18. Bölüm

BÖLÜM 18

Aysun Arslan
aysunkayaarslan

Azra, alarmın tiz sesine uyanırken hafifçe kaşlarını çattı. Gözlerini ovuşturup telefonu kapatmak için elini uzattığında ekranda Mert’ten gelen mesaj belirdi. Dudaklarının kenarında istemsiz bir tebessüm oluştu; “Bu adam hiç uyumuyor mu?” diye geçirdi içinden.

Parmağı titrek olsa da mesajı açtı:

“Günaydın, uyanabildin mi?”

Ekrana hızlıca dokundu, cevap yazdı:

“Günaydın, yeni uyandım. Hazırlanıyorum.”

Telefon anında titredi; Mert’in cevabıydı:

“Tamam, evin önünde bekliyorum.”

Azra, şaşkınlıkla ekrana baktı, gözlerini hafifçe kısıp dudaklarını bükerek mırıldandı: “Burada mı? Bu saatte?” Parmakları titreyerek ekrana yazdı:

“Burada mısın? Çok erken gelmişsin. Biraz bekleteceğim seni.”

Anında gelen cevap ekranda belirdi, yanında yumuşak bir gülümsemeyle:

“Belki birlikte kahvaltı yaparız diye düşündüm :)”

Kalbi aniden hızlandı, göğsünde hafif bir sıcaklık yayıldı. Kahvaltı... Olabilirdi.

“Olur, yaparız.”

Telefonu kapatır kapatmaz yatağın üzerinden fırladı. Üzerine hafif, rahat bir tişört çekip saçlarını başının üstünde gevşek bir topuz yaptı. Makyaj masasından yalnızca rimelini kaptı, hızlıca sürdü. Çantasını omzuna attı, bahçe kapısına doğru yürürken topuklarının taş zeminde çıkardığı tıkırtılar sabah sessizliğinde yankılandı.

Kapıdan dışarı adım attığında, Mert arabasından inmiş, kapıyı onun için açıyordu. Hafifçe eğilip kapıyı araladı, gözleri kısılmış, dudaklarında hafif bir tebessüm vardı.

“Tekrar günaydın,” dedi nazikçe.

Azra kapıdan eğilip arabaya binerken, hafifçe gülümseyerek karşılık verdi:

“Günaydın.”

Mert, direksiyona geçerken arkasına dönüp sordu:

“Nereye gidelim kahvaltıya? Ne kadar vaktin var?”

Azra, kolunu kapı koluna yaslayıp, gözlerini Mert’in üzerinde gezdirirken, içindeki tuhaf heyecanı saklamaya çalıştı. Yine de gözleri istemsizce Mert’in üzerindeki sıradan eşofmana takıldı; o eşofman, onun gözünde bile çekiciydi. Mavi gözleri hafifçe gülümserken, uzun sarı kirpikleri güneş ışığında altın gibi parıldıyordu.

“08:45’te işte olsam yeterli. Deniz kenarında bir kahvaltı yapalım mı?”

Mert arabayı çalıştırırken tebessümünü gizlemedi:

“Olur tabii. Sen hep böyle erken mi gidiyorsun işe?”

Azra, hafifçe omuz silkerek cevap verdi; içinde kabaran duyguları bastırmaya çalışıyordu.

“Evet, normalde Selin’le erken gidip birlikte kahvaltı yapıyoruz. Bugün o yok, ben de yalnız yemeyi pek sevmem, o yüzden seninle kahvaltı edeyim dedim.”

Gerçek sebebin yalnızlık değil, Mert’le birlikte olmak istediği olduğunu fark etmiyordu ya da fark etmek istemiyordu.

Mert başını hafifçe salladı, gözlerini yoldan ayırmadan:

“İyi yapmışsın. Evleriniz de yakın artık, belki evde kahvaltı yaparsınız?”

Azra, yola bakarken, hafifçe gülümsedi:

“Yok, yine iş yerinde yaparız herhalde. Evde hazırlamak için daha erken kalkmak lazım. Biz genelde poğaça, simit, öyle geçiştiriyoruz.”

Birden aklına gelen soruyu sordu, gözleri hafifçe parladı:

“Sen şimdi her gün bu şekilde beni alıp işe mi götüreceksin?”

Mert, yan gözle ona baktı; yüzünde muzip bir tebessüm yayıldı.

“Bir süre kadar... Eğer izin verirsen, evet.”

Azra, alaycı bir gülümsemeyle karşılık verdi:

“İzin vermezsem peki?”

Mert, sesi hafif ciddileşerek yanıtladı:

“O zaman seni takip etmem gerekir.”

Azra şaşkınlıkla gözlerini büyütüp dudaklarını hafifçe bükerek sordu:

“Nedenmiş o?”

Mert derin bir nefes aldı, gözlerini hafifçe kıstı:

“Başına bir şey gelmesini istemiyorum, Azra. Etrafınızda tehlikeli biri var.”

Azra alnını hafifçe buruşturdu, içini çekti:

“Bir daha geleceğini sanmıyorum. Hem ben kendimi koruyabilirim, sen de benim fedaim değilsin herhalde?”

Mert, gülümseyerek karşılık verdi, gözleri ışıldıyordu:

“Kendini koruyabileceğini biliyorum. Sadece benim içim rahat etsin istiyorum. Yoksa bütün gün aklım sende kalır.”

Bir an sessizlik oldu. Mert, espriyle karışık bir tonla mırıldandı:

“Fedai de çok komik bir benzetme oldu aslında.”

Azra hafifçe homurdandı, içten içe hoşuna gitmişti.

“E yaptığın o değil mi?”

Mert, kahkahaya yakın bir sesle güldü:

“Nerede yaşıyorsun sen, Yeşilçam’da mı? Modern dünyada ona ‘koruma’ deniyor canım.”

Azra gülümseyerek karşılık verdi:

“Sonuçta aynı şey! Hem kim dedi sana benim modern olduğumu?”

Mert arabayı deniz kenarındaki kafenin önüne park ederken mırıldandı:

“Bir de bana geri kafalı derler.”

İkisi de arabadan indi; Mert hafifçe eğilip Azra’nın kapısını açtı.

Birlikte kafeye doğru yürüdüler. Rüzgârın taşıdığı tuzlu deniz kokusu burna hafifçe çarparken, sabah güneşi deniz yüzeyinde gümüş parıltılar oluşturuyordu. Ilık esen rüzgar tenlerini okşuyordu. Kafede boş masaların arasından geçip deniz manzaralı bir köşeye oturdular.

Garson yaklaşınca Mert hiç düşünmeden “İki kişilik serpme kahvaltı lütfen. Çay da demli olsun,” dedi. Sipariş hızla not edildi, ardından garson uzaklaştı.

Masaya gelen ilk şey, iki ince belli bardakta taze demlenmiş çay oldu. Bardağın kenarlarından yükselen sıcak duman, rüzgârla kıyıya doğru savrulurken hızla soğumaya başlıyordu.

“Daha önce geldin mi buraya?” diye sordu Azra, etrafına bakınarak. Kalın seramik kupalarda kahve içen iki genç kadın bir masada gülüşüyordu. Bir diğer masada orta yaşlı bir çift, peynir dilimlerini bölüşüyordu sessizce.

Mert başını salladı. “Evet, babam bir akşam yemeğe getirmişti bizi. Güzel bir yer.”

Azra, gözlerini menü tabelasındaki eski yazılara kaydırdı. “Başka nereleri biliyorsun buralarda?”

Mert arkasına yaslanarak, “Birkaç yer daha var,” dedi. “Senin beğendiğin yerler var mı?”

Azra hafifçe başını yana eğip gülümsedi. “Var. Belki daha sonra birlikte gideriz.”

Mert’in gözleri kısa bir parıltıyla doldu. “Çok sevinirim,” dedi sessizce.

Tam o sırada garson koca bir tepsiyle çıkageldi. Beyaz porselen tabaklara dizilmiş peynir çeşitleri, salatalıklar, domatesler, çıtır simit dilimleri, zeytinler, gözleme, bal ve kaymak... Bütün masayı sıcaklık, tazelik ve davetkâr bir huzur sardı.

İkisi de bir anlık sessizlikle sofraya baktı. Azra, domates dilimini alırken yüzünde farkında olmadan yayılan hafif bir tebessüm oluştu. Mert, böldüğü simide krem peynir sürerken bıçağı tabağa değdiğinde çıkan yumuşak metal sesi, arka fondaki martı çığlıklarıyla karıştı.

“Ee, neler yapacaksın bugün?” diye sordu Azra, zeytinin çekirdeğini tabağının kenarına bırakırken.

Mert, bir parça beyaz peyniri alıp ağzına attıktan sonra konuştu. “Seni işe bıraktıktan sonra karşıya geçeceğim, arkadaşlarımla buluşacağım.”

“Çok arkadaşın var mı?” diye sordu Azra, çayından küçük bir yudum alırken.

“Var birkaç tane.” Mert konuşmaya devam ederken, çocukluk anılarından birkaçını anlattı. Azra onu dikkatle dinliyordu. Gözleri Mert’in ellerinde, çatalı tutuş şeklinde, konuşurken dudaklarının kenarında beliren o hafif kıvrımdaydı.

Çay soğumaya başlamıştı. Azra yeniden çayından bir yudum aldı, ama ilk yudumdaki sıcaklığı arayıp bulamayınca bardağı masaya bıraktı. Rüzgâr hafifçe gözleme tabaklarını titreştiriyor, martılar uzaktan geçen bir vapurun ardından çığlık çığlığa uçuyordu.

Bir anda Azra kendini aptal bir gülümsemeyle yakaladı. Bu kadar büyülendiğimi nasıl gizleyeceğim şimdi? İçindeki o tanıdık ses hemen ortaya atıldı: Halledersin, biraz huysuzluk yap yeter!

Mert, konuşmasını bitirip ona döndü. “Ee, senin var mı arkadaşların? Nasıl zaman geçirirsin?”

Azra, domatesin kabuğunu tabağın kenarına bırakırken, rahat bir edayla konuştu: “Kızları tanıdın zaten. Onların dışında birkaç arkadaşım daha var ama genelde kendimle zaman geçirmeyi seviyorum.”

Mert, son kalan çayını bitirirken ona baktı. “Ne yapıyorsun peki kendinle baş başa kaldığında?”

Azra, çatalını bırakıp, ellerini kucağında birleştirerek başını geriye yasladı. “Kişisel bakım, kitap okumak, film izlemek, yürüyüş yapmak gibi sıradan şeyler.”

Rüzgâr, Azra’nın saçlarının ucunu havalandırdı. Mert bir an ona öylece baktı. Sonra aklını kurcalayan soruyu sordu: “Daha önce hiç erkek arkadaşım olmadı demiştin. Ciddi miydin o konuda?”

Azra’nın kaşları hafifçe çatıldı. “Şaka yapılacak bir konu mu bu sence?”

“Hayır, ama...” Mert kelimeleri dikkatle seçti, “Çok güzel bir kızsın. İlgilenenler olmuştur diye düşündüm. Genelde erkekler pek rahat bırakmaz.”

Azra teşekkür edercesine başını eğdi. “Erkeklerle pek aram yok gibi diyelim. Arkadaşlarım var ama iş sevgili olma konusuna gelince... sıkılıyorum, uzaklaşıyorum.”

“Denedin yani?” Mert’in sesinde sadece merak vardı.

Azra, çay bardağını iki eliyle tutarken içini çekti. “Denemek değil de... bilmiyorum Mert,” dedi. “Belki de sorun bende ama insanların, özellikle erkeklerin ilişki başlarkenki o ‘etkileme’ çabaları, olmadıkları biri gibi davranmaları bana yapmacık geliyor.” Aniden gözünün önüne Selin’in yaşadıkları geldi, içine bir tedirginlik yerleşti. “Etrafımda da görüyorum. İyi başlamayan, kötü biten o kadar çok şey var ki... İnsan ister istemez bir duvar örüyor.” Sonra sesi yavaşladı. “Bir de... kolay güvenemiyorum işte.”

Mert onun bu kırılgan ama dürüst haline bir şey demedi. Sadece başını salladı ve sade bir “Anlıyorum,” dedi.

Azra son bir simit parçasını koparıp ağzına attıktan sonra saate baktı. “Hadi gidelim, geç kalmayayım işe.”

 

Arabaya bindiklerinde Azra, emniyet kemerini henüz takmadan elini teybe uzattı ve radyoyu açtı. Parmak uçları düğmede gereğinden uzun bir süre oyalanırken, yüzüne ifadesiz bir maske oturmuştu. Cızırtılı bir reklam sesi motor uğultusuna karıştı. Mert direksiyona yaslanmış, göz ucuyla onu izliyordu. Bu ani refleksi, konuşmaktan kaçmak için yapılmış bilinçsiz bir hareket gibi geldi ona.

"Benden kaçıyor..." diye düşündü ama bu sefer içinden bir anlayış sesi yükseldi. "Sanırım nedenini biraz daha iyi anlıyorum artık."

Yüzüne belli belirsiz bir gülümseme yerleşti. Gözleri Azra’nın yüzünde, ama ona yüklenmeden. İçindeki çocuğu gizlemeyen bir ses tonuyla döndü ona.

"Demek konuşmak istemiyorsun. Peki," dedi hafif bir baş sallayışla. "O halde bir sonraki şarkı sana gelsin."

Azra istemsizce kahkaha attı, kahkahası kısa sürdü ama içten geldiği belliydi. Eliyle ağzını kapatırken gözlerini kaçırdı.

"Hah! Bir klişen eksikti gerçekten!" dedi iğneleyici bir sesle. Ama sesinin arkasında saklanmaya çalışan o küçük sevinç titreşimi Mert’in gözünden kaçmadı. Hoşuna gitmişti işte.

Mert kahkahayla karşılık verdi. Direksiyona eğilirken omuzları hafifçe sarsıldı.

"Dur daha, yeni başlıyoruz. Daha çok klişe var önümüzde."

Göz göze geldiler. Azra’nın yüzü hafifçe gerildi. Gözlerini kısmış, meydan okuyan bir bakış takınmıştı ama gerginliği saklamak ister gibi dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı.

"Peki ya..." dedi, sesi aniden ciddileşti. "Bir süre sonra seninle görüşmek istemezsem ne olacak?"

Arabanın içinde bir anlık sessizlik oldu. Radyodan fonda ince bir yaylı sesi yükseliyordu, uzaktan bir korna sesi yaklaşıp sonra uzaklaştı. Mert yavaşça başını salladı, direksiyonun üzerinden gözlerini ona dikti.

"Mecbur değilsin herhalde," dedi olgun bir tonla. "Ben sapık değilim. İstemezsen görüşmezsin. Beni tanıdıktan sonra benden hoşlanmayabilirsin de."

Azra gözlerini kaçırdı. Camdan dışarı baktı. Sabah güneşi yan camdan giriyor, saçlarının birkaç telini aydınlatıyordu. Mert o an başını biraz yana eğdi, yüzüne o tanıdık, rahat ama tehlikeli gülümsemeyi yerleştirdi.

"Tabii bu çok düşük bir ihtimal."

İşte o an. Azra, kalbinin yerinden çıkacak gibi attığını hissetti. Nefesi göğsünde sıkıştı, o meşhur gülümsemeyi ilk kez bu kadar net ve etkileyici bulmuştu. Gözleri kocaman açıldı ama hemen toparlandı.

"Lanet olsun!" dedi içinden. "Ne yapıyor bu adam bana böyle?"

Kendine geldiğinde çoktan savunma pozisyonunu almıştı bile. Kaşları kalktı, sesi alaycıydı:

"Özgüven de tavanda maşallah!"

Mert direksiyon başında eğleniyor gibiydi. Yüzünde yaramaz bir ifade vardı.

"Öyle olmaması için bir sebep yok."

Cümlesi bittiği anda radyoda yeni bir şarkı başladı. Şarkıcının hareketli sesi motor uğultusunun arasından kendine yol buldu:

"...Öyle yağma yok ya gelir ya gider / Bir karar verirsin..."

Azra'nın gözleri birden büyüdü. Radyoya döndü, başını eğip sözleri daha iyi duyabilmek ister gibi yaklaştı.

"Heh! Şarkı da tam oturdu duruma yani!" diye homurdandı.

İçinden geçirdiği düşünceyse daha keskin, daha savunmasızdı:

"Evren bile dalga geçiyor sanki!"

Mert’in dudağının kenarı kıvrıldı, ama bu kez bir şey demedi. Yalnızca omuz silkti, gözlerini yoldan ayırmadan gülümsedi.

"Evet, seçip açsam bu kadar olurdu."

 

Radyoda hâlâ aynı şarkının son ezgileri sürerken, Azra içine dolan o yoğun duyguları bastırmak için aniden yön değiştirdi. Gözlerini yola çevirdi, sesine yapay bir neşeyle hafiflik katmaya çalışarak sordu:

"Ee, sen anlat bakalım biraz da kendini. İlişki durumun ne? Neden ayrıldın önceki sevgilinden?"

Sorunun ucuna gizlenmiş kıvrımlı bir merak vardı, ama Azra'nın içinde bu merakın altında kıpırdanan bir şey daha vardı: rahatsız edici bir huzursuzluk. Belki hâlâ seviyor olabilir miydi? Belki unutamamıştır?

Kendi iç sesinden bile kaçamayınca, çantasındaki bozuk paralarla oynamaya başladı, eli durmadan hareket etti.

Direksiyon başında Mert’in yüz ifadesi anında değişti. Gülümsemesi silindi, gözlerinin ışığı söndü. Azra’nın sözleri, farkında olmadan eski bir yaranın kabuğunu kazımıştı. Trafik lambasında yavaşladı, elleri direksiyonun üzerindeydi ama parmakları hareketsiz, kasılmıştı.

“Eyvah…” dedi Azra içinden. Göz ucuyla ona baktı. “Hassas bir noktaya mı dokundum? Demek gerçekten unutamamış…”

İçini açıklayamadığı bir hayal kırıklığı kapladı.

Mert, burnundan derin bir nefes verdi. Gözlerini kısa bir an için kapattı. Konuştuğunda sesi biraz kısıktı, kelimeleri arabanın motor uğultusuna karışıyordu:

"O benden ayrıldı."

Kırmızı ışık yeşile döndü. Mert vitesi değiştirdi ama hızlanmak için acele etmedi. Arabanın içinde bir boşluk hissi yayılmaya başladı. Azra sesinin tonunu değiştirmeden sordu:

"Neden?"

Mert, gözlerini yoldan ayırmadan cevap verdi.

"Başkasına aşık olmuş."

Cümle, sanki içinden bir taş koparılıp atılmış gibi yavaş ve net düştü arabanın içine.

Azra'nın boğazı düğümlendi. Şoför camının kenarına yaslandı ama bakışları donuktu. Sesindeki titremeyi bastırmak için yutkundu.

"Sen..." dedi, sonra biraz duraksayarak cümleyi tamamladı. "Sen peki... âşık mıydın ona?"

Arabadaki hava ağırlaştı. Mert’in gözleri karşısındaki yol çizgilerine takıldı, alnındaki damar hafifçe belirginleşti. Birkaç saniye sustu. Sonra, yumuşak ama sarsıcı bir dürüstlükle cevapladı:

"Seviyordum."

Azra’nın içinde ince bir sızı kıvrıldı. Pişmanlık ve kıskançlık, birbirine dolanmış iki ip gibi kalbini sıktı.

“Keşke sormasaydım.”

Dışarıdan sakin görünüyordu ama elini dizinin üzerinde istemsizce ovuşturuyordu, sanki oradaki hayali bir lekeyi silmek ister gibi.

Mert’in “seviyordum” deyişi, içindeki bir yere dokunmuştu. O kızı tanımıyordu ama ona karşı garip, tuhaf bir kıskançlık duymaktan kendini alamıyordu.

Arabanın içinde sadece motorun homurtusu ve dışarıdan gelen klaksonlar vardı artık. Radyoda reklamlar başlamış... Şarkı çoktan bitmişti.

 

Azra’nın içindeki sıkıntı, Mert’in geçmişine dair küçük açıklamalarla sanki daha da ağırlaşmıştı. Merakla dudaklarını hafifçe araladı, sesi biraz tereddütlüydü:

"Kendisi mi söyledi sana başkasına aşık olduğunu? Ne kadar birlikteydiniz?"

Mert’in gözleri bir an boşluğa dalıp, sonra sertçe yere kaydı. Kısa bir sessizlikten sonra, tedirginliğini gizlemeye çalışarak mırıldandı:

"Hayır… En yakın arkadaşım söyledi."

Azra’nın kalbinde bir kıvılcım yerini gölgeye bıraktı, bu yeni detay zihninde ufak bir şüphe uyandırmıştı. Hafifçe öne eğildi, sesi yine nazikti ama bir o kadar da merak dolu:

"Yaklaşık altı sene..."

Altı yıl... Bu rakam, tahminlerinden çok daha fazlaydı. Dudaklarının kenarında hafif bir mırıltı belirdi:

"Uzun bir ilişkiymiş... Peki ne kadar oldu biteli?"

Mert’in vücudu hafifçe gerildi, kaşları çattı, arabanın hafif sarsıntısıyla elini direksiyonun üzerinde sıktı:

"Üç ay olacak."

Azra, onun rahatsız olduğunu anlamıştı; bu konu üstünde fazla durmak istemeyen sessizliği hissetti. İçinden, ‘Aslında ben de daha fazla dinlemek istemiyorum,’ diye geçirdi ama merakını bastırmak zordu.

"Anlatmak ister misin?" diye yumuşakça sordu.

Mert’in mavi gözleri Azra’nınkine kilitlendi, keskin ama öfkeden arınmış bir ifade vardı. Ağır ağır, samimiyetle yanıtladı:

"Anlatmak isterim, Azra. Ama bütün günümü onu düşünerek mahvetmek istemiyorum şu anda. Akşam işten sonra, seni aldığımda anlatırım."

Azra başıyla hafifçe onayladı. Ama içindeki kuşku sessizce fısıldıyordu:

"Konuşuldu bir kere, muhtemelen gece de sabaha kadar o düşüncelere dalacaksın."

Yüzünde hafif bir gülümseme belirdi, ama gözleri cama dönmüştü; dışarıdaki erken sabah serinliği, arabanın hafif titreşimleri ve radyodan gelen sessiz müzik eşlik ediyordu bu iç hesaplaşmaya.

Park yeri yaklaştığında Mert arabayı yavaşça durdurdu. Hafifçe başını eğerek, yumuşak bir tonla söyledi:

"İşte geldik. Sana kolay gelsin. Akşam görüşürüz."

Azra teşekkür etti ama o bitmek bilmeyen sıkıntıya, bir de kontrol edilme hissi eklenmişti. Kapı koluna uzandı, ama sözleri tereddüt doluydu:

"Teşekkürler ama... bence zahmet etme. Arkadaşlarınla buluşacaksın, ben kendim giderim."

Mert, kapıyı açmasına izin vermeden sakin ama kararlı bir şekilde Azra'nın koluna nazikçe dokundu.

"Olmaz, Azra. Birkaç gün böyle olacak, tamam mı? İçim rahat etmez."

Azra derin bir nefes aldı. "Mert, gerçekten gerek yok. Her gün böyle olmaz ki..." Sesinin bıkkın çıkmasına engel olamamıştı.

Mert kaşlarını hafifçe çattı, bir an duraksadı sonra dudakları endişe ile gerildi. "Uzatmayalım. Hadi sana kolay gelsin. Akşam görüşürüz."

Azra daha fazla bir şey söylemeden "Hoşça kal," diye mırıldandı ve arabadan inip, kapıdaki döner kapının serin havasına adım attı. Güvenliklere başı ile hafifçe selam verdi. İçerideki AVM’nin klima serinliği, hafta sonu sabahının sakinliği, uzaktan gelen hafif ayak sesleri ve güvenliklerin sohbeti, haftanın yorgunluğunu biraz olsun unutturuyordu.

Azra’nın göğsünde biriken o tuhaf sıkıntı ve öfke, içinde durmak bilmeyen bir kıvılcım gibiydi. Kendi kendine, “Boş durma, zaten bir sürü işin var,” diye mırıldandı. İşe odaklanmak istiyordu.

Metal dolapların sıralandığı alt kattaki personel odasına adım attığında, soğuk metalin dokunuşu bile dikkatini dağıtmak için yetersiz kaldı. Kilitli dolapların yanından geçerken sessizliği yalnızca kapakların hafif tıkırtısı bozuyordu. Üzerini siyah kumaş pantolon, beyaz gömlek ve mavi fularla değiştirdi. Resmi iş kıyafetleri onun için bir tür zırh gibiydi.

Asansörün kapısı kapanırken gözlerini kısa bir an kapattı. Yemek katına çıktığında ilk işi taze demli bir çay almak oldu. Çay bardağını eline alıp yürürken, sabah açılışının yoğunluğu hafif bir uğultu olarak kulaklarına doldu. Etrafta koşturan, hazırlık yapan, temizlikle uğraşan personeller; birbirine karışan sesler ve ayak sesleri... Hepsi, içinde büyüyen huzursuzluğun karşıtı gibiydi. Tanıdıklarına başıyla hafifçe selam vererek ya da alçak sesli günaydın mırıldanmalarıyla aralarından geçti.

“Dünya sadece burası değil,” diye düşündü. Medeiros’ta bir savaş kapıdaydı. Kehanetin o son satırı Ece'nin sesiyle zihninde yeniden yankılandı: “Her şey yok olacak birinin çığlığında!”

Azra içini çekti. Elindeki karton bardaktaki çayın sıcaklığı parmaklarını yakıyordu ama aldırmadı.

“Arkadaşlarımı güçlendirmem lazım. Daha çok çalışmalıyız,” diye geçirdi içinden.

Boğazına oturan yumruyu çaydan aldığı küçük bir yudumla bastırmaya çalıştı. Dudaklarının kenarında bir sıcaklık yayıldı ama içindeki endişe dinmedi. Asansöre yöneldi ve zemin kata indi. Bankosuna vardığında, kapıdaki güvenlik görevlisinin hafif bir gülümsemesini yakaladı. Selin izinliydi bugün; onun sesi ve neşesi olmadan masa biraz daha sessizdi.

Bilgisayarını açtı, gelen kargoları sıralamaya başladı. Kafasındaki düşünceleri arka plana atmaya, işe odaklanmaya çalıştı. Gözleri ekranla kargo paketleri arasında gidip gelirken ara ara döner kapıdan girenlerle göz göze geldi. Birkaç kişiye yönlerini tarif etti. Sabahın sessizliği yerini öğlenin hareketli uğultusuna bırakmıştı.

Bankosunun önünde ciyaklayan bir çocuğun sesiyle irkildi, gözleri bilgisayardaki saate kaydı. Yemek vakti gelmişti. Bankosunu güvenlik görevlilerinden birine bıraktı, ardından omuzlarına çöken ağırlıkla yemek katına yöneldi.

Kızaran yağ kokusu, baharatlı köfte ve diğer yemeklerin kokusuna karışıyordu. Koşuşturan çocuklar, sıradaki insanlar, onları uyaran ebeveynler... Alıştığı o gürültülü kalabalığın arasından geçip ev yemekleri yapan alanın önünde durdu. Buharlı camın arkasından birkaç yemeği işaret etti, tepsisini aldı ve boş bir masaya oturdu.

Telefonu titrediğinde irkildi. Ekranda Selin’den bir mesaj belirdi:

“Akşam bize yemeğe gelin.”

Parmakları hafif titreyerek cevap yazdı:

“Akşam annemi bir yere götüreceğim, sonra geliriz.”

Kısa bir bekleyişin ardından Selin’den yanıt geldi:

“Tamam o zaman.”

Telefonu kapattığında yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. Küçük bir sıcaklık çöktü içine. Sanki hayatın telaşı içinde bir anlığına nefes alabiliyordu.

Azra, hâlâ elindeki çatalı bırakmamıştı. Çocuk sesleri arasında, kalabalığın uğultusu dalga gibi gelip geçerken, gözleri yemeğin son birkaç lokmasında gezindi. İştahı yoktu ama masadan kalkmaya da niyeti yoktu. Çatalı tabağın kenarına bıraktı, telefonuna göz gezdirdi. Hâlâ sessizlik.

Mert’ten hâlâ ses yoktu.

Göz ucuyla ekrana baktı. İç çekerek başını hafifçe iki yana salladı.

“Ne diye bu kadar öfkelendim ki sanki?”

Kendi iç sesi hışırdayan bir yaprak gibi huzursuzdu.

“Kıskandım mı yani? Yok canım… Daha neler!”

Kendisini bile ikna edemeyen alaycı bir tebessüm geçti yüzünden. Parmaklarıyla ekranı itti, telefonu masaya bıraktı. Elini çenesine dayayıp gözlerini kapattı bir an. Boğazındaki düğüm çözülmüyordu ama yüzünde yine de dingin bir maske vardı. Kalkmadan önce birkaç dakika daha öyle oturdu. Sonra ani bir kararla yerinden doğruldu, tepsisini toparladı.

Yemekhaneden çıkarken, taze çay kokusunu takip etti. Bir bardak aldı ve telefonunu yeniden eline alarak annesini aradı.

“Akşama bir sürprizim var,” dedi sesi neşeliydi ama içinde yorgun bir tel vardı.

Annesinin meraklı sesi hemen yükseldi:

“Nereye?”

Azra yanıt vermek yerine çayından bir yudum aldı. Gözleri uzaklara dalmıştı.

“Sürpriiiiz,” dedi sonunda gülerek.

Annesinin ısrarlarına rağmen başka bir şey söylemeden telefonu kapattı.

Yukarı katlardan aşağıya inen asansör kapısı açıldığında, Azra yeniden görevli kimliğine bürünmüştü. Çay bardağını çöpe attı, sırtını gererek nefes aldı ve yürüyüşünü toparladı.

Bankoya doğru adımlarken, koridordaki ışıklar tavan panellerine yumuşak yansımalar bırakıyor, içerideki serin hava insanın teninde belli belirsiz dolaşıyordu. Ayakkabılarının sesi cilalı zeminde yankılanırken Azra başını hafifçe kaldırdı.

Ve o an onu gördü.

Tam karşısında Gülcan Hanım.

Kolları göğsünde bağlı, kaşları çatık.

Azra’nın yürüyüşü aniden yavaşladı. İçinde, boğazından aşağıya doğru inen ince bir sıkıntı kaydı.

Heh… Bir bu eksikti, diye geçirdi içinden.

Derin bir nefes aldı. Elini bankonun kenarına koyup duraksadı. Sonra yüzüne hafif, uysal bir gülümseme yerleştirerek yaklaştı.

“Merhaba Gülcan teyze, hoş geldin,” dedi ve eliyle yanındaki sandalyeyi gösterdi.

Sesi yumuşaktı ama gergindi.

Gülcan’ın oturmak gibi bir niyeti yoktu. Sesi beklenmedik bir soğuklukla çıkıverdi:

“Hiç oturmayayım. Kızlar sizde mi kalıyor Azra?”

Azra’nın kaşları hafifçe çatıldı ama yüzünde o gülümseme maskesi hâlâ duruyordu.

“Hayır, Gülcan teyze. Bizde kalmıyorlar. Kendi evlerindeler.”

“Ev mi tuttular?” Gülcan’ın sesi çatallaşmıştı.

“Nerede o ev?!”

Azra gözlerini kaçırmadı. Duru bir kararlılıkla konuştu:

“Bunu sana söyleyemem. Onlar artık sizinle yaşamak istemiyorlar ve sanırım yerlerini de sizin bilmenizi istemiyorlar.”

Gülcan bir adım yaklaştı. Azra istemsizce geriye yaslandı.

“Ne demek söyleyemem? Onlar benim kızlarım!”

Azra’nın sesi hâlâ sakin ama ölçülüydü:

“Evet, öyleler. Ama yerlerini benim söylemem doğru olmaz. Dilersen onları aramayı dene, belki…”

Gülcan sözü kesti:

“Açmıyorlar telefonumu!”

Öfke neredeyse gözlerinden fışkırıyordu.

“Ev tutmak da ne demekmiş! Hep senin başının altından çıkıyor bunlar! Sen veriyorsun bu akılları!”

Azra başını yana eğdi, gözleri kısa bir an için yere kaydı.

“Gülcan teyze…” dedi yorgun bir sesle, “...onların benim aklıma ihtiyacı yok.”

“NEREDE KIZLARIM?!”

Gülcan'ın sesi tüm katta yankılandı.

Yakınlardaki birkaç müşteri dönüp baktı. Güvenlik görevlisi sandalyesinden başını uzattı. Azra’nın yüzü utançtan kızardı. Hemen bir fısıltıyla uyardı:

“Gülcan teyze… Lütfen sesini alçalt. Burası iş yeri. Ayıp oluyor.”

“Ben nerede nasıl konuşacağımı SANA soracak değilim!” diye tersledi Gülcan.

“Söyle nerede kızlarım!”

Azra gözlerini devirdi, başını hafifçe geriye atıp bir an gözlerini kapadı. Sabırla konuşmaya çalıştı.

“Bak, seni anlıyorum ama bu şekilde olmaz. Lütfen gider misin? İnsanlara rezil oluyorum.”

Gülcan öfkeyle ileri atıldı, Azra'nın kolunu yakaladı.

Tırnakları kumaşı delip geçerken Azra’nın yüzü acıyla buruştu.

“Ben de seni iyi kız sanmıştım!” diye tısladı Gülcan, yüzü neredeyse Azra’nınkine değecek kadar yakındı.

“Nereden bileyim senin böyle bir yılan olduğunu! Kızlarımı bana karşı doldurdun!”

Bu kadarı fazlaydı. Azra bir anda kolunu çekti. Sandalyeyi geriye itti, gözleri öfkeyle doldu.

“YETER AMA ARTIK!” diye bağırdı.

Tüm başlar onlara dönmüştü.

“ÇIK DIŞARI! KENDİNE GEL!”

Tam o anda, koridorun diğer ucundan bir gölge hızla yaklaştı.

Güvenlik görevlisi, sert ama nazik bir tonla araya girdi:

“Hanımefendi, lütfen dışarı alalım sizi.”

Gülcan bağırmaya devam etti, adamın kolunu itti. Etraftan şaşkın bakışlar yükseliyordu. Azra birkaç adım geri çekildi. Gözleri dolmak üzereydi. İçinde bir yer yanıyordu.

İyi ki Selin burada değil.

Ne rezalet…

O sırada amirleri merdivenlerden hızlı adımlarla indi. Kalabalığın içinden ilerleyerek yaklaşırken sesi yankılandı:

“Ne oluyor burada?”

Azra’nın öfkesi gözlerinde dans ediyordu; kaşları çatılmış, elleri hafifçe yumruk olmuştu. “Amirim, hanımefendi Selin’in annesi. Kızını sormak için gelmiş!” diye cevap verdi, sesi hem sert hem de kararlıydı.

Amir, aralarındaki gerginliği hızlıca ölçtü; bağıran kadının gözlerindeki umutsuzluk, Azra’nın öfkesine rağmen kontrolünü kaybetmemesi ve güvenlik görevlisinin duruma müdahale çabası... Sakin, dengeli bir sesle Gülcan’a döndü. Kaşlarını hafifçe kaldırıp, ellerini yavaşça açarak uzattı:

“Hanımefendi, biraz sakin olur musunuz lütfen? Sesimizin tonuna dikkat edelim.” Cümleleri nazikti ama ciddiyeti gözlerinden okunuyordu. “Sorun nedir? Size yardımcı olayım.”

Gülcan, derin nefesler alıp yüzünü buruşturdu; göğsü hızlı hızlı kalkıyordu. “Kızlarım bunun yüzünden evi terk etti! Yerlerini biliyor ama bana söylemiyor!”

Amir, başını Azra’ya çevirdi; gözlerinde merak ve biraz da bekleyiş vardı.

Azra, omuzlarını dik tutmaya çalışırken hafifçe gözlerini kısıp derin bir nefes aldı, profesyonel ve kontrollü bir tonda, ellerini kısaca masaya yasladı:

“Amirim, Selin ve ikiz kardeşi aileleriyle anlaşamadıkları için ayrı bir eve çıktılar. Gülcan teyze benden adreslerini istiyor ama takdir edersiniz ki, kızlar istemediği sürece benim bunu yapmam uygun olmaz.”

Amir, anlayışla başını hafifçe salladı. Gülcan ise hala nefes nefese, öfkesi azalmamıştı, ellerini kalçasına dayamıştı; sanki bir an önce sonuç almak ister gibiydi.

Amir, sesi yumuşayarak ama kararlılığını koruyarak devam etti:

“Hanımefendi, Selin bugün izinli. Lütfen yarın öğle molasında gelin, kızınızla görüşün. Şimdi diğer insanları ve çalışanlarımı daha fazla rahatsız etmeden burayı terk edin.”

Gülcan, sert bir ifadeyle öne doğru eğildi, kaşlarını çatıp sertçe itiraz edecekken, Amir’nin kararlı bakışı ve hafifçe kaldırdığı elini görünce bir an duraksadı.

“Eğer normal bir şekilde AVM’ye geldiyseniz, buyurun, size eşlik edeyim. Yok, sorun çıkaracağım diyorsanız lütfen dışarı çıkın. Zorluk çıkarırsanız, güvenliklerle dışarı çıkarılacaksınız ve polise haber verilecek.”

Gülcan’ın vücudu biraz gevşedi, derin bir iç çekti. Öfkeyle dudaklarını sıktıktan sonra başını çevirdi ve alçak bir sesle mırıldandı:

“Yere batsın sizin AVM’niz de.” Arkasını dönüp kapıya doğru yürüdü. Adımları taş zeminde yankılanırken geride bıraktığı huzursuzluk havada asılı kaldı. “Şimdi gidiyorum ama yarın tekrar geleceğim!”

Ortam yavaş yavaş normale dönerken Azra, mahcup ve biraz da yorgun bir tavırla Amir’e döndü. Omuzları hafifçe düşük, yüzünde hafif bir utanç vardı.

“Özür dilerim Amirim. Çok mahcup oldum.”

Amir, başını nazikçe salladı, gülümseyerek:

“Önemli değil Azra, ama sen yine de şu işi bir anlat da rahatlayalım.”

Azra hafifçe omuz silkti, rahatlamak istercesine derin bir nefes aldı. “Birer kahve alıp geleyim, içer misiniz?”

Amir hafifçe gülümseyerek cevap verdi: “İçerim.”

Azra, adımları taş zeminde hafifçe yankılanarak hızla yukarı çıkarken, kahve kokusunun karıştığı AVM’nin yoğun uğultusu arka planda devam ediyordu. Ellerinde iki kahveyle indiğinde, yüzündeki kararlılık ve yorgunluğun ince bir dengesi vardı. Amir, bankoya oturmuş, yüzündeki anlayış dolu ifadeyle onu bekliyordu.

Azra, kahveyi masaya koyarken gözlerini hafifçe kırpıştırdı, ardından derin bir nefes alarak başladığı anlatımında, ellerini hafifçe açıp kapatarak, Selin ve ailesiyle ilgili durumu detaylandırdı. Gülcan Teyze’nin öfkesi ve kızların neden evden ayrıldığı, Azra’nın yüzündeki dikkat ve hafif endişeyle örtüşüyordu.

Amir, kaşlarını hafifçe kaldırarak dinledi, dudaklarının kenarında beliren hafif bir tebessümle karşılık verdi. "İyi yapmış kızlar ayrılmakla," dedi, sesi sakin ama içtendi. "Demek Selin'in son zamanlardaki keyifsizliği buymuş. O kadınla yaşanmaz, adamı yer bitirir valla. Allah kocasına sabır versin."

Azra’nın dudakları hafifçe kıvrıldı, gözlerinin ucuyla Amir’i onayladı. "Amin," dedi.

Amir, başını hafifçe yana eğip ciddileşerek sordu: "Peki, Selin için yapabileceğimiz bir şey var mı şimdi?"

Azra, parmaklarını masanın kenarına hafifçe vurarak, düşünürken kısa bir duraklama yaptı. "Birkaç eksik eşyası olabilir belki, Amirim. Yarın kendisiyle bir konuşursunuz isterseniz."

Amir, yüzünde onaylayıcı bir ifade ile başını salladı. "Tamam, ben yarın konuşurum onunla," dedi, gözlüğünü düzeltti. "Annesi yarın tekrar gelecekmiş. Öğle molasında dışarıda bir yerde görüşsünler bence. Sen ayarlarsın onu."

Azra, başıyla hızlıca onayladı. "Tamam Amirim, ayarlarım."

Amir, kahvesinden bir yudum aldı, sonra hafifçe gülümseyerek: "İyi, hadi sen işine bak şimdi."

Azra, kalkmak üzereyken bir an durakladı. Gözlerinde biraz tereddüt ve umut karışımı vardı. "Amirim... Şey, ben bugün biraz erken çıkabilir miyim acaba? Yarım saat kadar?"

Amir, gözlüklerinin üzerinden onu dikkatle süzdü; bakışları hem meraklı hem de biraz espriliydi. "Hayırdır?"

Azra, hafifçe omuz silkerek, yüzünde samimi bir tebessümle dürüstçe açıkladı: "Anneme söz vermiştim, onu bir yere götürecektim izin gününde ama dün Selin’lerin taşınma işi çıkınca gidemedik. Bugün telafi etmek istiyorum."

Amir’in dudaklarında sıcak ve anlayış dolu bir gülümseme belirdi. Ses tonu dengeli, ne otoriter ne de mesafeliydi. "Anladım. Tamam, çıkışından bir saat önce çıkabilirsin. Ama alışkanlık haline gelmesin, tamam mı?"

Azra’nın yüzü aniden aydınlandı, gözleri parlarken teşekkürlerini coşkuyla iletti. "Tamam Amirim! Çok teşekkür ederim!"

Azra, az sonra danışma bankosuna dönmek üzere hazırlanırken, kapıdan gelen hafif telaşlı bir yabancı müşterinin kibar sesi duyuldu.

"Excuse me, could you please tell me where the restroom is?" (Bakar mısınız, tuvaletin nerede olduğunu söyleyebilir misiniz lütfen?)

Azra hemen gülümseyerek başını hafifçe salladı, sakin ve profesyonel bir sesle yanıtladı:

"Of course, it's straight down this corridor, then take the second left. You’ll see the signs." (Elbette, bu koridorun sonuna kadar düz gidin, sonra ikinci soldan dönün. Tabelaları göreceksiniz.)

Müşteri rahatladı, teşekkür etti: "Thank you so much, you’ve been very helpful." (Çok teşekkür ederim, çok yardımcı oldunuz.)

Azra hafifçe gülümseyerek cevap verdi: "You’re very welcome. Have a nice day." (Rica ederim. İyi günler dilerim.)

Yanında oturan Amir, gözlüğünün arkasından Azra’yı takdirle izliyordu; dudaklarının kenarında hafif bir tebessüm vardı. İçinden, "İyi ki onu seçmişim," diye geçirdi. Ona hafifçe göz kırpıp kısaca "kolay gelsin," diye mırıldandıktan sonra uzun adımlarıyla koridorda kayboldu.

 

Azra işine döndüğünde içi biraz daha rahattı ama zihni hâlâ bir düğüm gibi karışıktı. Bankonun arkasına geçtiğinde, AVM'nin içindeki kalabalığın uğultusu fonda dalga dalga yayılıyor, insanların adımları taş zeminde yankılanıyordu. Bilgi ekranını kontrol ederken bir yandan da gelen kargoların sahipleriyle telefonda kısa görüşmeler yapmaya devam etti. Sesindeki ton sabit ve profesyoneldi ama zihni çoktan başka yerlere kaymıştı. Aramaların arasında yanına gelen personelden imzalarını alarak kargoları sahiplerine verdi bir yandan. Saat ilerledikçe günün yükü omuzlarından yavaşça iniyor, yerini hafif bir yorgunluğa bırakıyordu. Çıkış saatinin yaklaştığını fark edince, güvenlik görevlilerine hem bankoyu hem de emanetleri teslim etti. Ardından sırtını dikleştirip derin bir nefes aldı ve soyunma odasına yöneldi. Taş zemine çarpan topuk sesleri koridorda yankılandı; kararlı, hızlı ama içinde belli belirsiz bir huzursuzluk taşıyordu.

Telefonunu eline aldığında bir an tereddüt etti. Parmakları ekranın üzerinde dolaştı, sonra kararlı bir şekilde mesaj yazdı:

"İşim var, erken çıkacağım. Gelmene gerek yok. Sonra görüşürüz."

Mert’in cevabı anında geldi, sanki bekliyormuş gibi:

"Azra bekle lütfen, yakın bir yerde trafikteyim. Birazdan orada olurum."

Kızın başına bir şey gelmesinden korkuyordu. Özellikle Semih’ten sonra...

Azra gözlerini devirdi, içinden derin bir of çekti.

İnatçı...

Yeniden yazdı:

"Üstümü değiştirip çıkıyorum. Sonra görüşürüz."

O an Mert'i görmek istemiyordu. Duyguları darmadağın haldeydi ve toparlanmak için yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. Belki biraz yürümek iyi gelirdi, belki rüzgâr zihnini dağıtır, ruhunu serinletirdi.

Mert’in son mesajı bu kez kısa ve kararlıydı:

"Bekle geliyorum."

Cevap vermedi. Artık konuşmak istemiyordu. Kulaklıklarını kulağına taktı, çantasını omzuna attı ve soyunma odasından çıkıp binanın dış kapısına yöneldi.

Hava, gün batımının yumuşak kızıllığına bürünmüştü. Gökyüzünde griye çalan bulutlar ağır ağır süzülüyor, AVM'nin önü insanlarla dolup taşıyordu. Kalabalığın ortasında Azra, hızlı ve net adımlarla ilerledi. Annesini aramak için kulaklık mikrofonuna dokundu.

"Anne, ben çıktım. Hadi hazırlan," dedi yürürken.

"Erken çıkmışsın kızım?" diye şaşkınlıkla sordu annesi.

"Evet, amirden izin aldım. Geliyorum. Yarım saate evde olurum."

"Tamam canım, bekliyorum."

 

Telefonu cebine koyduğu anda köşeyi döndü.

Ve… içi buz kesildi.

Yürürken olduğu yerde donakaldı. Kalabalığın uğultusu, uzaklardaki siren sesi ve bir minibüsün tiz fren sesi sanki bir anda yavaşladı, bulanıklaştı. İş çıkış saatinin karmaşasında insanlar telaşla yürürken, Azra için zaman durmuş gibiydi. Sanki cadde üzerindeki her şey bu karşılaşmaya yer açmak için geri çekilmişti.

Tam karşısında Semih duruyordu. Omuzları düşük, çenesi hafif yukarı kalkık, yüzünde nefretin kirli bir sırıtışı vardı. Gözleri, bir avcı gibi dikilmiş, Azra’yı baştan aşağı süzüyordu. O bakış… soğuk, kemiklere işleyen, tanıdık bir karanlıktı.

Azra’nın topukları taş zemine bastığında çıkan tok sesi kendi içinde yankılandı. Nefesi yarıda tıkandı. Göğsünde bir şey sıkıştı. Elini cebine götürdü; titreyen parmakları telaşla çalan telefonunu aradı ama neredeyse yere düşürüyordu.

Lütfen Mert olsun… Lütfen Mert!

Ekrana bakamadan açma tuşuna bastı. Parmakları kurtarıcı bir halata sarılır gibi sarılmıştı telefona.

Ama Semih çoktan hareketlenmişti.

Azra’nın gözleri dehşetle açılırken, korkuyla bir adım geri çekildi. Boğazı kuruydu ama sesi yine de kararlı çıkmaya çalıştı.

“Ne işin var burada?”

Semih bir adım daha attı. Ağır, tehditkâr… Gözlerinin kenarındaki çizgiler, bastırılmış öfkesinin artık taşmak üzere olduğunu fısıldıyordu.

“Bugün seni koruyacak o ‘sevgilin’ yok bakıyorum da,” dedi iğneleyici bir ses tonuyla. Gülümsemesi, bir yırtıcı gibi dişlerini gösteriyordu. “O yosma arkadaşın da yanında değil. Kolay mı sandın lan? Hayatımı alt üst edeceksin, sonra da elini kolunu sallayarak dolaşacaksın ha?”

Azra’nın kalbi kaburgalarına sığmıyordu. Her atışta sesi yankılanıyor gibiydi kulaklarında. Ama kendini zorladı. Sesine titrekliği bulaştırmamak için çaba gösterdi. Geriye bir adım daha atarken dişlerini sıktı.

“Eğer hemen çekip gitmezsen,” dedi çatlayan sesiyle, “avazım çıktığı kadar bağırırım!”

Ama Semih çok hızlıydı.

Bir anda öne atıldı. Azra’yı kolundan kavrayıp kendine doğru sertçe çekti. Azra ne olduğunu bile anlayamadan, karnında bir değil iki ayrı noktada aynı anda bir batma hissetti. Ardından gelen sürtünme… keskin bir şeyin derisini yırtması… ve bir anda içini kavuran o ani, yakıcı sıcaklık…

Bir çöp kamyonunun metal kapak sesi arka planda yankılanırken, Semih onu tüm gücüyle geriye itti. Azra’nın dengesiz adımları kaldırım taşlarında kaydı. Sırt üstü yere düştü.

Zemin betondu. Sertti. Ve soğuktu.

Nefesi kesildi. Gözleri bulanıklaştı. Karnında biriken o yoğun, derin acıdan başka hiçbir şey hissetmiyordu. Elini istemsizce oraya götürdü. Parmakları… sıcak, yapışkan bir sıvıya ve ona saplanmış soğuk bir metalin pürüzsüz yüzeyine dokundu.

Azra’nın bakışları netleştiği anda gördü onu.

Karnına saplanmış bıçak. Ve çevresinde hızla yayılan koyu kırmızı…

Semih, birkaç adım ötesinde durmuş, hâlâ sırıtıyordu. Bir şey söylemeden arkasını döndü ve koşmaya başladı. Kalabalığın arasına karışması sadece birkaç saniye sürdü. Kimse bir şey anlamamıştı.

Azra, yerden doğrulmaya çalıştı. Ama karnındaki acı, bu girişimi keskin bir çığlık gibi boğazına bastırdı. Boğazından sadece boğuk bir hırıltı çıktı. Nefes almak… sanki ciğerlerini jiletle kazımak gibiydi. Her hava alışta daha fazla yanıyor, daha fazla batıyordu.

Bilinç, ipince bir ipe tutunmuş gibiydi. Zihni pusluydu. Ama bir şey yaptı. Bıçağın diğer tarafından sızan kana elini bastırdı. “Dayan Azra… Hadi…” diye mırıldandı içinden, sesi kendine bile ulaşamayacak kadar zayıftı.

Yan döndü, dişlerini sıkarak ayağa kalktı. Sendelese de yürümeye çalıştı. Caddenin köşesindeki simitçinin önünden geçen biriyle göz göze geldi, ama kimse yardım etmedi. Herkes aceleyle geçiyor, kimse birbirinin acısına bakmıyordu.

Ne yapacağım şimdi?

Adımları sarsak, gözleri kararmıştı. Midesinden boğazına doğru yoğun bir safra yükseldi. Aynı anda ayak parmaklarından başlayıp bacaklarına tırmanan bir uyuşma hissetti. Nefes alırken başı dönüyor, dünya kayıyordu altından.

Birkaç adım daha…

Sonra dizlerinin bağı çözüldü.

Azra yere çöktü. Eli hâlâ yarasında, diğer eli zemine dayalı. Gözleri bir an için yukarı kalktı; kararan gökyüzünün içinde dağınık bulutları seçebiliyordu. Son bir güçle başını çevirdiğinde… uzaktan bir fren sesi kulaklarında yankılandı. Acı bir fren sesi. Ardından, adını haykıran bir ses… panikle çırpınan bir çığlık gibi.

“AZRA!”

Mert’ti bu. Sesinden emindi. Koşuyordu. Ona doğru.

Gözlerini açık tutmaya çalıştı. Ama olmadı.

Göz kapakları, vücudu gibi, artık emir dinlemiyordu. Yavaşça kapandı.

Ve Azra, karanlığın içine bırakıldı.

 

İş çıkışı kalabalığı sokağın ritmini belirliyordu. Caddede telaşla yürüyen insanların ayak sesleri kaldırım taşlarına karışıyor, kornalar birbirine giriyor, bir köşede devrilen simitçinin tezgâhı ortalığı velveleye veriyordu. Araçlar ilerlemekte zorlanıyor, yaz akşamının sıcak havası, şehir gürültüsünün içine gizlenen bir gerilimi taşıyordu.

Mert, kaşları çatılmış halde direksiyonun başında ileriye odaklanmıştı. İçindeki huzursuzluk, her saniye daha da büyüyordu. Telefon hâlâ açıktı ama kulaklığında karşıdan tek bir kelime bile duyamamıştı. Sol elinin tersiyle alnındaki teri sildi, sonra birden dörtlüleri yaktı. Aracını yolun kenarına çekip motoru durdurdu. Kapıyı hızla açarak kendini dışarı attı.

Adımları endişeyle hızlandı, telefon hâlâ açıktı ama Azra’nın sesi yoktu. Sadece sokaktan gelen karmaşık uğultular… Bir arabanın fren sesi… Bir çocuğun çığlığı… Ardından...

Bir köşe başında, gözleri Azra’ya çarptı.

Mert’in ayakları yere çivilenmiş gibi durdu. Boğazı kuruyuverdi. Yalpalayan kalabalığın hemen kenarında, kaldırımın üstünde biri hareketsiz yatıyordu. Elindeki telefon yere düşmüş, birkaç adım uzağa savrulmuştu. Tişörtünün altından yayılan koyu kırmızı leke sanki kaldırıma kök salıyordu.

"Azra!" diye haykırdı, sesi bir anda kalabalığı yırtan bir acı gibi yükseldi.

Koşarak yanına geldi, dizleri hızla yere çarptı. Şehir uğultusu bir anda boğuklaştı; o an, sadece Azra’nın solgun yüzü ve onun boşluğa bakan kirpiklerinin titremeyişi kaldı. Yanağındaki sıcaklık bile çekilmişti sanki.

Titreyen elleriyle Azra’nın omuzlarına uzandı, nazikçe sarsarken kısık bir sesle yalvardı:

"Azra… Azra, lütfen... Gözlerini aç…"

Sesi titriyordu ama kelimeleri kararlıydı. Dudakları kurumuştu, yutkunmakta bile zorlanıyordu. Gözleri Azra’nın karnına kaydı, oradan sızan kan, parmaklarının arasından geçerek asfaltı boyuyordu.

Bir göğsüne, bir nabzına baktı ama kalbinin attığından emin olamıyordu. Ya o an durmuştu ya da zaman kendi kalbini de beraberinde dondurmuştu.

Mert titreyen sesiyle yardım istemek için çevresine bağırdı:

"Biri yardım etsin! Lütfen! Ambulans çağırın!"

Ama sesi kendi kulaklarına bile yabancı, kırılmış gibiydi. İnsanlar bakıyor, ama kimse yaklaşmıyordu. Herkesin gözünde korku, tereddüt, uzak bir suç ortaklığı…

Cebine uzandı, elleriyle telefonunu bulmaya çalışırken gözleri hâlâ Azra’nın üzerinde kaldı. Onu bırakmaya kıyamazdı. Hayır, kıpırdamasın, nefes alsın yeter. Bir süre daha, sadece gözlerini açsın...

Sonra, kararını verdi. Azra’nın başını dikkatlice kavradı, onu kucaklayıp yerden kaldırırken içindeki paniği bastırmak için dudaklarını sıktı. Onu sarsmamaya çalışarak koşmaya başladı. Kalabalığı bir bıçak gibi yarıyor, insanların arasından geçerken tek bir şeyi düşünüyordu: “Sakın şimdi gitme…”

Omzunun hemen yanında Azra’nın başı duruyordu. Gözleri kapanmış, dudaklarının rengi solmuştu. Bir sıcaklık, kolunun altına yayılıyordu kan mıydı hâlâ, yoksa o korkunç sonun sessiz habercisi mi?

Sıcak yaz akşamında bir rüzgar esti; ürperten, derin, sanki başka bir yerin soğuk nefesi değmişti yüzüne.

Ve o anda, Azra’nın göz kapakları tamamen indi.

 

Gözkapakları titrediğinde, Azra kendini Seperius'taki kulübesinde, yatağının üstünde buldu. Tenine serin bir esinti çarpmıştı; başını yastıktan kaldırdığında loş mor gecenin içine gömülmüş odasını seçebildi. Dünya’daki korkunç an bir sis gibi zihninin kenarında kıvranırken, gerçek gibi görünen bir kâbusun içinden çıkmış gibiydi. Göğsü inip kalkarken, gözleri yere düşmüş bitkiler kitabına takıldı. Sanki düşünceleri de onunla birlikte yere saçılmıştı.

Yavaşça yerinden doğruldu. Kitabı alıp komodinin üzerine koydu. Hareketleri ürkekti, elleri hâlâ hafif titriyordu. Hemen günlüğünü çekmeceden çıkarıp masasının başına oturdu. Kalemi eline aldığında yutkundu; dudaklarını bir araya getirmekle açmak arasında kaldı bir an. Sonra derin bir nefes aldı. Bıçağın karnına girdiği anı, Semih'in gözlerindeki öfkeyi, yere düşüşünü hepsini titreyen satırlara döktü. Sayfaları hızla doldururken kalemi bastırdığının farkında bile değildi.

Günlüğü kapatıp yerine bıraktı. Dışarıdan gelen loş fener ışıkları, pencere pervazına sarımsı gölgeler düşürüyordu. Kulübenin verandasından uzanan manzara ise bambaşka bir masaldı: Sarı göl, gecenin tonuna bürünmüş, morla kızıl arasında parlayan bir yansıma yayıyordu. Gökyüzü ise sanki derin bir boşluktu akşamla gecenin tam ortasında asılı kalan bir boşluk.

Azra kapısını açıp verandadan çıkarken, topuklarının ahşap zeminde çıkardığı tok sesler geceye hafifçe karıştı. Hava, serin ama keskin değildi; nefesini içeri çektiğinde burnuna uzaklardaki ağaç reçinesinin tatlı kokusu geldi. Adımlarını yavaşça Arda’nın kulübesine yönlendirdi. Işık sızıyordu pencerelerden ve içeriden bir ses duyuluyordu, konuşma sesi. Muhtemelen yine Meryem’le tartışıyordu. Azra durdu, birkaç saniye dinledi. Sonra açık olan kapıya iki kez nazikçe vurdu.

İçeriden Arda'nın sesi duyuldu. “Hayırdır inşallah? Bekle, geliyorum.”

Kapı hafifçe aralandı. Arda, karşısında Azra’yı görünce şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. “Azra? Bir şey mi oldu bu saatte?”

Azra bir adım içeri girdi. Yüzündeki donukluk gözlerinden silinmese de, sesini olabildiğince sakin tutmaya çalıştı. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümsemeyle, omuzlarını hafifçe silkerek konuştu. “Bir şey olmadı sayılır. Sadece… Dünya’da bıçaklandım. Gözlerimi burada açtım.”

Arda’nın bedeni bir anda kasıldı. Gözleri kocaman açılmıştı, sesi istemsizce yükseldi. “Ne?! Nasıl bıçaklandın?” Panikle Azra’yı kolundan çekerek içeri aldı. “Kim yaptı?”

Azra, odanın köşesine göz gezdirdi. Buram buram konuşulmuş bir hava hâlâ odanın içindeydi. “Sen kiminle konuşuyordun bu saatte?” dedi gözlerini kaçırmadan.

Arda ofladı, başını iki yana salladı. “Meryem… Sabah'tan beri kafamın ütülüyor. İyi ki geldin de kurtuldum.”

Azra gece mavisi bir hale ile parlarken gözlerini kısmadan, bedenini hafifçe yana eğerek Meryem’e baktı. Onun bir köşede gözyaşlarını silmeye çalıştığını fark etti. Gözleri ve burnu kıpkırmızıydı.

“Merhaba Meryem,” dedi yumuşak bir sesle.

“Merhaba Azra,” diye mırıldandı Meryem burnunu çekerek.

Azra bir adım daha yaklaştı. Gözleri dikkatle bakarken sesi merakla soruya dönüştü. “Gördün mü sizinkileri? Ne oldu?”

Arda başını çevirdi, ellerini havaya kaldırdı. Belli ki bu konudan bıkmıştı. “Akşamdan beri başımın etini yedi zaten. Bir de sen sorma şimdi, baştan anlatacak yine! Asıl sen anlat hele. Kim yaptı bunu, ne oldu?”

Meryem de usulca Azra’ya döndü, yüzündeki endişe saklanmamıştı. “Ne oldu sana?”

Azra, derin bir iç çekerek başını hafifçe eğdi. Pijamasının karın hizasındaki yerini işaret etti. “Tam şuralarımdan bıçaklandım işte…” dedi, durumu sıradanlaştırmaya çalışırken dudaklarında acı bir gülümseme belirdi. Bedeni hâlâ hatırlıyordu acıyı ama burada sanki rüyadan uyanmış gibiydi. Sonra, Mert'le ilgili kısımları dikkatle atlayarak, Semih'in saldırısını anlattı.

Arda’nın yüzü karardı, çenesini sıkarak bir ileri bir geri yürümeye başladı. Yumruk yaptığı ellerini gevşetmeye çalışsa da damarları belirginleşmişti. “Anladım... Durumun ağır mı peki? Yani, Dünya’daki bedenin? Ah! İhtimalim olsa gebertirdim o şerefsizi!”

Azra ellerini yanına bırakarak başını hafifçe iki yana salladı. “Bilmiyorum. Orada bilincimi kaybettim, gözlerimi burada açtım.” Bir an sustu, gözleri cama çevrildi. “Onu gebertecek çok kişi var Dünya’da, sen merak etme.”

Arda kaşlarını çatarken bir şey daha sormaya yeltenmişti ki Azra lafı hızla çevirdi. “Sen niye uyumadın?”

Arda, dizlerinin üstüne dirseğini dayamış hâlde sandalyesine gömülmüştü. Parmakları saçlarının arasında gezinirken yüzüne düşen gölge hâlâ dağılmamıştı. "Meryem rahat bırakmadı ki!" diye söylendi, sesi sabırsızca yükseldi. "Ki ben zaten hep burada olduğum için fark etmez pek." Gözleri tavana çevrildi, ama aklı çok daha uzak bir yerdeydi. Günlerdir biriken iç sıkıntısı, şimdi Azra'nın beklenmedik gelişiyle hepten artmıştı. Herkesin bir başka dünyadan gelip gittiği bu düzende, kendi yerini bulamamanın huzursuzluğuydu belki bu.

Azra, verandadan içeriye süzülen mor ışığın altında hafifçe eğildi, Meryem'e dönerek seslendi. "Ne oldu Meryem? Buldular mı cenazeni?"

Meryem başını eğdi, elleri birbirine kenetlenmişti. Dudakları titreyerek açıldı. "Buldular," dedi kısık bir sesle. "Annem, babam... çok ağladılar." Gözleri yaşla dolarken aniden başını kaldırdı, ifadesi hiddetlenmişti. "Kardeşim de bir numaralar yaptı ki, görsen gerçek sanırsın!" Öfkesi gözbebeklerine kadar taşmıştı. "Ve evet, doğru söylüyormuş! Ben ölür ölmez 'tuvalete gidiyorum' diye kaçıp nişanlımla buluştu! Öpüşüp koklaştılar! Önlerinde engel kalmadı ya artık!"

Cümle biter bitmez bir hıçkırık yükseldi göğsünden. Ağzını eliyle kapatıp başını öne eğdi. Sesi titrekti. "Azra, bana söyleselerdi... ben zaten çekilirdim aradan. Beni öldürmek zorunda mıydı?"

Arda'nın gözleri kocaman açıldı. Şaşkınlıkla Meryem'e döndü. "Ee, o zaman nasıl evlenecekler? Ailen onu damat olarak kabul etmez dememiş miydin sen bana?" Göz ucuyla Azra'ya baktı, cevabın ne yöne gideceğini kestirmeye çalışıyordu. Kafası karışmıştı, ama daha çok tiksintiyle doluydu.

Meryem başını iki yana sallayıp acı bir kahkaha attı. Alayla karışık, içten içe yıkılmış bir sesle konuştu. "Evet, öyle demiştim! Ama şimdi kardeşimle evlenecekler işte!"

Azra'nın yüzündeki şaşkınlık yerini öfkeye bıraktı. Kaşları çatıldı, gözleri Meryem’e dikildi. "Nasıl yani? Ailen nasıl izin verecek?"

Meryem gözlerini yere indirdi, sesi ağırlaştı. "Babam... benden başlık parası almıştı zamanında. Şimdi geri verecek gücü yok. O yüzden kardeşimi vermeyi teklif etti nişanlımın ailesine. Onlar da kabul etmişler... Nişanlım da kabul ederse evlenecekler."

Azra'nın yutkunduğunu yalnızca gırtlağının titremesinden anlamak mümkündü. Derin bir nefes aldı, gözleri karnındaki kızıl gölgeyi takip eder gibiydi. "Başlık parası mı? Hâlâ var mıydı o adet?"

"Dedim ya, ben Doğulu bir aileden geliyorum." Meryem’in sesi bir anlığına kırılmış bir tele benziyordu. "Bizde hâlâ var maalesef."

Arda yerinden doğrulmuştu, yüzündeki tedirginlik Meryem’e duyduğu şefkat ve aynı anda öfke ile yer değiştiriyordu. Azra, ikisi arasında yükselen tansiyonu bastırmak istercesine yumuşak bir sesle konuştu. "Çok üzüldüm senin adına Meryem."

Gözlerinin kenarına yerleşmiş ince kırışıklıklarla başını eğip hafifçe gülümsedi Meryem. "Peki..." dedi Azra, başını yana eğerek. "Sen Berzah’a yerleştin mi bari?"

Arda'nın omuzları düştü, sesi duyulur duyulmaz sıkıntısı da havaya karıştı. "Evet, evet, onu götürdüm!" diye homurdandı. Gözlerini devirirken sandalyesine yaslandı. "Çok da güzel bir evi var hem de! Ama hanımefendi ısrarla orada yaşamak istemiyor, gelip burada benim kafamı şişirmeyi tercih ediyor!"

Meryem hızlıca toparlandı, dudaklarını buruşturdu. "Kimseyi tanımıyorum ki orada!" dedi neredeyse fısıltıyla. Gözleri nemlendi yine, sesi çatallaştı. "Yalnız kalmaktan korkuyorum."

Azra, ikisinin arasında sessizce duruyordu.

Azra, omzunu hafifçe Meryem’e doğru eğerek teselli etmeye çalıştı. Sesi yumuşak ama içinde bastırılmış bir kaygı vardı.

“Meryem… Berzah’ta ölmüş başka akrabaların, arkadaşların yok mu hiç? Belki yalnız değilsindir orada.”

Meryem başını iki yana salladı, dudakları acı bir tebessümle kıvrıldı.

“Yok! Benim bildiklerimin hepsi domuz gibi hayatta maşallah!”

Azra bu cevaba hafifçe kaşlarını kaldırdı ama vazgeçmedi, sesi biraz daha alttan alır hale geldi.

“Peki ya daha öncekiler? Mesela… anneannenin annesi falan?”

Meryem gözlerini kaçırarak omuz silkti.

“Vardır tabii. Ama…”

“E, merak etmiyor musun nasıl biri olduğunu? Onunla tanışmak istemez misin?” Azra’nın sesi şimdi hafif bir umut taşıyordu.

Meryem bir an duraksadı. Gözleri uzaklara, geçmişten kopup gelen bir hayale daldı ama o hayalin içinde kaybolmak istemeyen biri gibi hemen başını geri çekti.

“Ediyorum belki… ama nerede olduğunu bilmiyorum ki. Nasıl biri olduğunu da.”

Azra iç geçirerek Arda’ya döndü. Onun tepkisini tahmin eder gibiydi.

“Arda gücünü tam kullanabiliyor olsaydı… şimdi ona yardım edebilirdin, değil mi?”

Arda’nın gözleri tavanı buldu. Derin bir nefes verip başını iki yana salladı.

“Hıhı… Evet! Yeter ki gitsin diye seve seve yardım ederdim! Ama olmuyor işte. Yapamıyorum!”

Azra gülümseyip başını yeniden Meryem’e çevirdi.

“Peki… seni nereye gömdüler? Aile mezarlığı gibi bir yer yok muydu?”

Meryem başını salladı. Sesi neredeyse fısıltıydı.

“Var. Babamın atalarının mezarlığına gömdüler beni.”

Azra'nın kaşları hafifçe çatıldı.

“E niye oradaki ruhlarla tanışmadın o zaman?”

Meryem gözlerini yere indirdi. Elleri önünde birleşti, parmaklarını kıvırıp duruyordu.

“Korktum… Hemen buraya geldim.”

Azra, onu yargılamayan bir yüz ifadesiyle başını salladı. Sesi kararlı ama sevecendi.

“Meryem, bizimle istediğin kadar zaman geçirebilirsin ama… eninde sonunda orası senin yeni evin. Berzah artık senin yerin. Oraya yerleşmen, komşularınla tanışman, yeni arkadaşlar edinmen gerekiyor. Bunu anlıyor musun?”

Bu sözlerin ardından Meryem’in gözleri bir kez daha doldu. Dudakları titredi, içindeki kırıklar sesine yansıdı.

“Azra… ben hiç iyi değilim. Canım çok acıyor. Ruhum ağrıyor sanki. Lütfen… bir süre burada kalsam? Sizinle kalsam? Beni kovma… ne olur…”

Azra ona baktı, göz göze geldiler. Meryem’in gözleri kıpkırmızıydı, çaresizliğin resmi gibiydi. Azra başını usulca eğdi, yumuşak bir sesle konuştu.

“Tamam… Bir süre daha kalabilirsin. Ama Arda’yı çok yorma, olur mu?”

Meryem başını minnetle salladı, boğuk bir sesle yanıtladı.

“Tamam… sadece biraz dinlenmek istiyorum burada.”

Arda, sabırsız bir iç çekişle araya girdi.

“Ben de izin verirsen dinlenmek istiyorum artık!”

Azra ona sert bir bakış attı. Gözleri kısılmıştı, sesi ince ama dokunaklıydı.

“Arda, onu biraz teselli edemez misin? Öküz müsün?”

Arda ellerini iki yana açtı, patlamak üzere olan bir sabrın sesiyle çıkıştı.

“Akşamdan beri onu teselli etmeye çalışıyorum! O da akşamdan beri ağlıyor! Kafam şişti artık!”

Azra bir anlık sessizlikle Meryem’e döndü, bakışları yumuşamıştı. Gerginliği dağıtmak ister gibi yeni bir konu açtı.

“Evin güzel mi bari Berzah’ta?”

Meryem’in gözlerinde nihayet bir ışık yandı. Dudaklarının kenarı kıvrıldı, başını hafifçe salladı.

“Çok güzel… Keşke sizi davet edebilsem.”

Arda kaşlarını kaldırdı, gözlerini kocaman açarak müdahale etti.

“Aman aman! Davet falan etme sakın! Azra zaten yaralı, bir de geliveririz mazallah!”

Bu beklenmedik yoruma hem Meryem hem de Azra kahkahayla güldü. Sessizlikte biriken gerginlik o an dağıldı; odanın havası biraz olsun yumuşadı.

Azra derin bir nefes aldı, ardından yavaşça yerinden kalktı. Ellerini dizlerine bastırarak doğrulurken, gözlerinde tatlı bir yorgunluk vardı.

“Neyse… ben artık evime gidiyorum. Biraz dinleneyim.”

Arda da kıpırdanıp ayağa kalktı, üzerindeki yorgunluğu silkelemeye çalışır gibi esnedi.

“Dur, ben seni bırakayım.”

Beraberce kapıdan çıkıp Seperius'un loş bahçesinde Azra’nın evine doğru yürümeye başladılar. Adımları sessizdi ama gecenin dokusu düşüncelerle doluydu. Ay, bulutların arasından zaman zaman yüzünü gösteriyor; yürüme yolundaki taşlar solgun bir ışıkla parıldıyordu.

“Istersen bu gece bende kal,” dedi Azra, bakışlarını taşlara dikmişti. “Meryem’den uzaklaşıp biraz kafanı dinlersin.”

Arda başını hafifçe iki yana salladı. Gözlerini Azra’ya çevirmeden yanıtladı.

“Yok, sağ ol. Alıştım sayılır ona… Ama asıl senin için endişeleniyorum. Dünya’daki bedenin… umarım her şey yolundadır.”

Azra, bir an durdu. Gözleri puslu bir uzaklığa takıldı, sesi neredeyse duyulmayacak kadar hafifti.

“Umarım...”

Yutkunarak devam etti.

“İstersen Meryem’i bana gönder. Ben oyalarım onu. Uyuyabileceğimi pek sanmıyorum.”

Arda başını kaldırdı, onun gözlerinin içine baktı. Sesinde ciddi bir ton vardı bu kez.

“Olmaz. Sen dinlenmeye çalış. Ruhunun güç toplaması lazım, bedenin için. Unutma, yarın sabah antrenman var.”

Azra’nın kapısının önüne geldiklerinde Arda durdu. Gece, çevrelerinde usulca dolaşıyordu. Birkaç saniyelik sessizlikte sadece rüzgârın uğultusu duyuldu.

“İyi geceler,” dedi Arda, hafifçe gülümsedi.

Azra başını eğerek karşılık verdi.

“Sana da iyi geceler, Arda.”

Arda’nın kapıdan çıkıp hızla geriye dönmesiyle Azra, adeta zamanla yarışır gibi odasına yöneldi. Ev, dışarıdaki rüzgârın camlarda bıraktığı hüzünlü tınılarıyla sessizliğe bürünmüştü. Ayaklarının altındaki tahta zemin topuklarında hafif bir gıcırtı oluşturuyor, her adımı içindeki karmaşayla ritim tutuyordu. Bedenini değil, ruhunu saran o ağırlık, derin bir yalnızlığın sessiz yankısıydı.

Üzerini değiştirmeye bile vakit bulmadan, yorgunluğunu yorganın içine bıraktı. Ama uyku, Azra için uzak bir düş gibi, yaklaştıkça kaybolan bir hayaldi. Gözlerini kapatıp bırakmak istese de zihin, bir türlü sakinleşmiyordu.

Başucundaki çekmeceyi araladı; günlüğü, yaşamın sularında tutunabileceği son ipi gibi avuçladı. Parmak uçları kapağın üzerinde tereddütle dolaştı, kalbi sıkıştı; ardından derin bir nefesle kapağı araladı. Kehanetin yazılı olduğu sayfaya gözleri takıldı, mısralar adeta bir kez daha canlandı gözlerinde:

“Altı dost çağrılınca göreve,

İçlerinden birisi gidecek bilinmeze.

Son nefesini verirken bir diğeri,

Ölümü pahasına göze alacak düşmanını yenmeyi.

Düşmanlar dayanınca Antares’in surlarına,

Yok olacak her şey birinin çığlığında.”

Her okunuşta dizelerin anlamı yeni bir perde açıyor, zihninde farklı renklerde hayaletler dans ediyordu. Sanki her satırda yeni bir gizem, yeni bir çıkmaz doğuyordu.

Sayfayı çevirdi. Boş bir yaprağa geçti. Düşünceleri fırtına gibi karışmıştı; ardı ardına sorular, olasılıklar patlak verdi zihninde. Kalemini tutuşu sertti, sanki her satır kendi içinde bir savaş veriyordu:

• Altı kişi kim?

• Halktan olabilir mi?

• Her şeyi yok edecek kadar kim güçlü? Antares’in surları nerede boyutları zayıf yönleri?

• Ölümü göze alacak olan kim/ben? Diğer kehanetlere ulaş?

Bu sorular, Azra’nın iç dünyasında dönüp duran fırtınanın düğümleriydi. Yazdıkça biraz olsun şekil alıyor gibiydi o kaotik düşünceler, ama cevapsız kalan pek çok soru vardı.

Gözleri yavaşça ağırlaştı, harfler dans edercesine yer değiştirmeye başladı sayfada. Günlüğü sessizce kapattı, başucuna bıraktı. Yorganın içine daha derin gömüldü, bedenindeki yorgunluk ağırlaşırken ruhu hâlâ uyanıktı.

Kafasında o dizeler yankılanıyordu hâlâ, fısıltıya dönüşmüş kelimeler zihninin boşluklarında çarpışıyordu:

“Yok olacak her şey birinin çığlığında…”

Karanlığın içinde, Anteres'in puslu ve soluk silueti belirdi gözlerinin arkasında. Uyku ile uyanıklık arasındaki ince çizgide, Azra’nın ruhu çoktan bir yerden diğerine yürüyordu. Henüz bedenin kapanmadığı, fakat artık geri dönmenin mümkün olmadığı bir sınırdan.

Bölüm : 12.06.2025 17:17 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...