu değil, Deniz’i hedef alıyordu.

Deniz’in gözlerinde parlayan öfke artık yalnızca içsel bir titreşim değil, fiziki bir enerjiye dönüşmek üzereydi. Gözleri çakmak çakmak yanarken çenesini sıktı. Avuçlarını yumruk yaptı, sonra birden açtı.

"Öyle mi?" diye bağırdı, sesi ormandaki kuşları bile susturacak kadar keskindi. "Madem kontrol edebiliyor, alsın kendisi kullansın o zaman!"

İki elini öne uzatarak alevden devasa bir küre oluşturdu. Parlaklığı öyle yoğundu ki etrafındaki gölgeler bile kıpırdadı. Bir an bile duraksamadan, o ateş topunu Azra’nın üzerine fırlattı.

Küçük bir çığlık, köşelerden birinden duyuldu. Her şey bir anlığına yavaşladı.

Ama o an, Ebru’nun ayağa fırladığı andı. Gözleri büyümüştü, dudakları aralanmıştı ama ses çıkarmadı. Bunun yerine, yerdeki kalın kökler birden canlanıp ileri atıldı. Çevredeki ağaçların dalları şimşek hızında uzayarak Deniz’in etrafını sardı. Sarıldılar, büküldüler, çocuğu kıpırdayamaz hale getirdiler.

Deniz bağırdı ama sesi, doğanın öfkeyle birleşmiş gürültüsüne karıştı.

Ancak... çok geçti.

Alev topu çoktan yola çıkmıştı. Karanlık yeşilin ortasında, ateşin vahşi parıltısı, Azra'nın üzerine doğru ilerliyordu.

Azra'nın gözleri büyümüştü, boğazından yükselen ses çatallıydı.

“Bırak!” diye bağırdı, sesi neredeyse yalvarır gibiydi.

Ebru, tereddütsüzce itaat etti. Ellerini geri çektiğinde, Deniz’i sımsıkı saran dallar gevşedi, usulca yere serildi. Ama artık çok geçti.

Alev topu, neredeyse yavaş çekimde, Azra'nın göğsüne çarptı.

Ani bir darbe, göğsünden yayılan yakıcı bir sancıya dönüştü. Soluğu kesildi. Teni yandı, ciğerleri kavruldu. Ama bu sadece fiziksel acı değildi. İçine çektiği, Deniz’in hırçın, dizginsiz ateş enerjisi bir kıvılcım gibi parladı… sonra alev aldı.

Ateş, Azra’nın içinden patladı. Bu artık sadece Deniz’in değil, onun da öfkesiydi. Güç, kontrolden çıkmıştı. Alevler, kendi iradesinden bağımsız şekilde, çığlık çığlığa etrafına savruluyordu. Sanki içindeki yangın, dış dünyada karşılığını bulmuştu.

Azra’nın gözleri Deniz’e döndüğünde, bir başka patlama yaşandı. Çektiği alev enerjisi, nefretle katlanmış halde, büyük bir dalga olarak Deniz’e geri sıçradı. Alevler, çocuğun etrafında birden parladı. Cildi kavrulmaya, giysileri tutuşmaya başladı.

Azra’dan yayılan ısı öyle şiddetliydi ki çevresindeki hava titriyordu. Öğrenciler geri çekildi, toprak bile çatlamaya başlamıştı.

Sare’nin sesi, amfinin üst sıralarından yankılandı. Bu kez keskin değil, telaşlıydı.

“Kendini kontrol et Azra!”

Ama Azra, kendine hâkim olamıyordu. Tüm bedeni alevlerle kaplanmıştı. İçeriden dışarıya, kasıklarından omzuna kadar yayılan yoğun enerji, onu ele geçirmiş gibiydi. Kontrolü geri almak için derin derin nefes aldı, gözlerini sıktı, ama... hiçbir şey değişmedi.

Ateşin öfkesi, onun ellerinden taşarak dünyaya karışıyordu.

Yayılan alevler, kuru yaprakları tutuşturdu. Ağaç kabukları çatladı, sararan dallar cayır cayır yanmaya başladı. Azra’nın bakışları bir yerden geçse, orası hemen alev alıyordu. Gözlerini kaçırmaya çalışsa bile geç kaldığı her saniye yeni bir yangın başlatıyordu.

Amfinin doğal ortamı artık bir savaş alanına dönmüştü.

Çığlıklar...

Kargaşayla birbirine çarpan ayak sesleri...

Panik içinde ormanın içinde koşuşturan öğrenciler...

Su elementi kullanıcıları refleksle harekete geçti. Yerden aniden yükselen sular, yangını söndürmek için oraya buraya savruluyordu. Kimi alevleri bastırıyor, kimi sadece buhar olup kayboluyordu. Şifacılar, alevler içinde kıvranan Deniz’in başına toplanmıştı. Ellerini yakıcı havanın içinde uzatmaya çalışıyor, kıyafetleri alev almadan müdahale etmeye çabalıyorlardı.

Ama tüm bu kaosun merkezinde... hâlâ Azra vardı.

Alevin kaynağı. Kontrolden çıkan güç onun içinden akıyordu.

O farkına bile varmadan bir başka öğrenciye dönmüş, bakışı istemsizce onun üzerine kaymıştı. Ve çocuk, korkunç bir çığlıkla yanmaya başladı. Azra irkildi, gözleri büyüdü. Nefesi boğazında düğümlendi. Ben... ben yapıyorum.

İçinde bir şey kırıldı. Bir şey parçalandı.

Dehşete kapıldı.

Tam o sırada, kalabalığın arasından tanıdık bir silüet koşarak geldi. Duruşu kararlıydı. Azra’nın karşısında durdu. Elini kaldırmadı. Korkmadı. Kaçmadı.

Aslı.

Azra’nın zihni boşaldı. Gözleri panikle açıldı, vücudu titremeye başladı.

“Aslı! Hayır!” diye çığlık attı içinden. Sesini çıkaramıyordu ama zihni çırpınıyordu.

Dudakları titredi.

Gözlerini kaçırdı.

Başını hızla başka yöne çevirdi.

Aslı’ya zarar verme ihtimali bile, o an yaşadığı tüm korkulardan daha ürkütücüydü.

Gözlerini kapattı.

Aslı, gözlerini kısarak alevler içindeki arkadaşına doğru adım attı. Sıcaklık dalgaları yüzüne çarpıyor, nefes almakta zorlanıyordu. Ama geri adım atmadı.

"Azra!" diye seslendi, sesi titriyordu ama kararlıydı.

"Sakinleş! Bir şey yok! Hepsi geçti, tamam mı? Sakin ol! Kullandığın gücü kes artık!"

Ama Azra duymuyordu. Ya da duymak istemiyordu. Alevler içinde kaybolmuştu; teni yanıyor, gözleri alev alevdi.

"Aslı git karşımdan!" diye haykırdı, sesi çatallaşmıştı, kelimeler ateşin uğultusu arasında boğuluyordu.

"Seni yakabilirim! Kontrol edemiyorum!"

Yüzünü hızla başka bir yöne çevirdi. Gözleri, her neye değse onu tutuşturuyordu. Aslı'yı görmemek, zarar vermemek için panikle hareket etti.

Ama o sırada, başka bir adım sesi geldi. Ece. Sessizce, ama dimdik yürüdü Azra’nın önüne.

Yanına kadar geldiğinde Azra'nın gözleri istemsizce ona kaydı. Ve anında… saçlarının uçları tutuştu.

Yanık kokusu havaya karıştı.

Ama Ece kımıldamadı. Ne bir çığlık attı, ne geri çekildi. Gözlerini bir an bile arkadaşından ayırmadı. Sesindeki sükûnet çırılçıplak bir güven gibiydi:

"Azra... beni öldürmeden durman lazım."

Aynı anda, suya hükmeden bir öğrenci Ece’nin yanına sıçradı. Bir el hareketiyle saçlarındaki ateşi söndürdü. Buhar hışırdadı, sonra yine sessizlik...

Azra’nın içindeki güç yeniden kabardı. Alevler yükselirken, bu kez Arda ortaya atıldı.

Bir kolunu uzatıp Azra'nın gözlerini kapattı, diğer koluyla onu sımsıkı sardı.

Deri temasıyla birlikte kolunda anında yanıklar oluşmaya başladı. Ama Arda'nın yüzü buruşsa da geri çekilmedi.

"Azra, yakıyorsun beni ama buradayım!" dedi, dişlerini sıkarak.

"Yanındayız... Lütfen... sakinleş artık!"

Azra’nın omuzları titredi.

"Yapamıyorum!" diye hıçkırdı, sesi parçalanıyordu.

İçinden geçen suçluluk, korku ve güçsüzlük, gözlerinden taşan yaşlarla beraber parladı.

"Derin nefes al! Herkesi öldüreceksin!" diye yalvardı Arda, sesi yavaşça kırılıyordu.

Azra denedi. Ciğerlerine hava çekmeye çalıştı. Ama...

Dumanla dolu boğazı kasıldı. Nefesi öksürüğe dönüştü.

"Olmuyor!"

Bu çaresizlik dalgası, Ebru’yu harekete geçirdi.

Gözlerini kıstı, dudakları bir çizgiye dönüştü. İki adımda Arda’nın yandığı kollarına ulaştı. Onu kenara çekti… ve Azra’ya bir tokat attı.

Tokatın yankısı, bütün amfide duyuldu.

Birden herkesin soluğu kesildi.

Azra’nın başı yana savruldu. Vücudu irkildi. Alevler bir an titredi ama sönmedi. Hâlâ parlıyordu.

Tam o an, Aslı gözlerini kırpmadan ilerledi. Bu sefer sıra ondaydı.

Azra’nın omuzlarından tuttu, onu kendine doğru çevirdi. Göz göze geldiler.

Aslı’nın gözleri, içten yanmalı bir motor gibi parlıyordu. Gücünün haresi, parlak turuncu bir aura olarak çevresine yayıldı. Etrafındaki toprak ve hava bir anlığına titreşti.

Sonra Aslı, güçlü telepatik yeteneğini odakladı.

Ve zihninden Azra’nınkine, bir yıldırım gibi inen tek bir komut gönderdi:

"KES ŞUNU!"

Söz değil... irade.

Azra’nın bedeni bir anda kasıldı. Tüm kasları, sesi duymuş gibi değil, komutu hissetmiş gibi birden gerildi.

Alevler… sanki bir anahtar çevrilmiş gibi, bir anda söndü.

Kızıl hare yok oldu. Yerine Azra’nın titrek, gümüşi aurası döndü. Yorgun, solgun, ama onun kendisi olan ışık…

Azra dizlerinin üzerine çöktü. Nefesleri hâlâ düzensizdi, ama artık duman değil hava çekiyordu ciğerlerine. Ellerine baktı. Alev yoktu.

Sare, komutlar yağdırırken amfideki kaosun merkezine sükûneti yerleştirmeye çalışıyordu.

"Su kullanıcıları! Alevlere müdahale edin!"

"Telapatlar, herkesin sakinleşmesini sağlayın! Şifacılar, şu köşeye! Hemen!"

Sesi kararlıydı, panik içinde savrulan öğrencilere yön veriyor, etrafı askeri bir disiplinle toparlıyordu.

Şifacılar, dumandan etkilenmiş ve alevler içinde kalan öğrencilere hızla yönelmişti. İçlerinden biri, yerde yatan Deniz'in yanına diz çökmüş, ellerini onun yanıklarına uzatmıştı. Yanık dokuların üzerinde titreşen soluk beyaz ışık, yavaş yavaş cildi yenilemeye başlıyordu.

Azra, başını hafifçe kaldırıp etrafına baktı.

Yanık izleri, öksürenler, su içinde kalan yerler, paramparça olmuş zemin...

Bu onun eseriydi.

Kalbi göğsünde düzensizce atarken, bir an tereddüt etti. Sonra bir karar gibi omuzlarını dikleştirip ileri atıldı.

Şifacıların yanına koştu. "Yardım edebilirim," dedi, sesi çatlak ama içten bir kararlılıkla doluydu.

İçlerinden biri başını kaldırdı, gözleri kısa bir tereddütle Azra’ya baktı ama sonra onayladı.

Azra derin bir nefes aldı.

Elleriyle havayı kavrarmış gibi, etrafındaki şifacıların auralarına uzandı.

Onlardan yayılan iyileştirici enerjiyi çekmeye başladı ince, berrak beyaz çizgiler gibi titreşen bir ışık halesi, birer birer ellerine süzüldü. Kısa bir an sendeledi, dizleri hafifçe kırıldı. Ama geri adım atmadı.

Büyük, beyaz bir ışık onu sardı.

Sonra kollarını iki yana açtı, toplanmış gücü yaralıların üzerine yönlendirdi.

Bir kenarda toplanmış, kıyafetleri yanmış, öksürerek kıvranan öğrencilere doğru ışığı yolladı.

Işık, sabah sisi gibi hafif ve yumuşakça yayılıyor; tenlerine dokunduğu yerde serinlik ve rahatlama bırakıyordu.

Yaralar kapanmaya, soluklar dengelenmeye başladı. Bir öğrencinin gözleri yaşla doldu, sonra sessizce teşekkür etti.

Ama Azra durmadı.

Yavaşça doğruldu, sendeleyerek koşmaya başladı.

Bu sefer, ormanı söndürmeye çalışan su kullanıcılarının yanına ulaştı. Her biri kendi başına gökten su çekmeye, alevlere hükmetmeye çalışıyordu.

Azra, onların enerjilerine de bağlandı.

Gözleri kısılmıştı, alnında ter damlaları birikmişti.

Bu kadar farklı güç kanalına bağlanmak... bedenine ağır geliyordu. Ama duramazdı.

Ellerini göğe uzattı.

Gökyüzü karardı.

Kısa bir uğultudan sonra devasa bir yağmur bulutu belirdi.

Ve sonra...

Gökler boşaldı.

Yanan ormanın üzerine sağanak gibi inen su, buharlar ve sırılsıklam bir sessizlikle birlikte her şeyi örtmeye başladı.

Azra'nın başı döndü. Görüntüler bulanıklaşmaya başladı.

“Keşke öğle yemeğini sağlam yeseydim…” diye geçirdi aklından.

Ama sonra dişlerini sıktı.

"Hayır. Pes edemezsin Azra. Mahvettiğin her şeyi düzeltmen lazım."

Ayakları titreyerek yönünü değiştirdi.

Bu kez Ebru’nun başında olduğu doğa kullanıcılarının yanına geldi. Hepsi yorgun, ama gözlerinde hâlâ inatçı bir direnç vardı. Yanmış ağaçlara ve kararmış toprağa bakıyor, bedenlerinden çıkan zayıf yeşil titreşimlerle iyileştirmeye çalışıyorlardı.

Azra onların yanına geldiğinde, bir şey söylemesine gerek kalmadı. Ebru başını salladı; sessizce onayladı.

Azra son enerjisini topladı.

Avuç içlerinde biriken doğa gücünü yeşil bir ışık huzmesine dönüştürdü.

Sonra o huzmeyi, ormanın kararmış kalbine doğru gönderdi.

Yeşil ışık yayılmaya başladıkça...

Kül olmuş dallar yeniden filiz verdi.

Yanan kabuklar soyuldu, yerlerine taze tomurcuklar geldi.

Toprak çatlamıştı, ama şimdi tekrar yeşeriyordu.

İyileşme, gözle görülür bir hızla yayıldı.

Sonunda, Azra yavaşça dizlerinin üzerine çöktü. Ellerini dizlerine koydu, ciğerlerine dolan havayı hissetti. Gözleri kapanacak gibiydi.

Başını kaldırdı.

Uzaktan Sare'yle göz göze geldiler.

Kadının yüzünde ne bir öfke, ne bir gülümseme vardı. Duygusuz değildi ama anlaşılmazdı.

Sadece izliyordu.

Sanki içinde bir karar şekilleniyor, ama henüz kelimelere dökülmemişti.

Azra, Sare’nin bakışlarından kaçınarak gözlerini başka bir yöne çevirdi.

Kenarda oturmakta olan Deniz'i fark etti. Yüzündeki kızarıklıklar iyileşmişti ama gözleri hâlâ öfke parlıyordu.

Azra'nın içinde hâlâ yanmakta olan o adalet hissi, Deniz’in umursamaz varlığıyla tekrar alevlendi.

Bu kadarı yetmezdi.

Yavaşça ayağa kalktı, her adımı sarsak ama kararlıydı.

Deniz’in önünde durdu ve göz göze geldikleri anda, kalan son gücünü yumruğuna toplayarak suratının ortasına indirdi.

Şak!

Deniz’in başı yana savruldu, gözleri irileşti.

Bir anlık sessizlik. Sonra öfkeyle ayağa fırladı, eli havada Azra’ya doğru savrulmak üzereydi ki...

"Yerinde dur!"

Can yıldırım gibi araya girdi, Deniz’in bileğini havada yakaladı.

Parmakları Deniz’in kolunu çelik gibi sıkarak tutuyordu. Gözlerinden adeta kıvılcımlar saçılıyordu.

"Yaptıkların yetmedi mi? Az kalsın herkesi öldürüyordun, gerizekalı!"

Azra, kendi attığı yumruğun etkisiyle titreyen kolunu tutarak geri çekildi.

Nefes alıyor ama hava ciğerlerine ulaşmıyordu sanki.

Görüşü bulanıklaştı, dünya etrafında dönmeye başladı.

Bir uğultu sardı kulaklarını.

Sare’nin yaklaşmakta olduğunu gördü ama kadının sesi rüzgârın içinden gelen boğuk bir çan gibi çınlıyordu.

Adımlar giderek ağırlaştı, ayakları onu taşımaz oldu.

Ve sonra... karanlık.

Yere yığıldı.

Bilinci kapanırken duyduğu son şey, Can’ın panik dolu sesiydi:

"Azra! Yardım edin, kızlar!"

Bir sıcaklık yayılıyordu vücuduna.

Sanki yavaşça bir yerin içinden çıkarılıyor, tekrar dünyaya çekiliyordu.

Göz kapakları aralandı.

Ali’nin yüzü.

Bir adım geriye çekilmişti, ellerini havaya kaldırmış, her zamanki gibi savunmaya geçmişti.

“Yine mi ya?”

Azra istemsizce gülümsedi. Bu tanıdık tepki karşısında içinde hafif bir kıpırtı oluştu, neredeyse rahatlatıcıydı.

Ali, göz temasını bozmadan elindeki mavi sıvıyla dolu küçük bir şişeyi burnunun dibine kadar getirdi.

"İç," dedi, sesi görevini yapan bir doktorun sakinliğiyle çıkmıştı.

Azra itiraz etmeden şişeyi aldı, tek dikişte içti.

O sırada arkasından Aslı belirdi. Kızıl saçlarıyla görünür görünmez sahneye kendi tonunu kattı.

Ciddi görünmeye çalışarak kaşlarını çatmıştı ama elindeki tost, tüm ciddiyetini gölgeliyordu.

"Ye," dedi kısa bir komut gibi.

Azra gülmemek için dudağını ısırdı.

Gözleri hemen Sare’yi aradı, derste yemek yasaktı, içgüdüsel bir refleksle başını çevirdi.

Sare uzaktan durumu izliyordu, bakışlarında otoriter bir sakinlik vardı. Başını hafifçe salladı; bu bir onaydı.

Azra, bu sinyalle birlikte tostu aldı, sedyenin üzerinde doğrulurken bir ısırık aldı.

Bu sırada Ece sessizce yaklaşıp elindeki ayranı uzattı.

Azra, onun gözlerindeki yumuşak ifadeye bakıp başını eğdi.

Ayranı da aldı.

Sedyenin kenarına oturmuş, bir yandan tostunu yerken bir yandan ayranı içiyordu.

Ama farkındaydı karşısında duran Ebru, Can ve Arda'nın bakışları üzerindeydi.

Endişeyle dolu, sessizce yankılanan bakışlardı bunlar.

"İyi misin Azra?" diye sordu Ebru. Sesi yumuşaktı ama merakı gizlenemezdi.

Azra yutkundu.

"İyiyim," dedi kısaca, sonra gözleri kalabalığın geri kalanını taradı.

"Herkes iyi mi?"

Soruya cevap veren Sare oldu, sesi net ve sabitti.

"Herkes iyi, küçük hanım."

Sonra bakışlarını diğer öğrencilere çevirdi.

"Arkadaşınız kendine geldiğine göre, hadi bakalım, dağılın. Tepesinde dikilmeyin."

Kalabalık yavaşça dağıldı, ayak sesleri uzaklaştı.

Sare yeniden Azra’ya döndü, gözleri bir an onun duruşunu tarttı.

"Sizin de yirmi dakikalık istirahatiniz sona erdiyse, lütfen yerinize geçin."

Azra gözlerini kırpıştırdı.

"Yirmi dakika mı? Yirmi dakikadır baygın mıydım?"

"Evet," dedi Sare, ifadesiz bir netlikle. "Bugünlük bu kadar yeter. Neler yapabileceğini gördük. Şimdi kontrol üzerinde çalışmalıyız. Sıraya geç ve biraz kendini toparla."

Azra başıyla hafifçe onayladı.

Gözleri odanın diğer köşesine, şifacıların bulunduğu gruba takıldı.

Ali de onların arasındaydı.

Bir an gözlerini kapattı.

Derin bir nefes aldı.

Sonra içgüdüsel bir refleksle yeteneğini kullanarak o tarafa odaklandı.

Nazik bir şekilde, etraflarındaki enerjiyi kendine doğru çekti.

Avuçlarının çevresinde soluk beyaz bir ışık bir anlığına parlayıp sönene kadar, enerji, yeniden damarlarında akmaya başlamıştı.

Gözlerini açıp daha dik oturduğunda, üzerinde kendisine ait olmayan bir ağırlık hissetti: Can’ın gömleğiydi. Başını hafifçe çevirince, Can’ı sırasında, farklı bir tişörtle otururken gördü. Elbisesinin göğüs kısmının yandığını hatırladı; o anda Can’ın hiç tereddüt etmeden yardımına koştuğu anı anımsadı. İçini tarifsiz bir minnet kapladı.

Derin bir nefes aldı, sonra parmaklarını hafifçe kıpırdattı. Yanan elbisesinin bir kopyası, birkaç saniyelik bir parıltının ardından üzerinde yeniden şekillendi. Ardından Can’ın gömleğini dikkatlice katlayıp sırasının üzerine bıraktı. Hazırdı.

Sare’ye döndü, sesi hafif titrese de duruşu kararlıydı.

“Ben iyiyim,” dedi. “Derse devam etmek istiyorum.”

Sare, Azra’yı baştan ayağa süzdü. Onun toparlanmış hali, iradesi kadar bedeninin de sağlam olduğunu gösteriyordu. Ama öğretmenin yüzünde yine de bir temkin vardı.

“Müsaade ederseniz, herkes derse devam etmek istiyor zaten, Azra,” dedi, sesinde yorgun bir ciddiyetle. “Şimdilik yerinize oturun. Eşli güç kullanımı alıştırmasına geçtiğimizde tekrar katılırsınız.”

Azra'nın içindeki itiraz ufak bir kıpırtıdan fazlası değildi. Başını eğerek, “Tamam,” diye mırıldandı ve sessizce sırasına yürüdü.

Oturur oturmaz, Arda yanına sokuldu. Kolunu arkadaşının omzuna doladı, sesini alçaltarak kulağına eğildi.

“Hepsi geçti,” dedi, gözlerinde gerçek bir rahatlama parıltısıyla. “Olanlara rağmen gayet iyi idare ettin. İyisin, değil mi?”

Azra, Arda’nın basit ama içten sözleriyle gözlerini kırpıştırdı. Küçük bir gülümseme dudaklarına yayıldı.

“İyiyim, merak etme,” dedi sessizce.

Sınıftaki uğultu, Azra’nın yerine oturmasıyla birlikte hemen kesilmedi. Gözler, fısıldaşmalar, meraklı bakışlar havada asılı kalmış gibiydi. Sare'nin bakışları, bir kırbacın sertliğiyle sınıfın üzerinde gezindi.

“Sessizlik!”

Tek kelime, sınıfın damarlarına buz gibi indi. Kalem sesleri bile kesildi.

“Devam edelim,” dedi öğretmen. “Azra gibi sınırlarını zorlamak isteyen başka kimse var mı?”

Bir el havaya kalktı. Aslı’ydı. Bakışları keskin, omuzları dimdikti.

“Hm,” diye geçirdi Sare, başını hafifçe eğerek. “Aslı. Gel bakalım.”

Aslı, tereddütsüzce sınıfın önüne yürüdü. Adımlarında kendine has bir kararlılık vardı. Duruşu, meydan okuyordu.

“Sen bir Telapattın, değil mi?” Sare'nin sorusu, daha çok prosedür gereği sorulmuş gibiydi.

“Öyleyim,” dedi Aslı. Sesi net, tonlaması tereddütsüzdü.

“Pekala. Ne deneyeceksin?”

Aslı, gözlerini belirli bir noktaya dikti. Sınıf bir anda gerginleşti.

“Müsaade ederseniz,” dedi, sesi biraz daha soğuklaşmıştı, “bir eş seçmek isterim.”

“Tamam. Seç.”

Aslı’nın dudakları ince bir çizgiye dönüştü. Bir nefes verdi.

“Deniz.”

O an sınıftaki hava ağırlaştı. Aslı’nın sesi, ismi tıslayarak söylerken turuncu gözlerinde bir kıvılcım çakmıştı. O bakışlar, Azra'nın yirmi dakika boyunca yerde baygın yatmasına neden olan kişiye saplanmıştı. Saf öfke, Aslı’nın teninden dışarı sızıyor gibiydi.

Sare, bu açık husumeti fark etti elbette. Yine de müdahale etmedi. Azra, şaşkınlıkla öğretmenine baktı. Sare normalde böyle kişisel hesaplaşmalara izin vermezdi. Ama belki de bu kez, Deniz’in olanlardan sonra bunu hak ettiğini düşünüyordu. Belki de Aslı’nın öfkeyle körüklenen gücünü gözlemlemek istiyordu.

Azra'nın içi burkuldu. Her ne olursa olsun, sınıf bir meydan yerine dönmeye başlamıştı.

Sare, yerinden kımıldamayan Deniz’e döndü. Bakışları sabırsız ve tehditkârdı. Gözleri, alışıldık kızıllığından daha koyu parlıyordu.

“Gelsene çocuk!” diye patladı. “Kırmızı halı mı serelim önüne?!”

Deniz, yerinden ağır ağır kalktı. Omuzlarını gererek yürümeye başladığında, yüzüne o sinir bozucu, kendini beğenmiş gülümsemeyi yerleştirmişti. Azra'nın ciğerleri daraldı. Bu yüz ifadesini tanıyordu, umursamaz, kibirli ve en kötüsü, yaptıklarının hiçbir sonucunu umursamayan birinin maskesi. Sanki biraz önce sorun çıkaran kişi o değilmiş gibi, sınıfın önüne kasıla kasıla yürüdü.

Azra, yanındaki Aslı'nın omuzlarındaki gerilimi hissedebiliyordu. İçindeki öfke neredeyse fiziksel bir baskıya dönüşmüştü; havadaki enerji yoğunlaşmış, sınıfın üzerine çöken sessizlik göğüsleri sıkıştırmaya başlamıştı.

Sare, kıpırdamadan izledi. Sesi nihayet sınıfın üzerine yankılandı.

“Madem eş seçtin, o zaman karşılıklı bir düello olsun.”

Azra’nın boğazında bir yumru oluştu. İçinden “Bu iyi olmadı,” diye geçirdi. Böyle derslerde düello yapılması olağandı, ama karşılarında Deniz gibi dengesiz biri varsa, işler hızla tehlikeli bir hâl alabilirdi. Az önce sinirlenip Azra'ya ateş topu fırlatmıştı; şimdi karşısında çok daha kararlı bir düşman vardı Aslı.

Sınıfın dört bir köşesinden koltuk gıcırtıları duyuldu. Arda, Can ve Ebru’nun aynı anda hafifçe doğrulduğunu fark etti Azra. Tetikteydiler. Tehlikeyi sezmişlerdi.

Aslı, başını çevirmeden arkadaşlarına kısacık bir bakış attı. Gözlerinde net bir mesaj vardı: "Bende, sorun yok." Dudakları kıpırtısızdı ama bakışları konuşuyordu.

Deniz ise sahne ışıkları altında rol kesen bir aktör gibi başını çevirerek izleyicilerine, yani sınıfa baktı. Gülümsemesi daha da yayıldı, dudaklarının kenarında küçümseme titreşiyordu.

Aslı, birkaç adım öne çıktı. Sesi buz gibi bir netlikteydi.

“Öyle olsun.”

Söz daha havada asılıyken Deniz’in vücudu bir anda parlak alevlerle kaplandı. Cilt altından yükselen kıvılcımlar, teninde titreşen yansımalar gibi görünüyordu. Bu bir güç gösterisiydi. Kontrolsüz ve kışkırtıcı.

Aslı ise kımıldamadı. Gözlerini Deniz’e dikti. Turuncu gözleri karanlıkta parlıyor, içindeki öfke soğuk bir kararlılığa dönüşüyordu.

“Gücünü kullanmayacaksın.”

Sözleri bir ferman gibi havada yankılandı. Azra’nın içinden bir ürperti geçti. Ancak Deniz’in etrafında beliren alev kalkanı, bu zihinsel emri bastırdı. Sanki Aslı’nın sözcükleri o alev duvarına çarpıp kül olmuştu. Deniz, hemen ardından avuçlarında yeni bir ateş topu oluşturmaya başladı.

Azra yerinden fırladı. Kalbi boğazında çarpıyor, bacakları istemsizce ileri atılıyordu ama Sare’nin çelik gibi bakışları onu durdurdu. Oturduğu sıraya geri çökmeden önce, bir an Aslı’ya baktı. Aslı’nın ifadesi değişmemişti. Hâlâ sakin, hâlâ kararlıydı.

Deniz’in kolu savrulmak üzereyken Aslı, gözlerini kısmadan, sesi adeta bir mühür gibi keskinleştirdi:

“Ateşin geldiği yere dönüyor… ve sönüyor.”

Ateş topu bir an havada dondu. Ardından, adeta görünmeyen bir elle yön değiştirip Deniz'e doğru geri fırladı. Çarpmasına saniyeler kala pat! diye sönüp yok oldu.

Deniz, gözlerini açarak dumura uğradı. Eli yeniden kıvılcımlarla dolsun diye uğraştı, avuç içlerini ovuşturdu, öfkeyle dişlerini sıktı ama nafile. Alevler gelmiyordu.

Aslı, bir adım daha yaklaştı. Yüzü artık soğuk bir taş gibi ifadesizdi.

“Artık gücünü kullanamazsın.” dedi. “Gücün yok.”

Deniz'in gözleri büyüdü. Kollarını iki yana açtı, tekrar tekrar denedi ama başaramadı. Ellerinden tek bir kıvılcım bile çıkmıyordu. Çaresizliği suratına yayıldı, alnında ter damlaları belirdi. Aslı ona doğru bir adım daha attı.

“Şimdi... bütün vücudunda derin yanıklar oluşuyor.”

Sesi duygusuzdu, sanki olanları anlatmıyor da tarif ediyordu.

Deniz’in ağzından bir çığlık yükseldi. Dizlerinin üzerine çöktü ve kendini sarmaya çalıştı ama hayalî acı tenini delip geçiyordu. Gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi.

Aslı devam etti.

“Organlarının yandığını hissediyorsun. İçten içe kavruluyorsun.”

Deniz kıvranarak yere yığıldı. Cenin pozisyonuna geçti. Parmakları yerde sürünürken dudaklarından bir çığlık daha döküldü, bu kez daha kısık, daha sarsıcı. Boğazı yırtılırcasına bir iniltiyle inledi.

Aslı son kez konuştu.

“Birisi yanan derini yüzüyor gibi hissediyorsun.”

Deniz’in çığlığı sınıfın duvarlarında yankılandı. Artık öyle bir ses çıkarmıştı ki, sadece fiziksel değil, zihinsel olarak da kırılmıştı.

Azra, dudaklarını ısırdı. İster istemez gözlerini kaçırmak zorunda kaldı. Deniz yaptıklarını hak etmişti belki, ama bu kadar yoğun acıyı izlemek midesine yumruk gibi oturdu. İçinde, bastıramadığı bir acıma duygusu kıpırdadı.

Aslı ise hâlâ yerinden kıpırdamamıştı. Yüzünde ne zafer vardı, ne de pişmanlık. Sadece sessizlik… ve yanıp tükenmiş bir öfkenin küllerinden doğan mutlak bir kararlılık.

“Tamam, bu kadar yeter!”

Sare’nin sesi sınıfın ortasında çınladı, gergin havayı bir bıçak gibi kesti. Yüzü ciddiyetle Aslı’ya dönüktü, ama gözlerinde gururla parlayan bir onay vardı.

“Gücüne koyduğun bloğu kaldır,” dedi, sesi bu kez daha yumuşaktı. “Gördüğünüz gibi,” diye devam etti sınıfa dönerek, “bir Telapat öfkelenirse, gücünüzü elinizden bile alabilir.”

Ardından Aslı’ya başını salladı. “Aferin Aslı. Kontrolün mükemmel. Gelişimin çok iyi.”

Aslı, yüzünde gururla parlayan ama ince bir alay barındıran bir tebessümle yere çökmüş Deniz’e baktı. Omuzlarını dikleştirdi, sesi iğneleyici bir tatla süzüldü havaya:

“Artık yaşadığın acı geçti. Gücünü kullanabilirsin.”

Deniz, dişlerini sıkarak doğruldu. Gözleri nefretle Aslı’ya kilitlenmişti ama dudakları mühürlüydü; öfkesi sessizliğe gömülmüştü.

“Tamam!” dedi Sare, sesi bu defa sertti. “Yerlerinize oturun. Deniz, sen de gücünü kontrol etmeyi ve bir Telapata karşı koymayı öğren, yoksa bu sonun olur.”

Herkes yerlerine doğru yönelirken Aslı, arkadaşlarının oturduğu tarafa doğru yürümeye başladı. Adımları sakindi, ama omuzlarında hâlâ gerilimin izleri vardı.

Ve o anda olan oldu.

Hiçbir uyarı olmadan, Deniz birden geriye döndü. Gözlerinde artık mantığın zerresi kalmamıştı; yalnızca kin, aşağılanmanın ateşiyle parlıyordu. Avuçlarında yeni bir ateş topu belirdi ve onu doğrudan Aslı’nın ve onun arkasında duran grubun üzerine fırlattı.

“Dikkat et!” diye haykırdı Azra, yerinden fırlayarak.

Herkes refleksle ayağa sıçradı. Ama içlerinden biri harekete geçti Arda.

O ana kadar sessiz duran Arda’nın yüzü birden değişti. Gözlerinde canlılık sönmüş, yerine soğuk ve boş bir bakış yerleşmişti. Bedeni dimdikti, sesi ise sanki başka bir varlığa aitti:

“Hayaletler... Durdurun şu topu. Ve Deniz’i tutup buraya getirin.”

Ateş topu, tam onlara ulaşmak üzereyken görünmez bir güç tarafından kavrandı, sonra bir anda yok oldu. Aynı saniyede Deniz’in vücudu havaya sıçradı, görünmez iplerle çekiliyormuş gibi sürüklenerek Arda’nın ayaklarının dibine bırakıldı.

Sınıf, dehşet içinde bakakaldı. Ne olduğunu kimse tam anlayamamıştı ama Azra ve diğerleri biliyordu: Arda’nın güçleri, hayaletler devreye girmişti.

Arda'nın sesi yeniden yankılandı; bu kez daha karanlık, daha uğursuzdu:

“Sen önce Azra’ya, sonra da Aslı’ya zarar vermeye kalktın...” Bakışları karardı. “Şimdi bunun hesabını vereceksin. Kırın kollarını.”

Deniz şaşkınlıkla bakınırken bir çatırtı sesi duyuldu. Kol kemikleri ters yöne bükülürken acı dolu bir çığlık ormanın derinliklerinde yankılandı. Deniz’in bedeni, görünmez kuvvetlerin pençesinde kıvranıyordu.

“Cezalandırın,” dedi Arda, sesinde en ufak bir duygu emaresi yoktu. Ancak vücudunu saran gece mavisi aura, içinde büyüyen karanlığı dışa vuruyordu. Deniz, görünmez varlıkların saldırısıyla çığlık çığlığa yerde yuvarlanıyordu.

“Bu kadar yeter, Arda! Dur!” Sare’nin sesi titriyordu. İşlerin tehlikeli bir hal aldığını fark etmişti, korku gözlerine yerleşmişti.

Ama Arda sadece başını hafifçe ona çevirdi. Gülümsemesi sanki bir çocuğun başarısıyla övünmesi gibiydi.

“Tamam,” dedi, sanki bu bir oyunmuş gibi. “Durun.”

Ama hayaletler dinlemiyordu.

Deniz’in bağırışları kesilmemişti. Görünmez varlıklar işkencelerine devam ediyordu.

“Dur dedim sana!” diye tekrar bağırdı Sare, bu kez sesi titreşiyordu.

Arda, dudaklarının kenarında sinsice kıvrılan bir gülümsemeyle ona baktı.

“Ben ne dedim? Durun dedim. Ama bazen söz dinlemiyorlar işte…”

O sırada Azra, sahnenin ne kadar çirkinleştiğini fark etti. Arkadaşını korumak için başlayan bu çatışma, şimdi işkenceye dönüşmüştü. Arda’nın yüzündeki o keyifli ifade, artık tehlikenin kendisi olmuştu.

Daha fazla bekleyemezdi.

Derin bir nefes aldı, gözlerini kapattı ve Arda’yı saran o gece mavisi enerjiyi kendine doğru çekmeye başladı. Güç bedenine dolmaya başlar başlamaz görüşü değişti, başka bir boyutun sisli perdesi aralandı.

Ve işte o an onları gördü.

Beş hayalet figürü... Hepsi de yerde kıvranan Deniz’in üzerinde eğilmişti. Her biri, içlerinden yükselen karanlıkla onu parçalıyor, canını yakıyor, onu tüketiyordu. Acımasızdılar.

Azra'nın içinden bir titreme geçti.

Ve hayaletler, onu da fark etti.

Azra'nın sesi sınıfın üstüne bir kırbaç gibi indi.

“Kesin!”

Sözlerinin şiddetiyle ortam dondu; hayaletler homurdanarak geri çekildi, Deniz’in bedeninden ayrıldılar. Havada hâlâ uğultu gibi bir şeyler vardı; bir çeşit memnuniyetsizlik fısıltısı, ama Azra’nın gözleri ışıldayan bir kararlılıkla onlara meydan okuyordu.

Sesi yeniden yükseldi, bu kez daha keskin, daha buyurgan:

“Sesinizi de kesin! Bu ders Arda’ya itaat edeceksiniz!”

Gözleri tek tek her hayaleti taradı; kimi kaçamak bakışlarla yere baktı, kimi ise küçümseyen bir gülümsemeyi dudak kenarlarında gizleyemedi. Ama Azra yılmadı. Sadece gözlerini kısmıştı, içindeki güç bedeninde kas katı bir disipline dönüşmüştü.

Küçük bir hayalet kız, tedirgin adımlarla yanındaki Osmanlı kılıklı yaşlı hayalete sokulup fısıldadı.

“Bu... bu bizden bile korkunç.”

Azra, fısıltıyı duymuş gibi kafasını hafifçe o yöne çevirdi ve kızı susturan bir bakış fırlattı. Gözlerindeki soğukluk, sessiz bir tehdit gibi havada asılı kaldı. Ardından bir hayalet, orta yaşlı, gövdesi hafifçe çürümüş gibi duran, suratını grotesk bir ifadeyle buruşturarak Azra’ya doğru yürümeye başladı.

Ama Azra geri çekilmedi. Kıpırdamadı bile. Gözlerini onun gözlerine kilitledi, başını hafif yana eğerek tehditkâr bir şekilde kaşlarını kaldırdı.

“O yüzü düzelt. Komik duruyorsun. Yerine geç. Yoksa...”

Cümlesi yarım kalmıştı ama harekât tamamlanmıştı. Azra, Arda’dan çektiği gece mavisi gücü bedenine yeniden çağırmış, aurasını iyice genişletmişti. Etrafında titreşen karanlık parıltı, hayaletin gözlerinde dehşetle büyüyen bir yansıma olarak yer buldu.

Hayalet, yüzünü çabucak düzeltti. İki adım geri çekilip fısıldadı:

“Çok korkunç... Allah korusun...”

Ve hemen diğerlerinin arasına karıştı.

Azra, bakışlarını sabitleyerek son kez sordu:

“Arda’ya itaat edilecek. Anlaşıldı mı?”

Hayaletler, bu kez sessizce ama net bir biçimde başlarını salladılar. Kimisi göz teması bile kurmaktan kaçındı. Uysallaşmışlardı, en azından şimdilik.

Sınıfın havası gerginliğin ardından derin bir sessizlikle dolarken, Azra Arda’ya doğru yöneldi. Onun bedeni hâlâ hareketsizdi, ama aura yavaş yavaş sönmeye başlamıştı. Azra, ödünç aldığı gücü içindeki akışı keserek Arda’ya geri bıraktı. Gece mavisi ışık, Arda’nın etrafında bir titreşimle çözülüp kayboldu.

Azra sonra, titreyen bir nefes alarak Deniz’e döndü. Genç adam yerde, korkuyla büzülmüş haldeydi. Gözlerinde hâlâ o görünmez varlıkların izleri vardı; teni solgundu, kasları titriyordu. Azra, parmaklarını hafifçe açarak avuç içinden iyileştirici enerjiyi çağırdı. Enerji, bedeninden beyaz bir ışık olarak yayılıp Deniz’e doğru aktı. Işık, Deniz’in kırılmış kollarını sardı; kemikler çıtırtılarla yerlerine oturdu, derisindeki morluklar buhar gibi dağıldı.

Azra, dudaklarında bir kıpırtı bile olmadan, buz gibi bir sesle konuştu:

“Sen de yerine geç. Yoksa canını fena yakarım.”

Deniz, yere çivilenmiş gibi birkaç saniye kıpırdamadan durdu. Gözleri dehşetle açılmış, ter damlaları alnından süzülüyordu. Sonra başını hızla sallayıp yerinden fırladı ve sessizce arka sıralardan birine oturdu. Gözlerini Azra’dan kaçırıyordu.

Azra ise arkasını dönüp Arda’ya kısa bir bakış attı. O anda sınıfta yalnızca nefes sesleri vardı; görünmeyen varlıklar susmuş, hayaletler köşelerine çekilmişti.

Ama havada hâlâ bir şeyler asılıydı. Soğuk, karanlık ve başkaldırmak için doğru anı kollayan bir sessizlik.

Sare'nin sesi sınıfın uğultusunu bastırdı.

“Deniz, dersten sonra odama gel.”

Sert ve kesindi. Ardından yüzünü sınıfa çevirdi. Yüz ifadesi kısa bir anlığına yumuşadıysa da hemen toparlandı, gözleri tekrar dikkatle öğrencileri taradı.

“Evet, devam edelim. Kim gelmek ister?”

Azra, hiç tereddüt etmeden elini kaldırdı. Gözlerinde hâlâ önceki karşılaşmanın ciddiyeti vardı. Sare, onun bu kararlılığına kısa bir tebessümle karşılık verdi, ama tebessüm bir anda silinip alışıldık ciddiyete dönüştü.

“Gel Azra. Karşına da Ece gelsin.”

Ece, yerinden kalkmakta tereddüt etti. Omuzları gerildi, ayakları yere çivilenmiş gibiydi. Zoraki bir adım atarken sesi çatallandı:

“Ee… ben pek iyi değilim gibi, Müdüre Hanım…”

Sare’nin sesi bu kez emreder gibiydi.

“Buraya gel, Kahin.”

Gerginlik sınıfa yayıldı. Öğrencilerin bir kısmı başlarını çevirip gergin bir heyecanla olan biteni izlemeye koyuldu. Azra ve Ece yavaş adımlarla sınıfın önüne geçtiler. Azra, neyle karşılaşacağını merakla bekleyen soğukkanlı bir duruş sergilerken, Ece'nin gözleri kaçamak, elleri ise farkında olmadan bluzunun eteğiyle oynuyordu.

Sare başını hafifçe salladı. “Evet, başlayın.”

Azra olduğu yerde sabit kaldı. Henüz hamle yapmamıştı. Ece ise gözlerini kısarak, görünmez bir dalgayı başlatır gibi bir hareket yaptı. Azra'nın zihni bir anda bulanıklaştı.

Bir deniz kıyısındaydı şimdi… Dalgalar kıyıya yavaşça vuruyor, güneş saçlarında parlıyordu. Yanında Ebru vardı; Azra kahkahalar arasında koluna giriyor, “Ee, nasıl gidiyor Can’la?” diye soruyordu. Sesler, renkler, dokunuşlar… Her şey fazlasıyla gerçekti.

Sonra bir anda görüntü silindi.

Azra, tekrar sınıftaydı. Gözleri hafifçe irkilmişti. Etrafındaki öğrenciler hafifçe kıkırdıyor, Can ve Ebru’nun yüzleri domates gibi kıpkırmızıydı. Sınıftaki kahkahalar yükselmeden bastırılmıştı, ama utanç havada asılı kalmıştı. Ece, başını öne eğdi; mahcup bir ifadeyle ikisine kısaca baktı. Özrü kelimelere dökülmemişti ama bakışlarında taşıyordu.

Sonra titrek bir sesle konuştu:

“Sıra sende.”

Azra, kısaca Aslı’ya baktı. Bu, kısa ama anlam yüklü bir bakıştı. Sonra yüz hatları ciddileşti. İçinde bir enerji dalgalandı; etrafını saran turuncu ışık kıpırdanmaya başladı. Bakışlarını Ece’ye dikti.

“Gece ne gör—”

Cümlesi tamamlanmadan Ece refleksle geriye çekildi. Bir anda vücudunu saran buz mavisi bir kalkan parladı. Azra’nın yönlendirdiği enerji, kalkana çarpıp şeffaf bir kıvılcım gibi dağıldı; sönük bir tıslamayla yok oldu.

“Evet! Gördünüz mü?” Sare'nin sesi, sınıfın dikkatini anında topladı.

Adımlarıyla tahtaya yaklaşırken gözleri parlıyordu. Elleriyle Ece’yi işaret etti:

“Bir Kahin, gücünü doğru kullanırsa hem kendini böyle koruyabilir hem de istediği görüyü ustaca yansıtabilir.”

Sonra başını hafifçe eğdi.

“Aferin Ece. Oturun.”

Ece, hafif bir baş hareketiyle teşekkür etti. Ardından göz ucuyla Azra’ya baktı, gizli bir zaferin ifadesiyle gülümsedi.

Azra içten içe sıkılmıştı. Ece, görüsünü saklamayı başarmıştı. Onu gerçekten okuyamamıştı.

Ders, diğer öğrencilerin denemeleriyle sürdü. Kimi başarısız denemelerle, kimi zayıf vizyonlarla sınıf enerjisini kaybetse de Sare'nin ilgisi sabit kaldı. Kısa süre sonra zilin sesi gibi yankılanan bir cümleyle ders sona erdi:

“Haftaya devam edeceğiz. Bu günlük bu kadar. İyi akşamlar!”

Sınıf, yavaş yavaş boşalmaya başladı. Sandalyeler gıcırdadı, mırıltılar havaya karıştı. Azra ve arkadaşları da çantalarını toparlayıp asansöre doğru yürüdüler. Koridorda yankılanan ayak seslerinin arasında, Ece'nin arkasında bırakmaya çalıştığı gülümseme hâlâ Azra’nın zihninde yankılanıyordu.

Okulun loş ışıklı girişinden çıkıp açık havaya adım attıklarında, akşamın serinliği yüzlerine vurdu. Asansör yolculuğunun sessizliğini geride bırakmışlardı. Kalabalığın arasından sıyrılıp okul kapısını geçtiklerinde Azra aniden durdu. Ay ışığı yüzünü kısmen aydınlatırken, gözlerini doğrudan Ece’ye dikti.

“Neden kendini korumaya aldın?”

Sesinde yumuşak bir sitem vardı; biraz merak, biraz da gururuna dokunan bir hayal kırıklığı. Dersteki o başarısız temasın gölgesi hâlâ üzerindeydi.

“Gördüğün kabusu hatırlamak istemiyor musun?”

Ece, Azra’nın zihninin ardındaki asıl soruyu anlamıştı: Bana neden güvenmedin? Ama yüzüne, bu içsel çatışmanın en küçük bir izini yansıtmadı. Dudaklarında alışıldık, hafif muzip bir gülümseme belirdi.

“Kim bir kabusu hatırlamak ister ki?” diye karşılık verdi, sesi gayet sakin ve hafifti.

Cevap, sorudan kaçan bir zarafetin içindeydi.

Tam o anda Aslı araya atıldı, kelimeler sanki sabırsızlıkla ağzından fırladı.

“Evet, ben de istemem! Kabuslar kötüdür. Off, çok acıktım ben ya! Hadi hemen Azra’ya gidip yemek yiyelim.”

Ellerini karnında birleştirip dramatik bir yüz ifadesiyle sızlandı. Azra, istemsizce güldü ve Aslı’ya döndü.

“Yemeği biz birlikte yapacağız ama.”

Aslı bir an duraksadı, sonra kaşlarını çattı.

“E zaten öyle yapıyoruz?” Ne demek istediğini anlamamıştı.

Azra, gözlerini devirdi ama gülümsüyordu.

“Düşünmeden yapacağız demek istedim. Ellerimizle.”

“Öf! Ne gerek var?” Aslı hemen homurdandı. “Düşünüyorsun, oluyor işte, mis gibi!”

Bir yandan yürürken bir yandan ellerini iki yana açarak hayali bir tencereyi karıştırır gibi yaptı. Ebru ve Ece hafifçe gülüştüler. Azra, gözlerini onlara çevirdi. Ciddiyeti oyunla karışık bir ifadeye büründü.

“Hepiniz mi bekleyemeyecek kadar açsınız?”

“Evet!” diye bağırdılar hep bir ağızdan, neredeyse küçük bir koroya dönüşmüşçesine. Okul duvarları yankılanır gibi oldu.

Azra pes etti. İç geçirdi, ama yüzündeki hafif tebessüm pes edişinin hoşnutsuz değil, gönüllü olduğunu belli ediyordu.

“Tamam o zaman… bu seferlik dediğiniz gibi olsun.”

Sihirli yemek, bir kez daha kazanmıştı.

Tam o sırada Arda, yanındaki Can’a hafifçe yanaştı. Omzunu ona çarpar gibi yaptı.

“Biz de yemekten sonra oyun salonunda birkaç el atalım mı, ne dersin?”

Can, dudaklarını bir yana kıvırarak sırıttı. O tanıdık rekabetçi ışık gözlerinde hemen belirivermişti.

“Olur kanka. Ama önce şu yemek işini halledelim. Seninle sonra parti yaparız.”

Grup, değerli taşlarla döşeli yolda, kahkahalar ve sohbetler eşliğinde Azra’nın evine doğru yürümeye başladı. Günün gerginliği geride kalmış gibiydi ama Aslı'nın enerjisi hâlâ tam kapasite çalışıyordu.

Yol boyunca, Deniz’e duyduğu öfkeyi dramatik taklitlerle anlatmaya başladı; mimikleriyle adeta mini bir tiyatro sergiliyordu. Ellerini yumruk yapıp başının üstüne kaldırıyor, sonra aniden yüzüne düşen bir yorgunluk maskesiyle iç geçiriyordu.

“Sonra da tutup ateş topu fırlatıyorsun! O kadar yeteneklisin madem düelloda göstersene...”

Azra, Ebru ve Ece onu dinliyordu; arada kısa yorumlar yapıyor, Aslı'nın öfkesini dramatik tepkilerle daha da körüklüyordu.

“Ciddiyim, Deniz bir gün bu sınıftan canlı çıkamayacak...”

Bir süre sonra Can’ın evinin önüne geldiklerinde, erkeklerle kısa bir vedalaşma yaşandı. Arda’nın “Oyunda görüşürüz,” diyen sesi, Can’ın onu dirseğiyle dürtmesiyle kesildi.

Kızlar, erkeklerin arkasından el salladıktan sonra kendi aralarında hafifçe fısıldaşarak yollarına devam ettiler. Bahçedeki ağaçlara asılı fenerler ve çevredeki diğer aydınlatmalar yanmıştı. Ay ışığı yürüme yolunun taşlarını gümüş gibi parlatıyor, gecenin başlangıcı onlara sessiz bir huzur vaat ediyordu.

Azra'nın evine geldiklerinde, verandanın hemen yanındaki basamakları ikişer ikişer çıktılar. Azra, kapıyı açtı ve içeri girdiler. İçerideki hava, gün boyunca biriken duygular gibi ağırdı yorgunluk, öfke ve bir parça da suçluluk karışımı. Sessizlik, Aslı’nın tiz sesiyle hızla bozuldu.

Ebru, ceketini çıkartırken Aslı’ya göz ucuyla baktı. "Az kalsın öldürecektin çocuğu, Aslı," dedi, sesi hafif ama dokunaklıydı. "Daha ne yapacaktın?"

Aslı bir anda döndü, gözleri büyümüş, yanakları kızarmıştı. Ellerini iki yana açarak dramatik bir biçimde bağırdı.

“Ne mi yapacaktım? Asıl o hepimizi az kalsın öldürecekti!”

Sözleri, salonda yankılandı. Yüzündeki öfke, hâlâ sindiremediği adaletsizliğin yankısıydı. Gözleri Azra'yı ararken Ebru araya girdi, sesi daha yumuşaktı ama taşıdığı anlam sertti.

“İyiyiz işte, geçti gitti. Sakin ol artık.”

“Olamam!” Aslı'nın sesi bu sefer titredi. Yumruk yaptığı ellerini göğsüne bastırdı ve bir adım Azra’ya doğru attı. “Hem sen niye iyileştiriyorsun o gerizekalıyı? Bıraksaydın da revire taşısalardı!”

Azra, ayakkabılarını çıkarırken iç geçirdi. Cevap vermeden önce omuzlarını gevşetti, bir nebze yorgunlukla karışık sabır vardı bakışlarında.

“Sadece gücünü kullanmakta zorlanıyor. Bunu kendine yediremiyor, hepsi bu. Onun için zor olmalı.”

Sözlerinin ardındaki anlayış, Ece’nin dişlerini sıkmasına neden oldu. Kaşlarını çatarak halıya baktı, sonra başını kaldırıp kinayeli bir tebessümle Azra’ya döndü.

“Hoş geldin Pollyanna.”

Azra gözlerini devirdi, ama sesine hafif bir alaycılık serpiştirdi.

“Hoş buldum Gudubet!” Ardından bir adım geri çekilip hepsine baktı. “Siz ne zaman bu kadar acımasız oldunuz?”

Ebru, kafasının üstünde duran güneş gözlüklerini çıkarıp elindeki bezle silerken duraksadı. Ses tonu aniden keskinleşti.

“Seni öldürmeye çalıştığından beri belki de, Azra!”

Söz salonda kesif bir yankı gibi dolandı. Azra başını iki yana sallayıp koltuğa oturdu. Cevap verirken sesi düşüktü ama tonunda kesinlik vardı.

“Ah… Sen yapma bari, Ebru.”

“Ne yapmayayım?” Ebru'nun gözleri parladı, dudakları titredi. “Resmen öldürmek için saldırdı sana!”

Azra, koltukta hafifçe geriye yaslandı. Gözlerini kapattı, sonra derin bir nefes alıp açtı. Sözcüklerini yutkunarak seçti.

“Beni öldürmek o kadar kolay değil, tamam mı?” Gözleri tek tek arkadaşlarınınkine değdi. “Endişelenmeyin artık benim için.”

O an odadaki gerilim bıçak gibi kesilmeden önceki bir sessizliğe büründü. Sonunda Aslı, gerginliği kendi tarzıyla delip geçti. Ellerini çırptı, sesi neşeyle yükseldi:

“Hamburger yiyelim mi?”

Azra gözlerini kırpıştırdı, şaşkınlıkla gülümsedi. O ani geçişin ritmine teslim oldu.

“Tamam hadi, hamburger yiyelim.”

“Yaşasın be!” diye bağırdı Aslı, kollarını havaya kaldırıp halının üstünde kendi etrafında döndü. “Ev yemeği diye tutturmadı! Ben iki tane yiyeceğim!”

“Ben de!” Ece kahkaha atarak ona katıldı.

Ebru ellerini cebine sokup başını yana eğdi. “Bana bir tane yeter.”

Azra hafifçe başını salladı. “Bana da bir tane... ama tatlı da istiyorum.”

“O zaman dondurma!” diye atladı Aslı, sanki her sorunun çözümüymüşçesine.

Azra kahkahayı koyuverdi. “Olur.”

Azra içeri ilerlediğinde saçlarını geriye attı, elini boynuna götürdü. “Duş almam lazım, her yerim duman kokuyor. Ateşin isi sinmiş üzerime.”

Aslı arkasından koşarak geldi, gözlerini kocaman açtı. “Önce yemek yiyelim, ne oluuuur...” Dudaklarını büzüp sevimli bir surat takındı.

Azra, gözlerini devirdi ama Aslı’ya karşı koyamadı.

“Tamam, tamam. Önce yemek, sonra duş.”

“Dışarıda yiyelim,” dedi Ebru. Pencereye yönelip verandayı işaret etti. “Hava güzel, verandada?”

“Olur.” Azra başıyla onayladı.

Sırayla ellerini ve yüzlerini yıkayıp verandaya geçtiler. Masaya oturduklarında, birkaç saniye içinde hamburgerler önlerinde belirdi. Hava hâlâ ılıktı; akşam çökmüş ama üşütmeye başlamamıştı. Bahçe lambasının ışığı verandaya düşüyor, gölgeler çatal bıçaklara dans ettiriyordu.

Azra ve Ebru daha ilk hamburgerlerinin yarısına bile gelmemişken, Aslı çoktan ikincisine geçmişti. Ece ise biraz geriden ama hızla ona yetişiyordu.

Masada kahkahalar yükselirken, biraz önceki kırgınlıklar, yorgunluklar, hatta öfke... hepsi, ısırılan sıcak hamburgerlerin, gülüşlerin ve paylaşılan dostluğun içinde eriyip gitmişti.

Verandadaki hamburgerler hızla tükenirken, Ece dirseklerini masaya dayayıp başını yana eğdi. Bakışları Azra’ya kayarken kaşları hafifçe çatılmıştı.

“Arda hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordu, sesi buğulu bir merak taşıyordu.

Azra, ağzındaki lokmayı yavaşça çiğnerken Ece’ye baktı. “Hangi konuda?”

Ece ketçaplı parmağıyla havayı işaret etti. “Yetisini geliştirmesi konusunda. O çocuğun yardıma ihtiyacı var.”

Azra bir an düşündü, sonra başını salladı. “Evet, kesinlikle,” dedi ciddi bir ifadeyle. “Onu biraz çalıştırmak şart.”

“Bence de,” diyerek destekledi Ece, hafifçe doğrulup sandalyede dikleşti. “Ne dersin, küçük bir program mı hazırlasak? Mesela pratik günleri ya da grup dersleri gibi bir şey?”

Azra derin bir iç çekti. Omuzları ağır bir yük taşır gibi hafifçe düştü. “Olur... ama önce benim dersleri toparlamam lazım. Dövüş sanatları, şifalı bitkiler, iksir... bir de o lanet edebiyat ödevi ve” duraksayıp yüzünü buruşturdu, “sahne korkusu meselesi var tabii.”

“Piyes!” diye bağırdı Ebru, sanki zihninden yıldırım gibi geçmiş gibi heyecanla. “Piyes yazmamız lazımdı! Unuttuk!”

Azra kaşlarını kaldırıp iç geçirdi. “Yazılmış bir tanesini oynasak olmaz mı? Hani klasik bir eser falan?”

Ece hemen araya girdi, ellerini havaya kaldırarak itiraz etti. “Hayır, olmaz! O zaman tam puan alamayız. Kendimiz yazmamız gerekiyor.”

Ağzı dolu halde konuşan Aslı’nın sesi boğuk ama neşeliydi. “ Tam puan üzerinden değerlendirilmeyelim ne olacak ki... dünya başımıza yıkılmaz ya...”

“Olmaz,” dedi Ece, parmağını sallayarak. “Ben tam puan almak istiyorum. Hatta on puan fazlasını bile alsam fena olmaz!”

Azra ellerini kaldırarak ortamı yumuşatmaya çalıştı. “O zaman oylama yapalım. Yazılmışı oynayalım diyenler?”

Ece hariç herkes ellerini neşeyle kaldırdı. Ece dudaklarını büzdü, omuzlarını düşürüp sitemkâr bir bakış attı.

“Arda ve Can burada yok ama,” dedi, hala umudu kesmemiş gibi. “Onlara da sormamız lazım bence.”

Aslı elini sallayıp gözlerini devirdi. “Hiç gerek yok. Eminim onlar da yazmak istemezler. Yazıyla uğraşacak tiplemeler mi sanki?”

Ece derin bir iç çekti, sonunda teslim oldu. “Of! Tamam, yazılmışı oynayalım. Ama seksenden düşük alırsak, hepinizi boğarım, ona göre!”

Ebru kahkahasını zor tuttu, başını Azra’ya çevirip bir parmağıyla onu işaret etti. “Azra’yı ağaç yaparsak seksen garanti!”

“Çok komik,” dedi Azra kuru bir gülümsemeyle, gözlerini devirdi. Ama hemen ardından eline geçirdiği ketçap şişesini Ebru’nun yüzüne doğru sıktı.

“Ah! Şimdi görürsün sen!” diye bağıran Ebru, refleksle eline geçen mayonez tüpünü kaptığı gibi Azra’nın saçına boca etti.

Aslı kahkahalarla masaya yaslandı, yüzü neredeyse ketçaplı hamburger kadar kırmızıydı. “Mayonez saçı besliyormuş Azra, iyi oldu vallahi!”

Azra gözlerini kıstı, bir intikam planı gibi gülümsedi. Elinde beliren başka bir mayonez tüpünü Aslı’nın kafasına boşaltırken, “Madem besliyor, sen de eksik kalma!” dedi.

Aslı çığlık atarak kalktı, eline geçirdiği sos hedef değiştirdi. “Asıl Ece’nin ihtiyacı var, saçları yandı ya bugün!” diyerek tüpü Ece’nin saçlarına sıktı.

Ece bir anda yerinden fırlayıp masadan uzaklaştı, saçlarına yapışan mayonezle bağırdı: “Delirdiniz mi siz?!”

Kısa süre içinde masa bir savaş alanına dönmüştü. Soslar havada uçuşuyor, kahkahalar verandayı çınlatıyordu. Ketçaplı, mayonezli eller birbirine bulaşıyor, neşeleri karanlık bir günün ardından doğan güneş gibi iç ısıtıyordu.

Sonunda Ebru gözlerinden yaş gelene kadar gülerken ayağa kalktı. Bir el hareketiyle hem masayı hem de üzerlerindeki tüm sosları temizledi.

“Hadi,” dedi gülümseyerek. “Bitlenmeden duşa girelim artık!”

Azra tam “Ben duşu halledeyim,” diyecekken Ece birden ayağa fırladı. Sandalye neredeyse devriliyordu.

“Ben gidiyorum!” diye bağırdı ve terlikleriyle cızırdayan taş zeminde banyoya doğru koşturdu.

Beş dakika sonra banyonun kapısını hafifçe aralayıp içeri başını uzattı. Yüzü sevinçle ışıldıyordu.

“Su hazır, gelin hadi!”

Kızlar gülüşerek bikinilerini kaptılar. Banyo kapısından içeri girdiklerinde bir an için hepsi durakladı. Burası artık sıradan bir banyo değildi. Duvarlar yumuşak bir sisle örtülüydü. Tavandan ince, ılık bir şelale akıyor, su zemindeki doğal taşlardan oyulmuş bir havuzda birikiyordu. Suyun üstünde hafifçe buhar yükseliyor, ıslak taşların arasından ince bir lavanta kokusu yayılıyordu.

“Vay canına...” dedi Aslı, gözlerini kocaman açarak.

“Ece, sen tam bir dehasın,” diye mırıldandı Ebru, parmak uçlarında ilerleyerek suya yaklaştı.

Hiçbiri daha fazla dayanamadı. Kahkahalar eşliğinde kendilerini suya bıraktılar. Azra’nın suya atlayışı ortalığı bir anda çalkaladı. Ardından Aslı Ece’yi kolundan tutup suyun altına çekmeye çalıştı. Kısa süre sonra şelalenin altında minik bir su savaşı patlak verdi. Çığlıklar, kahkahalar, fısıltılar karıştı birbirine.

Sonunda yorulmuş, saçları sularla ağırlaşmış halde havuzdan çıktılar. Bornozlarına sarınıp ıslak ayaklarıyla koridorun taş zemininde yürürken hala kıkırdayıp duruyorlardı. Azra'nın odasına geldiklerinde, yuvarlak yatak onları bekliyordu.

Yatakta yan yana uzandıklarında hepsinin yüzünde aynı anda parıldayan cilt maskeleri belirdi. Maskeler lavanta ve gül esansı kokuyordu, dokuları yumuşacık ve serindi.

Azra ellerini başının altına koyup tavana baktı. “Sabahları daha erken kalkıp idman yapmam lazım,” dedi, sesi yarı kararlı, yarı yorgundu.

Aslı bir yandan esnerken bir yandan başını yana çevirdi. “Ben uyumayı tercih ederim. Kendi sağlığım için,” dedi göz kırparak.

Ece kahkahasını tutamayarak Aslı’ya katıldı. “Aynen, sabah idmanı falan mı? Rüyamda belki.”

Ebru başını Azra’ya döndürdü, gözlerinin içi gülüyordu. “Ben sana eşlik ederim istersen.”

Azra başını hızla ona çevirdi, yüzünde abartılı bir mutlulukla. “Yaşasın! İşte benim en sevdiğim arkadaşım!”

Ebru, Azra’nın teatral tavrına gülerek karşılık verdi. “Hadi oradan.”

Bir süre sonra maskeleri çıkardılar, yüzlerini ılık suyla temizleyip pijamalarını giydiler. Oda lavanta kokusu ve taze temizlik hissiyle dolmuştu. Tavandaki minik yıldız ışıkları loş bir gece etkisi yaratıyordu.

Ece, yatağın kenarına oturup ayaklarını sallarken başını yana eğdi. “Biraz şarap içsek mi?”

Ebru anında dikleşti. Kaşları çatıldı, sesi tam bir uyarı tonundaydı. “Şarap falan yok! Geçen seferkini unuttun mu? Sarhoş olup spor salonuna dalmıştınız. Okuldayız hâlâ, Sare duyarsa hepimizi gebertir!”

Aslı kıkırdadı, yastığa kafasını gömdü. “Heh, konuştu yine bizim öğrenci temsilcimiz...”

Ebru'nun bu sorumluluk dolu tarafı, arkadaşları için hem güven kaynağı hem de tatlı bir alay konusu olmuştu.

Azra ellerini kaldırarak araya girdi. “Tamam tamam, içmeyelim. Hafta sonu dışarıda içeriz. Bugünlük abur cuburlarla yetinelim. Film gecesi zamanı!”

Ece hemen ikna oldu, omuzlarını silkerek yataktan yuvarlandı. “Tamam tamam,” dedi, üzerinde rahat pijamaları belirirken. Diğerleri de hızla giyindi.

Azra’nın yuvarlak yatağının tam karşısındaki duvarda, kavisli bir ekran belirdi. Görüntü önce titrek bir parıltıydı, sonra netleşti. Ece, yatağa patlamış mısır dolu bir kaseyle yerleşmişken heyecanla seçtiği filmi başlattı.

“‘Benimsin’, başlasın bakalım!”

Kızlar, yan yana dizilip bacaklarını uzattılar. Kucaklarında abur cubur tabakları, battaniyelere sarılmış halde ekranı izlemeye koyuldular. Film başlar başlamaz odaya kahkahalar yayılmaya başladı; sahneler gerçekten komikti, ama en çok Ece'nin filmi durdurup yaptığı açıklamalar güldürüyordu.

“Bak şimdi,” dedi, sahnelerden birinde sesi yükselerek, “şu oyuncu var ya, Anterius'tan. Vücuduna bakılırsa orada savaş sanatı dersleri çok sıkı. Bu karakter var ya... o işte Karius mezunu. Telekinetik savunma dalında ödül almıştı.”

Ece'nin anlattıkları bitmek bilmiyordu. Hatta birkaç oyuncunun kendi okullarından mezun olduğunu, bazılarının hangi yeteneklerde uzmanlaştığını bile tek tek sıralıyordu. Normalde bu kadar kesinti Aslı’yı çileden çıkarırdı ama bu sefer tuhaf bir şekilde sesi çıkmadı. Hatta bir kez bile “Devam et artık!” demedi. Yalnızca ağzı doluyken mısır tanelerini hışırdatıyor ve başını sallıyordu. Azra, yan gözle ona bakıp gülümsedi.

Filmin ortasına doğru, dışarıda camlara vuran ilk yağmur damlaları duyuldu. Damlaların sesi, ekranın loş ışığıyla birleşince odada huzurlu bir hava oluştu. Azra yerinden kalktı, küçük bir masa üzerindeki birkaç mumu yaktı. Odanın içine tarçın ve vanilya kokusu yayıldı.

“Hmm,” dedi Ece, gözlerini kısıp etrafa bakarak. “Ayy, çok romantik oldu.”

Azra gülümsedi, mumun alevini izlerken Ece’nin sesiyle irkilen Aslı hemen atıldı:

“Bayılıyorsun böyle şeylere! Sana bir koca bulacağım ben, onunla yaşarsın romantizmini.”

Ece'nin kaşları havalandı. Bir yastığı kapıp hiç düşünmeden Aslı’nın kafasına geçirdi.

“Sen önce kendine bul kocayı!”

Aslı, Ece'ye karşılık vermek için elini uzattı ama yanlışlıkla elindeki yastığı Azra'nın yüzüne yapıştırdı. Azra’nın şaşkın “öf!” sesi duyulduğunda, Ece hızlıca filmi durdurdu. Ardından bir saniyelik sessizlikten sonra hep birden kahkahayı bastılar.

Ve savaş başladı.

Yastıklar havada uçuştu. Birinin saçına mısır yapıştı, diğeri battaniyeye dolanıp yere yuvarlandı. Azra kahkaha atarken karşılık olarak Ece’nin yastığını koluyla savuşturdu. Kısa sürede ortalık kuş tüyleriyle doldu; havada dans eden beyaz tüyler, mum ışığında rüya gibi görünüyordu. Her köşeye abur cubur saçılmıştı. Ama kimsenin umrunda değildi.

Nihayet kahkahalar kesildi, savaş yorgunluğuyla bedenler gevşedi. Kızlar yatağın üzerine yayılmış, nefes nefese birbirlerine bakıyorlardı. Tüylerle kaplı yüzlerinde hâlâ gülümsemeler vardı.

Ebru, gözlerini devirdi ama dudaklarında hafif bir tebessüm belirdi. Sessizce avuç içlerini yukarı çevirdi. Parmaklarından yayılan yumuşak, beyaz bir ışık odayı sardı. Dağılan yastıklar toparlandı, abur cuburlar yok oldu, tüyler havada süzülerek yerine döndü.

“Bir gün şu enerjinizi iyi bir şeye kullansanız, hepimiz kurtulacağız,” dedi alayla.

Ece kıkırdayarak tekrar yataktaki yerine yerleşti, filmi başlattı. Ekran ışığı yeniden odayı aydınlattığında, herkes battaniyelerine geri dönmüştü.

Bir süre sessizce filme daldılar. Sonra Ece gözlerini ekranın sağ köşesine dikti, başını yana eğerek parmağını uzattı.

“Şu çocuğa bayılıyorum ya!” dedi hayranlıkla.

Azra, Ece'nin işaret ettiği oyuncuya baktı. Kısa saçlı, asker tipi, sert hatlı ama sıcak bakan biriydi. Filmde başrol erkeğin en yakın arkadaşıydı. Görüntüsünden kararlılık, disiplin ama aynı zamanda güven yayılıyordu.

“Anterius’tan mı?” diye sordu Azra, ilgisini gizlemeyen bir ses tonuyla.

Ece bir an duraksayıp iç çekti. “Evet... son senesiymiş.”

Azra, başını hafifçe yana yatırdı. Gözlerinde tatlı bir merak vardı. “Hoş görünüyor. Neden tanışmıyorsun?”

Ece battaniyenin altına girdi, sadece gözleri görünüyordu. “Nerede görüp tanışacağım sanki?” diye homurdandı, sesi burun kıvamında.

Azra başını ona doğru eğip ciddi bir yüz ifadesi takındı. “Adı ne?”

“Efe.”

Azra dudaklarında umut dolu bir tebessümle başını salladı. “Kim bilir... Belki bir gün tanışırsın.”

Ece bu cümleye sessizce gülümsedi. Mumların titrek ışığı, yüzünde kırılgan bir hayali yansıttı.

Film, ekranın üstünde son jeneriklerle ağır ağır akarken, içerideki kahkahalar henüz dağılmamıştı. Ece, son mısır tanelerini avucuyla kasesinden sıyırdı ve bir anda ayağa fırladı.

“Hadi! Kahve ve Tabu vakti!”

Azra tebessüm ederek başını iki yana salladı ama o da çok geçmeden kalktı. Kısa süre içinde ellerinde dumanı tüten kahveler, kutu oyunuyla birlikte verandaya geçtiler. Yağmur hâlâ ince ince yağıyordu, damlalar tavan saçaklarından süzülerek verandanın taş zeminine düşüyor, loş lambaların ışığında parıldıyordu.

Ece ellerini ovuşturarak tahtaya vurdu. “İki takım: Aslı ve ben, Ebru ve Azra!”

Kartlar karıştı, fincanlar kenara çekildi. Oyun başladığında kelimeler birer ok gibi havada uçuşmaya, bağırışlar ve kahkahalar birbirine karışmaya başladı. Ebru’nun sessiz taktikçiliği Azra’nın sezgileriyle birleşince, tahminler hızla doğru cevaplara dönüşüyordu. Aslı ise anlatırken jest ve mimiklerini abarttıkça abartıyor, Ece de kahkahalarla ipuçlarını yakalamaya çalışıyordu.

Ama kartlar bittiğinde skor netti: Ebru ve Azra galipti.

Aslı dudaklarını sarkıttı, kollarını kavuşturdu. “Ama bu sayılmaz. Azra kelimeleri içten içe okuyor, biliyorum!”

Ece kahkaha attı. “Bırak Allah aşkına, yine yenilgiyi hazmedemedi.”

“Hazmettim! Sadece... adil değil,” diye homurdandı Aslı, ama gülümsememek için dudaklarını ısırıyordu.

İçeri geçtiklerinde evin içindeki sıcak hava, dışarının serinliğine kıyasla sarıp sarmalayan bir huzur gibi hissettirdi. L koltuğa yayıldılar; battaniyeler tekrar çekildi, kahve fincanlarının yerini gevşek esnemeler aldı. Ama Aslı’nın enerjisi henüz tükenmemişti. Aniden yerinden kalkıp ortalığa dikildi.

“Şimdi size... Fizik öğretmenimiz Batu'nun taklidini yapacağım!”

Omuzlarını gerip yüzüne sert bir ifade takındı, sonra sahte bir ciddiyetle burnunu havaya dikti. “Disiplin! Zihin disiplini olmadan bir molekül bile yerinden kıpırdamaz!”

Azra gözlerini devirdi, Ebru kahkahasını yastığına gömerek bastırmaya çalıştı, Ece ise karnını tutarak iki büklüm oldu. Aslı sırayla birkaç öğretmeni daha canlandırdı, her biri bir öncekinden daha absürttü. Arada yaptığı jestler o kadar abartılıydı ki, Ebru gülmekten gözlerinden yaş geldiğini fark etti.

Ama bir süre sonra kahkahaların yerini esnemeler aldı. Göz kapakları ağırlaşmış, vücutlar yavaşça gevşemişti.

Azra, battaniyesini düzeltirken yorgun bir sesle konuştu. “Hadi kızlar, uyuyalım artık. Benim pilim bitti.”

“O zaman birlikte uyuyalım!” dedi Aslı anında, enerjisini hâlâ kaybetmemiş tek kişi gibi. Gözleri parladı. “Önceki gibi...”

Fikir herkesin hoşuna gitti. Azra koltuktan kalkıp yatak odasına geçti. Parmaklarının arasından yayılan yumuşak bir ışıkla yatağı daha da büyüttü. Genişleyen yatak, neredeyse tüm odayı kapladı. Geriye yalnızca Azra'nın günlüğünün gözünde durduğu bir komodin, üzerinde yanan gece lambası kaldı.

Dördü yan yana yatağa uzandılar. Battaniyeler altında birer koza gibi, yumuşak yastıklara gömüldüler.

Aslı mırıldanarak battaniyenin altından seslendi. “Ebru, bize bir masal anlatsana...”

Ebru gözlerini kapatmadan önce hafifçe gülümsedi. “Tamam, anlatayım,” dedi dingin sesiyle.

Azra başını yana çevirdi, göz kapakları artık direnemez haldeydi. Mum ışığı, tavana titrek gölgeler yansıtıyordu.

Ebru’nun sesi yavaşça odanın içine yayıldı, rüzgâr gibi yumuşak ve duruydu:

“Bir varmış bir yokmuş… Çok eski zamanlarda, güzeller güzeli bir prenses, kraliçe annesi, kral babası ve üç prenses kardeşiyle birlikte büyük bir sarayda yaşarmış...”

Masal ilerledikçe odada nefesler yavaşladı, bedenler gevşedi. Ebru’nun anlatımı bir ninniye dönüştü. Azra’nın zihninde prensesin silueti belirdiği anda, göz kapakları tam anlamıyla kapandı.

Ve düşler, sessizce odaya süzüldü.

Gece, derin sessizliğiyle odayı sarmıştı. Dışarıda yağmurun aralıksız dövülen melodisi, zamanın yavaşladığı bir ana eşlik ediyordu. Loş gece lambasının solgun ışığında, Ece'nin bedeni birden gerildi. Dudakları kıpırdamaya başladı; sesi önce fısıltı gibiydi, sonra giderek ürkütücü bir netliğe ulaştı:

“Altı dost çağrılınca göreve, içlerinden birisi gidecek bilinmeze.”

Azra'nın gözleri bir anda açıldı. Uyku hâli yerini tetikte bir farkındalığa bıraktı. Ece'nin sesi devam ediyordu, gözleri hâlâ kapalıydı ama sesi... sanki başka bir varlığa aitti.

“Son nefesini verirken bir diğeri, ölümü pahasına göze alacak düşmanını yenmeyi.”

Azra, kalp atışlarını bastırmaya çalışarak komodinin üzerindeki günlüğü ve kalemini kaptı. Satırları kaçırmamak için hızla not almaya başladı. Kalemi elinde titriyordu.

“Düşmanlar dayanınca Antares’in surlarına,”

Ece'nin sesi bir an için kesildi, sonra göğsünden yükselen bir çığlıkla son sözler döküldü dudaklarından:

“Yok olacak her şey birinin çığlığında!”

Aslı yatağın ucunda çoktan uyanmış, korkuyla Ece’nin yanına çömelmişti. Elleri panikle onun omuzlarına sarıldı, sesi titrek ama çaresizdi.

“Ece! Buradayız, tamam mı? Gözlerini aç! Lütfen!”

Ece'nin vücudu bir anda sarsıldı. Boğuk bir nefesle, “Hayır!” diye haykırdı ve gözleri ansızın açıldı. Gözbebekleri büyümüştü, kızarmış gözlerinin içi panikle doluydu. Odaya ve arkadaşlarına boş boş bakarken, içini bir türlü atamadığı bir korkunun içinde hapsolmuş gibiydi.

Ebru yorganını bir kenara fırlatıp fırladı. Mutfaktan bir bardak su getirirken elleri titriyordu. Geri döndüğünde diz çöküp bardağı Ece'nin ellerine tutuşturdu.

Azra, günlüğü hâlâ elinde, usulca yaklaştı. “İyi misin?” diye sordu, ama sesi fısıltıdan ibaretti; kendi de ne kadarını bilmek istediğinden emin değildi.

Ebru'nun dudakları aralandı, gözleri hâlâ dehşetle Ece’nin yüzüne kilitlenmişti. “Bir kehanet söyledin...” dedi, boğazı kurumuştu. “Ne gördün, Ece?”

Ece, bardağı iki eliyle kavrayıp yavaşça yudumladı. Titreyen parmakları camın çevresinde solgun bir kelebek gibi duruyordu. Gözleri hâlâ oda içinde bir şeyler arıyormuşçasına gezindi.

“Ben…” Sesinde bir çocuk gibi kaybolmuştu. “Hatırlamıyorum. Sadece... her yer... alevler içindeydi. Başka hiçbir şey yok. Ne söyledim ben?”

Azra, günlüğünü açtı, kalemiyle altını çizdiği satırları yavaşça okudu. Her bir mısra, odanın içinde yankılandı. Ece'nin gözleri her sözcükte biraz daha büyüdü. Solgun teni bembeyaz kesildi. Başını iki yana sarsa da kehanetin ağırlığı bedenine çökmüştü. Gözleri, kendisine neler olduğunu anlatan bir cevap arar gibi Azra’ya saplandı.

Aslı, Ece’ye biraz daha sokuldu. Bir kolunu onun omzuna dolarken diğer elini başına koydu. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı ve içinden yayılan sıcak bir enerjiyi Ece'nin zihnine yöneltti. Odanın havası bir anda yumuşadı. Telepatik bir sakinlik dalgası, Ece’nin içindeki fırtınayı bastırmaya başladı. Titremeleri azaldı, gözleri yarı kapandı ve sonunda vücudu yorgun bir nefesle gevşeyerek yattığı yere sindi. Aslı, hemen ardından Ebru’ya döndü. Onun yüzünde de aynı dehşet okunuyordu. Ebru’nun göz altları kararmış, dudakları aralanmıştı. Aslı bir an bile tereddüt etmeden elini onun alnına koydu. Aynı sıcaklık dalgası bu kez Ebru’ya yayıldı. Ebru’nun bakışları yumuşadı, gözleri kapanırken dudaklarından derin bir nefes döküldü.

Azra, odadaki sakinlik anını izledi. Ama sadece bir an sürdü. Aslı'nın bakışları birden sertleşti. Göz kapaklarının altındaki turuncu parıltı yavaş yavaş belirginleşti. Başını kaldırdı ve Azra’ya dik dik baktı.

Azra ona kaşlarını çattı. “Aklından bile geçirme.” Sesi düşüktü ama keskin. İtiraz götürmez bir tonla ekledi: “Ben kendim uyurum.”

Aslı, sessizce yaklaştı. Kaşlarının arasında çatılmış bir gölge vardı, sesi yumuşaktı ama içinde kararlı bir ton vardı. “Emin misin?”

Aslı bir şey söylemeden başını çevirdi ama Azra'nın gözleri onun kararsızlığını çoktan okumuştu. Göz göze geldiklerinde Aslı direnmeye çalıştı, çenesi hafifçe titredi. Ama Azra zihnine dokunduğunda, içinden yükselen o sıcak, dingin komut zihnine usulca yerleşti. "Uyu..." Göz kapakları ağırlaştı, bakışındaki şaşkınlık kısa süre içinde teslimiyete dönüştü. Sonunda, hiçbir söz söylemeden uykuya yenik düştü.

Oda tekrar sessizliğe büründü.

Azra, yatağın kenarına oturdu. Lambanın solgun ışığı yüzünü solgunlaştırıyor, günlüğün sayfaları önünde titreyen bir kehanet gibi duruyordu. Elini satırların üzerinde gezdirdi. Her kelime, içine işleyen birer mühür gibiydi.

Altı dost…

Bilinmeze gidecek biri…

Birinin ölümü, birinin çığlığı...

Biz miyiz o altı kişi?

Göğsünün içinde bir düğüm vardı. Düşmanlar… Antares… ölüm… Kehanetin ağırlığı, uykunun kıyısında bile zihninden gitmiyordu. Kalbinde kıpırdanan o tuhaf his, yakında bir şeylerin değişeceğini fısıldıyordu.

Dışarıda yağmur yeniden şiddetlendi. Damlalar camı tokatlayan minik eller gibi art arda vuruyordu. Zaman yavaşça ağırlaştı. Azra omuzlarına çökmüş bir ağırlıkla bir süre kalakaldı sonra günlüğünü yavaşça kapattı. Bir elini kalbinin üzerine koydu, sonra gözlerini kapattı. Yavaş ve kararsız bir nefesle kendini uykuya bıraktı.

Ama zihni, kehanetin yankısıyla çoktan başka bir diyara adım atmıştı.

 

 

Bölüm : 07.06.2025 18:22 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...