17. Bölüm

BÖLÜM 17

Aysun Arslan
aysunkayaarslan

Şafak vakti, Medeiros’un üstünü ince bir sis perdesi örtmüştü. Gece boyunca yağan yağmurun ardından toprağın kokusu havaya karışmış, ıslak çimenler sabah ışığında parıldıyordu. Azra, ahşap kulübesinde gözlerini araladığında içeride hâlâ ağır bir uyku hâkimdi. Kızların düzenli nefes alışları arasında, sessizce doğruldu. Günlüğünü kaptığı gibi dışarı çıktı, nemli merdiven basamaklarını dikkatle indi.

Bahçede asılı duran fenerler, rüzgârla usulca sallanıyor, taş döşeli yürüyüş yolunun kenarındaki ağaçlar geceyi geride bırakmanın mahmurluğuyla kıpırdanıyordu. Azra, pembe bulutların arasından sızan solgun ışık altında ilerledi. Üzerine spor kıyafetlerini geçirmiş, kulaklıklarını takmıştı. Okulun önündeki geniş idman sahasına vardığında, çamura bulanmış çizgiler hâlâ yağmurun izlerini taşıyordu.

Birkaç tur hafif tempolu koşunun ardından engelli parkura yöneldi. Islak zemin kaygandı ama Azra'nın adımları temkinli ve hızlıydı. Kasları ısınırken zihni ise bambaşka bir yere sürüklenmişti: Ece'nin gece mırıldandığı o kehanet.

O altı arkadaş biz miyiz? Görev ne? Savaş mı çıkacak?

Sorular zihninde bir çember gibi dönüyordu. Antrenmanı bitirdiğinde bedeninden damlayan ter, düşüncelerinin ağırlığına karışmıştı. Eve döndü; kulübeye girerken kızların hâlâ uyuyor olmasına sevinerek banyoya yöneldi. Duşun sıcak suyu, yorgun kaslarına ve uyanmamış düşüncelerine iyi geldi.

Ardından yeşil kısa kollu bir sweatshirt geçirdi üstüne, siyah kot pantolonuyla beyaz spor ayakkabılarıyla tamamladı. Saçlarını at kuyruğu yaparken odanın kapısı hafifçe aralandı. Uykulu gözlerle diğer kızlar göründü. Gözlerini ovuşturuyorlardı.

Azra, yatağını tek hamlede sihirle eski haline döndürdü. Diğerleri de kendi eşyalarını toplamaya başladı. Spor kıyafetlerini çekiştirerek üzerlerine geçirirken kapının hemen ardında tanıdık sesler yankılandı.

“Günaydın kızlar!” dedi Can, içeri adımını atar atmaz neşeyle. Gözleri doğrudan Ebru’ya kaydı, yanına gidip yanağına hafif bir öpücük kondurdu.

Arda kapı eşiğinde kaldı, kızların kızarmış gözlerini süzerek dudak büktü. "Uyumadınız mı siz? Partinin suyunu çıkarmışsınız anlaşılan."

Azra gözlerini kaçırmadan açıklama gereği duydu. "Ece gece bir kehanet söyledi. O yüzden pek iyi uyuyamadık."

Can’ın yüzünde anında meraklı bir ifade belirdi. "Ne kehaneti?"

Herkes sofraya otururken Azra günlüğünü masaya koydu, kapağını açıp gece yazdığı mısraları dikkatlice okumaya başladı:

“Altı dost çağrılınca göreve, içlerinden birisi gidecek bilinmeze. Son nefesini verirken bir diğeri, ölümü pahasına göze alacak düşmanını yenmeyi. Düşmanlar dayanınca Antares’in surlarına, Yok olacak her şey birinin çığlığında.”

Salonda anlık bir sessizlik oldu. Herkes kendi içine çekilmişti sanki. Mısralar salondaki havayı ağırlaştırmıştı.

Aslı, gözlerini Ece’ye çevirerek sessizliği bozdu. "Net bir şey gördün mü peki?"

Ece gözlerini yere indirip başını yavaşça iki yana salladı. "Hayır... Yani evet gördüm ama çok karışıktı. Her yer alevler içindeydi. Ve yalnızdım."

Ebru, gözlerini kısıp endişeyle fısıldadı. "Bu altı dost biziz sanırım."

Ece, sakin olmaya çalışarak nefes aldı. "Hemen bu karara varamayız. Okuldaki tek arkadaş grubu biz değiliz. Üstelik başka okullar da var. Medeiros insan dolu."

Can, ciddi bir ifadeyle mırıldandı. "Eğer bizsek, bu kehanet içimizden birinin öleceğini söylüyor."

Bu söz üzerine herkesin bakışları istemsizce Azra’ya döndü. Azra, üzerindeki dikkatle irkildi.

Kaşlarını çatarak homurdandı. "Ne?! Ne meraklısınız beni öldürmeye! Hiç öyle bir niyetim yok."

Ece gözlerini kısmış, yorgun bir tebessümle Azra’ya bakıyordu. "Başını en çok belaya sokmaya sen meyilli olduğun için olabilir mi?"

Azra iç çekerek ellerini havaya kaldırdı. "Uslu durmaya çalışacağım, tamam mı? Hem biraz sakinleşelim. Kehaneti Sare ile paylaşalım, onun fikrini alalım."

Ece başını salladı. "Okuldan sonra konuşurum."

Aslı, ağzındaki lokmayı güçlükle yutarken araya girdi. "Evet, hepimiz berbat görünüyoruz zaten. Biraz kendimize gelelim."

Can, dudaklarında belli belirsiz bir tebessümle konuştu. "Bakın, gelecek hep değişkendir. Ufak bir seçim bile her şeyi değiştirebilir. Kehanet boşa çıkabilir."

Azra, vücut dilini toparlayarak masanın üzerine dirseklerini koydu, net bir sesle devam etti. "Şöyle yapalım. Ebru ve Aslı, siz okuldaki herkesi tanıyorsunuz. Bizim gibi altı kişilik samimi arkadaş gruplarının bir listesini çıkarın. Ece, sen Sare ile konuştuktan sonra Can ile kütüphaneye git. Geçmiş kehanetlere bak; hangileri gerçekleşmiş, hangileri gerçekleşmemiş öğrenmeye çalış."

Arda hemen yerinde doğruldu. "Peki ben ne yapacağım?"

Azra gözlerini kısarak ona döndü. "Sen de tanıdığın yaşlı bir hayalet varsa onunla konuş. Benzer kehanetler veya olaylar olmuş mu öğrenmeye çalış."

Arda dudak büktü. "Hayaletle konuşacaksam yanımda olmanı isterim ama."

Azra sabırsızca kaşlarını çattı. "Çocuk gibi davranma Arda. Artık gücünü tek başına kullanmayı öğrenmelisin."

Arda bakışlarını yere kaçırdı ama ısrarcıydı. "En azından biraz daha gelişene kadar yardım etsen?"

Ece hafifçe öne eğildi. "Tamam, kütüphane işini ben hallederim. Azra, sen Arda ile git. Hayaletle birlikte konuşun."

Azra başını salladı, düşüncelerinden sıyrılmaya çalışarak. "Peki, öyle olsun."

Kahvaltı masasındaki hava biraz daha hafiflemişti. Azra tekrar söze girdi. "İlk ders Şifalı Bitkiler. Ali ile üç saatimiz var. Neyse ki sınıfta bir sürü şifacı olacak; hepimizin şu tipini düzeltebilirim."

Ebru ona sert bir bakış fırlattı. "Hani uslu duracaktın?"

Azra kıkırdadı, omuz silkti. "Bu tam bir yaramazlık sayılmaz ki! Hadi gidelim."

Günün zihinleri bulandıran havasına rağmen içlerinden bir parça kararlılık yeşermeye başlamıştı.

Okula doğru yürürken grubun üzerine ağır bir sessizlik çöktü. Ece’nin karanlık kehaneti hâlâ herkesin zihninde yankılanıyordu: Birimiz kaybolacak, birimiz ölecek… Adımlar yavaşladı, omuzlar çöktü, bakışlar sık sık Azra’ya kaydı. Onlar Azra için endişeleniyordu, ama Azra’nın kalbini sıkan tek şey, içlerinden birini kaybetme korkusuydu.

Belli etmemeliyim, diye geçirdi içinden. Paniklediğimi görürlerse, beni korumaya çalışırlar. Kendilerini ateşe atmaktan çekinmezler. Buna izin veremem. Daha güçlü olmalıyız… Hepimiz.

Birden durdu. Sert adımlarla arkasını döndü, gözlerindeki kararlılık sesine de yansımıştı.

“Arda, bugünden itibaren okuldan sonra her akşam seninle yeti antrenmanı yapacağız. Kaytarmak yok.”

Arda’nın ağzı yarı açık kaldı. Yanındakiler birbirlerine baktı.

Azra bakışlarını grubun geri kalanına çevirdi. “Ve hepiniz, her sabah benimle birlikte dövüş sanatları idmanı yapacaksınız.”

Söyledikleri havada yankılanırken Ece’nin yüzü buruştu, Aslı suratını ekşitti, Arda ise sessizce iç çekti. Tepkiler, henüz dile dökülmeden bedenlerine yayılmıştı.

“Ama uykum…” diye mırıldandı Aslı, dudaklarını büzerek.

Ece içinden homurdandı: Buna ne gerek var şimdi?

Can ve Ebru ise Azra’nın kontrolü yeniden eline alışına memnun görünüyordu. Can dudaklarını hafifçe bükerken Ebru başını onaylarcasına eğdi.

Azra elini kaldırarak yaklaşan itirazları bastırdı. “Fikrinizi sormadım. Konu tartışmaya kapalı.”

Aslı ellerini iki yana açıp dramatik bir edayla başını geriye attı. “Ah, benim güzel yatağım! Aramızda hasret rüzgarları mı esecek şimdi?”

Azra gözlerini devirdi. “Çok özlüyorsan onu da idmana getirirsin.”

“Ne yaptıracaksın yatağıma? Slalom koşusu mu?” diye karşılık verdi Aslı, kıkırdamasını zor tutarak.

Ece araya girdi, sesi sabırsızdı. “Biz idmanda gayet iyiyiz Azra. Siz üçünüz çalışsanız?”

Azra’nın cevabı netti. “Daha iyi olmamanız için bir sebep göremiyorum. Ve konu kapandı.”

“Öf!” dedi Ece, gözlerini devirdi. “Akşam yapalım bari.”

“Hayır. Akşam yorgun oluyoruz, hem Arda ile çalışacağım. Ayrıca okul o saatlerde çok kalabalık.”

Aslı iki elini başının arkasına koyup geriye yaslandı, pes etmişti. “Tamam o zaman. Önümüzdeki sene başlarız?”

“Yarın sabah başlıyoruz,” dedi Azra, pazarlığa kapıyı kapatarak. “Herkes erkenden bana geliyor. Uyuya kalan olursa spor salonundaki kano nehrine atarım, haberi olsun.”

Son cümle şakayla karışık söylenmişti ama tonundaki ciddiyet şüpheye yer bırakmıyordu. Grubun üçlüsünden yeni homurtular yükselirken Can ve Ebru, bozulmadan gelen bu kararlılığa kıkırdayarak karşılık verdiler.

O gergin ama tanıdık dinamik eşliğinde Şifalı Bitkiler sınıfına girdiler. Burası gerçekten bir tarlayı andırıyordu; bir yanında sürülmüş topraklar, diğerinde ise her biri farklı doku ve kokuya sahip bitkilerle dolu alan… Toprağa bakan sıralardan birine ilerlediler ve en ön sıraya oturdular.

Azra, sınıftaki şifacı öğrencilerin varlığını hemen hissetti. İçinde uyanan tanıdık dürtüyle gözlerini kapattı. Etraftaki şifacıların enerjisini içgüdüsel bir hareketle kendine doğru çekti, sonra yumuşak bir geçişle arkadaşlarına doğru yönlendirdi. Geceden kalan yorgunluk izlerini silmek istiyordu. Özellikle Ece’nin göz altındaki morluklar ve Aslı’nın düşük omuzları canını sıkıyordu.

Karşısında oturan Ebru, Azra’nın hareketini fark etti. Kaşlarını çattı, bakışlarını kısa ama keskin bir şekilde onun üzerine çevirdi.

Enerjileri çekilen şifacılardan çıkan rahatsız homurtular sınıfta kısa bir huzursuzluk yarattı, fakat kimse açıkça bir şey söylemedi. Azra'nın çevresinde beliren soluk beyaz hale yavaş yavaş sönüp dağılırken, sınıf kapısı ardına kadar açıldı ve içeriye uzun adımlarla stajyer öğretmen Ali girdi. Üzerindeki ince haki ceket, ona şifa öğretmenlerinden çok eski bir askeri andıran bir hava katıyordu.

"Günaydın arkadaşlar," dedi Ali, sırtını dikleştirerek. Sesi yumuşak ama otoriterdi; dostane yaklaşımıyla dikkat çekerdi ama derste disiplinden ödün vermezdi. "Bugün konumuz ayrık otları. Genelde istenmeyen bu otların aslında barındırdığı mucizelerden bahsedeceğiz..."

Sözleriyle birlikte sınıftaki dikkatler ona yöneldi. Ebru hemen defterini çıkardı, kalemini sayfa üzerine sabitledi. Azra da çantasından not defterini çıkartırken çevresindekileri göz ucuyla taradı. Yanı başındaki Ece, Aslı ve Arda ise fısıltılar eşliğinde birbirlerine kâğıt uzatıyor, dudaklarını sakince kıpırdatarak notlaşıyorlardı. Kahkahalarını yutmaya çalışsalar da kıkırdamaları havada incecik çatlaklar yaratıyordu.

Ali, konuşmasını sürdürmeden önce bir süre onları izledi. Sonra, çatık kaşlarının altından doğrudan Aslı’ya döndü.

"Aslı," dedi. Sesi hâlâ sakindi ama içinde belli belirsiz bir uyarı tonuyla doluydu. "Söyle bakalım, nedir ayrık otlarının en güzel yanı?"

Aslı, adının anılmasıyla yerinde irkildi. Kalemi elinden düşürecek gibi oldu ama sonra kendine has teatral üslubuyla doğrulup konuşmaya başladı.

"Ee... istikrarlı otlardır Ali!" dedi, ellerini iki yana açarak. "Bir türlü kurtulamazsın onlardan, olur olmadık her yerden çıkarlar. Tam bir pislikler yani... İstenmiyorsun ama oradasın. Terbiyesiz otlar!"

Sınıfın her köşesinden bastırılmış gülüşler yükseldi. Bazı öğrenciler göz göze gelip kaşlarını kaldırdı. Ali’nin yüzü ise taş gibi ifadesizdi.

"Demek pislik ve terbiyesizler," dedi öğretmen yavaşça. "Peki o zaman Aslı, madem öyle düşünüyorsun, şu tarladaki 'terbiyesiz pislikleri' bizim için temizlemeye başlar mısın lütfen? Ama hassas davranalım, zira kendileri bize harika bir ilaç olacaklar."

Gözlerini Aslı’nın üstünde sabit tutarken Ece’ye ve Arda’ya döndü. "Ece ve Arda, siz de ona katılın bakalım, muhabbetinize orada devam edersiniz."

Üçü hafif homurdanmalar eşliğinde tarlaya doğru yürüdüler. Ali dikkatli gözlerle onları izliyordu. Arda bir anlık duraksamanın ardından elini kaldırdı, kaşlarını kaldırarak sırıttı.

"Ali, hayaletlerden yardım alabilir miyim? Burada çok ot var da," dedi, gözlerini kısarak öğretmenin sabrını sınayan bir tonda.

Ali'nin dudaklarında belli belirsiz bir alay kıvrımı oluştu.

"Normalde hayır Arda. Ama madem soran sensin, bir istisna yapalım. Hadi bakalım, söyle hayaletlerine de yardım etsinler sana!"

Arda gözlerini kapattı, yüz kaslarını gevşetip nefesini düzenleyerek yoğunlaşmaya başladı. Sınıf, sessiz bir beklentiyle izliyordu onu. Birkaç saniye sonra Arda aniden bağırarak yerinden fırladı ve tarlanın ortasında bir o yana bir bu yana seğirterek zıplamaya başladı.

"Sizi aptal hayaletler!" diye bağırdı, sesi tizleşmişti. "Beni değil, ayrık otlarını kaldıracaksınız!"

Bu manzara karşısında sınıf kahkahalara boğuldu. Bazı öğrenciler sıraya vurdu, diğerleri gözyaşlarını silerek eğildi. Azra da dudaklarını ısırarak gülmemeye çalışırken içten içe Arda'nın enerjisini dengelemek üzere güç toplamaya başladı. Parmaklarını yavaşça birbirine kenetlemişti ki, tam o sırada Ebru’nun gözlerini üzerinde buldu.

Ebru’nun bakışları sertti. Dudakları sıkıca kenetlenmişti, bakışları ‘kurallara uy’ diye bağırıyordu. Azra göz temasını kestiği anda Ali'nin sesi yeniden duyuldu. Bu kez doğrudan ona sesleniyordu.

"Azra ve Ebru, siz de arkadaşlarınıza katılın lütfen," dedi öğretmen, gözlerini devirmeden ama bir anlam yükleyerek. "Bahçeyi güzelce temizleyin ki hem botanik dersi için hazır olsun hem de sonra tohumları ekebilelim."

Azra hafifçe gülümsedi, omuzlarını silkerek ayağa kalktı.

"Biz yetimizi kullanabilir miyiz peki Ali?" diye sordu, sesi çocuksu bir saflıkla süslenmişti ama gözlerinde meydan okuyan bir parıltı vardı.

Ali ifadesiz bir yüzle yanıtladı.

"Anlamadım? Bütün tarlayı tek başınıza temizleyip, belleyip, bir de ekmek mi istiyorsunuz?"

Ebru hemen araya girdi, sesi telaşla yükseldi.

"Yok yok Ali! Biz otları temizleriz, elle, elle!"

Bu sırada arka sıralardan Can ayağa kalktı. Ebru’ya bakarken duruşu hafifçe öne eğilmişti.

"Ali, ben de onlara katılabilir miyim?" dedi sesi kibar ama isteklilikle doluydu.

Ali'nin başını iki yana sallaması sadece bir reddediş değil, aynı zamanda sessiz bir mesajdı.

"Hayır Can." Sesi kesindi. "Sen sınıfla birlikte kalacaksın."

Bu, Can’ın Ebru’ya olan ilgisini açıkça ortaya koyan bir cezaydı. Ardından cezalı gruba dönerek ekledi:

"Siz de ayrı ayrı yerlerden başlayın bakalım."

Beş arkadaş, gün ışığı altında tarlaya dağıldı. Toprak ellerini kavrarken parmaklarının arasına sızıyor, üzerlerine çamur lekeleri bırakıyordu. Her biri bir köşeye eğildi, sessizlik içinde ayrık otlarını tek tek çekmeye başladılar. Sırtları terlemiş, dizlerinin altı toprakla kaplanmıştı. Arada bir göz göze geliyor, sessizce gülümsüyorlardı.

Bir süre sonra Ali, tüm sınıfı bahçeye indirip kalan işi birlikte yapmalarını istedi. Hep birlikte toprağı bellediler, sonra da çukurlar açıp yeni tohumları titizlikle ektiler. Rüzgâr, ekilen tohumların üzerine hafifçe dokundu, sanki onların hikâyesine şimdiden tanıklık ediyormuş gibi.

Dersin sonunda Ali, işini bitirmiş bir çiftçi edasıyla sınıfın karşısına geçti.

"Evet arkadaşlar, botanik dersinizde bu ektiğiniz tohumları incelersiniz," dedi, ellerini ceketinin cebine sokarak. "Bir sonraki derste görüşmek üzere."

Sınıf yavaşça dağılırken, toprağın kokusu hâlâ üzerlerine sinmişti. Azra, elini kirli tişörtüne sildi. Ece’nin kıkırdayışı hâlâ kulağındaydı. Tüm yorgunluklarına rağmen içlerinde bir hafiflik vardı.

Sınıfın kapısı aralanırken, güneşle cilalanmış taş zeminde Aslı’nın adımları yankılandı. Sırıtarak geriye döndü, ardından gelenlere göz devirdi.

“Çok yoruldum ve inanılmaz acıktım!” dedi, hem sitemli hem de biraz abartılı bir iç geçirişle. Elini karnına bastırmıştı, adeta açlıktan ölecekmiş gibi.

Can, parmaklarını saçlarının arasından geçirerek gerindi. Tozlu kıyafetlerini silkeledi, sesi her zamanki gibi çözüme odaklıydı.

“Toz toprak içindeyiz zaten,” dedi. “Dinlenme odasına gidip hızlıca duş alalım, sonra da terasta yeriz.” Ece hemen canlandı, gözleri parladı. Masaj ihtimali aklından geçince içten içe gülümsedi ama belli etmedi.

“Keşke bir de masaj olsa...” diye düşündü sessizce.

Ebru kısa bir kahkahayla başını salladı.

“Ben varım,” dedi, çantasını omzuna savururken.

Azra yavaşça geri çekildi, adımları sertleşmiş topuk sesleriyle parlak zemine dokunurken duraksadı.

“Siz gidin,” dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı. “Ben önce biraz yüzmeye çıkıyorum. Terasta görüşürüz.”

Arda kaşlarını çatıp bir adım yaklaştı.

“Yemek yemeyecek misin?” Tonu sanki bunun Azra’dan beklenmeyecek bir hareket olduğunu söylüyordu.

Azra hafifçe gülümsedi.

“Yiyeceğim,” dedi sade bir ifadeyle. “Siz duş alana kadar ben yüzer gelirim.”

Diğerleri dinlenme salonuna yönelirken, Azra farklı bir patikayı izledi. Okulun içindeki “havuz” adı verilen ama aslında altın kumlarla çevrili büyülü sahile çıkan o odaya girdi. Kumlar ayaklarının altında çıtırtıyla ezilirken, serin rüzgar tenine dokundu. Üzerinde bikinisi belirirken suyu kucaklarcasına denize atladı.

Dalgalar arasında yüzmeye başladı; her kulaç bir düşünceyi taşıyor, her nefes zihninin karışıklığını biraz daha berraklaştırıyordu. Soğuk su, içinde biriken endişeleri silip süpürür gibiydi. Kafasının yoğunluğunu arındırmak istercesine daldı çıktı.

Kısa bir yüzüşten sonra sudan çıkıp hızlı adımlarla dinlenme salonuna geçti. Duşunu aldı, saçlarını alelacele kurutup üzerini giydi. Derse daha yarım saat vardı.

Terasa çıktığında, ıslak saçlarının uçlarına düşen güneş ışığı neredeyse parlıyordu.

Yağmurla arınmış taş zemin ıslak ama temizdi, ayak sesleri o taşların üzerinde yumuşak ama yankılıydı. Masaya yaklaştığında, şelalenin şırıltısının eşlik ettiği sessizlikte arkadaşlarının çoktan yemeğe başlamış olduğunu gördü.

“Afiyet olsun,” dedi usulca, otururken taş bankın serinliği tenine değdi.

Aslı'nın ağzı doluydu ama konuşmadan duramazdı.

“Çok acıkmıştık, seni bekleyemedik valla,” dedi çiğnediği lokmalarla birlikte, sesi boğuk ama neşeliydi.

“İyi yapmışsınız,” dedi Azra gülümseyerek. Karşısına beliren tabak rengarenkti; sıcacık ev yemekleri buharını koruyordu.

Arda, onun dolu tabağını görünce kaşlarını kaldırdı.

“Yoğurt yok mu bugün Azra?” dedi, yarı alaycı yarı alışkanlıkla.

Azra kısa bir kahkaha attı, kaşığını eline aldı.

“Hayır, çok acıktım bugün!” Ardından gözleri uzaklaştı, sanki başka bir yere odaklandı. “Yüzerken aklıma bir şey geldi. Ya bu kehanet bizim okulla ilgili değilse? Belki diğer okullardaki altı kişilik gruplardır?”

Ece çatalını bırakıp dirseklerini masaya yasladı.

“Olabilir tabii,” dedi düşünceli bir tonda.

Azra, güneşte yıkanmış mozaik taşlara bir an bakıp sonra yeniden söze döndü.

“Özellikle Anterius olabilir diye düşünüyorum. Kehanette adı geçiyor ve ‘görev’ deniyor. Genelde göreve askerler çıkar, değil mi?”

Can, sandalyesinde hafifçe geriye yaslandı, gözlerini gökyüzündeki yüzen renkli şemsiyelere kaydırdı.

“Evet ama bizler de görevlere çıkıyoruz. Özellikle son sınıflar,” dedi, sesi bilgilendiriciydi ama kesinlik içermiyordu.

“Neyse,” dedi Azra başını sallayarak, “bunu Sare’ye danışalım.” Sonra Ece’ye döndü.

“Sen okuldaki diğer kahinleri tanıyorsun, değil mi?”

Ece omuz silkti, hafif bir gülümsemeyle cevapladı.

“İsim olarak evet ama arkadaşım yok.”

“Tamam, isimlerini de listeleyelim o zaman,” dedi Azra, not alır gibi kısa bir sessizlikle.

Tam o sırada Arda’nın bakışları masanın yanındaki boşluğa kilitlendi. Kaşları çatıldı, göz bebekleri bir noktaya sabitlendi.

“Saçmalama Allah aşkına!” dedi ansızın, sesi ciddi ama hafif çatallanmıştı. “İçinden akıp gider.”

Ebru, çatalı havada kalmış şekilde başını yana eğdi.

“Yine mi?” diye fısıldadı ama sesinde merak da vardı.

Arda, görünmeyen bir şeye kafasını sallıyordu.

“Sen yeni mi öldün? Çok taze görünüyorsun...” Yüzüne gelen hafif bir şaşkınlıkla devam etti. “Sen hiç korkunç değilsin, yazık bu kadar genç ölmen... Kaç yaşındasın?”

Azra hemen irkildi. Arda’nın güç kaynağına odaklandı, onun baktığı yere dönerken teni hafifçe ürperdi. Baktığı boşlukta şimdi o da görebiliyordu… Solgun ışıkta süzülen genç bir kız silueti. Hayaletin zarif yüzü hüzünle bükülmüş, açık sarı saçları omzuna dökülüyordu.

Arda açıklamaya çalıştı, ama kelimeler yetersizdi.

Azra yavaşça öne eğildi, sesi incelmişti.

“Merhaba,” dedi nazikçe. “Adın ne?”

Hayalet kız irkildi, çimen yeşili gözleri hayretle açıldı.

“Ah... sen de beni görebiliyorsun!” dedi bir nefesle.

“Evet,” dedi Azra. “Benim adım Azra. Senin adın ne?”

Kız, saçlarını parmaklarıyla çekiştirirken neredeyse fısıldadı.

“Meryem...”

“Memnun oldum Meryem,” dedi Azra, gözlerini ondan ayırmadan. “Ne zaman geldin buraya?”

Kızın gözleri dolmaya başlamıştı, dudakları titredi.

“Ben... yeni geldim.”

“Neden dolayı geldin peki?” Azra’nın sesi iyice alçalmıştı, gözleri kızın hüznünde donmuştu.

Azra, Arda’dan aldığı görme gücünü gece mavisi bir ışıkla diğerlerine yansıttı. O an, masa etrafındaki herkes, artık terasın kenarında duran hayalet kızı görebiliyordu.

Meryem, gözlerini kaçırarak titreyen bir sesle konuştu.

“Beni... beni kız kardeşim öldürdü.”

Masanın üzerindeki sıcaklık sanki bir anda çekildi. Hava, rengini yitirmiş gibiydi.

Azra'nın yüzü soldu, sesi yalnızca bir fısıltıydı.

“Neden?”

“Üç gün sonra düğünüm vardı. Yarın kına gecem olacaktı,” dedi Meryem, sesi kırık bir hatırayla sarılıydı. “Kız kardeşim gece odama geldi... Nişanlımla birbirlerini sevdiklerini söyledi. Bu işten vazgeçmemi istedi. Tartıştık... O benden hep daha güçlüydü. Beni yastıkla boğdu. Sonra da sanki uyuyormuşum gibi beni yatağıma yatırıp çıktı...”

Hiçbir şey demedi kimse. Şelalenin sesi bile o an susmuş gibiydi.

Masadaki hüzünlü sessizliği Aslı’nın öfkeli sesi bozdu. “Ne biçim kardeşmiş o! Kardeş değil, yılan resmen!”

Ece, her zamanki gibi daha analitik bir açıdan yaklaştı. “Nişanlın peki? O gerçekten kardeşini mi seviyordu?”

Meryem omuz silkti. “Kardeşimin demesine göre öyleymiş…”

Can araya girdi. “Sen daha önce hiç fark etmedin mi aralarındaki durumu?”

Meryem’in gözleri yeniden doldu. “Ben onu çok seviyordum,” diye fısıldadı. “Hem bana o kadar iyi davranıyordu ki… Hiç anlamadım.”

Ece susuyordu ama sessizlik onun düşünmediği anlamına gelmiyordu.

Her cümleyi zihninde yeniden tartıyor, güvenin nasıl böyle yerle bir edildiğine anlam bulmaya çalışıyordu.

Azra, sesini yumuşatarak sordu. “Bu yüzden mi Berzah’a geçemedin, burada kaldın?”

“Bilmiyorum,” dedi Meryem, ellerini sıkarak.

“Peki gitmek, yani oraya geçmek istiyor musun?”

Meryem başını hızla iki yana salladı. “Hayır, istemiyorum! Bundan sonra ne olacağını görmek istiyorum önce. Yarın sabah... cesedimi bulacaklar.”

Azra, onu ikna etmeye çalıştı. “Anladım ama... olacakları boş verip önüne baksan, huzura ersene?”

“Görmek istiyorum!” dedi Meryem inatla, üzgün yeşil gözlerini Azra’ya dikerek.

Azra onun kararlılığını gördü. “Peki,” dedi anlayışla. “Şimdi bizim derse gitmemiz gerekiyor, tamam mı?” Meryem’in ruhunun burada sıkışıp kalması iyi değildi. “Arda,” diye ekledi, arkadaşına dönerek, “daha sonra Meryem’le ilgilenip onun Berzah’a geçmesine yardımcı olacaksın.”

Arda bu sözler üzerine Azra’ya gözlerini devirdi. Meryem ise tamam anlamında başını salladı. Azra, Arda’dan çektiği gücü kestiği an, Meryem’in hayali görüntüsü herkes için ortadan kayboldu. Hep birlikte ayaklandılar.

Yolda Ebru konuştu. “Ne kadar sinir bozucu bir şey bu ya! Ne kardeşler var…”

Aslı ona katıldı. “Öyle kardeş yerin dibine batsın!”

Ece ise hâlâ inanamıyordu. “Yazık ama… İnsan bir erkek için kardeşine kıyar mı hiç?”

Ya da bu kadar kör olabilir mi?

Ece’nin zihni, ilişkilerin duygusal matematiğini çözmeye uğraşıyordu. Ama ne yaparsa yapsın, sonuç her seferinde bilinmeyenle bitiyordu.

“Kızlar,” dedi Azra uyarıcı bir sesle. “Onu görmüyor olmanız sizi duymadığı anlamına gelmez.”

Tam o sırada Arda öne doğru sendeledi. “Evet, çenenizi kapatır mısınız hanımlar?” dedi sinirle. “Hayalet zaten üzgün, bir de sizi dinleyip iyice zırlamasını istemiyorum bütün gün!” Tekrar sendeledi. “Hadi ama sen bari yapma! Tamam tamam, zırlak değilsin! Beni ittirmeyi bırakır mısın artık? Elli kilo halinle nereden buluyorsun bu gücü?”

Bir hayaletimiz eksikti, diye geçirdi içinden Azra, Arda’nın görünmez Meryem’le itişmesini izlerken.

Hep birlikte matematik sınıfına girdiler. Sınıf tıklım tıklımdı, yine ayrı ayrı yerlere oturmak zorunda kaldılar. Onlar daha yerleşemeden öğretmen Lora inanılmaz bir hızla sınıfa girip kürsüye geçti.

“Herkes yerine otursun arkadaşlar…” diye başladı Lora derse.

Ama Arda’nın dikkati başka yerdeydi. Yanındaki boşluğa fısıldıyordu, sesi bastırılmış bir öfkeyle titriyordu: “Öf, otur işte bir yere!... Hayır, oraya oturamazsın! Gidip dışarıda beklesene sen?”

Lora'nın tiz sesi sınıfı kesti. “Arda, ne oluyor orada?”

Arda başını kaldırmadan sakince cevap verdi. “Bir hayaletle konuşuyorum hocam.”

Lora gözlerini devirdi. Bu okulda artık alışılmış bir cevaptı. “Siz muhabbetinize devam edecekseniz biz başka bir sınıfa geçelim, rahatsız etmeyelim,” dedi alayla. Ardından sesi sertleşti. “Şimdi, hayalet arkadaşına sınıfımı terk etmesini söyle ve sen de şaklabanlığı kes.”

Arda derin bir iç çekti. “Gitmeyip dersinizi dinleyecekmiş hocam.”

Lora buna şaşırmamış gibiydi. Tahtaya neredeyse ışık hızında bir problem yazarken konuştu: “O zaman çenesini kapatsın.”

Arda göz ucuyla boşluğa baktı, sabrının sınırına yaklaşmıştı. “Çeneni kapat bence de… Lütfen susar mısın?” Ardından yorgun bir şekilde başını sıraya koydu, gözlerini kapattı.

“Can, gel bakalım, çöz şu problemi!” dedi Lora, Arda'nın sırasına bir taş gibi sert bir bakış atarak.

Can tahtaya doğru yürürken, Lora tahtanın diğer ucuna yeni bir problem daha yazıvermişti. “Arkadaşlar siz de bunu çözün, bitiren el kaldırsın.”

Azra hızla defterini açtı, kalemi kağıdın üzerinde kayarken dudakları kıpır kıpır formüllerle oynuyordu. İlk o kaldırdı elini. Lora kağıdını kontrol edip başını onayla salladı. “Aferin Azra!”

Lora arkasını döndüğü an, Aslı’dan gelen buruşturulmuş bir kağıt Azra'nın kafasına çarptı. Azra kağıdı açtı:

"Bana kopya ver :("

Cevap kısa ve netti. Azra bir gülümsemeyle yazdı:

"Kendin çöz! :)"

Kağıdı geri fırlattı. Aslı suratını buruşturdu, kağıdı bu kez Ece’ye attı.

Ece, kağıdı açmadan Aslı’ya dil çıkardı ve parmaklarını şıklatarak kağıdı sihirle havada yok etti.

“Of Aslı…” diye geçirdi içinden. “Kağıt atarak mı geçecek bu ders? Gerçi problem kolaydı. Cevabı söyleyebilirdim… ama doğru olan bu.”

Ece'nin iç sesi bu kararla huzur bulmaya çalışıyordu, ama Aslı'nın hayal kırıklığı içinde yaptığı dudak büzmesi onu biraz suçlu hissettirdi. “Ama ne yapayım… öğrenmeden geçmesini istemiyorum.”

Ders birkaç problemle daha sürdü. Zil çaldığında sınıf hızla boşaldı.

Grup, kapının önünde bekleyen Ebru’nun yanında toplandı.

Aslı hemen Ebru’nun koluna girdi. “Bunlara söyle benimle konuşmasınlar,” dedi burnunu havaya kaldırarak, Azra ve Ece’yi işaret ederek.

“Yine çok mu küstün?” dedi Ebru, kahkahasını zor tutarak.

“Evet, çok küstüm!”

Azra, dudaklarının kenarında beliren sırıtışı bastırmaya çalışarak seslendi. “İstersen seni matematik çalıştırabilirim Aslı?”

“İstemiyorum! Çalışmayı da matematiği de sevmiyorum işte!”

Aslı, kollarını bağlayarak yüzünü çevirdi.

Ece, gözlerini devirdi. “Hangi dersi seviyorsun ki sen?”

“Dövüş sanatlarını seviyorum!”

“Tamam o zaman,” dedi Azra, onun burnunu hafifçe sıkarak. “Sen de bize dövüş sanatları çalıştırırsın.”

“Çalıştırmayacağım işte! Kopya da vermeyeceğim!” diye bağırdı Aslı, inatla ayaklarını yere vurdu.

“Aa, ama biz seni çok seviyoruz,” dedi Ece, yapmacık bir sevecenlikle gözlerini kocaman açarak.

“Hıh! Sevseniz kopya verirdiniz.”

“Sevdiğimiz için vermedik,” dedi Ece, bu kez ciddi bir ifadeyle. “Kopya versek öğrenemezdin.”

Aslı gözlerini devirdi. “Yeter ama artık!”

Azra, bu sefer toparlayıcı tonuyla araya girdi. “Şimdi bir saatlik boş zamanımız var. Ece, sen Sare’ye çık, kehaneti anlat, fikrini al. Can, sen kütüphaneye git, gerçekleşen ve gerçekleşmeyen kehanetleri araştır. Ece işi bitirince sana katılır. Ebru ve Aslı, siz de bana okuldaki diğer altılı grupları listeleyin. Arda, sen benimle terasa geliyorsun. Hayaletlerle bir sohbet edelim.”

Aslı hemen itiraz etti. “Bence biz gidip bir masaj yaptıralım! Şifalı Bitkiler dersi beni mahvetti. Bunları okuldan sonraya bırakalım!”

“Masaja sonra gideriz,” dedi Azra kararlı bir tonla. “Okuldan sonra topladığımız bilgileri değerlendirmeliyiz. Hadi herkes iş başına.”

Aslı içini çekti. “Öf! İyi, biz Ebru ile yemekhanedeyiz o zaman.”

Can, sessizce başını sallayıp “Ben kütüphaneye geçiyorum,” diyerek uzaklaştı. Ece de Sare’yi bulmak üzere okulun üst katlarına yöneldi.

Azra, hâlâ yanındaki görünmez Meryem’le konuşan Arda’yı kolundan tuttuğu gibi asansöre sürükledi.

“Bir saat sonra İksir dersinde görüşürüz!” diye seslendi arkalarından.

Asansörün kapısı kapanırken Arda patladı. “Yeter ama! Biraz sussan artık! Başımın etini yedin!”

Azra hemen Arda’nın gücünü çekti. Karşısında beliren Meryem’in yüzü düşmüştü, gözlerinde kırılmışlık vardı.

“Çok kabasın Arda! Ne biçim yorum o öyle?” dedi Azra sertçe.

Arda ellerini iki yana açtı. “Ama hiç susmuyor ki! Sanki bu kadar konuşunca olayları değiştirebilecekmiş gibi!”

Azra derin bir nefes aldı. Sonra Meryem’e döndü, ses tonu bu kez daha yumuşaktı. “Sen ona bakma Meryem. Olan olmuş artık, bu kadar üzülme. Hem… neden Berzah’a gitmek istemiyorsun? Biraz dinlenirdin orada?”

Meryem başını kaldırdı, şaşkınlıkla etrafına bakındı. Gözlerinde yeni bir farkındalık belirmişti. “İstemiyorum… Bir de ben üzüntümün arasında unuttum… Ben neredeyim şu anda?”

Meryem’in sesi titrek bir mum alevi gibiydi, ne tam yanıyor ne de sönüyordu.

Azra başını ona çevirdi, yüzü dingin ama dikkatli bir ifadeyle aydınlandı. Omuzlarını hafifçe düzeltti, Meryem’in gözlerinin içine bakarak konuştu.

“Burası Medeiros,” dedi yavaşça. “Bazı ruhların uykuda ve ölümlerinden sonra geçiş yapabildiği bir ara âlem. Şu anda Seperius Akademisi’ndeyiz, Medeiros’taki okullardan biri.”

Meryem gözlerini kısarak etrafı taradı, sanki bildiği hiçbir şeye benzemeyen bu dünyayı anlamlandırmaya çalışıyordu.

“Peki… ben neden buradayım? Özel bir ruh muyum?”

Azra başını hafifçe iki yana salladı. Dudaklarına nazik bir ifade yerleşmişti, ses tonu yumuşak ama sakindi.

“Hayır Meryem. Henüz ruhunun gitmesi gereken yere, Berzah’a ulaşmadın. Ruhun şu anda serbest dolaşıyor. Büyük ihtimalle, Berzah’a giden yolda sana eşlik etmesi için Arda’ya bağlandın. O bu konuda sana yardımcı olabilir.”

Meryem’in bakışları yavaşça yere kaydı. Parmaklarıyla etek ucunu sıktı, sanki dünyadaki bir hatıraya tutunur gibiydi.

“Yani… Berzah’a gidince… onları bir daha göremeyecek miyim?”

Sesi, içinde kopan dalgaların zar zor tuttuğu bir fısıltıydı.

Azra derin bir nefes aldı, bakışlarını kısa süreliğine uzaklara çevirdi. Gözlerinde anlayış ve sabırla karışık bir ağırlık belirdi.

“Meryem, ruhlar özgürleşir. Eğer kalbin iyiyse, zamanla belirli ölçüde serbest kalabilirsin. Ama önceliğin Berzah olmalı.”

Meryem başını hafifçe eğdi, kirpiklerinin arasından gözyaşıyla parlayan bir ışık belirdi.

“Yani… onları izleyebilir miyim? Sadece bir kez... kardeşimi ve nişanlımı…”

Azra, onu hayal kırıklığına uğratmak istemeyen bir öğretmen gibi davrandı. Sesine dinginlik yükledi.

“Önemli olan senin yolculuğun, Meryem. Ruhunu hapseden bedenden kurtuldun. Şimdi yeni evine, Berzah’a odaklanmalısın.”

Bir an sessizlik oldu. Meryem’in gözleri kısa süreliğine boşluğa daldı, sonra yeniden canlandı.

“Peki… Berzah’a yerleşince sizi ziyaret edebilir miyim?”

Azra gülümsedi, hafifçe başını sallayarak yanıtladı.

“Benim için sorun olmaz.”

Arda bir adım öne çıktı, gözlerini devirdi, sesi sabırsızdı.

“Benim için var ama! Seninle uğraşamam, sürekli konuşuyorsun, çok ağlıyorsun.”

Meryem, onun bu tepkisine anında karşılık verdi. Kaşları çatıldı, dudakları titredi.

“Tabii ağlarım! Çok büyük bir haksızlığa uğradım!”

Azra araya girdi, Meryem’in savunmaya geçmiş beden diliyle Arda’nın umursamaz ifadesi arasına görünmez bir köprü kurarcasına.

“Peki Meryem, biz bu aleme nasıl mı geliyoruz? Bizim durumumuz biraz farklı.”

Azra'nın gözleri kısa bir an için donuklaştı, sonra yeniden parladı.

“Dünya’da yaşıyoruz. Ama uyuduğumuzda ruhlarımız Medeiros’a geçiyor.”

Meryem, bir soru daha soracak gibi ağzını açtı, ama Azra nazik bir el hareketiyle onu durdurdu.

“Şimdilik gitmen gereken yer Berzah, Meryem. Orası senin yeni yuvan olacak. Orada huzur bulacaksın.”

Meryem’in gözleri doldu, sesi inceldi.

“Ama… nasıl gideceğimi bilmiyorum.”

Bakışları bir umut kırıntısıyla Arda’ya döndü.

Arda içini çekti, ellerini cebine soktu, sonra başını yana eğerek söylenir gibi konuştu.

“Kendi kendine halledebilirsin bence.”

Azra bir anda dikleşti, sesini sertleştirmeden ama net bir tonda Arda’ya döndü.

“Arda!”

Bir bakışıyla onu hizaya soktu. “Meryem’e seve seve yardımcı olacaksın, değil mi?”

Arda istemsizce başını salladı.

“Evet, tamam, her neyse… Kapı açılsın, bir bakarız.”

Sonra konuyu hızla değiştirdi, yüzü yeniden ciddileşti.

“Şimdi, şu kehanet işine dönelim. Ne yapmamı istiyorsun benden, Azra?”

Azra, ellerini arkasında birleştirerek birkaç adım attı; ıslak taş zeminden yankılanan topuk sesi havada kısa bir yankı bıraktı.

Ardından olduğu yerde durdu ve Arda’ya dönerek gözlerini ona sabitledi.

“Senden özel birini çağırmanı istiyorum, Arda,” dedi sesi kararlı ve ölçülü.

Arda kaşlarını kaldırdı, duraksadı, sonra kaşlarını çatıp hafifçe öne eğildi.

“Bir ruhu çağırmamı mı? Nasıl yani?”

Şaşkınlığı sesine yansımıştı, dudaklarının kıyısı biraz titredi. Hayaletlerle konuşmak başka bir şeydi, ama belirli bir ruhu hem de Berzah’a geçmiş olabilecek birini çağırmak... bu çok daha fazlasıydı.

Azra'nın gözleri bir an bile tereddüt etmedi.

“Evet,” dedi, sesi sanki taş zemine oturan net bir damla gibiydi. “Burada daha önce yaşamış ve Berzah’a yerleşmiş birini.”

Arda’nın gözleri büyüdü. Hafifçe geri çekildi, sanki istemsizce savunma alıyordu.

“Kimmiş o?”

Azra’nın sesi bu sefer daha düşük, ama ağırlıkla yüklüydü.

“Benden önce görülen tek İletken.”

Bu sözler Arda’nın yüzüne tokat gibi çarptı. Gözleri irileşti, kaşları hızla çatıldı.

“Azra, ben onu tanımıyorum ki!”

Ellerini iki yana açarak konuştu, sesi yükselmişti. “Yüzünü bilmediğim, adını duymadığım birini, hem de Berzah’tan nasıl çağırabilirim? Zaten ruhlara hükmetmekte zorlanıyorum!”

Azra başını hafifçe eğip sesini yumuşattı, sakinleştirici bir tonda konuştu.

“Biliyorum Arda, zor olacağını biliyorum. Ama bak… adını ve fotoğrafını bir şekilde bulacağım. O zaman ulaşabilir misin?”

Arda bakışlarını kaçırarak tereddütle başını salladı. Yüzündeki huzursuzluk açıkça okunuyordu.

“Denemem lazım,” dedi sonunda, sesi isteksizce sönümlendi. “Ama neden özellikle o?”

Azra’nın dudakları belli belirsiz bir gülümsemeyle kıvrıldı. Bakışları bir anlığına boşluğa kaydı, sonra yeniden Arda’ya döndü.

“Çağırınca anlarsın,” dedi. Ardından kısa ama anlamlı bir bakışla yanlarındaki görünmeyen Meryem’e göz gezdirdi. Gözleriyle bir işaret gönderdi, sonra fısıltıya yakın bir tonda konuştu:

“Ve bu şimdilik bizim küçük sırrımız olacak, tamam mı? Diğerlerini paniğe sürüklemek istemiyorum.”

Meryem o bakışı anında yakaladı, gözlerini açarak başını dikleştirdi ve iki parmağıyla dudaklarına hayali bir fermuar çekti. Göz kırpıp sessizce gülümsedi.

Arda gözlerini devirerek iç çekti, omuzlarını hafifçe düşürdü.

“Tamam, sırrımız olsun. Ama yine de… kafandan neler geçiyor merak ettim doğrusu.”

Azra, gerginliği dağıtmak istercesine yumuşak bir tebessümle yaklaştı.

“Sen şimdi sadece odaklan,” dedi hafifçe başını eğerek. “Önce tanıdığın birini çağırmayı dene istersen. Onunla başlayalım.”

Arda, gözlerini bir noktaya sabitledi. Derin bir nefes aldı, omuzları hafifçe çöktü.

“Peki,” dedi kısık bir sesle. Gözlerini kapatıp odaklanmaya çalıştı.

Azra, rüzgârla hafifçe savrulan saçlarını eliyle arkaya doğru attı ve kendine sade bir kahve aldı. Meryem ona doğru yöneldi, tam bir şey soracakken Azra hafif bir el hareketiyle onu susturdu. Meryem dudaklarını sıkıca birbirine bastırarak sessizce geri çekildi.

Yaklaşık beş dakika boyunca sessizlik çöktü. Arda, dizlerinin üzerindeki ellerini yumruk yapmıştı. Sonunda bir iç çekişle gözlerini açtı, yüzü hayal kırıklığı içindeydi.

“Olmuyor! Yapamıyorum! Sen yapsana şunu!”

Azra kahvesinden küçük bir yudum aldıktan sonra sakin ama kararlı bir tonla yanıtladı.

“Arda, yapamayacağımı biliyorsun. Daha önce kaç kere denedik? Bu ‘çağırma’ kısmı sadece senin yeteneğin. Benimki değil. Lütfen, hadi… biraz daha zorla. Kimi çağırmaya çalışıyordun?”

Arda, başını yana çevirip kısa bir sessizlikten sonra mırıldandı.

“Dedemi...”

Azra’nın gözleri hafifçe parladı, yumuşak bir ilhamla öne eğildi.

“Tamam. Deden nasıl bir insandı? Hadi bana biraz onu anlat.”

Arda'nın yüz ifadesi çözülmeye başladı. Kaşlarındaki gerginlik azaldı, gözleri uzaklara dalarak yumuşadı.

“Çok sessiz biriydi,” diye başladı, sesi zamanla duygu yüklü bir tona büründü. “Ama gözleri konuşurdu. Ellerinden çay kokusu eksik olmazdı… Elinden gelen her şeyi paylaşırdı.”

Azra gözlerini kısmış, başını hafifçe yana eğmişti. Meryem ise ellerini önünde kenetlemiş, dikkatle dinliyordu. Ortamdaki enerji yavaşça değişti.

Arda anlatmayı bitirdiğinde tekrar gözlerini kapadı. Bu sefer daha derin bir odakla hareketsiz kaldı. Dakikalar geçti. Yüz kaslarında zaman zaman ufak seğirmeler oldu, alnında ter birikti.

Sonunda on dakika sonra birden gözlerini açtı, dudakları öfkeyle büküldü.

“Olmuyor işte, Azra! Ulaşamıyorum!”

Azra, kahvesini bir kenara bırakıp ona yaklaştı. Parmağını onun kaşlarının arasındaki kırışıklığa hafifçe bastırdı, ardından yumuşak bir sesle konuştu.

“Tamam. Şimdilik bu kadar yeter. Ama pes etmek yok, anlaştık mı? Akşam tekrar deneriz.”

Arda başını iki yana sallasa da gözlerindeki yorgun parıltı, aslında bir şans daha vereceğinin sinyalini veriyordu.

Azra kolunu hafifçe Arda'nın omzuna koydu.

“Hadi, İksir sınıfına geç kalacağız.”

Sessizce toparlandılar. Meryem de bir gölge gibi arkalarından süzüldü, rüzgârın taşıdığı yapraklar gibi adımlarına eşlik ederek onları takip etti.

Azra, Arda'nın Meryem’le baş etmekte zorlandığını görünce ileriye bir adım attı. Gözlerini ona dikti, sesi yumuşak ama netti.

"Meryem, belki biraz etrafı gezmek istersin, ne dersin? Hadi git, biraz dolaş." Meryem Azra'nın etrafındaki koyu hale sönerken komut almışçasına herhangi bir tepki vermeden yavaşça ortadan kayboldu. Azra, hayalete göz ucuyla son bir bakış gönderdi. Dudakları hafifçe kıvrıldı.

"Sonra görüşürüz," diye fısıldadı.

Asansörle laboratuvar katına indiklerinde, beyaz duvarların arasında yankılanan ayak sesleri taş zemine işliyordu. İçeri girdiklerinde sınıf, titrek ışıklarla aydınlanıyor, cam kavanozların içindeki iksir kalıntıları loş ışıkta parıldıyordu. Arkadaşları en arka masada yerlerini çoktan almışlardı. Azra ve Arda hızlıca yanlarına geçip oturdu.

Azra'nın sesi alçak ama meraklıydı.

"Ne yaptınız?"

Ece, dirseklerini masaya dayayarak konuştu, gözleri hâlâ biraz aceleyle açıp kapadığı notlarında dolaşıyordu.

"Ben Sare ile konuştum, Kahin listesini de çıkardım ama Can’a pek yardım edemedim."

Ebru iç çekerek söze girdi, kollarını kavuşturdu.

"Biz de grupları listeledik. Sonra Can’a yardım ettik."

Azra başını çevirip Can’a döndü.

"Sen ne buldun?"

Can’ın yüzü ciddileşti, dosyasını açarken sayfaları düzeltti.

"Söylenmiş ama gerçekleşmemiş iki kehanet buldum. Sebeplerini de not aldım."

Kısa bir duraksamayla omuz silkti.

"Gerçekleşen çok fazla var, hepsine bakmamız imkânsız."

Azra onaylarcasına başını salladı, sesi düşük ama kararlıydı.

"Tamam. Gerçekleşmeyenler işimizi görür. Dersten sonra detaylı konuşuruz."

Kapının aniden açılmasıyla sınıf bir anda suskunlaştı. Öğretmen Doruk içeri girdi. Üzerindeki beyaz cübbe, hareket ettikçe dalga dalga salınıyordu. Yüzünde ölçülü bir ciddiyet vardı.

"Hoş geldiniz arkadaşlar," dedi gözleri sınıfta dolaşırken.

"Bugün sakinleştirici bir iksir yapacağız."

Bir an durakladı, parmaklarını arkasında birleştirerek sınıfı süzdü.

"Ama öncesinde... Geçen haftaki iksirden yalnızca bir kişi başarıyla geçti: Arda. Tebrikler Arda."

Arda gözlerini devirmemeye çalışarak gülümsedi. Diğerlerinin arasında oturuyor olmasına rağmen kısa bir an için sahnedeymiş gibi hissetti.

Doruk’un yüzündeki tebessüm hızla ciddiyete dönüştü.

"Arda, Azra ve Can... Dersten sonra kalıyorsunuz. Konuşacaklarımız var."

Azra’nın içi bir anda çekildi, sanki midesinin altı oyulmuş gibi hissetti. Can’a kaygıyla baktı ve sessizce fısıldadı:

"Eyvah. Anladı."

Can ifadesizce başını salladı, ama çenesinin gerildiği fark ediliyordu. Azra içinden geçirdi: Şimdi yandık. Kesin yine ceza alacağım.

Doruk, önlerindeki boş masalara baktığında havada hafifçe titreşen bir büyüyle cam tüpler, beherler, ölçü kaşıkları ve tarif kâğıtları sihirle belirdi. Masaların üzerinde fokurdayan küçük ocaklardan yükselen buhar sınıfı hafifçe sisle kapladı.

"Evet, herkes başlasın," dedi.

Öğrenciler eldivenlerini takıp gözlüklerini yerleştirdi. Ortamda metal ve bitki kokusu hâkimdi. Camların buğulanmasına neden olan sıcaklık, fokurtular ve arada patlayan minik alev topçukları arasında Azra, önce Ebru’ya birkaç tanımadığı maddeyi sordu. Ebru, usta işi bir hareketle cevapladı, ardından kendi karışımıyla ilgilenmeye döndü.

Azra, sırasına döndüğünde nottaki sırayı titizlikle izlemeye başladı. İçeriği karıştırırken kaşığın ucundan süzülen şeffaf sıvı, mor bitki özleriyle birleştiğinde duman rengi koyulaştı.

Aslı bir ara başını kaldırdı, yüzü buharla kızarmıştı.

"Hangi renk olması gerekiyor?" diye sordu, gözlüğünün buğusunu eliyle silerken.

Doruk, elindeki açık sarı tüpü gösterdi.

"Bu. Uygun sıcaklıkta bu renge ulaşmalı."

Azra kendi tüpüne baktı. Rengi biraz daha açıktı. Isıya biraz daha maruz bırakmak gerektiğine karar verdi ve ısıtmayı sürdürdü.

Dersin sonlarına doğru Aslı, neşeyle yerinden doğruldu.

"Ben bitirdim!"

Hemen ardından Arda elini kaldırdı.

"Ben de bitirdim hocam. Harika oldu! En sevdiğim sakinleştirici bu!"

Doruk başını salladı.

"Bitirenler ellerini kaldırsın."

Azra, tüpün içindeki karışımı son kez kontrol etti. Köpürme durmuş, renk tam da istenen tona ulaşmıştı. Ece ve Ebru ile göz göze gelip aynı anda ellerini kaldırdılar.

Doruk sıraları dolaşmaya başladı. Masaların arasından geçerken beyaz cübbesi hafifçe arkasından süzülüyordu. Azra’nın tüpünü alıp içinden bir numune çıkardı, üzerine ismini yazdı ve bir kutuya yerleştirdi. Can da bu sırada elini kaldırmıştı. Onunkinden de numune alındı.

"Evet," dedi Doruk, kalemini cebine koyarken,

"İksirlerinizi tüpleyip isimlerinizi yazarak masama bırakın. Masalarınızı toplayıp temizleyin. Son on dakikanız. İşi biten çıkabilir."

Gözleri Arda, Can ve Azra'ya döndü.

"Siz kalıyorsunuz."

Kızlar, Azra ve Can’a anlam dolu bakışlar fırlattı. Ebru alaycı bir şekilde gözlerini devirdi.

"Yine ne yaptınız acaba," der gibiydi. İksirlerini bırakarak sınıftan çıktılar.

Sınıf yavaş yavaş boşalırken, ocağın altındaki son ateş cızırtılı bir sesle söndü. Hava, tarçınlı bitki kökü ve yakılmış karışımın keskin kokusuyla doluydu.

Azra endişeyle Can’a döndü.

"Ne yapacağız?" dedi alçak sesle.

Can dudaklarını büzüp omuz silkti.

"İyi bir ceza bizi bekliyor gibi duruyor."

Azra, gözlerini kıstı. Dudaklarını kararlı bir şekilde birbirine bastırdı.

"Tamam. Bana bırakın. Ne söylerse söylesin, inkar edin ikiniz de."

Can, kuşkulu bir bakışla Azra’ya eğildi.

"Ne geçiyor aklından?"

Azra kaşlarını kaldırdı, yüzünde yaramaz bir gülümseme belirdi.

"Sen bana bırak," dedi.

Sınıf sessizdi artık. Yağmurun aralıklı tıpırtıları dışında hiçbir ses kalmamıştı. Doruk, kapının kapanışını bekledi, sonra sertçe döndü ve üçlünün üzerine yürüdü.

“Oturun!” Sesi duvardan sekmiş gibi yankılandı.

Azra, Can ve Arda istemsizce sıralarına geri çekildiler. Sandalyeler gıcırdayarak kaydı. Doruk’un adımları sınıfın taş zemininde tok bir yankı bırakıyordu.

Adam, gözlerini doğrudan Arda’ya dikti. Kaşları çatıktı, gözleri donuk ama içinde alev kıvılcımları çakıyordu.

“Arda, neden kendi iksirini arkadaşlarına verdin?”

Arda’nın göz bebekleri büyüdü. Omuzları refleksle geriye çekildi. “Ben öyle bir şey yapmadım Doruk Bey,” dedi, sesi çatallaşmıştı.

“Öyle mi?” Doruk’un sesi buz gibiydi. “Peki senin hazırladığın iksir, Can ve Azra’nınkiyle nasıl tıpatıp aynı oluyor? Bir açıklaman var mı?”

“Bilmiyorum... Doruk Bey,” dedi Arda, gözlerini yere kaçırarak. Parmakları dizlerinin üzerinde sıkılıydı.

Doruk, bakışlarını Can’a kaydırdı. “Can?”

Can yutkundu. Boğazı kurumuştu. “Biz… iksirlerimizi kendimiz hazırladık Doruk Bey. Son dakikaya kadar uğraştık, siz de gördünüz.” Sesi düşük ama kendinden emindi.

Doruk, başını hafifçe yana eğerek Azra’ya döndü. Bakışları keskinleşmişti. “Son dakikada Arda’nın iksiriyle değiştirdiniz, değil mi Azra?”

Azra’nın gözleri hafifçe irkildi. İçinde kısa bir tereddüt süzüldü ama hemen toparlandı. Derin bir nefes aldı, omuzları düştü. Sonra başını kaldırarak kararlılıkla konuştu.

“Doruk… Can ve Arda’nın bundan haberi yoktu. Ben... iksiri onlardan habersiz değiştirdim.”

“Hayır yapmadın!” diye patladı Can. Yumrukları sımsıkıydı. Gözleri Azra’ya çevrilmişti, hayal kırıklığına uğramış gibiydi.

Azra ona keskin bir bakış attı. Dudakları kısılarak göz ucuyla, “Sus.” der gibi baktı. Ardından başını çevirip gözlerini Doruk’un göz hizasında tuttu. Sesi netti, ölçülmüştü.

“Evet, yaptım. Senin tüpünü de değiştirdim, kendiminkini de. Senin haberin yoktu.”

Doruk, yüzünü Azra’ya yaklaştırarak dikkatle inceledi. Gözleri, kızın yüzündeki tek bir yalana dair iz arar gibiydi.

“Azra, bunun cezasının ağır olabileceğinin farkındasın, değil mi?”

Azra başını yavaşça salladı. “Evet Doruk. Farkındayım. Ama onların suçu yok.”

Doruk birkaç saniye sustu. Düşünceleri gözlerinde şekil değiştiriyor gibiydi.

“Siz ikiniz çıkabilirsiniz,” dedi Can ve Arda’ya. “Azra, sen benimle Müdüre Hanım’a geliyorsun.”

Can ve Arda yerlerinden kalkarken biri diğerine çarpmamak için yavaş hareket etti. Arda, Azra’ya kısa bir bakış fırlattı; içinde hem kızgınlık hem kırılgan bir minnet saklıydı. Can ise hiçbir şey söylemeden kapıya yöneldi, dişlerini sıkıyordu.

Azra seslendi, sesi yumuşaktı ama yorgun:

“Kızlara söyleyin, terasta beklesinler beni. İşim bitince gelirim.”

Kapı kapandı. Azra, derin bir nefes aldı ve Doruk’la birlikte koridora çıktı.

Yağmurun sesi taş zeminden gelen ayak seslerine karıştı.

Doruk, yürürken yan gözle kıza baktı. “Neden yaptın bunu?”

Azra başını hafifçe yana eğdi, sesi biraz pişmanlıkla boğuklaştı. “Düşük not almak istemedim...”

Doruk durdu, gözlerini kıstı. “Bu dolandırıcılık Azra,” dedi tok bir sesle. “Ve buranın kuralları katıdır. Bu yüzden okuldan atılabilirsin.”

“Üzgünüm,” dedi Azra, başı öne eğilmişti. Parmakları kazağının ucuyla oynuyordu. “Ben bilmiyordum... Kurallar listesinde de böyle bir şey yazmıyordu.”

Doruk, yürümeye devam etti. “Bu listelere sığmaz,” dedi. “Bu bir ahlak meselesi. Bunu senin zaten bilmen gerekirdi.”

Azra son bir kez denemek istedi. Sesine hafif bir umut kırıntısı serpti. “Bu seferlik beni affetseniz olmaz mı? Henüz yeniyim… hâlâ uyum sağlamaya çalışıyorum.”

“Olmaz.” Doruk’un sesi kesin ve soğuktu. “Müdüre Hanım isterse kendisi affeder.”

Azra başını eğdi. Artık direnmedi. “Peki,” dedi yalnızca.

Sare’nin odasının kapısına geldiklerinde Doruk durdu ve tokmağı çevirdi. Kapı ağır bir gıcırtıyla açıldı. İçeri girer girmez ametist taşlarının serin ışıltısı onları sardı. Havadaki nane ve kâğıt kokusu belirgindi. Kitaplıklar loş ışıkta büyülü birer ormana benziyordu. Masanın üstünde yavaşça süzülen kum saati zamana meydan okur gibiydi.

Sare başını dosyalardan kaldırdı. Gözlerini önce Doruk’a, sonra Azra’ya çevirdi. Kaşları çatıldı, kızıl gözleri bir an parladı.

“Bir sorun mu var?” diye sordu, sesi ipeksi bir gerilimle doluydu

Doruk, Sare'nin masasının önündeki sandalyeye oturur oturmaz söze girdi. Sesi netti, ama belli ki içinde kalan hayal kırıklığını bastırmaya çalışıyordu. “Azra, Arda'nın iksirini hem Can hem de kendisi için kopyalamış. Kendileri hazırlamış gibi verdi. Can'ın durumdan haberi yok.”

Sare, söylenenleri sakince dinlerken ince kaşlarını hafifçe çattı. Kızıl gözleri Azra’ya kilitlenmişti; gözlerinde her zamanki gibi ürpertici bir dinginlik vardı. Masasının üzerinden hafifçe öne eğildi, ametist taşının üzerinde yarı şeffaf bir gölge oluştu. Azra'nın bakışları yere kaydı. Utancının yanaklarına vurmasına izin verdi; ne kadar pişman olduğunu göstermeye çalışıyordu ama içindeki çalkantı başka bir yerden, çok daha derinden kopuyordu.

Sare’nin sesi odayı doldurdu. Soğuk ve keskin.

“Kaldır başını, küçük hanım. Öğretmenin doğru mu söylüyor?”

Azra, iç geçiren bir kararlılıkla başını kaldırdı. Çekingen bir tonda yanıtladı. “Evet efendim.”

Sare'nin yüzü taş gibi ifadesizdi. “Yani itiraf ediyorsun?”

“Evet efendim,” dedi Azra, sesi çatlamaya yakın. “Çok üzgünüm.”

Sare'nin bakışları sabit, gözleri hala aynı noktaya çakılıydı. “Neden yaptın böyle bir şeyi?”

Azra, önceden hazırladığı yalanı usulca devreye soktu. Omuzları düşük, sesinde ezik bir tını vardı. “Düşük not almaktan hoşlanmıyorum efendim… Can da arkadaşım. Ona kıyamadım. Bir hata yaptım.”

Sare, derin bir sessizliğe gömüldü. Belli ki yalnızca cümleleri değil, Azra’nın sesindeki titremeyi, duruşundaki çelişkiyi, söylemediklerini de tartıyordu. Parmak uçlarıyla kristal sürahinin kenarına vurdu; çıkan ses kısa ama tok bir yankı bıraktı odada.

Sare, gözlerini kırpmadan konuştu.

“Bu yaptığın, düşük not almaktan çok daha kötü, Azra.”

Azra’nın içi sıkıştı. Yutkundu ama boğazındaki düğüm geçmedi. Sare, masasındaki kum saatine bir göz attı, sonra kararını henüz vermemiş bir sesle devam etti:

“Bu haftayı tamamla. Diğer öğretmenlerinle konuşacağım. Hafta sonu sana kararımı bildiririm.”

Azra’nın içinden yükselen korku, dudaklarının kıyısına kadar geldi. Sesi, zor duyulacak kadar kısık çıktı.

“Okuldan atılmayacağım değil mi efendim?”

Sare, başını hafifçe yana eğdi. Gözleri bir an için penceredeki yağmur izlerine kaydı, sonra Azra’ya döndü.

“Hafta sonu dedim.”

Kesin, tartışmaya kapalı, net.

“Peki efendim,” diye mırıldandı Azra.

“Çıkabilirsiniz.”

Doruk başıyla onayladı. Azra sandalyeden kalkarken sehpadaki bardağa hafifçe çarptı, camın tiz sesi odada yankılandı ama kimse dönüp bakmadı.

Koridora çıktıklarında Azra, bir an bile düşünmeden konuştu.

“Özür dilerim Doruk… Bu kadar büyüyeceğini gerçekten düşünmedim.”

Doruk’un adımları ağırdı. Ametist duvarlarda yankılanan ayak sesleri, öğretmenin içindeki hayal kırıklığını sessizce taşır gibiydi. Birkaç saniye sonra durdu, başını hafifçe yan çevirdi.

“Ah Azra…” dedi iç çekerek. “Derslerde başarısız olmak, kötü bir karaktere sahip olmaktan her zaman daha iyidir.”

Azra'nın yüzü asıldı. Başını öne eğdi, sesi inceldi.

“Demek ki benim kötü bir karakterim var.”

Doruk tam durdu, göz hizasına inmek için bir adım geri attı. Bakışları yumuşamıştı, sesi artık daha babacandı.

“Sen henüz küçük bir çocuksun Azra. Karakterin daha yeni oluşuyor. Herkes hata yapar. Önemli olan, iyi bir insan olmaya çalışmak. Dürüst ve ahlaklı bir insan ol. Bunlardan daha önemli bir şey yoktur.”

Azra, göz göze geldikleri o anda, içinde bir şeyin yerine oturduğunu hissetti.

“Söz veriyorum. Daha dikkatli olacağım.”

Doruk başıyla onayladı, gözlerinde umudu tekrar arayan bir öğretmenin sabrı vardı. Azra terasa yönelirken arkasından yalnızca bir kelime geldi:

“Hoşça kal."

Azra, terastaki masaya yaklaşırken ayak sesleri mozaik zeminde yankılandı. Şelalenin uğultusu, havada asılı duran renkli şemsiyelerle birlikte huzur sunmak ister gibiydi; ama masanın başında biriken gerginlik, bu huzuru boğuyordu.

Ebru hızla yerinden kalktı. Gözleri öfkeyle alev alev yanıyordu.

“Bunu nasıl yaparsın Azra?!” dedi, sesi çatallıydı. “Nasıl bütün suçu tek başına üstlenirsin?”

Azra'nın omuzları düşmüştü. Yorulmuştu, hem bedenen hem de zihnen. Sandalyeye ağır ağır otururken, başını hafifçe eğdi. “Yapmasaydım, hep beraber ceza alsaydık daha mı iyi olacaktı?” dedi, sesi düz ama içinde bastırılmış bir çaresizlik vardı.

Aslı ellerini iki yana açarak atıldı. “Sen niye üstleniyorsun ki?” dedi, sesi hayretle titriyordu. “Tüpü sana Arda verdi, o alsaydı üstüne!”

Azra gözlerini kaçırmadı. Dudaklarını birbirine bastırıp kısa bir nefes aldı. “Saçmalama Aslı,” dedi keskin ama yorgun bir tonla. “Arda okuldan atılırsa, Anterius kolay kolay kabul etmez. Ama Karius beni kabul eder.”

Sözleri masaya bir taş gibi düştü. Can ve Arda’nın yüzleri aynı anda kasıldı; bakışlarında Azra’ya duyulan öfke ile minnettarlık iç içe geçmişti. Korunmuşlardı, ama dışarıda bırakılmışlardı. Sessizlik, kimsenin kolayca yutamayacağı bir gerçekle doldu.

Ece, sessizliği sözcüklerle delmeye çalıştı. Kaşları çatılmıştı. “Yani okuldan atılıp Karius’a gitmeyi göze alıyorsun?”

Azra dudaklarını kaldırıp başını hafifçe salladı. “Beni atmayacaklar. Korkmayın.”

Can yumruğunu masaya hafifçe vurdu. Yüzündeki öfke yerini hayal kırıklığına bırakıyordu. “Nereden biliyorsun? Ben de üstlenebilirdim! Anterius beni de kabul ederdi!”

Azra ona döndü, gözleri Can’ınkileri yakaladı. Sesi yumuşaktı, ama içinde bir iğne vardı. “Evet, ama Ebru’dan ayrılman pek hoş olmazdı, değil mi? Onu sadece hafta sonları görmeye dayanabilir miydin?” Gözlerini diğerlerine çevirdi. “Beni atmayacaklar.”

Aslı, gözlerini kısıp başını yana eğdi. “Nereden bu kadar eminsin?”

Söze bu kez Arda karıştı. O, diğerlerinden farklı bir şey görmüştü. Sandalyesine yaslanarak konuştu. “Çünkü o bir İletken,” dedi sessiz ama kesin bir tonda. “Nadir bulunan bir öğrenci. Önceki İletken Karius’tandı ve Karius hâlâ onunla övünüyor. Sare onu atarsa, Karius havada kapar. Sare böyle bir riske girmez.”

Azra başını yavaşça salladı. Gözleri yere odaklanmıştı. “Aynen öyle.”

Sonra birden hafifçe geriye yaslandı, biriken gerilimi dağıtmaya çalışan bir nefes verdi. “Of, çok gerildim ve çok yoruldum bugün. Şuradan çıkıp direkt masaja gitsek keşke... bütün kemiklerim ağrıyor.”

Aslı'nın yüzü bir anda parladı, gözleri heyecanla açıldı. “Ay, masaj mı? Yaşasın!” diye bağırarak ayağa fırladı. Sanki az önceki bütün tartışma zihninden silinmişti.

Diğerleri hâlâ masaya dönük, düşünceli ve biraz da buruk bakarken, Arda ve Aslı çoktan Azra’nın iki koluna girmişti. Sessiz bir ittifakla onu destekliyorlardı. Beraberce dinlenme salonuna doğru yürüdüler.

Masaj odalarının kapısından geçtiklerinde üzerlerindeki gerginlik bir nebze azalmıştı. İçeride, düşüncelerine göre şekillenen atmosfer onları karşıladı. Azra’nın odası bir çam ormanıydı; kuş sesleri, reçine kokusu ve yaprak hışırtıları dört bir yandan yayılıyordu. Yumuşak masaj yatağına uzandığında, odada yalnızdı ama yalnız hissetmiyordu. Görünmeyen eller, kaslarını yavaşça rahatlatırken günün ağırlığı bir bir çözülüyordu.

Diğerleri de benzer odalara dağılmıştı; yıldızlı bir gece, dalga sesleri, yumuşak bir rüzgar... Her biri kendi zihinlerinin sığınağında dinlenmişti.

Bir saat sonra, masajdan sonra sanki bambaşka bir bedene dönmüş gibi terasa geri döndüler. Şelalenin uğultusu hâlâ oradaydı ama artık rahatsız edici değildi. Yenilenmişlerdi. Akşam yemeği zamanıydı; ve yeni kararların, yeni planların..

Aslı, mavi taşlı banka sırtını yaslayarak keyifle gerindi. Parmak uçlarıyla şakaklarına bastırdı, sonra gökyüzünde dans eden renkli şemsiyelere baktı. "Oh," dedi, iç çekerek. "Masaj harikaydı gerçekten! Şimdi karnımı da doyurunca bir uyku ne tatlı olur."

Azra’nın dudaklarında yaramaz bir gülümseme belirdi. Topuklarının taş zeminde çıkardığı tıkırtı şelalenin eşlik ettiği melodiye karıştı. Masanın diğer tarafına yerleşirken, “Erken uyu ki sabah idmana geç kalma,” dedi, göz ucuyla Aslı’yı süzerek. Onun tembelliğini iyi bilirdi.

Aslı, önüne gelen buharlı yemeğe uzanırken homurdandı. “Öf, zebani gibi tepemdesin! Bir keyif yaptırmıyorsun insana!” Kaşığını abartılı bir gösteriyle havaya kaldırdı, sonra ağzına götürmeden önce Azra’ya dik dik baktı.

Azra kahkaha attı, sesi terastaki taşlara çarparak yankılandı. “Keyfi sonra yaparsın kıvırcık," dedi önündeki çorbadan bir kaşık alarak. Can da bu sırada tabağındaki yemeğin üzerine eğilmiş, kaşığını dikkatle doldurup sessizce ağzına götürüyordu. Ebru, yanında oturmuş, bir yandan önündeki kızarmış kök sebzeleri bölüyor, bir yandan kaş çatıp not defterini gözden geçiriyordu. Ece, lokmalarını küçük ısırıklarla alıyor, gözlerini defterin kenarındaki notlara kaydırıyordu. Arda ise neredeyse tabağını silip süpürmek üzereydi.

Sözleriyle birlikte gözleri ciddileşen Azra başını çevirerek Can’a döndü. “Evet Can, gelelim sana. Ne buldun kehanetler hakkında?”

Can, çiğnemeyi bitirdikten sonra önündeki not defterini karıştırdı, kaşlarını çattı. “Gerçekleşmeyen sadece iki kehanet var,” dedi, parmaklarını satırlar arasında gezdirerek. “Diğerlerinin hepsi birebir gerçekleşmiş.” Azra ağzına götürdüğü köfteyi hemen yuttu.

“Onlar neden gerçekleşmemiş peki?” Azra’nın sesindeki merak, şelale sesinin arasından net biçimde yükseldi.

“Çünkü,” dedi Can göz temasını kaçırmadan, “kehanetin işaret ettiği kişiler dünyada ölmüşler.”

Azra’nın alnı kırıştı, dudakları bir an duraksadı. “Hm... Yani kehanet bizi işaret ediyorsa, gerçekleşmemesi için birimizin ölmesi lazım,” diye mırıldandı. Sözleri havada asılı kaldı.

Arda, tabak boşalmış olmasına rağmen çatalı elinde döndürerek sandalyesine kaykıldı. Kollarını göğsünde kavuşturdu, söylendi. “E kehanet zaten birimizin öleceğini söylüyor, ne anladım ben bu işten şimdi?”

Ece içeçeğinden bir yudum aldı sonra derin bir nefes verdi, gözlerini göğe dikti. “Keşke zamanda ileriye bir yolculuk yapabilseydin Can, o zaman neler olduğunu görürdük.”

Can hızla başını iki yana salladı, sesi kararlıydı. “İmkansız Ece. Zamanda ileriye yolculuk hem çok tehlikeli hem de yasak. Hele de gideceğin zamanı bilmiyorsan... Aklınızdan bile geçirmeyin bunu.”

“Kesinlikle olmaz,” dedi Ebru. Omuzları gergindi, Azra’ya endişeyle baktı. Azra’nın zihninde çılgın planlar filizlenmeye başlamasından korkuyordu.

Azra, Ebru’nun endişeli bakışlarını fark etti. Yumuşak bir ifadeyle başını salladı. Lokmasını yuttuktan sonra, “Hayır, merak etme Ebru. Böyle bir şey istemiyorum,” dedi, içtenliğini belli edercesine. “Kimseyi, özellikle Can'ı böyle bir tehlikeye atamam.”

Aslı, çatalıyla tabağını kurcalarken atıldı. “Ya 100 yıl sonrası?”

Azra net bir ifadeyle onu da reddetti. “Olmaz kızlar. Kimseyi riske atamam. Başka bir yol bulacağız.” Ece'nin ufak itirazı havada kaldı. Azra dikkate almadı. O da önündeki salatayı çatallamaya devam etti. “Şimdi, diğer bilgilere bakalım. Okuldaki grupların listesini çıkardınız mı?”

Ebru elindeki listeyi uzattı. “Evet,” dedi kısa ama öz bir şekilde. “Ama koskoca okulda sadece üç tane altı kişilik grup var. Onlar da pek bizim gibi değiller.”

Aslı bitmiş tabakları ortadan yok ederken başını sallayarak onayladı. “Genelde sevgili odaklı gruplar.” Ses tonu küçümseyiciydi.

Azra kağıda şöyle bir göz attı, bir kenara koydu. “Bu işimize yaramaz. Kahinler peki?” diye Ece’ye döndü.

Ece hemen başka bir liste uzattı. “Yirmi kişiler. Sare’ye ilk ben gitmişim, başka bir şey gören olmamış.”

Azra kağıdı gözden geçirirken başını salladı. “Evlerini biliyorsunuz, değil mi?”

Ebru onayladı.

“Tamam. Sekiz erkek, on iki kadın kahin var. Ebru, Aslı, Can, Ece; aranızda paylaşın. Bu akşam hepsiyle konuşun. Bir şey gören, bilen var mı öğrenin. Yoksa da bir şey olursa size haber vermelerini isteyin.” Bakışları Ece’ye döndü. “Sare başka ne dedi?”

“Beklememizi söyledi,” dedi Ece omuz silkerek. “Yeni bir görev olmadığını, bazı grupların zaten görevde olduğunu, kehanetin hangi okulu işaret ettiğinin belirsiz olduğunu anlattı. Diğer okulları kendisi uyaracakmış.”

“Anladım,” dedi Azra kısaca. “Peki, bekleyelim o zaman.”

Listeye göz gezdiren Aslı gözlerini kısmıştı. “Biz bu insanlarla konuşurken sen ne yapacaksın?” dedi, Azra’nın gözlerinin içine bakarak.

Azra hafifçe Arda’ya döndü, yüzündeki ifade sır doluydu. “Ben Arda’yı çalıştıracağım,” dedi, daha fazla açıklamadan.

Sonra Can’a döndü. “Bu arada, siz söylenip henüz gerçekleşmeyen, zaman bekleyen kehanetlere de baktınız mı?”

Can başını iki yana salladı. “Hayır. Gerçekleşen ve iptal olanlara baktık sadece.”

Azra’nın kaşları çatıldı. “Diğerlerine neden bakmadınız?”

Ece atıldı. “Bakamadık. O bölüme sadece öğretmenler ulaşabiliyor.”

“Gizli kısım yani...” Azra düşünceli bir şekilde iç geçirdi. “Ali’nin böyle bir yetkisi var mı, öğrenin. Bir de... o kapıyı açmanın başka bir yolu var mı?”

Ebru sertçe doğruldu. “Azra! O kapıya dokunan kişi ölür, bunu söyledim sana! Kilidini ancak ölüm kırar! Birisini öldürmeyi düşünmüyorsun herhalde?”

Azra, dudaklarının kenarında beliren şeytani gülümsemeyle sırıtıp omuz silkti. “Ölmek isteyen birisini bulursanız haber verin.”

Aslı kahkahasını tutamadı. “Ben Deniz’i öldürmek istiyorum, o olmaz mı?”

Azra eğilerek ona baktı, gözleri parlıyordu. “Sen hâlâ Deniz’i unutmadın mı?”

“Hayır unutmadım!” Aslı’nın sesi öfkeli değil, inadına neşeliydi.

Azra ciddi olmaya çalıştı. “İstersen büyü-dil ile kapıya göndereyim onu?”

“Saçmalama Azra!” diye bağırdı diğerleri hep bir ağızdan.

Azra ellerini kaldırarak teslim oldu. “Aslı için yaparım ama...”

“Yok yok canım benim,” dedi Aslı hızla. “Aşkımdan birisini öldürmene gerek yok.”

Azra başını eğdi, göz ucuyla bakarak gülümsedi. “Sen onu benim yüzümden kızdığın için öldürmek istiyordun ama?”

“O lafın gelişiydi,” dedi Aslı, bir yandan çatalıyla tabağını dürterken. “Gerçekten bazen korkunç oluyorsun Azra.”

“Bir de bana sor,” diye homurdandı Arda, başını yanına çevirerek boşlukla konuşmaya başladı.

Aslı başını eğip baktı. “Aa, sen burada mıydın? Sesin çıkmayınca biz seni unuttuk.”

Arda elini karnına götürdü, yüzünü buruşturdu. “Sesim çıkmıyor çünkü hem acıkmıştım hem de yanımdaki zırlayan hayaleti dinliyorum!”

Azra başını yana eğdi, dikkat kesildi. “Meryem mi?”

O Arda'nın gece mavisi halesi ile parlarken gözlerinin önünde Meryem’in soluk silueti belirginleşti. Hüzünle ona döndü. “Ne umursamaz insansın sen!” dedi. “Burada çok üzgünüm ve beni görebilen tek kişi sensin, başka kimle konuşabilirim?”

Arda gözlerini devirdi. “Sabahtan beri konuşuyorsun ama! Ne yapabilirim senin için? Seni postalamaktan başka?”

Meryem dik dik baktı. “Gitmiyorum işte Berzah’a falan, gitmiyorum tamam mı?”

“Allah rızası için git!” dedi Arda, ellerini yana açarak. “N’olur git!”

“Birazdan beni bulacaklar...” Meryem’in sesi alçaldı. “Nişanlımın ne yapacağını merak ediyorum.”

Azra öne eğildi, sesi yumuşak ama etkiliydi. “Meryem, olanlar çok üzücü ama artık olmuş... Onun ne yapacağını görmen sana ne katacak ki? Bundan sonraki yolculuğuna odaklansan daha iyi olmaz mı?”

“Yapacak bir şeyim yok, evet,” dedi Meryem burukça. “Ama kardeşim doğru söylüyorsa, yani nişanlım da işin içindeyse, kıyamete kadar ikisine de lanet edeceğim.”

Azra başını salladı, nefesini tuttu. “İllaki göreceksin yani?”

“Bilmiyorum Azra,” dedi Meryem, boşluğa bakarak. “Ama görmek istiyorum.”

Azra gözlerini kapattı, sonra başını sallayarak pes etti. “Peki o zaman. Git ve izle.”

Meryem'in hayalî yüzü karşısında, belirsizliğin yerini alan keskin bir kararlılık vardı.

"Evet, ben gidip izleyeyim neler yapacaklar," dedi, sesi belirgin bir netlikle titreştiğinde.

Azra'nın kaşları biraz çatıldı, gözlerinde dostça bir kaygı parladı. "Üzülmemeye çalış ama, tamam mı?"

Meryem burukça gülümsedi; hayal siluetindeki renkler sönükleşmeye başlarken, “Denerim,” dedi ve görüntüsü yavaşça dağıldı.

Azra derin bir nefes alarak arkasını döndü, dudaklarında kendinden emin bir ifade belirdi. "Hadi biz de kalkalım," dedi diğerlerine doğru dönerken. "Siz kahinlere, biz de Arda ile çalışmaya." Terasın ince taş döşemelerine topuk sesleri ritimli bir kararlılıkla yankılandı. Asansöre bindiklerinde hepsi sessiz düşünceler içinde omuzları çökmüştü. Asansör katlar arasında kendi ritmi ile indi sarsılarak durdu. Aslı yerinden ileriye doğru atılırken, inci salonunun tavandan sarkan top aydınlatmaları etrafı huzurlu bir renge boyuyordu. Pudra kokulu çiçeklerin arasından hafifçe esen bir rüzgârla etrafa yayılan koku yüzüne çarptı. Çektiği nefesle birlikte başını çevirip sordu: "Kahinlerle konuştuktan sonra gelelim mi?"

"Hayır," dedi Azra, net ve tartışmasız bir sesle. İnci salonunun inciden oyulmuş oturma setleri arasından geçerken adımlarını hızlandırmıştı. "Evlerinize gidin, erken uyuyun. Sabah yedide idman alanında buluşuyoruz."

Ebru, Can’a dönüp hafifçe dirseğiyle onu dürttü, sesi neşeliydi ama içinde ufak bir tedirginlik de gizliydi. "Bizim zaten planımız vardı."

Ağaçlı koridora girerken yerleri süsleyen değerli taşların üstünde hafif bir çıtırtıyla yürüdüler. Her iki metrede bir yanan gaz lambalarının sıcak ışığı mozaik kemerleri aydınlatıyor, fenerlerle süslenmiş çıplak dallar, konuşmaları uğuldayan sessizliğe örtü yapıyordu.

Aslı hemen söze atladı, fısıltıyla konuşmak zorunda kaldı çünkü öğretmen odalarının kapıları koridor boyunca yerleşmişti. Gözlerini kısarak ikiliye döndü. "Ne o? Ateşli bir gece mi planladınız yoksa?"

Can ve Ebru’nun kulakları aynı anda kıpkırmızı kesildi. Can afallamış halde kekeledi. "Hayır! Sadece film izleyeceğiz!"

Aslı’nın kıkırtısı koridor boyunca yankı yapmadan yayıldı. "Bilirim ben o filmleri," dedi alaycı bir yüz ifadesiyle. "Önce yan yana uzanırsın, sonra öpüşmeye başlarsın..."

Ebru, gözlerini devirdi, sesi bastırılmış bir öfkeyle titredi. "Aslı, keser misin lütfen!"

Azra kahkahasını yutmaya çalışarak araya girdi. Zümrüt salona girdiklerinde duvarları süsleyen zümrüt nişlerin parıltısı gözlerine yansıyordu. "Hem sen nereden biliyorsun o filmleri kıvırcık hanım? Yoksa senin bir sevgilin mi var?"

Aslı başını dik tutarak omuz silkti, gururla: "Hıh! Neden olmasın?"

Arda, şaşkınlıkla durakladı, göz ucuyla ona baktı. "Var mı?"

Ece, bebekli süs havuzunun etrafından dolandı onları daha fazla konuşturmanın gereksiz olacağını hissederek araya girdi. "Yok tabii ki, sadece size takılıyor."

Zümrüt salondan çıkıp ana bahçeye açıldıklarında ayaklarının altındaki taş yoldan gelen çıtırtı çimenin üzerine dağılıyor, çevredeki ağaçlara asılmış renkli fenerler, üzerlerine huzur dolu bir loşluk yayıyordu.

Azra, hafifçe gülerek devam etti. "Belki Dünya’da vardır ateşli bir sevgili?"

Aslı, renkli fenerlerin gölgesinde gizemli bir ifade takındı. "Olabilir."

Azra başını iki yana salladı. "Bizimle dalga geçme kıvırcık."

Aslı dudaklarını büzdü, sesini inceltti. "Niye? Kimse beni sevemez mi yani?"

Ece hemen yanına yanaştı, koluna dokundu. "Biz seviyoruz seni."

Aslı, gözlerini devirdi. "Bir erkekten bahsediyorum ben."

Azra ona son bir tavsiyede bulunmayı ihmal etmedi. "O zaman adama ateşli gecelerden bahsetmesen iyi olur."

Kulübeler bölgesine vardıklarında yolların arasındaki çimenlik alanlardan geçerken göllerin yüzeyi renkli fenerlerin yansımalarıyla titreşiyordu. Aslı bir liste çıkardı ve göz gezdirirken ayağını sertçe yere vurdu.

"Neyse! Listenin ilk beş kişisini ben alıyorum, kalanı siz paylaşın," dedi ve gruptan ayrılarak kulübeler arasında yürümeye başladı. Yolun kıyısında bir ağacın dalında sallanan turuncu bir fener, yüzüne düşen gölgeyle adımlarına eşlik etti.

Geriye kalanlar kısa bir sessizlikte birbirlerine bakıp listeyi sessizce paylaştılar. Ardından vedalaşıp yollarına düştüler.

Azra, Arda’nın yanında adımlarını yavaşlattı, beraberce evine doğru ilerlemeye başladılar. “Sabah görüşürüz millet!”

"Görüşürüz!" yanıtı arkalarından neşeyle yükseldi, bahçenin sessizliğinde yankılanmadan dağıldı.

Azra’nın evine doğru ilerlerken Arda, içinde bir süredir kıpırdayan merakı artık bastıramadı. Göz ucuyla Azra’ya bakarak sordu:

“Ee, akşamki çalışma... yine şu İletken’i çağırmak üzerine mi olacak?”

Sözü alaycı gibi görünse de, altında ciddi bir merak yatıyordu. Sırrı biliyordu ama Azra’nın aklındaki plan tam olarak neydi, çözebilmiş değildi.

“Hayır Arda,” dedi Azra, başını iki yana sallayarak. “Şu anki önceliğimiz senin yeteneğini geliştirmen. Bu akşam istediğin, tanıdığın herhangi birini çağırmayı deneyeceksin.”

Arda’nın omuzları bir nebze gevşedi. “Dedemi çağırsam?” diye sordu usulca.

Azra başını salladı. “Olur. Neden özellikle deden?”

Genç adamın bakışları uzaklara kaydı. “Bilmem... Uzun zamandır görmedim. Özledim onu, sanırım.”

Azra’nın sesi yumuşadı. “İnşallah iyi bir durumdadır.”

Arda dudaklarının kıyısında belli belirsiz bir gülümsemeyle mırıldandı. “Umarım.”

Azra’nın evine vardıklarında içeri geçip mutfağa yöneldiler. İki fincan kahve yaptılar. Kahvenin sıcak ve yoğun kokusu oturma odasına yayıldığında, Arda anılarına dalmıştı bile. Bir yudum aldıktan sonra, çocukluğunda dedesiyle geçirdiği güzel anıları anlatmaya başladı. Sesi önce neşeliydi ama anlatırken gözleri hafifçe buğulandı. Sonunda kahvesinden son bir yudum alıp fincanı masaya bıraktı ve Azra’nın gösterdiği koltuğa uzandı.

“Hazırım,” dedi gözlerini kapatırken. Nefesini yavaşlatmaya çalışıyordu.

Azra, koltuğun diğer tarafına oturdu. Sessizdi. Arda’nın alnında biriken ter damlaları ve düzensiz nefes alışları odanın ağır havasına karışırken zaman yavaşladı sanki. Gözleri kapalı adamın kaşları gitgide daha fazla çatıldı. Bir şeyler deniyordu, ama belli ki beklediği karşılığı bulamıyordu.

Yaklaşık yarım saat sonra gözlerini hızla açtı, nefesi hışımla çıktı. “Olmuyor işte Azra! Hiçbir şey hissetmiyorum!” dedi öfkeyle, elleriyle saçlarını karıştırarak.

Azra hemen yerinden kalktı, onun yanına geçti. Yüzü sakin ama kararlıydı. “Başka birini denesen nasıl olur? Dede inatçı çıktı demek ki?” diye hafifçe gülümsedi.

Arda düşünceli bir şekilde başını salladı. “Kimi deneyebilirim ki...”

Bir anlığına sessizlik oldu. Sonra yüzü gölgelendi. Gözlerinin içindeki parıltı solmuştu. “Dayımı... Dayım. Bir onu deneyeyim.”

“Tamam,” dedi Azra, sesini yumuşatarak. “Dene bakalım.”

Arda yeniden gözlerini kapattı, birkaç derin nefes aldı. Azra bu sırada onunla arasında biraz mesafe bıraktı, koltuğa yaslandı. Odanın içi sessizliğe bürünmüş, sadece duvardaki saat tik taklarıyla nefes sesleri yankılanıyordu.

Dakikalar ilerledikçe Arda’nın yüz hatları tekrar gerildi. Göz kapaklarının altında hareket eden gözleri, zihninde yoğun bir arayışa daldığını belli ediyordu. Ama sonuç yine değişmedi. Derin bir iç çekişle gözlerini açtı.

“Olmuyor işte!” dedi hışımla. “Hangi aptal kendi gücünü kullanamaz ki! Anlamıyorum!” Sesindeki öfke kırılganlığını gizleyemiyordu. Avuçlarını alnına dayadı.

Azra usulca yanına geldi, bir dizini yere koyup onunla göz hizasına indi. “Arda, olacak tamam mı?” dedi yumuşak ama güven veren bir tonla. “Asıl sorun, hayaletlerden bu kadar korkuyor olman. Bunu aşman gerek. O yüzden olmuyor bence.”

Arda'nın bakışları başka bir noktaya kaçtı. Derinlerde bir yara kanıyordu. “Elimde değil,” diye fısıldadı. “O adada... çok kötü günler geçirdim. Meryem dışında gördüğüm hayaletlerin pek sevimli olduğu da söylenemez.”

Azra, onun omzuna hafifçe dokundu. “Sen onlardan korktuğun için seni daha çok korkutmaya çalışıyorlar. Anlamıyor musun?” dedi.

“Beceriyorlar da işte…” dedi Arda, çaresizce.

Azra bir an durdu, sonra ayağa kalktı. “Tamam. Bu konuyu daha sonra detaylı konuşuruz. Şimdilik bu kadar yeter.” Gözleri Arda’nın yorgun yüzünde gezindi. “Kalmak ister misin bu gece?”

Arda başını iki yana salladı. “Başka zaman. İkimiz de çok yorgunuz. Dinlenelim. Hem sabah erken kalkacağız idman için.”

“Peki,” dedi Azra. “Yarın görüşürüz o zaman.”

Arda kapıya doğru yöneldi. Azra ona eşlik etti.

“Görüşürüz Azra. İyi geceler.”

Azra, Arda’yı uğurladıktan sonra kapıyı kapattı ve sırtını ahşap panele yaslayarak derin bir nefes aldı. Ev sessizliğe bürünmüştü. Kahve kokusu hâlâ mutfaktan salona doğru süzülüyordu. Mavi L koltuk, sarı peluş halı ve masif ahşap detaylarla döşenmiş kulübe ev, her zamanki gibi huzurlu görünüyordu; ama Azra’nın içinde huzurdan eser yoktu.

Camın önüne yürüyüp koltuğun arkasındaki geniş pencerenin önünde durdu. Verandanın hemen önündeki sarı göl, ay ışığında solgun bir ışıkla parlıyordu. Bahçedeki sessizlik, geceyi daha da ağırlaştırıyordu.

Yavaşça odasına döndü. Üzerini değiştirip yatağa uzandı. Yastığa başını koyar koymaz, günün ağırlığı omuzlarına çöktü. Elini uzatıp Şifalı Bitkiler dersi için aldığı kitabı aldı ama birkaç sayfa sonra kelimeler gözlerinin önünde dağılmaya başladı.

Gözlerini kapattığında, içsel bir karanlıkta yalnız kaldı. Kopya çektiği için hafta sonu ceza alacağını biliyordu. Bu önemsiz gibi görünen olay bile içindeki baskıyı artırıyordu. Ama asıl ağırlık başka bir yerden geliyordu. Kehanetin o tek cümlesi tekrar zihninde yankılandı: Yok olacak her şey birinin çığlığında. Bu söz, bir lanet gibi zihninin kıvrımlarına kazınmıştı. Zaman azalıyordu ve o, hem arkadaşlarını korumaya çalışıyor hem de bu gizemin içinden sağ çıkmaya çabalıyordu.Ama bu savaşta yalnızdı. Ne Selin'e anlatabiliyordu ne de ailesine. Gerçek dünyadaki hayatı, Medeiros’u taşıyamayacak kadar sıradandı. Sanki iki farklı hayatın arasında sıkışmıştı ve her birinde bir yanını yitirmek zorundaydı. Hissedip bir soru sorsalar... Hepsi cevapsız kalmak zorundaydı.Yalnızca kendi taşıyabileceği bir sırdı bu. Ne anlatabilirdi ki? “Gece başka bir dünyaya geçiyorum, orada büyüler var, hayaletler, kehanetler…” Dese deli sanırlardı. Belki de deliydi. Ama hissettikleri gerçekti.Derin bir iç çekişle gözlerini kapattı. Gün sona ermişti. Ve uyku, Medeiros’un onu yeniden çağıracağı anı başlatacaktı.Azra kendini karanlığa bıraktı. Gerçek dünya, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yeniden başlayacaktı.

 

 

 

 

Bölüm : 10.06.2025 20:36 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...