16. Bölüm

BÖLÜM 16

Aysun Arslan
aysunkayaarslan

Alarmın tiz sesiyle göz kapakları titredi Azra’nın. Soluk bir sabah ışığı pencere perdesinden sızarken, elini uzatıp alarmı susturdu. Yavaşça doğrulup yataktan kalktı, birkaç adımda lavaboya gidip soğuk suyla yüzünü yıkadı. Aynadaki yorgun bakışlarıyla kısa bir an göz göze geldi, sonra başını iki yana sallayıp odasına döndü.

Selin hâlâ battaniyeye sarılı, uykunun koynundaydı. Azra sessizce eğilip onu dürttü. "Hadi kalk," dedi yumuşak bir sesle. Selin gözlerini aralayıp mırıldanırken, Azra dolabın kapağını açıp üstünü değiştirdi. Kızlara da günlük giysilerden birkaç parça hazırlayıp kenara bıraktıktan sonra, kendi odasının yanına yürüdü. Akın’ın odasında kalan Pelin’i uyandırdı.

Üçü kısa sürede hazırlandılar. Birbirlerini beklerken yapılan espriler, sabah mahmurluğuna karışan gülüşmeler arasında kapıdan çıktılar. Serin, nemli bir hava karşılamıştı onları. Sokaklar hâlâ uykudaydı ama gökyüzü, yeni bir günün çoktan başladığını haber veriyordu.

Azra, çantasını omzuna atarken arkadaşlarına döndü. "Nasıl uyudunuz?"

Pelin esnedi, gözlerini ovuşturdu. "Ölü gibi... Dün fena yoruldum."

"Ben de," dedi Selin, saçlarını topuz yaparken. "Sen yoktun ya, koşturmaktan mahvoldum. Sabah nasıl oldu anlamadım bile."

Azra içini çekti. Sesi, bir anlığına gecenin gölgesini taşıdı. "Bugün hafta sonu… AVM tıklım tıklım olur, daha beter olacağız."

"Bir de kargolar var..." dedi Selin, yüzünü buruşturarak.

Pelin hemen araya girdi, sesi biraz daha gergindi şimdi. "Ev meselesi! Eşyalar bugün geliyor, nasıl yerleşecek hepsi bir günde..."

Azra hafifçe başını salladı, ona destek vermeye çalıştı. "Annemle Akın evde olur erken gelirsen, haber verirsin. Zehra Teyze de yardım eder belki."

"Umarım canım," dedi Pelin, ama gözleri hâlâ kaygıyla doluydu.

"Biz de iş çıkışı hemen geliriz," diye ekledi Azra, Selin onaylarcasına başını sallarken.

Azra bir an duraksadı. Aklına takılan konuya girmemek için kendi içinde direndi ama dayanamadı: "Şu Semih... Yine bir tatsızlık çıkarmaz umarım?"

Pelin’in yüzü karardı. Sözlerini yavaşça, ama kararlılıkla söyledi. "Bu sefer şikayet ederiz ama, değil mi Selin?"

Selin’in adımları yavaşladı, tereddütle başını çevirdi. "Mert korkuttu ya dün onu… Sanmam geleceğini."

Azra dudaklarını birbirine bastırdı. "Önce de korkmuştu ama..."

"Gelirse şikayetçi olacağım, söz," dedi Selin. Bu sefer sesinde daha az tereddüt, daha çok kendine güven vardı.

O sırada Azra, diğer ikisinden ayrılıp farklı bir sokağa saptı.

"Azra, niye buradan gidiyoruz?" dedi Selin, arkasından. Kaşları hafifçe çatılmıştı. "Normal yolun değil."

Azra omzunun üzerinden kısaca baktı. "Canım böyle istedi bugün," dedi, Mert’le yaptığı iddiayı anımsayarak ama konuyu açmayarak.

Pelin ona kuşkuyla yan baktı. “Peki bakalım...”

Yürürlerken konuşma tekrar Pelin’in ailesine döndü. Azra endişesini gizleyemedi. "Sizinkiler bu ev olayında sorun çıkarmasın sonra?"

Pelin dudak büktü. "Ne yapabilirler ki? Reşitiz."

"Rezillik çıkarabilirler," diye atıldı Azra. “Zehra Teyze de rahatsız olur, sonuçta ev onun altı.”

"Evi bilmiyorlar ki," dedi Selin, kollarını göğsünde kavuşturarak. "En fazla iş yerine gelirler."

"O da kötü," dedi Azra. "Orada rezil olursunuz."

Selin durdu, kararlılıkla gözlerini Azra’ya dikti. "Ne olursa olsun, kararımızı verdik Azra."

Fırının önünden geçerken ılık poğaça kokusu yayıldı sokağa. Kısa bir duraklamayla içeri girip üçer poğaça aldılar. Pelin veda edip ayrıldıktan sonra, Azra ile Selin iş merkezine doğru adımlarını hızlandırdı. Gün yeni yeni kendini göstermeye başlıyordu ama üzerlerinde geceden kalma yorgunluk hâlâ ince bir sis gibi dolanıyordu.

 

“Yine de…” dedi Azra, adımlarını yavaşlatıp Selin’e baktı, sesi düşük ama netti. “Bu ev işi biraz oldu bittiye gelmedi mi sence? Hem, eşyalarınızı evden almanız gerekmiyor muydu?”

Selin derin bir nefes aldı, dudakları kenetliydi. Sonra başını eğip kısa bir sessizliğin ardından konuştu. “Aslında biz geçen gece aldık eşyalarımızı, Azra. Evi terk ettik. Benim eşyalarım şimdilik iş yerindeki giyinme odasında duruyor.”

Azra durdu, şaşkınlıkla bir adım geride kalmıştı. “Dün neden söylemedin?”

“Ailenin yanındaydık,” dedi Selin, sesi kısılmıştı. “Konuşmak istemedim.”

“Nasıl oldu peki?” Azra'nın kaşları çatılmıştı, adımları hızlanmıştı yeniden. “Nerede kaldınız?”

“Cansu’da,” dedi Selin. “Sabah da eşyaları alıp iş yerlerimize bıraktık.”

“Annenler…” Azra tereddüt etti, sonra isimleri teker teker söyledi. “Ethem amca, Gülcan teyze… Onlar izin mi verdiler?”

Selin’in yüzü gölgelendi. Dudaklarının kenarı hafifçe titredi. “İzin falan vermediler. Evde kıyamet koptu. Etmedikleri hakaret kalmadı…” Gözlerini kaçırdı. “Artık bir ailemiz yok gibi bir şey.”

Azra bir an duraksadı. Sormak istediği çok şey vardı ama Selin’in bakışlarındaki kırılganlık her kelimeyi geri itti.

“İş yerine gidelim, anlatırım,” dedi Selin sessizce. Azra da başını sallayıp sustu.

Birlikte güvenlikten geçip AVM’nin loş koridorlarında yürürken Selin’in omzundaki yük adeta görünür hâle gelmişti. Giyinme odasına geçtiklerinde Azra, bir köşeye yığılmış iki valizi fark etti. Selin sessizce onlara yöneldi, valizin fermuarını hafifçe düzeltti.

Üstlerini değiştirip danışma bankosuna çıktılar. Gün henüz başlamamıştı ama kargo kolileri masanın altını doldurmuş, Azra’ya uzun bir günün sinyalini vermişti. Bilgisayarı açarken, Selin iki çay ve kahverengi bir poşette poğaçalarla geldi. Sandalyeye oturup sıcak kupayı Azra’ya uzattı.

Çaydan bir yudum aldıktan sonra poğaçaya diş geçirdiler. Sessizlik, ilk lokmalarla bozuldu. Sonra Selin anlatmaya başladı.

Önceki gece nasıl sessizce eşyalarını topladıklarını, valizleri sürükleyerek salondan geçerken babalarına yakalandıklarını anlattı. Gözleri sabit bir noktaya dikiliydi; sesi kararlı ama içinde kırık bir yankı vardı. Tartışmanın bir anda büyüdüğünü, babalarının sesinin duvarları inlettiğini, neredeyse şiddete başvurduğunu söyledi. Annesi, kapıyı üzerlerine kilitlemişti.

“Pelin polisi aramakla tehdit etti,” dedi Selin. “Reşitiz dedi… Sesini yükseltti. Başka çaremiz yoktu.”

Azra gözlerini kaçırdı, Selin devam ettikçe yumruğu boğazına oturmuş gibiydi.

“Annem… Suçladı. ‘Rahat battı size’ dedi. ‘Annelik hakkım var benim’ deyip ağladı.” Selin derin bir nefes aldı. “Ama biz de susmadık. Bu kadarını hak etmedik.”

“Babanız…” Azra’nın sesi kısılmıştı.

“‘Sizi silerim,’ dedi. ‘Bu eve dönemezsiniz. Ne olursanız olun, gidin!’ Sonra annem helallik vermedi… Biz de anahtarları bırakıp çıktık.”

Bir an odanın sessizliğinde sadece AVM’nin uzaktaki uğultusu yankılandı. Azra ne diyeceğini bilemedi. Kıpırdanıp çayına uzandı ama eli kupaya varmadan durdu.

“Ah, Selin…” dedi sonunda, sesi boğuk. “İyi mi yaptınız, kötü mü bilmiyorum…”

Kendi içinde çatışan sesler, birbiriyle kavga ediyordu. Bir yanda, ‘Daha neyi bekleyeceklerdi ki?’ diye haykıran bir vicdan, diğer yanda, ‘Ne olursa olsun, anne baba işte…’ diye sızlanan bir başka yan. Bu gelgitli sessizlikle Selin’in yüzüne baktı; her kelimesi, onu anlamaya çalışan bir kalbin içinden çıkıyordu.

“Belli ki onlar da üzülmüş… Acaba biraz beklese miydiniz?” dedi fısıltı gibi bir sesle.

Selin, Azra’nın gözlerinin içine dik dik bakarak, çenesini hafifçe öne çıkardı. Sesi, göğsünden kopup gelen kararlı bir tonla yükseldi:

"Bekleyecek bir şey yoktu Azra."

Omuzlarındaki yükü hâlâ taşıyormuş gibi dik yürüyordu kelimeleri; her hecede biraz daha sertleşiyordu.

"O evde boğuluyorduk. Kafese kapatılmış gibiydik. Her şeyimiz sorundu onlar için… Arkadaşlarla görüşmek bile." Gözleri kısa bir süre boşluğa kaydı, dudakları titredi ama hemen kendini toparladı. "Ve ben... ben bizi sevdikleri için değil, 'el alem ne der' diye düşündükleri için bu kadar yırtındıklarını biliyorum. İşte asıl bu... bu daha çok kırıyor insanı."

Azra, sandalyesinde biraz doğruldu. Gözleri Selin’in ellerine takıldı, yumruk olmuş, tırnakları avuçlarına gömülüyordu. Sesinde temkinli bir şefkat vardı:

"Saçmalama Selin... o da vardır belki ama... sonuçta onlar anne baba. Severler çocuklarını."

Selin başını iki yana salladı, gözleri kısılmıştı. Yumrukları gevşedi ama sesi kırılmadan durmadı:

"Onlar sevmiyor, Azra!" Yumrukları yeniden sıkıldı. "Anne baba dediğin koşulsuz sever. Beklentilerini karşıladığın için sevip... karşılamadığında senden nefret etmez. Yere batsın öyle annelik, babalık! İstemiyoruz biz!"

Sözcükler, bir baraj kapısının kırılması gibi döküldü ağzından. Azra o an, Selin’in içindeki öfkeyi değil, o öfkenin altına gizlenmiş derin hayal kırıklığını duydu.

Bir an sessizlik oldu. Azra, bir şey demek istedi ama dudakları aralanıp kapandı. Sessizce başını eğdi. Sonunda, neredeyse kendine söyler gibi mırıldandı:

"Benim içime sinmiyor bu şekilde ayrılmanız ama..."

Gözlerini kaldırdı, Selin’in çatık kaşlarına, kenetlendiği dudaklarına takıldı.

"...hayat sizin hayatınız. Bana bir şey demek düşmez tabii."

Selin'in bakışları yumuşamadı. Kaşlarının arasında bir çizgi sabit kaldı. Sadece kısa bir baş sallamayla yanıtladı. O kararı vermişti bir kere; geri dönüş yoktu.

"Biz kararımızı verdik," dedi, sesi bu kez daha alçak ama aynı derecede kararlıydı.

Azra iç çekti. Düşünceleri bir an Cansu’nun evine, valizlerin sessiz çığlığına, kilitli kapıların ardında yankılanan hakaretlere gitti. Gözlerinde bulanık bir ifade oluştu.

"Hayırlısı olsun o zaman," dedi sessizce. "Umarım her şey sizin için daha güzel olur... Madem sizi sildiler, arayıp sormazlar herhalde?"

Selin kısa bir kahkaha attı, ama gülüşü tırtıklıydı, içinde kin vardı.

"Arayamazlar zaten," dedi. Omuz silkti, sesi küçümseyiciydi. "Telefon numaralarımızı da değiştireceğiz."

Azra'nın kaşları birden çatıldı. Endişesi, kelimelerin arasına sızmadan duramadı:

"Yapmayın ama! O kadar da değil Selin. Ne olursa olsun iyi olduğunuzu bilmeye hakları var. Yazık değil mi onlara? Size bir zarar gelse... onların canı sizden çok yanar, emin ol."

Selin, dudaklarının kenarına acı bir gülümseme yerleştirip başını iki yana salladı. Gözleri bu kez Azra'nınkilerde değil, uzak bir noktadaydı.

"Azra... kendi ailenle mi karıştırıyorsun sen?" İç çekti, göz kapakları bir an kapandı. Sonra başını hafifçe eğip gülümsemesini daha da keskinleştirdi. "Onların hiçbir şeye hakkı yok. Canları yanarmış... Bizim canımızı en çok onlar yaktı. Nefret ediyoruz ikisinden de."

Bu sözler Azra’nın içine oturdu. Selin’in dudaklarından dökülen bu son cümle, ona çocuksu bir isyan gibi geldi. Ama altında yılların kırılmışlığı, görülmemişliğin yankısı vardı. Selin bir çocuk gibi bağırmıyordu, kırılmış bir yetişkin gibi susuyordu aslında.

Azra, tartışmanın daha derin bir çukura düşmesini istemedi. Derin bir nefes aldı. Ses tonu bir anda değişti, daha ölçülü, daha gündelikti.

"Neyse," dedi. "Hayırlısı olsun bakalım. Hadi şu kargoları halledelim. Sen oku, ben yazayım. Öğleden sonra gelenleri de bugün bitirelim ki yarın sen izinliyken ben tek başıma uğraşmayayım."

Selin, bu ani geçişe önce bir anlık duraksamayla baktı. Sonra başını salladı. Gözlerindeki öfke yavaşça dağılırken, kalemini aldı ve evrak yığınına yöneldi.

"Tamam," dedi kısa ama yorgun bir sesle. "Halledelim."

AVM kalabalığı hafta sonu öğle saatlerine doğru doruğa tırmanırken içerideki hava da yavaş yavaş ağırlaşmaya başlamıştı. Yemek katından yükselen baharatlı kokular, mağazaların önünde birikmiş kalabalıklar, bankolarının hemen önünde sürekli çınlayan çocuk sesleri... Her şey, Azra'nın başını ağrıtan bir gürültü senfonisine dönüşüyordu. Bu kaosun ortasında çalışmaya başlamışlardı ama Azra'nın zihni hâlâ Selin'in söylediklerine takılıydı.

Kızların evi terk etme biçimi bir türlü içine sinmiyordu. Gözlerinin önüne Ethem Amca’nın yorgun yüzü, Gülcan Teyze’nin sessiz bakışları geliyordu. Belki hataları vardı, belki yetersizlerdi... ama yine de onlardı. Aileydiler. Azra içini çekti. Ama hayat onların hayatı... bana karışmak düşmez, diye düşündü ve elindeki evrakları kargoya girmek için sisteme yöneldi. Onlar en yakın arkadaşlarıydı. Ne yaşanırsa yaşansın, ihtiyaçları olduğunda yanında olmalıydı. Destek olmalıydı. Kararları ne kadar sert olursa olsun... saygı duymaktan başka yapabileceği bir şey yoktu.

Son kargonun çıktısını yazıcıdan aldı, masaya bırakırken bir an durakladı. Omuzları farkında olmadan kasılmıştı; derin bir nefes alarak kendini toparladı.

Öğle molası geldiğinde Azra sessizce kulaklığını taktı, sıradanlığına sığınır gibi merdivenlerden yemek katına çıktı. Selin, bankoda kalıp gelen telefonlarla ilgilenmeyi üstlenmişti. Kalabalığın uğultusu yukarıda daha da yayılıyordu; metalik çatalların tabaklara çarpışı, sipariş anonsları, kahkaha sesleri... Azra sıraya girerken cep telefonunu kontrol etti. Ekranda, Mert’ten gelen bir mesaj parlıyordu.

Gözlerinin içi güldü. Parmakları mesajı açarken, yüzünde istemsiz bir tebessüm belirdi. Kalbi hafifçe hızlandı.

“Günaydın, nasıl geçiyor günün?”

Mesaj yaklaşık iki saat önce gelmişti. Azra hemen cevapladı:

“Tünaydın, yoğun.”

Mert mesajı okur okumaz gülümsedi. Azra’nın kısa ve net cevapları, onun doğrudanlığını yansıtıyordu. Hemen yazdı:

“Meşgul etmeyeyim o zaman. Sadece hatırını sormak istedim.”

Azra, mesajı okurken kaşları hafifçe kalktı. Dudakları kıvrıldı. Bu tür oyunları seviyordu.

“Beni düşündüğün için değil yani?” diye yazdı, muzip bir ışıltıyla göz kırpar gibi.

Mert, kahkaha atmamak için dudaklarını ısırdı. Parmakları tuşlara seri dokundu:

“Özgüven patlaması mı yaşıyorsun? :)”

Azra kıkırdadı, başını iki yana sallayarak.

“Bırak bu ayakları.”

“Sen yoğun değil miydin?” Mert’in sesi neredeyse yazının arasından duyuluyordu. Demek ki vakit ayırıyorsun, diyordu satır aralarında.

Azra da oyuna devam etti.

“Şu anda öğle molasındayım. Yemek yiyorum.”

“Afiyet olsun. Ne yiyorsun?”

Mesajın ardından bir anlık duraksama. Azra bu basit merakı bile kontrol etmeyi seviyordu.

“Teşekkürler ve seni ilgilendirmez.”

Mert gözlerini devirdi. Ekrana bakarken yine de güldü.

“Bayan huysuz, gerçekten sinir bozucusun.”

Azra dudaklarını ısırarak gülümsedi. Sinir bozucuymuş, öyle mi? Pekâlâ.

Bir fikir geldi aklına. Şimdi sırasıydı.

“Onu bunu bırak da, Pelin senden hoşlanmış gibi? Ne yaptın kıza beş dakikada? Bence bir ara çıkın da tanışın.”

Mert’in kaşları hafifçe çatıldı. Cevabı hazırlarken gözleri kısıldı. Konuyu değiştirme çabası barizdi ama ona alan bırakmayacaktı.

“Buna sen mi karar vereceksin? Ben ondan hoşlandığımı söylediğimi hatırlamıyorum.”

Azra bu net çıkışı okuyunca, gözlerinde bir parıltı belirdi.

Güzel. Oyunu kurallarına göre oynuyorsun demek.

“Niye, sadece hoşlandıklarınla mı çıkıyorsun sen? :)”

Mert bu tuzağı fark etti. Hafifçe başını yana eğdi, klavyeye yazarken yüzü ciddileşti ama parmaklarında oyunbaz bir kıvraklık vardı.

“Sakıncası mı var?”

Azra, mesajı okurken gözleri parladı. Hazırdı.

“Benden hoşlanıyorsun yani?”

Kalbi birkaç ritim hızlı attı bu sefer. Yazdığı an, cümle ekranda dururken geri almak istedi ama artık çok geçti.

Mert bu beklenmedik hamleye karşı ustaca bir manevra yaptı. Gülümseyerek yazdı:

“Hayal kurmaya başladın demek. Damatlıkla ne kadar yakışıklı olacağımı da düşündün mü? Hatta çocukların cinsiyetlerini, sayılarını falan? :)”

Azra’nın gözleri kısıldı. Dudaklarından kendiliğinden bir küfür döküldü.

Yine kurtuldu, hem de alay ederek!

Ama gülümsüyordu.

“Seni damatlık içinde hayal edince gülesim geliyor,” diye yazdı. Alaycılığın arkasına hayal kırıklığını gizledi.

“Ayrıca benim tipim değilsin, ben esmer adamları beğeniyorum.”

Mert'in gülümsemesi biraz soldu. Esmer değilmişim ha? Ama bunu belli etmedi.

“İyi o zaman. Esmer olmadığım için şanslıyım demek ki!”

Azra mesajı okuduğunda onun o ‘hafif’ bozulmasını hissetti. Dudaklarını ısırdı ama geri adım atmadı. Bu savaşın kazananı olmayacaktı, en azından hemen değil.

“Ben işe dönüyorum. Görüşürüz.”

“Kolay gelsin.”

Mert’in cevabı kısa ama anlayışlıydı. Sohbetin böyle bir anda kesilmesi onu şaşırtsa da uzatmadı.

Azra telefonu yüzüstü masaya bıraktı. İçinden fısıldadı: Gıcık. Sinir...

Ama yüzündeki gülümseme hâlâ silinmemişti. Bu çocukla uğraşmak tuhaf bir şekilde keyifliydi.

Derin bir nefes aldı, bakışlarını yeniden monitöre çevirdi. Selin yemeğe çıkarken, Azra yeniden aramaları yanıtlamaya koyuldu. Kalabalığın sesleri arasında kendini işe vererek dikkatini toparladı. Selin dönene kadar gelen tüm çağrıları cevaplamış, yeni gelen kargoların teslimatına başlamıştı bile. Parmakları klavyede dans ederken, zihninin bir köşesi hâlâ Mert’in cümlelerinde dolanıyordu.

Selin, elinde iki çay bardağıyla döndü. Bardaklardan çıkan buhar, camın iç yüzeyinde minik damlacıklar oluştururken, Selin birini Azra’ya uzattı. Merakı yüzüne yansımıştı.

“Ee, anlat bakalım şu Mert’i.”

Azra çayı alırken kaşını hafifçe kaldırdı. “Ne anlatayım? Anlattım ya dün.”

Sesi sıradandı ama gözlerinden bir pırıltı kaçtı. Farkında olmadan dudak kenarı da belli belirsiz kıvrılmıştı.

“Hayır, anlatmadın,” dedi Selin, gözlerini kısarak. “Sustuğun her cümlede daha çok şey söyledin aslında.”

Gözlerini Azra’ya dikmiş, o kaçamak ifadelerin altını kazıyordu.

Azra, çaydan bir yudum alıp bakışlarını masa üzerindeki karalamalara çevirdi. Dudaklarını büzerek mırıldandı:

“Ne bileyim Selin... Bir gün konuşmuşuz, karakter tahlili mi yapayım şimdi?”

“Eğlenceli biri gibi,” dedi Selin, hafif gülümseyerek. Azra'nın kıpırdayan kaşını izledi. “Sen ne düşünüyorsun?”

Azra omzunu silkti. Sanki konuyla zerre ilgisi yokmuş gibi bir tavırla yanıtladı:

“Arsız… biraz da sinir bozucu.”

Ama “sinir bozucu” derken dudaklarının kenarı kıvrıldı, çay kaşığıyla bardakta dairesel hareketler çizmeye başladı. Gözleri hâlâ kaçaktı.

Selin güldü. “Sinir bozucu bulduğuna göre hoşuna gitmiştir.”

Azra anında karşılık verdi, sesi bir ton yükseldi. “Alakası yok.”

“Hı hı.” Selin, çayından bir yudum aldı. “Bir daha görüşmeyi düşünüyor musun?”

Azra'nın yanıtı bu kez hızlı geldi, kelimeler düşmesin diye aceleyle döküldü:

“Düşünmüyorum. Zaten iş güç… zaman yok.”

Ama sesi ne kadar kararlıysa, bakışları o kadar dalgındı.

“Saçmalama,” dedi Selin. “Çocuk bayağı hoş.”

Azra hafifçe göz devirdi. “Hoşsa hoş.”

Selin başını yana yatırdı. “Gerçekten çocukça kaçıyorsun. Kabul et: Hoşlandın.”

Azra kaşlarını çattı ama yalanlamadı. Bir an duraksadı, sonra dudaklarının ucuyla hafifçe güldü.

“Beğendim diyelim... Hoşlanmak falan değil. Sadece...”

Gözleri uzak bir noktaya kaydı, kelimeleri havada asılı kaldı. “Önce bir tanımam lazım.”

Selin gözlerini devirdi, kahkaha atmamak için kendini zor tuttu. “Ah, klasik Azra protokolü... ‘Duygu mu? Önce CV’sini alalım, referans kontrolü yapalım, sonra belki.’”

Azra gülmemek için dudaklarını ısırdı. “Ne alakası var?” dedi ama sesi pek de ikna edici değildi.

“Bir şans ver diyorum,” dedi Selin, bu kez daha yumuşak. “Ne bu korku?”

Azra gözlerini kaçırdı. “Benim... bu tarz şeylere ayıracak zamanım yok. İşim var, hedeflerim var..." içinden kendi kendine mırıldandı. "Seperius var, ruh avcıları var bir de kehanet çıktı başıma...”

Son cümleyi alayla söyledi ama altındaki huzursuzluk belli oluyordu.

Selin gözlerini kıstı. “Hiç âşık oldun mu Azra?”

Azra kaşlarını çattı. Bu tür sorular, konuşmayı değil kaçmayı çağırıyordu.

“Bildiğin cevabı sorma,” dedi kısa bir sessizlikten sonra.

“Olmadın işte,” dedi Selin, başını eğerek. “İşte bu yüzden bu kadar kaçıyorsun. Ne olur yani, biri hoşuna giderse? Her şey kontrol altında olmak zorunda mı?”

Azra kaşığını bardaktan çıkarıp masaya koydu, sesi neredeyse duyulmayacak kadar kısıktı.

“İstemiyorum. Bu kadar basit.”

“Hayır, basit değil,” dedi Selin. “Sen sadece... kaptırmaktan korkuyorsun. Kontrolü kaybetmekten.”

Azra bir şey söylemeden ayağa kalktı. “Lavaboya gidiyorum,” dedi fazla hızlı bir şekilde.

Yüzündeki renk bir ton koyulaşmıştı ama gözlerinde bir telaştan çok, kaçma isteği vardı. Arkasını dönerken Selin hâlâ ona bakıyordu.

Selin usulca iç çekti. İşte, yine kaçıyor.

Azra lavabodan dönüp bankoya vardığında Selin, Arap bir müşteriye elleriyle tarifler çizerek bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Kadının yüzü hafif karışmış, ama nazikçe gülümsüyordu. Azra yanlarına yaklaştı, hızlıca durumu kavrayıp akıcı İngilizcesiyle devreye girdi. “Excuse me, can I help you?” Kadın hemen ona döndü, rahatlamış bir ifadeyle yolunu sordu. Azra birkaç cümleyle tarif ettikten sonra teşekkürleri kabul edip yeniden kendi işlerine döndüler.

Gün; gelen-giden kargolar, çalan telefonlar ve sürekli yapılan yönlendirmelerle koşturmacayla geçti. Akşam vardiyaları bittiğinde, üstlerini değiştirip Selin’in valizlerini de alarak AVM’den çıktılar.

Azra, sabah işe geldikleri yoldan yürümeye başlarken Selin telefonu kulağına götürdü. “Pelin’i arıyorum,” dedi. Kısaca konuşup kapattıktan sonra Azra'ya döndü. “Eşyalar gelmiş. Yemek için annenlerdeyiz.” Sesindeki heyecan, adımlarına bile yansımıştı. Azra da annesini arayıp içecek siparişini aldıktan sonra markete uğradılar.

Selin, poşetleri hafif sallayarak yeni eve dair umutlarını paylaşıyordu. “Çok merak ediyorum Pelin neler seçti! Sadece renkleri söyledi ama çok iddialıydı.”

Azra, poşetlerin sapıyla oynarken yüzünü buruşturdu. “Yine de çok hızlı olmadı mı Selin? Öfkeyle karar verdiniz gibi hissediyorum. Biraz... dürtüsel.”

Selin gülümsedi, yan gözle ona baktı. “Başlama yine Azra! Yoksa size yakın taşınıyoruz diye mızmızlanıp beni eve dönmeye mi ikna edeceksin?”

Azra gözlerini devirdi ama dudakları istemsizce yukarı kıvrıldı. “Evet ya! Geldin, tepeme kondun.”

“Kısmet,” dedi Selin omuz silkerek. “Artık hep birlikteyiz, fena mı?”

Azra başını iki yana salladı, dramatik bir iç çekişle homurdandı. “Karı koca gibi olduk resmen. Çok sıkıcı!”

“Of, hemen oyunbozanlık yapma Azra Hanım,” dedi Selin yapmacık bir alınganlıkla.

“Ne yapayım?” Azra gözlerini kısarak şaka yaptı, sesi alaycıydı. “Gidip Zehra teyzeyle konuşayım da vazgeçirsin sizi. Evden soğutsun.”

Selin bir an durdu, dudaklarını büzdü. “Heyecanımı kaçırdın. Gıcık!”

Azra kıkırdadı, bir an önceki lafına pişman olmuş gibi küçük bir özür ifadesiyle eğildi. “Takılıyorum yahu. Hem siz birbirinize yetersiniz. Ama yine de, ihtiyacınız olursa buradayız. Yakınız sonuçta.”

Selin’in kaşları gevşedi, gülümsemesi yumuşadı. “Biliyorum. Biraz naz yapıyorum işte.” Sonra kaşlarını çattı. “Ama sence sığacak mı eşyalar? Ev çok büyük değilmiş.”

“Ben de merak ediyorum,” dedi Azra dürüstçe. “Neyse, önce yemeğimizi yiyelim de sonra çıkar bakarız.”

Bahçe kapısından içeri girdiklerinde annesi Sema Hanım ile Pelin bahçedeki masayı hazırlıyorlardı. Hafif bir yaz esintisi masa örtüsünü uçururken, çatal bıçak seslerine kadınların neşeli sohbetleri karışıyordu.

Azra ve Selin hızlıca ellerini yıkayıp yardım etmeye koştular. Pelin birkaç eşyanın geldiğini ama tam yerleşmediğini söyledi. “Akşam Akın’la birlikte yerleştireceğiz,” dedi. “Ama faturaları halledemedim, hafta sonuna denk geldi. Elektrik, su yok yani.”

Sema Hanım hemen devreye girdi, tatlı sert bir ifadeyle: “O kadar taşındınız, iki gün bizdesiniz işte. Ne olmuş?” dedi.

Selin hemen teşekkür etti. “Gerçekten çok iyi olur, sağ olun Zehra teyze.”

Tam o sırada Azra saate bakmak için cebindeki telefonuna uzandı. Ekran, arka arkaya cevapsız aramalarla doluydu. Kaşlarını çattı. Sessizde unuttuğu için bir sürü bildirim birikmişti. Tam o an telefon tekrar çalmaya başladı.

Ekrandaki isim: Mert.

Azra'nın kaşları istemsizce hafifçe kalktı. Dudaklarının ucunda belirsiz bir kıvrım oluştu. Gözleri hızla etrafta gezindi, kimse fark etmiş miydi? Telefonu kulağına götürürken içinde bir şeyin hafifçe kıpırdadığını hissetti.

Yine mi o?

Kendine kızar gibi iç çekti. Bir yandan "Açmasam mı?” diye içinden geçiriyor, diğer yandan kalbinin ritmini yokluyordu. Kalbi niye böyle hızlı atıyordu şimdi? Derin bir nefes aldı.

Azra, telefonu kulağına götürürken sesini olabildiğince normal tutmaya çalıştı.

“Efendim?”

Karşıdan Mert’in endişeli, aceleci sesi yükseldi.

“Alo, Azra! Niye açmıyorsun?!”

Sema Hanım’ın ve kızların gözleri üzerindeydi. Azra, huzursuzca yerinden kalktı ve mutfağın dışına, bahçeye çıktı.

“Duymadım,” dedi, sesi hafif titrek. “Sessizde unutmuşum telefonu.”

Mert'in derin nefesi telefona yansıdı.

“Heh, tamam... İyi misin? O çocuk yine karşına çıktı sandım bir an!” Sesinde hâlâ bir diken vardı. “Evinizin önüne gelmek üzereyim şimdi.”

Azra’nın içi bir anda buz kesti. Kalbi hızlandı.

“Ne? Hayır, gelme!” dedi aceleyle. “Gerçekten iyiyim. Evdeyim, herkes burada. Gelmene gerek yok, hem... hem şimdi olmaz!”

Mert’in sesi kararlıydı, geri adım atmaya niyeti yoktu.

“Seni görmeden içim rahat etmeyecek.”

Azra başını geriye yasladı, gözlerini yumdu.

İnatçı keçi!

Ama içinin derinlerinden yükselen başka bir ses, bu endişeden hoşlandığını fısıldıyordu. Mert’in onu görmek için geldiğini bilmek, karmaşık bir sevinç bırakıyordu içinde.

“Seni görmeden hiçbir yere gitmiyorum,” dedi Mert yeniden, sesi korumacı ve netti. “İddia da umurumda değil. Birazdan orada olurum.”

Azra bir şey diyemeden telefon kapanmıştı.

Ekrana baktı, donakalmış gibiydi. İçinden bir lanet okudu, sonra hızla bahçeden çıktı. Bahçe kapısına koşarken kalbinin ritmi kulağına vuruyordu.

Sokağın başında, Mert’in babasının arabası belirince adımlarını hızlandırdı. Araba durdu. Mert indiği anda gözleri Azra’yı buldu. Onu karşısında görünce rahatlamış gibi derin bir nefes aldı, ama yüzündeki gerginlik hâlâ oradaydı.

“Ne kadar korktum, haberin var mı?” dedi, sesi hem endişeli hem sitem doluydu. “İnsan hiç mi telefonuna bakmaz?”

Azra, Mert’in gelişinden duyduğu şaşkınlık ve utançla gözlerini kaçırdı. Kalbi çarpıyordu, ama yüz ifadesini sertleştirdi. Dışa karşı bir buz perdesi çekti.

“Endişelenmene gerek yoktu Mert,” dedi, sesindeki gerginlik fark edilmeyecek gibi değildi. “Ben iyiyim... Gidebilirsin artık.”

Mert’in kaşları çatıldı. Azra’nın bu mesafeli ve sert tutumu canını sıkmıştı.

“Ne zaman istersem o zaman giderim,” dedi. “Hem, ne bu tavır?”

“Tavrımda bir şey yok!” diye patladı Azra, sesi yükselmişti. “Çok işim var, burada seninle tartışacak değilim. Evine git lütfen.”

Bakışlarını ondan kaçırıyordu. Gerginliği saklamaya çalışsa da gözlerindeki panik açıktı.

O sırada bahçe kapısı gıcırdayarak açıldı. Sema Hanım dışarı çıktı, Mert’i görünce yüzü aydınlandı.

“Aa, Pelin, arkadaşın gelmiş!”

Mert bir an dondu. Pelin'in arkadaşı mı? Şaşkınlıkla Azra’ya döndü.

Azra ona doğru eğilip fısıldadı. Yanaklarına sıcaklık yayılmıştı, utanmıştı.

“Sakın bozma! Ona senin Pelin’in arkadaşı olduğunu söyledim.”

Mert gözlerini kısıp başını hafifçe yana eğdi. Anlamıştı. Kaşlarını kaldırdı ama bir şey demedi, sadece ‘bu iş bitmedi’ der gibi bir bakış attı.

Tam o sırada Pelin kapıdan çıktı. Sema Hanım içeri yönelirken ona seslendi:

“Misafirin gelmiş, istersen yemeğe davet et kızım.”

Azra annesinin peşinden hızla içeri daldı.

“Anne, ne diye davet ediyorsun tanımadığımız adamı yemeğe?” diye fısıldadı.

Sema Hanım kaşlarını kaldırdı.

“E kapıya kadar gelmiş çocuk, belli ki bir şey olmuş. Biz de yemek yiyeceğiz... ‘Git’ mi deseydim? Ayıp olurdu.”

Azra iç geçirdi, sonra sessizce masaya oturdu.

Mert çoktan kapıdan girmişti. Masaya doğru ilerliyordu. Akın onu görür görmez yüzünü buruşturdu. Gözleri, tanımadığı bir erkeği kızların arasında görmekten hiç hoşlanmadığını söylüyordu. Sandalyeye oturan Mert'e gözünü dikip, korumacı bir tavırla süzmeye başladı.

Mert, o bakışları fark etti ama aldırmadı. Sessizce bir sandalye çekip oturdu, Akın’ın tam karşısına. İçten içe gerilmişti. Belki de Pelin’in davetine uymakla hata etmişti. Ama Azra'nın ailesini tanımak istiyordu.

Mert, bahçedeki masaya yaklaştığında yüzüne nazik bir tebessüm yerleştirdi. Omuzlarını hafifçe gererek özgüvenli bir duruşla, masadakilere kısa ama saygılı bir bakış gezdirdi.

"İyi akşamlar," dedi kibar bir tonda. "Kusura bakmayın, rahatsızlık vermedim umarım." Pelin hemen mutfağa yöneldi, durumu toparlamak istercesine Mert’e bir tabak ve çatal bıçak getirmek için içeriye girdi.

Sema Hanım'ın yüzü alışkanlıkla gülümsemeye yöneldi, "Yok ne rahatsızlığı..." demeye başlamıştı ki, Akın’ın sert sesi onu yarıda kesti.

"Sen kimsin?"

Genç adamın çatılmış kaşları, dik oturuşu ve buz gibi bakan gözleri, yabancıya duyduğu güvensizliği açıkça ortaya koyuyordu. Sandalyenin arkasına yaslanırken ellerini göğsünde kavuşturmuştu; beden dili netti: Mesafeli, sorgulayıcı ve korumacı.

Pelin, elindeki tabağı hızla Mert’in önüne bırakırken, Akın’a zoraki bir sevecenlikle gülümsedi. Gözlerinde belli belirsiz bir telaş vardı.

"Benim arkadaşım, Akın," dedi sesini yumuşatmaya çalışarak. "Yerleşmeme yardım etsin diye çağırmıştım."

Bir an için Akın’ın yutkunup yutkunmadığını bile duyacak kadar sessizleşti ortam. Pelin, içinden 'Umarım yer' diye geçirdi. Ama Akın’ın suratındaki memnuniyetsizlik hiç kaybolmadı.

"Ne gerek vardı? Ben yardım ederdim ya!" diye homurdandı, bakışları bu kez ablasına çevrilmişti.

Sema Hanım, oğlunun bu patavatsız çıkışını duyunca hafifçe öne eğilip fısıltıyla uyardı:

"Akın, ne kadar ayıp oğlum!"

Ancak Akın, annesini tamamen görmezden gelerek tekrar Mert’e döndü. Gözlerinde başka bir dikkat vardı artık; mutfakta geçen konuşmayı anımsıyor gibiydi.

"Kızlara yardım etmek için gelip niye ablamı arıyorsun peki?"

Mert’in yüzünden bir anlık tereddüt geçti ama hemen toparlandı. Elleriyle masanın kenarını tutarak hafifçe eğildi, sesinde yapaylıktan uzak bir sakinlik vardı.

"Sadece onlara ulaşamayınca biraz endişelendim," dedi. "Telefonları sessizdeymiş sanırım. O yüzden ablanı aradım. O da burada olduklarını söyleyince... geldim. Rahatsızlık verdiysem tekrar özür dilerim."

Sema Hanım, içten olmayan ama misafirperverlikten taviz vermeyen bir tebessümle müdahale etti.

"Ne rahatsızlığı, estağfurullah..."

Pelin, ortamın iyice gerilmesini istemediğinden hemen devreye girdi. Hafifçe öne eğildi, sesi daha içten gelmeye başlamıştı.

"Akıncığım, Mert benim yakın arkadaşım. Bize ulaşamayınca merak etmiş işte," dedi. Ardından göz ucuyla Mert’e bakıp onay aradı.

Akın, bu kez ona döndü. Yüzündeki sorgulayıcı ifade bu kez daha kişisel bir tona bürünmüştü.

"Pelin abla, emin misin? Sadece arkadaşın mı, yoksa sevgilin mi?"

Pelin, gözlerini kaçırmadan konuştu. Sesi netti, tereddütsüz:

"Yok yok, sevgili değiliz. Sadece arkadaşım."

Cevabın kesinliği Akın’ı bir miktar yatıştırmıştı ama hâlâ her şey tam yerine oturmuyordu.

"İş yerinden mi tanışıyorsunuz?"

"Yok, iş yerinden değil," dedi Pelin hızla, sanki bu soru hiç sorulmamış olsun ister gibi.

Azra, sandalyesine yaslanmış dikkatle Mert'i izliyordu. Mert’in, bu sorgu sırasında yalan söylemekten utanan ama çaktırmamaya çalışan yüzüne bakarken dudaklarının kenarı seğirdi. Gözlerini devirmemek için kendini zor tuttu. Oh olsun sana! Kimseyi dinlemez gelir misin? Bakalım başına neler gelecek...

Mert'in yüzü hafif kızarmıştı; ortamda tehlikeli biri gibi sorguya çekilmek gururunu zedelese de, belli etmiyordu. Dirseklerini masaya yasladı, yüzünde sakin ama kararlı bir ifade vardı.

"Akın gibi güçlü bir delikanlı varken bana iş düşmeyecek gibi görünüyor zaten," dedi hafif bir tebessümle. Sonra sandalyesinden doğrulmaya başladı. "O zaman ben müsaadenizi isteyeyim..."

Pelin hemen lafa atladı, sesi neşeyle kıpır kıpırdı. Göz kırparak Azra’yı hafifçe dirseğiyle dürttü.

"Aa, lütfen Mert! Bir elin nesi, iki elin sesi var demişler. Hem sen yardım edersen işimiz çabuk biter."

Mert, Azra’ya kısa bir bakış attı; onun yüz ifadesinden bir şey okumaya çalıştı bu kez. Ne var ki Azra göz temasından kaçınırken bile bakışlarının ardında saklamaya çalıştığı bir memnuniyet vardı.

Akın, Pelin’in 'sadece arkadaşız' açıklamasını kabul etmiş gibiydi. Omuzları biraz gevşedi.

"Kal o zaman," dedi daha yumuşak bir ses tonuyla. "Bana yardım edersin. Güçlü de görünüyorsun, kısa sürede hallederiz."

Mert başını sallayıp tebessüm etti. Kendisini hâlâ diken üstünde hissetse de, Azra’nın ailesiyle tanışma fırsatını kaçırmak istemiyordu.

Ve belki... belki Azra’nın duvar gibi yüzünün ardında onu gerçekten görmek isteyen biri daha vardı.

Mert, Akın’ın ses tonundaki yumuşamayı fark edince içinden sevinçle “İşte bu!” dedi. Göz ucuyla Azra’ya bir bakış attı. Hem onun yanında kalmak hem de bu korumacı kardeşe kendini kabul ettirmek için daha iyi bir fırsat olamazdı. Omuzlarını hafifçe geriye atarak gururla gülümsedi.

“Öyleyimdir,” dedi kendine güvenen bir ses tonuyla. Ardından kol kaslarını fark ettirircesine kollarını sıvadı. “Kalayım o zaman bari. Hemen hallederiz eşyaları. Ne de olsa iki güçlü delikanlı var burada!”

Lafın ağırlığını kırmak istercesine hızla Sema Hanım’a döndü, yüzüne en içten gülümsemesini yerleştirerek:

“Bu yemek harika olmuş teyze, ellerinize sağlık! Ne koyduğunuzu bilmiyorum ama annemin yaptığıyla yarışır vallahi.”

Azra’nın annesinin gözüne girmek, onun için küçük ama stratejik bir adımdı.

Sema Hanım, genç adamın bu samimi iltifatına gözleri hafifçe parlayarak karşılık verdi.

“Afiyet olsun oğlum,” dedi başıyla onaylayarak. Gülümsediği halde, bakışlarında Mert’i gözlemleyen bir dikkat vardı.

Pelin fırsatı kaçırmadı, hemen kendi yaptığı salatayı işaret etti. Gözlerini kırpıştırarak konuştu.

“Salatayı da ben yaptım, yesene biraz.”

Mert, tabakta otları görünce nazik bir gülümsemeyle başını yana eğdi.

“Ellerine sağlık Pelin ama… otla pek aram yoktur benim,” dedi mahcup bir ifadeyle.

Pelin, dudaklarını büzerek sahte bir hayal kırıklığı takındı, sonra cilveli bir edayla göz ucuyla Azra’ya baktı.

“Öyle mi, tüh! Başka bir gün özel olarak sana yemek yaparım belki.”

Masaya alttan alttan bir gerginlik yayılmıştı. Selin, bu küçük flörtü hemen fark etti. Kimseye belli etmeden, kolunu uzatıp Pelin’in yanını hafifçe çimdikledi. “Kendine gel,” dercesine.

Mert hızla yön değiştirdi. Gözlerinde muzip bir parıltıyla Azra’ya döndü.

“Azra, sen hangi yemeği yaptın peki?”

Azra gözlerini gökyüzüne çevirip iç çekti.

“İçecekleri yaptım ben. Gittim marketten aldım,” dedi, umursamaz bir edayla.

Mert, onun bu umursamaz tavrına kıkırdayarak karşılık verdi.

“Hm… ayaklarına sağlık o zaman.” Sonra bir kaşını kaldırıp eğilerek sordu, sesi hafifçe meydan okuyan bir tona dönmüştü. “Ama yemek yapabiliyorsun, değil mi?”

Azra, bu meydan okumayı geri çevirmedi. Alaycı bir şekilde gözlerini kısıp başını hafifçe yana eğdi.

“Tabii ki. Çok güzel yumurta kırarım,” dedi burnunu havaya kaldırarak.

Cümlesi masada kısa bir sessizlik yarattı. Herkesin yüzünde yarı ciddi yarı eğlenen ifadeler dolaştı. Mert bu boşluğu fırsat bildi, sesi gururla doldu.

“Olsun, ben güzel yemek yaparım,” dedi gözlerini tekrar Azra’ya dikerek.

Akın, bu sözle birlikte bir kez daha kaşlarını çattı. Gözleri hızla Mert’e kaydı, içinde açıklanamaz bir huzursuzluk kabarıyordu. Ne demeye çalışıyordu bu adam şimdi?

Pelin, tekrar araya girip tansiyonu düşürmek istedi.

“Belki bir gün sen bize yaparsın Mert?” dedi, gülümsemesinin altına kurnazca gizlediği bir niyetle.

Mert, gözlerini kısa bir süre yere indirip sonra bakışlarını sakince kaldırdı.

“Belki,” dedi kısa ama çok şey anlatan bir tonda.

Akın artık sabrının son noktasına gelmişti. Yüzü ciddiyetle gerildi, dudaklarını ince bir çizgiye bürüdü ve sorusunu doğrudan sordu:

“Mert abi, sen Pelin abladan mı hoşlanıyorsun?”

İçinden geçirdiği düşünce netti: İnşallah ondan hoşlanıyordur da ablamdan uzak durur.

Mert, bu açık soruyla birkaç saniye duraksadı. Ardından başını dik tutarak net bir sesle konuştu.

“Hayır. Pelin sadece arkadaşım. O yüzden değer veriyorum.”

Cümlesinin sonunda bakışları kısa bir an için Azra’ya kaydı. Bu bir saniyelik temas, sessiz ama güçlü bir şey söyledi: Asıl değer verdiğim sensin.

Bu ani duygusal yoğunluğu savuşturmak istercesine hızlıca konuyu değiştirdi.

“Ben bir tabak daha alabilir miyim acaba? Gerçekten çok güzel olmuş da.”

Kibar ama rahat tavrıyla, dikkatleri tekrar yemeğe çekmeye çalışıyordu.

Azra, Mert’in kaçamak bakışını çoktan yakalamıştı. Kalbi istemsizce hızlanmıştı ama bunu belli etmeye hiç niyeti yoktu. Dudaklarını hafifçe büküp omzunu silkti.

“Yavaş ye şampiyon,” dedi huysuz ama oyunbaz bir ifadeyle. “Daha eşya taşıyacağız. Şişme sonra.”

Sema Hanım, kızının çıkışını hiç hoş karşılamamıştı. Gözlerini hafifçe devirdikten sonra Mert’e yöneldi.

“Ver oğlum sen tabağını, ver. Bakma sen ona,” dedi ve ardından Azra’ya keskin bir bakış gönderdi.

Sonra kaçınılmaz bir sorguya geçti, yüzünde doğal bir merak ve dikkatli bir nezaketle:

“Ee, anlat bakalım Mert, nerelisin, nerede oturuyorsun? Annen baban ne iş yapar? Kaç kardeşsiniz?”

Mert, Sema Hanım’ın bu klasik tanıma çabasını yadırgamadı. Sakince başını sallayarak konuşmaya başladı.

Azra'nın ailesi üzerinde iyi bir izlenim bırakmak istiyordu. Cümleleri açık, net ve güven vericiydi. Konuşurken bir yandan da önündeki tabaktaki yemeği yavaşça yemeye devam etti.

Masadaki diğerleri de sohbetin seyrine kapılıp yemeklerine döndüler. Bir süre sonra çatal-bıçak sesleri arasında boş tabaklar toparlanmaya başladı.

Kızlar mutfağa geçip bulaşıklarla ilgilenmeye başladığında, bahçedeki konuşmaların uğultusu içeride yankılanıyor, lavabodan yükselen su sesi mutfağın kendi ritmini oluşturuyordu. Azra musluğu açtı, Selin tabakları ayıklamaya koyulurken, Pelin fırsat kollayan bir edayla araya girdi.

Pelin, sanki sohbet etmek için değil, kurcalamak için konuşuyordu. Tabakları yıkamaya devam ederken başını çevirip Azra’ya baktı, gözlerinde merakla karışık bir oyunbazlık parlıyordu.

"Azra, çocuğa çok gıcık davranıyorsun," dedi hafifçe başını yana eğerek, sesine ince bir imâ katarak. "Gerçekten hoş çocuk ama sen pek hoşlanmadın galiba?"

Selin anında irkildi, elindeki çatalı durularken kaşlarını çattı. Başını hızla çevirip Pelin’e döndü, sesindeki sabırsızlık netti.

"Pelin! Senden hoşlanmadığını açıkça söyledi çocuk, amacın ne senin?"

Pelin umursamazca omuzlarını silkti, gözlerini tabaktan ayırmadan, dudaklarının kenarında hafif bir sırıtışla karşılık verdi.

"Bu, ileride hoşlanmayacağı anlamına gelmiyor ama, değil mi?"

Selin’in ağzı açık kaldı bir an. Sonra inanamayan gözlerle Pelin’e baktı, sesi neredeyse alayla karışık bir şaşkınlık taşıyordu.

"Yani şansını zorlayacaksın?"

Pelin bu kez başını çevirip doğrudan Selin’e baktı. Gözlerinde meydan okuyucu bir ışıltı vardı, sesi kendinden emindi.

"Sakıncası yoksa, evet."

Selin tabakları bıraktı, ellerini havluyla sildi. Nefesini burnundan verirken yüzü hafifçe gerildi.

"Pelin, dünyada başka erkek mi kalmadı? Neden illa ki Azra’nın hoşlandığı belli olan çocuğa taktın kafayı?"

Pelin başını eğip alttan alıyormuş gibi yaptı, ama sesindeki sahte saflık hemen kendini belli ediyordu.

"Aa, Azra ondan hoşlanıyorsa söylerdi zaten. Hoşlanmadığını söyledi."

Bu cümle mutfakta havayı keskinleştiren son damla oldu.

Azra, elindeki süngeri yavaşça bıraktı. Sırtı dikleşti, yüzündeki nötr ifade yerini keskin bir ciddiyete bıraktı. Ardından ağır adımlarla Pelin’e döndü, gözlerini doğrudan onun gözlerine dikti. Bedenindeki sakinlik, sadece yüzeydeydi. İçinde fırtına çoktan kopmuştu.

"Şu anda hoşlanmıyor olmam, ileride hoşlanmayacağım anlamına gelmiyor, değil mi?" dedi, Pelin’in lafını ona geri fırlatır gibi. Sesi çelik gibi sertti, ama bağırmıyordu, sessizlikten daha güçlü bir uyarı gizliydi içinde. "Bak Pelin, bu durum artık gerçekten kabak tadı vermeye başladı. Mert konusunda sınırını bilsen iyi olur. Yoksa işler hoş olmayan bir yöne doğru gidecek."

Göz göze geldikleri birkaç saniye boyunca odadaki hava dondu. Azra, gözlerini Pelin’den ayırmadan bir adım geri çekildi, sonra hızla mutfaktan çıktı. Ayak sesleri koridorda yankılandı.

Pelin arkasından bakakaldı, gözleri şaşkınlıkla açılmıştı ama dudaklarının kıyısında yine o tanıdık, umursamaz gülümseme kıpırdanıyordu.

Selin, göz ucuyla Pelin’e döndü. Sesindeki öfke, bu kez gizlenmeye çalışılmamıştı.

"Heh! Aldın mı ağzının payını? Şimdi akıllı ol biraz," dedi ve peşinden Azra’yı takip etmek üzere hızla çıktı.

Birkaç dakika sonra Selin, salondan seslendi:

"Biz mutfağı toparladık, hadi gidelim artık."

Evden çıkıp Zehra Teyze’nin evine, yani kızların yeni dairesine doğru yürümeye başladılar. Azra, Selin ve Pelin önden ilerliyordu. Geriden gelen üçlü Sema Hanım, Akın ve Mert bahçe kapısında biraz oyalandıktan sonra onları takip etti.

Azra yürürken adımlarını hızlandırmak istercesine yere daha sıkı basıyor, başını çok hafif sağa sola çevirerek arkasını kontrol ediyordu. Bir noktada, göz ucuyla geridekileri süzdü. Mert ve Akın yan yana yürüyordu; aralarında eğlenceli bir şeyler konuşuluyor gibiydi. Mert’in ses tonu yumuşak, rahatlatıcıydı. Akın’ın ilk başlardaki gerginliği yok olmuş, yüzü gevşemişti. Arada kahkahalar da duyuluyordu. Mert’in iletişim becerisi, yine iş başındaydı.

Sema Hanım bu dostane tabloyu kısa bir süre izledikten sonra, yanlarına gitme gereği duymadan hızlanıp kızlara yetişti. Adımlarını Pelin’in hizasında yavaşlattı. Göz ucuyla arkaya bir kez daha baktıktan sonra muzipçe gülümsedi.

"Pelin," dedi gözleriyle Mert’i işaret ederek. "İyi bir çocuğa benziyor, ha? Kaçırma!"

Pelin hemen durumu kendi lehine çevirmek istercesine gülümsedi. Yanağını okşar gibi bir tavırla saçını geriye attı.

"Öyledir Sema teyze," dedi sırnaşık bir neşeyle. "Ama biz Mert’le sadece arkadaşız. Hatta bence Mert, Azra’dan hoşlanıyor olabilir."

Bu sözler Sema Hanım’ın anında ilgisini çekti. Gözleri şaşkın bir merakla Azra’ya çevrildi. Azra bir an durakladı, sonra omuzlarını silkti. Ses tonu umursamazmış gibi görünse de gözlerinin içinde gizli bir huzursuzluk kıpırdanıyordu.

"Evet, olabilir. Ne var bunda? Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi gerekmiyor ki."

Sema Hanım hiçbir yorum yapmadan yürümeye devam etti. Ama bu sessizlik, Azra’nın içini kemirdi. Annesinin sessiz kalışı çoğu zaman, konuşmasından daha çok şey ifade ederdi.

Azra, kaşlarını çatarak arkasını döndü ve Pelin’e baktı. Gözlerinde açık bir uyarı vardı. Pelin, sanki hiçbir şey olmamış gibi karşılık olarak dilini çıkardı. Yüzünde hınzırca bir sırıtış.

Azra dudaklarını kıpırdattı, sesi çıkmadan sadece Pelin’in okuyabileceği şekilde:

“Sen öldün.”

Pelin göz kırparak gülümsedi. Hiçbir şeyi ciddiye almıyor gibi görünüyordu.

Kızlar, Sema Hanım’la eve yerleşme planlarını konuşmaya devam etti. Arka sırada ise Mert, Akın’la lise yıllarına dair keyifli bir sohbete dalmıştı. Akın’ın gardı iyice düşmüştü; kahkahaları sıklaşmış, aralarındaki gergin hava çoktan dağılmıştı.

Evin önüne vardıklarında, Pelin kapıyı açtı. İçeri adım attıklarında loş bir sessizlik karşılayarak herkesi kısa bir an duraksattı. Salonun ortası, taşınma kolileriyle neredeyse geçilmez bir hâl almıştı. Kenarlara yerleştirilmiş, jelatinleri hâlâ üstünde duran koltuk takımı ve mobilyalar, henüz evin ruhuna karışamamıştı. Her şey geçiciydi; geçici bir sessizlik, geçici bir karanlık, geçici bir düzen.

Azra, göz ucuyla etrafa şöyle bir bakındı. Kolundaki çantayı yavaşça yere bıraktı.

“Ee,” dedi dudaklarını büzüp salonun ortasında durarak. “Ne yapacağız? Telefonlarımızın fenerleriyle mi çalışacağız?”

Mert hemen bir adım öne çıktı. Kaşları çatılmıştı ama sesi sakindi.

“Buranın sigorta kutusu nerede acaba?” diye sordu, salonun duvarlarını inceleyerek.

Pelin hemen harekete geçti, bir fırsat bulmuş gibi atıldı. İnce parmaklarıyla Mert’in koluna dokunarak,

“Ben göstereyim,” dedi, sesine bilerek fazlaca bir heves katmıştı.

Ancak Mert, kolunu nazik ama kesin bir hareketle onun elinden sıyırdı. Göz teması kurmadan, yalnızca adımlarıyla yolu izledi. Azra’nın içini, anlamını kelimelere dökemediği o tanıdık öfke kabarttı. Pelin’in bu tür davranışları sinirini bozuyordu. Gözünde gittikçe daha itici oluyordu.

Az sonra, içerden Mert’in sesi geldi; ardından bir "tıkk" sesiyle birlikte evin her yanı ışığa boğuldu. Radyatörlerden ince bir su sesi yükseldi, mutfaktan ise akan musluğun tok sesi yankılandı. Ardından önce Pelin, sonra Mert salona döndü.

Mert’in elleri hâlâ tozluydu, sesi ise sükûnetle doluydu.

“Ben mühürleri kırdım,” dedi. “Faturayı üzerinize alırken hafta sonu olduğu için mecbur kaldığınızı söylersiniz, sorun olmaz.”

Azra, Mert’in rahat tavrına ve olgun duruşuna dikkat kesildi. Salona şöyle bir göz gezdirdi ve Mert liderliği doğal biçimde ele aldı.

“Akın,” dedi, hafifçe başını ona çevirerek, “Biz seninle beyaz eşyaları mutfağa taşıyalım önce. Sonra diğer mutfak eşyalarını getiririz. Kızlar, siz yatak odasını, valizlerinizi falan yerleştirin. Azra ve Sema Teyze de salonu düzenler.”

“Tamamdır,” dedi Akın gönüllü bir tavırla. Geniş omuzlarını silkeleyip kol kaslarını sıvazladıktan sonra Mert’in peşine takıldı.

Azra’nın gözleri kısa bir an Mert’in sırtına takılı kaldı. Ardından dikkatini annesine yöneltti. Sema Hanım, elini beline koymuş, biraz yorgun ama hevesli bakıyordu. Koltukların üzerindeki jelatinleri sökmeye koyuldular.

Diğer yanda Selin ve Pelin, odalarına yönelmişti. Valiz fermuarlarının açılış sesi, evin yeni başlangıcına eşlik ediyordu.

Azra ve annesi ise koltukların üzerinde gıcırdayan naylonları sıyırıyor, sehpa ayaklarını sabitlemeye çalışıyorlardı. Arada birkaç küçük tartışma yaşansa da anne-kız arasındaki uyum göze çarpıyordu.

Bir süre sonra üst kattan Zehra Hanım çıkageldi. Elinde eski bir bez ve küçük bir alet çantası vardı. "Yardıma geldim," dedi neşeyle. Kısa sürede salondaki karmaşa yerini düzene bırakmaya başladı. Koltuklar U şeklinde yerleştirildi, halı serildi, orta sehpa ve TV ünitesi kuruldu. Azra televizyonun kablolarını bağlarken, annesi konsolun çekmecelerini silip yerleştiriyordu. Arada kahkahalar yükseliyor, bazen derin bir sessizlik çöküyordu.

Sema Hanım’ın bakışları, bir an Mert’e takıldı. O sırada oğlan, Akın’la birlikte mutfakta buzdolabını taşımaya uğraşıyordu. Omzundaki yük, alnındaki ter ve sabırla dolu mimikleri dikkat çekiciydi. Sema Hanım, hiç belli etmeden onu dikkatle süzdü.

Bir ara ortam tenhalaştığında, Sema Hanım aniden sessizce sordu:

“Pelin’in söylediği doğru mu? O çocuk senin erkek arkadaşın mı?”

Azra, annesinin sorduğu sorudan çok tonlamasına takıldı. Hafifçe gözlerini devirerek,

“Erkek arkadaşım olduğunu söylemedi anne,” dedi. “'Benden hoşlanıyor olabilirmiş' dedi sadece.”

Sema Hanım, kollarını kavuşturdu.

“Peki sen?” diye üsteledi. “Sen hoşlanıyor musun bu çocuktan?”

Azra bir an tereddüt etti. Cevabının hem anlamı hem de yansıması vardı. Gözleri bir an yere kaydı.

“Mert bana bir şey söylemedi anne,” dedi sonunda. “Bu Pelin’in yorumu. Ama... sen az önce Pelin’e ‘kaçırma çocuğu’ dedin. Demek ki sen beğendin onu?”

Sema Hanım suratını buruşturdu, sesi hafifçe sertleşti.

“Ben onu Pelin için söyledim, senin için değil.”

Azra’nın kaşları çatıldı. Cevabın tonunda bir şey, kalbini buruşturdu.

“Beğenmedin yani?” dedi, hayal kırıklığını gizlemeye çalışmadan.

Annesi onun bu hâlini fark etti. Gözlerinde yumuşayan bir şey belirdi.

“Sende ondan hoşlanıyorsun, öyle mi?” diye sordu tekrar, bu kez sesi daha yumuşaktı.

Azra derin bir nefes aldı. Gözleri dolmadan önce cesaretini topladı.

“Evet,” dedi içtenlikle. “Onu beğeniyorum.”

Tam o sırada, Mert ile Akın buzdolabını sırtlamış, mutfağın kapısından geçmeye çalışıyorlardı. Mert’in alnındaki ter, dirseklerindeki gerilim ve aldığı yük, tek bir cümle kurmadan çok şey anlatıyordu. Sema Hanım başını çevirdi, bir an oğlanı inceledi. Sonra tekrar kızına döndü.

“Tamam o zaman,” dedi, omuzlarını silkeleyerek. “Tanımaya çalış bakalım. İyi birisine benziyor, çalışkan da.”

Azra, annesine minnetle gülümsedi. Bu gülümseme, sessizce kurulan bir bağın ilk kıvılcımıydı.

Mert ve Akın mutfakta harıl harıl çalışıyordu. Buzdolabını ve bulaşık makinesini yerleştirip bağlantılarını yaparken, ara ara ellerinde tencere ve tavalarla salondan mutfağa gidip geliyorlardı. Ter damlaları alınlarından süzülüyor, yorgunluklarına rağmen tempoları düşmüyordu.

Azra, yatak odasına göz gezdirdiğinde bir an durup iç geçirdi. Selin ile Pelin yatakları L şeklinde yerleştirmişti. Komodinler düzgünce kenara konmuş, nevresimler serilmiş, dolaplar neredeyse tamamen yerleştirilmişti. Her şey olması gerektiği gibi görünüyordu.

Tam o sırada kapı çaldı. Merdivenlerden tırmanan ayak seslerini takip eden Azra, kapıyı açtığında elinde perdelerle Zehra Teyze’yi buldu karşısında. Kadının yüzünde alışıldık sevecenlik vardı.

"Perde almayı unutmuşsunuz, ben de elimdekileri getirdim," dedi, sesi yumuşaktı ama gözleri dikkatliydi.

Selin, kadının uzattığı perdeleri neşeyle aldı. "Ay Zehra Teyze, iyi ki varsınız! Bunu hiç düşünmemiştik."

Zehra Teyze tatlı bir gülümsemeyle başını sallayıp yukarı çıktı. Mutfak hariç ev neredeyse tamamlanmıştı.

Banyoda son kalan çamaşır makinesi de yerine oturunca Mert ve Akın salona döndü. Üzerlerindeki tişörtler terden yapışmıştı. Mert kolunun içiyle alnını silerken Azra TV’yi açtı ama ekranda sadece karıncalı görüntüler vardı. Kanallar ayarlanmamıştı.

"Şöyle ver kumandayı, ben hallederim," dedi Akın, koltukta hafif geriye yaslanarak. Kumandayı alıp işe koyuldu.

Mert ise bir an bile duraksamadan Zehra Teyze’nin getirdiği salon perdelerini takmak için ayağa kalktı. Elini uzatıp perdelere dokunduğunda göz ucuyla Azra’ya baktı, sonra perde kornişine yöneldi.

Mutfak için herkes yeniden hareketlendi. Tabaklar, bardaklar, küçük ev aletleri tezgâha dizildi. Dolap kapakları birer birer açılıp yerleştirildi. Masa ve sandalyeler konduğunda ev nihayet bir yuva havasına büründü.

Yatak odasının perdeleri hâlâ kutusundaydı. Mert kapının eşiğinde durdu, kibarca başını eğdi. "Odanız müsaitse, perdenizi takabilir miyim?"

Selin ve Pelin başlarıyla onay verdi. Mert içeri girip işe koyuldu. Azra onun işine olan titizliğini izlerken, genç adamın duru bir sadelikle bütün evin havasını değiştirdiğini fark etti.

Krem ve ceviz tonları, perdelerin dalga dalga inen dokusuyla birleşince ev adeta derin bir nefes aldı. Kalabalık kutuların yerini yerleşmişlik almıştı.

Herkes salonda yorgunluktan koltuklara çökmüşken, kapı yine çaldı. Zehra Teyze bu defa elinde çay tepsisi ve kurabiyelerle belirdi. Burnuna yayılan taze çayın kokusu Azra'nın yüzüne huzurlu bir gülümseme yerleştirdi.

Sema Hanım, göz ucuyla evi süzdü. Ardından kızlara dönüp gülümsedi. "Eh, güle güle oturun kızlar. Çok güzel oldu eviniz."

Selin, çayını yudumladıktan sonra ciddiyetle konuştu. "Hepinize çok teşekkür ederiz. Her şey harika oldu. Yerleşince bir akşam sizi yemeğe bekliyoruz."

Zehra Teyze gözlerini Mert'e dikti, hafifçe başını yana eğerek sordu. "Bu genç delikanlı kim?"

Azra, hafifçe gülümseyerek müdahale etti. "Arkadaşımız, sadece yardıma geldi. Sağ olsun çok destek oldu."

Sohbet eksik eşya listesinin üzerinden geçerek devam etti. Ardından Azra, annesi ve Akın kalkmak üzere hazırlandılar.

Apartmandan çıkıp serin gece havasına adım attıklarında, Mert ve Akın yan yana yürümeye başladı. Artık aralarındaki buzlar tamamen erimişti; birbirlerine laf atıyor, ara ara gülüşüyorlardı.

Sema Hanım ise hafifçe esnedi, uykusuzluğun ve gün boyu yapılan işin yorgunluğunu yüzünde taşıyordu.

Azra yürürken Mert'e döndü. "Sen bize mi geliyorsun?"

Mert başını iki yana salladı. "Hayır, geç oldu zaten. Arabam sizin sokakta, oraya yürüyorum sadece."

Akın, kaşlarını kaldırarak hayal kırıklığıyla atıldı. "Hemen mi gideceksin? Tavla oynayacaktık hani."

Mert dudaklarını hafifçe büküp gülümsedi. "Bugünlük bu kadar, ama sözüm söz, başka zaman mutlaka oynarız."

"Tamam o zaman," dedi Akın. "Numaranı ver de haberleşelim."

Cep telefonları çıkarıldı, numaralar kaydedildi.

Mert arabasının yanına geldiğinde durdu, döndü ve nazik bir tebessümle Sema Hanım’a hitap etti. "Yemek için tekrar teşekkür ederim Sema Teyze. Ellerine sağlık, hepsi çok güzeldi."

Sema Hanım'ın yüzü yumuşadı. "Afiyet olsun oğlum. Asıl biz teşekkür ederiz, seni de yorduk."

"Yemeğin hakkını verdim diyelim," dedi Mert, hafif bir baş selamıyla. Sonra vedalaşmak üzere döndü ama birkaç adım atmadan durdu, yüzünde aniden ciddileşen bir ifade belirdi.

Gözlerini Sema Hanım’a çevirdi. "Ben... eğer müsaade ederseniz, Azra’yla kısa bir şey konuşmak istiyorum." Sesi sakindi ama kararlılık taşıyordu.

Azra'nın kalbi bir anlığına göğsünde kıpırdadı. Elinde olmadan nefesi hızlandı. Sema Hanım bir anlık duraksamayla Azra’ya baktı. Gözleriyle onay bekledi. Azra, hafifçe başını salladı.

"Tamam ama çok uzamasın Azra," dedi Sema Hanım, Mert'e dönerek. "Geç oldu."

Sonra bahçe kapısını açtı ve Akın’a seslendi. "İyi akşamlar. Hadi oğlum, biz eve."

Bahçe kapısı kapanırken Azra dönüp Mert’in yüzüne baktı. Şimdi gecenin sessizliğinde, karanlık sokakta yalnız kalmışlardı.

Azra başını hafifçe sallayarak Mert’e teşekkür etti. “Yardımların için sağ ol,” dedi usulca.

Mert’in dudaklarında rahat bir gülümseme belirdi. “Lafı bile olmaz,” dedi, ardından kısa bir duraksamayla ekledi, “Hem Akın’la da iyi anlaştık. Kardeşin iyi birisiymiş.”

Azra hafifçe güldü, dudak kenarındaki gamze beliriverdi. “Demek sevdi seni… Şeytan tüyü var galiba sende, gören seviyor. Annem bile beğendi sanırım.”

Son cümledeki ima, sesine ince bir mahcubiyet bulaştırmıştı. Kendisi de beğenmişti ama bunu söyleyemezdi.

Mert’in gülümsemesi yerini daha ciddi bir ifadeye bıraktı. Gözleri doğrudan Azra’nınkine odaklandı. “Sen peki?” dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı. “Sen de beğendin mi?”

Azra'nın kalbi hızla çarpmaya başladı. Beklediği ama hazır olmadığı bir soruydu bu. Otomatik bir savunmayla sıyrılmaya çalıştı. “Ben öyle kolay beğenen biri değilim,” dedi, ama içindeki ses hemen bağırdı: Yalancı.

Mert başını hafifçe yana eğip ona baktı. “Olsun,” dedi. “Ben seni beğendim.”

Bu açık itiraf Azra’nın dengesini bozmuştu. Gözleri büyüdü, dudakları aralandı. “Ne… ne demek istiyorsun?” diye sordu, sesi biraz kısık, biraz tedirgindi.

Mert derin bir nefes aldı, kelimelerini özenle seçti. “Benden kaçıp duruyorsun. Ben seninle şimdilik arkadaş olmak istiyorum, Azra. Seni tanımak istiyorum.”

Azra kendini toparlamaya çalıştı, yüzüne alaycı bir ifade takındı. Gözlerini kaçırdı. “Sadece arkadaş mı?” diye sordu, sesi iğneleyici olmaktan çok tedirgin bir merak taşıyordu.

Mert gülümsedi ama bu gülümsemede gizli bir ciddiyet vardı. “Zamana bırakıp ne kadar olabileceğimizi görmek istiyorum. Arkadaşlıkla başlayalım, ne dersin?”

Azra bir an duraksadı. İçinde bir şey kıpırdandı. Belki Selin haklıydı. Denemekten zarar gelmezdi. Hafifçe başını salladı. “Pekala,” dedi. “Ben de seni tanımak istiyorum.”

Mert’in omuzları gözle görülür şekilde rahatladı. “Güzel. O zaman arkadaş olduğumuza göre iddia olayı da ortadan kalkmış oluyor, değil mi? Artık görüşeceğiz.”

Azra kıkırdadı. “Tamam, tamam. Uygun bir zamanda görüşürüz. Ben de seninle karşılaşmamak için yolumu değiştirip durmaktan kurtulurum böylece.”

Mert sahte bir öfkeyle gözlerini kıstı. “Yolunu mu değiştirdin yani? Çok kötüsün! Seni görmek için dolaştım durdum sokaklarda, haberin var mı?”

Azra kahkahasını bastıramadı. “Hile yapacaktın işte! Bak kendin itiraf ettin.”

“Yapacağımı bildiğin için yolunu değiştirdin ha?” dedi Mert başını iki yana sallayarak. “Bayan bilmiş… Ne yapacağım ben seninle?”

Azra omuz silkerek göz kırptı. “Bilmem? Ne yapmak istiyorsun?”

Bu açık meydan okuma karşısında Mert’in yüzündeki gülümseme silindi. Ciddi bir ifadeyle, alçak ama net bir sesle konuştu. “Sevmek istiyorum gibi. Ama korkuyorum bir yandan.”

Azra’nın kaşları şaşkınlıkla kalktı. “Korkuyor musun?”

Mert gözlerini onunkilerden ayırmadı. “Evet. Eğer hayal kırıklığı yaşarsam, bu büyük bir kalp kırıklığı olur diye korkuyorum.”

Azra ne diyeceğini bilemedi. Bu açıklık beklemediği kadar gerçekti. İçindeki savunma mekanizması hemen devreye girdi. “Sevme o zaman,” dedi umursamaz görünmeye çalışarak.

Ama Mert sakinliğini bozmadı. “Öyle diyorsun ama bu elimde değil ki. Kalp kırıklığına da razı olacağım böyle giderse.”

Azra hafifçe iç çekti. Cevap veremedi. “Bu tatlı sözlerle başka kızları kandır sen, ben yemem bunları,” dedi ama sesi yumuşamıştı.

Mert derin bir nefes aldı, gözlerini kısıp ona baktı. “Sana hislerimden bahsediyorum Azra. Ne huysuz kızsın sen, her şeyin altında bir şey arıyorsun! Gayet açık ve samimiyim sana karşı, kandırmaya çalışmıyorum.”

Bu sözler Azra’yı bir anlık sessizliğe itti. Kafasının içinde sesler yankılanıyordu. Belki de haklıydı.

“Belki…” dedi usulca. “Belki ben de korkuyorumdur. Bu yüzden kaçıyorumdur, kendimi koruyorumdur.”

Mert’in sesi bu kez çok yumuşaktı. “Neyden korkuyorsun? Kırılmaktan mı?” Yanıt alamayınca, biraz daha derine indi. “Yoksa daha fazlasından mı? Daha önce birisi üzdü mü seni, unutamadığın biri mi var?”

Azra başını iki yana salladı. Gözlerini kaçırarak konuyu değiştirdi. “Senin var anladığım kadarıyla,” dedi. “Ama benim hiç sevgilim olmadı.”

Mert bir an duraksadı, sonra şaşkınlığını gizleyemedi. “Hiç mi olmadı?” Azra yine başını salladı. Mert’in yüzüne büyük bir rahatlama yayıldı. “Buna sevindim,” dedi, içten bir dürüstlükle.

Azra onun sevincine karşılık vermedi, sorusunu tekrarladı. “Senin?”

Mert gülümsedi. “Bunu daha sonra, gerçekten dinlemek istersen sana anlatırım, olur mu? Şimdi çok geç oldu, yarın çalışacaksın, dinlenmen lazım.”

Azra başıyla onayladı. “Tamam o zaman, sonra.”

Bir anda, Mert’in sesi yeniden yükseldi. “Yarın seni buradan alırım.”

Azra şaşkınlıkla ona döndü. “Ne? Gerek yok, ben kendim giderim.”

Mert bir adım yaklaştı. “Kendin gidebileceğini biliyorum Azra. Ama ben almak istiyorum. Yarın seni görmek istiyorum.”

Azra bir anlık tereddütle sustu. Ardından gözlerini devirdi. “Böyle yapışacak mısın yani bana? Kolay sıkıldığımı hatırlatmak isterim.”

Mert kendinden emin bir şekilde gülümsedi. “Benden sıkılmayacaksın. Buna izin vermeyeceğim.”

Azra kahkaha attı. “Dene bakalım şansını. İyi geceler.”

“İyi geceler,” dedi Mert, gözlerini ondan ayırmadan arabasına binerken.

Azra arkasını dönüp yürümeye başladı ama birkaç adım sonra başını çevirmeden seslendi: “Bu arada düşündüm de... damatlık fena durmazmış üzerinde!”

Arabanın içinden Mert’in kahkahası yükseldi. “Ben de çocuk isimleri düşünmeye başlasam iyi olur o zaman!”

Azra, Mert’in görmediği bir tebessümle döndü ve hızlı adımlarla bahçeye yöneldi. Anahtarı sessizce kapının kilidine sokarken, kalbindeki çarpıntının hâlâ geçmediğini fark etti. Ayakkabılarını çıkardı, holde bir an durdu. Ev sessizdi. Akın’ın odasından derin bir nefes sesi geliyordu, çocuk çoktan uyumuştu. Salonda ise annesi kanepeye uzanmış, televizyon karşısında yarı uykuda bekliyordu.

Azra örtüyü yavaşça annesinin üzerine çekti, saçlarını okşamak için eğildi ama sonra vazgeçti. Onun da uyanmasını istemiyordu. Salondaki loş ışığı kapatıp banyoya yöneldi. Sıcak suyun altında uzun süre kalmadı; yorgundu. Suyun tenine çarpan sesi, içinde hâlâ titrek bir yankı gibi dolaşan Mert’in sözlerini bastıramıyordu.

Duştan çıktığında saçlarını gelişigüzel havluyla sarıp odasına geçti. Üzerini değiştirip yatağına uzandı. Yorgunluk bedenine ağır bir yorgan gibi çökmüştü ama zihni hâlâ ayaktaydı.

"Bugün ne öğrendin Azra?"

Tavanı izlerken kendine bu soruyu sordu. Belki de kaçmak her zaman çözüm değildi. Belki de en çok kaçtığın şey, en çok ihtiyacın olan şeydi.

Ne kadar uzak durmaya çalışsa da… her şey kendi yolunu buluyordu.

Mert’le aralarındaki o tuhaf gerginlik… bir anlığına bile olsa, çözülmüş gibiydi. Sözler açık, niyetler samimiydi. Korku da vardı içinde; hem onun söylediklerinde hem kendi suskunluklarında. Ama ilk defa birinin, sadece “arkadaş kalalım” diyerek yaklaşması, içinde uzun zamandır duyulmayan bir güven hissini kıpırdatmıştı.

“Belki ben de korkuyorum…”

Bu cümleyi ilk kez kendine itiraf ediyordu.

Belki daha önce kimseye güvenmemişti. Belki sevmenin ne demek olduğunu bile bilmiyordu. Belki... daha önce hiç kimse onu böyle görmek istememişti.

Mert’in bakışları, sesi, ısrarı ve nazik geri çekilişi zihninde dönüp duruyordu. Bir yanıyla bu ilgiden hoşlandığını biliyordu. Ama hoşlanmak yetmiyordu ki… Hoşlandığı kadar korkuyordu da.

Yanı başındaki kitapla göz göze geldi. Elini uzatıp sayfaları çevirmeye başladı ama okudukları zihnine değmiyordu artık. Hikâye bir türlü içine işlemiyordu. Aklı çoktan başka bir satırda kalmıştı.

Birkaç sayfa sonra göz kapakları ağırlaştı. Kitap göğsüne düştü, parmakları gevşedi. Başını yastığa daha bir bilinçli koydu sanki kalbinin hızını biraz olsun dengelemek istercesine.

Gözleri yavaşça kapandı.

Ve Azra, kendini huzurlu ama ihtiyatlı bir uykuya bıraktı.

 

 

Bölüm : 09.06.2025 09:56 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...