2. Bölüm

BÖLÜM 2

Aysun Arslan
aysunkayaarslan

 

Azra, gözkapaklarının ardında bir ışık huzmesi hissediyordu. Gözlerini açamıyordu; sanki üzerine bant çekilmişti. Havada güzel bir koku vardı, tanımlayamadığı ama onu içine çeken bir şey... Ne olmuştu? Ah evet... O yaratık onu öldürmüştü. Öyleyse... burası cennet miydi? Koku onu yavaşça içine çekti, düşünceler dağıldı ve karanlık yeniden çöktü.

Başucundan gelen fısıltılar vardı. Birkaç ses, birbirine karışan kelimeler... Boğazı kavrulmuş gibiydi; öyle susamıştı ki. Dudaklarını aralamaya çalıştı, ama sanki birbirine yapışmıştı. Aklına korkunç bir düşünce düştü: Ağzımı mı diktiler yoksa? Sesler yavaşça uzaklaştı, uğultulara dönüştü ve sonra yine karanlık...

Ayak parmaklarından yukarıya doğru yayılan sıcak bir his vardı. Birisi ona dokunuyordu; okşar gibi, nazik ama alışılmadık bir temas. Sıcaklık göbeğine, oradan da göğsüne doğru ilerledi. İçinden öfkeyle geçirdi: Her kimsen, ellerini çek. Kıpırdanmalıydı. Gözlerini açmalı. Kalbi hızlandı, göğsüne vuran çarpıntılarla... Bir anda gözlerini araladı.

Simsiyah bir çift gözle burun burunaydı.

Acı içinde doğrulmaya çalıştı. Kurumuş dudaklarından çatlak bir ses döküldü:

"Ellerini memelerimden çek! Yoksa kırarım!"

Siyah gözlü adam bir adım geri çekildi, yüzünde hafif bir gülümsemeyle ellerini havaya kaldırdı.

"Tamam, ufaklık. Sakin ol. Sadece seni kontrol ediyordum," dedi.

Azra, hâlâ nefes nefeseydi. Bu da kimdi şimdi? Gözlerini kısıp süzdü. Giyimi sıradışıydı: siyah spor ayakkabılar, bol cepli paraşüt pantolonu, siyah tişörtü ve ceplerinden otlar, küçük şişeler fışkıran asker yeşili bir avcı yeleği... Yüzü zarif sayılırdı; belirgin çenesi, geniş ağzı, uzun kirpikleriyle büyük siyah gözleri dikkat çekiyordu. Kaşları hafif kalkıktı, saçları dağınıktı.

O Azra’ya bakarken, Azra da onu baştan ayağa süzüyordu. Derken adam, ince uzun bir kristal bardak uzattı. İçinde mavi, pırıl pırıl bir sıvı vardı.

"İç şunu," dedi, bu kez otoriter bir sesle.

Azra şüpheyle bardağa, sonra adamın yüzüne baktı. Sıvı çok güzel kokuyordu.

"Nedir bu?" diye sordu.

"Yaşam suyu. İyileşmene yardımcı olacak."

Güvenmemek için çok fazla neden vardı. Daha önce o kadınımsı yaratığa güvenmiş, neredeyse canından olmuştu. Şişeyi burnuna götürüp kokladı. Kokusu bir bahar sabahı gibi ferah ve baştan çıkarıcıydı.

Etrafına göz gezdirdi. Oda tamamen beyaz mermerden oyulmuştu. Duvarlarda, raflara yerleştirilmiş küçük şişeler, bitkiler ve renkli sıvılar vardı. Bir köşede, adeta bir botanik bahçesi gibi, irili ufaklı bitkilerle dolu bir alan uzanıyordu. Dışarıya açılan geniş bir teras seçiliyordu; ortasında yabancı bir tür ağacın gövdesi parlıyordu. Yatağı bile mermerden oyulmuştu, dört direkli geleneksel bir tarzdaydı. Şifonyerde mavi sıvıyla dolu bir sürahi vardı.

"Evet ufaklık," dedi adam. "Etrafı ve beni yeterince incelediysen iç artık şunu."

Azra bardağa tekrar baktı.

"Normal su yok mu? Bu parfüm gibi kokuyor."

"Parfüm değil, küçük hanım," dedi adam hafif alayla. "Seni iyileştirecek. Suyu sonra içersin."

Azra, o ukala ifadeye sinirlendi. Her yeri ağrıyordu ve zihni yorgundu. Bu adama güvenmeli miydi?

"Bana güvenebilirsin," dedi adam, bu kez daha yumuşak bir ifadeyle.

Daha kötü ne olabilir ki? diye düşündü ve küçük bir yudum aldı. Sıvı, damağında tatlı ekşi bir meyve gibi patladı. Taze çim kokusu, baharın ferahlığı... Gözleri büyüdü, bardağı bir hamlede bitirdi.

Adam ona gülümsedi.

"Aferin uslu kız."

Azra dişlerini sıktı. Daha sinir bozucu olabilir miydi? Ama vücudundaki bütün ağrılar, sanki bir rüzgâr gibi çekilip gitmişti. Kendini hafif, neredeyse yüzen biri gibi hissetti. Sonra birden fark etti: Üstünde sadece beyaz bir çarşaf vardı. Altı tamamen çıplaktı.

Yüzü yandı.

"Sen beni mi soydun? Kıyafetlerim nerede?"

"Evet, onları ben çıkardım," dedi adam sakince. "O paçavralara ihtiyacın kalmadı."

Derin nefes al Azra, dedi kendine.

"Kıyafetlerimi getirir misin? Hem sen kimsin ve burası neresi?"

"Hiç sormayacaksın sandım," dedi adam. "Benim adım Ali. Ama önce, istersen ılık bir duş al. Sonra herkesle tanışırsın."

Azra etrafa tekrar baktı.

"Ben burada başka kimseyi göremiyorum."

"Burası benim odam. Merak etme, her şeyi anlayacaksın. Ya da şöyle yapalım: Yemek vakti yaklaştı zaten. Şifonyerde senin için hazırladığım kıyafetler ve temiz havlular var. Soldaki kapıdan banyoya ulaşabilirsin. İhtiyacın olan her şey içeride. Hazırlan, birlikte yemeğe çıkalım."

Azra gözlerini kısarak baktı.

"Çıkar mısın dışarı? Çıplağım."

Ali bir an durdu.

"Her şeyi zaten gördüm, çekinme," dedi sırıtarak.

Azra'nın yüzü yanmaya başlamıştı; öfke dalga dalga tenine vuruyordu. Sürahiyi Ali'nin kafasına atmamak için parmaklarını öyle sıkmıştı ki, eklemleri beyazlamıştı. Yüzündeki ifadeyi göremiyordu ama içindeki alevin dışarı taştığını hissediyordu.

"Çık," dedi, sesi sert ve kararlıydı.

Ali, iki elini havaya kaldırarak geriledi, sanki teslim olan biri gibi.

"Peki, peki, dışarıda bekliyorum," dedi usulca ve arkasını dönüp kapıyı kapattı.

Azra, derin bir nefes aldı. Beyaz saten çarşafı vücuduna dolayarak odanın köşesindeki mermer kapıya yöneldi. Parmak uçları, soğuk yüzeye dokunurken ürperdi. Kapı sessizce açıldığında karşısına çıkan manzara neredeyse gerçeküstüydü.

Oda tamamen mermerle kaplıydı. Sol yanda aloe vera bitkileri ve zarif orkideler diziliydi; sağ yanda begonya ve siklamenler. İçeride tatlı bir ılık hava vardı; ne serin ne boğucu. Koridorun sonunda, mermerler arasından süzülen üç farklı şelale ve onların çevrelediği küçük bir göl karşılıyordu onu.

Azra, çarşafı sessizce üzerinden sıyırdı, olduğu yere bıraktı. Adımları çıplak ayaklarının mermerle buluşmasında hafif bir yankı yaratırken, göle doğru ilerledi. Su, buharla kıpırdayan bir yüzeye sahipti ama kenarına varınca sol taraftaki şelaleye yöneldi. Elini suya daldırdı.

"Of!" diye inledi, ani soğukla refleksle elini çekti. Teni ürpermişti.

Buhar çıkaran sağdaki şelaleye baktı belki de fazla sıcaktı. Tereddüt etmeden ortadakine yöneldi. Elini daldırdı, ılık ve huzur vericiydi. İç geçirdi, sonra gövdesini suya bıraktı.

Omuzlarına kadar gömülürken etrafına göz gezdirdi. Sabun ya da şampuan yoktu. Tam suyun rahatlatıcılığına teslim olacağı sırada, elinin altında bir şeye çarptı. Yavaşça çekip çıkardı: kristal oymalı, içinde eflatun renkli bir sıvı bulunan şık bir şişeydi. Tıpayı açar açmaz lavanta kokusu burnuna yayıldı.

Gözlerini kapatarak şampuanı avcuna döktü. Parmaklarıyla saçlarını ovuşturduğunda, gerilim omuzlarından süzülüp suya karıştı. Nefesi yavaşladı, zihni bulanıklığını yitirmeye başladı.

"Ne kabustu ama..." Suya daha da gömüldü. Bitkilerin sarılışı, göğe doğru yükselişi... hepsi puslu bir rüya gibiydi ama gerçek olduğunu biliyordu.

On dakika kadar öylece kaldı. Gözlerini açıp sudan çıktığında, yavaşça arkasına döndü. Göl, berrak ve durgundu; neredeyse içilebilir kadar temiz görünüyordu. Gözlerini kısarak yüzeyine baktı.

"Bu su… farklı..."

Ama açıklayamadı.

Koridora çıktığında teninden süzülen su damlaları yere düşmüyordu. Mermer, üstünde hiç yürünmemiş gibi pırıl pırıldı. Azra durup başını eğdi, damla bile yoktu. Hayretle iç çekti.

Odaya dönerken ayakları sessizce mermer üzerinde kaydı. Şifonyerden havluları alıp kendini kuruladı. Ardından kıyafetlere yöneldi. Gözleri bir an duraksadı. İç çamaşırları bile vardı ve hepsi tam bedenine göreydi.

Ali’nin yüzünü hatırlayınca istemsizce kaşları çatıldı.

"Kesin o soluk surat ayarladı bunları." Yüzü bir kez daha kızardı.

Giysilere tekrar baktı; hepsi süslü, neredeyse abartılıydı. Fısıltı gibi bir iç ses mırıldandı:

"Ne bu şimdi? Padişahın huzuruna mı çıkıyorum?" Dudaklarını büzdü.

"Bir tişört, bir pantolon olmaz mıydı?"

İçlerinden en sade olan buz mavisi elbiseyi seçti. Üzerine geçirdiğinde, neredeyse onun için dikilmiş gibi oturdu. Hafifçe döndü, kumaşın dansına baktı. Derin bir nefes aldı. Belki de… burada böyle giyinmek gerekiyordu.

 

Saçları her zamanki gibi gürdü; omuzlarından dalga dalga dökülen koyu kestane tutamları parmakları nazikçe topladı, topuz yapmak için bükmeye başladı. Elini şifonyere çevirdiğinde, topuzuna uyacak minik çiçekli tel tokalar dikkatini çekti. Tam aklındakine uygun, kristal taşlarla süslenmişlerdi. Tokaları aldı, parmakları ustalıkla sağdan soldan topuzunu sabitlemeye başladı.

Bir bardak su içmek için şifonyere doğru döndüğünde, üzerinde iki küçük kelebek biçiminde değerli taşlar gördü. Gözleri büyüdü, dikkatle yaklaştı. Elini uzattı; o anda iki kelebek kanat çırparak hafifçe uçtu ve kulaklarına kondu. Yüzünde hafif bir tebessüm belirdi.

Aynaya döndü; saçları sanki usta bir kuaförün dokunuşuyla şekillenmişti. İlk denemede böyle güzel toparlayabildiğine şaşırmıştı. Dudakları soluk ve renksizdi, biraz makyaj olsa iyi olurdu diye geçirdi içinden.

Şifonyerin çekmecelerini karıştırdı, içinde bir rimel ve gül kurusu bir ruj buldu. Hemen ikisini de aldı, dikkatle sürdü ve sonra aynı yere koydu.

Kendine son bir kez baktı. Yansıması daha önce görmediği kadar farklıydı. Gözleri normalde elaydı, ama şimdi sarıya yakın kehribar tonlarında parıldıyordu. Yüzü biraz daha ince ve uzun görünüyordu. Yuvarlak hatları zarifleşmişti. Teninin hâlâ solgun görünmesi, o yaratığın etkisiydi herhalde.

Gözlerine iyice odaklandı. Kirpikleri daha gür ve belirgindi. Burnu ince, düz; dudakları yuvarlak ve dolgun görünüyordu. Vücudu yuvarlak hatlı, dolgun ama zarifti.

Tam kendini incelerken kapı hafifçe çalındı. Dışarıdan Ali’nin sesi yükseldi:

"Öhö! Ufaklık, hazırlanamadın mı hâlâ? İçeri girebilir miyim artık?"

Sessiz kaldı, aynaya bakmayı sürdürdü. Kapı aralandı, Ali çekingen kafasını içeri uzattı:

"Gerçekten çok yavaşsın, hala hazır değilsin!"

Azra başını ona çevirdi; kızgın bakışlarla süzdü. Ali artık bambaşkaydı. Üzerinde kırık beyaz bir smokin, içinde beyaz bir gömlek vardı. Siyah, dağınık saçları ona tezat oluşturuyordu. Solukluğu hafiflemiş, ama teni hâlâ mermer gibi beyazdı. Köşeli yüzünde iri, uzun kirpikli siyah gözler parıldıyordu. Küt uçlu, ince ve düz bir burun; yay biçiminde dudaklar. Uzun boyu ve geniş vücudu dikkat çekiyordu.

Azra onu süzerken Ali yine o anlamlı, hafif alaycı sırıtışıyla ona baktı:

"Evet, tamam, çok yakışıklıyım, teşekkür ederim. Sen de hoş görünüyorsun; demek sade şeyleri seviyorsun. Artık hazırlanmayı bitirebilir misin? Yemeğe gecikiyoruz."

 

Azra, Ali’nin sanki zihninin derinliklerine bakan o alaycı bakışları karşısında içinden ağzının ortasına güçlü bir kürek darbesi indirme isteğiyle doldu. Bir an için kalbi hızla çarptı, kendini tutmak için arkasını döndü. Derin bir nefes çekti, omuzlarının yavaşça hafiflediğini hissetti. Kendi kendine mırıldandı:

“Hazırım.”

Ama tuhaf bir şey vardı; zihnindeki o koca kürek, ayaklarının dibinde somutlaşmış gibi duruyordu. Şaşkınlıkla hızla Ali’ye döndü, bu garip görüntüyü ondan saklamaya çalışır gibi gözlerini kaçırdı.

Ali, elini hafifçe savurarak “Hadi oradan,” der gibi takıldı:

“Hazırmış. Çıplak ayakla mı geliyorsun?”

Azra gözlerini kırpıştırdı, hafifçe aşağıya eğdi kafasını:

“Ah! İçeride ayakkabı giymeye alışık olmadığım için aklımdan çıkmış.”

“Neyse, tamam, ben hallederim,” dedi Ali, parmağını şıklattı.

Azra’nın gözleri önünde o garip kürek görüntüsü kayboldu ve yerine zarif, bantları elmas gibi parıldayan taşlarla süslü ince topuklu ayakkabılar belirdi. Ayakkabıların güzelliği karşısında Azra'nın gözleri parladı ama memnuniyetsizliği yüzünden okunuyordu:

“Topuklu ayakkabıları sevmem, çok rahatsız ediyorlar.”

Ali’nin kaşları hafifçe çatıldı, iki kaşının arasındaki çizgi belirginleşti. Sesi hafif sataşır gibiydi:

“İstersen dedemin makosenlerini getireyim. Elbisenle harika görünürler.”

Azra da kaşlarını çatarak karşılık verdi. Ali, kocaman adam dilini çıkarıp göz kırptı.

“Hadi ama, topuklu ayakkabıların senden hoşlanacağından eminim. Hem burası dünya değil, istersen onlarla uzun mesafe koşusu bile yapabilirsin, o kadar rahatlar.”

Azra ayakkabılarla birkaç kez zıpladı, odanın içinde yürüdü. Gerçekten de sanki ayağında yokmuş gibiydiler. Ali bilmiş bir gülümsemeyle onu izledi:

“Artık gidebilir miyiz?”

Azra başını hafifçe salladı. Ali kolunu uzattı. Azra önce çekingen çekingen baktı, sonra onun anlayış dolu gözlerine güvenerek elini koluna sardı. İkisi birlikte mermer zeminli odadan dışarı çıktılar.

Azra, mermerin yerini alan zemine bakarken sordu:

“Burası dünya değil derken ne demek istedin?”

Ali omuz silkti:

“Dünyada değilsin, bu kadar basit.”

Azra alaycı bir tonla cevap verdi:

“Evet, gerçekten çok açıklayıcı oldu. Öldüm yani öyle mi?”

Ali gülümseyerek karşılık verdi:

“Hayır, ölmedin. Farklı bir boyuta geçtin gibi düşün.”

Azra düşüncelere daldı. Bu ne demekti? Artık dünyada mı değildi? Yok olmuş muydu? Zihni soru işaretleriyle dolarken, içinde bulunduğu farklı boyutu incelemeye başladı. Koridorun zemini sıkıştırılmış toprak gibiydi; ancak toprak içine yürüyüş yolunu oluşturan, farklı renklerde ve parıldayan taşlar serpiştirilmişti. Değerli taşlar gibiydiler, ışıldıyorlardı.

Azra, yerdeki taşlara gözlerini dikmiş, bir adımını koyarken sordu:

"Ali, bunlar doğal taşlar mı?"

Ali başıyla onayladı, hafifçe gülümsedi.

"Evet, gerçekler. Yapay değiller."

Koyu mor bir taşa basarken Azra devam etti:

"Ametist mi bu?"

"Öyle," dedi Ali.

Bir başka taşa dokundu: "Peki bu firuze mi?"

"Doğru."

Azra dayanamadı, kaşlarını çattı:

"Peki siz manyak mısınız?"

Ali'nin gülümsemesi genişledi, gözleri şakacı bir parıltıyla doldu dudakları kıvrıldı.

"Biraz."

Azra ona ters ters baktı, dudaklarını büzdü:

"Dalga mı geçiyorsun benimle?"

"Hayır, gerçekten biraz manyağız."

Azra'nın iç sesi fısıldadı yine. "Bu değerli taşları neden yer karosu yapmışlar ki?"

Koridorun duvarları ve tavanı da aynı taşlarla mozaik gibi kaplıydı; parıldayanlar yerine daha mat, sönük tonlardaydı. Her birkaç metrede, kemer biçiminde geçitler uzanıyordu. Kemerlerin iki yanında, dalları tavana uzanan, yapraksız ağaçlar yükseliyordu; top şeklinde, renkli fenerlerle süslenmişlerdi. Duvarlarda ise yumuşak ışık saçan gaz lambaları asılıydı. Otantik ama bir o kadar da modern bir karışımdı.

Azra tekrar Ali’ye döndü, gözleri etrafı süzerken:

"Aslında burası hem çok modern hem antik görünüyor. Ama duvarda gaz lambaları var. Neden? Elektrik yok mu burada?"

Ali omuzlarını hafifçe kaldırdı, alaycı bir ifadeyle:

"Onlar sadece dekorasyon olsun diye. Elektriğe ihtiyacımız yok burada."

Azra anlamaya çalışırken kafası karıştı. Etrafına bir kez daha baktı; parıldayan taşlar, fenerlerle süslü ağaçlar, gaz lambalarının yumuşak ışığı, hafif nemli toprak kokusu… Her şey içini huzurla dolduruyordu.

Koridorun sonunda, tahtadan, kanat figürleriyle oymalı büyük kapının önünde durdular. Kapı koyu renkteydi, üzerindeki semboller tuhaf ve yabancıydı. Azra kapıya dokunurken Ali gözleri hafifçe parıldayarak sordu:

"Hazır mısın, ufaklık?"

Azra yüzünü buruşturdu, gözlerini kısıp sertçe karşılık verdi:

"Bana 'ufaklık' demeyi keser misin artık? Adım Azra!"

Ali’nin gözlerinde muzip bir parıltı belirdi, gülümseyerek yanıtladı:

"Azra. Memnun oldum."

"Umarım ben de olurum," diye geçirdi Azra içinden.

Ali ağır adımlarla kapıyı araladı.

Karşılarında uzanan manzara Azra’yı büyüledi. Uçsuz bucaksız, akıl almaz bir yeşillik... Ağaçlar, bildik renklerin dışında; turuncudan mora, parlak kırmızıdan derin mavilere kadar bir renk cümbüşüydü. Zeytin, çınar ve sedir ağaçlarına benzer dalların altında, yemyeşil çimenlerin arasında, parıldayan taşlarla döşenmiş bir yol uzanıyordu. Yolun kenarları, tanımadığı rengarenk çiçeklerle çevriliydi. Gökyüzü ise bitmeyen bir gün batımı gibi turuncuya boyanmıştı. Göller, şelaleler, ırmaklar... Burası bir rüya mı, yoksa cennet miydi?

Azra düşüncelere dalarken, çevresindeki meraklı gözlerin farkına vardı.

Ali yanındaydı, hafifçe gülümseyerek ona baktı:

"Evet," dedi usulca. "Hoş geldin, ufaklık."

Azra'nın yüzüne yönelen binlerce göz onu aniden kıpkırmızıya boyadı. Sanki bir anda sahnenin ortasına fırlatılmış gibiydi. Kalabalığı bakışları hızla dolaştıktan sonra arkasına döndü, geldiği kapıyı aradı gözleri. Parlak siyah duvarda, ceviz renginde, sade bir kapı görünüyordu. Demek burası da bir oda, diye düşündü içinden, kendini zor tuttu.

Aniden yanında bir gölge belirdi. Kadın, sert ve otoriter bir sesle sordu:

"Kendini bize tanıtır mısın?"

Azra'nın zihninden bir düşünce fırladı. "Ne bu, okul hocası mı, ben de sınıfa yeni gelmiş öğrenci miyim?"

Ali hemen yanından atıldı, sanki Azra’nın düşüncesi kelimelere dökülmüş gibi:

"Aynen öyle."

Azra şaşkınlıkla Ali’ye baktı, gözleri kocaman açıldı:

"Ben onu dışımdan mı söyledim? Hiç farkında değilim!"

Kadın aynı ciddiyetle yanıtladı, sesi katıydı.

"Hayır, içinden söyledin. Ama küçük hanım, biz senin içinden geçenleri de duyabiliriz. Şu anda bu kontrol yetisine sahip değilsin henüz."

Kısa bir duraksama ardından ekledi:

"Bu arada, ben okul hocası değilim, müdüresiyim."

Azra kalabalığın şaşkın bakışları arasında kadını tam inceleyemeden, kadın hızla uzaklaştı, kalabalığın içine karıştı. Uzun, kırmızı, dar elbisesi ve zarif silueti hızla kayboldu gözden.

Azra, uyandığı andan beri Ali’nin zihninden geçen her şeyi duyduğu gerçeğiyle yüzleştiğinde, utançtan yanakları alev aldı. Kulaklarına kadar kızardı.

Ali hafifçe gülümsedi, sesi yumuşaktı.

"Utanacak bir şey yok, ufaklık."

Sonra sesini biraz yükseltti:

"Hadi, kendini tanıt!"

Bunca gözün odaklandığı ortamda konuşmak Azra’yı gerdi. Boğazını temizledi, kelimeler boğazından güçlükle çıktı:

"Merhaba, ben Azra. 22 yaşındayım ve buraya nasıl geldiğim hakkında... hiç fikrim yok. Ölmediğimi, bir boyut değiştirme gibi bir şey olduğunu..."

Ali nazikçe kolundan tuttu, hafifçe çekerek onu durdurdu. Evet, diye düşündü Azra, her zamanki gibi saçmalıyorum galiba.

 

O sırada yanlarına doğru hızlı adımlarla gelen genç kız dikkatini çekti. Göğüslerine kadar uzanan, dalgalı başak sarısı saçları, zümrüt yeşili gözleri buğday tenine hoş bir tezat oluşturuyordu. Uzun ve zarif yüzünde çıkık elmacık kemikleri, ince burun kemiği ve geniş burun kanatları vardı. Kalp şeklindeki belirgin dudakları hafifçe kıvrılmıştı. İnce ve uzun vücudu, üzerindeki pembe mini elbiseyle uyumluydu; straplez üst kısmı minik taşlarla işlenmiş, tül eteği kat kat volanlıydı. Saçlarının üzerinde çiçeklerden yapılmış narin bir taç, ayaklarında ise zarif, çiçek formunda sandaletler vardı.

Azra hayranlıkla onu süzerken, kız dostça elini uzattı.

"Merhaba Azra, ben Ebru. Buraya gelmene ben yardım ettim. Seni ben kurtardım."

Azra şaşkınlıkla, o narin görünümlü kıza baktı. O korkunç yaratığı nasıl olup da böyle kırılgan ve güzel bir varlık alt edebilmişti?

Ebru, Azra’nın zihnindeki soruları okur gibi hafifçe gülümsedi:

"Ben doğaya hükmedebilirim. Seni saran sarmaşıklar sayesinde kurtuldun. Aklından geçen güzel düşüncelere de teşekkür ederim, sen de çok hoş görünüyorsun."

Azra düşüncelere dalarken, dudaklarının kenarında minik bir tebessüm belirdi.

Evet, böyle bir şey olmuştu... Ama doğaya hükmetmek ne demekti?

Nazikçe karşılık verdi:

"Teşekkür ederim, sana gerçekten borçluyum."

Ebru samimiyetle karşılık verdi, sesi sıcaktı:

"Yok, dert etme. Burada böyle şeyler hep olur. Seni bulduğuma çok sevindim."

Azra’nın sesi bir an için endişeyle titredi:

"Peki... Teşekkür ederim ama ben neredeyim? Neden buradayım? Birisi bana açıklayabilir mi?"

Ebru gülümsedi. Bir tarafta duran sırf Azra için konulmuş açık büfeyi işaret etti.

"En iyisi yemeklerimizi alıp bir masaya geçelim. Orada yerken sohbet ederiz."

 

Azra tabağına birkaç parça yiyecek aldı ve boş bir masaya oturdu. Yakınlardaki ırmağın hafifçe akışını izlerken, yaşadıklarına anlam vermeye çalışıyordu.

Ebru ve Ali karşısına oturdu. Ebru söze girdi:

"Zamanla her şeyi öğreneceksin ama ben sana kısaca anlatayım. Burası dünya değil. Bazı özel ruhların çıkabildiği, dünyadan tamamen bağımsız bir alem. İçinde bulunduğumuz yer ise bu alemdeki bir akademi. Bizim gibi özel ruhlar burada toplanıp eğitim görüyor, yeteneklerini kullanmayı öğreniyorlar. Sonra o yeteneklerle belirli görevlere gidiyorsun. Benim seni kurtarmam gibi düşün."

Ebru devam etti:

"Burada üç akademi var. Burası Seperius; karma olan tek akademi bizimki. Karius, kızlara özgü bir sanat akademisi. Anterius ise sadece erkeklere özgü bir asker akademisi. Yani burası, temel olarak eğitim gördüğümüz bir okul gibi. Eğitmenlerimiz okul binasında kendi odalarında kalıyor. Okulun hemen dışında geniş bir ortak alanımız ve her birimize ait, yeterince büyük kişisel yaşam alanlarımız var."

Azra’nın kaşları çatıldı, kafası iyice karışmıştı. "Şimdi ben insan değil miyim?" diye düşündü.

Ebru, sanki Azra’nın bu iç sesi duyulmuş gibi hafifçe soluklandı, söze hazırlanıyordu...

Azra’nın kafasındaki sorular Ebru’nun sakin sesiyle yanıt buldu:

“Hayır canım, insansın tabii ki,” dedi Ebru, gözlerinde yumuşak bir ışık vardı. “Sadece diğer insanlardan biraz farklısın. Özel bir ruha ve yeteneğe sahipsin.”

Azra’nın zihninden istemsizce bir soru geçti, ama söylemedi teyit etmek istiyordu. "Siz de kafamın içini duyabiliyorsunuz sanırım?"

Ebru hafifçe gülümsedi, sanki Azra yüksek sesle konuşmuş gibi cevapladı:

“Evet. Şu anda kendini kapatmayı bilmediğin için buradaki herkes kafanın içini duyabilir. Ama zamanla bunu öğrenip kendini kapatabileceksin.”

Azra arkasındaki tahta oymalı kapıya bakarak sordu:

“Peki burası bir oda mı?”

Ali hemen yanıtladı, sesi netti:

“Burası akademinin yemekhanesi.”

Azra gözleriyle etrafındaki uçsuz bucaksız bahçeyi taradı. Güneşin sıcaklığı, doğanın canlılığı... Her şey harikaydı.

“Kışın da mı burada yiyoruz peki? Soğuk olmaz mı?”

Ebru, gülümseyerek güvence verdi:

“Burası hep böyle. Akademi içindeki yaşam alanları ve ortak bölgeler özeldir, mevsim değişmez. Hava hep bu şekilde kalır.”

Azra, aslında hiçbir şey anlamadığını bile bile, “Anlıyorum,” dedi. İçinde bir yerde bunun bir rüya olduğunu, birazdan uyanıp dünyasına döneceğini umuyordu. Ebru ise ona sevecen bir tavırla baktı.

Ali, biraz daha ciddi bir sesle ekledi:

“Bu bir rüya değil tabii. Senin ruhun bedeninden sadece uyku halinde ayrılabildiği için genelde uyuduğunda burada olursun. Ama zamanla kendi isteğinle, bir tür trans yaparak da buraya gelebileceksin.”

Azra’nın aklındaki bir diğer soru diline döküldü:

“O yaratık neydi öyle peki?”

Ali’nin yüzü ciddileşti:

“Onlar Ruh Avcıları. Onlarla bir tür savaş halindeyiz. Bizi yakalarlarsa, özel yeteneklerimizi emip bizi öldürebilirler.”

Azra’nın boğazı kurudu, nefesi sıkıştı:

“Burada ölürsem, dünyada da ölür müyüm?”

Ali’nin yanıtı keskin ve acımasızdı:

“Evet, ölürsün.”

“Peki dünyaya ne zaman dönebilirim? Kaç gündür buradayım ben?” Endişeli sesiyle sorarken, içinde büyüyen bir panik vardı.

Ebru tekrar gülümsedi, elini uzatıp Azra’nın eline nazikçe dokundu:

“Hayır hayır, merak etme. Burada zaman dünya ile aynı akmıyor. Sen burada aylarca, hatta yıllarca kalsan, dünyada bu sadece senin bir uyku saatine sığar. Meraklanma, ailen sadece uyuduğunu sanıyor.”

Azra derin bir nefes aldı, rahatlamıştı biraz.

“Peki dünyaya ne zaman dönebilirim?”

Ali gözlerini kısıp sırıttı:

“Uyanınca orada olacaksın.”

“Ne zaman uyanırım peki?”

Ali daha da sırıttı:

“Uykunu alınca herhalde.”

Azra derin bir iç çekti aklından geçiveren düşünceyi kimse duymamış gibi yaptı: Neyin içine düştüm böyle ben?

Hiç iştahı kalmamıştı; tabağındaki yemeklerle oyalanmaya başladı.

Ebru hafifçe gülümseyerek, “Yemekten sonra sana biraz etrafı gezdirelim,” dedi, ortamın havasını yumuşatmaya çalışır gibi.

Azra başıyla onayladı. Düşünceli, dalgın bir halde tabağındaki yemeklerle oynarken, masaya süzülür gibi zarif bir kız yaklaştı...

Azra, kalabalığın arasındaki yeni sesle irkildi. Siyah elbisesiyle sessizce yaklaşan kızın soğuk mavi gözleri, buz gibi bir rüzgar gibi üzerindeydi. Saçlarını yana ayırmış, beline kadar inen simsiyah düz teller parlak ışıkta kayıyordu. Azra’nın gözleri kadının atletik ve zarif duruşunu takip etti; soğuk güzelliği dokunulmaz bir cam fanusun içindeymiş gibi görünüyordu.

“Merhaba, ben Ece,” dedi kız, sesi keskin ve alaylıydı. Kaşlarından biri hafifçe kalktı, bu hareket Azra’nın içine bir diken gibi saplandı.

Azra’nın dudakları kurudu. Sadece “Merhaba” diyebildi.

Ece devam etti, sesi alaycı bir tınıyla doluydu: “Yeni kız hoş geldin. Gelir gelmez de ilgi odağı oldun.”

Azra, bu buz gibi karşılamaya karşılık vermeden duramadı. Kızgınlığı kelimelere döküldü: “Yeni kız değil, adım Azra. Ve sen de sanırım buranın ukalasısın. Tanıştığıma memnun olmadım. Zaman yetisi olan birisi varsa, bir kaç saniyemi geri alabilir mi lütfen?”

Azra’nın beklenmedik sivri esprisi, yanındaki Ali’nin kahkahalarla patlamasına neden oldu. Ardından başka bir kahkaha daha duyuldu.

“Birisi zamanı geri almak mı dedi? İşte buradayım.”

Yanında beliren adam, buz mavisi saçları ve menekşe moru gözleriyle doğrudan Azra’ya baktı. Göz kırparken, yüzünde hafif bir tebessüm vardı.

“Merhaba Azra, istersen seni hemen Ece’den kurtarayım,” dedi, elini sallayarak.

Azra’nın şaşkın bakışları arasında Ece olduğu yerde bir anda yok oldu. Arkasından öfkeli bir ses yankılandı: “Sen bittin!”

Adam omuz silkti, sonra Azra’ya döndü. “Evet, merhaba yeniden, ben Can.”

Azra, şaşkınlıkla Can’ın yüzünü inceledi. “Farklı geldim galiba,” dedi Can, biraz utanmış gibi. “Saçlarım ve göz rengim yüzünden.”

Buz mavisi saçları arkaya taranmıştı, omzuna dökülen teller hoş ama sıra dışıydı. Yuvarlak yüzü, etli burnu ve dolgun dudakları ona sevimli bir ifade veriyordu. Boyu uzun, üzerine giydiği lacivert smokin geniş omuzlarını ve iri yapısını dengeliyordu.

Azra, utangaçça gözlerini kaçırdı. “Özür dilerim,” dedi, yüzü kıpkırmızı. “Saçların doğal mı?”

Ebru ve Ali aynı anda hafifçe güldüler. Can da utanarak, “Şey, evet... Uyandığımda saçlarım böyleydi. Seninki normal göründüğü için şanslısın,” dedi ona göz kırparak.

Azra, koyu kestane saçlarına dokundu, hafifçe gülümsedi. “Teşekkürler.”

Can devam etti: “Herkes seni tanıyor, sen de zamanla herkesi tanıyacaksın.”

Azra, kalabalığın ortasında olmanın yükünü hissetti. Gülerek, “Bütün bu insanlara kabul günü yapmak istemem,” dedi. Kalabalıklar onu hep rahatsız etmişti, hele gözler üzerindeyse daha da fazla.

Ali, Azra’nın düşüncesini duyarcasına cevap verdi: “Bir çaylak olarak buna alışsan iyi olur. Sonuçta yeni olan sensin, herkes seni merak ediyor.”

Azra, içten içe kendini kafese kapatılmış bir maymun gibi hissetti. “Fındık fıstık da atsınlar bari,” diye geçirdi aklından.

Ebru coşkulu bir sesle araya girdi, havayı yumuşatmaya çalışarak: “Evet Azra, hadi bakalım. Yemeğinle oynaman bittiyse, sana biraz etrafı gezdirelim.” Gözlerini kırpıştırarak Can’a baktı. “Hey, zamanın efendisi, sen de bizimle gelmek ister misin?”

 

Azra, Ebru’nun yanaklarındaki hafif pembeliği hemen fark etti; Can’dan hoşlandığı açıktı. Bu düşünce, Ali’nin yüzündeki sırıtmayı, Can ile Ebru’nun bir anda kıpkırmızı olan suratlarını ve Azra'nın kendi kafasının gözünün önünde kocaman bir kırmızı domates gibi belirmesini tetikledi.

“Şey, çok özür dilerim,” dedi Azra, utançla boğazını temizleyerek. “Düşüncelerimi durduramıyorum.”

Ebru, daha da kızararak hızlıca cevap verdi: “Hemen öğreteyim! Beynini gözünün önüne getir ve etrafında parlak, mavi bir kalkan olduğunu hayal et.”

Azra gözlerini kapadı, beynini hayal etmeye çalıştı. Beyin… Beyin… Hayır, saman değil! Nohut mu? Nohut da değil! Sadece bir beyin… İnsanların beyinleriyle ilgili yaptığı olumsuz yorumlar aklına gelince utandı. Mercimek değil, mercimek değil! Kuş değil! Sadece bir beyin… Ne kadar zor olabilir ki? Zar zor bir beyin şekli hayal etti, etrafına mavi bir kalkan yerleştirmeye çalıştı. Gözlerini açtığında, yanındakilerin gülmemek için nefeslerini tuttuğunu fark etti.

“Bu gerçekten… utanç vericiydi,” diye mırıldandı.

Ali ile Can daha fazla dayanamayıp kahkahalarla patladılar.

“Bence çok tatlısın,” dedi Ali, gülümsemesini saklayamadan.

Azra’nın aklından hızla, “Hadi ama, sakın bana yürüme seni deli göz,” düşüncesi geçti. Panikle boğazını temizledi. “Aklımdan geçeni duydunuz mu?” diye sordu, duymuş olma ihtimalleri yüzünden yeniden kızararak.

Ebru’nun yüzü sevinçle parladı. “Hayır! Başardın! Aferin sana! İlk denemede kimse beceremez, çok yeteneklisin Azra!”

Azra, tuttuğu nefesi rahatlayarak geri verdi. Tahta oymalı kapıdan geçtiler, fenerlerle aydınlatılmış ağaçlı koridora geri döndüler. Koridorun sonuna kadar dümdüz yürüdüler ve kendilerini yemyeşil, uçsuz bucaksız bir alanda buldular. Azra şaşkınlıkla etrafına bakındı. “Her yer zümrüt mü acaba?” diye düşündü, gözlerine inanamayarak. Evet, etraf gerçekten zümrütle kaplıydı. Devasa oymalı zümrüt sütunlar ve nişler her yerdeydi. Ortada, parıl parıl parlayan zümrütten yapılmış bir su çeşmesi yükseliyordu. Tepesinde, ağzından su fışkırtan küçük bebek şeklinde bir fıskiye duruyordu. Ortam, zengin ve büyülü bir atmosfer yayıyordu.

“Bana bunun zümrüt olmadığını söyleyin,” dedi Azra, dayanamayarak.

Ebru gülümsedi. “Evet, burası zümrüt salon. Ama okulun içini gezmek yerine seni evine götürmek istiyorum. Bu arada ben okulun öğrenci temsilcisiyim. Her yeni geleni bilgilendirmek ve yerleştirmek benim görevim.”

Azra, yeşil odanın parıltısından gözlerini ayıramadan, sadece “Teşekkür ederim,” diyebildi.

Zümrütten yapılma devasa kapının önünde durduklarında, kapı kendi kendine ağır ağır açıldı. Azra’nın karşısında, Şirinler Köyü’nü andıran sevimli bir alan belirdi; farkı, buradaki evlerin mantar değil, küçük, ahşap kulübeler olmasıydı. Ali ile Can arka planda sohbet ederken, Ebru Azra’nın koluna nazikçe dokundu, onu evine doğru yönlendirdi.

Hava hafif aydınlık, etrafta rengarenk göller ve berrak nehirler akıyordu. Her yanı binbir çeşit çiçekle ve yemyeşil ağaçlarla kaplıydı. Biraz ileride, mavi değil kırmızı tonlarında dalgaların hafifçe şıpırdadığı küçük bir deniz bile vardı.

Bir süre yürüdükten sonra, önünde sarı bir gölün yansıdığı, sevimli kulübeye geldiler. Kulübe, sade ve tamamen tahtadan yapılmıştı; 1+1 planlıydı. Girişte Amerikan mutfaklı küçük bir salon, hemen mutfağın yanındaki kapıdan tuvalet ve banyo, sol kapıdan ise boş, ham ahşap bir oda görünüyordu. Kutu gibi bu minik kulübe, boşluğu nedeniyle Azra’nın içinde hafif bir hayal kırıklığı yarattı.

Dış kapının hemen yanında, gölü gören büyük bir pencere yer alıyordu. Yatak odasının penceresinden ise pembe çam ormanı ve bir başka kulübenin çatısı görünüyordu.

Azra, sesindeki hayal kırıklığını saklamaya çalışarak, “Ama burası boş,” dedi.

Can, yüzünde hafif bir tebessümle, omuz silkerek yanıtladı: “Elbette boş. Çünkü burayı sen dolduracaksın.”

Azra gözlerini devirdi. “Ama benim hiç param yok,” diye mırıldandı.

Ali, suratında alaycı bir sırıtmayla, “Şu suratıma vurmak istediğin kürek gibi hayal etmen yeterli olur, ufaklık,” dedi.

Azra’nın ayakları dibinde beliren küreği fark eden Ali, elini sallayarak onu yok etti. “Nedir bu kürek merakın senin?” diye sordu kaşlarını çatarak. Ebru ve Can kahkahalarla gülerken, Azra da onlara katıldı.

Ebru, hafifçe başını eğip, “İstediğin her şeyi hayal etmekte özgürsün, yeter ki içeriye sığsın,” dedi.

Azra, hafif omuz silkerek, “Fazla eşya sevmem zaten,” diye yanıt verdi.

İçinden uzun, ince, ahşap bir bar masası çizdi. Etrafına, renk renk puflu tabureler yerleştirdi; altı adet tabure iki yana dizildi ve mutfak alanının önüne yerleşti. Büyük pencerenin önüne turuncu L biçiminde bir köşe koltuk, kapının yanındaki duvara büyük bir ekran ve altında raflar ekledi. Yere, küçük, sarı, kürklü bir halı serdi.

Yatak odasına geçtiğinde, pencere kenarına sade bir karyola, yanına küçük bir komodin koydu. Diğer yana, tavana kadar uzanan boy aynalı geniş bir dolap yerleştirdi. Yatağın tam karşısına beyaz bir makyaj masası hayal etti. Yumuşak beyaz yatak örtüleri ve yere serili beyaz, tüylü halı, ahşabın sıcaklığıyla uyum içindeydi.

Ebru, hafifçe gülümseyerek, “Sıkılırsan, istediğin gibi değiştirirsin, aklında bulunsun,” dedi.

Azra, içinden “Neden sıkılayayım ki?” diye geçirirken, dışından “Sadeliği severim,” dedi.

Evlerinin önüne çıktıklarında, verandaya küçük ahşap masa ve korkuluklara sarmaşık gibi sarılmış renkli çiçekler hayal etti. Göl manzarasıyla birlikte ev, huzur dolu bir sığınak gibi görünüyordu. Can, evden hoşlandığını belli eden bakışlarla, “İki ev sağdaki benim,” dedi.

Ebru'nun, hafifçe dudakları kıvrıldı, “Onun arka sağ çaprazı da benim evim. İstersen önce bizimkileri ziyaret ederiz, sonra okulu gezdiririm,” dedi.

 

Azra, hafifçe başını sallayıp, Ali’ye baktıktan sonra, “Olur,” dedi. Ardından suratını buruşturup, “Ama önce şu balo kıyafetinden kurtulmak istiyorum,” diye ekledi. Neden yemek için bu kadar şık giyindiklerini hiç anlayamıyordu. Gerçi yalnızca o değil, herkes fazlasıyla özenliydi. Aklından geçen soruyu hemen dile getirdi: “Neden böyle giyindik biz? Yemeği hep partiye gider gibi mi yiyoruz?”

Can, kendi üzerindeki lacivert smokine göz gezdirirken hafifçe gülümsedi. “Bugün seninle tanışacağımız için özel giyindik. Bu bir hoş geldin yemeğiydi. Tabii ki her zaman böyle giyinmiyoruz. Ben de sıkılmıştım zaten, evde değiştiririm,” dedi.

Azra, hafifçe omuz silkti. “O zaman ben yatak odasında üstümü değiştiririm. Nasıl yapacağımı sormayacağım, sadece kıyafetleri düşüneceğim, artık öğrendim,” dedi, Ebru’ya göz kırparak.

Ebru onaylar gibi başını sallayıp gülümsedi. Azra, kapıdan geçip yatak odasına yöneldi. Düz, V yakalı beyaz bir bluz, altına açık mavi, dize kadar yırtmaçlı uzun bir etek ve beyaz, kalın topuklu bottieler hayal etti. Tam da kafasında canlandırdığı gibi, kıyafetler yatağın üzerinde belirdi. Hızla giyindi, saçlarını açtı; sadece gözlerine düşmemesi için üst kısmını topuz yaptı, geri kalan dalgaları serbest bıraktı. Burada saçları kolay şekil alıyordu, en çok bunu sevmişti.

Kapıdan çıktı, hafifçe gülümseyerek, “İşte hazırım, şimdi gidebiliriz,” dedi.

Ebru, içtenlikle “Harika görünüyorsun,” dedi.

Dışarı çıkıp, iki ev ilerideki Can’ın evine doğru yürümeye başladılar.

İlk evin önünde durduklarında, verandada beyaz güllerin arasından göz kırpan kocaman bir ağaç dikkat çekti. Dalları, pembeden mora doğru yumuşak tonlarda açmış çiçeklerle kaplıydı. Azra, içeriye bakmayı çok istedi ama diğerlerinden çekindiği için gözlerini kaçırdı.

Ebru, Azra’nın bakışlarından durumu hemen anladı ve “Burası Aslı’nın evi,” dedi. “O bir telepat, ayrıca Ece’nin en yakın arkadaşı.”

Azra, merakını gizleyemedi. “Telepat derken ne yapıyor?”

Ebru, hafifçe başını eğerek, “Aklınla oynayıp, düşüncelerini yönlendirebiliyor,” diye yanıtladı.

Azra, içinden “Bunlar çifte bela,” diye geçirdi, kaşlarını çatarak.

Azra'nın gözleri merakla parladı:

“Peki, Ece’nin yeteneği ne?”

Ali, hafifçe omuz silkerek yanıtladı:

“O bir kahin. Durugörü yeteneği var, olacak şeyleri önceden görebiliyor.”

Can, alaycı bir tebessümle araya girdi:

“Ama olacak şeyler her zaman değiştirilebilir.”

Azra, Ebru’nun ona hayranlıkla bakan bakışlarını yakaladı bir kez daha. “Gerçekten, çıksalar çok tatlı bir çift olurlar,” diye düşündü kendi kendine. Can’ın gümüşi mavi saçları ve menekşe moru gözleri, onu etkileyici kılıyordu.

Bir sonraki ev ise Azra’yı şaşkına çevirdi. Tahta verandası, değerli taşlarla süslenmişti; verandanın hemen yanında kocaman, evi gölgeleyen bir abanoz ağacı yükseliyordu. Ağacın gövdesine oyulmuş ürkütücü bir insan yüzü, gözlerine kırmızı yakutlar yerleştirilmişti. Sanki izleniyormuşsun hissi veriyordu. Dallar, evin çatısına doğru eğilmiş, üzerleri renkli taşlarla kaplanmıştı. Evin pencere çerçevesi de bu taşlardan yapılmış, kapısının üstünde obsidyenden bir kuru kafa vardı; kuru kafanın göz boşluklarındaki akuamarin taşları parıldıyordu. Kasvetli ve bir o kadar korkutucuydu.

Azra, tereddütlü gözlerle Ebru’ya baktı.

“Burası Arda’nın evi,” dedi Ebru, sesi sıcak çıkmıştı. “Ölülerle konuşabilir. Biraz... değişik biridir.”

Evden koyu bir melankoli sızıyordu. Azra’nın merakı artmıştı, bir göz atmak istedi.

Ali, Azra’nın düşüncesini okur gibi, alaycı bir sesle önerdi:

“Belki sonra kendisine pasta götürürsün, o suratsızın biraz endorfin salgılamasını sağlarsın.”

Can hemen düzeltti:

“Otu tercih eder.”

Azra, kaşlarını çatarak şaşkınlıkla sordu:

“Ot yasak değil mi? Burada uyuşturucu kullanabiliyor musunuz?”

Ali omuz silkerek cevap verdi:

“Bazılarına serbest, bazılarına yasak.”

Ebru araya girdi, açıklayıcı bir tonla konuştu:

“Arda’nın özel izni var. Henüz ölülerle baş etmekte zorlanıyor. Sonuçta herkes güzel ölmüyor.”

Can, hafif alayla ekledi:

“Kendisi de Ece’nin yakın arkadaşlarından.”

Azra, komşularının ne kadar da harika olduğunu düşünüyordu, sessizce,

“Anladım,” dedi. “Peki, Ece’nin evi nerede?”

Ebru gülümseyerek yanıtladı:

“Hemen seninkinin solunda.”

Azra içinden geçirdi:

“Komşularım gerçekten de... muhteşem insanlar.”

Can, gururla evini işaret etti:

“İşte bu da benimki.”

Evin dışı, parıldayan yıldızlarla kaplıydı. Kapının üzerinde, altın renginde, adeta bir sembol gibi bir güneş asılıydı. İçeri adım attıklarında, duvarlar uzayın derinliklerindeki galaksileri andıran desenlerle doluydu. Tavanda, başlarının üzerinde, değerli taşlardan yapılmış gezegenler yavaşça dönüyordu. Camın önünde beyaz, modern bir koltuk yer alıyordu. Yerde bile yıldızlar parıldıyor, sanki boşluğun içinde süzülüyormuş hissi veriyordu. Mutfak önünde, parlak siyah mermerden bir masa duruyordu; üzeri çeşitli abur cuburlarla doluydu. Kapının hemen yanında, kocaman bir kara tahta asılıydı; üzerinde karmaşık matematik formülleri yazılıydı. Mutfak dolapları da siyah mermerden yapılmıştı ve üzerlerine odadaki yıldızlar yansıyordu. Burası, kesinlikle bambaşka bir dünyaydı.

Can, Azra’nın yatak odasıyla aynı tarafta olan odasına doğru yürürken, “Siz oturun, bir şeyler atıştırabilirsiniz. Ben smokinden kurtulup hemen geliyorum,” dedi.

Bütün evler benzer tarzda tasarlanmıştı ama her biri birbirinden farklı görünüyordu; bu, Azra’yı şaşırtıyordu.

Birkaç dakika sonra Can, üzerindeki şık smokini çıkarıp yerine kırmızı, rahat bir spor gömlek, kot pantolon ve beyaz spor ayakkabılar giymiş olarak yanlarına döndü. Saçları ve gözleri dışında, oldukça normal görünüyordu. Azra’nın onu baştan aşağı süzmesi Can’ı utandırdı.

“Garip mi olmuş?” diye sordu çekinerek.

“Hayır, çok hoş olmuş. Yakışmış,” diye karşılık verdi Azra, hafifçe gülümseyerek.

“Haydi, bana gidelim,” dedi Ebru, Can’ın evindeki büyülü havayı dağıtmak ister gibi.

Dışarı çıktılar ve evin arkasından yürüyerek Ebru’nun evine ulaştılar.

Verandası, çatısı ve duvarları yemyeşil bitkilerle kaplı bu ev, Azra’ya Hobbit evlerini anımsatıyordu. Verandasında sade bir sedir ve önünde küçük bir masa vardı. Evin her yanı çeşit çeşit çiçekler ve bitkilerle doluydu. Kapının üstünde, değerli taşlardan yapılmış çiçeklerden oluşan zarif bir taç parlıyordu.

İçeri girdiklerinde, kapının hemen sağında kütükten uzun bir sedir, üzerinde çimen yeşili, yumuşacık bir oturma yastığı ile duruyordu. Sırt kısmında, rengarenk çiçek motifleriyle süslenmiş küçük kırlentler yer alıyordu.

Önünde, küçük kütük bir sehpa üzerinde, toprak bir saksıda bodur bir kamkat ağacı meyveleri sitrin taşını andıran parıltılar saçıyordu.

Camın önünde büyükçe kütük bir masa vardı, üstü minik renkli bitkilerle doluydu. Mutfak dolaplarının kapaklarında, duvarlarda ve tavandan sarkan saksılarda çeşitli bitkiler yer alıyordu.

Azra kendini evin içinde değil de, büyülü bir botanik ormanda gibi hissediyordu.

Zemin toprak görünümündeydi, üzerinde ise çimen yeşili yumuşak bir halı seriliydi.

Mutfak kısmında, kütükten ince uzun bir masa duruyordu. Üzerinde toprak bir kase içinde birkaç meyve, toprak su testisi ve bardağı vardı.

Kapının yanındaki duvarda ise, bitkilerin arasından minik bir taş şelalesi yavaşça akıyordu.

Azra’nın ağzı açık kalmıştı; bunu fark eden Ebru gülümseyerek, “Sanırım şaşırdın Azra?” dedi hafifçe.

Azra, derin bir nefes alarak, “Evet... Burası tıpkı bir orman gibi,” dedi; gözleri çevresindeki yemyeşil dokunun içine dalmıştı.

Ebru hafifçe gülümsedi, başını hafifçe eğip, “Siz biraz oturun, ben üstümü değiştirip geleyim,” dedi ve sessizce yatak odasına yöneldi.

Azra, kapıdan çıkar çıkmaz verandaya adım attı. Ahşap sedire otururken, karşıdaki ağaçların yaprakları hafif bir rüzgârla hışırdadı. Dallarda kuşlar cıvıldıyor, küçük sincaplar kıvrak adımlarla dallar arasında geziniyordu. Gözleri, doğanın sakin ritmiyle uyumlandı.

Bir süre sonra, sarı bluzuyla, mini kot eteği ve dizlerine kadar bağcıkları sıkıca sarılmış kahverengi sandaletleriyle Ebru yanına geldi. Arkasında Ali ve Can, hafifçe tebessüm ederek yürüyordu.

Ali alaycı bir tavırla gülümsedi, “Herkes gündelik kıyafetlerini giydiğine göre, bir ben kaldım sanırım,” dedi, gözleri parıldıyordu.

“Haydi bakalım, okula,” diye ekledi, omuzlarını hafifçe geriye atarak önde yürümeye başladı.

Grup, evin kapısından çıktı ve birlikte okula doğru yürüyüşe geçti; adımları ritmik ve kararlıydı.

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 25.05.2025 16:25 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...