
BİR AY SONRA – SEPERIUS
Azra, siyah taytını çekiştirip sweatshirt’ünü düzeltirken, verandanın tahta zemini gıcırdadı. Kapı aniden açıldı. İçeri dalan Ece’nin adımları sabah mahmurluğunu taşıyordu.
“Bıktım artık Azra, çok uykum var!” diye homurdandı, battaniyesinden yeni kurtulmuş gibi.
Azra, kahkaha atmamak için kendini zor tutarak başını çevirdi. “Bir ay oldu Ece,” dedi, ayakkabısının bağcığını sıkarken. “Hâlâ alışamadın mı erken uyanmaya?”
Kapının pervazına yaslanarak içeri esneyerek giren Aslı, saçları darmadağındı, üzerinde sanki sabahın inadını taşıyordu. Üzerindeki siyah sweatshirt’ü hırçınca düzeltti.
“Benim sıcak, güzel yatağım...” diye sızlandı, yüzünü buruşturarak. “Bu cani Azra beni yine sabah sabah o buz gibi sulara atmasın diye senin sıcacık kollarından ayrıldım!”
Azra'nın gözleri parladı, gülümsemesini tutamadı. “Aferin! Bak, bir kere atılınca nasıl aklın başına geliyormuş.”
Aslı, abartılı bir titreme ile kendini sardı. “Islak bir kedi gibi uyanmak nasıl bir şey biliyor musun sen?” dedi, omuzlarını kasıtlıca yukarı çekerek. “Travmam hâlâ geçmedi.”
Azra başını iki yana sallayıp mutfağa geçti. İçerideki mavi L koltuğun köşesine ilişen sabah ışığı, sarı peluş halıya yumuşakça yayılıyordu. Kahveleri hazırlarken fincanların içindeki sıvı, sanki birazdan dışarıdaki güne başlamaya direnç göstereceklerin ruhunu okşayacaktı. Kahveleri alıp verandaya geçerken, verandanın hafif eğimli tahtaları Azra’nın adımlarında hafifçe inledi.
Dışarısı Seperius’un sabahına özgü serinlikle doluydu. Öğrenci kulübelerinin yer aldığı bu ön bahçede, çimenlerin arasından uzanan değerli taşlı yol sabahın pusunu nazikçe taşıyordu. Pembe ve mor tonlara çalan ağaçların arasından sarkan renkli fenerler, sanki geceyi henüz uğurlamamıştı.
O sırada Arda, gözlerini uzak bir noktaya dikmiş, bahçeden verandaya doğru yürüyordu. Yanında görünmeyen biriyle konuşuyormuş gibiydi; gözlerinde öfke, sesinde ise sabırsızlık vardı.
“...Tamam anladık, haksızlık edildi sana! Bir aydır zırlayıp duruyorsun zaten, yapabileceğimiz bir şey yok! Hem zamanla geçecek, önüne baksana artık... Ya ben onu mu diyorum sana?... Öf! Daha ne kadar devam edeceksin ağlamaya? Seni evine götürmemi ister misin? Belki biraz da orada ağlarsın.”
Azra, bir yudum kahve aldıktan sonra gözlerini kısıp ona döndü. Kaşlarının arasında belirgin bir çizgi oluşmuştu.
“Yine Meryem mi?” diye sordu, sesi düşük ama temkinliydi. Başka bir ruh olma ihtimalini değerlendiriyordu.
Arda, yanındaki görünmez kişiden gözlerini ayırmadan başını çevirdi. “Evet, Meryem!” dedi, dişlerini sıkar gibi.
Azra derin bir nefes aldı. Arda’nın gücünü çekti çevresindeki gümüş aura, birden gece mavisi bir ışıkla karıştı. Aura, çevresinde kısa süreli bir hale oluşturdu. Ve sonra Meryem’in silüeti, yavaşça Azra’nın gözlerinin önünde belirdi.
Meryem’in yüzü kıpkırmızıydı, gözleri şişmiş, kirpiklerinin arasında hâlâ yaşlar birikmişti.
“Bütün gece yine Arda ile birlikte miydin?” diye sordu Azra, gözleri Meryem’in kızarmış yüzüne takılı kalmış halde. “Evine hiç gitmedin mi?”
Meryem burnunu çekti. Sesi neredeyse bir fısıltıydı. “Arda uyusun diye biraz gittim... Daha fazla başında ağlayıp onu rahatsız etmek istemedim.”
Azra, Meryem'in gözlerine dikti bakışlarını, sesi alçak ama meraklıydı. Topukları, taş zemine hafifçe dokunarak yankılandı.
"Peki oradaki komşularınla falan tanışmadın mı hiç?"
Meryem, avuçlarını dizlerine bastırarak omuz silkti. Yüzünde ilgisizliğin soğuk bir maskesi vardı.
"Hayır," dedi kısaca. "Bütün gece gelen hediyeleri kabul ettim. Annemden, babamdan, arkadaşlarımdan..."
Azra'nın kaşları hafifçe çatıldı. Beklemediği bir cevapla karşılaşmıştı ama bastırmadı. Hafifçe gülümsedi, sesine teselli eden bir sıcaklık yükledi.
"Ne güzel," dedi. "Ne çok sevenin varmış bak. Bir aydır her gün sana bir sürü hediye gönderiyorlar."
Meryem, dudaklarını bir çocuğun gizlice sır verdiği gibi bükerek fısıldadı:
"Evet... Yine annemi de ziyaret ettim dün. Bütün gün o bir köşede, babam bir köşede ağladı durdu. Onları teselli etmek istedim ama beni duymuyorlar, hissetmiyorlar ki... Onlar ağladı, ben ağladım."
Azra, gözlerini kısarak başını hafifçe eğdi. Sesi yumuşak, gözlerinde ise yorgun bir bilgelik vardı.
"Ah Meryem..." dedi şefkatle. "İnsanoğluna verilmiş hem en büyük ödül hem de en büyük cezadır alışmak ve unutmak. Zamanla daha iyi olacaklar, göreceksin."
Ama Meryem’in sesi aniden yükseldi. Gözleri karanlıkla dolmuş gibiydi.
"Ama ben unutulmak istemiyorum!" diye patladı. "Başıma gelen şeyi bilsinler! O ikisi cezalarını çeksinler istiyorum!"
Azra’nın gözlerinde, acıyı anlamış ama çaresizce bastıran bir ifade belirdi. Gözlerini kaçırmadan konuştu.
"Dünya’da nerede yaşıyordun sen?"
Meryem hırsını içine gömerek yanıtladı.
"Mardin’de."
Azra başını iki yana salladı, hayal kırıklığı taşıyan bir iç çekişle.
"Bana çok uzak orası," dedi üzülerek. "Hem gidip anlatsam, kimse bana inanmaz ki. Üzgünüm Meryem, bu konuda pek yardımcı olamam."
Arda, veranda sütununa yaslanmıştı. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, bakışlarını yere dikmişti. Hafifçe iç çekip başını kaldırdı.
"Ben Urfa’dayım gerçi ama benim de elimden bir şey gelmez," dedi sakince.
Aslı bir anda öne atıldı. Ellerini iki yana açmıştı, sesi sabırsız ve sitemkârdı.
"Bazı şeylerin öbür dünyaya kalması daha iyidir Meryem!" dedi. "O hesap elbet bir gün görülecek, üzülme artık. Yedin bitirdin kendini kaç zamandır!"
Azra, Arda’nın gücünü kısa bir odaklanmayla diğerlerine de yaymıştı. Bu anlık yoğunlaşmada gece mavisi bir parıltı, Azra'nın gümüş aurasına karışmış; ortaya parlak ama sakin bir titreşim yayılmıştı. Artık hepsi Meryem'i görebiliyordu.
Ece, Aslı’nın söylediklerini onaylarcasına başını salladı.
"Hem Dünya’da ne ceza alırlarsa alsınlar," dedi yavaşça, "sana yaptıklarının karşılığı olamaz bu."
Tam o sırada verandanın tahta basamaklarından gıcırtılar yükseldi. Can ve Ebru el ele, neşeyle yanlarına adım attılar. Ayaklarının altındaki değerli taş yolun üzerinden hafif bir çiy parıltısı yükselmişti.
"Günaydın!" dediler bir ağızdan. Sonra gözleri Meryem’e takıldı.
Can kaşlarını kaldırarak sordu:
"Meryem, merhaba. Yine mi buradasın? Hâlâ evine yerleşmedin mi?"
Meryem başını eğdi. Sesindeki burukluk, kendini açıklamaktan çok uzak bir kararsızlık gibiydi.
"Alışamadım oraya henüz."
Azra hemen konuyu değiştirdi. Omzunu dikleştirip net bir tavırla başını diğerlerine çevirdi.
"Bunları kahvaltıda konuşuruz," dedi. "Hadi bakalım, önce idmana!"
Aslı, yüzünü buruşturdu, ellerini iki yana salıverdi.
"Ne? Hemen mi?" diye mızmızlandı. "Önce yemek yeriz diye düşünmüştüm ben!"
Azra kahkaha attı, sesi verandada yankılandı.
"Herhalde idman yaparken kusmak istiyorsun! Önce iş, sonra aş, kıvırcık."
Aslı, Azra’ya bir çocuk gibi dil çıkardı.
"Çok sinir bozucusun Azra! Aç ayı oynamaz!"
Azra göz kırptı.
"Neyse ki sen ayı değilsin."
Aslı burnundan homurdanarak onları takip etti, arkalarında verandanın üzerinde kahkahalar kaldı.
Taş yolun her adımda yankılanan sesi, sabah sessizliğini ritmik bir şekilde bölüyordu. Topuk sesleri taş zeminde yankılandıkça, ön bahçedeki mor-pembe yaprakların arasından süzülen ışık, yürüyen grubun üzerine titrek desenler düşürüyordu. Hafif esen rüzgâr, çevredeki çimenleri ve sarkan fenerleri hafifçe sallarken, Azra'nın bakışları, henüz tam aydınlanmamış gökyüzünde bir an durakladı. Her biri ayrı bir hikâyeyle ilerliyordu ama ayakları aynı yere gidiyordu: idman sahasına.
Ebru, Meryem’in yanında adımlarını yavaşlatmıştı; sesi kısık ama yumuşaktı. Can da yandaki banklardan birinde kısa bir an başını çevirip, Meryem’e mahcup bir gülümsemeyle bakıyordu. Sessizce teselli etmeye çalışıyorlardı. Onlardan birkaç adım geride kalan Ece ve Aslı ise başlarını birbirine yaklaştırmış, fısıltılı şikâyetlerini Azra’ya yöneltiyorlardı; gözleri sürekli onun sırtında, dudaklarında belli belirsiz bir memnuniyetsizlik titriyordu.
Arda, diğerlerinden biraz ayrılarak Azra’nın yanına geldi. Omzunu hafifçe ona yaslarken sesi neredeyse rüzgârla karıştı.
“Ne yapacağım ben bu Meryem’le, Azra?” diye fısıldadı; yüzünde yorgun bir bıkkınlık, bakışlarında çaresizlik vardı. “Kovuyorum gitmiyor. Her akşam aynı şeyleri baştan dinliyorum.”
Azra hafifçe başını salladı, gözleri bir an Meryem’e kaydı. Derin bir nefes alırken sesi, onun içini anlayan bir tonla yumuşadı.
“Arda, içi soğusun diye beklemek lazım biraz,” dedi. “Kolay değil; onun bir buçuk yaş küçük kardeşi, nişanlısını baştan çıkarıyor ve onunla evlenmek için Meryem'i öldürüyor. Üstelik herkes de bu ölümü normal karşılıyor.”
Son cümleyi biraz daha alçak sesle, ama hafif bir tebessümle ekledi:
“Ayrıca sana biraz baş ağrısı yapsa da... derslerde arkanı kolluyor, değil mi?”
Arda'nın kaşları hafifçe kalktı, ardından yüzüne ince bir gülümseme yayıldı. Azra'nın ima ettiği şeyi anladığını belli eden o bakışıyla cevap verdi.
“Öf!” dedi, içini çekerek. “İyi… umarım daha fazla uzamaz bu durum.”
Bir anlık sessizlikten sonra sesi ciddileşti, kaşları düşünceli bir çizgiye büründü. Konuyu değiştirmişti ama içindeki tedirginlik, kelimelere yansımıştı.
“Sen... çocuklara ne zaman söyleyeceksin yaralandığını? Dünya’daki durumunun tam iyi olmadığını?”
Azra’nın adımları yavaşladı. Gözlerini yere çevirdi, çimenlerin üzerinde gezdirdi. Ardından başını Arda’ya çevirdi, gözleri kararlı bir sertlikle donmuştu.
“Neden söyleyeyim ki?” dedi. “Onları boşuna endişelendirmek istemiyorum.”
Zaten her birinin sırtında yeterince yük vardı. O, bir de kendi yarasını taşıtmaya niyetli değildi.
Arda durdu. Cevabın beklediği gibi olduğunu biliyordu ama yine de tekrar söylemek ihtiyacı duydu.
“Yine de bilmeyi hak ediyorlar, bence.”
Azra, dişlerini hafifçe sıktı. Sesi bu kez daha kesindi, tartışmaya kapalıydı:
“Arda, merak etme. İyiyim ben, tamam mı?”
Arda'nın bakışları yumuşadı. Biraz endişeli, biraz da kabullenmiş bir ifadeyle başını eğdi.
“Söylemeyeceksin yani,” dedi. Bu bir soru değildi. Bir tespitti.
Azra başını hafifçe salladı. “Evet, söylemeyeceğim.”
Rüzgâr hafifçe yön değiştirdi. Yakut çatının ışığında, üzerlerinden geçen bir bulutun gölgesi dans etti.
Arda, derin bir iç çekti. Konuşmadan önce dudaklarını ıslattı; kelimeleri dikkatlice seçmeye çalışıyordu.
“Kendini çok zorlama o zaman,” dedi. “Ruhun iyi olmazsa, bedenin de iyi olamaz. Bunu unutma.”
Azra, gülümsedi. Hafifçe yükselerek onun saçlarını dağıttı ve gözlerinin içine baktı. Arda'nın su yeşili bakışları bir an parladı.
“Tamam, bay filozof. Unutmam,” dedi, kahkahasını bastırarak.
İkili, taş yoldan ayrılıp okulun arkasındaki toprak zeminli idman sahasına vardıklarında, diğerleri çoktan yerlerini almıştı. Etraflarındaki zorlu parkurlar sessizdi ama her biri, yaklaşan mücadelenin sabırsız birer tanığı gibiydi.
Meryem, birkaç adım geride durmuş, gözlerini yere dikmişti. Ardından birden, sesi hüzünle titreşerek konuştu:
“Ben Dünya’ya gidiyorum,” dedi.
Sesiyle birlikte, silueti titrek bir duman gibi sarsıldı. Hayaleti, gittikçe soluklaşarak ortamdan çekildi.
Azra, bir an gözlerini onun dağılan izine çevirdi. Ardından bedeninde kalan enerjiyi yavaşça bıraktı. Arda’dan aldığı güç, ince bir tül gibi teninden çekilirken, Azra’nın yüzüne yorgun ama kararlı bir ifade yerleşti.
Azra idman alanının ortasına geçip sesini yükseltti.
"Evet millet, önce güzelce ısınalım. Sonra koşu, ardından dövüş!"
Pembe ve mor yapraklar üzerlerine usulca dökülürken hep birlikte geniş toprak alanda daire oldular. Bedenleri gevşetici hareketlere uyum sağlarken, renkli fenerlerin sabah güneşiyle silikleşen ışıltısı ağaçların dallarında sallanıyordu. Isınma tamamlandığında Azra kolunu kaldırıp işaret verdi.
"Koşu başlasın!"
Toprak alanın etrafına örülmüş taşlı yolda nefes nefese tempolu bir koşuya başladılar. Her adımda değerli taşlardan yapılmış yolun pırıltısı ayakkabılarının altından geçerken, çitlerin dışındaki çimenlerin üstünde rüzgârla yarışan bir enerji dalgası yayılıyordu.
Koşunun sonunda, daire biçiminde dizilip ikili eşleşmelerle dövüş çalışmalarına geçtiler. Bugün birebir teknik çalışacaklardı. Azra’nın karşısına bu kez Ebru geçmişti. Yumruklar, hamleler, savunmalar… Fakat Azra, fiziksel gücünün sınırlarına çarptığını hissediyordu.
Kol kasları olması gerekenden daha geç tepki veriyor, adımlarında küçük gecikmeler oluyordu. Hızlıca gelen Ebru’nun hamlesini savuşturdu ama dengeyi korumakta zorlandı. Alnında biriken ter damlaları gözlerine indi.
Daha iyi olmalıydım. Hâlâ tam gücümde değilim… diye geçirdi içinden, kaşları hafifçe çatıldı.
İdman bitiminde grup yorgun ama memnundu. Azra ön bahçeye doğru yürürken diğerleri de ardından geliyordu. Ağaçlardan sarkan fenerlerin altından geçip ön bahçedeki kulübelerin taşlı yoluna adım attılar.
Ebru, omzunu havluyla kurularken başını çevirip Azra’ya seslendi.
"Bir aydır her gün çalışıyoruz Azra… ama gerçekten kondisyonun hâlâ çok düşük."
Azra iç geçirdi, sesi biraz sertti.
"Farkındayım. O yüzden idman yapıyorum ya zaten."
Aslı, kolunu geriye doğru esnetirken suratını buruşturdu.
"Biz niye yapıyoruz peki? Gayet iyiyiz bence."
Sesi mızmız ve şımarıktı, turuncu gözleri hafifçe kısıktı.
Azra sabırla cevap verdi, sesi düz ve kararlıydı.
"Siz de daha iyi olun diye yapıyorsunuz."
"Ben daha iyi olmak istemiyorum," dedi Aslı homurdanarak. Kollarını göğsünde birleştirdi, dudaklarını sarkıttı.
Azra gözlerini devirdi, sesi hafif alaycıydı.
"Fikrini soran olmadı kıvırcık kafa."
Arda kahkahasını zor tuttu. Yanaşarak konuşmaya girdi.
"Ben daha iyi olmak istiyorum. O yüzden istemesem de seninle idman yapıyorum Azra."
Azra ona kısa bir bakış attı, hafifçe gülümsedi.
"İşte aradığım potansiyel bu."
Can da yanlarına geldi, elinde havlusunu sallayarak konuştu.
"Sabah sporu bana iyi geliyor. Kendimi daha enerjik hissediyorum."
Ebru başını salladı, gözleri hâlâ idmanın yorgunluğundaydı.
"Ben de öyle. Güzel geliyor sabah erken hareket etmek."
Aslı sızlandı, ellerini beline koyarak etrafına bakındı.
"Bunlar da psikopat ikili işte. Azra’nın sözünü yiyip beni nehre atmayacağını bilsem, sabah sabah hiçbir kuvvet beni buraya getiremezdi." Karnını tuttu. "Hem çok acıktım."
"Al benden de o kadar," dedi Ece, saçlarını at kuyruğundan çözüp havluyla kurulayarak. Yanakları hafif pembeleşmişti.
Azra grubun planını açıkladı, sesi toparlayıcıydı.
"O zaman şöyle yapalım: Çocuklar, siz eve. Duşunuzu alın, giyinin. Kızlar, siz bana geliyorsunuz. Hazırlanıp birlikte kahvaltı yapalım."
Ebru hemen itiraz etti, kaşlarını kaldırarak Can’a baktı.
"Aslında biz Can'la birlikte kahvaltı planlamıştık."
Aslı hemen lafa atladı, sesi neşeyle çınladı.
"O zaman biz size geliyoruz!" Ece’ye göz kırptı. Ece'nin yüzünde muzır bir gülüş belirdi.
Azra, konunun dallanıp budaklanacağını sezip hızla müdahale etti. Avuçlarını yukarı kaldırıp net bir sesle konuştu:
"Tamam, şöyle yapalım. Ebru ve Can baş başa kahvaltı yapacaklar. Kızlar," diye Aslı ve Ece’ye döndü, "siz bana geliyorsunuz." Sonra Arda’ya baktı. "Arda, sen de duşunu alıp hazırlan, sonra bana gel. Hep birlikte kahvaltı ederiz."
Grup hafif bir kahkahayla dağıldı. Ebru ve Can gülümseyerek vedalaşıp kulübelerine doğru yürürken, Arda da kulübesine yöneldi. Azra, Aslı ve Ece ise fenerlerin altından geçerek Azra'nın kulübesine doğru yola koyuldular.
Seperius’un sabah serinliği üzerlerine ince bir tül gibi düşmüş, pembe çiçekler toprağa dökülürken yeni bir gün sessizce şekillenmeye başlamıştı.
Yol boyunca Aslı’nın sesi bir türlü susmuyordu. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, Ebru ve Can'ın başbaşa kahvaltı etmesine takmış şekilde söylenip duruyordu. Tarçın rengi kıvırcık saçları her adımda sekiyor, topuklarının ritmi taş yola eşlik ediyordu.
Ece, hafifçe bir kaşını kaldırarak ona döndü. Gözlerinde alaycı bir parıltı, dudaklarında iğneleyici bir gülümseme vardı.
“Ben sana bir koca bulacağım. Belki romantizme kapılırsın da biraz kadın gibi davranırsın, ha?”
Aslı, olduğu yerde durup gözlerini devirdi. Güneş, turuncu gözlerinde pırıldarken dişlerini sıktı; dudak kenarı kıpırdadı.
“Aman, öyle bir yetin olsa sen önce kendine bulurdun koca. Şu aptal romantizm şeyleriniz de sizin olsun!”
İkisinin söz dalaşı arasında Azra, aralarına girerek yürüyüş temposunu hafifletti. Antrenmanın ince titreşimleri hâlâ teninde geziniyordu, kasları sızlıyordu.
Başını hafif yana eğdi, gözleri kıvırcık saçlara odaklandı.
“Söyle bakalım Kıvırcık Kafa,” dedi, sesi yumuşak ama alaycı bir kıvamdı. “Sen nasıl erkeklerden hoşlanıyorsun?”
Aslı, gözlerini kısıp şüpheyle Azra’ya baktı. Kaşlarının arasındaki çizgi belirginleşmişti.
“Ne o, ilan mı vereceksin her yere?”
Azra omuz silkti. Ciddiymiş gibi yaptı ama dudak kenarındaki oyunbaz kıvrım gözden kaçmadı.
“Vermeli miyim? Eğer acilse, senin için öyle bir fedakârlık yaparım elbette.”
Ece, kahkahasını tutamayarak bir elini ağzına kapadı. Gözleri parladı.
Aslı suratını buruşturdu, homurdanarak yürümeye devam etti.
“Hıh! Olmayan erkeklerden hoşlanıyorum ben. Mümkünse hiç olmasınlar.”
Ece dirseğiyle ona dürtüp göz kırptı.
“Aa, erkekler bizim için büyük nimet. Kabul olur falan, hemen geri al dileğini.”
Aslı iç geçirip başını hafifçe yana eğdi.
“Benim bir erkeğe ihtiyacım yok. Öküzler bile daha faydalı: çift sürer, kağnı çeker, acıkınca yersin, besler seni. Üstelik hadım oldukları için çocuk da yapmazlar. Bence birçok erkekten daha verimli.”
Azra, kısa bir kahkahayla onu dirseğiyle dürttü.
“Peki nasıl bir öküz tercih edersiniz Kıvırcık Hanım?”
Aslı’nın kaşları çatıldı ama dudak kenarındaki gülümseme saklanmıyordu.
“Mümkünse sarı ve parlak tüyleri olsun.”
Bu cevapla birlikte Azra ve Ece kahkahayı patlattılar. Gülüşleri bahçede şakıyan kuşların cıvıltılarına karıştı. Azra’nın topukları, evinin önündeki renkli taşlı patikada yavaşladı.
“Tamam tamam!” dedi, kahkahası arasında nefeslenerek. “Duşa girelim de Aslı’nın öfkesi dinsin. Biz de Ece’nin hoşlandığı tipi öğrenelim.”
Aslı, kulübeye girer girmez yönünü banyoya çevirdi. “Suyu hazırlayayım,”dedi. Parmaklarını ahşap kapının üzerine koyduğunda, sihrin ince titreşimi cildine yayıldı. Banyoyu, buğulu ve ılık bir gölete dönüştürdü. Duvarlardan akan şelaleler taş havuza dökülüyor, pembe-mor çiçek yaprakları su yüzeyinde süzülüyordu. Tam o sırada, Ece’nin kırmızı bikinisi bir anda üstünde belirdi. Mermer gibi pürüzsüz cildi buğulu ışıkta hafifçe parlıyordu. Saçlarını geriye attı, gözlerinde küçük bir meydan okuma vardı.
“Laf bana ne zaman geldi acaba?”
Aslı, kapı aralığından kıvırcık kafasını uzattı. Gözlerinden biri kısıktı.
“Ne o, sıra sana gelmeyecek mi sandın? Duş hazır. Yallah!”
Üçü birlikte suya girdiler. Havuzun kenarlarında suyun tok sesi yankılanıyor, kahkahaları bu seslere karışıyordu.
Ece, saçlarını suyun altında geriye tararken mırıldandı:
“Hmm... pek düşünmedim nasıl erkeklerden hoşlandığımı.”
Aslı, menekşe kokulu şampuanı avuçlarına dökerken gözlerini Ece’ye çevirdi.
“Aman düşünmemişmiş... Vıcık vıcık romantizm istersin sen.”
Ece omuz silkerek itiraf etti.
“Tabii ki vıcık vıcık romantik bir adam isterim. Yakışıklı olsun, beni her şeyden çok sevsin.”
Azra kaşlarını kaldırdı, elleriyle suyu yüzüne sıçrattı.
“Bu kadar mı?”
“Evet,” dedi Ece gözlerini kapatarak. Yüzünde huzurlu bir gülümseme belirmişti. “Benim için yeterli.”
Azra sesini biraz alçaltarak sordu:
“Kim gibi mesela? Hangi tipler yakışıklıdır?”
Ece, parmaklarını suya daldırıp dalga çizerken hafifçe gülümsedi.
“Efe gibi erkeklerden hoşlanıyorum. Sert görünsün ama bana yumuşak olsun.”
Azra başını eğerek kıkırdadı.
“Aslı da sarı öküzleri seviyor.”
Aslı hemen suyun kenarına yanaştı, bir dirseğini yaslayarak Azra’ya kaşlarını çattı.
“Lafı bana çevirme. Sen söyle. Sen nasıl adamları beğeniyorsun?”
Azra gözlerini göğe devirdi, dudaklarını büzerek düşündü.
“Gözüme, gönlüme, ruhuma ve aklıma hitap edecek erkekleri tercih ederim.”
Aslı kahkahayı patlattı, sesi mağrur bir meydan okuma gibiydi.
“Bulursan haber ver.”
Azra gülerek su sıçrattı.
“Öküzü var mı diye mi soracaksın?”
Aslı göz kırptı.
“He evet. Varsa babamdan kalan tarlayı sürdüreceğim.”
Ece hemen araya girdi, gözleri kurnazca parladı, sesindeki ima kusursuzdu.
“Ben sana çok ateşli bir öküz bulacağım. İstediğin yeri sürdür.”
Lafı bitmeden Ece, suyun içinden Aslı’ya atladı. Su şapırdadı. İkisi boğuşmaya başladılar. Aslı, çığlık atarak kahkahalarla gülüyor, Ece’nin başına bastırıyordu.
“Sen önce kendine bul romantik öküz asıl!”
Azra, ikisine yaklaşarak onları ayırmaya çalıştı. Gülüşü sesine yansımıştı.
“Tamam cadılar, sonra oynarsınız. Hadi çıkalım. Arda gelir şimdi.”
Tam o sırada dışarıdan verandaya yakın bir tıkırtı duyuldu. Sanki masa hafifçe çekilmişti.
Ardından tanıdık bir ses yükseldi:
“Ben geldim bile. Kahvaltıyı hazırlıyorum.”
Üçü birden şaşkınlıkla birbirine baktı. Göletten hızla çıkıp havlularına sarındılar. Giyinirken camdan içeri süzülen sabah güneşi, mavi L koltuğun üzerinde dans ediyor, sarı peluş halının kıvrımlarında yumuşak bir parıltı bırakıyordu. Verandadaki sarmaşık çiçekler gölgelerini salona düşürmüş, hava hâlâ göletin buğusunu taşıyordu.
Bar masasında Arda, hazırladığı mükellef kahvaltı sofrasına ince uzun parmaklarıyla son dokunuşlarını yapıyordu. Su yeşili gözleri, mutfakla salon arasındaki ışıkta hafifçe parlıyordu. Duruşunda huzurlu ama sabırsız bir enerji vardı.
Aslı, gözlerini kocaman açarak sevinçle bağırdı.
“İşte benim en sevdiğim öküz!”
Arda başını kaldırdı, kaşlarını hafifçe havaya kaldırdı.
“Öküz mü?”
Ece, kahkahasını zor tutarak açıkladı.
“İltifat etmeye çalışıyor.”
Arda hafifçe yüzünü buruşturdu omuz silkerek sandalyeye yaslandı.
“Gerçekten hoş bir iltifat oldu.”
Aslı, masaya otururken dudaklarını büzdü.
“Eşek hoşaftan ne anlar zaten.”
Arda, göz ucuyla ona bakıp gülümsedi.
“Önce öküz oldum, şimdi eşek. Ne hoş iltifatlar. O zaman sen de benim en sevdiğim inek ol.”
Azra ve Ece kahkahalarla masaya otururken, salonun içindeki neşe kulübenin duvarlarında yankılandı.
Masanın üzerinde, ince belli bardaklardan yükselen çay buharı havaya karışıyor; çatal bıçak sesleri arada bir konuşmalara karışıyordu. Azra, parmaklarının ucuyla simidinin kırıntılarını tabağında toplarken başını kaldırdı ve göz ucuyla Arda’ya baktı.
“Meryem gelmedi, değil mi?” diye sordu usulca, sesi çay kadar sıcak ama içinde tanıdık bir endişe gizliydi.
Arda, bıkkınlıkla sırtını sandalyeye yasladı. Burnundan kısa bir nefes verdi, kaşı havaya kalktı.
“Hayır, gelmedi henüz,” dedi, çatalını tabağına bırakarak. “Bırak biraz başka yerlerde dolaşsın. Bütün gece ağlayıp durdu başımda zaten.”
Azra gözlerini kısarak çayına baktı. Dudaklarında buruk bir tebessüm belirdi.
“Yazık kıza ama,” dedi iç çekerek. Parmakları bardak kenarındaki buharla ıslanan camda gezindi. “Ben üzülüyorum ona… Kıyamadığım için de kovamıyorum.”
Ece, simidinin ucunu bölerken dudaklarını büzdü. Gözlerinde farklı bir düşüncenin izleri vardı.
“Çok yazık tabii ama ben asıl kardeşine daha çok üzülüyorum,” dedi, ses tonunda hafif bir öfke titreşimiyle.
Aslı, başını çevirip ona baktı. Kaşı şaşkınlıkla kalkmıştı.
“Kardeşine mi?”
“Elbette,” dedi Ece, göz temasını kaçırmadan. “Düşünsene… Bir erkek için öz ablasını öldürmüş.”
Arda, sandalyesinde hafifçe öne eğildi, eliyle saçlarını geriye attı. Konu yeniden kendisine dokununca gözleri yorgunlukla kısıldı.
“Sorun da orada zaten,” dedi, sesi bir gölge gibi alçaldı. “Meryem ailesinin öğrenmesini istiyor. Ona en yakın ben oturduğum için de beni asla rahat bırakmıyor… Git onlara söyle diye tutturdu.”
Ece, kaşıkla çayını karıştırırken yüzünde pratik bir çözüm arayanların ifadesi vardı.
“E git söyle o zaman,” dedi sakince. “Madem rahat bıraksın istiyorsun.”
“Gidemem!” diye atıldı Arda, sesi çabucak yükseldi. Sandalyenin arkasına yaslanırken dizine sinirle vurdu.
Azra hemen lafa girdi. Sesi bu kez daha netti, ama yumuşaklığını koruyordu.
“Bence de gitme zaten.” Gözleri düşünceliydi, dudağının kenarı hafifçe kasıldı. “O aile için çifte acı olur bu. Bir kızlarını kaybettiler, diğeri hapse girer… Bırakalım ilahi adalet işlesin.”
Bir an durdu, sonra çatalını tabağa bıraktı ve devam etti, bakışları boşluğa dalmıştı:
“Meryem şu anda çok üzgün ve sinirli. Kardeşiyle nişanlısını mutlu gördükçe mantıklı düşünemiyor.”
Aslı, omuzlarını hafifçe kaldırarak ekmeğine tereyağı sürmeye devam etti.
“Yine de bilsinler isterdim ben,” dedi, sesinde kararsız bir hüzün vardı. Gözleri masanın ortasında gezindi, sanki bir cevap arıyordu.
Ece ise başını sağa sola salladı, gözleri düşünceliydi.
“Bilmiyorum, ben kendi ailemi daha fazla üzmek istemezdim sanırım,” dedi alçak sesle. Kırıntıları bir araya toplarken duraksadı, sonra mırıldandı: “Zaten yeterince yara aldılar.”
Azra, herkesin gözlerini üzerine toplayarak son noktayı koymak ister gibiydi.
“Biraz zamana bırakalım. Meryem… yerine bir alışsın hele.”
Arda, çayını tek yudumda içti. Göz kapakları ağırlaştı, dudakları yorgunca aralandı.
“Çabuk alışır umarım,” dedi umutsuz bir tonda. “Yoksa ben gece gündüz onun ağlamasına daha ne kadar katlanırım, bilmiyorum.”
Azra, göz ucuyla ona baktı. Kaşlarının arasındaki çizgiyi fark edince elini uzatıp Arda’nın kolunu hafifçe sıktı.
“Biraz anlayışlı olsana,” dedi tatlı bir sertlikle. “Kız çok üzgün.”
“Benimki de kafa ama yani!” diye isyan etti Arda, ellerini başına götürüp parmaklarını saçlarının arasından geçirdi.
Azra bu kez içtenlikle bakışlarıyla onu yumuşatmaya çalışarak gülümsedi.
“Kafanı sevsinler senin. Biraz zaman ver ona.”
Arda çatalını tabağa bıraktı ve sandalyeden doğrulurken masadan uzaklaşmaya niyetlendi.
“Neyse hadi, derse gidelim artık. Geç kalmayalım… Sare’yi hiç çekemem.”
Sandalye ayakları taş zeminde gıcırdayarak geri çekilirken, grup yavaşça ayağa kalktı. Bahçeden esen sabah serinliği, üzerlerinde kalan kahvaltı sıcaklığıyla hafifçe çarpıştı. Taş zemine basan ayaklarının yankısı, dalga dalga kuş cıvıltılarına karışıyordu. Rüzgâr, sararmaya başlayan çiçekleri okşayarak geçiyor, dallardaki renkli fenerler, ağaçların yaprakları arasında titreyen ışık lekeleri bırakıyordu. Öğrenciler gruplar halinde geçiyor, fısıldaşmalar havada uçuşuyordu.
Azra, yürürken topuklarının sesiyle ritim tutar gibi başını Ece ve Aslı’ya çevirdi. Gözleri uykusuz ama dikkatliydi.
“Ee, ne yaptınız akşam?” diye sordu, bir kaşını kaldırarak. “Kâhinleri tekrar yokladınız mı?”
Aslı omuzlarını hafifçe silkerek çantasını düzeltti. “Bende bir şey yok,” dedi, gözlerini kaçırarak. “Henüz bir şey gören duyan olmamış.”
Ece, başını usulca salladı, sesi sakin ama dikkatliydi, “Bende de durum aynı.”
Azra’nın kaşları çatıldı. Çevrelerinde akan sabah telaşına rağmen sesi bir boşluğa konuşur gibiydi.
“Çok garip…” dedi düşünceli bir tonda. “Kimseden ses seda yok... Acaba kötü bir rüya sayıklaması mıydı sadece?”
Ece bir an durdu, duraksamasız ve net konuştu. “Değildi.”
Azra göz ucuyla ona baktı, ardından tekrar yürümeye başladı. “Bir şey olursa haber vermelerini tekrar söylediniz ama değil mi?”
“Aslı ve Ece aynı anda başlarını salladı. “Evet, söyledik.”
Tam o sırada, Can’ın evinin önünden geçerlerken Aslı birden seğirtti. Bahçedeki çiçeklerin üstünden geçen rüzgâr eteğini savururken, zıplayarak gidip kapıyı çaldı. Gözlerinde yine o tanıdık muzırlık vardı.
Kapı aralandı, Can şaşkın bakışlarla belirince Aslı, vaktin kısıtlılığına rağmen arsız bir gülümsemeyle seslendi:
“Romantizminizi böldüm, kusura bakmayın! Ayıplı şeyler yapmıyordunuz, değil mi?”
Can’ın yüzü anında kızardı, kulaklarına kadar utançla doldu. Kapının eşiğinde bozulmuş bir sabırla dikildi.
“Ne yaptığımızı bu kadar merak ediyorsan, bir gün seni seyirci olarak alırız, Aslı!”
Arkasından Ebru belirdi. Onun da yanakları al al olmuştu. “Aslı, çok ayıp ama!”
Aslı gözlerini devirdi, bir elini beline koydu. “Ayıp şeyleri siz yapıyorsunuz, azarı ben yiyorum! Hadi okula, derse geç kalacağız!”
Ebru gözlerini kaçırarak iç çekti. “Bir şey yapmıyorduk, kahvaltı ettik sadece.”
Aslı kurnazca gülümsedi, gözlerinde yaramaz bir kıvılcım çaktı. “Bir kontrol edeyim bakayım, nasıl bir kahvaltıymış o?”
Sözlerinin ardından vücudu çevresinde turuncu bir hale titreşti.
Ebru refleksle geri çekildi, etrafını saran yeşil aura neredeyse ışıldıyordu. “Aklından bile geçirme, Aslı!”
Azra, buharlaşan sabrı yüzüne vurmuş bir ifadeyle araya girdi. “Kızlar, bırakın didişmeyi, hadi! Geç kalıyoruz!”
Aslı hâlâ söyleniyordu, yürürken başını arkaya çevirdi. “Kesin ayıplı şeyler yaptılar, bak… Göstermiyorlar!”
“Azra keskin bir bakış fırlattı. “Aslı, o minik burnunu insanların özel hayatına sokma!”
Ece kahkahasını zor tuttu, gözlerini Ebru ve Can’a dikti. “En fazla öpüşmüşlerdir canım!”
Arda kaşlarını kaldırdı, dudaklarında belli belirsiz bir sırıtış vardı.
Kaşlarını kaldırıp kocaman açtığı gözleriyle Can'a döndü. “Öpüştünüz mü?”
“Aa, yeter ama!” diye patladı Azra. Sesi etraftaki öğrencilerin ona bakmasına sebep olmuştu. “Rahat bırakın insanları!”
Ece, sanki Azra’nın sözünü duymamış gibi yüzünü Ebru’ya döndü. “Belki anlatmak ister, Ebru?” Ebru gözlerini devirip ayaklarının ritmini Can'a uydurdu.
Can’ın rengi yeniden değişti, ses tonu keskinleşti. “Ben buradayım, Ece. Farkında mısın?”
Ece, omuz silkerek rahatça cevapladı. “Farkındayım ama sana sormak istemedim. Sonuçta öptüğüne sormak lazım!”
Can’ın gözleri kısıldı. Elini havaya kaldırırken etrafını saran mor bir ışık titreşti. Bir an sonra Ece, göz açıp kapayıncaya kadar okulun ana girişinde beliriverdi.
“Can!” diye bağırdı Ece, sesi öğrenci kalabalığını yararak uzandı. “Bunu bir daha yaparsan sana en kötü kâbusları gösteririm!”
Can hemen karşılık verdi, sesi soğuktu. “Eğer bir daha özel hayatımıza burunlarınızı sokarsanız, hepinizi ayrı bir zaman dilimine bırakırım!”
“Keser misiniz şunu!”
Azra’nın sesi, bahçedeki öğrencilerin konuşmalarını bile susturdu. Gözleri birer kıvılcım gibi parlıyordu. “Siz de bir daha böyle özel sorular sormayın!”
Ebru ona minnetle bakarken Aslı hâlâ kıkırdıyordu. Sinsice yaklaşıp yine sordu:
“Ee, güzel miydi peki?”
“ASLI!” Azra'nın sabrı cam gibi çatlamıştı artık.
Aslı, ellerini kaldırıp masum masum baktı. “Ne var canım? Kahvaltıyı soruyorum, ne yediniz, güzel miydi?”
Ebru derin bir nefes aldı, sesi burun direğini sızlatacak kadar keskindi. “Zıkkımın kökünü yedik, Aslı!”
Aslı güldü, hatta biraz fazla güldü. “Afiyet olsun! Arda bize nefis şeyler hazırlamıştı, kaçırdınız valla!”
Arda burnundan soluyarak mırıldandı. “Heh, bir sen eksiktin…”
Azra hemen ona döndü, çatışmayı dağıtacak fırsatı kaçırmadı. “Meryem mi döndü?”
Arda kaşlarını çatıp başını salladı, yüzünden bıkkınlık akıyordu. “Evet.”
O sırada zümrütten oyulmuş büyük kapıdan içeri girdiler. Kalabalığın uğultusu yüksek tavanlarda yankılanıyordu. Giriş salonunun ortasında ağzından su fışkıran zümrütten oyma bebekli süs havuzunun çevresinde öğrenciler toplanmıştı. Havuzun serinliği havada hissediliyordu. Soluk mozaikler üstünde yankılanan ayak sesleri eşliğinde yürüyüp ağaçlı koridora geçtiler. Toprak duvarların arasında yer yer ışık saçan gaz lambaları titreşiyor, her iki yandaki mozaik kemerlerin altından geçerken renkli fenerli yapraksız ağaçlar gölgelerini yüzlerine vuruyordu. Ece ile Aslı sessiz kıkırtılarla yürümeye devam ettiler. Azra ise gözlerini Ali'nin odasının kapısına bir an çevirmiş sonra arkasından gelen kalabalığı görünce yeniden adımlarını hızlandırmıştı. Öğrencilerin fısıltıları koridorda boğuluyor öğretmenlerin odalarından ise çıt çıkmıyordu.
İnci salona çıktıklarında ortamın sessizliği ve inciden oyulmuş duvarların yansıttığı yumuşak ışık, birden hepsinin yüzündeki gerginliği eritti. Bebek pudrası kokusu havaya karışıyor, tavandan sarkan inci avizeler ışıltıyla titreşiyordu. Öğrenciler burada banklara oturmuş fısıldaşıyor, ilan panosunda duyurular parlıyordu.
Azra iç çekti. Sonunda biraz nefes alabileceklerdi. Sola döndüklerinde, upuzun koridorda dizilmiş sesli komutla çalışan asansörler belirdi.
Asansörün içi öğrenci sesleriyle uğulduyordu. Kimi sessizce derse geç kalmamayı umuyor, kimi heyecanla sabah olanları tartışıyordu. Taş duvarlara çarpan ayak sesleri, metal aksanların arasında yankılandı. Azra'nın topukları yere değdiğinde çıkan tok ses, Arda’nın yanındaki gerginliğini daha da artırdı. O, Azra’ya yan gözle bakarken, Azra sessizce ona odaklandı gözle görülmeyen bir bağ, Arda’nın aurasına dokundu. Gümüşi halesi hafifçe titreşti ve Arda'nın gece mavisine bulandı. Azra usulca döndü, yüzüne hafif bir tebessüm yerleşti. “Meryem, hoş geldin,” dedi; sesi yumuşaktı ama gözleri Arda’ya odaklanmıştı. “Senden önümüzdeki ders boyunca Arda’ya göz kulak olmanı istiyorum.”
Meryem belki onun gelişmiş gibi görünmesine yardım edebilir, diye düşündü içinden, gücün etkisiyle kendi iç dengesi bir anlık dalgalanırken.
Meryem komutu almıştı başını hafifçe eğdi, yüzündeki sakin ifade değişmeden. “Peki,” dedi tek kelimeyle.
Arda hemen öne atıldı, kaşları çatılmış, dudakları hüsranla bükülmüştü. “Hayır ama ya!”
Azra hiçbir şey duymamış gibi döndü. Asansör yavaşça durup açıldığında, içeriye yayılan loş ışık ve mermer zeminle birlikte, sınıfa çıkan koridora adım attılar. Azra, koridordaki taş zemine bastıkça ayakkabılarının tıkırtısı duvarlara yansıdı.
Arka sıralara doğru ilerlerken, Arda onun yanına neredeyse gölge gibi yapıştı. Kalabalığın arasında Azra'nın omzuna kolunu attı, onu kendine doğru hafifçe çekip kulağına doğru eğildi. “Gözüm üzerinde, kendini çok yorma,” diye fısıldadı; sesinde oyunbaz ama içten bir ton vardı.
Azra'nın dudakları belli belirsiz kıvrıldı. Gözleri önüne dönük, sesi neredeyse nefes kadar hafifti. “Bakarız.”
Ön sıradan Ece başını çevirdi, kaşları kalkmıştı. “Siz ikiniz ne fısıldaşıyorsunuz orada?”
Aslı hemen lafa girdi; sesi yüksek ama alaycıydı, kaşları teatral bir şekilde çatılmıştı. “Ayıp ama! Toplum içinde öyle kulaktan kulağa konuşulmaz!”
Azra gözlerini devirdi, başını Ece’ye çevirip kısa bir bakışla geçiştirdi. “Arda bir şey sordu da ona cevap verdim,” dedi, sesi sıradan bir sohbet tonu taşıyordu. “Dersten sonra botanik dersi olduğunu ve ilk aranın saat üçte olduğunu, bir de iyi yiyip yemediğimi konuştuk işte.”
Aslı gözlerini kısmıştı ama yüzünde hâlâ şüphe vardı. Yine de konuyu uzatmadı. “Ben gayet güzel yedim kahvaltımı,” dedi, sesi gururluydu.
Ece, Azra’ya değil de Arda'nın hazırladığı kahvaltıya içten içe onay verircesine başını salladı. “Evet, kahvaltı harikaydı,” diye ekledi. Arda ise Azra'nın söylediği bahaneye ters bir bakış fırlattı. Dudak kenarı oynadı, ama bir şey söylemedi. Yine uydurdu, ama bu seferki biraz komikti, der gibi bir ifade belirmişti yüzünde.
O sırada Sare sınıfa adım attı. Arkasında uzanan koridordan gelen sesleri sustururcasına bir kararlılıkla, “Günaydın arkadaşlar,” dedi. Amfideki uğultu bir anda kesildi. “Bugün karşılıklı denemeler yapacağız,” diye devam etti Sare. Gözleri sınıfı taradı, beden dili tamamen kontrol altındaydı. “Herkes birbiri üzerinde güçlerini deneyecek. Ama bu bir düello olmayacak. Karşılık vermek yok. Sadece savunma yapacaksınız. Savunmayı ve saldırıyı başarıyla yapanlar tam not alacak. Eşleri ben seçeceğim.”
Arda dişlerini sıktı, gözlerini yere indirdi. Dudakları arasından bir homurtu sızdı. “Hay lanet...”
Sare’nin keskin işitisi onu yarı yoldan yakaladı. “Bir şey mi dedin, Arda?” dedi, başını ona doğru çevirerek.
Arda irkildi, hızla toparlandı. “Hayır Müdüre Hanım.”
Sare başını dik tutarak hafifçe başını salladı. “Güzel. O zaman seninle başlayalım.”
Arda’nın iç geçirişi amfinin duvarlarına kadar ulaştı. “Heh…” Sesinde bıkkınlık ve korkunun karışımı bir ton vardı.
Sare eşini belirlediğinde sesi netti. “Evet, karşısına da… Tuğçe, gel bakalım.”
Sınıf sessizdi. Kalabalığın içinde yüzlerce nefes aynı anda tutulmuş gibiydi. Arda, gözlerini kısarak sırasından çıktı, ağır adımlarla sınıfın ortasına ilerledi. Topuklarının taş zeminde çıkardığı her ses, geniş amfinin duvarlarında yankılandı. Bu yankılar, sessizliğin içindeki tek kıpırtıydı.
Azra, gözlerini Arda’ya kilitlemişti. Soluk alışı bile ağırlaştı. Azra gece mavisi bir hale ile çevrilirken yanında görünmez duran Meryem’e belli belirsiz bir baş işareti yaptı; onun yanına geç, hazır ol, der gibi. Tam o anda Sare’nin bakışları Azra’yı delip geçti. Bir refleksle dikleşti, gözlerini kaçırmadı ama içinde tanıdık bir cümle yankılandı: Yine yakalandık…
Tuğçe, bir panter gibi ilerledi Arda'nın karşısına. Omuzları kendinden emin, gözlerinde meydan okuma vardı. Topuklarının çıkardığı ritmik sesler, sessiz sınıfın zemininde yankılanmaya devam ediyordu.
Sare gözlerini onlara dikti, sesi kısa ve netti.
“Evet, kendinizi tanıtın.”
Arda hafifçe boğazını temizledi. Gülümsemesi biraz savunma, biraz da içten gelmeyen bir özgüvendi.
“Ben Arda… Ruhlara hükmediyorum... Umarım yani!”
Cümlesinin sonundaki belirsizlik sınıfta küçük, bastırılmış kıkırtılara yol açtı. Arda’nın arkadaşları, ona göz ucuyla destek veren bakışlar atarken, Azra’nın dudak kenarı kıvrıldı.
Tuğçe bir adım öne çıktı, sesi net ve cüretkârdı.
“Ben Tuğçe! Toprağa hükmediyorum!”
Sare başını ona çevirdi.
“Peki, önce sen başla Tuğçe.”
Tuğçe yere sertçe bastı. Bir anda zeminden bir sarsıntı yükseldi. Derin bir çatlak, Arda’ya doğru hızla ilerlemeye başladı. Öğrencilerden birkaçının nefesi tutuldu.
Arda’nın yüzü bir an gerildi ama hemen gözlerini kapattı.
Meryem… şimdi!
Sesi, içinden değil, sınıfı dolduran otoriter bir tonda yükseldi:
“Durdur!”
Çatlak, Arda’ya ulaşmasına santimler kala durdu. Ama aynı anda görünmez bir kucaklayışla havaya fırladı. Meryem’in aşırı korumacı refleksi, Arda’yı bir bebek gibi havaya kaldırmıştı.
“Bıraksana beni kızım, manyak mısın?!” diye bağırdı Arda, havada çırpınarak. “Sadece yarığı durdur dedim, beni kucakla demedim!”
Meryem sinirle onun altından kollarını hızla çekti. Arda, sertçe poposunun üstüne düştü. Kahkahalar sınıfın her köşesine yayıldı. Sessizlik artık bozulmuştu öğrenciler gülüyor, bazıları dizlerini yumrukluyordu.
Arda, yerden kalkarken oflayıp pufladı.
“Hasta ya! Doğru düzgün bırakacaksın, atmayacaksın!”
Sare öksürdü, kısa ve keskin. Kahkahalar hemen kısıldı.
“Arda, sohbetin bittiyse… aferin! Savunman başarılıydı, tam puan. Şimdi sıra sende.”
Arda, kalçasındaki sızıyı unutmuştu. Gururla sırıttı, göz ucuyla Azra’ya ve Meryem’e baktı. Bu iş tamam, dedi içinden. Elini uzatıp sertçe emretti:
“Yakala! Getir!”
Tuğçe, ne olduğunu anlayamadan görünmez bir güç tarafından yerden havalandı. Tek ayağından yakalanmıştı, çaresizce havada savrulurken, bir an için yere çakılacağından korktu. Ama Meryem onu tam da Arda’nın ayaklarının dibine bıraktı.
Sare, başını iki yana sallayarak notunu verdi:
“Evet Tuğçe! Sıfır.”
Gözlerini Arda’ya çevirdi, sesi netti.
“Aferin Arda, gelişme var. Oturun!”
Arda, alkışlarla yerine döndü. Azra, Can, Ebru ve Ece göz göze geldiler. Hepsi, bir aydır süren gizli antrenmanların işe yaradığını biliyordu. Meryem’in yardımları, artık göz ardı edilemeyecek kadar etkiliydi.
Sare, gözlerini tekrar tüm sınıfa çevirdi. Bakışları, kızıl bir tül gibi üstlerinden geçerken, sesi sınıfın üstüne serildi:
“Kesin şamata yapmayı! Gücünü kullanması gayet doğal!”
Ders, birkaç çiftin daha denemesiyle sürerken sınıfta gerginliğe rağmen mırıltılı bir coşku dolaşıyordu. Taş zemin üzerine oturtulmuş sıralarda, Aslı ile Azra, aralarında oturan Arda’nın kulağına doğru hafifçe eğilerek fısıltıyla ona övgüler yağdırıyorlardı. Azra Meryem'e teşekkür etmek için tam Arda'nın gücünü yeniden çekmişti ki gözleri, istemsizce Sare’ye kaydı. Kadının bakışları doğrudan onun üzerindeydi; bu defa donuk değil, diken gibi sivriydi.
Sınıfta yankılanan ses, buz gibi bir keskinlikle havayı yardı:
“Evet, aramızda gücünü kullanmaya pek meraklı bir arkadaşımız var anlaşılan. Gel bakalım Azra, burada görelim senin yeteneğini!”
Azra'nın kalbi göğsünde bir ritim atladı. Taş zemine basan topuklarının yankısı eşliğinde yerinden kalktı. Üzerindeki bakışlar omuzlarına görünmez bir ağırlık gibi çökerken, başını dik tuttu.
Arkasından Aslı’nın sesi duyuldu, dişlerinin arasından hınzırca sızan bir mırıltıyla:
“Gıcık kadın, ne olacak…”
Sare, gözlerini sınıftaki herhangi bir noktaya sabitlerken alaycı bir incelikle sordu:
“Duyamadım Aslı, bana bir şey mi dedin?”
Aslı, çekinmeden sesini yükseltti, dudakları hafifçe yukarı kıvrıldı.
“Kesin duymuşsunuzdur, Müdüre Hanım.”
“Yok, duyamadım. Gel, burada söyle!”
Sare’nin sesi adeta davet değil, meydan okumaydı.
Aslı, istemsizce omzunu silkti. “Tamam,” der gibi iç geçirip sandalyesinden kalktı. Azra’nın yanına yürürken adımlarına belli belirsiz bir öfke ve kararlılık eşlik etti.
Sare, bir öğretmenden çok bir hakem gibi duruyordu şimdi:
“Evet Aslı. Önce sen başla!”
Aslı gözlerini devirmedi ama dudaklarının kenarında belirip kaybolan gerginlik her şeyi ele verdi. Bir anda çevresinde parlak turuncu bir ışık yükseldi.
Azra, savunma için Can’a odaklanmayı düşündü; fakat düşüncesi daha zihnine yerleşemeden… Aslı’nın gücü zihnine sızdı.
O an, Azra’nın göz bebekleri hafifçe büyüdü. Görüntü, zihninde bir hayalet gibi belirdi.
Arda’yla bir ay önce yaptığı o konuşma...
O bıçaklanma...
Arda’nın yüzündeki panik, gözlerinde büyüyen korku...
Aslı’nın sesi, sanki Azra’nın içinden yankılandı.
“Ne?! Yaralandın ve bize söylemedin, öyle mi?!”
Telepatik baskı gittikçe artıyordu. Azra, zihnini savunmak için tüm dikkatini toparlamaya çalıştı ama Aslı’nın gücü fırtına gibi esiyordu.
“Kes şunu Aslı!” diye bağırdı, sesi boğuk ve öfkeliydi.
Ama Aslı pes etmedi. Kaşları çatılmış, gözleri keskinleşmişti.
“Hayır! Bakalım başka ne saklıyorsun sen bizden?”
Azra’nın zihni, bir film şeridi gibi hızla başka bir ana kaydı:
Arda’nın dedesine ulaşmaya çalıştığı o an...
İletkeni çağırmasını söylemesi...
Denemeler çalışmalar...
Sonra birden...
Mert.
O isimle birlikte, Azra’nın içini saran duygu, korku değil; savunmasızlıktı.
“Dur!” diye bağırdı bir kez daha. Ama çok geçti.
Aslı’nın yüzü dondu. Kaşları çatık, sesi keskin ve ürkekti.
“Mert kim?!”
Ve o an, bir kırılma yaşandı.
Sare’nin sesi, sınıfın sessizliğine balyoz gibi indi:
“Tamam, bu kadar yeter! Tartışmanızı sonra yaparsınız!”
Azra’nın başı dönüyordu. Yalnızca öfke değil, boğazına kadar yükselen bir ihanet hissi sarıyordu her yanını. Aslı’ya bakmak istemedi. Can’a ya da Arda’ya da...
O an tek gördüğü şey, Aslı’nın bedeninden taşan turuncu ışıktı. O enerjinin içindeki ihlal duygusu, Azra’nın içindeki sınırları ateşe veriyordu.
Onun gümüş ışığı, bir kıvılcım gibi titreyerek etrafında belirdi. Havada ağırlaşan metalik bir ışıltıyla Aslı’nın ışığına karıştı. Gümüş ve turuncu bir girdap gibi dönmeye başladı.
“Azra, başla!” dedi Sare.
Azra, gözlerini kısmıştı. Yumruk yaptığı elleri titriyordu. O gücü içinde toplamaya çalışırken kalbinin bir kısmı hâlâ sızlıyordu.
Yavaşça başını kaldırdı. Gözlerinde yanan şey yalnızca güç değildi öfke, kırgınlık ve savunma iç içe geçmişti.
Aslı'nın içini bir ürperti kapladı. Kendi gücünün Azra tarafından geri çekildiğini fark ettiğinde gözleri büyüdü.
“Ne yapıyorsun sen…” demeye fırsat kalmadan, Azra konuştu.
“Görelim bakalım…”
Sesi buzdaki bir çatlağı andırıyordu.
“Sen neler anlatmamışsın bize, kıvırcık kafa.”
Azra'nın gücü saldırgan bir enerjiyle Aslı’ya yöneldiği anda, Azra’nın gözlerinin önünde net görüntüler belirlemeye başladı. Amfideki uğultular silinmişti. Sessizlik, taş duvarlara çarpıp yankılanan nabız atışları gibiydi.
Birdenbire önünde, yabancı bir kapının önünde duran genç bir kadın belirdi. Kucağında kızıl saçlı, minik bir bebek taşıyordu. Kadının elleri titriyordu, ama gözleri kararlıydı. Kapıyı açan adamn yakışıklı, sarışın ve yüzü donuk bir maske gibi, bebeğin kendi kızı olduğunu öğrendiğinde gözlerini kaçırdı. Kısa, gerilim yüklü bir tartışmanın ardından adam içeri yöneldi. Kadın hiç tereddüt etmeden bebeği soğuk deri bir koltuğun üzerine bıraktı. Gözleri ıslak, ama yürüyüşü kararlıydı. Kapıyı kapatıp arkasına bile bakmadan uzaklaştı.
Azra’nın boğazı düğümlendi. Yüreğine bir taş oturdu.
Görüntü bir çırpıda değişti.
Şimdi mutfağın soluk ışığında, dört yaşlarında bir kız çocuğu vardı. Kızıl kıvırcık saçları darmadağındı. Çilli yüzü gözyaşlarıyla sırılsıklamdı. Dizlerini kendine çekmiş halde tezgâhın önünde oturuyor, titreyen elleriyle bir sirke şişesini ağzına götürüyordu. Şişenin ekşiliğiyle yüzünü buruşturdu, bir yudum tükürdü. Sonra yine ağlamaya başladı.
Kapı gıcırdayarak açıldı. İçeri giren esmer kadın, kaşlarını çatmış, keskin adımlarla yaklaştı.
“Ver şunu bana! Ne yapıyorsun sen bakayım?” diye bağırdı, sesi keskin bir bıçak gibi havayı yardı.
Minik Aslı hıçkırıklara boğularak, “Açım!” dedi, sesi neredeyse duyulmayacak kadar cılızdı.
“Yok sana yemek falan! Hemen odana çık!”
“Ama çok acıktım…”
“Kes sesini diyorum sana! Ağlama karşımda!”
Kadının eli yıldırım gibi kalktı. Küçük kızın yanağında tokat şakladı. Ses, taş zeminde yankılanan bir kelepçe gibiydi. Azra yerinde irkildi. Sanki o tokat kendisine inmişti. Çocuğun korkusu, utancı, acısı hepsi kendi içine çökmüş gibi oldu.
Minik Aslı gözyaşlarını silmeden, sendeleyerek mutfaktan koşarak çıktı.
Tam o sırada, gerçeklikten yankılanan Aslı’nın sesi duyuldu, çaresiz ve endişeliydi.
“Azra, dur!” Ne kadar denerse denesin Azra'nın gücüne karşı koyamıyordu. Azra duramadı. İçinde taşıdığı güç onu çoktan başka bir anının içine çekmişti.
Yeni görüntüde, sekiz yaşlarında bir Aslı pencerenin önündeydi. Gözleri, bahçeye giren yer yer gri tellerin olduğu sarı saçlı bir adamı gördüğünde parladı. Heyecanla kapıya koştu.
“Baba! Geldin! Seni çok özledim!”
Kapı açıldı. Adam, ilk anıdaki sarışın adamın biraz yaşlanmış hali göz teması bile kurmadan içeri girdi.
“Çekil ayağımın altından. Bakıcın nerede?” dedi, sesi içi boş bir teneke gibi soğuktu.
Aslı'nın gülümsemesi dondu. Gözlerindeki ışık sönüp gitti. Başını öne eğdi, adım adım geri çekildi.
“Özür dilerim babacığım,” diye fısıldadı, kelimeleri boğazında düğümleniyordu. “Yorgunsun tabii… Bakıcı içeride.”
“İyi. Odana çık sen, bizim konuşacaklarımız var.”
“Ama seni çok özledim…”
“Odana dedim sana!” Adamın sesi birden yükseldi. Azra gözlerini irice açtı kalbine birşey saplanmışçasına olduğu yerden fark etmeden bir adım geri attı. Görü devam ediyordu; Aslı’nın minik omuzları irkildi. Dudakları titredi. Gözlerinden süzülen yaşları silmeden arkasını dönüp odasına yöneldi.
Azra’nın nefesi daraldı. Aslı'nın çocukluk boyunca maruz kaldığı sevgisizlik, ilgisizlik, terk edilmişlik... hepsi bir yumruk gibi oturdu göğsüne. Öfkesi, çoktan tükenmişti. Yerini derin bir acı ve tarifsiz bir pişmanlık almıştı.
Tam o anda Aslı’nın sesi bir kez daha duyuldu. Bu sefer çok daha güçlüydü, içten gelen bir yankıyla:
“AZRA YETER! DUR!”
Azra’nın gözleri son görüntüye kilitlenmişken, bir anda Aslı’nın bedeninden yayılan turuncu bir enerji dalgası savruldu. Görünmez bir duvar gibi çarpıp Azra’yı geriye fırlattı. Azra, taş zemine sırt üstü düşerken birkaç metre kaydı. Nefesi kesilmişti.
Aslı, gözleri kocaman açılmış halde koşarak yanına geldi. Ellerini Azra’nın omzuna koydu, sesi titrek ve suç doluydu:
“Özür dilerim! Özür dilerim Azra, iyi misin?”
Azra, gözlerini kısarak doğrulmaya çalıştı. Ellerini yere koyup kendini kaldırdı. Yüzü hâlâ şokun ve gördüğü anıların izini taşıyordu. Aslı’ya baktı. Gözleri nemliydi. Dudakları titreyerek, boğuk bir sesle konuştu:
“Aslı…” dedi ve bir anda ona sıkıca sarıldı. Tüm kelimeler boğazında düğümlendi. Sadece tek bir cümle döküldü dudaklarından.
“…çok üzgünüm. Senin adına çok üzgünüm.”
Aslı, Azra'nın kendini ansızın ona bırakmasıyla bir an donakaldı. Ama alışık olduğu hayat refleksiyle hızla toparlandı, Azra’nın bedenindeki ürperişi avuçlarının içinde hissetti. Onu nazikçe kollarından ayırdı, bir elini sırtına yerleştirip diğer eliyle ellerini kavrayarak yavaşça ayağa kaldırdı.
“Sakın ağlama,” dedi yumuşak ama kesin bir tonda, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümsemeyle. “Senin zırlamana alışkın değilim ben. Geçti gitti o günler, burada karşındayım ve iyiyim.”
Sözleri Azra’ya ulaşmış gibiydi ama onun gözlerinde bir şey, hızla ve ürkütücü bir şekilde değişti. Az önce dolup taşan pişmanlık ve hüzün, yerini donuk bir öfkeye bırakmıştı. Gümüşi aurası, kontrolsüzce parlayarak etrafındaki havayı gerip titreştirmeye başladı. Bu ışık sadece Aslı’nın bedenini sarmakla kalmadı, sınıfın havasını da boğuk ve keskin bir hale getirdi; taş duvarlar, Azra'nın enerjisiyle içten içe yankılandı.
Azra, kimseye aldırmadan konuştu. Sesi sakin olmasına rağmen içinde saklı olan tehlike, bir bıçak gibi ortalığı kesiyordu.
“Öldürebilirim hepsini... Annen... o adam…”
Aslı'nın gözbebekleri irkildi, bir adım geri çekilirken sesi çatallandı:
“Benim annem yok, Azra!”
Sesindeki acı, öfkeye değil, eski bir yaranın kanamasına benziyordu.
Azra’nın gözleri büyüdü, içinden yükselen güce artık karşı koyamıyordu. Aura daha da yoğunlaştı; gümüş ışık, Aslı’nın bedenini bir örtü gibi sararken, çevrelerindeki havayı da bükmeye başladı.
Aslı bir an korkuyla duraksadı, sonra tedirgin bir adım daha attı ona doğru.
“Ne oluyor Azra? Ne yapıyorsun?” dedi, sesi titrekti ama hâlâ güçlüydü.
Azra’nın bakışları boşluğa kilitlenmişti, sesi sadece bir fısıltıydı artık.
“Bilmiyorum... Kendimi... kontrol edemiyorum.”
İçinden geçenleri tanımlayamıyordu; öfke ve empati, birbirine karışmış bir girdap gibi ruhunu çekip çeviriyordu. Sare’ye baktı ama onun yüzü de çözümden uzaktı; kaşları çatılmış, bakışları anlam ararken kaybolmuştu. Azra’nın ne gördüğünü bilmiyordu ama hislerin onu sarstığını biliyordu sakince sonucu gözlemlemeye devam etti.
Aslı derin bir nefes aldı, yeniden yaklaştı, dizlerinin titrediğini gizleyerek Azra'nın önünde durdu.
“Tamam... sakinleş,” dedi, sesi bu sefer yalvarırcaydı. “Geçti. Ben iyiyim! O küçük, ağlak kız değilim artık Azra. Hem... sen yaralısın, kendini daha fazla yorma.”
Ama Azra’dan yükselen ışık dinmiyordu. Tam aksine, şimdi sınıftaki arkadaşlarının etrafında da aynı gümüşi hale belirmişti. Sare başını çevirip kendi çevresinde parlayan ışığı gördüğünde gözleri büyüdü, ama paniğe kapılmadan harekete geçti.
“Aslı, sen otur,” dedi, ipleri ele almaya çalışarak ama içinde bir telaş gizliydi. Ardından Azra’ya yaklaştı. “Azra, derin nefesler al.”
Azra, sözlere uymaya çalıştı. Göğsü inip kalktı, ama içinde kabaran fırtına dinmiyordu. Her nefes, onu daha da derine çekiyor gibiydi.
Tam o anda, bir gölge hızla hareket etti. Can, sessiz bir rüzgâr gibi yerinden kalktı, mor bir ışık kısa bir an çaktı, birden Azra'nın karşısında belirdi. Hiç tereddüt etmeden kollarını onun etrafına doladı; bedeniyle değil, ruhuyla sarılıyordu sanki.
“Gözlerini kapat, Azra,” diye fısıldadı kulağına. Sesi sakindi, tok ve güven vericiydi.
Azra, bu sese karşı koymadı. Başını Can’ın göğsüne yasladı, göz kapakları ağırlaşarak indi.
Ve sonra…
Bir başka mekânın sessizliği içine sızdı. Gözlerini yeniden açtığında artık sınıfta değildi. Okulun terasındaydı. Can hâlâ ona sarılıyordu.
Terasın rüzgârı, Azra'nın saçlarının arasından geçerken göğsündeki baskıyı hafifletiyor, üzerindeki ağırlığı bir anlığına unutturuyordu.
Azra topuklarının taş zeminde çıkardığı yankıya aldırmadan yürüdü. Mavi taştan oyulmuş masaya oturduğunda hâlâ titriyordu. Karşısına geçen Can, dikkatle gözlerini süzdü. “Niye geldik buraya?” diye sordu Azra, etrafı ilk kez fark ediyormuş gibi bakınarak. Can bir adım geri çekildi, başını eğip onun göz hizasına indi. “Sakinleşmen için,” dedi, sesi dalgaların taşı sürüklerken çıkardığı yumuşaklıkta. “Ne gördün Azra? Ne oldu sana birdenbire?” Azra, gözlerini kaçırıp başını iki yana salladı. “Ben... anlatamam Can.” Parmak uçları mavi taş masanın üstünde içgüdüsel bir huzursuzlukla gezinirken sesi kısıldı. “Aslı’dan izin almam lazım önce.” Gözlerini kıstı Can, ama yüzünde yargıdan eser yoktu. Azra’nın güç patlamasını, auralarını bir kalkan gibi yaymasını hatırlayınca içine bir düşünce yerleşti. Aslı çok ağır bir şey yaşamış olmalı. “Anladım,” dedi Can, sesi şimdi daha derin, daha kontrollüydü. Bir an duraksayıp ona dikkatle baktı. “Ama bak, herkes iyi. Aslı da iyi görünüyor, ne yaşadıysa atlatmış belli ki. Hâlâ o minik burnunu herkesin işine sokup hepimizi kızdırabiliyor, biliyorsun.” Söyledikleri terasta yankılanan ve şelalenin şırıltısına karışan hafif bir kahkaha getirdi Azra’nın dudaklarına. Kafasını hafifçe eğdi, dudak kenarları kıvrıldı. “Ben biraz sarsıldım galiba,” diye mırıldandı. Üzerindeki gerginlik yavaş yavaş çözülürken Can’ın etrafındaki gümüşi hale de sönmeye başlamıştı. Can, Azra’nın yanağından süzülen bir damlayı başparmağıyla sildi. Parmaklarının teması, taş zemine düşen gölgeler kadar hafifti. “Orası belli canım,” dedi kıkırdayarak. “Daha önce hiç ağladığını görmemiştik. Biz seni taştan falan sanıyorduk.” Azra burnunu çekti, gözlerini devirdi. “Evet, taş gibi hatunum ben. Biliyorum.” Can gülümsedi, bu kez sesi daha rahat, daha içten geldi. “Öyle de denebilir.” Göz ucuyla Azra’yı yoklayarak sanki konuyu tamamen dağıtmak ister gibi aniden sordu: “Ee, Mert kim?” Terasın sessizliğini delen sorusuyla birlikte gözlerinde ince bir kıvılcım belirdi. “Aslı sınıfta bağırınca ben de duydum. Kim bu Mert?” Azra'nın gözleri kısa bir süre bulanıklaştı. Şelalenin sesi araya giren bir mesafe gibiydi şimdi. “Mert… Dünya’da bir arkadaşım,” dedi. Sesi neredeyse tamamen düzleşmişti. Can’ın etrafındaki gümüşi ışık artık tamamen sönmüştü. Can başını yana eğdi, gözlerini kısıp ona dikkatle baktı. “Arkadaşın mı?” diye sordu, kaşını hafifçe kaldırarak. “Yoksa özel birisi mi?” Azra cevap vermedi. Gözleri taş zemindeki mozaiklerde gezinirken, parmakları masanın kenarındaki çatlakları yokladı. Sadece rüzgâr konuşuyordu artık; başlarının üzerinde dönen rengârenk şemsiyeler de ona eşlik ediyordu.
Azra, Can’ın yanında bir süre sessizce oturdu. Dizlerinin titremesi durmuştu ama zihninde hâlâ şelalenin uğultusu gibi bir şey dolanıyordu. Nefesini tuttu, sonra yavaşça bıraktı. Gözlerini topuklarının değdiği taş zemine dikmişti; sanki orada, soruların cevabını arıyordu. Sonunda başını hafifçe yana eğdi, sesi bir tül gibi yumuşak ama kararsızdı.
“Beğendiğim biri,” dedi, itirafın sıcaklığı yanaklarına doğru yayıldı. “Ama sevgilim olabilir mi... işte ondan emin değilim. Biraz... kafam karışık.”
Can, dirseklerini masaya dayayıp bedenini ona doğru eğdi. Bakışları sakindi, ama içinde anlamaya çalışan bir kıvılcım vardı. “Neden karışık?” diye sordu, sesi kırılacak bir şeyi tutar gibi dikkatliydi.
Azra dudaklarını araladı, ama kelimeler önce çıkmak istemedi. Parmak uçları mavi taş masanın kenarında gezindi, çatlaklara dokundu. “Altı senelik ilişkisi yeni bitmiş sayılır,” dedi sonunda, gözlerini kaçırarak. “Ve... bilgisayarında eski kız arkadaşının fotoğraflarını gördüm.”
Bu detayın nasıl ve ne zaman ortaya çıktığını anlatmadı. Söylediği sadece zihnini meşgul eden bir görüntüydü; o sabit karede takılı kalmıştı sanki.
Can başını geriye yaslayıp bir an düşündü. Dudaklarını büktü, sonra nazikçe sordu:
“Sende bu yüzden hâlâ aklı o kızda diye düşünüyorsun, öyle mi?”
Azra omuzlarını hafifçe kaldırdı, çaresizlikle. “Öyle değil mi?” dedi, sesi biraz sertti ama içinde kırgınlık saklıydı. “Yoksa neden saklasın fotoğraflarını?”
Can başını salladı, bakışları uzak bir noktaya odaklandı. “Bilemeyiz ki Azra,” dedi, sonra gözlerini tekrar ona çevirdi. “Belki silmeyi unuttu. Belki de sadece bir anıydı onun için. Hem… silse ne olacak ki? Eğer hâlâ aklındaysa, silmiş olması bir şeyi değiştirir mi sence?”
Azra cevap vermedi. Sadece gözlerini kapadı ve dudaklarını birbirine bastırdı. Can onun sessizliğini bir teşvik gibi yorumladı ve devam etti.
“Asıl mesele şu: Gördükçe hatırlaması mı seni üzüyor, yoksa başka bir şey mi? Ve sana bir soru: Bir erkeğin ilk aşkı mı olmak istersin, yoksa son aşkı mı?”
Azra bu sözle irkildi. Kaşlarını hafifçe çatıp ona baktı. “Ne biçim soru bu şimdi?” dedi ama ardından içindeki o tanıdık idealist dürtü galip geldi. “Ben… hep aşkı ve tek aşkı olmak isterim. Mümkünse.”
Can kahkaha atmaktan çok, içine yayılan bir keyifle güldü. Gözlerinde şefkat vardı. “Anlaşıldı,” dedi şakayla, “Soruyu yanlış kişiye sordum!”
Azra hafifçe gülümsedi. Gerginliği omuzlarından düşer gibi dağılıyordu. Can’ın etrafındaki gümüşi hale artık tamamen yok olmuştu. Yerine sakinlik gelmişti. Bir damla su gibi duruyordu anın içinde.
“Neyse,” dedi Azra, konuyu daha fazla eşelemek istemeyerek. “Mert konusunu daha sonra konuşuruz, olur mu? Hadi, gel sınıfa dönelim. Sare’yi daha fazla kızdırmayalım.”
Can başını sallayıp ayağa kalktı. Elini uzattı, parmakları güvenle ama acele etmeden Azra’nınkileri kavradı. Azra gözlerini kapattı ve bir an sonra çakan mor bir ışıkla kendilerini sınıfın ortasında buldular.
Sare, kollarını göğsünde kavuşturmuştu. Başını hafifçe yana eğmiş, onları süzüyordu. “Küçük gezintiniz bitti mi bakalım, zaman yolcusu?”
Can hemen öne çıktı. Eliyle hafifçe selam verir gibi yaptı. “Evet Müdüre Hanım. Özür dilerim, dersinizi sabote etmek istemedim.”
Sare'nin kaşları biraz daha kalktı ama ardından yüzünde belli belirsiz bir yumuşama oldu. Azra’ya bakarak konuştu. “İşe yaramış gibi görünüyor. Yerlerinize oturun.”
Diğer öğrenciler merakla onlara bakarken, Can Azra’ya gizlice göz kırptı. Azra da hafifçe başını salladı. İkisi hızlı adımlarla yerlerine geçti.
Ders devam ederken, öğrenciler sırayla yeteneklerini sergiliyordu. Havadaki büyü titreşimleri zaman zaman minik parıltılarla gözle görülür hâle geliyordu. Tam o sırada Arda, defterinden bir sayfa koparıp birkaç kelime karalayarak Azra’ya uzattı:
“İyi misin? Ne oldu öyle?”
Azra hızlıca kalemi aldı, kısa bir cevap yazdı:
“İyiyim. Ne olduğunu bilmiyorum.”
Defter, bir zincir gibi sırayla el değiştirmeye başladı. En sağda oturan Ebru’nun eline geçtiğinde yazdı:
“Nasıl yaralandın?”
Hemen ardından Ece kalemi aldı. Elinin yazarken heyecanla titrediği belli oluyordu:
“Mert kim?”
En son defter Aslı’ya geldiğinde sayfanın ortasına büyük harflerle bastıra bastıra yazdı:
“BİZE HER ŞEYİ ANLAT!”Arda, defter yeniden eline ulaşınca kendi klasik tonunda bir yorum ekledi:
“Kimse dedemi sormamış, şanslısın :)”
Azra, hepsine tek bir cümleyle cevap verdi. Yazarken kalbi biraz daha hızlı atmaya başlamıştı:
“Dersten sonra konuşuruz.”
Defteri kapatırken içini çekti. Sırtına görünmez bir ağırlık binmiş gibiydi.
Başım büyük dertte...
Bu düşünce, kendi iç sesi gibi zihninde yankılandı. Aslı her şeyi görmüştü. Ve şimdi herkes sorularla üstüne gelecekti.
Sare, sınıftaki uğultuya aldırmadan sesini yükseltti:
“Ebru gel bakalım. Karşına da Umut gelsin.”
Arka sıralarda gizli gizli konuşan birkaç öğrenci hızla sustu. Sıraların arasından, adımlarını ölçülü atan Ebru sakin bir şekilde öne doğru yürüdü. Omuzlarını dik tutuyordu ama gözleri temkinli bir dikkatle Umut’a kaydı. Aynı anda arkalardan kendinden emin bir tavırla yürüyen bir çocuk, sanki arenaya çıkan bir gladyatör gibi yanında belirdi. Umut’un gözlerinde hafif bir parıltı vardı; bu parıltı, özgüvenin ve oyunbazlığın karışımıydı.
“Evet, önce kendinizi tanıtın,” dedi Sare, ellerini arkasında birleştirerek. “Sonra Umut başlasın.”
Umut hafifçe Ebru’ya döndü. Omzunu silkerek, rahat bir gülümsemeyle konuştu:
“Merhaba, ben Umut. Gücüm şekil değiştirme.”
Ebru kısa bir duraksamayla başını hafifçe öne eğdi.
“Ebru,” dedi yalnızca. “Doğaya hükmediyorum.”
Umut’un dudakları tekrar kıvrıldı, gözleri Ebru’nun gözlerinde bir an fazlaca oyalanmış gibiydi.
“Peki,” dedi sesine nazik bir ton katarak, “sana nazik olacağım o zaman.”
Arka sıralarda Can’ın oturduğu yerde ani bir kıpırtı oldu. Azra göz ucuyla onu süzdü; Can’ın kaşları hafifçe çatılmış, dudakları belli belirsiz bükülmüştü.
Klasik Can… Kıskanıyor.
“Başla, Umut!” dedi Sare, sesi amfinin taş duvarlarında yankılanarak.
Bir anda ortalık karıştı. Umut’un bedeni sarsılarak dev bir ejderhaya dönüştü; pulları ışıkta parladı, koca kanatlarıyla havayı dövdü. Göz alıcı bir hızla yükselen rüzgâr sınıfın içindeki kâğıtları havalandırdı, birkaç not topu yere savruldu.
Ebru bir an bile geri çekilmedi. Gözlerinde beliren parlak yeşil ışıkla birlikte, yerin altından kalın ağaç gövdeleri fırlayarak etrafını sardı. Korumacı doğanın kalkanı, rüzgârı emdi, sınıfın içine gölgeler düşürdü.
Ejderha, Umut’un eski haline dönerken Ebru’nun yeşil duvarı da usulca toprağa gömüldü. Şimdi sıra Ebru’daydı.
Yüzüne sert bir kararlılık yerleşti. Yeniden parlayan o yeşil ışıkla birlikte, çatlak taş zeminlerden fışkıran kökler hızla Umut’a doğru hamle yaptı. Ancak Umut çoktan yerinde yoktu. Havaya sıçradığında küçük mavi bir kuşa dönüşmüştü bile; kanat çırpışları amfinin kubbesinde yankılandı. Dallardan birine kondu, neşeyle şakımaya başladı.
Bir alkış sesi havada yankılandı. Bazı öğrenciler gülümseyerek birbirlerine kaş göz işaretleri yaparken Umut tekrar insan formuna döndü.
Ebru’ya göz kırparak seslendi:
“Senin gibi güzel bir kız için güzel bir şarkı söyledim.”
Can, adeta yerinde duramıyordu artık. Kalemiyle masasını sinirle tıklatırken gözlerini Umut’tan ayırmadı.
Ebru’nun omuzları hafifçe düştü. Sesi neredeyse duyulmayacak kadar alçaktı:
“Hiç gerek yoktu...”
Sare araya girdi, sesi bu sefer daha yumuşak ama ima doluydu:
“Umut, rakibin çok güzel olduğu için gücünü tam anlamıyla kullanmaktan çekindin sanırım.”
Bir gülüş dolandı sınıfın içinde. Sare devam etti:
“Ebru, savunman harikaydı. Oturabilirsin, tam puan! Umut, sen biraz bekle. Karşına birisi daha gelsin.”
O an Can’ın sandalyesi gıcırdayarak geriye kaydı. Öfkesini dizginlemeye çalışsa da sesi sertti:
“Ben gelirim, Müdüre Hanım!”
Sare gözlerini kısarak ona baktı. Can’ın niyetini sezmişti; dudaklarının kenarında hafif bir alay belirirken başını salladı.
“Çok isteklisin madem, gel bakalım!”
Can, ağır adımlarla sahneye yürüdü. Gözleri Umut’un gözlerine kenetlendi.
“Merhaba, ben Can,” dedi, sesi buz gibi. “Demin asıldığın kızın sevgilisiyim. Ve zamana hükmediyorum.”
Bir uğultu yükseldi sınıftan. Ece başını öne eğip gülümsedi, Azra ise Can’ın yanan gözlerine odaklanmıştı adeta.
“Önce sen başla Can!” dedi Sare.
Can alaycı bir tebessümle başını hafifçe eğdi.
“Aa, lütfen Müdüre Hanım… Bu kadar kibar bir beyefendi önce başlasın.”
Sare’nin gözlerinde bir parıltı belirdi, dudaklarında yarım bir tebessüm vardı.
“Peki öyle olsun. Başla Umut!”
Umut derin bir nefes aldı. Bu kez dev bir ejderhadan daha da büyük, gövdesi gölgelerle kaplı bir canavar ejderhaya önüştü. Dişlerinden çıkan alev, zemine çarptığında havaya duman ve sıcaklık yayıldı.
Ancak Can bir anda ortadan kaybolmuştu. Göz açıp kapayıncaya kadar ejderhanın arkasında belirdi, dev yaratığın bacağından yakaladığı gibi bir anda yok oldu.
Sınıf dondu kaldı. Fısıltılar havada uçuştu, biri kâğıttan uçak yapıp atarken gözlerini hala boşluğa dikmişti.
Saniyeler sonra Can tek başına geri döndü. Ellerini cebine sokmuştu, gayet sakin görünüyordu.
“Umut nerede Can?” diye sordu Sare, sesi bir kadife gibi yumuşak ama tehditkârdı.
Can omuz silkti.
“Yabancılık çekmesin diye kendi familyasının bulunduğu çağa bıraktım onu.”
Sınıf gülmemek için kendini zor tuttu.
Sare’nin gözleri kısıldı.
“Git ve onu hemen geri getir.”
Can hafifçe başını eğdi ama sesi hâlâ şımarıktı:
“Ailesiyle biraz hasret giderseydi—”
“CAN!” Sare’nin sesi bu kez sertti, öğrencilerin sırtına kadar titreşimle ulaştı.
Can kollarını iki yana açarak dramatik bir tavırla eğildi.
“Tamam tamam, gidiyorum.”
Ve ortadan kayboldu.
Sare döndü, ellerini arkasında birleştirdi:
“Evet arkadaşlar,” dedi sınıfa göz gezdirerek. “Gördüğünüz gibi, zaman yolcularını pek kızdırmamak gerekiyor. Kendinizi taş devrinde, hatta öncesinde falan bulabilirsiniz.”
Ece istemsizce yutkundu. Can’ın onu ışınlamalarını hatırlamamak imkânsızdı.
Bunu aklımda tutsam iyi olacak.
Sare başını çevirdi:
“Bir şey mi dedin, Ece?”
Ece hemen toparlandı.
“Yok hocam. Doğru söylüyorsunuz, diyorum sadece.”
O anda sınıfın ortasında Can ve yanında beti benzi atmış Umut belirdiler. Umut’un saçları darmadağın, yüzünde çağlar öncesinden kalma bir ifade vardı.
Sare göz ucuyla onları süzdü.
“Yerlerinize oturabilirsiniz.”
Umut koşar adım sırasına dönerken Can, Azra’ya göz kırpmayı ihmal etmedi. Sare birkaç kişiyi daha tahtaya kaldırdı.
Ece, eğilerek Can’a fısıldadı:
“İyi ki beni taş devrine göndermedin.”
Can kaşlarını kaldırıp ona yan gözle baktı.
“İyi fikirmiş aslında… Bir dahaki sefere aklımda olsun.”
Ece gülümsedi.
“Gıcıklık yapma!”
Sınıfta yeniden uğultular yükselirken Sare ellerini kaldırarak konuştu:
“Ece, gel bakalım!”
Ece derin bir nefes aldı, ardından öne doğru yürümeye başladı.
Sare sınıfa göz gezdirdi, ardından başını hafifçe sola çevirdi:
“Hm… Karşına bir başka kahin gelsin. Elif, sen gel.”
Sare’nin başıyla verdiği komutla, sarışın ve ufak tefek yapılı Elif, ağır adımlarla Ece’nin karşısına geçti. İki Kahin, saygılı bir sessizlikle birbirlerine baş eğerek selam verdiler. Göz göze geldiklerinde sınıfın içindeki hava belirgin biçimde gerildi; sessizlik taş zeminde yankılanan kalp atışları kadar belirgindi.
"Elif, başla," dedi Sare, tok ve kararlı sesi sınıfta yankılanırken gözlerini ikisinden de ayırmadı.
Elif, ince kaşlarının altından Ece’ye keskin bir bakış fırlattı. Gözleriyle Ece'nin zihnine doğru dalmaya çalıştığı anda, çevre buz mavisi, titreşimli bir ışıkla parladı. Ancak daha bu hamle tamamlanmadan, benzer ama daha yoğun bir aura Ece’yi baştan aşağı sarmıştı bile. Işık, Ece’nin etrafında şeffaf bir kalkan gibi titreşti; Elif’in saldırısı bu kalkanla çarpışıp dağıldı.
Sare'nin dudaklarında memnun bir gülümseme belirdi. "Aferin Ece, güzel savunma!" dedi içten bir takdirle. "Sıra sende."
Ece’nin gözleri kısılıp ifadesi ciddileşirken, bedeninin çevresindeki aura kalınlaşıp bir girdap gibi dönmeye başladı. O mavi, bu kez daha keskin bir enerjiyle Elif’e doğru fırladı. Elif bir an hazırlıksız yakalanmış gibiydi; saldırı ona çarptığı anda, yere savruldu. Omuzları istemsizce sarsılırken, gözleri boşluğa daldı. Dudakları titreyerek açıldı, sesi başka bir dünyanın yankısı gibi çıkmaya başladı:
"Kuzeyden yükselirken kara bulutlar..."
Sesi soğuktu, sanki içine yabancı bir varlık yerleşmişti.
"Ölümün ruhlarından olacak ordular..."
Birden soluk alışverişi hızlandı, nefesi kesiliyormuş gibi oldu.
"En sevilen, korumak için arkadaşlarını..."
Bir duraksama.
"Hiç düşünmeden sunacak kendi canını..."
Son mısraya geldiğinde sesi neredeyse fısıltıya dönüştü:
"Koparken en güçlü fırtına, kaybolacak birisi zamanın çığlığında."
Azra, Elif’in her sözcüğünü yakalamak için hızla defterine not düşüyordu; kalemi kağıda takır takır dokunuyordu. Kehanet tamamlandığında Ece, hızla Elif’in yanına eğildi. Avuçlarının arasında bir anda beliren su bardağını onun dudaklarına dayadı. Elif, titreyen elleriyle bardağı tuttu, birkaç yudum içtikten sonra göz kapakları yarı kapanmış şekilde kendine gelmeye başladı.
Ama gözleri… Tıpkı Ece’nin daha önceki kehanetinden sonra olduğu gibi, kıpkırmızıydı. Ece'ye korku dolu bir bakış attı.
Sare, ileriye doğru bir adım atıp sınıfı sakinleştiren ama ciddi bir ses tonuyla konuştu:
"Evet arkadaşlar. Eğer Elif iyiyse, yerlerinize geçebilirsiniz. Ece, tam puan!"
Sonra gözlerini iki Kahin'e çevirdi.
"Bugünkü dersleriniz bitince odama gelin. Bu kehaneti daha detaylı incelemeliyim."
Ece, dikkatle Elif’ten ayrıldı, ayağa kalkarken bakışları Azra’ya kilitlendi. Sınıftaki tüm uğultular onun zihninde uzak bir uğultuya dönüştü. İçindeki korku, Azra’ya olan sevgisiyle karışıyor, onu rahatsız eden bir gölgeye dönüşüyordu. ‘En sevilen... arkadaşlarını korumak için... canını sunacak...’ Bu kehanet, doğrudan Azra’yı hedef alıyor gibi hissettirmişti.
Hayır, diye geçirdi içinden. Hayır, buna izin veremem!
Azra, Ece’nin bakışlarında parlayan iç çatışmayı sezmişti. Ama dudaklarını kıpırdatmadan, defterini arkadaşlarına uzattı. Diğerleri, gözlerini kehanetin dizelerine çevirirken Azra’nın zihni çoktan olasılıkları hesaplamaya başlamıştı.
Ece, bir adım yaklaşarak alçak sesle, ama içinde fırtınalar taşıyan bir tonda fısıldadı:
"Ölürsen seni öldürürüm Azra!"
Azra, dudaklarını acı bir tebessümle kıvırdı.
"Ölürsem ölmüş olduğum için beni öldüremezsin," dedi usulca.
Sonra hafifçe yana eğildi, defteri tutan eliyle diğerlerine döndü.
"Bu aralar okuldaki diğer Kahinleri de gözlemleyin bakalım," diye ekledi, sesi normale dönmüştü ama gözlerinde hâlâ derin bir düşünce vardı.
Ebru, kollarını göğsünde birleştirerek öne eğildi.
"Dersten sonra bunları detaylı konuşalım," dedi endişeyle.
Sare, kalan sürede birkaç öğrenciyi daha tahtaya kaldırdı. Grup sessizce onları izlerken, özellikle başka bir Kahin sahneye çıktığında, nefesler bile dikkatle tutuldu. Sınıfın üzerine görünmeyen bir gerilim perdesi serilmiş gibiydi. Ders sona erdiğinde Sare, göz ucuyla Ece ve Elif’e bakarak, "Evet arkadaşlar, haftaya görüşürüz!" dedi ve sınıftan çıktı.
Sınıf yavaşça boşalırken, grup toparlanıp Fizik dersi için koridora yöneldi. Ayak sesleri taş zemin üzerinde yankılanıyor, birbirleriyle yapılan fısıltılar sınıf kapısının ardında bir sır gibi kayboluyordu.
"Evet," dedi Azra, yorgun bir iç çekişle. "Artık elimizde iki kehanet var."
Can hemen atıldı, sesinde alışıldık o heyecan vardı;
"Azra, bu ikinci kehanet de bence kesinlikle bizimle ilgili."
Azra gözlerini hafifçe kıstı.
"Nereden biliyorsun? Bu sefer 'altı dost' falan dememiş."
Aslı düşünceli bir ifadeyle başını salladı.
"Bende Can’a katılıyorum," dedi. "Nedense en sevilen tanıdık geldi."
Azra, bir an durdu. Dudağını dişleyip başını hafifçe eğdi.
"Bizimle ilgiliyse..." dedi sonunda kararlılıkla, "O zaman biz de ona göre hazırlanırız."
Ebru hemen yaklaştı.
"Ne var aklında? Söylemiyorsun ki."
Azra gülümsedi ama gözlerinde ciddiyet vardı.
"Anlatacağım," dedi. "Ama okuldan sonra."
"Öyle olsun bakalım," dedi Ece, omuz silkip fizik sınıfının kapısını iterken.
Amfiye birlikte girdiklerinde yan yana oturdular. Ders başlamadan önce Yeti dersinden çıkan öğrencilerin mırıldandıkları fısıltılar kulaklarına kadar geliyordu. Yeni kehanet, okulun koridorlarına çoktan yayılmıştı.
Birçok kişi yaklaşan bir savaşın kokusunu almış gibi konuşuyor, kaygıyla ihtimalleri tartışıyordu. Azra, başını hafifçe yana eğerek etrafındaki her kelimeyi içsel bir süzgeçten geçiriyor, ipuçlarını toplamaya çalışıyordu. Kalabalık konuşurken o, yalnızca dinliyordu.
Amfiye yerleşir yerleşmez Ebru, Azra’nın yanına yaklaştı. Yüzünde dikkatli bir merak vardı.
"Ne düşünüyorsun öyle, dalgın dalgın?"
Azra başını hafifçe ona çevirdi, gözleri hâlâ uzak bir noktaya takılıydı.
"Sınıftaki konuşmaları dinliyordum," dedi. "Belki kehanetle ilgili işe yarar bir şey çıkar diye."
Ebru, dostça başını yana eğdi.
"Azra, onlar sadece paniğe kapılmış durumdalar."
Azra, dudaklarını ince bir çizgi hâline getirerek başını salladı.
"Farkındayım," diye mırıldandı.
O sırada fizik öğretmeni Batu sınıfa girdi. Uğultu hâlâ dinmemişti; öğrenciler, Yeti dersinde söylenenleri fısıldaşmaya devam ediyorlardı. Batu’nun kalın sesi yankılandı:
"Sessizlik!"
Sınıf bir anda duruldu.
Ders, hız problemlerine odaklıydı. Ece ve Can dikkatle tahtaya bakarken, Azra ellerini sıkarak dersi takip etmeye çalıştı. Aslı, önündeki deftere rastgele şekiller çizerken yüzündeki ifade kendi içinde gezinip duruyordu. Ebru harıl harıl not alıyor, Arda ise başını sıraya dayamış, kendi dünyasına çekilmişti; dudakları kıpır kıpır, muhtemelen Meryem’le konuşuyordu.
Tahtaya çıkmak isteyen Ece, Can ve Azra ne kadar çabalasa da Batu onları görmezden gelmişti. Ders, çözülen problemlerle hızla sona erdi.
Koridora çıkar çıkmaz Aslı, dramatik bir ifadeyle kollarını iki yana açtı.
"Evet! Bir sonraki ders iki saat sonra ve ben çooook açım!"
Sözleri, Azra’nın zihninde bir şimşek gibi çaktı. Aniden, o sahne canlandı gözlerinde: Dört yaşındaki Aslı, açlıktan sirke içmeye çalışıyor, küçücük yüzü gözyaşları ile ıslanmış... Red, terk ediliş, kimsesizlik.
Bir acı dalgası Azra’nın içini kavradı. O acı, şimdiye dek bastırdığı bir enerjiyi tetikledi. Gümüş halesi, istemsizce etrafını sardı. Ve o an tam önlerinde, havada asılı bir sininin içinde çeşit çeşit sıcak yemek belirdi.
Hayır. Şimdi değil.
Azra’nın içi panikle sıkıştı. Ama artık çok geçti.
Sınıf arkadaşları donakaldı. Gözler siniye, sonra Azra’ya döndü. Sanki gözle görülmeyen bir itiraf yankılanıyordu havada.
Aslı’nın yüzü kızarmıştı. Gülümsemesi mahcup ama yumuşaktı.
"Şey… Çok tatlısın Azra ama… Yemekhaneye kadar bekleyebilirim aslında."
Can hemen devreye girdi. Sağ eliyle kısa, keskin bir hareket yaptı. Sini göz açıp kapayıncaya dek yok oldu. Gözlerini Azra’ya dikti, sesi net ve uyarıcıydı:
"Kendini kontrol etsen iyi edersin."
Ebru, Azra’ya yaklaşarak yüzünü süzdü. Endişe tonuna sinmişti.
"Azra, iyi misin? Ne oluyor bugün sana böyle?"
Azra konuşmadan yere bakarken, Aslı bir adım öne çıktı. Arkadaşlarının bakışları arasında Azra’yı savundu.
"Üstüne gitmeyin. Yeti dersinde benimle ilgili gördükleri... Onu biraz hassaslaştırdı sanırım."
Ece kıkırdayarak ellerini kavuşturdu.
"Azra ve hassasiyet? Duy da inanma!"
Azra bakışlarını ona çevirdi. Gözlerinde yorgun bir sitem vardı.
"Nedenmiş o? Ben insan değil miyim?"
Ece takılarak konuştu.
"Vicdansız insansın sen. Her gün sabahın köründe kaldırıp idman yaptırıyorsun bize!"
"Yarın iki tur fazla idman yapacaksın o zaman, madem vicdansızım," dedi Azra, sesi cılız bir gülümsemeyle karışmış yorgunluktaydı.
Ece hemen çark etti.
"Aa! Yok yok, pamuk gibisin! Benim serçe kalplim! Sana vicdansız diyenin dili kopsun!"
Can, ortamı yumuşatmak için konuyu değiştirdi.
"Aslı, sakıncası yoksa, Azra’yı bu kadar sarsan şeyi anlatır mısın?"
Aslı’nın bakışları Azra’nın etrafında hâlâ titreşen gümüş haleye kaydı.
"Azra kendini kontrol edebilse, gösterirdim ama..."
Can bu kez Azra’ya döndü. Belki başka bir konu işe yarar dikkatini dağıtırdı.
"Sen Mert’i anlatmak ister misin Azra?"
Azra derin bir nefes aldı. Gözlerini kaçırdı, sesi yavaş ama kararlıydı.
"Siz yemekhaneye geçin. Ben birazdan geliyorum. Yemeğe başlayabilirsiniz, beni beklemeyin."
Aslı merakla baktı.
"Nereye gidiyorsun?"
"Gelince söylerim. Gidin hadi siz."
Onlar uzaklaşırken, Azra arkasına bile bakmadan koridoru geçti. Adımları sert ve hızlıydı. Yönü belliydi: Sare’nin odası.
Kapı sessizce açıldığında, Sare başını okumakta olduğu kitaptan kaldırdı. Gözleri Azra’nın üzerinde dolaştı, solgun yüzü, yorgun omuzları ve etrafında çırpınan kontrolsüz enerjiyle donmuş gibiydi.
"Azra? Ne oldu?" diye sordu.
Azra usulca içeri girdi. Parmakları titreyerek havadaki hareleri işaret etti.
"Müdüre Hanım… Bir süre beni engelleyebilir misiniz? Kendimi kontrol edemiyorum. Lütfen… güçlerimi alın. Derse gireceğim zaman geri alırım."
Sözlerindeki acizlik değil, bir liderin bilinçli teslimiyetiydi. Sare ayağa kalktı, arkasındaki kitaplık gölgesinde kalan yüzünde ciddiyetle yaklaştı.
"Ne oldu sana böyle?"
"Dersinizde… Aslı hakkında gördüklerim... Beni biraz sarstı."
Sare başını eğdi. Anlamıştı. Ama sesi, şimdi daha netti.
"Azra, hepimiz bu yolda sınavlardan geçeriz. Arkadaşlarına karşı bu kadar hassas olmaman gerekiyor. Aslı çok güçlü bir genç hanım. Bunu sen de gördün. Kendi yaralarını sarabilir."
Azra gözlerini kaçırdı.
"Tavsiyeniz için teşekkür ederim Müdüre Hanım. Dikkate almaya çalışacağım. Ama… şimdi yardım edecek misiniz?"
Sare iç çekti.
"Ah Azra... Tamam. Okul çıkışında gelip alırsın güçlerini."
O anda, Azra’yı çevreleyen gümüş hare birdenbire dağıldı. Azra’nın omuzları gevşedi, sanki yükü yere bırakmış gibi derin bir nefes aldı.
"Teşekkür ederim Müdüre Hanım."
"Şimdi git," dedi Sare nazikçe. "Ve kendini toparla. Çıkabilirsin."
Yemekhaneye vardığında, arkadaşları çoktan çınar gölgesindeki taş masada yerlerini almış, tabaklarıyla meşguldü. Irmak kıyısındaki sesler arasında Azra yanlarına oturdu, dudaklarında solgun ama içten bir gülümsemeyle:
"Evet. Kim bana yemek ısmarlamak ister?"
Arda hemen atıldı.
"Ben hazırlarım! Ne istiyorsun?"
Can, Azra'nın önüne çoktan ev yemeği dolu bir tepsi bırakmıştı bile.
"Sen niye almıyorsun yemeğini?"
Azra yavaşça açıkladı.
"Demin gücümü Sare’ye bıraktım."
Ece’nin kaşı kalktı.
"Kendine ceza mı verdin?"
Ebru hafifçe başını iki yana salladı.
"Hayır. Kendini kontrol edemediği için yaptı. Değil mi Azra? Aslı'nın anlatmasını istiyor."
Azra başıyla onayladı. Ardından gözlerini Aslı’ya çevirdi, ifadesi netti.
"Artık sorun kalmadı Aslı. Gördüklerimi onlarla paylaşır mısın?"
Aslı derin bir nefes aldı. Arkadaşlarının merakla karışık endişeli bakışları arasında, topuklarını taş zeminde hafifçe tıkırdattı. Sesi sakindi ama gözlerindeki eski acılar, soğuk bir gölge gibi dalgalanıyordu.
“Tamam ama bir şartım var,” dedi, kelimeleri özenle seçerek, “Hepsi geçti, ben iyiyim. Kimse benim için delirip tuhaf tuhaf davranmasın. O zaman gösteririm, tamam mı?”
Can, Arda, Ece ve Ebru, aynı anda söz verdiler; dudaklarından senkronize bir şekilde “Söz” çıktı. Azra, onları izlerken sessizdi, sadece başını salladı. Dürüstçe, “Ben tutamayacağım sözler veremem Aslı,” dedi, tırnaklarının kenarı ile oynarken göz teması kurmaktan kaçınarak, “Ama elimden geleni yapacağım.”
Aslı hafifçe gülümsedi, göz kapaklarını yorgun bir şekilde indirdi ve etrafında turuncu, titreşen bir hale oluşmaya başladı. Masadaki herkes, gözlerini ona dikmişken, zihinlerinde net ve canlı görüntüler belirmeye başladı. Dışarıdan sakin görünen Aslı’nın sıkıca sıktığı yumruklarının, tırnaklarının avuçlarına bastığını kimse fark etmedi.
İlk görüntü, genç, kızıl saçlı ve güzel bir kadın: Aslı’nın annesi. Bulunduğu odaya boğucu bir soğukluk yayılıyordu. Hastane lambalarının keskin ışığı, beyaz duvarlarda sert gölgeler oluşturuyor, sessizlik neredeyse dayanılmaz hale geliyordu. Kadının sesi, odadaki tek canlı unsur gibi yankılanıyordu. Bozuk Türkçesiyle doktorla tartışırken, havada çaresizlik ve öfke ağır ağır yoğunlaşıyordu:
“İstemiyorum bu bebeği! Alın! Ne kadar isterseniz veririm!”
Doktorun kararlı, donuk sesi havayı daha da buz gibi yaptı:
“Hanımefendi, alamayız. Bebek yirmi iki haftalık. Hayatınız tehlikeye girer.”
Kadının eli, titreyerek masaya vurdu, nefesi düzensizleşti, bir yandan da gözyaşları yanaklarından süzülüyordu:
“Hayat benim değil mi? İstemiyorum diyorum size, alın!”
Doktorun son sözü, odaya bir hüküm gibi düştü:
“Yapamayız böyle bir şey, çok geç. Üzgünüm, lütfen çıkın!”
Kadının geri çekilen adımları, odanın soğuk havasında yankılandı, odanın dışına çıkar çıkmaz boğuk bir hıçkırık susturuyordu sözlerini.
Ebru, nefesini sessizce tuttu; Can ise kaşlarını çatmış, şaşkınlık ve üzüntü karışımı bir ifadeyle bakıyordu. Azra, o anı tüm çıplaklığıyla hissetti.
Görüntü değişti. Aynı kadın, evde tek başına. Yalnızlık evin her köşesine sinmişti. Kadın, loş ışıkla aydınlanan mutfakta, koyu renkli, acı tadı olan bir sıvıyı yudumluyordu. Her yudum, karanlık bir sır gibi boğazında düğümleniyor, yüzündeki ifade kırılgan bir çaresizlik ve sinirle karışıyordu. Nefes alışları düzensizdi, elleri titriyordu, öfkeyle karnına indirip fısıldıyordu:
“Ölmen lazım! Seni dünyaya getiremem!”
Sessizlik, sadece bu fısıltının tınısıyla doluydu; evin duvarları bile bunu duymazdan geliyordu sanki.
Azra’nın midesi bulandı, gözlerini kaçırmak istedi ama vizyonun etkisiyle gözlerini kaçırması mümkün değildi.
Yeni bir sahne; kadının karnı belirginleşmişti; yorgunluk ve çaresizlikten kamburlaşmış sırtı, boşluğa takılmış bakışları arasında, kelimeleri boğazına düğümleniyordu. Sesi, umutsuzca ama keskin bir nefretle titreşiyordu:
“Ne yaptıysam olmadı… İçmediğim şey, atlamadığım yükseklik kalmadı. Çok inatçı çıktın velet! Ama şunu bil, doğarsan seni istemeyeceğim! Seni sevmiyorum! Sana asla annelik yapmayacağım!”
Sessizliği yalnızca Arda’nın rahatsızca kıpırdanan bedeni ve Aslı’nın göğsünde çarpan kalp sesi bozuyordu.
Azra Arda'nın yumruğunu sıktığını fark etti; sesizce gerginlik arttı.
Sahne yine değişti, Hastane odası, yeni doğanların kokusu ve steril havayla doluydu; ama o an tüm bunlar anlamsızlaşmıştı. Kadın, minik bebeği annesinin kucağına uzatan hemşirenin hareketini, nefretle geri çekilirken izliyordu.
“Vermeyin şunu bana! İstemiyorum!” sesi yankılanırken, hemşirenin yüzündeki şaşkınlık bir an için dondu.
“Ama emzirmeniz lazım,” dedi yumuşak ama kararlı bir sesle.
Kadın bağırdı:
“Götürün diyorum size!”
Bebek odasına götürülürken, Ece’nin yüzü acıyla büzüldü.
Son sahnede, kadın hastanenin dışına adımını attığında, akşamın serinliği tenine dokunuyordu; kucağındaki bebeğe bakışı ise tamamen boş ve donuktu. Sesi, kısık ve soğuktu:
“Bak bebek, benim hayatımda sana yer yok. Bu dünyaya hiç gelmemeliydin. Seni şimdi babana götüreceğim, ne hali varsa görsün. Ben sana annelik yapamam.”
Azra'nın gözleri yavaşça kısıldı. Göz kapaklarının ardında, yeti dersinde gördüğü vizyonun ilk görüntüsü şekillenmeye başlamıştı. Ağaçların altında, taş zemine düşen güneş ışıkları yaprakların arasında titreşirken, Azra'nın nefesi kısa bir an duraksadı. Bütün grup sessizdi. Çınar ağacının gölgesinde soluklanan gençlerin yüzleri, aniden gözlerinin önünde beliren sahnelerle solgun bir tona bürünmüştü.
Kızıl saçlı kadın telaşla kapıyı çaldı. Hırpani görünümü, yüzündeki yorgun çizgiler ve omuzlarına çökmüş bir umutsuzluk hemen hissediliyordu. Kapıyı açan genç adam, kısa sarı saçlarını eliyle geriye itti; şaşkınlık ve tedirginlik arasında gidip gelen bakışlarla kadını süzdü. Kadın hiç vakit kaybetmeden konuştu.
“Bu bebek senin,” dedi, sesi öfkeyle karışık, boğuk bir çaresizlikle çatallanıyordu.
Adamın yüzü bir anda kasıldı. Kaşları çatıldı, çenesindeki kaslar belli belirsiz gerildi. “Saçmalama,” dedi sertçe, “nereden belli benim olduğu?”
Kadının gözleri parladı, ama bu parlama bir öfke değil, neredeyse acınası bir yılgınlıktı. “Senin olduğunu biliyorsun. Ona bakamıyorum.”
Adam, gözlerini yere indirerek birkaç adım geri çekildi. İçeride bir yerlere yöneldi; muhtemelen birkaç banknotla meseleyi kapatmak istiyordu. Kadın bu fırsatı kaçırmadı. Hızla kucağındaki minik bebeği salondaki deri koltuğa bıraktı ve arkasına bile bakmadan kapıdan çıktı.
Bebeğin yüzü koltuğa gömülmüştü; nefesi kısa kısa titriyordu. Adam döndüğünde elinde bir tomar para vardı. Ancak para değil, karşısındaki görüntü nefesini kesti. Gözleri, çaresizce ağlayan bebeğe takıldı. Şaşkınlıkla birkaç adım daha yaklaştı, sonra bir fısıltı döküldü dudaklarından.
“Demek seni bırakıp kaçtı…”
Sesi, kendi içine çökmüş biri gibi boşluğa karıştı. Derin bir iç çekişle başını iki yana salladı. “Ben ne yapacağım şimdi seninle? Senden kurtulmam lazım…”
Fakat tam o anda, bebek Aslı başını çevirdi. Küçük bir gülümseme belirdi yüzünde. Masum, hiçbir şeyden habersiz bir gülümseme. O gülümsemeye rağmen adamın bakışları sertleşti, vicdanının üzerine bir perde çekmişçesine hemen telefona uzandı. Parmakları titreyerek bir numara çevirdi.
“Bir arkadaşım… bebeğini bana bıraktı,” dedi karşıdaki sese, sesi panikle karışık bir yalanla boğuluyordu. “Ben bakamam, lütfen bir süreliğine sizde kalsın.”
Çınar ağacının altında oturan Can, dudaklarını birbirine bastırdı. Yüz hatları sertleşti. Bu terk ediliş sahnesi, içini kanatmıştı.
Görüntü değişti.
Bu kez başka bir evin içindeydiler. Gri duvarlar, soluk ışık, ağır bir havayla sarılmıştı odanın içine. Aslı’nın babası, kucağında tuttuğu minik bebeği kapıda bekleyen esmer, suratsız kadına doğru uzattı. Kadının yüzü taş gibiydi. O, Azra’nın daha önce gördüğü anıda Aslı’ya tokat atan bakıcısıydı.
“Bundan sonra burada yaşayacaksınız,” dedi adam, sesi soğuktu, buz gibi bir kararlılıkla. “Bu çocuğun benim olduğunu kimse bilmeyecek, anladın mı? Ona sen bakacaksın. Ben ara sıra yoklamak için uğrarım.”
Kadın başını neredeyse hiç kıpırdatmadan onayladı. Bebeği kollarına alırken, Aslı’nın minik bedeni irkildi. Gözleri korkuyla açıldı, sonra çığlıklar yükseldi. Ağlıyordu.
Ebru’nun gözleri doldu. Alt dudağını ısırarak ağlamamak için direndi. Arda başını hafifçe yana çevirdi, gözlerini sıkıca kapattı artık görmek istemez gibi ama vizyon hala beyninde dönüyordu.
Bir başka sahne daha gözlerinin önüne geldi. Geceydi. Odanın içi loş, neredeyse karanlıktı. Rüzgar camda uğuldayarak yankılanıyor, gecenin içinden gelen soğukluk odanın duvarlarını tırmalıyordu. Beşikten gelen kesik kesik ağlamalar, derin bir çaresizliği titretiyordu havada. Bebek Aslı, ellerini havaya kaldırmış, minik göğsü hıçkırıklarla inip kalkıyordu. Beşik hafifçe sallandı. Bebeğin minik parmakları, ağlarken güçsüzce beşiğin kenarına uzandı; sanki oraya tutunabilirse korkuları geçecekti. Parmakları, ince korkuluklara sıkıca tutunmaya çalıştı ama kas gücü buna yetmiyordu. Gözlerinden yaşlar süzülürken, o an yalnızca bir şeye sarılmak, bir sıcaklık hissetmek istiyordu.
Kapı hızla açıldı. İçeri bakıcı kadın girdi. Yüzü asıktı; sabırsızlık, yorgunluk ve bir parça öfkeyle karışmıştı. Sert adımlarla beşiğe yaklaştı, eğildi ve sesi alçak ama tehditkâr bir tonda tısladı.
“Kes artık sesini!”
Parmakları bebeğin yanağına sertçe dokundu. Ardından onu beşiğe geri itti ve tek kelime etmeden odadan çıktı. Kapı ardında tıkırtıyla kapandı. Bebek Aslı’nın gözleri yaşla dolmuştu. Küçücük bedeni hıçkırıklarla titredi. Ses çıkaracak gücü kalmamıştı. Yorgunlukla karışık korku içinde ağlayarak uykuya daldı.
Azra, elini istemsizce yumruk yaptı. Parmak eklemleri gerildi. Dişlerini sıktı. İçindeki öfke, o küçücük bedenin yaşadığı yalnızlığa ve korkuya karşı yükseliyordu. Göğsünde bir şey ağırlaştı. Yanında oturan Arda, elini alnına götürüp gözlerinin üstüne kapadı. Yutkundu. O da gözlerini o sahneden kaçırmak istemişti, ama sesler kulaklarında çınlamaya devam ediyordu.
Anılar artık Aslı'nın kontrolünden çıkmış gibiydi. Çınar ağacının altında oturan grubun üzerinde, görünmeyen bir dalga gibi geziniyor, her biri daha hızlı ve acımasızca zihinlerine çarpıyordu. Hava, birdenbire yoğunlaşmıştı; kuş cıvıltıları susmuş, sadece yaprakların hışırtısı kalmıştı geriye.
Yeni bir sahne doğdu zihinlerinde: emekleyen bebek Aslı, merakla uzanıp sehpanın üzerindeki dantel örtüyü çekti. Bir vazo devrilip sert zemine çarparak paramparça oldu. Çıtırdayan camların sesi, gerçekmiş gibi yankılandı havada.
Kırılma sesiyle birlikte bakıcı kadın fırtına gibi içeri daldı. Gözleri öfkeyle doluydu. Eğilip bebeğin minik ellerine ve yüzüne art arda vurdu. Sarsılan minik beden çaresizce kıvrıldı.
Can, çenesini sıktı, gözlerini kaçırsa da ifadesi kırılmıştı. Yumruk yaptığı eli, dizinin üstünde titriyordu.
Görüntü titreyerek değişti. İki yaşlarında, kıvırcık saçları dağılmış bir Aslı belirdi; kahverengi gözleri yaşlarla doluydu. Minik ellerini mahcupça birleştirmişti göğsünün önünde. Fısıltısı duyuldu rüzgârla karışarak:
“Yatak çiş yaptı...”
Bakıcının yüzü öfkeyle kasıldı. Kalın kolları kenetlendi, sesi tısladı:
“Yine mi? Bıktım senin sidiğinden!”
Tokatın sesi yankılandı çınarın altında. Küçük kız sendelese de ağlamadı; alışkındı. Kadın hırsla odaya yönelip yatak örtülerini söktü. “Aç kal da gör! Bir daha aklın başına gelir tuvalete yaparsın,” diyerek bir tokat daha indirdi.
Aslı, masanın altına sığınırken kollarıyla başını kapattı. Titreyen omuzları, gözyaşlarını saklamaya yetmedi. Ebru’nun eli ağzına gitti, gözleri dolmuştu.
Bir sonraki anıda, o tanıdık mutfak beliriverdi: Azra'nın daha önce Aslı'nın zihninde gördüğü... Açlıktan yanan bir mide, küçücük bir beden... Sirke şişesini iki eliyle kavrayan küçük kız, ağzını buruşturduktan sonra içmeye çalıştı. Tadıyla irkildi ama yine de bir yudum daha aldı.
Azra'nın göğsüne taş gibi oturdu bu sahne.
Hemen ardından başka bir anı karardı gözlerinin önünde. Beş yaşındaki Aslı, sadece bir oyuncağını kırdığı için, aynı kadın tarafından bileklerinden tutulmuş, kolunda morluklar oluşana kadar sarsılmıştı. Arda’nın çenesi kilitlendi, yumrukları dizinde bastırıyordu. Gözbebekleri küçülmüştü, öfkeyle doluydu.
Sekiz yaşında Aslı, pembe fırfırlı bir elbise giymişti. Camın önünde saatlerdir oturuyordu. Umutla gözlerini sokak kapısına dikmiş, parmaklarını camın kenarında gezdiriyordu. Sonunda gelen adım sesleriyle sevinçle ayağa fırladı. Ama babasının yüzü soğuktu, kelimeleri ondan daha da soğuk.
Küçük Aslı’nın gülümsemesi bir anda silindi. Bir adım geri çekildi. Umut, sessizce yere düştü o anda.
Ardından on yaşlarındaki bir başka Aslı belirdi. Okuldan eve yeni gelmişti, yanağı çizik içindeydi. Gözleri korkuyla büyümüştü. Bakıcı, onu saçından tutup sürükledi, sonra eline uzandı ve bir sigarayı bastırdı. Küçük kız çığlık atsa da sesi duyulmadı.
Ece’nin yüzü bembeyaz kesildi. “Olamaz...” dedi, sesi neredeyse bir nefes kadar zayıftı.
Yeni bir sahne: Babası izleri gördüğünde, kadına döndü. “Ne olmuş buna?” Kadın soğukkanlılıkla gülümsedi.
“Oynarken elini yakmış,” dedi.
“Hayır!” diye bağırdı Aslı, gözyaşları içinde. “O yaktı benim elimi! O yaptı!”
Babası eğilip gözlerine baktı. Gözleri buz gibiydi.
“Utanmıyor musun bir de yalan söylemeye?” dedi ve tokadı yapıştırdı.
Aslı, gözyaşları içinde odasına koştu. Arda başını eğdi, dudaklarının kenarı seğirdi; bir şeyleri yutuyordu içinde.
Yeni bir anı. Gök gürlüyordu. Şimşek, pencereyi aydınlatınca küçük Aslı yatağında sıçradı. Titreyerek yorganı başına çekti.
“Açım... korkuyorum...” dedi iç geçiren sesiyle.
Yorganın altında yalnız, karanlıkta küçücük bir varlıktı o.
Azra artık daha fazla dayanamadı. Yumruklarını sıktı, gözlerinde parlayan öfke ve acı birbirine karıştı. Ciğerlerine dolan acıyı kelimelere dökmeye çalıştı ama sesi çatladı.
“Yeter!” diye bağırdı. Sesi kırıldı, sonra yeniden yükseldi. “Yeter Aslı! Durdur şunu!”
Anıların acımasız akışına karşı koymak ister gibi ayağa fırladı, gözleri nemliydi. Tüm gücüyle haykırdı:
“Bana şimdiki zamanını göster!”
Anılar durdu. Bir anlık sessizlik çöktü. Çınar ağacının yaprakları hafifçe hışırdadı, rüzgâr usulca esiyordu. Kimsenin sesi çıkmadı. Sadece Ece'nin gözünden bir damla yaş sessizce süzüldü, yanaklarından kayarak masaya düştü. O an, yaşananların ağırlığı herkesin içine işledi; kelimeler gereksizdi artık.
Zihinlerindeki son görüntü, yaşlanmış babasının yüzünde soğuk bir ifadeyle on yedi yaşlarındaki Aslı’yı, iyi döşenmiş, bahçeli küçük bir evin önüne getirdiği andı. Babasının sert sesi taş zemine çarpan topuk sesleriyle kesiliyordu.
“Üniversiteyi burada okuyacaksın,” dedi, omuzlarını hafifçe silkerek. “Artık büyüdün, başının çaresine bakabilirsin. Bu evi senin için satın aldım. Dışarıda da araban var. Şu banka hesabında da yüklü miktarda para var. Artık kendi ayaklarının üzerinde dur. Bana daha fazla yük olma.”
Genç Aslı’nın gözleri, anlık bir umut kıvılcımıyla doldu. Titrek sesiyle cevap verdi, “Teşekkür ederim, baba.” Kelimeler dudaklarından zar zor dökülüyordu. “Söz veriyorum, üniversiteyi iyi bir dereceyle bitireceğim, benimle gurur duyacaksın.”
Babası, bu söze karşılık omuz silkerek, hafifçe başını çevirdi. “Ne yaparsan yap. Önemli bir şey olmadıkça beni arama!” diyerek kapıyı sertçe kapattı.
O an, genç kızın yüzündeki umut, kapının gürültüsüyle birlikte sanki yok oldu.
Aslı gözlerini açtığında yüzünde garip, neredeyse neşeli bir ifade vardı. Derin bir nefes aldı, göğsü hafifçe kalkıp indi. “İşte bu kadar!” dedi, sanki yılların yükünü üzerinden atmışçasına.
Ama yanında duran arkadaşlarının tepkileri bambaşkaydı.
Arda’nın gözlerinden yaşlar süzülüyordu; ani bir hareketle yerinden kalkıp Aslı’yı sımsıkı sardı. Sesi, öfke ve acıyla doluydu, dişlerinin arasından güçlükle kelimeleri seçiyordu: “O babana ve o suratsız kadına söyle... Sakın ölmesinler! Sakın!”
Etrafındakiler de yerlerinden kalkmış, Ebru ile Ece de Arda’nın kollarında Aslı’ya destek oluyordu. Can ise adeta donup kalmış, bakışlarını bir yere odaklayamamıştı.
Azra, oturduğu yerde donuklaşmış, sanki anıların içinde kaybolmuştu. Bebekken hissettiği çaresizlik, küçük kızın korkusu, genç kızın reddedilişi... Empatisi o kadar derindi ki bedeni tepki veremiyordu; zihni bomboştu.
Aslı, arkadaş grubunun üzerindeki ağır sessizliği kırmaya çalışarak hafifçe espri yaptı: “Ece! Ece, boğacaksın beni tamam!” Gözlerini kısıp tebessüm ederken, ortamda bir nebze sıcaklık oluştu.
Can, Azra’nın hareketsizliğini fark etmişti. Endişeyle yanına yaklaşıp, hafifçe omzuna dokundu. “Azra? İyi misin?” diye seslendi, gözlerindeki kaygı belli oluyordu.
Can’ın sesi yankılandı kulaklarında ama zihni hâlâ o görüntülerde takılıydı. Bebek Aslı, çocuk Aslı ve genç Aslı’nın yaşadıkları ve yaşamış olabilecekleri zihnine hücum ediyordu.
“Nasıl bu kadar güçlü kalabildin Aslı? O küçücük kalbinle tüm bu yükü nasıl taşıdın?”
Yutkundu ama boğazı kuruydu. Gözlerini Can’a çevirdiğinde yalnızca dudakları kıpırdadı:
“Ben... iyi değilim sanırım.”
Bakışı, sanki onu korumaya almış bedenlerin arasında küçücük kalan Aslı’ya takıldı. "Biraz... biraz yalnız kalmam lazım.”
Ama içinden geçen bambaşka bir şeydi:
“Keşke seni o evin kapısında tutup saran biri olsaydım… Keşke daha önce tanısaydım seni.”
Aslı, arkadaşlarının arasından başını uzatarak sertçe çıkıştı: “Kalamazsın!”
Diğerleri de hep bir ağızdan aynı kararlılıkla destek verdi: “Evet, kalamazsın!”
O anda Azra’nın yalnız kalmasına izin vermeyecekleri her hallerinden belliydi.
Azra, bacaklarının titrediğini hissedip zorlanarak ayağa kalkmaya çalıştı. “Kusura bakmayın çocuklar,” dedi, sesinde yorgunluk ve özür vardı. “Siz takılın... Derste görüşürüz,” diyerek yavaşça onlardan uzaklaşmak için bir adım attı.
Azra, arkadaşlarının yanından nasıl uzaklaştığını bile fark etmemişti. Ayakları onu bir bilinçle değil, içgüdüsel bir kaçışla spor salonuna sürüklemişti. Zihni, Aslı’nın geçmişine açılan o acı dolu pencerenin görüntüleriyle kıpır kıpırdı. Bir şey yapmalıydı. Hareket etmeliydi. Nefes alması için, düşünmeyi bırakması için...
Sert bir adımla salonun parkelerine girdi. Parmak uçlarındaki topukları taş zeminle buluştuğunda çıkan yankı, içindeki çığlığa eşlik eder gibiydi. Aniden koşmaya başladı. Solukları boğazına takılıyor, ciğerleri yanıyor, bacakları titriyordu ama durmadı. Fiziksel acı, ruhundaki sızının üzerine cılız bir perde çekiyordu en azından.
Nihayet vücudu tükenince, sendeleyerek boks alanına yöneldi. Kum torbası sessizce sallanıyordu karşısında. Gözlerinin önünde beliren yüzler birer birer yer değiştirdi: Aslı'nın umursamaz annesi… ifadesiz bakıcı… ve en çok da, hiçbir şey yapmamış o adam… babası.
Dişlerini sıkarak ilk yumruğu indirdi. Kum torbası geri savruldu. Ardından bir tane daha… sonra bir tekme… bir yumruk daha… Her darbe ile öfkesi biraz daha kabarıyor, bedenini sarsan adrenalin nefeslerini parçalara ayırıyordu.
Vurdu, tekrar vurdu. Yumruklarının sesi, içindeki sessiz çığlıkla yarışır hale geldi. Parmakları sızlarken, dikişler yırtıldı. Torbanın içindeki kum, ağır ağır zemine döküldü. Boşalan torba gibi, Azra'nın içindeki direnç de dağıldı.
Yığıldı. Kan ter içinde, zemine çöktü. Yumrukları hâlâ sıkılıydı ama artık öfke değil, keder sızıyordu çatlaklarından. Nefesi titredi. Bebek Aslı’nın boş bakan gözleri yeniden belirdi gözlerinin önünde, ardından minik elleriyle sirke içmeye çalışan çocuk Aslı… ve en son, gözyaşlarını içine akıtan genç hali…
Birden içinden taşan hıçkırıklar geldi. Azra, spor salonunun ortasında, kontrolsüzce ağlamaya başladı. O güçlü, dimdik Azra… şimdi küçük bir çocuk gibi titriyordu. Ama kendisi için değil, o çalınmış çocukluk, o sahipsizlik için. Aslı için.
Tam o sırada burun deliklerine tanıdık bir koku doldu: sandal ağacı ve limon. Karanlığın ortasında gelen tanıdık bir parıltı gibiydi bu koku. Başını kaldırdı. Buharlaşan gözyaşlarının arasından yeşil gözlerle karşılaştı, Arda.
Arda hızla yanına çömeldi. Gözlerinde sadece endişe yoktu; onu böyle görmek içini parçalamıştı. Bir eliyle Azra’nın yüzünü sildi, parmakları titreyen yanaklarına dokunurken sesi neredeyse fısıltıya yakındı.
“Azra... yapma böyle,” dedi yumuşak bir tonla. “Hem sen yaralısın zaten, unutma. Geçti o günler. Aslı artık bizimle. Güvende. Mutlu.”
Azra burnunu çekti, hıçkırıkları arasında bir kelime fısıldadı. “Nasıl buldun beni?”
Arda hafifçe gülümsedi, gözlerinde buruk ama sıcacık bir ifade vardı. "Seni benden başka kim bulabilir ki?" dedi, sanki aylardır süregelen bir oyunun şifresini anımsatır gibi. Aralarında kelimelere dökülmeyen bir anlayış vardı, kardeşlikten öte, kaderin birleştirdiği bir bağ.
"Hadi kalk," dedi ve Azra'nın kollarını tutarak onu yerden nazikçe kaldırdı. Azra hâlâ titriyordu. Arda, işaret parmaklarıyla onun dudaklarının kenarlarını yukarı itti. "Yüzünü şöyle bir düzelt hele. Herkes yemekhanede seni bekliyor. Seni duşa götüreyim, biraz kendine gel, sonra birlikte gideriz."
Azra başını salladı. "Tamam," dedi. Sonra Arda'ya çatılı kaşlarının ardından baktı. "Ama sen... beni böyle görmedin, tamam mı?"
Arda, yüzüne hafif bir tebessüm yayarak ellerini teslim olur gibi havaya kaldırdı. "Görmedim, duymadım, bilmiyorum," dedi, her zamanki muzipliğiyle. Ardından Azra'nın dağınık hâline göz gezdirdi. "Ama cidden toparlan biraz. Maymuna dönmüşsün, sümükler falan akıyor... İğrençsin!"
Azra, yüzündeki gözyaşlarının arasından hafifçe güldü, acıyla karışık, ama içten. Arda'nın koluna girdi ve birlikte spor salonundan dinlenme odasına doğru yürümeye başladılar; adımları yavaş ama daha dengeliydi artık.
Azra, soğuk suyun altında kendini bıraktı; taş zeminde topuklarının hafifçe yankılanması geride kaldı. Su, bedenini ve allak bullak olmuş zihnini biraz olsun sakinleştirirken, gözlerini kapatıp derin nefes aldı. Çıkınca Arda'nın ona verdiği siyah, uzun şifon elbiseyi özenle üzerine geçirdi. Belki dış görünüşünü toparlamak, içindeki karmaşayı gizlemek için bir kalkan olurdu bu. Saçlarını toplamakla meşgulken, Arda elinde bir bardak su ve küçük, beyaz bir hapla yanına yaklaştı. Azra’nın Aslı'nın yaşadıklarından çok etkilendiğini biliyor, Dünya’daki yaralı bedeninin üzerine binen bu yoğun duygusal sarsıntının onu daha da savunmasız bırakacağından korkuyordu.
Arda, tereddüt etmeden, hafifçe kaşlarını çatıp gözleriyle Azra’yı dikkatle süzerken, elindeki hapı ve suyu uzattı:
"Al, iç şunu," dedi, sesi hem ısrar hem endişe taşıyordu.
Azra, kaşlarını kaldırarak hapı süzdü; sesi alayla karışık bir tonda:
"Ne bu?"
Arda, biraz gülümseyerek açıkladı:
"Hafif bir sakinleştirici. Okulun verdiklerinden. Daha iyi hissedeceksin."
Azra, çenesi hafifçe titrerken karşı çıktı:
"Sakinleşmek istemiyorum ki ben."
Arda, ses tonunu biraz düşürüp ama alaycı bir gülümsemeyle karşılık verdi:
"Herhalde güçlerini alınca ya bizi ya kendini öldüreceksin Azra! İç şunu diyorum."
Azra, gözlerini kaçırırken bir an tereddüt etti. İçindeki isyanla Arda’nın samimi endişesi arasında kalmıştı. Sonra, güvenin yumuşattığı sesiyle, hapı aldı, suyla birlikte yuttu:
"Oldu mu?" dedi, yüzünde hafif bir bıkkınlıkla.
Arda, rahatlamışçasına başını salladı:
"Evet. Hadi gidelim şimdi, diğerleri merak etmiştir."
Çınar ağacının gölgesinde, taş piknik masası etrafında toplanmış arkadaşları, nehirin hafif sesiyle karışan telaşla onları bekliyordu. Ebru, kaşlarını çatarak ilk sözü aldı:
"Azra, delirtecek misin bizi? Neredeydin?"
Azra, topuklarının taş zemine bastığını hissederek başını hafifçe eğdi ve sakin bir tonla yanıt verdi:
"Duştaydım."
Aslı, gözlerindeki endişeyi gizleyemeyerek sordu:
"İyi misin peki?"
O bakış, Azra’yı bir an paniğe sürükledi. Az önceki gözyaşları, şiş gözleri ve kontrolünü kaybettiği anları hatırladı. Bu zayıflığı tekrar ortaya koymak istemiyordu. İçgüdüsel olarak kendini korumak için bilinen en keskin zırhını kuşandı: alaycı bir maske.
Azra, derin bir nefes aldı ve bulabildiği en umursamaz, mesafeli sesiyle karşılık verdi:
"İyiyim tabii! Maşallah, sen de gayet iyi durumdasın; evin var, araban bile var!"
Söylediği an kelimelerin sertliğini fark etti ama geri adım atamadı.
Aslı, hafifçe kaşlarını kaldırdı, Azra’nın bu ani değişimine şaşırmamıştı; arkadaşı savunmasız hissettiğinde duvarlarını böyle örerdi. Oyunu sürdürdü, alaycı bir tavır takındı:
"Heh! Evet! Ayrıca saçma sapan aile sorunlarım da yok artık, kendi kendime yetiyorum!"
Azra, hafifçe gülümsedi, Aslı’nın bu karşılığıyla rahatlamıştı. "Aferin sana kıvırcık kafa." Gözlerindeki arkadaşıyla gurur duyan parıltı açıktı. Aslı yanına otururken, Azra elini onun kıvırcık saçlarına uzattı. Parmakları saçlarının arasında gizli bir şefkatle gezindi.
Aslı, hemen sızlanmaya başladı:
"Ya yapma ama şunu! Kuş yuvası gibi oluyorlar sonra!"
Azra, alaycı bir tonla cevap verdi:
"Zaten kuş yuvası gibiler."
Aniden Aslı ciddileşti, gözlerini Azra’ya dikti:
"Sen şimdi beni bırak da kendin anlat bakalım. Ne haltlar ediyorsun Dünya’da? Nasıl yaralandın? Ve Mert kim?"
Azra, derin bir iç çekişle kaçamak bir gülümsemeye karışan yorgunlukla, bir an durdu. Tüm soruları tek tek cevaplamakla yorulacağını biliyordu. İçinden geçeni hissettirdi: Onlara hepsini anlatmak... Zaman kaybı. Ama Aslı’nın yeteneğiyle biraz daha kolay olur.
Daha sonra Aslı’ya döndü, sesi yorgun ve hafif alaycıydı:
"Heh, evet... Sorgu melekleri... Şimdi size her şeyi anlatmakla kendimi yoramam Aslı. Onlara Dünya’daki son bir ayı gösterir misin? İzin veriyorum."
Zihnini arkadaşının telepatik gücüne açtı.
“Seve seve,” dedi Aslı, dudak kenarına yayılan muzır bir gülümsemeyle.
O an, etrafındaki turuncu hale titreyip dalga dalga genişlemeye başladı. Çınar ağacının yaprakları üstlerinde hafifçe kımıldarken, havadaki büyülü kıvılcım tınılarıyla birlikte herkesin zihninde aynı görüntüler belirmeye başladı. Mavi taştan oyulmuş masa bir anda sessizleşti; gülüşmelerin yankılandığı uzak masalardan gelen tabak-çatal sesleri bile bu yoğunluğun içinden zar zor süzülüyordu.
Aslı’nın bakışları kısa bir an bulanıklaştı. Başını hafifçe yana eğerek düşüncelerini odakladı. Azra’nın zihninden aldığı kesitler, bir arkadaşlarının zihinlerine yansımaya başlamıştı.
Görüntüler birbirine akıyordu. Dünya’daki son bir ay canlanıyordu gözlerinde. Selin ve Pelin’in taşınma telaşı, Ece’nin gözlerinde kısa bir tebessüm oluşturdu; tanıdık bir karmaşaydı bu. İş yerindeki sıradan anlar hızla geçerken, Mert’le olan ilk karşılaşma belirince Azra istemsizce gözlerini kırptı. Onun koruyucu tavırları, aralarındaki sivri ama eğlenceli atışmalar... Gülümseyen dudakların kıvrımı bir anda yok oldu.
Pelin’in, Mert’le konuşurkenki flörtöz ve kışkırtıcı tavırları gözlerinin önüne serildiğinde Ebru’nun kaşları sertçe çatıldı. Parmakları masanın kenarında gerildi. Ece'nin gözleri daraldı, dudakları hafifçe büzüldü. Hava bir anlığına serinledi sanki; çınarın gölgesi daha da koyulaştı.
Sonra... Görüntü karardı.
En sarsıcı an geldiğinde mavi taş masanın etrafındaki nefesler düzensizleşti. Semih’in saldırısı sonrası Azra’nın kanlar içinde kaldırıma yığıldığı o an… Zihinsel yansımada görüntü sabitlendi.
Ama Mert… orada değildi.
Görüntüde zaman aktı. Dakikalar geçti. İnsanlar Azra'nın yanından hiçbir şey olmamış gibi geçip gidiyordu. Hiç kimse durmadı. Hiç kimse yardım etmedi. Bir çatal düşüp başka bir taş masaya çarptı, tiz sesi yankılandı ama buradaki sessizlik o sesten bile daha acı vericiydi.
Ebru’nun gözleri doldu. Gözlerini kaçırmaya çalıştıysa da başaramadı. Can, çenesini kasarak yumruğunu sıktı; elinin üzerindeki damarlar belirginleşti. Yüzüne düşen gölge bir an çınar yaprağı gibi titredi.
Sonunda... O on dakikanın sonunda, Mert’in nefes nefese koşan endişeli yüzü belirdi. Ter içinde, panikle dizlerinin üzerine çöktü. Azra’nın gözleri onu hatırlıyordu; ama zihninde hâlâ boşluktan başka bir şey yoktu.
Derin bir iç geçişinden sonra başka bir görüntü belirdi; hastane odasının loş ışığında parlayan bilgisayar ekranı. Ekranda Mert’in eski sevgilisiyle olan o mutlu anlar, kısa ama keskin bir bıçak gibi görüntünün içine saplandı. Azra’nın içinde bir yerde, hâlâ kapanmayan bir boşluğu dürter gibiydi bu an.
Masanın etrafındaki sessizlik daha da büyüdü. Rüzgâr, çınar yapraklarını savurdu, nehirden hafif bir su sesi yükseldi. Başka bir masadan gelen neşeli kahkahalar bu ağır havaya çarpıp eridi gitti.
Bir süre kimse konuşmadı. Aslı'nın gösterdiği hatıralar, masanın etrafındaki herkesi içine çekmiş, konuşma isteğini alıp götürmüştü. Nehrin şırıltısı hâlâ oradaydı ama sanki daha uzaktan geliyordu artık. Can göz ucuyla Azra’ya baktı bir şey demedi ama bakışlarında ince bir destek vardı. Ebru ellerini dizlerinde birleştirip sıkarken, Ece çenesini avucuna dayayıp yere bakıyordu. Sessizlik, yavaşça çözülmeye başladı.
Görüntüler sona erdiğinde Aslı gözlerini yeniden açtı. Hâlâ biraz dalgın görünüyordu. İlk sesi Ebru çıkardı, sesi ince bir titremeyle ama kızgınlıkla yüklüydü.
“Pelin’e gıcık olabiliyor muyuz şimdi?”
Sözleriyle ortamı biraz olsun rahatlatmak istemiş gibiydi ama alttan alta hâlâ endişeliydi. Azra, omuzlarını dikleştirip arkadaşını savundu.
“Olamıyorsunuz,” dedi net bir tonla. “Çünkü onu tanımıyorsunuz. Sadece gördüklerinizle yargılamayın.”
Ece kaşlarını çattı, dudaklarını büzerek Azra’ya döndü.
“Kusura bakma Azra ama gerçekten sinir bozucuydu!”
Azra iç çekti; kalbinden geçenle yüz ifadesi birbirine yakındı, gergin ama kararlıydı.
“İyi kızdır aslında Pelin.”
Konuyu dağıtmak istercesine bakışlarını masanın ötesine çevirdi. Ebru, sessizliği bozmak için mırıldandı:
“Mert de hoşmuş ama…”
Can anında başını kaldırdı. Gözlerini Ebru’ya dikip kaşlarını hafifçe kaldırdı.
“Çok mu beğendin aşkım?”
Sesindeki kıskançlık açık ve hatta biraz fazla belirgindi. Ebru kıkırdayarak onun yanağına bir öpücük kondurdu.
“Azra için hoş demek istedim canım! Yoksa benim gözüm senden başkasını görmez, biliyorsun.”
Azra hemen elini kaldırıp ikilinin arasına sanal bir çizgi çekti.
“O benim sevgilim değil,” dedi biraz fazla aceleyle.
Arda kollarını kavuşturdu, bakışları Azra’nın üzerinde sabitlendi. Gördükleri hâlâ zihninde dolaşıyordu.
“Anılarda bana pek öyle gelmedi ama Azra.”
Sesinde hafif bir sitem vardı. Azra aniden gerildi, sesi yükselmeden ama net bir inatla karşılık verdi.
“Gördünüz işte bilgisayarındaki fotoğrafları! Hâlâ eski sevgilisini unutamamış!”
Can dudaklarını sıktı, sonra biraz öne eğilerek ciddi bir ses tonuyla araya girdi.
“Saçmalama Azra, unutmuş işte silmeyi! Ben senin düşündüğün gibi olduğunu sanmıyorum.”
Bir an sustu, sonra sesi yumuşadı, ama kelimeleri tartarak söyledi:
“Ayrıca... bence bu çocuk sana âşık.”
Azra küçük bir kahkaha attı, ama o kahkahada neşe değil, alay vardı.
“Bana âşık olsaydı, bilgisayarında altı yıllık sevgilisinin fotoğrafları duruyor olmazdı herhalde, değil mi?”
Arda bir anda başını salladı, sesi yükseldi.
“Kesinlikle katılıyorum!”
Gözlerinde Azra’yı koruma isteğiyle karışık bir öfke vardı; içgüdüsel, siper alır gibi bir sadakat. Aslı da başıyla onayladı.
“Bence de Azra haklı,” dedi sessizce.
Ona göre durum netti: geçmişini silemeyen biriyle yeni bir hikâye yazılamazdı.
Azra, etrafındaki seslerin çarpışmasında yalnızlaştığını hissetti. Herkesin haklı olduğu bir yerde, o kendi içinde kayboluyordu. Gözlerini kapattı bir an; içinden geçen ilk görüntü, hastane odasının sessizliği ve o fotoğraflardı.
Her şey… tam da o fotoğraflarla başlamıştı.
Hastane odasında gözlerini ilk kez açtığında tavan lambasının solgun ışığı gözbebeklerinde titredi. Soluk mavi duvarlar sessizce üzerlerine kapanmış gibiydi. Başucunda annesinin nemli gözleri, babasının çatık kaşları, Akın’ın ürkek bakışları ve arkadaşlarının endişeli yüzleri beliriverdi. Üç gece geçmişti… Belirsizliğin ve bekleyişin gölgesinde geçen uzun üç gece.
Babası, her zamanki otoriterliğiyle hastane koridorlarını Mert’ten arındırmaya çalışsa da başaramamıştı. Mert, inatla, sessizce, gölge gibi kalmıştı orada. Bazen bahçede duvar dibinde, bazen de koridorun ucundaki kırık bacaklı sandalyede oturmuştu sabırla. Ne zaman Azra'nın annesi ya da babası odadan ayrılıp doktorla konuşmaya ya da kantine inmeye gitse, o fırsatı kollayıp içeri süzülüyordu. Ayak seslerini hafifletmiş, nefesini tutmuş gibi... Sanki gürültü değil, sadece varlığıyla bile bir uyarı tetiklenecekmişçesine temkinliydi. Ve Azra’nın yanında her seferinde aynı şey olurdu; gözleri telaşla onu tarar, nabzını yoklarmış gibi yüzünü inceler, ardından biraz olsun rahatlamış bir ifadeyle odadan yine çekilirdi.
Azra gözlerini açtığında Selin ve Pelin'e gözündeki yaşlarla sarılmıştı. Sonra Azra'yı yalnız yakalayabildiği bir akşam usulca yine odaya sızmıştı. Sessizlik, taze yıkanmış çarşaf kokusuyla sarmalanmıştı. Eli kapı kolunda kısa bir tereddüt yaşadı, ardından içeri adım attı. Üzerindeki gri tişörtü bile yorgundu, saçları dağınıktı. Azra ona döndüğünde, Mert hafifçe başını eğerek elindeki laptopu gösterdi.
“Sıkılma diye sana film ve müzik listesi hazırladım,” dedi, sesi neredeyse bir fısıltıydı. Gözlerinde hâlâ o gölge… suçlulukla sabrın karışımı.
Azra kaşlarını kaldırarak şaşkınlıkla baktı. Beklemediği bir incelikti bu. Gülümsediğini bile fark etmeden laptopu aldı. Mert, kapıya telaşlı bir bakış attı. Azra'nın saçlarının üzerine hızlı bir öpücük bıraktı geriye çekildi, yalnızca “İyi ol,” diyen bir bakışla odadan çıktı.
O gider gitmez Azra, parmakları temkinli bir merakla touchpad’in üzerinde gezinmeye başladı. Masaüstünde birkaç klasör… İlk başta müzik ve film listelerine baktı. Sonra… başka bir klasör. Açtığında ekran donmuş gibi oldu.
Sarışın bir kız… Yeşil gözler… Parlak gülümsemeler. Fotoğraflar samimiydi; fazla samimi. Kızın başı Mert’in omzuna yaslanmıştı birinde. Diğerinde kahkahalar atıyorlardı. Sanki kamera yokmuş gibi, sanki dünya sadece onlar için dönüyormuş gibi…
Azra’nın karnında bir yumru oluştu. Sanki midesine saplanan soğuk bir bıçak. Ne olduğunu tam olarak anlamadan laptopu yavaşça kapattı. Ama bir fotoğrafı ekranı kaplayacak şekilde açık bırakmıştı. Bilerek mi yapmıştı, farkında olmadan mı? Kendi bile bilmiyordu. Mert odaya döndüğünde, ona tek kelime etmeden bilgisayarı geri uzattı. Gözleri, gözlerinin içine bile bakmamıştı.
O andan sonra gelen hiçbir arama, hiçbir mesaj, hiçbir not… Hiçbiri yankı bulmadı. Azra, duvar örmüştü. Mert, penceresinin önüne çiçekler bıraktı. Mektuplar yazdı, bazen üç sayfalık, bazen sadece “Affet” yazan. Anlatmaya çalıştı: “O kız sadece eski sevgilim değil… çocukluk arkadaşım.”
Ama bu bilgi Azra'nın kafasını daha da karıştırdı. O geçmiş artık sadece eski bir ilişki değil, aynı zamanda kök salmış bir bağdı. O bağı görünce, içinde daha önce adını koyamadığı şey birden ete kemiğe büründü: Güvensizlik.
Mert son bir umutla mesaj attı: “Lütfen bir kere görüşelim. Her şeyi gözlerinin içine bakarak anlatayım.”
Ama Azra, o mesajı okuduğu hâlde cevap bile vermedi.
Göz kapakları yeniden açıldığında, yemekhanedeki masaya dönmüştü. Anlık bir sersemlikle etrafına baktı. Arkadaşları hâlâ Mert’i tartışıyordu. Sesleri bulanık bir uğultu gibiydi önce. Ardından kendi iç sesi onu yeniden topladı.
Omuzlarını geriye attı, gözleri kararlıydı artık. Bu mesele şimdilik burada kalmalıydı.
Net ve güçlü bir sesle konuştu:
“Mert konusunu sonra düşünürüm.”
Bakışlarını tek tek arkadaşlarına çevirdi.
“Şimdi… kehanetlere gelelim.”
Ebru merakla öne eğildi, gözlerini Azra'ya dikmişti.
"Evet Azra, gelelim asıl konuya. Kafandan ne geçiyor senin?"
Azra, masadaki arkadaşlarının yüzlerine tek tek baktı. Gözlerinde kararlılıkla örülmüş sessiz bir inanç parlıyordu.
"Bakın," dedi, sesi bu kez daha net ve tok çıkmıştı. "Bu altı kişilik dost grubu meselesi... Okulumuzda yaptığımız araştırmaya göre, şimdilik bizden başka bu tanıma uyan kimse yok gibi görünüyor. Diğer okulları henüz bilmiyoruz ama en kötüye hazırlıklı olmalıyız."
Cümlesinin sonuna doğru gözlerini kısarak derin bir nefes aldı. Omuzları bir an için gerildi, sonra bilinçli bir kararlılıkla gevşedi.
"Bu yüzden bu saatten sonra hepimiz çok sıkı çalışacağız. Her sabah fiziksel idman yapacağız; hem bedenimizi güçlendirmek hem de birlikte hareket etmeyi öğrenmek için. Ayrıca yetilerimizi geliştirmek için eşli pratikler yapacağız."
Sessizlik bir an masanın etrafına oturdu. Azra, gözlerini kaçırmadan devam etti.
"Çalışmaları hem grup halinde hem de ikili olarak sürdüreceğiz. Eşleşmeler şöyle: Arda benimle, Ece Aslı’yla, Ebru ve Can siz de birlikte çalışacaksınız."
Can’ın yüzü kısa bir şaşkınlıktan sonra hafif bir gülümsemeye büründü. Ebru da başını memnuniyetle salladı. Öte yandan Aslı'nın alnı kırıştı, göz ucuyla Ece’ye baktı. Ece ise ifadesini saklamaya çalışsa da dudaklarını büzmesi, hoşnutsuzluğunu gizleyememişti. Arda ise sessizce önüne bakıyor, tepkisini belli etmiyordu.
Azra, kimsenin homurtusuna kulak asmadan devam etti.
"Ayrıca haftada iki gün belirleyip hep beraber de çalışacağız. Günleri sonra birlikte kararlaştırırız."
Masaya kısa bir sessizlik çöktü. Azra gözlerini kaçırmadan hepsini süzdü.
"Bu iş oyun değil artık," der gibiydi bakışları. Ardından ses tonunu hafifçe yumuşattı.
"Kehanet beklemeyecek."
Planın ilk aşamasını netleştirmişti. Şimdi sırada bilgi toplamaya dair kısmı vardı.
"Kahinleri takibe devam edeceğiz," dedi Ece’ye dönerek. "Sen bu konuda bize bilgi verirsin."
Ece başını ağır ağır salladı. Azra, konunun en kritik yerine geldiğini hissetti ve sesini yeniden sertleştirdi:
"En önemlisi, diğer okullarla artık bağlantı kurmamız lazım. Eğer Anterius ya da Karius gibi okullarda da altı kişilik gruplar varsa, onların da bu kehaneti bilmeye hakları var."
Bu söz üzerine Can kollarını göğsünde kavuşturdu, alnını buruşturdu.
"İyi de, nasıl bağlantı kuracağız ki? Ben diğer okullardan kimseyi tanımıyorum," dedi, omuzlarını hafifçe silkerek. Göz ucuyla Ebru’ya baktı, diğerlerinin de aynı fikirde olduğunu fark edince biraz rahatladı.
Arda, biraz isteksizce söze girdi.
"Ben sadece Anterius'tan beni kurtaran çocuğu biliyorum... ama aramızda bir arkadaşlık yok."
Azra’nın bakışları kısa bir an boşluğa kaydı. Sare’nin "bekleyin" diyen soğukkanlı sesi zihninde yankılandı ama iç sesi hemen itiraz etti.
Beklemek lüksümüz değil. Bu yol bize aitse, yönünü de biz çizeceğiz.
"İlan vermeyi düşünüyorum," dedi sonunda, sesi sakin ama netti.
Masadakilerin kaşları hafifçe kalktı.
"Okuldaki ilan panosuna bir duyuru asacağız. Karius ve Anterius’tan tanıdıkları olan veya onlarla iletişim kurabilecek kişiler varsa, okul başkanı olarak Ebru’ya ulaşmalarını isteyeceğiz."
Ebru bir an düşündü, sonra başını onaylarcasına eğdi.
"Güzel fikir," dedi sessizce.
Masaya yeniden sessizlik indi ama bu kez düşünceli ve kararlıydı. Planın ilk adımları atılmıştı. Zaman işlemeye başlamıştı artık.
Ebru dudaklarını büzerek ağır bir iç çekti, omuzları hafifçe düştü. Masanın yanındaki çimenlere konan bir kuşu izlerken mırıldandı: “Neden hep ben?” Sesi hem yakınma hem kabullenişle doluydu. Ardından, masanın mavi taşına parmak uçlarıyla vurdu. “İyi tamam, ben hallederim ilanı.”
Çınar yapraklarının arasından sızan güneş ışıkları, yüzlerine yumuşak halkalar düşürüyordu. Arka masalardan kahkahalar yükseldi; birileri içli köftenin içine limon sıkıp üzerine büyü yazmıştı, ortalıkta minik mavi dumanlar dolanıyordu. Tabakların birbirine çarpma sesi, yürüyen öğrencilerin çimenleri ezdiği hışırtıyla birleşti. Azra ayağa kalkarken çantasını omzuna attı; taş zeminde topuklarının çıkardığı tok ses, arkadaşlarının da kalkmasına işaret etti.
Ama tam o an, sesi kararlı ve keskin bir tonla havada asılı kaldı:
“Bir de...”
Sustu, gözleri hafif kısıldı. “Kütüphanenin yasaklı bilgiler bölümüne girmem lazım.”
Rüzgâr çınarın yapraklarını kıpırdattı, gölgeler titredi. Sanki onun cümlesiyle birlikte tüm ortam bir anlığına durakladı. Masadan birkaç adım uzaklaşmış olan Ece, olduğu yerde döndü. Kaşları çatılmış, göz bebekleri büyümüştü. “Ne? Neden?!”
Sesi gürültüye rağmen yankılandı.
Azra gözlerini kaçırmadı, ama sesi biraz daha yumuşaktı şimdi. “İşimize yarayacak bir şeyler olabilir belki... Görmek istiyorum sadece.”
Cevap çok daha fazlasını saklıyordu; ama o, bunu şimdi dile getirecek hâlde değildi. İçinde, henüz kelimeye dökülememiş bir kuşku çırpınıyordu.
Aslı, mavi masa taşını tırnaklarıyla tıkırdatarak yaklaştı ona. Kaşları neredeyse birleşmişti. “Azra, o kapıyı sadece öğretmenler ya da ölüm açar, biliyorsun!”
Azra başını hafifçe yana eğdi, yüzünde kımıldamayan bir sakinlik vardı. “Biliyorum,” dedi.
Gözleri, sabırla ama tereddütsüz konuşuyordu. “Önce Ali’yle konuşacağım. Stajyer de olsa bir öğretmen, belki onun yetkisi vardır. Yoksa... Sare’den izin almaya çalışacağım.”
Can’a döndü; bir an gözlerinin içine baktı, sonra başını hafifçe eğdi. “Belki sen istersen Sare izin verir, ne dersin? Seni seviyor.”
Can, bir köşede avucuyla cebindeki küçük taşı evirip çeviriyordu. Bakışları boşluğa kaymıştı. Başını kaldırdı, omuzlarını gelişi güzel silkti. “İzin vereceğini pek sanmıyorum ama... şansımı denerim tabii.”
Bir anda çınarın etrafında sessizlik oldu. Havadaki kuşlar birkaç kez ötüşüp sustular. Masaya geri eğilen Ebru, tedirgin bir yüzle sordu:
“Ya ikisi de olmazsa? Vermezlerse ne yapacaksın?”
Sorunun ağırlığı yere düşen bir taş gibi yayılırken, Azra yavaşça Ebru’nun yüzüne döndü. Gözlerinde hem oyunbaz bir parıltı hem içgüdüsel bir kararlılık vardı. Dudakları kıvrıldı, ama bu bir alay değil; kontrolü kaybetmeden korkuya hükmetme şekliydi.
“O zaman,” dedi, sesini alçaltarak, “ölmek isteyen varsa bana ulaşsın diye ilan veririm.”
Bir anda diğer masalardan gelen bir gülüşmenin arasına karıştı bu cümle; ama bu gülüş başka bir yerdeki şakayla ilgiliydi. Azra’nın sözleri, sadece kendi masalarında kaldı. Ebru gözlerini devirdi, yüzündeki gerginlik biraz dağıldı. “Hadi oradan!”
Azra göz kırptı, ama bu şakanın ardında ciddi bir gölge vardı. “Merak etme,” dedi alçak ama tok bir sesle. “Bir yolunu bulmaya çalışacağım.”
İçinde yankılanan tek düşünce vardı:
Arkadaşlarımı korumak için ne gerekiyorsa yapacağım. Kurallar, yasaklar, tehditler... Bunların hiçbiri, sevdiklerimin güvenliğinden daha değerli değil.
Ece, adımları yavaşlarken başını hafifçe eğdi. Gözlerini kaçırmadan Azra’ya baktı, sesini neredeyse bir dua gibi kısıp fısıldadı.
“Allah’ım sen yardım et… Çok korkuyorum böyle yapınca.”
Söyledikleri sadece kelimelerden ibaret değildi; göz bebeklerindeki titrek genişleme, bedeninin içe kıvrılan gerginliği, korkunun vücuduna sızdığını ele veriyordu. Azra’nın yasaklı kütüphane konusundaki kararlılığı, onun içindeki alarm zillerini çaldırmıştı.
Azra, Ece’nin koluna hafifçe dokunarak ona güven aşılamaya çalıştı. Sesi yumuşaktı ama özünde bir çelik vardı.
“Önce Ali, sonra Sare ile konuşacağız dedim ya,” dedi, ardından hafifçe başını eğdi. “Duruma göre başka bir plan yapacağım.”
Arda, iki adım geride durmuş, dudaklarını kemiriyordu. Bakışları bir an yere kaydı, sonra tedirginlikle Azra’ya döndü.
“Yapacağın diğer plan… mantıklı bir plan olsun ama, rica ediyorum,” dedi, dudak kenarları gergince yukarı çekilmiş. “Kimsenin ölmediği bir plan olsun mümkünse.”
Azra, onun gözlerinin içine baktı. Hafifçe gülümsedi. Bu gülümseme teselli değildi, daha çok “söz veriyorum” demenin sessiz bir yoluydu.
“Merak etme, birlikte yaparız,” dedi güvenle.
Sonra kolunu saatin hizasına kaldırıp baktı. Gecikmişlerdi.
“Hadi kalkalım artık, derse geç kalmayalım,” diye seslendi, ama ardından aklına bir şey daha geldi. Arda’ya döndü, gözlerini kısmıştı.
“Bu arada, Meryem hâlâ burada mı?”
Arda omuzlarını silkti, ardından etrafa şöyle bir göz gezdirdi. Sakinleşmişti, sesi biraz daha rahat çıkıyordu.
“Hayır, evine gitti,” dedi. “Berzah’taki bazı komşularıyla tanışacakmış.”
İçinden ‘En azından bir süreliğine başım rahat,’ diye geçirdi ama sesini çıkarmadı.
Azra başını belli belirsiz salladı. “Bu Meryem için iyi bir adım,” diye geçirdi içinden. Ama gözlerinin ardında başka hesaplar, başka endişeler de vardı.
Grubun geri kalanına döndü; ciddi bir lider edasıyla konuştu:
“Tamamdır. Ders sonunda ben Arda ile antrenman yapacağım bugün. Siz de kendi aranızda eşli yeteneklerinizi geliştirmeye çalışın.”
Grubun içinden homurtuya benzeyen bir “Tamam,” mırıltısı yükseldi. Ama bu itaatkar sessizlik, aynı zamanda hepsinin içindeki tedirginliğin de yankısıydı. Azra sözlerine devam etti.
“Bir de bugün herkes şu iki kehaneti tekrar okuyup ne demek istediklerini, bağlantılarını çözmeye çalışsın.”
Yine dağınık ama itaatkar bir “Tamam,” geldi. Fakat bu defa gözlerde daha çok soru vardı, cevaplardan çok.
Azra sakinleştiricinin etkisi ile biraz daha gevşemiş hissediyordu. Bakışlarını Can'a çevirdi. "Dersten önce Sare'den yetimi alayım hızlıca gidip dönelim."
Can'ın kararsız bakışları Azra'nın üzerinde dolaştı. Sonra başıyla onayladı. Söze gerek yoktu. Azra'nın koluna nazikçe dokundu. Mor hale ikisinin de etrafını sararken oldukları yerden silindiler. Sare odasında bir öğrenci ile konuşuyordu. Azra kapıyı çalıp içeriye girdiğinde karşısındaki kıza kısa sert bir bakış attı. "Efendim derse gireceğim. Yetimi almak için gelmiştim." Sare arkasına yaslanıp omuzlarını dikleştirdi. "Hangi derse gireceksin?" Gözleri iyi olup olmadığını anlamak istercesine Azra'yı tarıyordu. "Botanik." Sare onu başıyla onayladı. Bakışları masada duran kum saati ve Azra üzerinde gidip geldi. "Peki doğa gücünü kullanbileceğin şekilde blokajlı olarak veriyorum. Hala iyi görünmüyorsun," dedi gözlerini Azra'nın soluk suratında dolaştırarak. "Ders bitiminde yanıma uğra blokajı kaldırayım." Azra bir an itiraz edecek gibi oldu ama sonra zaten son ders olduğunu hatırlayınca vazgeçti hem ay gibi parlayıp kimseyi rahatsız etmeye gerek yoktu. "Peki efendim." Sare gözlerini kısaca kapattı eliyle havaya bir sembol çizmeye başladı. Azra bedeninin ısındığını hissedebiliyordu. Bir an sonra gümüşi hale etrafında cılızca titreşmeye başladı. "Teşekkür ederim efendim," diye mırıldandı. Sare onu kısaca başıyla onayladı. Zarifçe kapıyı işaret etti. "Dersten sonra görüşürüz." Azra kapının önünde onu bekleyen Can'a yürümeden önce içeride başını önüne eğmiş ellerini dizlerinin arasına sokuşturmuş oturan kıza kısa bir bakış attı. Can'a ulaştığında, "hadi gidelim," diye mırıldandı. Can onu birkez daha onayladığında mor bir hale ile silinip yeniden terastaki mavi taş masanın yanında belirdiler.
Ebru rahatlamış bir ifade ile Azra'nın etrafındaki cılız gümüş haleye baktı. "Geç kalıyoruz hadi kalkalım." Onun komutu ile herkes ayaklandı.
Topuk sesleri taş zeminde yankılanırken sınıfa doğru yürümeye başladılar. Dar koridorun hafif rutubetli havası, botanik bölümüne yaklaşmakta olduklarını haber veriyordu. Nemli taş duvarlar arasında, kokular gittikçe yeşile çalıyordu.
Sınıfa yaklaştıklarında, içeriden tanıdık bir koku karşıladı hepsini; ıslak toprak, yeni filizlenmiş yapraklar ve güneşin henüz değmediği sabah sisi... Daha önce ot yolup tohum ektikleri o tanıdık tarla onları bekliyordu. Bir yanı işlenmiş toprak, diğer yanı envai çeşit bitkilerle doluydu.
Botanik sınıfının taş döşeli kapısından içeri adım attıklarında, nemli toprak ve fesleğen kokusu burunlarına çarptı. Tarlaya bakan amfi sıralarına yan yana otururken Arda'nın yüzündeki huzursuzluk, sessizlikten çok daha yüksek sesle konuşuyordu. Kaşlarını çatmış, dudaklarını kemirerek içini dökmeye hazır bir bomba gibiydi.
Sırtını sertçe sırasına yaslayıp homurdandı.“Ben ne Selin’den ne Pelin’den ne de o Mert’ten hoşlanmadım,” dedi, sesinde sitemli bir öfke vardı. Azra’nın Dünya’daki o insanlar yüzünden başı zaten beladaydı, bir de Mert gibi biri vardı...
Azra ona doğru hafifçe eğildi, gözlerinde alaycı bir pırıltı belirdi. “Hadi Mert’i anladık diyelim kıskançlığından,” dedi iğneleyici ama kontrollü bir tonla. “Kızlardan neden hoşlanmadın peki?”
Arda, elini iki yana açarak dudak büktü. “Başını belaya soktukları için!” dedi net, kararlı, hiç boşluk bırakmayan bir şekilde. Sanki bu yanıt, tüm dünyanın anlaması gereken bir gerçekti.
Azra derin bir nefes aldı, gözlerini sınıfın köşesindeki sarmaşık dolu raflara dikti. Sonra bakışlarını tekrar Arda'ya çevirdi. “Arda, aynı şeyi siz tehlikede olsanız sizin için de yapardım, biliyorsun,” dedi, sesi yumuşak ama içinde hafif bir kırgınlık barındırıyordu.
Arda hemen yanıtladı. “Yaparsın, biliyorum!” Sesi bir anlığına yükseldi, ardından duraksadı. “Ama orası Dünya Azra! Bak başına gelenlere!” Gözlerini kaçırdı, kelimeleri yutkunarak devam etti. “Ayrıca madem o çocuk seni seviyor, arkadaşlarıyla görüşmek yerine bütün gün senin etrafında olmalıydı, başında beklemeliydi!”
Sözlerinin sonunda yana kaydırdığı bakışları, içinden geçen "Ben olsam öyle yapardım..." cümlesini sessizce yankıladı.
Azra gözlerini devirdi, burnundan kısa bir nefes verdi. “Saçmalama Arda, çok boğucu olurdu bu,” dedi, sesi sabırsızca titredi. “Hem sen o insanları hiç tanımıyorsun ki. Tanımadığın insanlar hakkında böyle olumsuz yorumlar yapma lütfen. Hoşlanmıyorum ben böyle şeylerden.”
Sözleri keskin bir dürüstlük taşıyordu; sadece Arda’ya değil, hepsine bir hatırlatma gibiydi.
Aslı hemen atıldı, gözlerini Arda’ya çevirdi. “Hoşlanmasan da ben Arda’yla aynı fikirdeyim Azra,” dedi kararlılıkla. “Biz onları tanımıyoruz evet ama onlar seni tanıyor olmalı! Ona göre davranmalılardı.”
Azra'nın omuzları hafifçe gerildi. Yüzünde beliren yorgunluk, içindeki öfkeyle birleşince sesi neredeyse buhar gibi yoğunlaştı. “Lütfen,” dedi, sesi buz gibi bir uyarı taşıyordu. Dudakları gerildi, gözleri tek tek her birine baktı. “Sizinle Dünya hayatımı paylaştığıma beni pişman etmeyin. Size güvenip anlatıyorum, endişelenmeyin diye yapıyorum bunu. Ama böyle yargılamaya devam ederseniz, bir daha size Dünya hakkında hiçbir şey anlatmayacağım.”
Sözleri sınıfın havasını bir anda değiştiriverdi. Arda ve Aslı'nın dudakları istemsizce kapandı, ikisi de göz göze gelmeden içgüdüsel bir şekilde dudaklarına hayali birer fermuar çektiler. Sessizlikleri bir özür gibiydi.
Can hemen Azra’nın tarafına geçti, ellerini iki yana açarak savunmaya geçti. “Rahat bırakın kızı biraz!” dedi, gözlerinde parlak bir öfkeyle. “Ne bekliyordunuz ki? Arkadaşını zor durumda yalnız bırakmasını mı?”
Ebru, Can’ın lavanta rengi gözlerinin kendisine çevrildiğini umursamadan söze girdi. “Ayrıca ben Mert’i beğendim,” dedi hafif bir sırıtmayla. Gerginliğin içinden geçip dalga geçercesine başka bir yöne çekmeye çalışıyordu ortamı.
Ece parmaklarını sıranın kenarında gezdirirken kendi fikrini belirtti. “Ben de Mert’i fena bulmadım ama o Pelin’i pek sevmedim açıkçası.” Sesi yumuşaktı ama netti.
Arda ise yerinden bile kıpırdamadan noktaladı: “Ben hiçbirini sevmedim işte. Mert de çok düşüncesizdi, sinir oldum ona.” Kaşları hâlâ çatılıydı, dudaklarında küskün bir çizgi vardı.
O sırada sınıfın büyük ahşap kapısı gıcırtıyla açıldı ve öğretmen içeri girdi.
“Artık susar mısınız lütfen?” dedi Azra, yorgunluğunu artık gizleme gereği duymadan.
Kapı, sınıfın uğultusunun ortasında hafifçe aralandı. İçeri orta boylu, küllü kahverengi saçları erkek gibi kısa kesilmiş, bahçıvan tulumu giymiş bir kadın girdi. Saçlarının önüne düşen birkaç tutamı aralıklı adımlarla ilerlerken, parmaklarıyla usulca düzeltti. Tulumun cebinden sarkan bahçe makası hafifçe sallanıyordu. Toplu bedenine rağmen hareketlerinde bir zarafet vardı, adeta doğanın ritmiyle uyumluydu.
Sınıftaki öğrencilerin uğultusu biraz daha yükselirken, Maria, tombul yüzünde yumuşak ama kararlı bir gülümsemeyle sınıfa bakıp sesini yükseltti:
"Merhaba arkadaşlar!"
Ama uğultu sanki kulak zarlarını titretecek gibiydi. Maria gözlerini kısarak, bir adım ileriye çıktı.
"Sessizlik lütfen!"
O anda, sınıf aniden duruldu. Arada bir sıralardan gelen fısıldaşmalar, karşılıklı bakışmalar yavaşladı. Azra'nın topukları taş zeminde hafifçe yankılanırken, başını hafifçe eğip dikkatle Maria'yı dinlemeye başladı.
Maria devam etti, sesinde yumuşak bir otorite vardı:
"Evet, böyle daha iyi. Bugünkü konumuz, dün ektiğiniz tohumların filizlenme süreçleri ve onlara nasıl daha iyi bakabileceğimiz..."
Sınıf yavaş yavaş sakinleşmiş, öğrenciler ellerindeki defterlere, tohumlara odaklanmıştı. Azra'nın gözleri kendi minik tohumu üzerinde sabitlenmişti; içindeki merak ve heyecan bir nebze de olsa suskunluğun arasından parıldıyordu.
Maria, sınıfın ortasında hafifçe döndü:
"Evet arkadaşlar, dün ektiğiniz tohumları inceleme zamanı. Hep birlikte tarlaya geçelim ve minik filizlerimize bakalım."
Bu sözlerle birlikte, sınıf sıralardan kalkıp birbiri ardına tarlaya doğru yöneldi. Fısıldaşmalar yerini ayak seslerine, hafifçe sürtünen tulum kumaşlarının çıkardığı hışırtılara bıraktı. Azra, kalabalığın içinde kendi adımlarını hissederek ilerledi, içindeki heyecan ve tedirginlik birbirine karışmıştı.
Tarlaya varıldığında, tohumları farklı yerlere ektikleri için altı arkadaş altı köşeye dağıldı. Azra kendi ektiği tohumun bir gecede filizlenip minik yapraklar verdiğini görünce, dudaklarında fark edilmeyecek kadar hafif bir tebessüm belirdi. Gözleri sevgiyle filize takılıp kaldı.
Maria, tarlanın bir köşesinde, eğilmiş ökse otlarının yapraklarını okşarken hafifçe mırıldanıyordu. Sesi rüzgarla yarışan bir melodi gibiydi. Azra, onu izlerken içinden, “Bitkilerle gerçekten konuşuyor mu acaba?” diye geçirdi. Merak ateşi büyüyordu içinde.
Azra'nın omuzları hafifçe gerildi, içindeki isyanı kontrol etmek zorundaydı. “Yapmasam mı? Doruk uyardı, Sare’ye tekrar gitmem iyi olmaz…” diye fısıldadı kendi kendine.
Ama dayanamadı. Etrafını saran kalabalıkta fark edilmeyeceğini düşünürken parmakları hafifçe titredi. Maria'nın gizemli enerjisini kendine çekti. Etrafı, yavaşça zümrüt yeşili, canlı bir ışıkla kaplandı. Azra gözlerini ökse otu filizine dikti, elindeki damlalıktan minik bir damla su bıraktı ve dudaklarının arasından zarifçe fısıldadı:
"Güzelce büyü bakalım..."
Filizden cılız, tiz sitem dolu bir ses yükseldi:
"Bir damlacık suyla mı büyüyeceğim ben? Cimri kız!"
Azra, dudaklarını hafifçe kıvrılarak güldü, gözlerinin kenarları kıvrıldı:
"Amma da memnuniyetsizsin ha!" fısıldadı. "Yavaş yavaş veriyorum işte, birden verip boğayım mı seni?"
"Boğ da al sıfırı otur!" diye cırladı ökse otu, sesi hafifçe alaycı ve huysuzdu.
Azra, hafifçe öne eğilip parmağını sallayarak, "Şşşt! Biraz sessiz olsana şim..." diye devam etmek isterken, arkasından Maria'nın sakin ama keskin sesi yankılandı:
"Evet Azra? Nasıl, iyi mi muhabbet?"
Azra, aniden irkildi. Kafasını hızla döndürüp suçüstü yakalanmış çocuğun mahcubiyetiyle gözlerini kaçırdı:
"Şey… Ben hep ne konuştuğunuzu merak ediyordum da, hocam..."
Maria, başını anlayışla sallarken, gözlerindeki uyarı ışığı hafifçe parladı:
"Anlıyorum. Yani yine merakına yenik düşüp okul kuralını çiğnedin, öyle mi?"
Derin bir nefes aldı ve yumuşak ama kararlı bir tonda ekledi:
"Pekala Azra. Gün sonunda Müdüre Hanım’a uğrayalım, olur mu?"
Azra, çaresizce başını eğdi, yüzünde hafif bir burukluk ve mahcubiyet vardı. Sadece başını sallayabildi. Kafasını kaldırmadan, tekrar kendi filizine döndü; beyaz tomurcuklar vermeye başlayan ökse otunu dikkatle sulamaya başladı.
Arkadaşlarının ona yolladığı, “Yine mi Azra! Akıllanmayacak bu kız!” der gibi bakışları hissetti ama utancından kimseye gözünü dikemedi.
Kendi bildiğini yapmıştı, ve bunun sonuçlarını şimdiden yaşıyordu.
Maria’nın isteği üzerine, birlikte geliştirerek topladıkları ökse otlarını öğretmenin masasına bıraktılar.
Maria, sıcacık bir gülümsemeyle sınıfa seslendi:
"Evet arkadaşlar, bugünlük bu kadar yeter. Emekleriniz için teşekkür ederim, çıkabilirsiniz."
Sınıf kapıya yönelirken, uğultu yeniden hafifçe yükselmeye başladı; ayak sesleri taş zemini hafifçe titretiyor, bahar havası tarladan sınıfa yansıyordu.
Botanik dersinin ardından sınıfın kalın taş kapıları açıldığında, dışarı akan uğultu bir anlığına kulakları sağır etti. Koşuşturan, fısıldaşan öğrenciler okulun bitiş canlılığını hissettiriyordu. Koridorun taş zemini yankı yapıyor, ayakkabıların tıkırtısı yüksek tavanlarda dolaşıyordu. Seperius'un içindeki bu gürültülü karmaşada, Azra’nın grubu asansör önünde bir araya gelmişti.
Ebru kollarını sıkıca göğsünde kavuşturmuş, tek kaşı kalkmış bir halde Azra’ya bakıyordu. Yüzündeki ifade ne sadece endişeliydi ne de yalnızca öfke; daha çok sabrı taşmak üzere olan bir öğrenci temsilcisinin hayal kırıklığına bürünmüş haliydi.
“Tebrik ederim Azra!” dedi, sesi sanki ince bir buz tabakasının üzerinde yürüyormuş gibi iğneleyiciydi. “Gerçekten rekorlar kitabına gireceksin! Bu kısacık sürede iki kınama aldın, üç yeti kullanım cezası yedin, üstüne temizlik ve aç kalma cezaların da cabası..."
Ebru’nun sesi yükselmişti ama koridordaki uğultunun arasında yine de net duyuluyordu. Ece, omzunu hafifçe silkip gülerek araya girdi.
“Kütüphane düzenleme görevini de unutmayalım!”
“Heh, evet, bir de o vardı!” Ebru içini ağır ağır çekti, bakışlarını tavana dikti bir an. "Her türlü cezayı almayı başardın bakalım, Müdüre Hanım bu sefer şansına ne çıkaracak!" Göz ucuyla Azra’ya bakarken, içinden yine aynı cümleyi geçirdi: Bu kız akıllanmayacak. Sürekli başını derde sokuyor, sonra da biz uğraşıyoruz...
Arda ise gergin havayı dağıtmak istercesine Azra’ya muzipçe göz kırptı. Sırtını hafifçe sütunlardan birine yaslamıştı, eli cebindeydi.
“Eğer cezan temizlik ya da düzenleme gibi bir şey olursa, ben sana yine yardım ederim, merak etme,” dedi, sesi rahat ve umursamazdı ama içinde gerçek bir bağlılık taşıyordu.
Ebru bu yoruma, Arda'ya başını çevirip gözlerini öyle hızlı devirdi ki neredeyse boynu tutulacaktı. Kollarını daha sıkı sardı. “Et tabii Arda, eksik kalma!” diye homurdandı.
Azra dudaklarını büzüp çocuk gibi surat astı, ellerini çaresizce iki yana açtı. “Ama ben anlamadan, şöyle bir göz atıp bırakacaktım sadece…”
Aslı kıkırdayarak ellerini teatral bir şekilde çırptı, sesi koridorun uğultusu arasında yankılandı. “Evet evet, bu başarılı girişimini ayakta alkışlıyorum canım!”
Can da bu fırsatı kaçırmadı. Kollarını iki yana açıp dramatik bir şekilde eğilerek selam verdi. “Bravo Azra! Şimdiden okulun ‘en çok ceza alan öğrencisi’ olarak bir numaraya yerleştin!”
Koridorda geçen öğrenciler başlarını çevirip gruba göz atıyor, meraklı fısıltılarla yanlarından geçip gidiyorlardı. Birkaç kişi gülüşerek yorum yaparken birkaçı başlarını iki yana sallayıp yollarına devam etti.
Azra’nın keyfi iyice kaçmıştı. Kaşları çatıldı, sesi sabırsızca yükseldi. “Evet, evet, her neyse!” dedi, ellerini hafifçe sallayarak. “Tebriklerinizi daha sonra iletirsiniz!”
Artık konuya değil, önündeki sorumluluğa odaklanması gerektiğini biliyordu. Derin bir nefes alıp Ece’ye döndü. Ece ona gözlerini devirip iç geçirdi.
“Ben Sare’nin odasına çıkmalıyım zaten,” dedi, sesi kararlıydı ama içinde bir parça gerginlik taşıyordu. Kehanet konusunu düşündükçe yüzüne farkında olmadan gölge düşüyordu.
“Ben de geliyorum,” dedi Azra. Omzunu geriye attı, gözlerinde kararlılık parlıyordu. “Hem gücümü geri alacağım hem de yeni cezam neymiş öğreneceğim.” Sonra Arda’ya döndü, sesi yumuşamıştı. “Seninle sonra görüşürüz Arda.”
Ardından Can ve Ebru’ya baktı. Gözlerinde yorgun ama net bir ifade vardı. “Bu akşam eşli çalışmalarınıza başlayın siz, tamam mı?” Kısa bir sessizlik oldu. Ne fazladan kelimeye ihtiyaç vardı ne de açıklamaya.
“Sonra görüşürüz,” dedi, Ece’yle birlikte asansöre yönelirken. Arkalarında taş koridorun uğultusu ve okulun gün bitimi kalabalığı yavaş yavaş silikleşmeye başladı.
Asansör yukarı çıkarken, içerdeki metalik sessizlik Azra'nın ruh halini birebir yansıtıyordu. Her titreşim, her hafif sarsıntı sanki içindeki duvarlara çarpıp yankılanıyordu. Ayakkabılarının topukları, taş zeminli kabinin tabanına hafifçe vuruyor, yankılanan sesler Ece’nin aklındaki soruları daha da büyütüyordu.
Ece göz ucuyla Azra’ya baktı; yanındaki arkadaşının bakışları boşluğa saplanmış, yüzünde anlaşılması güç bir ifade asılı kalmıştı. Kaşlarını hafifçe çattı, ardından nazikçe başını Azra’ya doğru eğdi.
“Azra, iyi misin gerçekten?” diye sordu, sesi neredeyse fısıltıydı.
Azra, soruyu duyduğunu belli edercesine yavaşça başını salladı. Gözlerini hâlâ karşıdaki metal kapıya dikmişti.
“Evet, iyiyim. Neden sordun?” dedi, ama ses tonundaki yorgunluk, söylediklerini inandırıcılıktan uzaklaştırıyordu.
Ece bir adım geri çekilerek sırtını asansör duvarına yasladı. Parmaklarını birbirine kenetlemişti.
“Bilmem…” dedi yavaşça. “Aslı hakkında ne düşünüyorsun, onu merak ettim.”
Azra gözlerini kırpıştırdı, göz bebekleri kısa bir süreliğine odaklandı. Derin bir nefes alırken, içindeki kasvet, kelimelerle çıkmaya hazır bir duman gibi boğazına tıkandı.
“Aslı’nın yaşadıklarını…” dedi, dudaklarını ısırarak. “…düşünmek bile istemiyorum Ece.”
Ece’nin içi burkuldu. Azra’nın yüzünde bir gölge gibi asılı duran kederi izledi. Gözlerinin kenarındaki ince çizgiler, yalnızca yorgunluğu değil, empatiyle yoğrulmuş bir acıyı da taşıyordu.
“Çok zor şeyler yaşamış,” dedi Ece, gözlerini yere indirerek. Sesi yumuşak, neredeyse suçlu bir tondaydı. “Hayatta kalması bile bir mucize gibi, değil mi?”
Azra başını hafifçe salladı. Omuzları düşmüş, bedeni neredeyse kabinin içinde eriyip yok olacak kadar sakindi.
“Evet,” diye fısıldadı. “Ben… ben onun yaşadıklarını hâlâ sindiremedim sanırım içimde.”
Ece bir an tereddüt etti, sonra eğilip Azra’nın koluna hafifçe dokundu.
“Donup kaldığını gördüm,” dedi. “Bembeyaz kesilmiştin. Sonra kalkıp gittin, nereye gittin peki?”
Azra, o âna geri dönüyormuş gibi gözlerini kapadı. Göz kapaklarının altındaki kaslar hafifçe seğirdi. Sonra gözlerini açtı ve başını sağa çevirip Ece’ye baktı.
“Spor salonuna,” dedi. “Rahatlamak için biraz koştum… biraz da boks yaptım.”
Ece, Azra’nın yumruklarındaki öfkeyi zihninde canlandırdı. Azra’nın bedenine sığmayan duyguları nasıl yumruklara dönüştürdüğünü düşünmek bile içini acıttı.
“Aslı iyi ama artık Azra,” dedi, gülümsemeye çalışarak. “Ne yaşadıysa geçti. Artık biz varız, yanındayız, güvende.”
Azra başını önüne eğdi. Dudakları bir an için titredi. Sanki tam o anda, içinden kopan başka bir düşünce diline gelmeye karar vermişti.
“Aslı annesiyle hiç görüşmüş mü peki, onu terk ettikten sonra?”
Ece sorunun tonundaki o keskin sızıya karşılık vermek için önce bir nefes aldı, sonra başını iki yana salladı.
“Hayır.”
Azra’nın kaşları çatıldı. Boğazına bir yumru oturmuş gibiydi. İçinde büyüyen öfke, düşüncelerini gölgeliyordu.
“Sen… sen biliyor muydun durumu daha önceden?” diye sordu, sesi bu kez daha temkinliydi.
Ece gözlerini kaçırdı. Bakışları tavandaki lambalarda buluştu, sonra tekrar Azra’ya döndü.
“Birazını… biliyordum diyelim.” Aslı’nın ona söyledikleri, eksik ama yeterince acıydı.
Azra’nın gözlerinde ince bir buğu oluştu. Dudaklarını bastırdı, parmaklarını yumruk haline getirip gevşetti.
“İnsanlar nasıl bu kadar vicdansız olabiliyorlar, anlamıyorum,” dedi; sesi hem öfke hem hayal kırıklığıyla yoğrulmuştu.
Bir süre sessizlik oldu. Asansörün motor sesi hafifçe inleyerek yukarı çıkarken, Azra içindeki karanlık duygularla baş başa kaldı.
“Aslı şimdi nerede yaşıyor demiştin Dünya’da?” diye sordu, sesi yeniden kontrol altına alınmıştı ağzını aradığını belli etmemeye çalışıyordu.
“İzmir’de,” dedi Ece, tek kelimeyle.
“Peki ya ona bakan o kadın? O nerede?”
Ece başını iki yana salladı, endişeyle Azra’nın yüzüne baktı.
“Onu bilmiyorum.” Sonra Azra’nın gözlerindeki karanlık ışığı fark ettiğinde sesi biraz daha tedirginleşti. “Azra… o kadını Dünya’da bulmayı falan düşünmüyorsun, değil mi?”
Azra’nın yüzüne buzdan örülmüş bir ifade yerleşti. Çenesini hafifçe geriye çekti, gözleri bir anda tanıdık olmayan bir sertlikle parladı.
“Bulmayı çok isterdim gerçekten,” dedi, sesindeki ürkütücü bir sakinlikle. Bu sözlerin ardında öfke kadar daha derin bir şey saklıydı: İçi titreyen bir adalet duygusu, Aslı adına bastıramadığı bir hesaplaşma arzusu.
Ece'nin yüzündeki ifade aniden değişti. Azra'nın gözlerindeki ateşi görünce içi ürperdi, istemsizce bir adım geri çekildi. Yutkundu, dudaklarını nemlendirdi ve sesini yeniden bulduğunda, onu sakinleştirmeye çalışan bir tona büründü.
“Ne yapacaksın ki bulup?” dedi temkinli bir ifadeyle. “Geçmiş gitmiş bir olay. Hem... istese Aslı kendisi bulurdu zaten, değil mi?”
Tam o anda, asansör hafifçe sarsıldı ve durdu. Metal kapılar yavaşça açılırken, içerideki sessizlik iki arkadaşın arasında kalın bir duvar gibi kaldı.
Azra hiçbir şey söylemeden ileri adım attı. Ece de onu izledi. Sessizlikleri, içlerinde yankılanan bir savaşın sessiz yankısıydı.
Azra’nın topukları ametist zeminde hafifçe yankılandı. Ece ile birlikte loş ışıkta ilerlerken, kitapların arasından sızan nane kokusu burunlarına doldu. Odanın mor tonları derinleşmişti; cam kenarındaki sukulentler bile bu sessizliğe ayak uydurmuş gibiydi. Duvarlarda asılı hareketli portreler, onlar geçerken kısa bir göz teması kurduktan sonra tekrar kendi zamanlarına dönüyordu.
Sare başını ağır bir şekilde kaldırdı. Okuduğu kalın ciltli kitabı elinin tersiyle kapattı, gözlerini kısmış halde iki kızı inceledi. Yorgunluk göz altlarına gölge düşürmüş, omuzları günün ağırlığını taşıyordu.
“Evet kızlar, hoş geldiniz,” dedi sakin ama ölçülü bir sesle. Gözleri Azra’ya döndü, bakışında neredeyse hafif bir bıkkınlık saklıydı. “Sen gücünü geri almak ve yeni cezanı öğrenmek istiyorsun sanırım, değil mi Azra?”
Azra başını hafifçe eğdi, ellerini önünde kenetleyerek birkaç adım daha yaklaştı.
“Evet efendim,” dedi, sesi saygılıydı ama içinde kımıldayan bir amaç vardı. “Ama ondan önce sizden bir şey rica etmek istiyorum, eğer mümkünse…”
Sare’nin kaşları neredeyse fark edilmeyecek kadar kalktı.
“Kütüphanenin yasaklı bölümünde bir araştırma yapmam gerekiyor,” diye ekledi Azra, sesi temkinliydi ama geri adım atmıyordu.
Sare dosyalardan birini kapatırken başını yana eğdi, gözlerinde ölçüp biçen bir ifade belirdi.
“Hangi konuda bir araştırma bu?” diye sordu, parmak uçlarıyla kum saatini çevirdi.
Azra kısa bir nefes aldı. Bir an için bakışları sehpanın üzerinde duran su dolu kristal sürahi ve bardaklara kaydı, sonra doğrudan Sare’ye döndü.
“Geçmiş kehanetlerle ilgili efendim,” dedi, hazırladığı cümleyi titizlikle telaffuz etti. “Özellikle henüz gerçekleşmemiş ya da zamanı bekleyenler varsa, onları anlamak istiyorum. Mevcut kehanetleri yorumlamakta yardımcı olabilirler diye düşündüm.”
Bir an duraksadı.
“Ve… benden önce yaşamış olan İletken hakkında bilgi var mı diye merak ettim. Yeteneklerini, sorumluluklarını… öğrenmek isterim.”
Sare sandalyesine hafifçe yaslandı. Parmak uçları masanın kenarını yoklarken yüzü düşünceli bir hal aldı. İç sesi, Azra’nın kehanet merakıyla ilgili talebini makul bulsa da, “İletken” kelimesi zihninde bir yankı bıraktı.
Kehanetleri anlıyorum... ama İletken? Bu da nereden çıktı şimdi?
“Geçmiş kehanet kayıtları mevcut, evet,” dedi ölçülü bir sesle. Göz ucuyla Azra’yı süzüyor, kelimeleri tartarak konuşuyordu. “Ancak İletken konusuna gelince… Kendisi bizim okulun öğrencisi değildi. Dolayısıyla detaylı bir kayıt bulman zor.”
Azra’nın yüzündeki düş kırıklığını fark etti ama ses tonuna herhangi bir acımayı yansıtmadı.
“Yine de,” diye ekledi kısa bir sessizlikten sonra, “adı Canopus Savaşı’yla ilgili belgelerde geçiyor. Tarih bölümündeki kayıtlarda bu savaşın detayları mevcut. Dilersen oraya göz atabilirsin.”
Bakışları tekrar Azra’nın gözlerine döndü.
Şimdilik bu kadar bilgi yeter. Bakalım bu parçalardan ne çıkaracak?
“Kehanetleri seninle ayrıca konuşacağız. İki saat sonra tekrar gel,” dedi.
Tam o sırada kapı hafifçe tıklatıldı. Ardından içeri, endişeli bir ifadeyle Elif girdi. Sare, aniden değişen enerjiyle birlikte ayağa kalktı. Azra’ya dönerken sesi tekrar resmiydi.
“Tamam Azra,” dedi. “Şimdi sana yetilerini geri vereyim de bizi Kahinlerle yalnız bırak.”
Avuç içlerini yukarı çevirdi, parmaklarının arasından gümüşi bir parıltı yükseldi. Loş odayı güçlü bir şekilde aydınlatan bu ışık, tavandaki ametist sarkıt lambaları gölgede bırakıp Azra’nın etrafını bir hale gibi sardı. Havanın içinde kıvılcımlar gezindi; tanıdık bir güç yeniden damarlarına akıyordu. Azra'nın gözleri kısaca daldı, sonra kendine geldi.
“Teşekkür ederim, Müdüre Hanım,” dedi, sesi hâlâ dalgalıydı. Elif’e kısa bir bakış atıp Ece’ye hafifçe başını eğdi. Kapıya yönelirken Sare’nin son sözleri arkasından geldi:
“Cezan konusunda… Öğretmenlerle görüştükten sonra hafta sonu karar vereceğim.”
Azra başıyla onayladı, ama adımlarında bir kararsızlık vardı.
Aklı Sare’nin neden onu oyaladığına takılsa da...
Şu an daha önemli bir işi vardı.
Azra, Sare’nin odasından çıkarken arkasından kapanan kapının çıkardığı tıslama, zihnindeki uğultuya karıştı. Koridor sessizdi; yalnızca taş zemine her bastığında yankılanan sert ve hızlı topuk sesleri duyuluyordu. İçinde büyüyen duygular, kalbinin ritmini bastıracak kadar ağırdı. Gümüş halesi, bastırmaya çalıştığı her düşüncede biraz daha titreyerek parlıyor, duygularının bedeninden sızmasına izin veriyordu.
Aslı’nın yıllar boyunca yaşadığı karanlık…
Bebekliğinden beri çektiği fiziksel ve duygusal acılar…
Sanki hepsi Azra’nın göğsünde yumruk gibi oturmuştu.
“Buna nasıl izin verdiler?” diye geçirdi içinden.
“Nasıl kimse fark etmedi?”
Asansör kabinine binerken halesinden süzülen gümüşi parıltı, metal duvarlara yansıyordu. Parmakları istemsizce yumruk olmuştu; gevşetmekte zorlanıyordu. Aşağıya inen platformun mekanik inişi boyunca, zihni tek bir yöne odaklanmıştı.
“Bunu onunla konuşmam gerek...”
Kapı açıldığında karşısına çıkan koridorda öğrenciler, derslerine yetişme telaşıyla koşturuyordu. Halesi ay ışığını andırıyordu; öğrencilerin bakışlarını hemen üzerine çekti. Yine gözler… Hep gözler... Azra, bakışların içinde boğulmayı hiç sevmezdi. Göz göze geldiği bir öğrencinin başını ürkekçe eğmesiyle, içindeki hassasiyetin dışarıdan okunabilir hâle geldiğini fark etti. Adımlarını hızlandırdı.
Sağda yükselen İnci Salon’un dev kemerinin altından geçerken, sol yanındaki duvarda asılı ilan panosuna takıldı gözü. "Kâhinlere Muhteşem Teklif!" başlığı, yüzüne nadir rastlanan bir tebessüm getirdi.
Altında bilgi yoktu, yalnızca “Ebru ya da Aslı ile iletişime geçiniz” yazıyordu.
“Umarım işe yarar,” diye geçirdi içinden.
Dinlenme salonunun hafif pudra kokusu ciğerlerine doldu. Kristal çiçeklerin arasında fısıldaşan öğrenciler, inci puflara yayılmış; masalarda notlar ve sıcak içeceklerle meşguldüler. Tavandan sarkan futbol topu büyüklüğündeki inci avizelerden biri, Azra'nın üzerine yumuşak bir ışık düşürdü. Ama bu kez ışığın içinde huzur değil, uyarı vardı.
Yoluna devam ederken, kendi kendine fısıldar gibi kehanetleri mırıldandı:
"Antares’in surlarını nasıl görebilirim..."
Ağaçlı koridora ulaştığında, toprak duvarlar, değerli taşlı kemerler ve gaz lambalarının titrek ışıkları arasında ilerledi. Yapraksız ağaçların dallarındaki renkli fenerler, gümüşi aurasının yansımasıyla daha da canlı görünüyordu. Her iki adımda bir, bir başka ağacın yanından geçerken taş karoların tok sesi içsel monologlarına ritim tutuyordu.
“İkinci kehanet. İkisi de savaş söylüyor.”
“Peki ya biz? Biz bu savaşın neresindeyiz?”
“Kuzeyden yükselirken kara bulutlar...”
“Ölümün ruhlarından olacak ordular...”
“En sevilen, korumak için arkadaşlarını...”
Bir duraksama.
Gözleri istemsizce, kemerlerin arasına gizlenmiş sessiz öğrencilere kaydı. Her biri bilinçli ya da bilinçsiz, olanları izliyordu. Azra onların gözlerinde merakla karışık endişeyi okuyabiliyordu.
“Hiç düşünmeden sunacak kendi canını...”
“Koparken en güçlü fırtına, kaybolacak birisi zamanın çığlığında.”
Azra’nın omuzları çöktü. Grubundaki herkes arasında, en sevilen hep oydu. Bu kehanetin ağırlığı, sırtına oturmuş gibiydi.
Zümrüt Salon’un girişinde durdu. Nişlerde oturan öğrenciler, ortadaki süs havuzunun kenarına toplananlar fısıltı ve kaçamak bakışlarla ona döndü. Ağzından su fışkıran bebek heykelinin sesi, ortamın uğultusunu bastıracak kadar belirgindi. Bu kez başını çevirip bakışlardan uzaklaşmak yerine gözlerini devirdi.
Yorgun değil, üzgündü.
Ve içten içe hâlâ sarsılmış.
Gözleri bahçeye açılan kapıya kilitlendi.
“Önce Aslı ile konuşmalıyım.”
Bahçenin alışılmış serinliği onu karşıladığında, içeridekilerin bakışlarından iyice bunalmıştı. Dışarı çıkan öğrencilerin bile ona dönüp bakması, gümüş ışığının ne denli dikkat çektiğini bir kez daha hatırlattı. Ama bu kez, dikkat çekmekten utanmıyordu, Aslı’ya ulaşması gerekiyordu.
Gözlerini bir zaman yolcusunun üzerine sabitledi. Kız, tedirgin bakışlarla bir adım geri çekilirken, Azra onun yetisini yumuşak bir hareketle kopyaladı. Gümüşi halesi mora çalarken, olduğu yerden silindi endişe, sorumluluk ve empatiyle…
Ve bir anda Aslı'nın kapısının önünde belirdi. Kapıya bir kaç kez vurdu.
Aslı’nın verandaya açılan kapısı gıcırdayarak aralandı. Kapının ardında Azra duruyordu; etrafında hâlâ hafifçe salınan gümüşi hare, verandadaki beyaz güllerin yapraklarında titreşen akşam ışığını yansıtıyordu. Ayak sesleri ahşap zeminde tok bir yankı bıraktı. Aslı, gözlerini kısıp bu hareye bakarken dudaklarının kenarı muzipçe kıvrıldı.
“Heh! Yanıyorsun bakıyorum da,” dedi, sesi verandaya yayılan neşeli bir melodi gibi. “Gel, gel de yemek yiyelim,” diyerek eliyle içeri buyur etti.
Azra başını hafifçe eğerek içeri girdi. Loş ama sıcak ışıkla aydınlanan kulübenin içine adım attığında, gökkuşağının renklerine bürünmüş detaylar arasında bir an için kendini çocukluk düşlerinde hissetti. Rengârenk mutfak dolapları, canlı tonlardaki sandalyeler, pencere önündeki sarı-mavi armut koltuklar... Tüm bu neşe, Aslı'nın iç dünyasının bir yansıması gibiydi.
“Teşekkür ederim,” dedi, düşünce gücüyle önünde beliren tabağı nazikçe kavrayarak. Ahşap sandalyeye otururken etrafında dolaşan aura hafifçe titredi.
Aslı da tam karşısına yerleşti. Dirseklerini masaya dayayıp çenesini ellerinin arasına aldı, gözleriyle Azra’yı inceliyordu. “Evet, anlat bakalım,” dedi, gözleri parıldayarak. “Evime bu ani teşrif etme şerefini neye borçluyuz? Dökül hadi, dökül, tutma kendini.”
Azra, dudaklarını kısa bir an ısırarak duraksadı. Parmakları yavaşça dizlerinde birbirini buldu. Endişesi açıkça yüzündeydi ama sözcüklerini sakince seçmeye çalıştı. “Aslı... sen... gerçekten iyi misin artık?”
Gümüş rengi aura, onun niyetini ele verircesine Aslı’ya doğru uzandı; şefkatle sarar gibi.
Aslı hafifçe omuz silkti, gözlerini bir an renkli sandalyesinin arkalığında gezdirdi. Sesi yumuşaktı ama içinde bir direnç vardı. “İyiyim Azra, merak etme.” Gözleri bir an parlayan oyun makinesine kaydı. “Evet, biraz zor şeyler yaşadım ama geçti gitti onlar,” dedi. Cümlesi sanki kendini ikna etme çabasıyla sarılmış bir battaniye gibiydi.
Azra, elini yanındaki genelde Arda'nın oturduğu lacivert renkli sandalyeye uzattı ama dokunmadı. Sesi temkinliydi. “Sen... annen…”
Cümle yarıda kalmadan Aslı’nın bakışları birden sertleşti. Kaşları gerildi, dudakları düz bir çizgiye dönüştü. “Benim annem yok, Azra!” Kelimeleri keskin ve netti; aralarındaki renkli hava bir anda kararmış gibiydi.
Azra gözlerini kaçırmadan, yavaşça başını eğdi. “Peki... o kadınla hiç görüşmek istemedin mi sonrasında? Yani, hiç... merak etmiyor musun?” Sesi ince bir çizgide ilerliyordu; kırmamaya çalışırken yürüdüğü zeminin çatlayabileceğini biliyordu.
Aslı'nın yüzünde donuk bir mesafe belirdi. Bedenini hafifçe geriye yasladı, kolunu yanındaki sandalyenin kırmızı sırtlığına attı. “Beni istemeyen, doğduğum günden beri tek bir gün bile merak etmeyen birini mi?” Gözleri Azra’nın gözlerine kilitliydi. “Hayır Azra, zerre kadar merak etmiyorum.”
Azra'nın parmakları istemsizce birbirine dolandı. “Baban peki?” dedi, sesi neredeyse fısıltıya yakındı.
Aslı bir an başını başka yöne çevirdi. Yüzündeki ifade değişti, ama bu sefer öfke değil, daha çok yorgun bir kayıtsızlık vardı. “Onu uzun zamandır aramadım. Bir yılı geçmiştir.”
Azra, Aslı'nın ses tonundaki kopukluğu fark etti. “O seni aradı mı?” diye sordu, az önceki soğukluğu yumuşatma umuduyla.
Aslı, göz kapaklarını yarım kapattı. Cevap verirken omuzları çok hafifçe düştü. “O beni aramaz,” dedi. O kadar net, o kadar sorgusuz bir cümleydi ki; ardından gelen sessizlik odanın en renkli köşesini bile soluklaştırdı.
Azra, gözlerini yavaşça yere indirdi. Dudaklarını araladı, ama önce iç geçirdi. “Bu durum... seni üzmüyor mu?” diye sordu nihayet. Sözleri sessizce düşen bir yaprak gibi kırılgandı.
Aslı’nın bakışları, boşluğa takılı kalmıştı bir an. Renkli sandalyelerin çevrelediği masa başında, ellerini dizlerine koymuş, sessizce Azra’ya bakıyordu. Sonra başını hafifçe yana eğdi, içindeki kırıntıları süzgeçten geçirir gibi. Gözlerinde geçmişin tozlu bir vitrini vardı.
"Önceden üzüyordu," dedi sonunda, sesi alçak ama netti. Dudaklarının kenarında acının silik bir izi belirip kayboldu. "Neden beni sevmediğini, istemediğini anlamaya çalıştım durdum yıllarca. Kendimi ona sevdirmek için çabaladım durdum, her şeyi yaptım."
Sözlerinin ardından omuzlarını hafifçe silkti. Sanki bu hareketle geçmişin yükünü bedeninden süpürmek ister gibiydi.
"Sonra anladım ki... ne yaparsam yapayım sevmeyecek. Onun için sadece sürpriz bir misafirdim ben. Günü geldiğinde de kapı dışarı etti, o kadar."
O an, Aslı’nın sesi sanki içeriden yankılanıyordu; kelimeleri havada ağır ağır süzülüyor, aralarındaki mesafeyi aşarken Azra’nın içine işliyordu. Sessizlikte, ahşap kulübenin duvarlarına çarpıp dağıldı sözleri.
Azra’nın gözleri bir an Aslı’nın yüzünde dondu. İçindeki gümüşi hare, Aslı’nın bastırmaya çalıştığı o derin, rutubetli yalnızlığa tepki verircesine genişledi; sessizce, koruyucu bir zar gibi arkadaşının etrafını sarıyordu. Boğazı düğümlendi, cümle dudaklarından fısıltıyla döküldü:
"Sen... sen nasıl hayatta kaldın peki? O bakıcı kadından nasıl kurtuldun?"
Aslı dudaklarında buruk bir kıvrımla gülümsedi. Yüzündeki neşeli renkler bir an soldu; gözleri, duvardaki çocukluk fotoğrafı gibi eski bir yere döndü.
"Ben yıllarımı aç geçirdim Azra," dedi içten, göz temasını kaçırmadan. "Doğduğum günden beri alışmıştım zaten bu duruma. İnsan yaşadığı kötü şeyleri, güzel şeyler yaşamayınca normal algılıyor bir süre sonra, alışıyor."
Bir an duraksayıp, pencerenin yanındaki sarı armut koltuğa göz gezdirdi. Yüzünde geçmişe duyulan mesafeli bir kabulleniş vardı.
"Üniversiteyi başka bir şehirde kazandığımda, babam bana İstanbul dışında, o şehirden bir ev aldı. Altıma bir araba çekti, cebime de bolca para koydu… ve beni hayatından tamamen defetti işte."
Derin bir nefes aldı. "Kadından da o gün kurtulmuş oldum."
Azra’nın göz bebekleri küçüldü. İçinde birdenbire kabaran öfke, adaletin o sessiz ateşi gibi usul usul yükseldi. Yutkundu, sonra sesi alçaldı:
"Peki o kadın... nerede şimdi?"
Aslı şaşkınlıkla Azra’ya döndü. Kaşları hafifçe çatıldı.
"İstanbul’da," dedi kısa ve temkinli.
Azra'nın gözleri hafifçe kısıldı; o gümüşi hare bu kez kararlı bir halkanın içine dönüşmüş gibiydi.
"Öyle mi?" dedi usulca. "Neresinde tam olarak?"
Aslı bakışlarını kısmıştı, sesindeki şüphe belirgindi.
"Neden soruyorsun Azra?"
Azra gözlerini kısaca kırpıştırdı, ifadesini nötrleştirmeye çalışarak başını hafifçe eğdi.
"Merak ettim sadece," dedi, sesi yapay bir masumiyetle kaplanmıştı. Ama içinden geçen daha kesindi: Adalet yerini bulmalı.
Aslı dalgın dalgın gözlerini mutfağın ötesindeki boşluğa dikmişti. Renkli dolap kapaklarının yansıması gözbebeklerinde titrek ışıklar gibi dans ederken, farkında olmadan konuşmaya başladı.
"Babam o evi ona hediye etti zaten. Avrupa yakasında. Bahçesinde büyük bir çam ağacı vardı… ev griydi, ama içinde hep loş bir sarılık vardı... bilirsin, huzursuz eden cinsten... çocukluğum orada geçti işte. "
Azra tek kelime etmeden dinliyordu. Gözleri sabit, zihni her detayı kaydediyordu, Aslı’nın farkında olmadan verdiği tarifleri bir pusula gibi ezberine yazarken yüzünde hiçbir duygu kıpırtısı göstermemeye çalıştı.
Bir süre konuşmadılar. Yalnızca duvardaki saat tik takları arasında yankılanan bu suskunluk, içlerinde yankılanan düşüncelerle yarışıyordu.
Sonunda Azra'nın bakışları, Aslı'nın yüzüne yeniden odaklandı. Güçlü duruşunun ardındaki o kırılgan çatlakları, ilk kez bu kadar net görüyordu. Yüreğindeki bir sızı dudaklarına ince bir titremeyle yansıdı. Gözlerinden bir damla yaş süzüldü, yanaktan çenesine inerek sessizce yere düştü.
"Aslı..." dedi, sesi çatallaşmıştı. "Sen… sen hiç çocuk oldun mu ki?"
Aslı, odanın içini neredeyse tamamen kaplayan parlak gümüşi hareye gözlerini kısarak baktı. Hafifçe geriye çekildi, başını yana eğdi. Gözlerindeki şaşkınlık kısa sürede yüzüne yayılan muzır bir ifadeye dönüştü.
“Evimi havaya uçurmaya mı çalışıyorsun sen Azra?” dedi, sesinde hem endişe hem de hafif bir alay gizliydi.
Azra, ne yapacağını bilemeyen halde oturuyordu. Ellerini avuçlarının içinde büzmüş, bakışları bir noktada takılı kalmıştı.
“Sanırım...” diye başladı, sesi fısıltıya yakındı. “Sanırım sadece güvende olduğundan, iyi olduğundan emin olmak istiyorum.” Gözlerini Aslı'ya kaldırmadan konuşmuştu; sanki kelimeleri, dudaklarından döküldükleri anda utançla yere çöküyordu.
Aslı yavaşça yerinden kalktı. Adımları tereddütlüydü ama kararlıydı. Azra’nın yanına geldi, diz çöküp elini tuttu. Soğuk, titrek parmakları kendi sıcak avuçlarının arasına aldı.
“Bak bana,” dedi yumuşak ama net bir sesle.
Azra başını kaldırdı. Göz göze geldiklerinde gümüş hare, yavaş yavaş geri çekildi, sanki Azra’nın içi biraz olsun yatışmıştı.
“Ne görüyorsun?” diye sordu Aslı, dudaklarının kenarında kırılgan bir tebessümle.
Azra bakışlarını kaçırmadan, hafifçe başını iki yana salladı. Gözlerinde biriken yaşlar yanaklarına inmeden önce seslendi:
“Minik burunlu, dağınık saçlı bir cadı görüyorum.”
Aslı kahkaha atacak gibi oldu ama kendini tuttu. Gülümsemesi büyüdü.
“Peki...” dedi alçak bir sesle. “İyi ve güvende miyim sence?”
Azra'nın yüzündeki gülümseme bu kez kayboldu. Göz kapakları yavaşça indi, ardından tekrar Aslı’ya baktı.
“Bilmiyorum,” dedi dürüstçe. “Senin için endişeleniyorum.”
Azra'nın aurası yine titredi ama bu kez öfkeyle değil, içten gelen bir şefkatle. Rengi yumuşadı, titreşimi hafifledi. Aslı, Azra’nın içindeki fırtınayı hissetmiş gibi konuştu:
“Azra, o gümüş harenle az önce çocukluk yaralarımı sarmaya çalışıyordun. Minnettarım... ama evet, çok kötü şeyler yaşadım. Yine de onları yaşamamış olsaydım, bugün olduğum kişi olamazdım. O karanlıklar beni ben yaptı. Beni bu kadar harika, muhteşem yapan şey onlar.”
Azra’nın gözleri Aslı’ya takıldı, hayranlıkla. Dudakları kıpırdadı.
“Çok da mütevazı,” dedi, sesindeki alay sevgiyle örülmüştü.
Aslı sonunda kahkahayı bastı. Kafasını geriye atarak içten bir kahkaha attı.
“Öyleyimdir bilirsin! Göbek adım mütevazılık benim!” diye çıkıştı, gözleri parlıyordu.
Ama Azra'nın gülüşü kısa sürdü. Kaşları çatıldı, sesi ciddileşti.
“Aslı... seni çok seviyorum. Bu kadar zarar görmüş olman beni gerçekten sarstı,” dedi, sesi titriyordu. Boğazındaki düğüm gözlerine yansımıştı.
Aslı onun içtenliğini duydu, duygusunu anladı ama Azra’nın bu duygusal sarsıntıya kapılmasına izin veremezdi. Ayağa kalktı, ellerini yavaşça iki yana açtı. Bir anda etraflarında turuncu, sıcak bir ışık belirdi. Sanki huzur vücut bulmuştu.
Aslı’nın yüzü aydınlandı; gülümsemesinde bu kez bir neşe değil, kararlılık vardı.
“Onun farkındayız hepimiz Azra. Ama sonu güzel bitti, değil mi? Bak bana!”
Azra başını kaldırdı. Aslı, bir öğretmen gibi dik durmuştu karşısında.
“Sen yaralısın Azra, sakinleş!” dedi sert ama sevgi dolu bir sesle. “Dünyada benden çok daha kötü şartlarda büyüyen çocuklar var, inan bana. Benim yaşadığım o şeyler artık geçmişte kaldı. Bırak onları! Unut!”
Tam o sırada, Aslı’nın yarattığı turuncu ışık ile Azra’nın kontrolsüzce yayılmaya başlayan gümüş haresi çarpıştı. Odada bir uğultu yükseldi. Işıklar birbirine karıştı, titreşti, itişti.
Ve sonra birden, sanki görünmez bir el Aslı’yı geri itmiş gibi, genç kız olduğu yerde sendeledi. Dengeyi kaybedip dizlerinin üzerine düştü, ardından tüm ağırlığıyla yere kapaklandı.
Bir anlık sessizlik çöktü odaya. Sadece birbirine karışan iki auradan arta kalan, loş bir ışıltı kaldı havada süzülen.
Azra, soluk soluğa yerde yatan Aslı’ya baktı. Kalbi hızla çarpıyordu.
Azra’nın topuklarının altındaki tahta zemin hafifçe gıcırdadı. Eğilmeden önce başını hafifçe yana eğdi, gözlerindeki endişe derinleşmişti. “Aslı! İyi misin?” diye sordu, sesi titrek çıkmıştı.
Aslı, elleri hafif titreyerek başını tuttu, gözleri kısık ve ağrıyla doluydu. İnledi. “Ah, kafam!” Gözlerini açmaya çalıştı, kaşlarını çattı. Zihninde hafif bir pus vardı.
Azra kaşlarını daha da çatıp sert bir sesle çıkıştı: “Manyak mısın sen? Ne yaptın öyle? Dur, bakayım... çocukluğunu hatırlıyor musun?” Sesi keskinleşti, ama içinde saklı bir korku vardı; geçmişin acı yaralarına dokunmak istemiyordu aslında.
Aslı, şaşkınlıkla ve hafif bir alay karışımıyla bakışlarını Azra’ya çevirdi. Gözlerinde “Neyi hatırlamam gerekiyor?” sorusu parıldadı.
Azra, yüzünü biraz sertleştirip, dudaklarını bükerek, adeta zoraki acımasızlıkla, “Bırakayım da böyle kal. Hatırlamaman daha iyi zaten,” dedi. Sesi biraz buz gibi keskin, ama ardında koruma içgüdüsü gizliydi.
Aslı, hemen öfkeyle doğruldu, gözleri kısıldı. “Hah! Çok kötüsün! Her şeyi unutturacaktın bana! Senin o gümüş haren koruyordu beni bir kere! Elbette hatırlıyorum; harika çocukluğumun her detayını!” Sözlerinde hem meydan okuma hem de eski yaralara cesaretle dokunuş vardı.
Azra, beklenmedik bir şekilde gülümsedi, dudakları hafifçe kıvrıldı. “Aa, bana kötü niyetli diyene bak sen! Asıl sen unutturmaya çalıştın.” Sesinde hafif bir şaka ve yakınlık vardı.
Aslı, başını hafifçe yana eğdi, gülümseyerek karşılık verdi: “Evet, çünkü üzülmeni istemiyorum ben! Gayet iyiyim diyorum sana!” Konuşurken gözlerinde hem inat hem de biraz yumuşama vardı.
Azra’nın sesi yumuşadı, gözlerindeki endişe yerini derin bir içtenliğe bıraktı. “Sen... sen çok güçlüsün Aslı. Çok harika bir insansın. Onca şeye rağmen hayatta kaldığın, güzelce büyüyüp yetiştiğin için ben seninle gurur duyuyorum.” Gözleri hafifçe parladı, sesi adeta bir itiraf gibi titredi. “Aslı’sız bir Seperius düşünemiyorum.”
Aslı, gözlerini devirdi ama yüzünde gurur dolu bir gülümseme vardı. “Evet, sizin için büyük kayıp olurdu gerçekten,” dedi, alayla karışık bir ciddiyetle, ama ardında samimi bir bağ hissettirdi. “Ben de kendimi kutluyorum! Hadi, biraz daha öv beni!” sözleri adeta hafif bir meydan okumaydı.
Azra, kahkaha atarken başını hafifçe geriye attı. “Küçük ukala seni! Ben gidiyorum. Arda ile çalışmam lazım. Sonra görüşürüz!” dedi, neşesi bulaşıcıydı ve endişesini biraz olsun unutturuyordu.
Azra tam kapıdan çıkmak üzereyken, verandanın loş ışıkları altında Ece belirdi. Omuzlarındaki hafif düşüklük, yorgunluğunu ele veriyordu; ama gözlerindeki netlik ve dik duruş, taşıdığı kararlılığın izlerini taşıyordu.
Azra bir an duraksadı. Topuklarının tahta zeminde çıkarttığı tıkırtı kısa bir sessizliğe karıştıktan sonra başını hafifçe Ece’ye çevirdi.
"Ne yaptınız Sare ile?" diye sordu, sesi temkinli ama sabırsızdı.
Ece, bir an gözlerini kaçırdı, ardından derin bir nefes aldı. "Müdüre Hanım," dedi, cümleye başlarken çenesini hafifçe yukarı kaldırdı, "son zamanlarda gördüğümüz önemli rüyalar dahil olmak üzere her şeyi rapor etmemizi istiyor. Okuldaki tüm Kahinleri toplayacakmış. İki kehaneti de diğer okullara iletmiş. Onlarla da iletişime geçecekmiş."
Bu bilgi havada asılı kaldı. Azra'nın kaşları hafifçe çatıldı; Ece'nin yüzündeki küçük bir tereddüt kıpırtısı, Azra'nın zihninde çok daha büyük bir soruya dönüştü. Sare’nin neden bu kadar merkezi bir rol üstlendiğini, neden her şeyi kendi kontrolünde tutmaya çalıştığını anlamaya çalıştı. Bu durum, Azra’yı bilinçli olarak sürecin dışında bırakma çabası gibi geliyordu.
"Bu kadar mı söyledi?" diye sordu. Sesinde alışıldık soğukkanlılık yoktu; daha çok, içten içe büyüyen bir güvensizlik vardı.
Ece kısa bir baş sallamayla yanıtladı. "Evet."
Azra'nın bakışları, düşüncelerinin ağırlığını taşıyan bir gölge gibi birkaç saniyeliğine boşluğa takıldı. Ardından kendini toparladı ve sertçe başını sallayarak konuştu.
"Tamam o zaman. Siz ikiniz burada alıştırma yapın," dedi. Sesi düzleşmişti; sanki zihninde bir kararı tartıyor ama söylemiyordu.
O sırada Aslı, Azra'nın etrafında hala hafifçe titreşen gümüş haleyi işaret etti. Hale, adeta Azra'nın üstündeki huzursuzluğu da taşıyor gibiydi; titreşimleri Ece'ye doğru da uzanıyor, havayı soyut bir gerilimle dolduruyordu.
"Gümüş halelerini de alıp gidersen bir zahmet," dedi Aslı, dudaklarını büzüp hafifçe gülerek. Sesi şakacıydı ama bakışlarındaki dikkat, Azra’nın hâlâ tam anlamıyla sakinleşemediğini fark etmişti.
Azra kısa bir homurtuyla yanıtladı. "Gidiyorum zaten!" Başını hafifçe Ece’ye doğru eğdi, göz göze geldiklerinde içinde yankılanan bir şey vardı, anlaşılmamışlık mıydı, yoksa korunmaya çalışılan bir kırılganlık mı, kendisi bile emin değildi.
"Haydi sıkı çalışın. Yarın görüşürüz," diyerek kapıya yöneldi.
Azra’nın topuk sesleri tekrar tahta zeminde yankılanırken, Ece arkasından seslendi:
"Yarın kahvaltıya bana gelin!"
Azra başını çevirmeden elini havaya kaldırdı.
"Tamam, diğerlerine söylerim!" dedi ve bahçenin gölgesine karıştı.
Azra’nın topukları verandanın taş zemininde yankılandı. Gümüş hale, gecenin karanlığında soluk bir ay ışığı gibi çevresinde titrek dalgalar halinde parlıyordu. Başını hafifçe kaldırıp abanoz ağacına göz attı; gövdesine oyulmuş insan yüzü sanki tam o an gözlerini kırpmadan ona bakıyordu. İçini geçici bir ürperti kapladı ama geri adım atmadı. Elini kapıya uzattı ve sessizce tıklattı.
İçeriden Arda’nın tembel sesi geldi.
"Kapı açık, gel Azra!"
Kapıyı iterek içeri girdiğinde, gözleri bir anlığına loş ve renkli taşların parıltısıyla kamaştı. Duvarlardaki değerli taşlar opal ışıklarla yıkanıyor, gölgeler her yüzeye gökkuşağı gibi dağılıyordu. Cam kenarındaki siyah kadife koltuk, bir sığınağı andırıyordu. Arda, pencerenin hemen yanındaki masada oturmuştu. Başını çevirip Azra’ya baktığında, onun etrafındaki belirgin gümüşi parlaklık gözünden kaçmadı. Dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı.
"Oo," dedi kıkırdar gibi. Omzunu geriye yaslayarak alaycı bir bakış fırlattı. "Yine güneş gibi doğdun geceme bakıyorum da. Çok parlaksın."
Azra, kapının yanında hafifçe durdu. Yorgun bir nefesle gözlerini devirdi, sesi düşük ama netti.
"Dalga geçmeyi keser misin?"
Gümüş hale, onun siniriyle hafifçe Arda’ya doğru kıvrıldı, sanki sözcüklerine eşlik edercesine. Arda, bir anlık enerji dalgasının tenine değdiğini hissetti; irkilmeden ama ciddileşerek yerinden doğruldu. Azra’nın ne kadar gergin ve kontrolsüz olduğunu o an anladı. Bedeni iyi değilken bu denli sarsılması tehlikeliydi.
"Bir sakinleştirici daha ister misin peki?" diye sordu yumuşak ve temkinli bir sesle. Sandalyesine dayanmış, artık onunla dalga geçmeyi bırakmıştı.
Azra hiç düşünmeden başını salladı.
"İyi olur."
Adımlarını kulubenin zeminine gömülmüş değerli taşların üzerinde sürüyerek yaklaştı ve siyah kadife koltuğa bıraktı kendini. Omuzları düşük, bakışları donuktu. Arda küçük bir taştan kutuyu açıp içinden bir hap ve bir bardak su çıkardı. Uzattığında Azra hemen aldı ve tereddütsüzce içti. Boğazından geçen soğukluk onu bir nebze toparladı.
Arda, küçük bir nefes alıp safir masaya doğru yönelirken soruyu ortaya bıraktı.
"Dayımı çağırmaya devam edeceğiz galiba?"
"Hayır." Azra, koltuğa yayılmış ama gözlerini onun üzerine dikmişti.
"Bu sefer Meryem’i çağıracaksın."
Arda kaşlarını kaldırdı, hafifçe iç geçirdi.
"Bu gece kafamı dinlerim diyordum ben de."
Azra, göz kapaklarını yarı kapatıp başını arkalığa yasladı.
"Sızlanma da başla hadi."
Arda, istemsizce omzunu silkip gözlerini kapadı. Sırtını dikleştirip derin bir nefes aldı. Meryem’den korkmuyordu; bu da çağrıyı kolaylaştırıyordu. Onun yüzü gözlerinin önünde canlanırken, zihni Berzah’a doğru açıldı. İkinci denemede, opal ışıkların ortasında şekillenmeye başlayan siluet, yavaşça netleşti.
Odanın ortasında Meryem belirdi. Gözleri hâlâ ağlamaktan kızarmıştı ama bu kez içinde huzura yakın bir şeyler vardı. Üzerinde, Berzah’daki evinden edindiği belli olan, sade ama zarif bir elbise vardı. Gölgesi bile bu kez daha az kırılgandı.
"Neden çağırdın beni?" diye sordu Meryem, sesi artık acıdan çok merak yüklüydü.
Arda gözlerini kıstı, baştan aşağı süzdü onu. Elbisenin uçlarına hafifçe dokunan parmakları, içindeki çocuksu alaycılıkla kıpırdadı.
"Ne o?" dedi dudaklarında eğreti bir gülümsemeyle. "Ruhlarla altın gününe mi başladınız Berzah’ta?"
Meryem, Arda’nın alaycı sözlerine başını hafifçe yana eğerek gülümsedi. Sesi, önceki buluşmalarına kıyasla daha canlı ve berraktı.
"Evet," dedi. "Berzah’taki komşularımla sohbet ediyordum."
Azra, parmak uçlarıyla koltuğun kenarını yokladı, merakla sordu:
"Ailene gittin mi peki? Dünya’ya yani."
Meryem’in yüzünde bir gölge gezindi. Gözlerini yere indirdiğinde tavanın opal ışıkları yüz hatlarını kısa süreliğine donuklaştırdı.
"Gittim tabii," dedi kısık bir sesle. "Yine etraflarında dolaştım, izledim onları. Herkes aynıydı işte... Çok yakın bir arkadaşım vardı, onu da ziyaret ettim. Benim için Kur’an okuyordu."
Dudakları titredi, gözleri doldu.
"Hissetmese de sarıldım ona."
Azra’nın içi cız etti. Oturduğu yerden hafifçe öne eğilerek Meryem’e baktı. Gözleri dolu ama sesi sakindi:
"İyi yapmışsın. Hem çok daha iyi görünüyorsun bugün. Yeşil elbise de sana çok yakışmış."
Gerçekten de Berzah’taki hayat Meryem’i iyileştirmişti. Elbisesi limon çiçeği gibi sade ama canlıydı. Yüzüne biraz daha renk gelmişti.
"Teşekkür ederim," dedi Meryem samimi bir ifadeyle. "Evet, daha iyiyim. Alışmaya çalışıyorum. Hem Berzah da biraz Dünya gibiymiş. Hatta küçük yaşta ölen bir kızla tanıştım, onunla kaynaştık bile."
Azra hafifçe gülümsedi. Bu gelişimi görmek içini rahatlatmıştı.
"Ne güzel! Çok sevindim senin için."
Sonra gözleri dikkatle Meryem’in yüzüne kaydı.
"Bak, artık eskisi gibi ağlamıyorsun da."
Meryem omuz silkti ama gözleri minnet doluydu.
"Ara sıra ağlıyorum tabii başıma gelenlere... ama evet, daha iyiyim."
Başını çevirip Arda’ya baktı. Gözleri, üzerinde süzülen opal ışıklarla birlikte daha da parlak görünüyordu.
"Peki sen neden çağırdın beni şimdi?"
Arda, gözlerini devirdi. Ciddiyetini abartarak omuzlarını gerdi, sesi tiyatral biçimde derinleşti.
"Sizin oralarda benim bir dedem vardı da, onu buraya getiriver diye çağırdım!"
Meryem’in kaşları çatıldı. Çenesini hafifçe yukarı kaldırarak homurdandı:
"Ben senin emir erin miyim be?!"
Arda sırıtarak karşılık verdi.
"Evet, öylesin."
"Getirmiyorum işte! Çok istiyorsan kendin çağır!"
Meryem kollarını göğsünde kavuşturmuştu. Üzerindeki elbisenin uçları hafifçe kıpırdanırken kararlı duruyordu.
Tam o sırada Azra'nın gözleri birden parladı. Çene hattı belirginleşti, gözlerinde yıldırım gibi bir fikir çaktı. Arda’ya döndü, heyecanı sesiyle birlikte odaya yayıldı.
"Arda sen harikasın!" diye bağırdı. "Bu benim aklıma neden daha önce gelmedi!"
Arda, şaşkınlıkla bir adım geri çekildi.
"Ne gelmedi? Ne oldu yine?"
Azra hızla Meryem'e döndü. Ayağa kalkarken sesi titriyordu.
"Meryem! Berzah’ta bizden biri var, yani benim gibi bir İletken… İlk İletken!"
Bir an durdu, nefesini toparladı.
"Onu bulup buraya getirebilir misin acaba?"
Meryem’in gözlerinde bir merak ışığı belirdi.
"Kim o? Adı ne?"
"Adını bilmiyorum henüz," dedi Azra. "Ama bugün öğreneceğim. Adını öğrenince onu bulup bize getirir misin?"
Meryem, başını hafifçe yana eğip kısa bir sessizliğe gömüldü. Sonra, anlaşılır bir kararlılıkla başını salladı.
"Denerim tabii."
Azra’nın bu isteği, boş boş dolaşmaktan çok daha anlamlıydı.
"Harika!" dedi Azra ve başıyla onayladı. Hemen kafasında bir plan oluşmuştu.
"Ben şimdi kütüphaneye gidip o ismi öğreniyorum. Arda," dedi arkadaşına dönerek. "Sen de o sırada Meryem ile antrenman yap."
Arda, şaşkınlıkla Meryem’e baktı.
"Nasıl çalışayım?"
"Sana itaat etmesini sağla," dedi Azra. Sesi, Arda’nın itirazını peşinen bastıracak netlikteydi.
"Gücünü kullanarak."
Azra, kapıya yönelirken adımları taş zeminde yankılandı. Tam arkasını dönmüşken Arda hızla Meryem’e döndü. Göğsünü kabarttı, sesi bir subay gibi buyurgan çıktı:
"Suyu bana getir!"
Meryem, kaşlarını çattı. Ellerini beline koyarak Arda’ya dik dik baktı.
"Ben senin fino köpeğin miyim? Kalk kendin al!"
Arda’nın çenesi kasıldı. Sabrının ipi gerginleşti.
"Getir şunu dedim sana!"
"Hıh! Getirmiyorum işte!"
Arda, ellerini iki yana açıp başını geriye attı. Umutsuz bir sesle bağırdı:
"İtaat etmiyor bu Azra!"
Azra, kapının eşiğinden arkasına bakmadan seslendi.
"Ettir o zaman! Ben gelene kadar kaç emir verdiğini ve kaçını yaptırabildiğini de not al!"
Verandanın önündeki abanoz ağacın gölgesi, ardında kapanan kapıyla birlikte yeniden odaya yayılırken Meryem ve Arda’nın karşılıklı dikilmeleri, bir komedi tiyatrosunun açılış sahnesini andırıyordu.
Azra vakit kaybetmeden okula dönüp kütüphaneye doğru adımlarını hızlandırdı. Öğrencilerin uğultusu koridorlarda yankılanırken, aklında sadece bir isim vardı henüz bilmediği ama ona belki ışık tutacak o isim.
Kapıyı aralarken taş kulpun serinliği parmaklarının ucunda titreşti. İçeri adımını atar atmaz, uğultunun bile giremediği o keskin sessizlik ona çarptı. Göz kapaklarında hafif bir gerilim hissetti. İçeriye her girişinde olduğu gibi, içinden bir şeyler kıpırdadı; saygıyla ürperti arasında bir yerde…
Bir adım daha attı. Jasper taşından oyulmuş zemine basarken, ayak sesleri yankı yerine usulca yutuldu. Sanki taş bile fısıltıya izin veriyor ama gürültüye karşı set çekiyordu. Başını kaldırdığında gözleri otomatik olarak tavana kadar uzanan raflara takıldı. O an, tekrar fark etti: burası bir bina değil, bir hafıza labirentiydi. Merdivenler raflara dayanmıştı, ama öylesine değil, her biri dikey bir yolculuk gibi duruyordu. Bazı merdivenlerin altında minik notlar vardı: “Tırmanmadan ulaşamazsın.”
Azra, tarih bölümünü ararken rafların başlıklarına göz gezdirdi. Her bir başlık sihirliymiş gibi kısa süreliğine parlıyordu, sonra sönüyordu: “Zihin Sanatları”, “Aynasal Savaşlar”, “Gölge Prensipleri”…
“Hayır, hayır… Tarih lazım… Savaşlar, kayıtlar… Canopus…”
Aralardan geçerken başını bir raftan uzatan eski bir kitap, çatallı bir sesle “Şşşt, burası sessiz bölge…” dedi. Azra irkildi. Hemen yanındaki öğrenci, not almayı bıraktı, ona göz ucuyla baktı ama bir şey demedi. Saçları gevşekçe dağılmış, önündeki kitabın üstüne düşmek üzereydi. Azra onun hangi derse çalıştığını bilmiyordu ama kağıdın üstünde “Elementsel Denge Bozulmaları” yazıyordu.
“Çok oyalanma Azra, vaktin yok,” diye geçirdi içinden. Bir an içgüdüleriyle hareket etmeye karar verdi.
Bir sapağa geldiğinde raflardan biri ona hafifçe doğru eğildi, kitaplarından biri cılızca fısıldadı:
“Soldaki alana dön…”
Nefesi boğazında düğümlendi. Gerçekten mi duymuştu? Yoksa yalnızca kafasının içinden mi geçmişti?
Yavaşça döndü.
Oradaydı. Başlık solmuştu ama hâlâ oradaydı:
“Tarihsel Kayıtlar – Canopus Serisi”
Hemen yaklaştı. Kitapların önünde durduğunda, parmak uçlarında hafif bir uyuşma hissetti. O anda sol çaprazında bir hareket oldu. İnce yapılı bir öğrenci, elinde üç kitapla diğer bloğa geçerken göz göze geldiler. Çocuk hafifçe başını eğdi, sonra yoluna devam etti. Kimi masalarda öğrenciler dağılmış halde çalışıyordu. Bazılarının önünde mürekkep kabarcıkları havada asılı kalmış, yazılmayı bekleyen cümleler gibi duruyordu.
Azra dikkatini tekrar rafa verdi. Parmakları sırtların üzerinde ilerledi.
Ve işte orada.
“Canopus Savaşı – Kayıp Güçlerin Kronolojisi.”
Kitabı çektiğinde içinden çıkan hava hapsolmuş bir nefes gibiydi. Kitabın içi neredeyse kendi kendine açıldı. Sayfaları çevirdikçe harflerin arasında bir şeyin kıpırdadığını hissetti.
“Çok uzun… Zamanım yok…”
Parmakları sayfayı kovalarken zihni sadece bir sözcüğü tekrar ediyordu:
“İletken. İletken. İletken…”
İçindekiler kısmına geldiğinde gözleri satırlar arasında hızla kaydı.
“Savaşta kaybedilenler – Yeteneklerine göre sınıflandırılmış”
Sayfayı çevirdi.
Toprak… Ateş… Telapat… Doğa…
Ve nihayet: İletken.
Altında sanki kaderiymiş gibi tek bir isim parladı:
“Neriman Atik.”
Bir anlığına kalbi durdu. Gözleri o isme kilitlendi. İçinde sanki kilitli bir kapı aralandı.
“Buldum… İşte buradasın.”
Kitabı hafifçe kapattı ama elleri hâlâ üzerinde kaldı. Yerine koymadan önce gözleri kitabın sırtına bir kez daha döndü.
"Seni unutmayacağım. Bu başlangıç."
Arkasını dönerken göz ucuyla bir başka bloktaki sitrinden kristal kapıya takıldı. Üzerinde kocaman harflerle parlayan uyarı:
"Yasak Bölge – Ölüm Tehlikesi – Sadece Öğretmenler"
Kapı, loş ışığın altında içindeki kıvılcımı saklamıyordu. Yaklaşsa açılacak gibi değildi ama geri dursa bile çağırıyor gibiydi.
Şimdi değil.
Azra yürümeye başladı. Sessizlik hâlâ her şeyi örterken, kendi adımlarının ardında bıraktığı yankısızlık onu hızlandırdı.
"Sıra sende Arda…"
Adımlarını sıklaştırarak kütüphaneden çıktı. Koridordaki öğrenciler üzerinde gözleri zaman yolcularını aradı. İnce yapılı bir çocuğu fark ettiğinde mor bir hale kendi gümüşüne karıştı ve Azra koridordan silindi.
Azra, taş yoldan gelen topuk sesleriyle Arda'nın kulübesinin önünde durdu. Gecenin loşluğunu ağaç dallarına asılmış renkli fenerler delip geçiyor, abanoz ağacın yakut gözleri oynaşan ışıklarla parlıyordu. Hafif aralık bırakılmış kapıdan içeri süzüldü. İçerisi, opal ışıkların taş duvarlara yansıdığı bir gökkuşağı gibi titreşiyordu. Kapının üstünde, Arda’nın söz verdiği gibi not çizelgesi asılıydı. Meryem’in itaat denemeleri detaylıca yazılmıştı. İlk başta direnmişti; ama sonra yavaşça komutlara uymaya başlamıştı.
Azra çizelgeye kısa bir bakış atıp içeri yürüdü. “Güzel gelişme,” diye düşündü. Taş zeminde yankılanan ayak sesleri, kulübenin ağır sessizliğini bölüyordu.
Bakışları kararlı bir şekilde Meryem’e çevrildi.“Meryem,” dedi, sesi yumuşak ama tonunda mutlak bir kararlılık vardı. “Berzah’ta Neriman Atik adında birini bulmanı istiyorum. O, benden önceki tek İletken. Onu bulup buraya getirebilir misin?”
Meryem’in gözleri büyüdü, dudakları aralandı ama hemen ardından kendini toparladı. Kafasını eğerek birkaç adım yaklaştı.
“Elimden geleni yaparım, Azra,” dedi içtenlikle. “Ama Berzah çok büyük bir yer... Ne kadar sürer bilmiyorum. Hem... orada milyonlarca Neriman Atik olabilir.”
Azra, ellerini arkasında birleştirdi. Başını hafifçe eğip bakışlarını sabitledi.
“Evet ama orada yalnızca bir İletken var,” dedi kendinden emin, net bir ses tonuyla. “Bu onu bulmanı kolaylaştıracaktır. Eğer başka bir bilgi öğrenirsem sana hemen söylerim. Hadi, şimdi git ve hemen başla lütfen.”
Meryem, başıyla selam verir gibi hafifçe eğildi. Gözlerinde kararlılıkla “Tamam. Görüşürüz,” dedi ve bir anda olduğu yerde buharlaşıp gözden kayboldu.
O an kulübenin içindeki sessizlik geri döndü. Azra gözlerini bir süre Meryem’in yok olduğu noktada tuttu, sonra nihayet Arda’ya döndü. Biraz beklemiş gibiydi.
“Evet Arda, şimdi gelelim sana,” dedi. “Hadi bakalım, çağır birisini.”
Arda, yerinden kalkmadı. Ellerini dizlerinde birleştirmiş, gözlerini kısarak Azra’ya bakıyordu. Omuzları biraz düşmüştü, sesi düşündürücüydü.
“Sence Meryem’i çağırdığımda hemen gelmesi ama dedemle dayımın bir türlü gelmemesi neden?” Gözleri Azra’nınkine takılmıştı; sanki kendi içindeki cevabı onun gözlerinde arıyordu.
Azra hafifçe başını salladı, sözünü hazırlamış gibiydi.
“Çünkü Meryem’den korkmuyorsun.”
Arda hemen kaşlarını çattı, sesi yükselmeden itiraz etti.
“Dayımdan ve dedemden de korkmuyorum ki!”
Azra birkaç adım yaklaştı. Gözlerini kısıp onunla aynı seviyeye indi, neredeyse fısıltıya yakın konuştu.
“Belki onlardan değil ama durumlarından korkuyorsundur,” dedi. “Ya Berzah’taki hayatları iyi geçmiyorsa... diye mi endişeleniyorsun? Meryem’in durumu konusunda daha eminsin, değil mi?” Başını hafif yana eğdi. “Peki... onları gerçekten görmek istediğinden emin misin?”
Arda’nın yüzü gerildi. Dudağını dişledi, gözleri uzak bir noktaya kaydı.
“Bilmiyorum Azra,” dedi sessizce. “Gerçekten bilmiyorum... Ama deneyeyim tekrar.”
Tam ayağa kalkacakken Azra eliyle onu durdurdu.
“Dur,” dedi, sesi sakindi ama tok. “Kafan karışık olduğu için onları göremiyorsun Arda. Önce kafanı toparlamalısın.” Gözlerini onun gözlerinden ayırmadan devam etti: “Onları mı görmek istiyorsun, yoksa sadece yapabildiğini mi görmek istiyorsun?”
Bir anlık sessizlik oldu. Azra usulca devam etti.
“Gerçekten görmek istediğin birisi yok mu?
Arda, loş kulübenin içinde sessizce başını eğdi. Dışarıdan süzülen renkli top fenerlerin ışığı pencereden içeri düşüyor, odanın duvarlarına kırmızı, yeşil, mavi yansımalar bırakıyordu. Bir gölgede kalıyor, bir aydınlanıyordu yüzü.
"Var..." dedi tereddütle. "Babamın bir arkadaşı var ama ölüp ölmediğini bile bilmiyorum ki..." Sesi, gecenin yumuşak sessizliğinde dağılır gibi oldu. Kafasının içi hâlâ bulanıktı.
Azra, ona yaklaşarak dikkatini toplamasına yardım etti. Sesi sakindi ama yön göstericiydi. "O arkadaşı boş ver şimdi, Arda. Dedene odaklan. İyi biri miydi deden?"
Arda’nın gözleri bir anlığına uzaklaştı. Loş ışığın altında, göz kapakları hafifçe titredi. Hafızasında bir yüz belirdi, gülen, sıcacık bir yüz. Dudaklarına özlemle karışık bir tebessüm yayıldı. “Evet,” dedi içtenlikle. “Beni çok severdi. Bayramlarda hep en çok harçlığı o verirdi. Ne istersem alırdı bana…”
“Tamam işte,” dedi Azra, cesaret vererek. “Hadi şimdi ona odaklan. Onun iyiliğine… sana olan sevgisine… Eğer Berzah'taki hayatı şu an iyi geçmiyorsa bile, ona yardım etmek istemez misin? Belki de seni bekliyordur.”
Bu cümle, Arda’nın içinde başka bir kapıyı aralamıştı sanki. Artık sadece görmek değildi mesele; yardım etmek istiyordu. Gerçekten, yürekten.
“İsterim,” dedi gözleri dolarak. “Elbette isterim.”
Azra bir adım geri çekildi. Sesi güven veriyordu. “Hadi o zaman. Korkma artık. Hem ben de buradayım.”
Arda başını salladı, derin bir nefes aldı. Gözlerini kapadı. Bu kez zihninde korku ya da belirsizlik yoktu. Sadece dedesine duyduğu sevgi, özlem ve yardım etme arzusu vardı. Göğsü ağır ağır inip kalkarken odadaki hava da sanki yoğunlaşmıştı.
Bir… iki… üç… dört…
Beşinci denemede, odanın ortasında beyaz bir ışık beliriverdi. Yavaşça yayılıyor, şekilleniyordu. Işık, fenerlerin renkli yansımalarıyla birleşti; Arda'nın karşısında tanıdık bir siluet belirdi.
Gözlerini açtığında, karşısında dedesini gördü. Daha genç görünüyordu belki ama o sıcak, içten gülümseme, aynıydı. Aynı tanıdıklıkla Arda'nın yüreğine indi.
Gözleri doldu, sesi titredi. “Dede… Hoş geldin!”
Dedesi etrafına şaşkınlıkla bakındı. “Arda? Oğlum, sen misin bu?”
“Evet benim dede, benim!” Arda heyecanla başını salladı, boğazındaki düğüme rağmen gülümsedi. Sonra hemen Azra’ya döndü.
“Azra, rica etsem… sen bizi biraz yalnız bırakabilir misin? Onunla biraz hasret gidermek istiyorum.”
Azra başını anlayışla eğdi. “Benim de Sare’ye gitmem gerekiyor zaten,” dedi, kapıya yönelirken. Eşiğinden çıkmadan durdu. “Siz konuşun Arda. Ama unutma, bu sadece hasret gidermek değil; aynı zamanda yeteneklerini kontrol etmek için de bir pratik. Odaklanmaya devam et, olur mu?”
Arda, dedesine duyduğu saygıyla başını eğdi ama bu hatırlatma ona biraz dokunmuştu. Azra haklıydı, yine de hafifçe homurdandı: “Tamam tamam… Hadi sen git şimdi, Sare beklemesin.”
Azra, hafif bir tebessümle onu izledi. “Yarın sabah Ece’de kahvaltı, unutma.”
“Tamamdır. Görüşürüz.”
“Görüşürüz,” diyerek dışarı çıktı. Ardında, renkli ışıklarla yıkanan küçük odada dedesiyle baş başa kalmış Arda’yı bıraktı. Dışarıda gece sessizce derinleşirken, içeride yılların özlemi yankılanıyordu.
Azra, Arda’nın kulübesinden çıkarken verandadaki tahta basamaklar hafifçe inledi. Ön bahçeye adım attığında topuklarının taş yolda çıkardığı ritmik sesler, bahçeyi aydınlatan renkli fenerlerin titreşimiyle bütünleşti. Kulübelerin önündeki verandalarda sohbet eden öğrenciler arasında yürürken, bazıları başlarını çevirip ona baktıysa da Azra hiç durmadı. Sırtına hafifçe çarpan akşam serinliği, içini gerginlikle ürpertti. Adımlarını sıklaştırarak ana bahçeye geçti.
Renkli top fenerlerin ışığında, okulun onyx taşından oyulmuş gövdesi gökyüzünü delerek yükseliyordu. Sivri kulelerin uçları sisli gece havasında belirsizleşmişti. Zümrüt pencerelerden yansıyan ışıklar çimenlerin üzerine dans eden gölgeler düşürüyordu. Ağaç altlarında oturan, piknik masalarına yayılmış öğrencilerin kahkahaları, konuşmaları arada bir rüzgârla kulağına ulaşıyordu.
Azra, zümrütten oyulmuş salonun geniş kapısından içeri adım attığında, ortamın gürültüsü bir uğultuya dönüştü. Süs havuzunun yanından geçen birkaç öğrenciyle göz göze geldi. Hafifçe başını sallayarak selam verdi ama durmadı. Geniş taş zeminde yankılanan adımlarını hızlandırdı.
Ağaçlı koridora ulaştığında ortam bir anda sessizleşti. Öğrenciler fısıltıyla konuşuyor, bazıları kemerlerin altına çekilmiş tartışıyordu. Azra, üzerinde renkli mozaiklerle desenlenmiş taşları izleyerek ilerlerken, yapraksız ağaçlara asılı fenerlerin ışıkları duvarda hayalet gibi oynuyordu. Fısıltılardan birkaç kelime kulağına takıldı: "kehanet", "savaş", "canopus"... İçinden not aldı. Gözleri dikkat kesilmişti.
Koridorun sonunda inci salonun parlaklığı gözlerini aldı. Beyaz yüzeyler bebek pudrası gibi yumuşak bir koku yayıyordu. Panolara ilan asan öğrencilerden biriyle göz göze geldiğinde gülümsedi ama hemen sonra gözlerini kaçırdı. Yuvarlak bir masanın yanından geçerken inci avizelerin altındaki masada tartışan bir grup dikkatini çekti. Sözlerini ayırt edemedi ama atmosferin ciddi olduğu belliydi.
Sola döndüğünde taş kemerin altındaki uzun koridora vardı. Koridorun iki yanında sıralanmış asansör kapılarına yöneldi. Derin bir nefes aldı, sesli komutu verdi ve kabine adım attı. Asansörden indiğinde kalbindeki gerginlik yavaş yavaş sıkılaşıyordu.
Sare'nin odasının önüne geldiğinde kısa bir tereddütten sonra kapıya vurdu. İçeriden gelen “Gel,” sesiyle tokmağı çevirdi. Odaya adım attığında yüzünü ametist taşlarının loş ışıltısı karşıladı. Sare'nin masasının arkasındaki dev kitaplık, eski zaman bilgeliği gibi yükseliyordu.
Müdüre başını okuduğu kitaptan kaldırdı, gözlüklerini burnunun ucundan itip Azra’ya baktı. “Gel Azra,” dedi, sesi sanki çoktandır konuşmuyormuş gibi yumuşaktı. “Ben de seni bekliyordum.”
Azra bir an durakladı, gözlerinde kararlı bir kıvılcım belirdi. Mor deriden koltuklardan birine usulca yaklaştı ama oturmadı. Ellerini önünde birleştirirken göz ucuyla odadaki kristal sürahiyi, sehpadaki bardaklara baktı. Yüzünde sezilmeyecek kadar ince bir gülümseme belirdi.
“Merhaba yeniden efendim,” dedi, sesindeki saygı belirgindi ama merakı saklayamıyordu.
Sare kitabı sessizce kapatıp kenara bıraktı. Ellerini masasının üzerinde birleştirerek, karşısındaki genç kıza dikkatle baktı.
“Otur lütfen. Doğrudan konuya girelim,” dedi ve gözlerini Azra'nınkine sabitledi.
“Sen ne düşünüyorsun bu kehanetler hakkında?”
Azra hazırdı. Koltuğa usulca yerleşti. Sare'nin sorusunun altındaki niyeti sezmişti; gözleri hafifçe daralmış, dudakları ise hemen hemen kıvrılmıştı. Ama sakin kalmaya kararlıydı.
“Ben kehanetlerin bizimle, yani benim grubumla ilgili olduğunu düşünüyorum efendim,” dedi, sesini fazla yükseltmeden.
“Yaptığım araştırmaya göre bu okulda bizden başka altı kişilik yakın arkadaş grubu yok.”
Sare hafifçe gülümsedi. Gülümsemesinin ardında başka bir düşünce kıpırdanıyordu; gözlerindeki parıltı yavaş yavaş değişiyor, adeta ölçüp tartıyordu.
“Bu, başka bir grubun oluşmayacağı anlamına gelmez Azra,” dedi. Sesi yumuşak ama dikkatliydi. Azra'nın kendini kaptırmasını istemiyordu.
“Kehanetler hemen gerçekleşmeyebilir; bazen yıllar, hatta yüzyıllar sonra ortaya çıkabilirler. Belki de diğer okullardan bahsediyorlardır, kim bilir? Orada da sizin gibi gruplar olabilir. Ya da sizden çok çok sonra gelecek bir nesil içindir bu kehanet.”
Sare'nin sözleri yavaş ve belirli bir ritimle geldi. Bu ritim, Azra'nın içindeki sabırsız ritme zıt düşüyordu. Kaşlarını çatmadan edemedi.
“Yani siz, bizimle ilgili olmadığını düşünüyorsunuz o zaman?” diye sordu doğrudan. Sesinde meydan okuma yoktu ama kuşku gizlenmemişti.
“Hayır,” dedi Sare hemen. Olası bir kırılmayı istemiyordu. “Sadece başka ihtimallerin de olabileceğini söylüyorum. Aceleci davranmamalıyız.”
Azra vazgeçmedi. Masanın kenarına biraz daha yaklaştı, gözlerini Sare'nin gözlerinden ayırmadan konuştu.
“Peki efendim, bunlara benzer, daha önceden söylenmiş kehanetler var mı? Belki onları incelersek bir ipucu bulabiliriz diye düşünmüştüm. Yasaklı bölümde olabilir mi?”
Sare’nin gözleri kısacık karardı. Dudak kenarı belli belirsiz gerildi ama hemen eski ifadesine döndü. İçinden geçen tek düşünce şuydu: O bölüme asla girmemeli. Ama dışarıdan bakıldığında gayet sakindi.
“Ben senin için biraz araştırdım Azra,” dedi, eliyle masasındaki dosyaları düzeltir gibi yaptı, “ama maalesef bu kehanetlere benzer eski bir kayda rastlamadım.”
Yalan, dudaklarından kusursuz bir doğallıkla döküldü.
Sonra ifadesi daha yapıcı hale geldi, sesinde samimiyetle örtülmüş bir yönlendirme vardı.
“Ama belki de geçmişe bakmak yerine elimizdeki bu iki kehanete odaklanmalıyızdır. Birlikte anlamaya çalışalım mı, ne dersin?”
Böylece yönü ben belirlerim, diye geçirdi içinden.
Azra bir an kıpırdamadı. Sare’nin gözlerine baktı; o gözlerde gölgelenen bir şeyi fark etmişti ama ispatlayamazdı.
Beni oyalıyor.
Bildiği bir şey var ama söylemiyor.
Yine de sesini çıkarmadı. Başını hafifçe eğerek, “Olur efendim,” dedi.
“Memnuniyetle. O zaman önce sizin anladığınız nedir, bana fikrinizi söyler misiniz?”
Bakalım ne kadar dürüst olacak? Neyi saklayacak benden?
Sare parmaklarını bir araya getirip masanın üzerinde bir üçgen oluşturdu. Mor deri koltuğunda dik oturuyor, vücut dili kontrolün tamamen kendisinde olduğunu ilan ediyordu. Bakışları Azra’ya saplanmıştı; karşısındaki genç kızın en ufak bir mimik değişimini bile kaçırmamakta kararlıydı. Onun neyi ne kadar kavradığını, inancının derinliğini ve sorgulama cesaretini tartıyordu.
“Peki Azra,” dedi sonunda. Sesi kontrollü bir serinlikle ametist taşlarının ördüğü odayı sararken, tonlamasındaki ufak yumuşama, Azra’nın savunmasını gevşetmeye yönelik bilinçli bir adımdı. “Önce ilk kehaneti ele alalım.”
Azra'nın ayakları taş zeminde kısa bir yankı bırakarak konumunu değiştirdi. Başını hafifçe eğdi, ama aslında düşüncelerini saklamak için yapıyordu bunu. Yüzü ifadesiz, vücudu karşısındaki koltukta sabitlenmiş gibiydi. Dinliyor gibi görünüyordu; oysa izliyordu.
“Altı dostun bir göreve gönderileceği açıkça söyleniyor,” diye devam etti Sare. Sözcükler, masasındaki kum saatinden yükselen, homurtuya benzeyen taneler arasında yankılandı. “Bu görev sırasında içlerinden birinin kaybolacağı, bir diğerinin de düşmanını yenmek için kendini feda edeceği belirtilmiş. Buraya kadar oldukça net.” Dosyaların arasında kısa bir kâğıt aralığını düzeltti. Ellerinin titremediğini özellikle göstermek istercesine yavaşça yaptı bunu, otoritesini güçlendiren seremonik bir hareketti. Sonra başını kaldırdı; göz temasını sert bir şekilde yeniledi.
“Bu kayıplar yüzünden düşmanların ki ben bunların uzun zamandır beklediğimiz Ruh Avcıları olduğunu düşünüyorum ilerleyip Antares surlarına kadar dayanacağı söyleniyor.”
Son cümledeki vurgu neredeyse suçlayıcıydı. Sözcükleri yavaşlarken gözleri cam kenarındaki skulentlerden birine kaydı. O anlık sessizlik, Azra'nın zihninde yankı bulan bir sorgulamayı tetiklemek üzere kurgulanmıştı. Dikkati bilinçli olarak dağıtılmış, ardından boşluk yaratılmıştı.
“Ancak son satır...” Mor koltuğunun kolçaklarına yaslandı, derin bir soluk aldı. “‘Yok olacak her şey birisinin çığlığında’ kısmı biraz muğlak. Bu, savaşın o çığlıkla biteceğini mi gösteriyor, yoksa Antares şehrinin de tıpkı Canopus gibi yok olacağını mı söylüyor… İşte oradan emin değilim.”
Azra’nın yüzünde o tanıdık çatılma belirdi. Kaşları bir araya gelmiş, bakışları dikkat kesilmişti. Ancak bu dikkat, Sare’nin düşündüğü gibi bir teslimiyet değil, stratejik bir analizdi. Zihni Sare'nin her kelimesini tartıyor, anlamların arkasındaki amacı çözmeye çalışıyordu. Soruyu yönelttiğinde sesi saygılıydı, ama içinde sakladığı bir sınama vardı.
“Peki ikinci kehanet efendim?” dedi; sesinin dibinde bastırılmaya çalışılan bir merak kıpırdıyordu.
Sare başını hafifçe yana eğdi. Bu, hem düşünürken geliştirdiği hem de karşısındakinin dikkatini kendi merkezine çekmek için kullandığı törensel bir jestti. Elleri şimdi kucağında birleşmişti; kelimeleri daha ölçülü, daha yumuşatıcıydı ama yönlendiricilik dozu artmıştı.
“Bak,” dedi, “ikinci kehanette ‘altı dost’ ifadesi hiç geçmiyor.”
Azra'nın gözlerinde kısa bir irkilme oldu. Bilinçsizdi bu, ama Sare hemen yakaladı. Göz ucuyla bu tepkideki kırılmayı not etti, ardından ses tonuna koruyucu bir yumuşaklık ekledi güven telkin eden bir maske gibi.
“Bunlar birbirinden tamamen bağımsız iki ayrı kehanet bile olabilir, bunu unutmamak lazım.”
Azra’nın dudakları kıpırdadı ama bir şey demedi. Sanki Sare’nin sözlerine hak veriyor gibi göründü, ama içi bir başka katmanda çalışıyordu. "Ama o kadar da değil," diyordu içinden. Sare, onun bu iç çatışmasını sezer gibi bir doz daha merhamet kattı sesine. İkna değil, teslimiyet arıyordu.
“Bu şekilde düşünürsen, belki paniğin biraz azalır,” dedi içinden ama dile dökmedi. Yine de Azra'nın vücudu hafifçe gevşedi. Bilerek. Sare'nin kontrol hissine teslim olduğunu düşündürmek, Azra'nın kendi hamlesiydi.
“Kuzeyden yükselecek kara bulutlar bana yine Ruh Avcıları’nı hatırlatıyor,” diye sürdürdü Sare. Koltuğunun arkasındaki dev kitaplığa kısa bir bakış attı; bu sahte bir arayıştı. Gerçek cevap onun için kitapta değil, Azra’nın tepkilerindeydi.
“İkinci satırda da onların bir ordu kuracağından bahsediyor ki, biz böyle bir tehdidi uzun zamandır bekliyoruz zaten.”
Bakışları yeniden Azra’ya döndü. Genç kızın bedeni şimdi daha sabitti ama parmakları farkında olmadan sehpada duran kristal bardağın kenarına dokunuyordu. Sare o hareketi kaydetti. Bir zihin hareketinin dışa vurumu. Kendi lehine işleyecek bir sinyal daha.
“Sonraki mısralar ise çok sevilen birisinin, arkadaşlarını korumak için kendi canı ile pazarlık yapacağını söylüyor,” dedi. Kehanetin orijinalindeki “canını sunacak” ifadesini özellikle yumuşatmıştı. Tehdidi saklayıp sorumluluğu emanet etmek istiyordu.
“Ve yine birisinin kaybolacağından bahsediyor.”
‘Zamanın çığlığı...’ Bu kısmı bilerek atladı. Söylemedi. Azra fark etti. Sare’nin bazı ifadeleri farklı söylediğini, bazı satırları ise ustaca elediğini sezmişti. İçgüdüsü devredeydi. Ama bunları şimdilik dile dökmedi. Bunun yerine, bilinçli bir stratejiyle hafifçe öne eğildi, gözleri kararlı bir netlikle Sare’ye kilitlendi. Tepkisinde korku yoktu. Sadece soğukkanlılıkla dile getirilmiş bir iç sesin yankısı vardı.
“İşte ben de bu yüzden bu iki kehanetin aynı şeylerden bahsettiğini düşünüyorum efendim,” dedi, içindeki itirazı saklamadan.
Sare başını hafifçe salladı. İçten içe memnun olmuştu bu ısrardan ama bunu belli etmedi. "Direnç hâlâ yerinde," diye düşündü.
“Evet, olabilir,” dedi. Sesi sakindi ama bakışları test ediyordu. “Ama dediğim gibi, bunlar farklı zamanlarda gerçekleşecek olaylar da olabilir. Sadece bu ihtimali göz ardı etme.”
Masadaki dosyalardan birini azıcık yana itti, Azra’nın gözlerini tekrar yakaladı. Bu kez ifadesi daha kişiseldi, tonlaması daha içtendi ya da öyle görünmesini istiyordu.
“Peki, tüm bunlara rağmen,” dedi, sesini biraz daha alçaltarak, “sen neden ısrarla bu kehanetlerin sizden bahsettiğini düşünüyorsun?”
Soru, bir sınav gibiydi. Cevaptan çok Azra'nın düşünme biçimini hamlelerini merak ediyordu.
Azra doğrudan cevap vermek yerine konuyu ustaca dağıttı. Gözlerini Sare’ye dikmedi, onun yerine sehpanın üzerindeki su bardağına baktı. “Ben emin değilim efendim, sadece bir his benimkisi,” dedi, sesi ölçülüydü ama içinde belirsiz bir gerilim taşıyordu.
Sare, bir süre sessiz kaldı. Parmak uçlarıyla masanın kenarına hafifçe vurdu; tırnaklarının çıkardığı zarif tıkırtı, odadaki kum saatinin düzenli akışına karıştı. Azra'nın niyetini sezmiş gibiydi, ama kartlarını henüz açık etmeyecekti.
Azra'nın dudakları kıpırdadı, ama gözleri Sare’nin mimiklerini tarıyordu. Yeni bir cephe açma zamanıydı. “Size bir soru sorabilir miyim? Halk içinde de Kahinler var mı?”
Sare’nin dudakları, cevabı zaten hazırmış gibi kıvrıldı. “Var tabii,” dedi, sanki Azra'nın konuyu oraya çekmesini bekliyormuşçasına. Cümle, hem sıradan hem de fazlasıyla kontrollüydü.
Azra koltukta hafifçe geriye yaslandı. Tonu değişmemişti ama sorular sertleşiyordu. “Peki onlardan size ulaşan benzer bir kehanet oldu mu son zamanlarda?”
Sare, omuzlarını neredeyse fark edilmeyecek bir şekilde silkti. “Henüz yok.” Bu kez sesi daha netti, ama netlik bazen şeffaflıktan çok duvar olurdu.
Azra başını kısa bir onayla salladı, sonra gözlerini hafifçe kısarak devam etti. “Anladım. Peki bu kehanetlerden halkın haberi var mı?”
Sare'nin kaşları hafifçe çatıldı, ama yüzündeki ifade disiplinli bir yumuşaklıkla maskelendi. Gözlerini Azra’dan ayırmadan, soğuk bir sabırla konuştu. “Azra!” Sadece adıyla yaptığı uyarı, o an odanın tüm sesini susturdu. Ardından, sesini tekrar sakinleştirdi ama alt metin dikenliydi. “Böyle bir şeyi halka söyleyemeyiz elbette. Ülkede büyük bir panik yaratır.”
Azra’nın gözleri kısa bir an için duvarda kıpırdayan portrelerden birine kaydı. Önceki müdürlerden biri gülümseyerek kaşlarını kaldırıyor, sanki konuşulanları dinliyordu. Sonra tekrar Sare’ye döndü. “Peki bakanlar? Onlar biliyor mu?”
Sare sandalyesinde yerini düzeltti, dosyalardan birini kapatarak kenara itti. Bu küçük hareket, konuşmayı yönlendirme çabası gibiydi. “Henüz onlara da söylemedik,” dedi sabırla. “Önce diğer okulların yönetimi ile toplanıp ortak bir strateji belirleyeceğiz.”
Azra iç sesini bastırmakta zorlandı. Demek her şey kontrollü, her bilgi aşamalı… ve durumun ciddiyeti göz ardı ediliyor. Çoktan kırmızı kod verilmesi gerekirdi... Gözlerini bir an sehpadaki kristal sürahiden süzülen suya dikti. Dalgalar, onun zihnindeki şüpheler gibi titreşiyordu. “Anlıyorum efendim,” dedi, sesine hafif bir kabulleniş yerleştirerek. “O zaman siz ne yapacağınızı bilirsiniz zaten.”
Azra, bu noktada geriye çekiliyor gibi görünse de aslında yeni bir hamle için boşluk yaratıyordu. “Benim cezam... Onun hakkında aklınızda herhangi bir şey var mı?”
Sare, başını eğip derin bir nefes aldı. Bir an için gözleri kapanır gibi oldu, yorgunluğunu saklamadı. Belki de göstermek işine geliyordu. “Ah Azra... Sana ceza vermekten yorulduk gerçekten.” Sözleri, azarlanma gibi değil; daha çok, usandırılmış bir sitem gibiydi. Ardından sandalyenin kolçağına parmaklarını bırakarak konuştu. “Bunun için yine disiplin kurulu toplanacak, oylama ile bir karar verilecek. Hafta sonu sana kararı bildiririm.”
Azra başını eğdi. Sare’nin yorgunluğunu yüzüne vurmayacak kadar temkinliydi. “Tamam efendim,” dedi nazikçe. “Ben çıkayım o zaman.”Sare gözlerini onun arkasından ayırmadan konuştu. “İyi geceler Azra.”
Azra kapıya yönelirken başını hafifçe çevirip son kez cevap verdi. “İyi geceler efendim.”
Azra'nın adımları taş zeminde yankılanarak uzaklaştı. Kapı, yavaşça açılırken arkasında kısa bir uğultu bıraktı. Odanın içi yeniden suskunluğa gömüldü.
Sare, olduğu yerde kalakaldı. Masasının arkasında, yüzüne gölge düşüren rafların önünde dimdik oturuyordu. Parmak uçları birbiriyle temas ederken, gözleri düşüncelerinin uzağında bir noktaya sabitlenmişti.
Tam o anda, odanın duvarlarını süsleyen portrelerden biri hareket etti. Masanın solundaki taş sütunun hemen yanındaki çerçevenin içinde, koyu yeşil cübbeli yaşlı bir adam, eski bir müdür, başını ağır ağır Sare’ye çevirdi. Gözleri, canlıymışçasına derinlikli ve donuktu. Bakışlarında yargılayan bir sertlik vardı; hiç de onaylayıcı değildi.
Sare, göz ucuyla fark etti portredeki hareketi.
Sonra, portredeki adam başını yavaşça çevirdi. Bakışları Sare’den kayıp, kapıya yöneldi. Azra’nın tam da o an koridorda uzaklaşmakta olan silüetine dikildi. Sanki her şeyin farkındaydı.
Odanın içinde sadece kum saatinin usul sesi kaldı.
Azra, Can’ın kapısına doğru yürürken, ayaklarının altındaki taş yolun sert yüzeyinden çıkan ritmik tıkırtılar, akşamın hafif serinliğinde yankılandı. Okulun ön bahçesindeki yuvarlak renkli fenerler, kulübelerin verandalarına yumuşak ışıklarını serpiştiriyordu. Çimenlerin arasında dolanan birkaç öğrenci gülüşerek kulübelerine yöneliyor, taş yollar üzerinde ayak sesleri hafifçe karışıyordu. Hava, baharın hafif nemini taşıyor, ağaç dalları usulca sallanıyordu.
Azra, kapıya yaklaştığında elini kaldırıp nazikçe çaldı. Kapı aralandığında Ebru’nun yüzündeki samimi gülümseme yorgunluğunu biraz olsun dağıttı.
"Ben sadece yarın kahvaltının Ece’de olduğunu haber vereyim dedim," dedi Azra, sesinde hafif yorgun ama sıcak bir tını vardı.
Ebru, hafifçe başını salladı. "Tamamdır Azra," dedi, endişeyle karışık. "İyi misin peki? Sare ne dedi?"
Azra, kısa bir an gözlerini yere indirdi. "İyiyim, ceza belli değil henüz. Çok yorgunum ben, dinleneceğim biraz."
Ebru kapının kenarına yaslandı. "Gelmek ister misin? Biz Can’la çalışıyorduk."
Azra, hafifçe başını salladı, omuzları yorgunlukla düşmüştü. "Hayır, teşekkürler. Siz devam edin. İyi geceler, sabah görüşürüz."
"Tamam o zaman Azra, dikkat et kendine," dedi Ebru, kapıyı nazikçe kapatırken, “İyi geceler.”
Azra, arkasını dönüp uzaklaşırken, içeriden Can’ın sesi keskin ve kararlı bir şekilde yankılandı: "Azra, dur bir dakika!"
Adımları aniden durdu. Döndü ve kapıya geri yöneldi. Yorgun gözleri Can’ın yüzündeki kararlılığı yakaladı. "Ne oldu Can?" diye sordu, içinde hem bir hafif tedirginlik hem de merak vardı.
Can, kapıya doğru yaklaşırken bakışları sert ama koruyucuydu. "Yarın sabah idman yok," dedi, bir an durdu ve tekrar vurguladı. "İstersen herkesi nehre atabilirsin ama kimse gelmeyecek. Bugün yeterince yoruldun, yarın dinlenmen lazım."
Azra, itiraz etmek ister gibi oldu, dudakları hafifçe titredi. "Ama plan..."
Can, sözünü keserken cümlesinde sarsılmaz bir kesinlik vardı: "İtiraz istemiyorum Azra. Yarın idman yok!"
Azra’nın dudaklarında, istemsizce beliren küçük bir tebessümle, yorgunluğu omuzlarından indi. Aslında gerçekten ihtiyacım var dinlenmeye, diye düşündü. "Peki," dedi, hafifçe omuzlarını düşürerek. "Öyle olsun."
Can, ses tonunu yumuşatıp, destekleyici bir sıcaklık kattı. "İyi geceler."
Azra, kapıdan uzaklaşırken yavaş adımlarla eve doğru yürüdü. Akşamın hafif serinliği teninde gezinirken, okulun bahçesindeki fenerlerin altında kulübelerden gelen uzak sohbet sesleri hafifçe kulağına çalınıyordu. Bugün çok yordum kendimi... Ama hala yerimde sayıyorum... içinde çırpınan sorularla boğulmaktaydı.
Evinin kapısından içeri girdiğinde, hızlı adımlarla odasına yöneldi. Üzerini değiştirdi, yatağına oturdu. Ders notlarını önüne açtı, sayfaları aceleyle taradı ama aklı çok başka yerlerdeydi.
İç sesleri yavaş yavaş yükseldi:
“Kehanetler bizden bahsediyor. Bu savaş... arkadaşlarımı korumak için kendimi feda etmek zorunda mı kalacağım? Daha ne kadar dayanabilirim bu belirsizliğe? Yasaklı bölüm... Bir şey saklıyor yoksa girmeme izin verirdi. Sadece ölümle açılan o kapıyı açmanın bir yolu olmalı. İçimde bir yer hep o kapıyı zorluyor, cevap orada gibi hissediyorum. Neden gizliyor?
Aslı’nın geçmişi... o küçük bebek, o yaralı çocuk... O lanet bakıcıya bir ders şart. Ödetmek istiyorum arkadaşımın çocukluk gülüşünü çalan o kadını mahvetmek istiyorum.
Bu dünyada bile bedenimin acısı ruhuma işliyor. O yara iyileşmeden gücümü kendimi kontrol etmem daha zor oluyor. İyileşmem lazım.
Ve şimdi yeni bir ceza daha... Kafam karmakarışık. Korkuyorum... ölmek istemiyorum ama arkadaşlarımı kaybetmeyi de göze alamam. Pes etmek yok Azra. Bir yolunu bulacaksın. Bulmalıyım."
Düşünceler içinde boğulurken, göz kapakları ağırlaştı, notları bir kenara bıraktı. Sırtını yastığa yaslayıp, kendini huzursuz uykunun kollarına bıraktı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |