
1 AY SONRA DÜNYA...
Mutfaktan yükselen taze kızarmış ekmek kokusu, Azra’nın odasına kadar ulaştı. İnce perdelerin arasından süzülen sabah güneşi, duvardaki saatle dans ederken gözkapaklarını titretmeye başladı. Yorganın altındaki elini ağır ağır karnına götürdü. Dokunduğu yerde hâlâ bir sertlik, garip bir hissizlik vardı. Parmakları eski bir anının izini yoklarken, kapının gıcırdayan sesiyle irkildi.
Annesi eşiğe adım attığında sesi yumuşak ama titrekti.
"Günaydın güzel kızım," dedi Sema Hanım, gözlerinde hâlâ geçmeyen o kırılgan ışıltıyla.
Yüzünde zoraki bir tebessüm beliren Azra, başını yastıktan kaldırarak hafifçe doğruldu. Elini başucuna koyarak destek aldı.
"Günaydın anne." Yorgun ama nazikçe karşılık verdi. "Hayır, teşekkürler, kendim hallederim."
Sema Hanım, kapı eşiğinden ayrılmadı. Elleri önünde kenetli, bakışları endişeyle kızının hareketlerini izliyordu.
"Peki canım, kahvaltı hazır. Seni bekliyor," dedi, sesi bu kez biraz daha zoraki bir neşeyle yıkanmıştı.
Azra, annesinin bir aydır yıllık iznini hastane koridorlarında ve şimdi de bu odada, onun başında geçirdiğini düşününce bir suçluluk duvarına çarpıyormuş gibi hissetti. Derin bir nefes alıp yatağın kenarına oturdu. Ayağa kalktığında gözleri bir an karardı ama bunu annesine hissettirmemeye çalışarak bir adım attı. Yine de, zemin ayaklarının altında hafifçe kaydı.
Annesi tereddütsüz fırladı.
"Aman kızım!" diyerek Azra'nın koluna sıkıca girdi.
Azra, kolunu kurtarırken burun kıvırdı.
"Anne, iyice bebek ettiniz beni ama! Yürüyebilirim ben!" dedi huysuzca, ama sesi tamamen sert sayılmazdı.
Sema Hanım kaşlarını kaldırıp burun kıvırdı.
"Bebeksin tabii!" Sesinde bir ay önceki kabusun yankısı hâlâ capcanlıydı. "Kendini koruyamıyorsun daha!"
Azra içini çekti. Bu replikleri artık ezberlemişti. Her sabah aynı döngü... Annesinin korkudan yoğrulmuş sitemleri, kendi sırları, içten içe duyduğu suçluluk… Ama bu sabah annesinin ses tonunda başka bir şey vardı. Kesinlik. Karar.
Sema Hanım, gözlerini Azra’ya dikti.
"Düşündüm taşındım, karar verdim Azra," dedi, kelimeler buz gibi netti. "İş falan yok bundan sonra! Öyle özürle yırtamazsın küçük hanım. Ben kızımı sokakta bulmadım!" İçinden geçen öfke yüzüne yansımadan duramadı. O şerefsiz hâlâ dışarıdayken kızımı tekrar tehlikeye atamam.
Azra, yatağın ucuna oturmuşken bir anlığına dondu. Raporu bitmek üzereyken bu yasak da nereden çıkmıştı şimdi?
"Anne lütfen ama," dedi, sesi artık savunmaya geçmişti. "Kırmayalım birbirimizi şimdi. Ben çalışacağım tabii ki, evde duramam ben, sıkılırım."
Sema Hanım kollarını göğsünde bağladı, sesi bu kez duvar gibiydi.
"Evde çalışırsın o zaman! Başka bir iş bulursun! Ben o AVM’ye seni kalbim pır pır ederek gönderemem artık, bitti!" Azra’nın, “Başımın çaresine bakarım” deme ihtimaline izin bile vermeden devam etti:
"Gördük bakmalarını başının çaresine! Allah korudu seni! Konu kapandı Azra! Hem... hem nasıl güveneyim ben sana artık?"
Azra, başını önüne eğdi. Annesinin bu kesinliği karşısında direnmenin anlamı olmadığını biliyordu. Kalbinin bir köşesi yorgun, bir köşesi ise suçluydu.
Yavaşça yerinden kalktı, annesinin hâlâ gergin duran omuzlarına sarıldı.
"Özür dilerim," diye fısıldadı, sesi hem pişman hem yorgundu.
Sema Hanım’ın dudakları titredi. Kızına sıkıca sarılırken bir aydır içinde biriktirdiği korku, kelimelerle dışarı taştı.
"Hiç düşünüyor musun?" dedi, sesi çatallıydı. "Sana bir şey olsaydı ben ne yapardım Azra? Ne kadar korktum seni o hastanede öyle görünce... O an benim kalbim durdu sanki!" Gözleri dolmuştu. Bir an durakladı, sesi alçaldı. "Olanlardan sonra Selin’i de paraladım zaten..."
Azra hafifçe annesinin kollarından sıyrıldı. Kalbi bir an Selin’in mahcup yüzünü hatırladı.
"Demeseydin keşke anne," dedi içi burkularak. "Kız zaten çok üzülmüştür. Bir de kendini suçlamıştır kesin."
Sema Hanım kollarını iki yana açarak yüzünü buruşturdu.
"E bir zahmet suçlasın!" dedi, gözleri hâlâ öfkeyle parlıyordu. "Onun yüzünden bu haldesin sen!"
Azra'nın sesi bu kez yükseldi.
"Anne, ne alakası var onunla?" İtirazı içten, savunması kesin ve hızlıydı. "Şerefsizin birisi yüzünden bu haldeyim ben! Selin nereden bilsin böyle olacağını?"
Sema Hanım elini havaya kaldırıp başını iki yana salladı.
"İtin köpeğin peşine takılmadan önce düşünsün biraz o zaman!" Korkusu, mantığını bastırıyordu. Kalbiyle dili bir savaş halindeydi.
Azra, gözlerini kaçırarak yeniden sarıldı annesine. Bu kez daha yavaş, daha içten.
"Seni endişelendirdiğim, korkuttuğum için çok özür dilerim annem," dedi. Sesi, yumuşak bir battaniye gibi odanın soğuk havasına yayıldı. "Bir daha olmayacak böyle bir şey, tamam mı? Üzülme artık ne olur. Bak, buradayım işte, karşındayım. Bir şeyim de yok hem."
Sema Hanım derin bir iç çekti. Kızının saçlarını okşarken, boğazındaki düğüm biraz gevşedi.
"Neyse," dedi pes ederek. Ardından gözlerini kısarak Azra’nın yüzüne dikkatle baktı.
"Neyin var senin? Yüzün sirke satıyor."
Azra, içine çöreklenmiş sıkıntıyı saklamaya çalıştı. Kaşlarının arasındaki çizgi hafifçe titredi.
"Bir şeyim yok anne."
Sema Hanım, bakışlarını yüzünden karnına kaydırdı.
"Ağrın mı var yoksa? Karnın mı acıyor?" diye sordu, sesi bir anda panik tonuna döndü.
Azra, annesinin gözlerindeki endişeye kıyamadı. Zoraki bir gülümseme yerleştirdi yüzüne, gözlerinde ise hâlâ bir gölge vardı.
"Yok anneciğim, iyiyim ben. Hadi kahvaltı edelim."
Ardından hafifçe yürüdü. Her adımı, bedeninde iyileşmeye çalışan bir yaranın ağırlığını taşıyordu.Azra bir süre sessizce önündeki kahvaltı tabağına baktı. Yumurtasını çatalın ucuyla ezdi, zeytinlerden birini tabağın kenarına itti. Sonra, kafasını kurcalayan şeyi daha fazla içinde tutamayarak, boğazını temizleyip hafifçe başını kaldırdı.
"Acımıyor anne..." dedi usulca. Gözleri hâlâ tabağındaydı. "Ama kafama Mert takılıyor."
Sema Hanım, elindeki çayı yudumlamak üzereyken durdu. Kaşı havaya kalktı, şaşkınlıkla kızına baktı. "O ne demek şimdi Azra?"
Azra, başını hafifçe yana eğdi, annesinin gözlerine baktı. Sesi çekingendi. "Anne... sen babama âşık olmuştun, değil mi?"
Sema Hanım'ın yüzünde beliren gülümseme, yılların içinden süzülüp gelen bir hatırayla ısındı. Yanakları hafifçe kızardı, çay kaşığını fincan tabağına bıraktı. “Evet kızım," dedi, gözlerinde gençliğinden kalma bir parıltı belirmişti. "Hem de çok aşıktım.”
Bu sıcak itiraf Azra’nın dudaklarına kısa bir gülümseme kondurdu. Zeytinden bir ısırık aldı, sonra yeniden bıraktı. “Peki," dedi merakla, “aşk nasıl bir duygu anne? Yani, insan âşık olup olmadığını nasıl anlar?”
Sema Hanım, sofradaki reçel kavanozunun kapağını kapatırken düşündü. “Ah kızım, herkesin aşkı kendine göredir ki… Tarifi pek yapılamaz.”
“Ama ne hissettiğini anlatabilirsin belki?” Azra başını avuçlarının arasına alıp dirseklerini masaya dayadı. “Aşık olunca ne hissediyorsun mesela, onun da mı tarifi yok?”
Sema Hanım gülümsedi, sonra boş yumurta kabuklarını peçeteye sardı, dikkatlice bir kenara koydu. “Ben babanı her gördüğümde kalbim yerinden fırlayacak gibi çarpardı heyecandan,” dedi. “Bir de bakmışsın, her şeyin o oluvermiş; derdin de o, dermanın da...”
Gözlerini kızına çevirdi, bu kez dikkatle baktı. “Ne oldu da şimdi bunları soruyorsun bakalım?”
Azra bir an gözlerini kaçırdı, sonra derin bir nefes aldı. Sandalyeye iyice yaslandı, omuzları düştü. “Mert yüzünden,” dedi kısaca.
Sema Hanım’ın gözleri irileşti. Elindeki ekmeği bırakıp öne eğildi. “Yoksa... âşık mı oldun o çocuğa?”
Azra ne diyeceğini bilemedi. Başını eğdi, bakışlarını masa örtüsünün desenlerinde gezdirdi. “Bilmiyorum anne,” dedi dürüstçe. Elini göğsüne, kalbinin üzerine koydu. “Ama burada, tam şurada bir çizik var gibi sanki… Arada bir sızlıyor.”
Bu, hissettiği karmaşık duyguları anlatmanın en iyi yoluydu belki de.
Sema Hanım bir süre sustu. Sonra peynir tabağını kızına doğru itti, kendi bardağındaki çayı tazeleyip geri döndü. Masaya oturduğunda ses tonu daha da yumuşamıştı. “Neden peki? Ne oldu da kalbine çizik attı o çocuk?”
Azra tereddüt etti ama anlatmaya karar verdi. Yumurtasından küçük bir lokma aldı, yutkunmadan önce gözleri buğulandı. İlk defa annesine Mert’le ilgili her şeyi anlattı. Hastanedeki bekleyişini, laptop olayını, penceresine gelmesini, bıraktığı çiçekleri, özür mektuplarını… Hiçbir detayı saklamadı.
Sema Hanım başıyla küçük küçük onaylar vererek dinledi. Gözleri zaman zaman kızının yüzünde, bazen de önündeki boşalan çay bardağındaydı. Anlattıkları, kendi gözlemleriyle ve –evet, kızı için endişelenip dayanamayıp okuduğu– mektuplarla birleşince tablo netleşmişti.
Azra anlatmayı bitirdiğinde, annesi ona ‘ben zaten biliyordum’ der gibi bir bakış attı. Sonra bir süre sessizce oturdu. Mutfağın penceresinden içeri hafif bir esinti girdi, masa örtüsünün ucunu kıpırdattı. Azra, bu sessizliğin ardından gelecek sözleri bekliyordu.
"Ne yapmalıyım şimdi anne?" diye sordu sonunda, çaresizce.
Sema Hanım, kızının elini tuttu. Elleri sıcacıktı. “Kızım,” dedi yumuşak bir sesle. “Önce sen bu çocuğa karşı tam olarak ne hissettiğine bir karar ver.”
Azra başını salladı ama kaşlarını çatmadan edemedi. “Ama sence aşk mı bu?”
Sema Hanım hafifçe gülümsedi, ekmek sepetinden bir parça aldı, tereyağı sürdü. “Onu görünce, onu düşününce ne hissediyorsun peki?”
Azra’nın gözlerinin önüne Mert’in o sinir bozucu ama bir o kadar da çekici gülümsemesi geldi. Yüzü hafifçe gerildi. İstemsizce kaşlarını çattı. “Yapıştırmak istiyorum bir tane suratının ortasına!” diye patladı. Ama hemen ardından içindeki o diğer ses, usulca mırıldandı: “Hadi oradan, yalancı!”
Sema Hanım kahkahayı koyuverdi. Çayı neredeyse dökülecekti. “Ah Azra ah! Sen bayağı bayağı kıskanıyorsun bu çocuğu!”
“Kıskanmıyorum!” diye itiraz etti Azra, gözleri büyümüş, yanakları kıpkırmızı kesilmişti.
Sema Hanım onun bu halini sevgiyle izledi. Son lokmasını aldı, ardından bardağını yudumladı. “Bak kızım,” dedi biraz daha ciddi bir ifadeyle. “Ben o Mert’i sevdim aslında. Efendi, iyi bir çocuğa benziyor.”
Gözleri bir an boşluğa kaydı. Babanın hastanede öfkeyle söylenmesini hatırladı. “Baban o kadar kovmasına rağmen hastaneden gitmedi, inadından vazgeçmedi. Senin için endişelendiği belliydi.”
Pencereye doğru baktı. “Her gece gelip camının önünde beklediğinin, senin o perdeyi hiç açmadığının da farkındayım. Sana sürekli ‘bir kere görüşelim, bir kere dinle’ diye notlar yazdığını da biliyorum.”
Azra’nın gözleri kocaman açıldı. “Anne… sen bana yazdığı mektupları mı okudun?!” diye sordu hayretle.
Sema Hanım biraz başını eğdi, suçlulukla gülümsedi. “Ben de anneyim, merak ederim,” dedi omuz silkerek. “Hem bak, fena da olmamış, değil mi?”
Azra gözlerini devirse de bir şey diyemedi. Kendi derdi başından aşkındı.
Sema Hanım, Azra’nın mektuplarla ilgili şaşkınlığını hafifçe geçiştirdi. Masadaki çay fincanlarını eline alıp hafifçe karıştırırken, bahçeden kuş cıvıltıları hafifçe duyuluyordu. “Yani... bir iki tanesine göz atmış olabilirim,” dedi, sonra asıl konuya döndü.
“Bak Azra, benim gördüğüm kadarıyla o çocuk kendi hislerinden gayet emin görünüyor. Asıl soru şu: Sen kendinden, kendi hislerinden emin misin?”
Azra cevap veremedi. Dışarıda yoldan geçen bir bisikletlinin zili uzaktan çaldı.
“Eğer eminsen... şunu bil ki hayatta hiçbir zaman karşındaki kişiden yüzde yüz emin olamazsın. Sadece ona inanmak istersin, güvenmeyi seçersin. Eğer sen kendinden ve sevginden eminsen, onun arkasında durmalısın.”
Azra, masadaki çay tabağına baktı. Bir arabanın uzaktan geçen sesi hafifçe sokaktan geldi.
“Sana ‘bitti’ diyorsa, inanmayı denemelisin. Aksi halde hep aklında ‘ya deneseydim?’ pişmanlığı kalır. Ha, baktın ileride yanlış bir şey gördün, işte o zaman vazgeçersin.”
Sema Hanım derin bir nefes aldı, Azra’nın gözlerine baktı. Bahçedeki yapraklar hafifçe rüzgarla kıpırdıyordu.
“…sen çoktan aşık olmuşsun bile, sadece henüz farkında değilsin veya kendine itiraf edemiyorsun.”
Azra dudaklarını ısırdı. İçindeki fırtına, dışarıdaki kuş cıvıltılarıyla hafifçe dengeleniyordu. “Aşık mı olmuşum? Gerçekten mi?” diye düşündü.
Gözlerinin önüne Mert’in bilgisayarındaki o sarışın kızla samimi fotoğraflar geldi. Kalbine saplanan yıldırımın acısı tekrar kendini hissettirdi. “Bunu anneme anlatamam,” diye geçirdi içinden.
“Olmuş muyum gerçekten? Ama hiç öyle kalbim pır pır etmiyor benim!” Dışından itiraz etti, belki kendini kandırmaya çalışıyordu.
“Genelde onu görünce üstüne kusacak gibi oluyorum ben!”
Sema Hanım gülümseyerek karşılık verdi. “Miden pır pır ediyor demek ki senin de,” dedi muzipçe.
“Hah! Çok komik anne gerçekten!”
Sema Hanım ciddileşti. “Peki ona karşı hissettiğin bu kadar öfkeyi nasıl açıklıyorsun kendine o zaman Azra? İnsan hoşlanmadığı birine bu kadar takılır mı?”
Azra köşeye sıkışmıştı. Masaya bıraktığı çay bardağından hafifçe tıkırtı duyuldu.
“Yani... yani ‘dene’ mi diyorsun sen şimdi?” diye sordu annesinin sözlerinin özünü yakalamaya çalışarak.
“Ben sana ‘aşıksan aşkına sahip çık’ diyorum,” dedi Sema Hanım, çaydan bir yudum aldı. “Önce kendi hislerinden emin ol, onları taşı. Onun hislerini, niyetini sonra düşünürsün.”
Azra’nın içinde en büyük korku yeniden su yüzüne çıktı. “Ya beni kullanıyorsa?” diye fısıldadı.
Annesi derin bir şefkatle baktı. Bahçeden gelen esinti hafifçe camı sallıyordu. “Peki öyle olsaydı, senin ona karşı hislerin değişecek miydi Azra?”
Azra bir an duraksadı, sonra sesini kısarak yanıtladı: “Hayır... tabii ki değişmezdi. Beğendim onu... hoşlandım da.”
Sema Hanım kızının elini tuttu, yüzünde bilge bir ifade vardı. “O halde bu soruyu kafandan sil at güzel kızım. Kendi hislerini böyle yersiz şüphelerle zehirleme. Mert yakışıklı, aklı başında bir çocuk. Eğer amacı sadece birini unutmak olsaydı, etrafında başka kız mı yoktu sanki? Gidip başkasını bulurdu.”
Bahçedeki çiçeklerin yaprakları hafifçe hışırdadı.
“Ama o ne yaptı? Hastanedeki o perişan halini gördüm ben onun, sana nasıl baktığını gördüm. Tüm engellemelere rağmen vazgeçmedi.”
Sema Hanım, “Senin karar vermen gereken tek şey kendi hislerin. Ayrıca şunu unutma; geçmişten kalan yara varsa bile, gerçek sevgi onu iyileştirir, sarıp sarmalar. Seviyorsan, onun yaralarını da sarmayı göze alırsın.” dedi.
Azra'nın kaşları çatıldı, dudakları sinirle büküldü. Parmak uçlarıyla masaya hafifçe vurdu.
"Bana mı sormuş yarayı alırken? Bana ne be!" dedi, sesi birden yükselmişti.
Sema Hanım başını iki yana salladı, bir yandan boş çay bardağını oyalı peçeteyle silerken iç çekti. Yüzünde sevgiyle karışık hafif bir sitem vardı.
"Tam bir öküz yetiştirmişim," diye mırıldandı. "Kız çocuk ponçik, tatlı olur derler bir de..."
Azra'nın bakışları hemen parladı. Omuzlarını dikleştirip başını geriye attı.
"Gayet tatlıyım ben bir kere! Bak, milletin dibi düşüyor bana!" dedi, dudaklarının kenarında ukala bir gülümsemeyle.
Annesi bu hâle gülmeden edemedi, gözleri kısılıp elleriyle havayı kesercesine bir hareket yaptı.
"Ah bilse çocuk başına nasıl bir bela aldığını, sana âşık olur muydu acaba?"
Azra gözlerini devirdi, sonra göz kırpıp yanıtladı.
"Olurdu tabii. Bela seviyordur belki."
"Hah!" dedi Sema Hanım kahkaha atarak. "Bulmuş belasını işte, Allah kurtarsın."
"Çok gıcıksın anne ya!" Azra’nın sesi alıngan değil, keyifliydi. Gözlerinin içi gülüyordu.
"Senin annenim, normaldir," dedi Sema Hanım, kızına göz kırparak.
Mutfak penceresinden içeri usulca giren yaz sabahının rüzgârı, masa örtüsünün ucunu hafifçe dalgalandırdı. Sokağın uzak ucundan gelen simitçi sesi, ince belli bardakta soğumaya yüz tutmuş çayın buharına karıştı.
Azra'nın yüzü yumuşadı, dudaklarından dökülen kelimeler daha sakin, daha içten geldi.
"Teşekkür ederim anne..." dedi kısık bir sesle. "Yardım ettiğin için, en yakın arkadaşım olduğun için, böyle bir anne olduğun için..."
Sema Hanım hemen havayı dağıttı, gözlerini kısarak çatalını salladı.
"Senden kurtulmaya çalışıyorum ben kızım, yaşın yirmi iki oldu! Evlenecek yaştasın artık!"
Azra, sandalyeye teatral bir çöküşle kendini bıraktı, elini alnına götürdü.
"Ah, ben de iyi niyet arıyorum!" dedi alaycı bir hayal kırıklığıyla. "Hain ne olacak! Merak etme, evlenip kocamı da alıp bu evde yaşayacağım işte! Görürsün sen, çoğalarak geleceğim!"
"Ay yok istemem, aman aman..." diye güldü Sema Hanım, gözleri yaşardı.
Kahvaltının neşeli sesleriyle evin içi biraz daha ısındı. Birkaç sokak ötede havlayan köpeğin sesi açık camdan süzüldü; kuşların cıvıltısıyla birbirine karıştı.
Anne kız, tatlı atışmalar eşliğinde sofrayı topladılar. Azra daha sonra odasına çekilip bilgisayarının başına geçti. Yüzünü ekran ışığı aydınlatırken yatağa yayıldı, bitirdiği filmden kalan sahneler zihninde gezinirken yeni bir film aramaya başladı.
Tam aradığı filmi bulduğunu düşünürken, telefonun titrek sesi odayı doldurdu.
"Alo?" dedi aceleyle, gözleri hâlâ ekrandaydı.
Telefonun ucundaki ses kararlı ve resmiydi.
"Azra Hanım, karakoldan arıyoruz. Semih Bey'i yakaladık, ifadeniz için gelmeniz gerekecek."
Azra'nın yüzü dondu. Soluğu boğazında düğümlendi.
"Geliyoruz," diyerek hızlıca kapattı telefonu.
Koşar adım annesinin yanına gitti. Kalbi göğsünde gürültüyle atıyordu.
"Anne! Semih’i yakalamışlar, karakola gitmemiz lazım!"
Sema Hanım’ın rengi bir anda çekildi. Yüzü bembeyaz kesilirken dudakları aralandı ama ses çıkmadı. Sonra hızla toparlanıp eşine seslendi. Azra’nın babası hâlâ uyuyordu, ama bu haberle birlikte anında uyanmak zorunda kaldı. Akın arabayı aldığı için üçü birlikte telaş içinde taksiye atladılar.
Yolda ilerlerken araba camından dışarıya bakan Azra, taş evlerin duvarlarını yalayan gölgelerle göz göze geldi. Güneşin yansıttığı gölgeler, hayatın gündelik telaşını izliyordu. Taksi sağa sola savrulmadan ilerlerken şehir sessizliğini henüz terk ediyordu.
Karakola vardıklarında ortam birdenbire değişti. Soğuk flüoresan ışıklar, cızırtılı telsiz sesleri ve sinirli adımlar atmosferi keskinleştirdi. İçerisi sabah mahmurluğunu çoktan atmış, yerini gerginliğe bırakmıştı.
Semih, bir masanın başında oturuyor, karşısındaki polis memuruna ifade veriyordu. Sema Hanım, adamı görür görmez öfkeyle öne atıldı.
"Anne dur!" demesine fırsat kalmadan Azra'nın kolunu hızla sıyırıp geçti. Panter gibi saldırdı.
Semih’in yakasına yapıştı, nereye denk gelirse vurmaya başladı.
"Seni gebertirim! Benim çocuğuma ha!" diye bağırıyordu, sesi çatallı ve acı doluydu.
Polisler hemen araya girip Sema Hanım’ı güçlükle ayırdılar. Kollarından tutup geri çektiler, ama içindeki öfke bedeninden dışarı taşıyordu.
Azra'nın gözleri genişledi. Semih’in yüzü darmadağındı; burnu kanıyor, dudağı patlamıştı.
Annem yapmış olamaz… Bu kadar kısa sürede bu hale getiremezdi…
Tam o sırada, kalabalığın arasından sessizce ilerleyen birini fark etti. Mert’ti bu. Elinde iki karton kahveyle rahat adımlarla yürüyordu. Sanki bu karmaşanın dışında, başka bir dünyadan gelmişti.
"Abi, bakayım bir ifadesine şunun," dedi memura, sanki tanıdık bir dükkana uğramış gibi.
Azra ağzı açık şekilde Mert'e bakakaldı.
"Abin mi?" diye sordu istemsizce. Sesindeki şaşkınlık saklanamamıştı.
Mert başını ona çevirip kısa bir bakış attı, sonra tekrar memura döndü.
"Abim sayılır," dedi.
Sonra yüzünü Sema Hanım’a çevirdi. Gözleri anlayışla doluydu ama sesi hâlâ soğukkanlıydı.
"Bu arada ben onu dışarıda yakalayıp bir güzel ütüledim ama," dedi, sanki hava durumundan bahsediyormuş gibi. "Yine de hıncını alamadıysan abiye söyleyeyim, taktırayım kelepçeyi, ifadeden sonra bir ziyaret edersiniz."
Azra’nın babası içgüdüsel bir homurtu çıkardı.
Bu çocuk sürekli kızımın etrafında… Ne iş?
Azra ise olduğu yerde kalakaldı. Kalbindeki karmaşık duygulara isim koyamıyordu. Mert’in karanlık, yasaları umursamayan yöntemlerle onu korumuş olması, içinde bir yerlerde tuhaf bir güven duygusu uyandırmıştı. Rahatsız edici ama bir o kadar da… tatmin edici.
Gözlerini Mert’ten ayıramadı.
İfade alan polis memurunun yüzünde yorulmuş bir ifade belirdi. Gözlerini hafifçe kısarak Mert’e döndü. “Mert, anasını ağlattın adamın zaten! Çenesini kullanamıyor, ifadeyi zor alıyoruz. Hala ne diyorsun?!”
Mert sakin, soğukkanlı bir tavırla cevap verdi. “Az bile yaptım abi.” Masadaki ifade kağıtlarını hızlıca gözden geçirdi, sonra sert adımlarla Semih’in yanına yaklaştı ve beklenmedik bir şekilde kafasına sertçe vurdu. Semih acıyla inledi. Mert, dudaklarını büküp tısladı: “Bana bak! Doğru anlatacaksın her şeyi! Yoksa o kafanı gerçek anlamda kırarım, anladın mı?”
Polis memuru araya girmeye çalıştı, sesi endişeliydi. “Mert! Bir sakin ol!” Sonra Azra’ya dönüp hızlıca devam etti, “Azra Hanım, beyefendi sizin hakkınızda bazı suçlamalarda bulunuyor. Lütfen siz bir kez daha baştan anlatır mısınız, ifadenizi tekrar gözden geçirelim.”
Azra, gözlerini kırparak şaşkınlıkla sordu. “Neyle suçluyor beni?”
Memur hemen konuyu değiştirmeye çalışarak, “Siz olayı bir kere daha anlatın lütfen,” dedi.
Azra derin bir nefes aldı, topuklarının taş zeminde çıkardığı hafif sesler odanın sessizliğinde yankılandı. Sakin görünmeye çalışsa da içindeki fırtına dinmemişti. Başından geçenleri bir bir anlattı; Semih’in Selin’le tanışmasından, kendisine ilk saldırısına, Mert’le tanışmasına, Semih’in Selin’e ikinci saldırısına ve sonunda bıçaklanmasına kadar.
Telefonundan, Selin ve polislerle yaptığı ilk saldırı sonrası konuşma kayıtlarını gösterdi.
Babası, Azra’nın sözlerini duydukça gözleri doldu, sessiz homurtuları yavaş yavaş öfkeye dönüştü. Aniden kalktı, Semih’in üzerine atıldı ve art arda yumruklar savurmaya başladı. Polisler donuk bakışlarla izledi, ardından zorlukla babayı Semih’in üzerinden uzaklaştırdılar; ama ona, öfkesini biraz olsun çıkarması için izin vermiş gibiydiler.
Azra, babasının bu yeni halini şaşkınlıkla izledi. Semih’in yüzü şişmiş, dudağı çatlamıştı.
Tam o sırada kapı hızla açıldı. Selin telaşla içeri girdi, yüzü endişeli ama kararlıydı. Hızla memura ifadesini verdi, anlattıkları Azra’nın söylediklerini tamamen doğruluyordu.
İfadesi bitince hemen Azra’nın yanına koştu, sesi yumuşaktı. “Azra! İyi misin? Mesaj attım ama cevap vermedin, çok merak ettim!”
Azra, yorgun bir gülümsemeyle başını salladı. “İyiyim Selin, merak etme. Evde film izliyordum, telefonuma bakmadım o yüzden.”
Azra'nın topukları taş zeminde hafifçe tıklarken, babası ve annesi polislerle konuşmaya çalışıyordu. Koridordan gelen telefon zili çınladı, bir memurun bağıran sesi araya girdi. Ayak sesleri hızlıca yön değiştiriyordu. Polisin masasından yükselen kağıtların hışırtısı, ortamın tedirginliğini büyütüyordu.
Mert, bu karmaşanın içinden sessizce Azra'nın yanına doğru yaklaştı. Gözlerini kısmış, sesi alçak ve dikkatlice: "Biraz konuşabilir miyiz?" dedi.
Azra, aniden Mert’e döndü. Kaşları çatılmış, sesi fısıltıya dönmüştü; “Şimdi zamanı mı Mert?” diye sordu, sert ve kararlı bir şekilde.
Babası, ağır adımlarla onların yanına yürürken, yüzündeki çizgiler derinleşmişti. “Biraz daha buradayız anlaşılan, savcıyı bekliyormuşuz,” dedi, yorgunluk ve çaresizlik karışımı bir tonla. Sonra Azra'ya çevirdi bakışlarını; endişe gözlerinden okunuyordu: “İyi misin sen? Bekleyebilecek misin?”
Azra derin bir nefes aldı, omuzları hafifçe indi, “İyiyim baba, merak etme.”
Selin, Azra'nın gerginliğini sezmiş gibi araya girdi. Gözleri hafifçe kaçıyordu, sesi yumuşaktı: “Mehmet Amca, biz Azra ile dışarıda oturalım isterseniz? Hem biraz hava alır, ayakta durmaz.”
Babası ağır ağır başını salladı, yavaş adımlarla uzaklaşırken Mert’e son bir kez sert bir bakış attı. O bakışta, onaylamayan ve uyarı dolu bir sessizlik vardı. Azra da Mert’in arkasından, gözlerini kırpmadan izledi.
Azra ve Selin dışarı çıkarken, Mert cebinden telefonunu çıkardı. Yüzünde düşünceli bir ifade vardı, ama bir yandan da telefonda birini arayacakmış gibi hareket ediyordu. Polislerin içerden gelen seslerine kulaklarını kapatır gibiydi.
Bahçede, ahşap masalardan birine oturdular. Selin, mahcup ve dikkatlice lafı değiştirmeye çalışıyordu. “İş yerinde yeni bir müşteri geldi, biraz ilginçti…” dedi, gözlerini yerden kaldırmadan.
Azra dudaklarını kıstı, kaşları yine çatıldı ama yüzündeki sertlik biraz yumuşamıştı.
Bir süre sonra Mert, elinde iki karton bardak çay ve iki tostla geldi. Masaya bıraktıktan sonra, gözlerini Azra’dan çekmedi. “Azra, biraz konuşabilir miyiz lütfen?” dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı.
Selin, anında ayağa kalktı, çantasından telefonunu çıkarırken: “Ben Pelin’i arayayım,” dedi hızlıca ve yanlarından uzaklaştı.
Mert, Selin’in boşalttığı sandalyeye oturdu. Omuzları hafifçe düştü, derin bir nefes aldı. Gözlerini Azra’nın gözlerine dikti: “Beni dinler misin?”
Azra başka yöne bakarken, sesi soğuktu: “Anlat, dinliyorum.” Ama içinden, onu ne kadar özlediğini itiraf etmekten çekiniyordu. Aptal olma Azra, diye düşündü.
Mert, Azra’nın suratsız tavrını yanlış anladı. “Peki, kısa kes diyorsun yani,” dedi, kaşlarını çattı.Azra hemen tepki verdi, kaşlarını kaldırarak: “Hayır! Anlat dedim sadece.”
Mert yutkundu, kelimeleri dikkatle seçiyordu. “Nazlı… yani eski kız arkadaşım… çocukluk arkadaşımdı aslında. Üniversiteden beri devam eden bir ilişkiydi, altı yıl sürdü.” Bir an durdu, gözlerini Azra’dan kaçırdı. “Birkaç ay önce tamamen bitti.” Kendi kendini ikna etmeye çalışır gibiydi: “Ona karşı artık gerçekten bir şey hissetmiyorum.”
Azra, gözlerini kısıp onu şüpheyle süzdü. Altı yıl... beş ayda mı bitti her şey? “Neden bitti?” diye sordu, sesi sertleşti.
Mert, sesini alçaltarak cevapladı. “Söyledim ya, başkasına aşık olmuş.”
Azra sabırsızlandı, ellerini hafifçe yumruk yaptı. “E bunu zaten biliyorum! Bildiğim şeyleri anlatmak için mi oturdun karşıma, Mert?”
Mert, derin bir nefes daha aldı. En zor kısmı anlatacaktı. “Azra... Nazlı, ben ve Tolga… Tolga benim en yakın arkadaşımdı. Üçümüz birlikte büyüdük. Üniversiteye gidince Nazlı ile aramızda bir ilişki başladı. Arkadaşlıktan öteydi. Aslında çok sakin, düz bir ilişkimiz vardı; çünkü birbirimizin her şeyini biliyorduk, yılların arkadaşlığıydı temelde. Ama son zamanlarda aramız bozulmuştu. Daha az konuşur, daha az görüşür olmuştuk. Bir sorun vardı ama ne olduğunu anlayamıyordum.” Gözleri tekrar Azra’yı buldu. “Nazlı benden biraz zaman istedi, kafasını dinlemesi gerektiğini söyledi. Ben de kabul ettim, üstelemedim.” Acı bir gülümseme yayıldı yüzüne. “Sonra bir gün… Tolga… en yakın arkadaşım… gelip bana Nazlı ile birbirlerine aşık olduklarını söyledi.” O anı düşünmek bile canını yakıyordu. “Ben de… ben de aralarından çekildim.”
Azra donuklaştı, tüm duyduğu ihaneti bir anda içselleştirmişti. Hem altı yıllık sevgili, hem en yakın arkadaş… Mert’in sakin dış görünüşünün altında yatan acı şimdi tüm çıplaklığıyla ortadaydı.
Bahçedeki ağacın yapraklarından yansıyan güneş, yüzünün bir köşesine titrek ışıklar düşürüyordu. Yakındaki caddeden geçen bir kamyonun gürültüsü, havaya ince bir toz tabakasıyla birlikte sinmişti. Gözü Mert’e kilitliydi.
"En yakın arkadaşına mı aşık olmuş?" diye sordu. Sesi, önce fısıltı gibi çıktı; sonra farkında olmadan yükseldi. Şaşkınlık, teninin altına kadar işliyordu.
Mert başını hafifçe öne eğdi, göz kapakları kısa bir süre kapandı, sanki acı bir anıyı bastırmaya çalışıyordu. Ardından gözlerini kısarak doğruldu. "Evet, öyle olmuş," dedi, sesi kuru ve çatallıydı.
Azra’nın kaşları çatıldı. Elindeki küçük çantasını sıkıca kavradı. "Ama... ama başka erkek mi kalmamış dünyada?!" Sözler, dilinden ani bir öfke patlamasıyla döküldü. Ardından bir an durdu, nefes alıp toparlandı. Omuzlarını hafifçe geri çekti, tonunu yumuşattı. "Peki... sen ne hissettin bunu öğrendiğinde?"
Mert başını yana çevirip bir süre yerdeki taşlara baktı. Karakolun hemen önündeki çam ağacından bir kuş sesi geldi ama o, sesleri duymuyordu. "Pek hoş şeyler hissetmedim Azra," dedi nihayet, sesi kendi içine çökmüş gibiydi. "Tarifsiz bir ihanete uğramış gibi hissettim. Sadece Nazlı değil, Tolga da... ikisi de benim en yakın arkadaşımdı." Gözleri kısa bir süre gökyüzüne kaydı, sonra tekrar Azra’ya döndü. "Nazlı'ya aşık olmak benim için çok doğal bir şeydi sanki. Birlikte çok uzun zaman geçirdik, çocukluğumuz, ilk gençliğimiz... Nasıl anlatabilirim sana? Neredeyse ailem gibiydi benim. Birlikte büyüdük işte."
Sözlerinin sonunda sesi çatladı. İçinde hâlâ kapanmamış bir yara vardı ve o yara hâlâ sızlıyordu.
Azra başını yana eğdi, gözleri yumuşadı. Güneş, kirpiklerinden süzülüp yanaklarına vurdu. "Mert... bu gerçekten büyük, korkunç bir hayal kırıklığı olmalı," dedi sessizce. “Kulağa kolay gelmiyor.” Parmaklarını birbirine kenetledi. "Peki, arkadaşın Tolga sana bunu söylediğinde ne yaptın?"
Mert bir anlık boşlukta asılı kaldı. Ardından kaşlarını çatıp kısık sesle konuştu, "Ne yapabilirdim ki?" Omuzlarını silkti, ellerini cebine soktu. Yüzünde donuk bir acı vardı. "Hayatımdan çıkardım ikisini de."
Azra'nın gözleri kısa bir an için küçüldü. "Tamamen sildin mi yani?" diye sordu, sesi sorgulayıcı ama nazikti.
"Evet," dedi Mert duraksamadan. Sesinde kararlılık vardı ama gözlerinde hâlâ kırık bir hatıra parlıyordu. "Böyle bir arkadaşlık devam edemezdi ki artık. Hepimiz için çok rahatsız edici olurdu. Onlar da rahatsız olmasınlar diye onlarla tüm görüşmeyi kestim." Bir adım geri attı, güneş artık yüzünün sadece bir yanını aydınlatıyordu. "Başka yere taşınmamız da bu yüzden iyi oldu aslında. Biz birlikte büyüdüğümüz için arkadaş çevremiz de hep aynı kişilerden oluşuyordu."
Azra onu anlıyordu ama içinden geçenler başka türlüydü. Mert’in söyledikleri mantıklıydı ama kalbinin kıyısında hâlâ kıpırdayan o kuşku, susmak bilmiyordu. Bir adım yaklaştı.
"Mert, açık konuşacağım," dedi ve gözlerini onun gözlerinden ayırmadan devam etti. Sesindeki titreme içindeki gerilimden geliyordu. "Sen çok uzun soluklu ve belli ki travmatik biten bir ilişkiden yeni çıkmışsın. Ben... ben senin için tutunulacak bir dal olmak istemiyorum. Bir yara bandı gibi kullanılmak istemiyorum."
Bu sözler Mert’in yüzüne bir tokat gibi indi. Kaşları kalktı, dudakları hafifçe aralandı. "Azra," dedi hemen, sesi keskin bir çıkışla yükseldi. Birkaç adım ona doğru geldi. “Benim için o defter tamamen kapandı. Bitti ve gitti. Ben seni birisinin boşluğunu doldurmak için kullanmıyorum, asla!"
İçinden geçen “Bunu nasıl düşünebilir?” cümlesi, gözlerinden okunuyordu.
Azra başını hafifçe yana çevirdi. Birkaç saniye sessiz kaldı, ardından yeniden göz göze geldiler. "Anlıyorum seni Mert ama bu benim için çok rahatsız edici bir his yine de," dedi. "Bu kadar uzun bir ilişki, üstelik senin isteğinle de bitmemiş... O fotoğraflar falan da hâlâ bilgisayarında duruyor..." Nefesi ağırlaştı, sesi daha derin ve savunmasız bir tona büründü. "Ben bu kadar kolay unutulabileceğini düşünmüyorum açıkçası."
Bir an susup derin bir nefes aldı. Karakolun içinden gelen telefona cevap veren bir memurun sesi kısa bir uğultu gibi yayıldı arka planda.
"Sürekli 'acaba aklında hâlâ o mu var?' sorusuyla yaşayamam ben. Bunu düşünmek bile beni yaralar. Anlatabildim mi?" Cümleleri tamamlandığında gözlerinde kararını çoktan vermiş bir duruluk vardı. "O yüzden bence... bu iş başlamadan bitsin."
Sözler, Mert’in omuzlarına ağırlıkla çöktü. Başını iki yana salladı, sesi titriyordu. "Ne? Azra, çok fevri karar veriyorsun!" Sözleri kurtarıcı bir ip gibi hızla uzanıyordu. Azra'nın gözlerinin içine baktı; içindeki panik, sesine ve bedenine aynı anda yayılmıştı. "Aklımda da kalbimde de senden başka kimse yok benim! Anlıyor musun? Ben sana aşık oldum!"
İtiraf, hava kadar yoğundu. Caddenin gürültüsü bir an için bile olsa kesilmiş gibiydi. Azra'nın yüzü, duyduğu bu sözle donakaldı. Dudakları aralandı ama kelime çıkmadı. Gözlerini kaçırmadı Mert’ten; sadece baktı… ve baktı. Mert’in o mavi gözlerinin içinde yoğun, gerçek bir şey vardı. Ama bu yoğunluk… yeterli miydi?
Azra, duyduğu sözlerin gerçekliğini kavrayamadan bakakaldı. Kalbi göğsünde hızlı hızlı atıyor, elleri istemsizce dizlerinde sıkılı duruyordu.
“Aşık mı oldun?” diye fısıldadı. Sesinde hem şaşkınlık hem de hafif bir ürkeklik vardı. Sanki yanlış duymuş olmayı diliyordu bir yanıyla.
Mert’in bakışları bir an bile gözlerini ondan ayırmadı. O mavi gözlerin içi, bu kez alışıldık ışıltıdan değil, derin bir samimiyetten parlıyordu.
“Evet!” dedi kararlı bir sesle. “Seni gördüğüm ilk gün âşık oldum, tamam mı? Sakın bunu hafife alma. Dalga geçtiğimi düşünme. Ben de seninle karşılaşana kadar ilk görüşte aşka inanmazdım zaten.”
Bir an duraksadı, göz kapakları kısmen indi, sesi yumuşadı. “Nazlı’ya… ona hiç böyle bir şey hissetmedim ben.”
Azra’nın yüzü donuktu, kaşları çatılmıştı. Bu kadar hızlı, bu kadar kesin konuşulması onu huzursuz etmişti.
Mert gözlerinin içine yalvarır gibi baktı.
“Lütfen... sadece beni tanımaya çalış biraz,” dedi. “Söz veriyorum, eğer istemezsen, sonunda ‘hayır’ dersen… bir daha seni asla rahatsız etmeyeceğim.”
Azra, gözlerini kaçırdı. Başını hafifçe eğip toprağa bakarken dudaklarını ısırdı. İçinde bir fırtına kopuyordu. Kafası karmakarışıktı.
“Mert… kafam çok karıştı benim,” dedi kısık bir sesle. “Biraz… biraz düşünmek istiyorum, tamam mı?”
Mert, kısa bir nefes aldı ve başını yavaşça salladı.
“Tamam,” dedi. “Ama… lütfen gün sonuna kadar bir karar ver ve bana söyle. Benimle görüşecek misin, görüşmeyecek misin... sadece bunu bilmek istiyorum. Ne karar verirsen ver, saygı duyacağım. Seni zorlayacak değilim.”
Bu süre baskısı Azra’nın omuzlarını biraz daha düşürdü. Gözlerini kısıp yüzünü uzaklara çevirdi.
“Tamam,” dedi usulca. Sesinde hem bir teslimiyet hem de burukluk vardı.
Mert’in yüzü, Azra’nın bu kabulüyle hafifçe yumuşadı. Gözlerinin kenarında beliren çizgilerle gülümsedi.
“O zaman… ben gidip bir içeri bakayım, durum nedir öğreneyim,” diyerek ayağa kalktı. Üzerindeki kot pantolonun dizindeki ufak tozları silkeledi ve gözleri hâlâ Azra’dayken karakol binasına doğru yürüdü.
O kalkar kalkmaz Selin yanına geldi. Yüzündeki merak, sabırsız bir ifadeyle karışmıştı. Azra'nın anlattıkları ise fısıltılarla, baştan sona, hızlıca döküldü arkadaşının kulağına.
Kısa bir süre sonra babası onlara seslendi. Savcının geldiğini ve ifade vermeleri gerektiğini söyledi. Hep birlikte içeri geçtiler. Azra, yaşadıklarını savcıya anlatırken kelimeleri seçmeye çalıştı. Her şeyi doğru ama abartısız aktarmaya çabaladı. Sanki ne kadar sakin anlatırsa, olaylar da o kadar normalleşecekmiş gibi…
İşlemler tamamlandığında karakolun ağır kapısından çıktılar. Gün boyunca yaşananlar, üzerlerine sanki görünmeyen bir ağırlık gibi çökmüştü.
Selin, saatine baktıktan sonra iç çekerek vedalaştı.
“İşe yetişmem gerek,” dedi. Azra’ya sarılırken kulağına eğildi. “Kararını verirsen bana da söyle, tamam mı?”
Azra hafifçe başını salladı, sonra etrafına baktı. Mert ortalarda yoktu. Onunla konuşmaya hâli de cesareti de kalmamıştı zaten.
Taksiye binip evlerine doğru yola çıktıklarında camdan dışarı bakan Azra’nın zihni hala dalgındı. Yolların kenarındaki sokak lambaları, yavaşça uzayan gölgeler… her şey sanki kendi içindeki karmaşayı dışa yansıtıyordu. Gözlerini camdan ayırmadı; kendini, bir kararın ağırlığıyla baş başa bırakmıştı.
Eve vardıklarında babası onun yatağına uzanmasına yardım etti. Annesi mutfağa geçip iki fincan kahve hazırladı. Azra, odasında sırt üstü uzanırken salondan gelen konuşmaları boğuk boğuk duyabiliyordu.
“Tutuklu yargılanacakmış en azından, savcı öyle dedi,” diyordu babası.
Annesi karşılık verdi. “Şu Mert yardım etmiş bulunmasına… duydun değil mi Mehmet?”
Mehmet Bey, alışıldık hoşnutsuzluğuyla homurdandı. “Duydum, duydum! ‘Arkadaşım’ diyor bizimki ama sevgilisi mi bu çocuk şimdi?”
Sema Hanım’ın sesinde alttan alta bir gülümseme seziliyordu. “Kızımız âşık oldu galiba sonunda, Mehmet Bey. Arkadaş demesine bakma sen… seviyor bence o çocuğu.”
Babası kısa bir sessizliğin ardından mırıldandı:
“Anladım zaten onun bakışlarından kimin nesi olduğunu da…”
Konuşmalar devam ederken Azra’nın göz kapakları yavaşça ağırlaştı. Günün gürültüsü, yaşadıkları, içinden çıkamadığı bu yeni duygular zihnini yormuştu. Annesinin sesi hâlâ kulağında yankılanıyordu:
“Aşık oldu galiba…”
Azra o cümleyi içinden tekrar etti. Aşk… Bu kelime, içinde korku kadar umut da taşıyordu.
Gözleri kapandı. Sessizlik, içinde beliren sorularla birlikte çöktü odasına. Uykuya geçerken, göğsünün tam ortasında bir his büyüyordu: Bir yol ayrımında olduğunu biliyordu artık. Ve bu defa yol, sadece Medeiros’a değil… kalbinin karanlıkta kalan kıvrımlarına da açılıyordu.
Azra, gözlerini araladığında Seperius’un tanıdık, ancak karanlık olan odasındaydı. Dünya’daki yorgunluk ve kafa karışıklığı ruhunu sarmış, sessizce bedenine çökmüştü. Pencereden dışarıya yönelttiği bakış, geceyi tüm karanlığıyla taşıyordu. Üzerine hafif bir hırka çekti, ayağa kalktı; ahşap zeminin üzerinde topuk sesleri yankılandı. İçgüdüyle Can’ın evine doğru yürümeye başladı. Kafasının içinde bir karmaşa vardı ve konuşmaya ihtiyacı vardı. İlk aklına gelen Can olmuştu. “Eğer o uyuyorsa, Arda’nın evine giderim,” diye düşündü.
Can’ın kapısına parmaklarıyla nazikçe vurdu; birkaç kez. Kapı yavaşça aralandı, Can uykulu gözlerle ona baktı. Endişe, ifadesinde hemen belirdi.
“Azra? Ne oldu? İyi misin?” dedi, vücudu hafifçe öne eğilmiş, gözleri alarma geçmişti.
Azra, aniden mahcup bir ifade takındı, başını hafifçe yana eğdi.
“Can... Uyuyordun değil mi? Çok özür dilerim, rahatsız ettim,” diye fısıldadı.
Can gülümseyerek kapıyı tamamen açtı, arkasında sıcak bir davet bırakarak.
“Yok canım, önemli değil,” dedi, adımlarını geriye çekip onu içeri aldı. “Gel, otur. Anlat, ne oldu?”
Azra’nın topukları siyah mermer zeminde hafifçe yankılanırken, Can’ın kapısından içeri adım attı. Tavandaki değerli taşlardan gezegenler usulca dönerken, odanın loş ışığı yüzlerine hafif bir parıltı düşürüyordu. Can’ın gözleri, Azra’nın gülümseyişine karşılık verircesine yumuşadı.
Azra, her zamanki gibi yumuşak koltuğa oturdu, omuzları hafifçe çökmüştü. Can hemen yanında bir fincan sıcak çay uzattı.
“Ne oldu, Azra?” diye sordu, gözleri arkadaşının yüzündeki sıkıntıyı yakalamıştı. “Kötü bir şey mi oldu?”
Azra, derin bir nefes alıp biraz çekingen konuşmaya başladı.
“Yok... yani evet... ama Dünya’da oldu,” dedi, kelimeler hafifçe düzensizdi. “Kafam çok karıştı, Can. Seninle konuşmam gerekti.”
Can, hafifçe başını salladı; anlamıştı.
“Mert’le mi ilgili?” diye sordu doğrudan, sesi sakin ama dikkatliydi.
Azra, hafif şaşırarak ona baktı.
“Evet... Nereden bildin?” Sonra yutkundu, ardından annesiyle yaptığı konuşmayı, Mert’in itiraflarını, geçmiş ilişkisini, aşkını ve verdiği süreyi hızlıca anlattı.
“İşte böyle,” dedi sonunda. “Sen ne düşünüyorsun?”
Can, fincanını masaya nazikçe bıraktı, kaşlarını hafifçe çatarak düşündü.
“Azra,” dedi sakince, “Mert açıkça konuşmuş gibi görünüyor. Kendi açısından eski ilişki bitmiş onun için.”
Azra, kaşlarını çatarak itiraz etti.
“Ama Can, altı yıllık ilişki bu kadar çabuk biter mi? Beş ayda unutulur mu?”
Can, kolunu masaya yasladı, yüzünde düşünceli bir ifade belirdi.
“Bazen aşk, ilişkinin içindeyken biter,” dedi, gözleri uzaklara dalmıştı. “Ama insanlar uzun süre arkadaş oldukları için ya da alışkanlıktan fark etmezler, ilişki devam eder. Belki onlarınki de böyleydi.” Duraksadı, sonra hafifçe gülümsedi. “Belki Mert, hislerini tam anlatamamış, adını koyamamış olabilir.”
Azra, bu bakış açısına biraz şaşırmıştı; kaşlarını kaldırdı.
Can, aniden göz kırptı, hafifçe tebessüm etti.
“Hadi, seninle oyun oynayalım,” dedi. “Soru-cevap oyunu. Ben sana Mert’le ilgili sorular soracağım, sen aklına geleni üç kelimeyi geçmeyecek şekilde söyleyeceksin. Düşünmek yok, tamam mı?”
Azra, biraz tereddütle ama merakla baktı.
“Ne oyunu şimdi Can? Hiç havamda değilim,” dedi ama arkasında bir gülümseme belirdi.
Azra, “Ya üç kelimeye sığmazsa ne olacak?” dedi, sesindeki hafif alaycılığa rağmen gözlerinde beliren samimiyetle.
Can, parlak siyah mermer mutfak masasına dayanıp kendinden emin bir tavırla, “Sen sığdırırsın,” diye yanıtladı. Gözlerini hafifçe kısıp, tavandan dönen küçük gezegeni izler gibi durduktan sonra, “Hadi bakalım, soruyorum. Düşünmek yok, unutma. Mert?”
Azra kısa bir duraklamayla, yüzünde beliren gölgeli bir ifadeyle ilk aklına gelenleri sıraladı: “Yakışıklı, zeki, eğlenceli.”
Can, karanlık duvarlardaki galaksi desenlerinin biraz daha belirginleştiğini fark edercesine başını salladı. “Eski sevgilisi?” diye sordu, sesi hafifçe alçalmış, merak doluydu.
Azra, gözlerini hafifçe kısarak, “Güzel,” dedi. Sonra istemsizce dudaklarının ucuyla, “Rakip,” diye ekledi. Yüzündeki çatışmayı gizleyemiyordu. “Merak uyandıran.”
Can’ın yüzünde yumuşak bir tebessüm belirdi, gözleri biraz daha parladı. “Rakip mi? Vay haline o zaman onun,” diye mırıldandı, sanki odadaki yıldızlar daha hızlı yanmaya başlamış gibiydi. “Peki, hislerin?”
Azra, koltuğun beyaz yumuşaklığını hissederek biraz daha rahatladı ve tereddütsüzce yanıtladı: “Heyecanlı. Mutlu... Karmaşık.”
“Karmaşıklık?” diye sordu Can, gözlerini Azra’nın yüzünden ayırmadan, kelimelerin ardındaki duygulara inmek istercesine.
Azra’nın kaşları hafifçe çatıldı. “Eski sevgili,” dedi, sesi birkaç ton düştü. “Korku... Bilinmezlik.”
Oyun tamamlanmıştı. Can, fincanını masaya bırakırken ciddileşti, yüzündeki hafif tebessüm kayboldu. “Azra, şimdi oyunu bırakalım. Bana Mert’e karşı tam olarak ne hissettiğini anlatır mısın?”
Azra derin bir nefes aldı, odadaki yıldızların hafifçe titrediğini fark etti. “İşte üç kelimeye sığmaz dediğim yere geldik,” dedi, sesi hafif bıkkın, gözleri tavana kaydı.
“Üç kelimeyle değil zaten,” dedi Can, sabırlı ve yumuşak bir sesle. “Normal anlat işte.”
Azra gözlerini kapattı, kelimeleri düşünmeden dökmek istercesine bir an durdu. Sonra, dudağının kenarındaki tereddüdü bastırarak fısıldadı: “Can... Ben ona aşık oldum galiba.” Sesi, odadaki yıldızların altında kaybolan bir sır gibiydi. “Ama aşk nasıl bir şey tam bilmiyorum, bu hissi bir türlü anlamlandıramıyorum.” Yüzünü buruşturdu, sanki sözcükler bile ona ağır geliyordu. “O kızla fotoğrafını gördüğümde mesela... ‘İçim ezildi’ derler ya? Tam olarak öyle hissettim. Sanki kalbimi biri avucunun içine alıp sıkmış gibiydi…”
Can, hafifçe başını eğip, fincanını usulca eline aldı. Gözleriyle Azra’nın içine bakıyor, kelimelerin ardındaki duyguyu çözmeye çalışıyordu. “Azra, o hissettiğin şeye aşk denmez pek. Ona kıskançlık deniyor. Sen onu o kızdan kıskanmışsın.” Bir an durdu, ardından yumuşak bir sesle, “Devam et, başka neler hissettin?” diye ekledi.
Azra biraz tereddüt etti, sonra omuzlarını hafifçe indirdi, sanki bu duyguların yükünden kurtarır gibiydi. “O zaman kıskanmışım işte, bilmiyorum.” Gözlerini yere indirdi. “O fotoğrafı görünce hemen kapattım ekranı, daha fazla bakmak istemedim. Bir de... Pelin onu beğendiğini söylediğinde içten içe çok sinirlenmiştim. Sanki bana meydan okuyormuş gibi algılamıştım.”
Tavandaki gezegenler usulca dönerken, odada ağır bir sessizlik çöktü. Can’ın bakışları, Azra’nın omuzlarındaki yükü hafifletmeye çalışır gibiydi.
Can, Azra’nın verdiği ipucunu yakalamış gibi ince bir gülümsemeyle başını hafifçe eğdi. “Bu da bir nevi kıskançlık aslında,” dedi yumuşak bir sesle. Gözleri, Azra’nın üzerinde nazikçe geziniyordu. “Ama başka bir duygu daha var içinde: Sahiplenme. Farkında olmadan ‘O benim!’ diyorsun aslında.”
Azra’nın kaşları istemsizce çatıldı; Can’ın sözleri onu şaşırtmadan önce harekete geçti. Gözleri hafifçe kaçtı ama itiraz edecek hali yoktu. Can devam etti, sanki onun aklını okurcasına: “Devam et bakalım, başka ne var?”
Derin bir nefes alan Azra, Can’ın yanında kendini biraz daha güvende hissetmenin rahatlığıyla, kelimelerini özenle seçti. “Mert... çok hoş bir adam, Can,” dedi içtenlikle, sesinde yumuşak bir sıcaklık vardı. “O deniz mavisi gözlerine baktığımda... sanki içinde boğulacakmışım gibi hissediyorum.” Aniden duraksadı, dudaklarını ısırdı. “Bana çok güven veriyor. Sanki o varsa hiçbir şey kötü gidemezmiş, her şeyin üstesinden gelebilirmiş gibi… Dağ gibi, tepe gibi bir adam.” Yüzündeki ifadede kendinden emin ama kırılgan bir karışım belirdi. “Ama biraz inatçı tabii.” Sonra tereddütle, hafifçe yana kayarak ekledi: “Bir de... bilmem... sanki bana sözünü geçirebilirmiş gibi bir havası var. Hatta dinlemezsem beni buna zorlayabilirmiş gibi…”
Can, bu son cümleye şaşırmış gibi gözlerini büyüttü, ardından yüzünde muzip bir gülümseme belirdi. “Oo! Asi küçük hanım, birisinin sana sözünü geçirme ihtimali hoşuna mı gitti yoksa senin? Ben mi yanlış anladım? Hani sen öyle hüküm altında olmaktan hiç hoşlanmazdın?”
Azra, derin bir nefes aldı, hızlıca savunmaya geçti. Ellerini hafifçe yumruk yapıp masanın kenarına dayadı. “Öyle değil! Hayatımda olacak erkeğin benden daha pasif olmasını istemem ben! Arkadaşlık başka bir şey ama aşk olacaksa, kendimi bir erkeğe emanet edeceksem, onun gerektiğinde lafını dinletebilmesi lazım. Pısırık adam sevmem ki ben!” Gözlerinde kararlılık parladı. “Tabii dozunda olmalı bu!” diye de ekledi, sanki olası yanlış anlaşılmaları önlemek istercesine.
Can onun bu açıklamasını düşünürken gözleri hafifçe parladı. “Ama Azra,” dedi mantıklı ve sakin bir tonla, “Sen tam aksine kaba saba, maçovari adamlardan hiç hoşlanmazsın ki.”
Azra bir an duraksadı; odaya asılı duran gezegenlerin hafif hareketi, yüzündeki aydınlanmayı büyüttü. Şaşkınlıkla fısıldadı: “Can… sanırım… sanırım benim ona kızdığım şeyler ve onda sevdiğim şeyler aynı!” Dudaklarının kenarında tereddütlü ama umutlu bir tebessüm belirdi. “Mert’in o sinir bozucu inadı, aynı zamanda beni güvende hissettiren o kararlılığıydı belki de.”
Can, hafifçe gülümseyip başını salladı. “İşte şimdi anladın,” dedi yumuşak ve anlayışlı bir sesle. “Sen aşık olmuşsun Azra, sadece bunun farkında değilsin henüz. Başkası yapsa belki hiç izin vermeyeceğin, kesinlikle reddedeceğin şeyler onda sana güzel geliyor, onu çekici kılıyor. Böyle bir illüzyon işte aşk denen şey.” Yüzü ciddileşti, sesi biraz daha derinleşti. “Peki… eski sevgilisi hakkında ne düşünüyorsun tam olarak?”
Azra’nın yüzü tekrar gölgelendi. Elleri hafifçe titreyerek masanın üzerinde dolaştı. “Ben… ben o kızı kıskanıyorum işte, dediğin gibi,” dedi zorlanarak, kelimeler boğazında düğümleniyordu. “Sadece onu değil… Onun Mert’i benden önce tanımış olmasını da kıskanıyorum. Mert’in onu bir zamanlar sevmiş olmasını da kıskanıyorum.” İçini çekti, omuzları hafifçe çöktü. “Bir de… anılarda gördünüz, çok güzel bir kız. Benden güzel yani… Sanırım bu da beni biraz kıskandırdı, kendime olan güvenim sarsıldı belki de, bilmiyorum.” Odaya bir hüzün çöktü. “Daha da önemlisi Can, Mert’i en yakın arkadaşı için terk etmiş! Bu kolay kapanacak bir yara mı ki? Ya hala unutamadıysa?”
Can, ağır ağır başını salladı; tavandaki gezegenler, Azra’nın duygularının iniş çıkışlarına uyum sağlar gibi yavaşça döndü. “Bu yara kolay kapanmaz,” dedi, sesinde anlayış ve ciddiyet vardı. “Ama sen onunla, bu yarayı birlikte iyileştirebilirsin. Yeter ki doğru zamanı ve yolu bulun.”
Can, karşısındaki yıldız parıltılı zeminde ileri geri yürüyen Azra’ya baktı. Ayak sesleri siyah taşın üzerinde hafifçe yankılanıyor, tavanın derinliklerinde dönen gezegenler usulca ışık saçıyordu. Derin bir nefes aldı, tonunu yumuşattı.
"Azra," dedi, başını yana eğerek. "Mert'in içinde hâlâ kapanmamış bir yara olsaydı… o yarayla birlikte seni kalbine kolayca alamazdı bence."
Azra başını çevirmeden durdu. Can’ın sesi evin yıldızlı atmosferine karışırken, siyah mermer masanın üzerinden yayılan ışık gözlerine yansıyordu.
"Onları hayatından sildiğini söylüyor. Sana hislerini tam olarak anlatmaktan çekinmiş olması muhtemelen eski arkadaşlarının durumu yüzündendir. Onları daha fazla rahatsız etmek istememiştir," dedi Can, sesinde düşünceli bir tonla. Ardından, sanki kelimelerini tartarak bir duraksama verdi. "Elbette hoş bir durum değil... ama aşık olacağımız kişileri her zaman biz seçemiyoruz, biliyorsun. Bazen... oluyor işte."
Gözleri tavandaki ametist bir gezegene takıldı. Işık onun gözlerinin içini mora boyarken, kendi teorisini ortaya koydu.
"Bence o kız da büyük ihtimalle Tolga’ya karşı hisleri olduğunu fark etti. Mert’i hep arkadaşı… belki de kardeşi gibi gördü. Sonuçta çocukluktan beri birliktelermiş. Hatta bana sorarsan Mert de onu sevgiliden çok arkadaş olarak görüyordu. O kadar yıl süren derin bağlılığı, o arkadaş sevgisini… aşk sandı herhalde."
Azra göz kapaklarını kıstı. Gözleri Can’a dönerken kaşlarının arasında bir çizgi belirdi. "Öyle mi düşünüyorsun? Ama bana ‘ailem gibiydi’ dedi Can."
Can, bir adım yaklaştı. Sanki bu cümlenin önemini vurgulamak istercesine parmaklarını avucunda birleştirdi.
"İşte tam da bu yüzden!" dedi, sesi yükselmeden ama ikna edici bir şiddetle. "Birlikte büyümüşler, Azra. Ona şunu sormalısın bence: Sevgili olayı tam olarak nasıl gelişti? Neler yaşadılar? Bunu sor ama... sakın kütük gibi suratsız, gergin olma. Gerçekten anlamaya çalışarak sor, açık arar gibi değil. Bırak rahatça anlatsın sana. Emin ol, kafandaki soru işaretlerinin çoğu o zaman gider."
Derin bir nefes aldı. Sonra gözlerini kısarak ekledi, sesi yeniden yumuşadı:
"Ben hâlâ onun sevgiliden çok… arkadaş, kardeş gibi gördüğünü düşünüyorum."
Azra bir an sessiz kaldı. Sonra dudaklarını buruşturup itiraz etti, sesi sertleşmişti. "İnsan kardeş gibi gördüğü biriyle sevgili olabilir mi Can? Saçmalama! Düşünsene, Arda ile ben mesela... olur mu sence öyle bir şey?"
Can dudaklarında beliren muzip bir ifadeyle omuzlarını silkti. Tavandaki dönen gezegenlerden biri, bakışlarına yansıdı. "Neden olmasın? Belki süper bile olur."
Sonra başını hafifçe eğip, sesini alçaltarak bir bomba gibi bıraktı ortaya:
"Hatta belki Arda sana çoktan aşık bile olabilir."
Azra'nın gözleri büyüdü. Göz bebekleri irileşti, dudakları yarım açık kaldı. "Ne? Arda bana aşık mı?" dedi, sesi neredeyse bir fısıltıydı ama içindeki dehşet açıkça yüzüne yansımıştı. Tenine bir ürperti yayılmış gibiydi. Arda onun kardeşi gibiydi. Bu ihtimal bile... tüylerini diken diken etmişti.
Can, karşısındaki tepkiyi dikkatle izledi. Sakin ama sorgulayan bir tonla devam etti. "Olamaz mı? Birlikte çok şey yaşıyorsunuz, birbirinizi çok iyi anlıyorsunuz. Arda bu derin bağı, bu yakınlığı... aşk sanamaz mı?"
Azra ellerini iki yana açtı, yüz ifadesi bir yanda panik, bir yanda savunmaya geçmişti. "Ben böyle bir şeye asla başından izin vermezdim! Sınırımı net çizerdim!"
Can hafifçe başını salladı ama bakışları sabitti.
"Peki ya farkında olmadan onun bazı hareketleri hoşuna gitmeye başlasaydı?" dedi. "Tarzını beğenmeye başlasaydın… sana farklı hissettirmeye başlasaydı ve sen bunu aşk sansaydın?"Azra’nın dudakları gerildi, çenesini hafifçe sıktı. Can’ın söyledikleri, içini görünmez bir ip gibi germişti. Gözlerini kısıp başını hafifçe yana eğdi.
“Ne demek istediğini anladım,” dedi, sesi dingin ama içindeki kıpırtı belliydi. “Tamam.”
Duvarlara yansıyan galaksi desenleri, Azra’nın içindeki karmaşayı gökyüzü gibi içine çekmiş gibiydi.
Can dudaklarını hafifçe yukarı kıvırdı. Gözlerinde tanıdık bir şefkat vardı.
“Bu arada,” dedi, gözlerini kısarak onun yüzünü inceledi, “eski sevgilisi senin rakibin olamaz, Azra. Eğer öyle olursa... haline gerçekten çok acırım.”
Omzunu hafifçe silkti, sonra başını yana yatırarak devam etti.
“O sadece geçmişte kalan birisi olabilir, tamam mı? Ayrıca sen, ne kadar güzel olduğunun farkında mısın? Kız çok güzel diye hayıflanıyorsun.”
Azra’nın gözleri bir anlığına irileşti. Beklemediği bir yerden gelen iltifat gibi çarpıyordu bu sözler. Can’ın lavanta tonundaki gözlerine baktı, başını biraz yana kaydırarak soruya dönüşen bir mimik sergiledi.
Tavanın ortasında dönmekte olan değerli taşlardan yapılmış gezegenlerin ışıltısı, göz bebeklerine vurmuştu.
Azra, hafifçe güldü; sesi, suya düşen taş gibi yumuşak halkalar yaydı havada.
“Can, sarışın, yeşil gözlü, çilli ama çok çok güzel bir kız,” dediğinde sesi, göğsünde ince bir titreşim gibi yayıldı. Beyaz koltuğun arkasındaki camdan süzülen yıldız ışığı, yüz hatlarına zarif bir gölge düşürüyordu.
Can’ın sesi bu kez daha ciddi ve netti. Gözlerini Azra’nın gözlerine sabitlemişti.
“Azra, Dünya’da da burada olduğu kadar güzelsin. Bal rengi gözlerin, kestane saçların var. Fiziğin, yüzün… çok güzel. Yapma Allah aşkına.”
Bir an durdu. Derin bir nefes aldı ve tonunu daha yumuşattı.
“Ama en önemlisi kalbin. Sen kimseyi sırtından bıçaklamazsın. Koşulsuz güven veriyorsun karşındakilere. Mert de seni böyle görüyordur.”
Azra, başını hafifçe eğerek ona baktı. Dudakları aralandı ama bir şey söylemekte zorlandı. Duyguları, söyleyebileceklerinin önüne geçmişti. Yine de merakı ağır bastı, kelimeler kendiliğinden döküldü.
“Sen Dünya’da nasıl görünüyorsun?” diye sordu, gözlerini onun lavanta gözlerinde sabit tutarak.
Can hafifçe omuzlarını silkti. Yüzünde gizemli bir tebessüm belirdi.
“Bunu sonra konuşuruz,” dedi, ardından ellerini arkasında birleştirdi. “Şimdi müsaade edersen benim Dünya’ya geri dönmem gerekiyor.”
Azra, başını hafifçe salladı. Gözlerini yere indirdiğinde içindeki düşünceler dağınık bir şekilde savruluyordu.
Ayaklarının altındaki yıldızlı zemin, sanki sonsuzluğa açılıyormuş gibiydi.
“Tamam Can. Çok teşekkür ederim her şey için. Ben de evime gideyim o zaman.”
Can hafifçe başını eğdi, elini usulca salladı.
“Görüşürüz, Azra.”
Azra, dudaklarında beliren silik bir tebessümle karşılık verdi.
“Görüşürüz.”
Azra kapıya yöneldi. Taş zeminde topuklarının sesi kısık bir ritimle yankılandı.
Kapının dışındaki gece, yıldızlarla dolu bir boşluk gibiydi; tam ortasında asılı duran altın güneş sembolü, yolunu aydınlatır gibi parlıyordu.
Okulun ön bahçesinden evine yürüdü.
Çimenlerin arasına döşeli değerli taşlar gece ışıkları altında mozaik gibi parıldarken, fenerlerle aydınlatılmış ağaçlar arasında hafif bir meltem dolaşıyordu.
Evinin huzurlu sessizliğine ulaştığında, kendini yatağına bıraktı. Günlüğünü açtı, olup bitenleri titrek bir el yazısıyla yazmaya başladı. Sayfalar arasında düşünceleri dağıldı. Kelimeler bulanıklaşıyor, harfler birbirine giriyordu. Göz kapakları ağırlaştı. Sayfanın kenarına sarkan parmakları kıpırdamaz olmuştu.
Pencereden içeri süzülen serinlik, odanın duvarlarında soluk bir gölge gibi ilerliyordu.
Uzaklardan bir ses, loşluğun içinden yankılandı...
“Kızım, kalksana! Ne uykusu bu böyle? Uyuyamadın mı gece?” Annesinin sesi, kapının ardından süzülüyordu. Hafif endişeli, biraz da sabırsız.
Azra gözlerini aralayarak yavaşça doğruldu. Vücudu hala orada ama ruhu sanki bir adım gerideydi.
Başucundaki küçük komodinin üzerindeki sabun kokulu mum, önceki gece boyunca yanmış ve dipte ince bir gölet bırakmıştı.
“Uyudum anne... Öyle içim geçmiş işte,” dedi, sesinde uykunun tortusu vardı. Omuzlarını silkeleyerek kendine gelmeye çalıştı.
Annesi kapıdan çıkarken arkasından başka bir gölge belirdi. Akın, sessizce içeri süzüldü. Yavaş adımlarla yatağın kenarına oturdu. Ellerini dizlerine koydu, başını hafifçe eğip ablasına baktı.
“Nasıl oldun, abla?” Sesi düşük tonda, içinde gizli bir tedirginlik taşıyordu.
Azra onun gözlerine bakarak hafifçe gülümsedi. Yorgun ama sevecen bir tebessüm.
“İyiyim, merak etme,” dedi. Gözleri kısa bir an için uzaklara daldı ama sonra Akın’a döndü.
Akın’ın kaşları çatıldı. Elini dizine vurdu, sonra tekrar baktı ona.
“Acıyor mu?” diye sordu.
Azra başını sağa sola salladı. Nefesini burnundan verdi.
“Acımıyor. Okul nasıl geçti, ne yaptın bugün?” diye ses tonunu biraz canlandırarak konuyu değiştirmeye çalıştı.
Akın omuz silkti, dudaklarını büktü.
“İyiydi, her zamanki gibi.”
Azra başını hafifçe yana eğdi. Bir oyun gibi sordu:
“Ne öğrendin bugün?”
Akın gözlerini yere kaçırdı, ayak parmaklarıyla halıya hafifçe bastı.
“Sıkıcı dersler, abla, işte.”
Azra gözlerini kısmış, dudaklarını yukarı kıvırmıştı. Gülümsemeye başladı.
“Bana bak... şu sevgiline takılıp okulu asmıyorsun değil mi? Babamın arabasını da alıyorsun zaten giderken,” dedi, kaşlarını kaldırarak yarı ciddi yarı alaycı bir ifadeyle.
Akın hafifçe güldü.
“Asmıyorum, merak etme. Hem sen beni boşver... yakalamışlar adamı. Mert abi de ağzını burnunu kırmış, öyle söyledi annem.”
Azra'nın yüzü bir an için gerildi. Kaşları çatıldı, göz kapakları titredi.
“Evet, yakaladılar, tutukladılar,” dedi. Nefesini tuttuğu birkaç saniyelik aralıkta, içinde bir düğüm gevşedi. “Artık güvendeyim. Korkacak bir şey yok.”
Akın başını salladı, bir süre duraksadı.
“Seni işe göndermeyeceklermiş artık, öyle diyordu babam,” dedi gözlerini kaçırarak.
Azra dudaklarını birbirine bastırdı, sonra gevşetti.
“Şimdilik üstlerine gitmiyorum,” dedi, sesi kısıktı. “Aramızda kalsın.”
Akın hafifçe gülümsedi. “Öyle olsun bakalım.”
Azra yatağından doğrulurken esnedi, elleriyle gözlerini ovuşturdu.
“Hadi kalk yatağımdan, tuvalete gideceğim,” dedi, sesi nazlı ama kararlıydı.
Akın ayaklandı.
“Tamam, götüreyim mi seni?” diye sordu, içgüdüsel bir koruma isteğiyle.
Azra başını çevirdi, ona hafifçe tebessüm etti.
“Yok, kendim giderim.”
Akın geri çekildi, başını hafifçe salladı. “Tamam.”
Azra kapıdan çıkarken derin bir nefes aldı. Ayak sesleri ahşap zeminde yankılandı, omuzları dik, adımları netti.
Koridorda duvardan yansıyan akşam güneşi, ince bir çizgi halinde ilerliyor, evi yavaşça ısıtıyordu.
Azra tuvaletten döndüğünde telefonunu aldı. Parmakları, hafifçe titreyerek ekranın kilidini açtı. Derin bir nefes aldıktan sonra Mert’e yazmaya başladı:
“Nazlı ile nasıl başladı ilişkiniz?”
Mesajı gönderdiği anda parmakları havada asılı kaldı, sanki yazdıkları gerçekliğe temas etmekten çekinir gibiydi.
Kafenin geniş camlarından içeri süzülen yaz akşamı güneşi, ceviz rengi masaların üzerinde yumuşak bir ışık bırakıyordu. Mert’in gözleri, arkadaş grubunun kahkahaları arasında masanın üstünde titreşen telefonuna takıldı. Ekranda Azra'nın ismini görünce sandalyesinde hafifçe doğruldu, yüzündeki neşeli ifade dağıldı. Kahvesinden küçük bir yudum aldı, sonra telefonuna döndü.
Cihazı elinde tutarken başparmağı, farkında olmadan kenarını ovalamaya başladı; gerginliği, parmak uçlarına sızıyordu.
“Nazlı ve Tolga’nın ailesiyle bizimkiler komşuydu. Çocukluğumuzdan liseye kadar hep beraberdik. Üçümüz ayrılmaz bir ekip gibiydik. Tolga’yla Nazlı çocukluktan beri didişir dururdu. Ben de… hep Nazlı’yı korurdum çünkü kızdı.”
Mesajı yazıp gönderdi. Başını kaldırdı, arkadaşının şakasına hafifçe gülümsedi ama gözleri yeniden ekrana döndü. Aklı oradaydı.
Azra mesajı on dakika sonra gördüğünde boğazı kurudu. Oturduğu yerden hafifçe doğruldu, dudaklarını ısırdı. Ekrana bir an daha baktı, sonra Mert’in devam etmesini beklemeye başladı.
“Üniversiteye gidince yollarımız ayrıldı. Farklı şehirlerdeydik. Yine de telefonda konuşmaya devam ettik. O sırada, okulda benden hoşlanan biri vardı. Nazlı’yla Tolga’ya da bundan bahsetmiştim. Ertesi hafta Nazlı çıkıp geldi. Yanımda o kız da vardı. Nazlı... sevgilimmiş gibi davranmaya başladı. Şaşırdım. ‘Kıskanıyor mu?’ dedim kendi kendime.”
Mert mesajı yazdıktan sonra telefonu hafifçe kendine çekti, göz gezdirdi. Sandalyenin yanındaki biri yüksek sesle güldü, ahşap ayaklar gıcırdadı. Ama onun için artık yalnızca Azra’nın sessizliği vardı.
Azra’nın kaşları çatıldı. Pencereden içeri giren yaz havası, sokaktaki bir araba kornasıyla bölündü. Gözleri dışarıdaki ağaçların kıpırtısına takıldı, ama zihni odadaydı.
“Sonra bana, benden hoşlandığını ve kimseye bakmamam gerektiğini söyledi. Başta yadırgadım. Çok iyi arkadaştık. Her şeyimizi bilirdik, dertleşirdik. Onu kaybetmek istemedim. Ama sonra düşündüm… Zaten çok iyi anlaşıyoruz, neden olmasın?”
Cümlelerin ardından bir sessizlik oldu. Azra mesaj bekledi ama ekran değişmeyince yazma sırasının kendisine geçtiğini anladı. Sırtını yastığa yasladı, elindeki telefonu defalarca kaydırarak Mert’in mesajlarını yeniden okudu.
Gözleri bir kelimede durdu: “Nazlı’yı kaybetmek istemedim.”
Battaniyenin kenarını parmaklarıyla çekiştirerek yazdı:
“Anladım. Kabul etmesen arkadaşlığınız bozulacaktı, bu yüzden kabul ettin, öyle mi?”
Mesajı gönderirken derin bir iç çekti. Yan odadan tencere kapağının metale çarpan sesi geldi. Annesi yemek karıştırıyor olmalıydı. Azra gözlerini tavana dikti; sabır, dakikaları delik deşik ediyordu.
Telefon titredi. Mert ekranına döndüğünde dudaklarını birbirine bastırdı, dirseklerini masaya koydu, başını eğdi. Cevaplar artık dikkatle ölçülüyordu.
“Hayır Azra. Nazlı değişmişti. Çok güzel bir genç kız olmuştu. Daha önce ona o gözle hiç bakmamıştım. Yaklaşık bir yıl görüşmemiştik… sonra karşılaştığımızda... onu beğendiğimi fark ettim. Zaten çok iyi anlaşıyorduk. Aşık olduğumu düşündüm.”
Cümleler, ekran ışığında kendini sorgulayan bir ifadeyle duruyordu. Yanındaki ona bakan arkadaşıyla göz göze geldiğinde başını çevirip sustu. Artık dış dünya bulanıktı.
Azra’nın yüzü, telefon ekranının ışığında aydınlandı. Pencereden giren gün batımı odanın duvarlarına soluk turuncu gölgeler düşürüyordu. Açık camdan çocuk sesleriyle birlikte domates ve taze ot kokusu doluyordu içeri. Yan odadan kardeşinin oyundaki yapay silah sesleri ve kahkahaları yükseldi.
Azra, klavye üzerinde dolaşan parmaklarını bir nota arar gibi gezdirdi.
“Yani birden âşık olmadın ona?”
Mert sandalyesine yaslandı, omzunu gererek bir rahatlama aradı ama bulamadı. Yine de dürüstlüğünden sapmadı.
“Ben onu hep sevdim… ama sonra bir kadın olarak sevdim. Çok eğlenirdik birlikte. Her şeyimizi paylaşırdık. Bizim ilişkimiz... arkadaşlıkla aşk arasında bir yer gibiydi.”
Mesaj, sadece ekrana değil, içine dökülen bir itiraf gibi duruyordu.
Azra’nın kaşları yeniden çatıldı. İçinde bir yer, acıyan ama tam yerini bulamayan bir boşluk gibi sızladı. Telefonu kucağına bıraktı, başını yana eğip perde kenarından dışarı baktı. Gökyüzü, güneşi yavaşça uğurluyordu.
Bakışları bulanıktı, zihni uğultulu.
“Aşık mıydın gerçekten?”
Mert, mesajı görünce gülümsedi. Ama bu gülümseme, yüzüne tutunan hafif bir suçluluk lekesi gibiydi. Arkadaşlarının kahkahaları ona artık uzaktan geliyordu.
“Seni görene kadar öyle olduğumu sanıyordum. Ama seni tanıyınca… anladım ki bu, çok güçlü bir dostlukmuş. Ben onu aşk sanmışım.”
Azra bu mesajı okurken kalbinde suya değmiş bir taş gibi dairesel bir sakinlik yayıldı ama yetmedi. İçindeki kıymık hâlâ yerindeydi. Elini boynuna götürüp bir süre öyle kaldı. Bilmek istiyordu, duymak... ne yaşandığını tüm çıplaklığıyla bilmek.
“Nasıldı ilişkiniz? Neler yaşadınız?”
Mert için artık sohbet, masadaki uğultuların arasında silinmişti. Yalnızca Azra’nın sorusu vardı. Kendini dinledi, cümleleri tarttı.
“Aslında... eskisi gibiydik. Yani, her zaman olduğumuz gibi. Sadece bazen Tolga olmadan buluşurduk. Sinemaya, yemeğe giderdik. Baş başa vakit geçirirdik.”
Mesajı yazdı, birkaç kez okudu. Gönder tuşuna basarken gözleri, hâlâ Azra’nın yanındaymış gibi dikkatle hareket ediyordu.
Azra ekrana bir süre baktı. Odanın loş ışığında telefonunun ekranı parlıyordu. Açık camdan içeri hafif bir yaz esintisi giriyor, perdeleri usulca kıpırdatıyordu. Parmakları klavyenin üzerinde bekledi, sonra kararlılıkla yazdı:
Azra:
“Peki… Tolga sana bu durumu nasıl anlattı?”
Mesaj iletilmişti. Ekranda “yazıyor” ibaresi birkaç kez belirdi, kayboldu. Ardından yanıt geldi. Mert’in bulunduğu kafede çatal bıçak sesleri fonda duyuluyor, arada bir arkadaşlarının kahkahaları konuşmayı bastırıyordu. Ama o, gözlerini telefondan ayırmıyordu.
“Tolga benim kan kardeşimdi. Aramızda çocukluktan gelen bir bağ vardı.
Son zamanlarda Nazlı’yla sürekli tartışır olmuştuk. Nedensiz, küçük şeyler... Her seferinde biraz daha yıprandık. Bu ilişki ikimiz için de yorucu hâle gelmişti.”
Azra, telefonunu dizlerinin üzerine bıraktı bir an. Odanın köşesindeki saat tıkırdamaya devam ederken, annesinin mutfakta tabakları yerleştirme sesi uzaktan duyuluyordu. Mert’in mesajı gelmeden önce içi hafif bir huzursuzlukla doldu.
“Ayrılmayı düşündüm. Cidden düşündüm. Ama onu kırmaktan çekindim. Nazlı hassastır, bilirsin.
Bana biraz zaman istediğini söyledi. ‘Kafamı toparlamak istiyorum’ dedi. Ben de geri çekildim. Tam o dönemde Tolga’yla arada sırada mesajlaşıyorduk. Ama artık eskisi gibi sıkı değildik.”
Azra mesajı okurken, kardeşinin odasından gelen müziğin sesi duvarın ardından hafifçe duyuluyordu. O ise sessizce ekranına dönük, başka bir zamanın ağırlığını soluyordu.
“Tolga ısrarla görüşmek istiyordu. ‘Yüz yüze konuşmamız gerek’ diyordu sürekli. Ama ben hep yoğundum; okul, dersler, iş…
Zar zor bir hafta sonu denk getirdik. O gün İstanbul’da buluştuk.”
Mert, kafede sandalyeye yaslanıp kısa bir iç çekti. Yan masadaki sipariş çağrısı duyulduğunda, telefonu eline alıp yazmaya devam etti.
“Tolga’nın suratı düşüktü, moral olarak bitik gibiydi. Kısa bir muhabbetten sonra bana ‘Nazlı’yla ne oldu?’ diye sordu.
Ben de her şeyi anlattım. ‘Anlaşamıyoruz’, dedim. ‘Benden zaman istedi. Aslında ayrılmak istiyorum ama onu kırmak istemiyorum’ falan... Olduğu gibi söyledim.”
Azra, mesajı okuduktan sonra ayağa kalktı, odasında bir iki tur attı. Pencereden dışarı baktı; sokak lambasının ışığında ağacın gölgesi titriyordu. Sonra tekrar yatağa oturdu ve telefonu eline aldı.
“Sonra bana şöyle dedi:
Mert, sen benim kardeşim gibisin. Sana yalan söylemek bana yakışmaz. Birlikte büyüdük biz. Nazlı’yla ara ara görüşüyoruz, biliyorsun. Özellikle kavga ettiğiniz zamanlarda beni arardı. Teselli ederdim. Ama zamanla bu bir duygusal şeye dönüştü. Yanlış yaptık, biliyorum. Belki kızacaksın bana. Gerçek bir ilişki başlamadı aramızda ama... Nazlı’nın da bana karşı boş olmadığını biliyorum. Söyleyemiyor ama hissediyorum. Ben onu küçüklüğümden beri seviyordum. O seni seçtiğinde sustum. Aşkımı içime gömüp, dostluğumu korudum. Ama eğer artık istemiyorsan, ben istiyorum. Nazlı’yı seviyorum. O da bana boş değil. Kırarım diye düşünme... bırak gitsin.”
Azra'nın gözleri mesajın üzerinde takılı kaldı. Oturduğu yerde bacaklarını göğsüne çekip sessizce telefona bakmaya devam etti. Salonun ucundaki lambanın sarı ışığı gölgelerini duvara vuruyordu.
Azra içini çekti. Parmakları ekranda seri bir şekilde kaydı.
“Peki… O an ne düşündün? Ne hissettin?”
Mert, yanındaki arkadaşlarına kısa bir bakış attı, sonra kahve fincanına uzanmadan önce cevap yazmaya koyuldu.
Mert:
“Doğrusunu söylemek gerekirse… Üzerimden büyük bir yük kalkmış gibi hissettim.
Tolga... o yükü aldı omuzlarımdan. Rahatladım.”
Azra’nın parmakları telefon ekranına dokunmadan önce bir süre havada asılı kaldı. Yanıt yazmadı. Sadece o cümlelerin içinde biraz daha kaldı. Camdan içeri giren serin hava, odanın sessizliğine dokunuyordu. Sonunda yatağına döndü ve yazdı:
“Sen... arkadaşlarının arkandan böyle bir şey yapmasına hiç mi üzülmedin?”
Mert telefonunu sessizce eline aldı. Kafedeki neşeli sesler azalmış, arkadaşları kendi sohbetlerine dalmıştı. O ise kafasını hafif yana eğmiş, gözleri hâlâ ekranın parlaklığında takılıydı.
“Üzüldüm… Ama ona değil.
Nazlı’yla biz hiç tam olarak sevgili gibi olmadık ki. Hep ‘biz’dik, aynıydık. Sadece ilişkimizin adı değişmişti, o kadar.
Asıl canımı yakan, ikisini birden kaybetmek oldu.”
Azra’nın gözleri mesajı okurken hafifçe kısıldı. Ayaklarını battaniyenin altına soktu, sırtını yastıklara yasladı.
“Nasıl yani? Anlamıyorum seni.”
Mert, parmaklarını masaya vurarak ritim tutmaya başladı. Bir yandan yazıyor, bir yandan da göz ucuyla kahve bardağının buğusuna takılıyordu.
“O gün Tolga’ya ‘ikinizi de rahat bırakıyorum’ dedim.
Artık ikisiyle de görüşmek istemediğimi, mutluluklar dilediğimi söyledim. Sonra kalktım, gittim.
Nazlı beni çok aradı, açmadım.
Sanki bir hapisten kurtulmuş gibiydim. Bedeli ağırdı ama... dostlarımı kaybettim.
Eğer bunu yapmasaydım, her şey çirkinleşecekti.
Onlarla bir daha eskisi gibi olamazdım.
Aralarında kara bir gölge gibi, rahatsız edici bir varlık olmak istemedim.
Bu yüzden ilişkimi tamamen kestim.
Umarım... mutlu olurlar.”
Azra’nın gözleri bir an uzaklara daldı. Elindeki telefonu yatağın yanına bıraktı. Tavanın çizgilerine göz gezdirdi, sonra başını yavaşça yastığa yasladı. Mert’in sesi, yazıların ardında bir iç konuşma gibi yankılanıyordu zihninde.
“Peki… Nazlı hiç açıklamaya çalışmadı mı?” Mert başını kaldırıp garsona bakıp başıyla "bir çay daha" işareti yaptı. Ardından yazdı:
“Çok aradı. Açmadım.
Sonra uzun bir mesaj attı.
Özetle; bana çok değer verdiğini, beni çok sevdiğini… ama samimi dostluğumuzu aşkla karıştırdığını yazmış.
Tolga’ya aşık olduğunu sonradan fark etmiş.
Ben de ona mutluluklar dilediğimi söyledim.
Ve… bir daha hiç konuşmadık.”
Azra, telefonunu tekrar eline aldı. Gözleri biraz buğulanmıştı. Nefesini tuttuğu kısa bir anın ardından yazdı:
“Sen üzgün müsün, sevindin mi… tam olarak anlayamıyorum seni.”
Mert, dışarıya baktı. Caddenin ötesindeki sokak lambasının titrek ışığında, cadde bir başka türlü görünüyordu artık.
“Çok yakın iki arkadaşımı kaybettiğim için üzgünüm.
Ama... aynı zamanda… çok sevdiğim iki insanın birbirine aşık olmasına da sevindim diyebilirim.
Sadece...
Aralarından çekilmem gerekiyordu. Hepsi bu.”
Azra mesajı yazarken mutfaktan gelen tabak çanak sesleri odayı dolduruyordu. Annesi yemek hazırlarken babasının televizyonun sesini açıp kapamasıyla ortam kısa aralıklarla sessizleşiyor, sonra yeniden hareketleniyordu. Sokaktan gelen top sesine bir çocuk kahkahası eşlik etti. Akşam, yavaş yavaş İstanbul’un üzerini örten mavi bir tül gibi ilerliyordu.
Azra:
“Anladım şimdi...
Peki bana âşık olduğunu söyledin, ama...
Nereden biliyorsun?
Ya kendini kandırıyorsan yine?”
Kafenin köşesindeki masada Mert hâlâ oturuyordu. Masadaki üç kişilik futbol sohbeti, kalecinin yanlış hamlesine söylenen küfürlerle daha da hararetlenmişti. Mert bir ara “Bence topa çıkmasa penaltı olmazdı,” deyip başıyla bir iki onay almıştı. Ama gözleri hâlâ ekrandaydı. Parmakları titrek bir hızla yazdı:
“Azra…
Gideceksin diye kalbim ağzımda atıyor.
Seni o çocukla kavga ederken gördüğümde bir şey oldu kalbime.
Nasıl anlatsam...”
Azra mesajı okurken dudağının kenarında kısa bir kıvrılma belirdi. Gözlerini pencereye çevirdi. Mert’in sesini duyar gibi oldu, yüzündeki o huzursuz heyecanı hayal etti. Kalbinde dalgalanan sıcaklığı hemen bastırmaya çalıştı ama gözleri hâlâ hafifçe parlıyordu. Yatağından kalktı yavaş adımlarla salondaki koltuğa kendini keyifle attı. Parmakları, oyunbozan bir iç sesin rehberliğinde ekranın üstünde dans etmeye başladı.
“Böyle...
Ilık bir şey kalbine akıp doluyormuş gibi mi?
Yıldırım çarpmış gibi bir şey mi yani? :)”
Kafede, masada oturan Mert bir an sırtını sandalyeye yasladı. Gözleri mesajda dondu kaldı. Hafifçe güldü ama bu gülüş gergindi. Ne diyeceğini düşünürken dudağını dişledi. Ekrana dönerken gözlerinde bir merak, ama altında kıpırdayan bir panik vardı.
Mert:
“Daha önce âşık olmadığını söylemiştin.”
Azra bu cümleyi okurken gözleri hafifçe parladı. Omzunu koltuğun sırtına yasladı, başını yana eğdi. İçinden "O seni görmeden önceydi..." geçerken derin bir iç çekti. Her kelimeyi bir hamle gibi yerleştirdi.
Azra:
“Evet, olmadım.
Olanların yalancısıyım.
Herkes öyle anlatıyor çünkü.”
Mert mesajı okurken içinden “Keşke sana oldum deseydin, çünkü ben sana oldum,” diye geçirdi. Telefonu masaya koydu ama eli üzerinde kaldı. Tekrar alıp cevap yazdı, parmakları kararsız ama dürüstçe.
“Evet... öyle bir şey işte.
Sonra da...
Aklımdan çıkmayan o bal rengi gözlerin,
İnatçı suratın.
Birden oldu işte.
Nasıl olduğunu bilmiyorum.”
Azra mesajı yavaşça okudu. Gözlerini kısmıştı; içinde bir şey ısınmıştı. Kalbinin sesi kulaklarında yankılanıyordu sanki. Dudakları sinsice kıvrıldı.
“Ben istemezsem, beni rahatsız etmeyeceğini söyledin.”
Bu mesaj Mert’in göğsüne inen bir taş gibi oturdu. Cümleyi defalarca okudu. Kalbini sıkan endişe, parmak uçlarına vurdu. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı, sonra alnını ovuşturdu. Ve kelimeleri yavaşça döktü:
“Evet...
Etmeyeceğim.
Etmem.”
Azra, başını hafifçe eğdi. Gözleri gülümsüyordu ama yüzü ciddi kalmıştı. İçinde tatlı bir sızı vardı; onun bu kadar temiz oluşu, Azra’yı bir adım geri çekilmeye teşvik ediyordu. Ama o, oynamak istiyordu. Parmakları mesajı yazarken bir oyun kurar gibiydi.
“Tamam.
Sorularımı cevapladığın için teşekkür ederim.”
Mert’in gözleri büyüdü. Eliyle saçlarını geriye itti, başını yana çevirip boşluğa baktı. “Hayır, hayır” diye mırıldandı, sonra yazdı:
Mert:
“Bu kadar mı?”
Azra bu soruyu okurken dudaklarının kenarı kıpırdadı. Gözleriyle tavanı taradı, sonra gülümsemeyle parlayan gözlerini telefona indirdi. Yazdığı kelimeler sanki küçük bir zaferin kıyısındaydı.
“Evet... bu kadar.”
Mert elini alnına bastırdı. Boğazına bir yumru oturmuştu.
“Ee... karar?”
Mesajı görünce Azra'nın omzuna sanki görünmez bir kuş konmuştu. Gözlerini kırpıştırdı, biraz da zevkle sustu. Mert’in telaşını hissediyordu, o gerilimin içinde kendi duygularını saklarken zevk alıyordu.
Azra:
“Henüz karar vermedim.”
Mert mesajı görünce dizini sallamaya başladı. Kalbi güm güm atıyor ama yüzü hâlâ sakin görünmeye çalışıyordu. Sustu. Sonra içinden geçen o soruyu tutamadı.
“Ben sana bir şey sorabilir miyim?”
Azra'nın kaşları hafifçe çatıldı. Kısaca cevapladı.
“Sor.”
Mert derin bir nefes aldı. Boğazındaki yumruyu çayla ittirmeye çalıştı.
“Sen...
Beni ilk gördüğünde ne hissettin?”
Azra başını geriye yasladı, hafifçe güldü. Tam da beklediği soruydu bu. Gözlerini kıstı, telefonun ekranına eğildi ve muzipçe yazdı.
“Gıcık oldum sana.”
Mert kaşlarını kaldırdı, burnunun ucunu kaşıdı. “Gıcık mı?” dedi kendi kendine, yüzünde yarım bir gülümseme belirdi ama içi sızladı. Elini saçlarının arasından geçirip yazdı.
“O kadar mı yani?
Sadece gıcık mı oldun?”
Azra mesajı okurken kahkahasını zor tuttu. Parmağını dudaklarına götürdü, sonra telefonu kucağına koyup kollarını kavuşturdu. Küçük bir zafer gibiydi bu. Oyunu sürdürecekti. Yazdı:
“Evet.
Gıcık oldum.
Kız kovalayan çapkın erkeklere benziyorsun.
Gözüm seni hiç tutmadı.”
Mert’in yüzü ekşidi. Bir yanıyla kırılmış, bir yanıyla direniyordu. Derin bir nefes aldı. Ama hâlâ ciddiydi, hâlâ kararlıydı. Yazdı:
“Öyle mi görünüyorum dışarıdan…
Tarzımı değiştirmem gerek sanırım.”
Azra telefonu elinde çevirirken, gözlerini hafifçe kıstı. Gülümsemesini gizlemeden yazdı. Oynamaya devam ediyordu.
“Kararımı sonra söyleyeceğim.”
Mert'in dudakları hafifçe sarktı. Gözleri dolmak üzereydi. "Şimdi olmaz," diye geçirdi içinden. Kısa bir iki nefes alarak.
“Tamam.
Ne karar verirsen ver...
Eğer benden hoşlanmıyorsan söz...
Bir daha karşına çıkmayacağım.
Sadece...
Kararının beni mutlu etmesini umuyorum.”
Bu mesaj Azra’nın göğsünde ince bir yankı bıraktı. Kısa süre sessiz kaldı. Ciddiyetle mesajı tekrar okudu. Gözlerini kaçırdı. Sonra küçük bir tebessümle yazdı:
Azra:
“Manipüle etme beni.”
Mert:
“Tamam.
Etmiyorum.
Kararını bekliyorum.”
Azra'nın yüzüne yayılan gülümseme, sabah güneşini gören limon ağacının yapraklarındaki titreşim gibiydi. Kıpır kıpır bir sevinçle doğruldu ve kendini yatağın üzerine bıraktı. Yumuşak şiltenin içine gömülürken içinden taşan hafiflik, ciğerlerinde haftalardır tuttuğu havayı sonunda bırakmış gibi bir huzurla sardı bedenini.
Kulaklığını taktı, telefonundan şarkısını açtı. Melodi odada yayılırken, açık pencereden içeri çiseleyen kekik ve domates kokusu midesini gıdıkladı. Bir tencere yemeğin taşmaya yakın kaynayış sesi, mutfaktan derin bir sükûnetle yankılanıyordu.
Tam o sırada odanın kapısı hızla aralandı. Kapının ahşabı ince bir çıtırtıyla açılırken içeriden giren güneş ışığı, eşiği geçen kızların siluetlerini kucakladı.
Selin, sesini yükseltti.
“Azra, kapıyı çaldım ama duymadın!” dedi kaşlarını hafifçe kaldırarak.
Arkasından giren Pelin, Azra'yı baştan ayağa süzdü. Azra'nın keyifli görüntüsü ile dudakları derin bir gülüşle genişledi.
“Ee, iyileşmiş bu! Baksana yüzünde kocaman bir sırıtma var,” dedi kıkırdayarak.
Azra gözlerini açtı, başını yana çevirip onları süzdü. Şarkı hâlâ çalıyordu, mırıldanması dudaklarının kenarında asılı kaldı.
“Evet, harika hissediyorum. Yüz metre engelli koşabilirim şu anda,” dedi sesi pırıl pırıldı, gözlerinde hafif bir muzurluk parlıyordu.
Selin’in gülümsemesi bir an duraksadı, bakışları Azra’nın karnına kaydı.
“Sen yine de koşma tabii... karnında kocaman iki delikle,” dedi, başını hafifçe öne eğerek.
O sırada bahçeden çocuk çığlıkları geldi, komşunun oğlanları top peşinde koşturuyor, arada bir top, tel çite çarpıp tok bir ses çıkarıyordu. İçerideki hava, camlardan süzülen yaz esintisiyle hafifçe dalgalandı.
Pelin yatağın ucuna ilişti, ellerini dizlerinin üzerinde birleştirerek sordu:
“Neye borçluyuz bu mutluluğu acaba?”
Azra oturduğu yerden doğrulup gözlerini kıstı. Sesi hafif ama kararlıydı:
“Mert’e.”
Sonra bir an duraksayıp, doğrudan Pelin’e döndü.
“Bana bak Pelin... seni son kez uyarıyorum. O artık benim sevgilim ve sen de hareketlerine çeki düzen vereceksin. Yoksa o saçlarından ‘seviyor sevmiyor’ yaparım—kelaynak gibi dolaşırsın etrafta!”
Pelin’in gözleri fal taşı gibi açıldı. Ardından sırıtarak ellerini havaya kaldırdı.
“Oo! Bu hâlde bile gerçekten tehditkâr görünüyorsun. Tamam tamam, yemem sevgilini.”
Azra'nın kaşları kalktı, bakışlarıyla sertti.
“Pelin…”
Pelin gözlerini devirdi, omuzlarını silkerek homurdandı.
“Şaka yaptım Azra! Çok sevindim, vallahi. Çok yakışıyorsunuz zaten. Tam tencere kapak... ancak bu kadar denk gelir.”
Azra hafifçe gülümsedi ama tonu merakla sertleşti.
“Nedenmiş o?”
Pelin ayağa kalktı, pencereye yürüdü. Perdeyi hafifçe aralayıp dışarı baktı, bahçedeki zeytin ağacının yaprakları, rüzgârla usulca dans ediyordu. Sokağın köşesinden geçen seyyar dondurmacının zili duyuldu bir an.
“Senin kadar sert değil ama...” dedi hafifçe geriye dönerken, “...enişte bey de bir ayar vermişti bana.”
Azra’nın gözleri küçüldü.
“Nasıl bir ayar?”
Pelin, pencere kenarındaki sehpanın üstündeki mandal tokayı alıp parmaklarında çevirdi.
“Sigorta kutusunu göstermek için çıktığımızda şöyle dedi: ‘Azra'nın arkadaşı olduğun için kalbini kırmak istemiyorum ama bir daha benden izinsiz sağıma soluma dokunursan ellerin için iyi olmaz.’”
Bahçeden içeri dolan çiçek kokusu bir an Azra’nın burnunu doldurdu. Bakışları boşluğa kaydı, kalbindeki küçük bir yerin ürperdiğini hissetti.
Pelin omuz silkti, sesi bu kez daha ciddi çıkıyordu:
“Belli ki sana çok değer veriyor. Ve ben de ondan hoşlanıyorum. Onu üzecek şekilde davranmayı kes," böyle söyledi.
Azra’nın dudaklarındaki sırıtış, ağrının arasına sıkışmış küçük bir zafer gibiydi. Yorganın kıvrımlarına sinmiş sabun kokusu, gün ışığının pencere perdesinden süzülerek odada yaydığı yumuşak sıcaklıkla birleşiyor, her nefeste içini ağır ağır sarmalıyordu.
Selin, başını ona çevirip gözlerini kıstı.
“Hak ettin sen onu,” dedi Pelin’e, gözlerindeki hafiflik yeniden parıldamaya başlamıştı.
Pelin kollarını göğsünde kavuşturdu, kaşlarının arasına oturmuş memnuniyet edasıyla geri yaslandı.
“Hiç de etmedim. Ben olmasam bu aptal kız bu noktaya beş ayda anca gelirdi,” dedi ve başıyla Azra’yı işaret etti. “Biraz hızlandırdım süreci. Salak mıyım ben? Görmüyor muyum beni boğmak istiyordu?”
Pelin’in sesi, pencerenin dışındaki ağacın yapraklarına çarpan esintiden daha cüretkâr, ama daha az kalıcıydı.
Azra başını yana çevirdi. Bakışı, odanın köşesindeki kitaplığı yalayıp Pelin’in üstünde sabitlendi.
“Sen şuradaki yaraya dua et,” dedi karnına işaret ederek. Parmak uçları tenine değdiğinde irkildi, hâlâ biraz hassastı. “Yoksa şimdi gerçekten boğardım seni. Bana numara mı yaptın sen?”
Koridordan mutfağa uzanan ince halının üzerinden bir ayak sesi geçip gitti. Ev sessizdi ama bu sessizlik, sadece dışarıdan gelen kuş cıvıltılarıyla bozulacak kadar naifti.
Pelin burnunu havaya kaldırdı.
“Evet, yaptım. Çocuk çok hoş. Kaçıp kaçıp durma diye.” Omuzlarını silkti, sesi neredeyse gururla doluydu. “Ne olacak yani?”
Azra gözlerini devirdi, ama dudak kenarına yerleşen kıpırtı kaçamadı. İç çekti.
“Uğraşılmaz seninle,” diye mırıldandı.
Yastığın altındaki serinlik, boynuna yapışan teri emiyor, havadaki kızarmış biber kokusu burnunun ucunda hafifçe geziniyordu.
Pelin sandalyesinden kalkarken, ceketini usulca yatağın ayak ucuna attı.
“Ben bir Sema teyzeye bakayım,” deyip odadan çıktı. Kapının menteşeleri esneyip hafifçe inledi.
Selin, Azra’nın yanına biraz daha sokuldu. Çantasını dizine koyarken gözleri dolmuştu, ama gülümsemeye çalıştı.
“Azra... ben çok, çok özür dilerim. Seni bu halde görmek... Hep benim yüzümden oldu. Sen—”
Azra kaşlarını kaldırdı, gözleriyle ona ‘dur’ dedi.
“Aa, kes şunu be sulu göz. Ne varmış halimde? Gayet iyiyim. Sakın yine başlama zırlamaya,” dedi. Sesinde sertlik yoktu ama geçit de vermiyordu. “Evde yatan benim, çalışan sensin. Kendine ağla sen.”
Pencerenin dışında, güneş perdenin çizgileriyle dans ediyor, duvardaki gölgeleri küçük bir tiyatro sahnesine dönüştürüyordu.
Selin burnunu çekip gülümsedi.
“Evet... çok yoruldum. Çok yoğundu,” dedi. Çantanın fermuarını usulca açarken başı öne düşmüştü.
Azra yatağın ucuna biraz daha yaklaştı, dizinin altındaki yorganı düzeltti.
“Yemeğe sizdeyiz. İyi misin gerçekten Azra?” diye sordu Selin bu kez.
Azra başını iki yana salladı.
“İyiyim. Merak etme,” dedi ve parmaklarını yavaşça çarşafın üzerine serdi. O an, parmak uçları nevresimin güneşte kurumuş sertliğini hissetti.
Selin nefesini tutar gibi yaptı, sonra yeniden aldı.
“Azra, sana sevineceğini düşündüğüm bir şey getirdim,” dedi ve çantasını karıştırdı.
O sırada dışarıdan, mahallenin içinden geçen bir simitçinin tiz sesi duyuldu. Ses, anı yarıp içeri sızdı, sonra rüzgârla birlikte silinip gitti.
“Ne getirdin?” diye sordu Azra.
Selin çantasından katlı bir not kâğıdı çıkardı.
“Şu konuştuğun şizofren vardı ya hani, onun arkadaşının adresi ve telefon numarası.”
Azra’nın gözleri bir anlığına açıldı. Gözbebekleri genişledi, nefesi kısa bir an durdu.
“Ah! Sen harikasın! Nasıl aldın?”
Selin, sanki birazdan bir ödül alacakmış gibi dimdik oturdu.
“Annem Şeyma’ya gitmiş. O da bana geldi. Ben de telefonumun şarjı bitti dedim, ‘seninkinden Pelin’i arayabilir miyim?’ diye sordum. Verince kurcaladım. Kadının adı Nihal’di değil mi?”
Azra, başını küçük bir hareketle onayladı.
“Evet.”
Selin notu uzattı.
“Yanlış olmasın diye dikkat ettim. Rehbere ‘Nihal’in yakını Zeynep’ diye kaydetmiş. Numarayı aldım. Sonra da arayıp kendimi Şeyma’nın asistanı gibi tanıttım. Hasta yakınlarının adreslerini sisteme kaydettiğimizi söyledim. Adresini aldım, konuşmaları sildim. Sonra Pelin’i aradım. Al, burada.”
Not kâğıdı, Azra’nın eline geçtiğinde incecik çıtırtılar çıkardı. Azra onu başucundaki kitabın arasına koydu.
“Aferin kız sana! Öğreniyorsun bir şeyler.”
Selin iki parmağını alnına götürüp selam çaktı.
“Tabii ki, üstadım!”
Azra ayağını yere sarkıttı. Ayak parmakları halıya değdiği an, zemindeki hafif serinliği duyumsadı.
“Anneme yardım edelim.”
Selin hemen elini uzattı.
“Ben ederim. Sen dinlen.”
Koridordan yayılan yemek kokuları, karışık ama tanıdık: salça, soğan ve taze nane... Her biri evin damarlarına sinmişti. Her biri, o anın içinde kalmayı biraz daha kolaylaştırıyordu.
Selin kapıyı sessizce kapatıp odadan çıkarken, hafif bir esinti içerideki tül perdenin ucunu kıpırdattı. Azra hemen telefonuna uzanıp numarayı rehbere kaydetti. Parmağının ucuyla ekranı kaydırıp notlar kısmına adresi yazdı.
Hadi bakalım Zeynep Hanım, en kısa zamanda görüşelim, diye geçirdi içinden; dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı.
Kitabını eline aldı, sayfaları arasında yeniden kaybolduğunda odada yalnızlık ince bir örtü gibi serildi. Sessizliği yalnızca bahçedeki çatal-bıçak seslerinin arada bir camdan sızan tınısı ve köşedeki saatin tik takları deliyordu.
Az sonra Selin geri döndü. Üzerine sinmiş tarçın kokusuyla koluna girip onu yumuşakça kaldırdı ve masaya yönlendirdi. Azra, sandalyesine doğru yürürken biraz serzenişli, biraz da gülümseyerek başını iki yana salladı.
“Tembelliğe alıştıracaksınız ama beni,” dedi, ayaklarını yere sürüyerek. Ayağının altındaki taş serinliği, yaz akşamının rehavetini biraz olsun dağıttı.
Selin omzunu silkerek karşılık verdi, sesinde hafif bir muzırlık vardı.
“Biraz dinlen, ne güzel işte. Tatil sana iyi geliyor.”
Bahçede rüzgâr hafifçe sarmaşıkların yapraklarını hışırdatıyordu; masa örtüsü köşesinden bir anlığına havalanıp yeniden yerine oturdu.
Azra dudak büküp gözlerini devirdi.
“Hı, çok güzel tatil gerçekten. Kızgın kumlar, serin sular...” dedi, sesi ince bir alayla titredi.
O sırada Akın, kapıdan çıkıp neşeyle araya daldı. Üzerinde ev halinin rahatlığı, saçları dağınıktı; ama gözlerinde ablasını güldürmeye kararlı bir ışık vardı.
“Sen iyileş, ben seni götürürüm abla kızgın kumlar serin sulara!”
Sokaktan uzak bir çocuk çığlığı ve arka mahalleden gelen bir top şutu sesi, yazın mahalleye özgü tanıdık seslerinden birini daha kattı havaya.
Azra’nın bakışları yumuşadı, sesi duyulur duyulmaz tebessümü beliriverdi.
“Canım kardeşim benim, bir sen anlıyorsun halimden...”
Mutfaktan gelen buharla cam biraz daha buğulandı. Sema Hanım eliyle tenceredeki kapağı kaldırırken seslendi:
“Aa, nankör evlat!”
Sesi neşeliydi ama içinde ince bir iğneleme gizliydi. Tencereden çıkan buhar, üzerine düşen sarı ışıkla dans ediyordu.
Azra hemen geri döndü, gözlerini kısmıştı.
“Bırak ya, daha bu sabah benden kurtulmak için evlendiriyordun sen beni!”
Cümleye hep birlikte gülmeye başladılar. Sofra, kalabalıkla ısındı; çatal-bıçak sesleri, tabaklara değdiği anlarda sokaktan gelen motorsiklet uğultusuna karıştı.
Selin, Azra’nın yanındaki sandalyeye oturmuştu; kaşığını yavaşça tabağına batırırken göz ucuyla onu süzdü.
Azra'nın keyfi yerinde olunca içi rahatlamıştı; yüzü, üzerindeki endişe katmanlarından sıyrılmış gibiydi.
Yemek faslı bitince, televizyonun karşısına geçtiler. Kızlar koltuklara yayıldı; Azra battaniyeyi dizine çekip uzandı. Açık camdan gelen ağustos böceklerinin sesi, salondaki film müziğiyle karışıyor; duvarlarda renkli yansımalar gezinirken köşe lambası yumuşak bir sıcaklık yayıyordu. Sema Hanım, filmin ortasında başını yana çevirip göz kapaklarına teslim oldu; kimse fark ettirmemeye çalışarak sessizce odasına çekildi.
Film bitince Selin, Azra’ya yanaştı.
“İşe dönebilecek gibi misin?” diye sordu, sesi sakindi.
Azra gülümsedi ama başını çevirdi.
“Henüz değil."
Konuşma üstünkörü kapandı.
Kızlar vedalaşıp evlerine dönerken ev sessizliğe gömüldü. Kapı yavaşça kapanırken sokaktan tek tük ayak sesleri ve uzaklardan gelen bir korna sesi duyuluyordu.
Azra odasına çekildiğinde içinde bir şeyler kıpırdanıyordu. Işıkları loş bıraktı, yatağa uzanıp telefonunu eline aldı. Ekranı açtı, bir süre öylece baktı.
O sırada Mert, İstanbul trafiğinin kalın damarlarından birinde yavaşça ilerliyordu. Ön camın ardından görünen kırmızı ışık, üçüncü kez yanıp sönüyordu. Direksiyon başında eli, canı sıkıldıkça vites topuzunu okşar gibi kavrıyordu. Gergin parmakları bir ritim tutturmuştu.
Etraftan yükselen kornalar birbirine giriyor, camı açık aracın içine sigara dumanı ve bir kestanecinin bağırışları doluyordu. İçerideki hava neredeyse elle tutulacak kadar yoğundu.
Azra, ekran klavyesi altında duraksadı. Parmakları birkaç kez geri silip yeniden yazdı. Sonra derin bir nefes aldı ve mesajı gönderdi:
“Mert ben çok düşündüm. Benim için yaptıklarına teşekkür ederim. Sen çok iyi bir insansın ama bizden olmayacağına karar verdim, ben senin gibi hissetmiyorum. Bundan sonra görüşmeyelim. Numaramı silersen sevinirim. Hoşçakal.”
Mesajı gönderdiği anda gözleri refleksle saate kaydı. Dudaklarında alaycı bir tebessüm belirdi.
Bakalım şimdi ne yapacaksın Mert efendi? Gerçekten sözünü tutup beni rahat bırakacak mısın?
Gözlerini kıstı, bir kaç saniye bile uzamıştı.
Telefonun sesi, aracın Bluetooth hoparlörlerinden yankılandı. Mert’in parmakları direksiyonu kavramaya devam ederken kısa bir bip sesi duyuldu. Gözleri bir an telefona kaydı. Mesajı içer gibi okudu. Çenesini sıktı, sonra çabucak başını öne eğdi. Işık yeşile döndüğünde biri arkadan korna çaldı. Direksiyona hafifçe yumruğunu vurdu, ardından arabayı kenara çekti. Gecenin içinde yalnız kalmak ister gibiydi.
“Tamam, madem istemiyorsun, söz verdiğim gibi olacak. İyi geceler.”
Azra gelen cevaba boş gözlerle baktı. İçinden ince bir öfke kabardı. Kaşları çatıldı, yüzündeki gülümseme gerginliğe dönüştü. Başını iki yana sallayıp kendi kendine homurdandı:
“Yok... öyle kolay yok.”
Parmakları hızla ikinci mesajı yazmaya başladı:
“Bana bak, bundan sonra kafanı kaldırıp tek bir kıza bile bakarsan o mavi gözlerini oyup boynuma nazar boncuğu diye takarım! Bundan sonra benim sevgilimsin, ona göre davran.”
Mesajı gönderdikten sonra, kahkahası dudaklarından taştı. Bu kahkaha, gerilimi dağıtan bir şaka gibiydi ama altında titrek bir rahatlama da gizliydi.
Mert’in kaşları kalktı, yüzüne yarı bir tebessüm yayıldı. Elini vitese atıp arabayı yeniden yola çıkardı.
“Sen ciddi misin?”
Azra yastığına gömüldü, battaniyesini yüzüne çekti. Dudaklarından ince bir kıkırtı koptu, hemen cevapladı; bu kez parmakları tereddütsüzdü:
“Hemen vazgeçebilirim.”
Trafik yeniden kıpırdamaya başlamıştı. Mert bir elini camdan çıkarıp havayı okşadı. Gecenin sıcaklığı alnına yapışırken bir yanıt daha gönderdi. Gülümsemesi hâlâ oradaydı ama bakışlarında ince bir ironi vardı:
“Gözlerimi nazar boncuğu yapmak istemeni diyorum... Ben şiddete karşıyım, kusura bakma. Böyle bir caniyle olamam.”
Azra ekranın parıltısında kaşlarını çattı, gözleri kısıldı. Alaycı bir öfkeyle yazdı:
“Bunu birine bir araba dayak atan adam mı söylüyor?!”
Mert’in tek kaşı hafifçe kalktı. Gülümsemesi genişledi. Parmağını ekrana hafifçe bastırdı:
“Gözlerim sana feda olsun. Boynunda dururlarsa, hak ettikleri yerde olurlar. Hem benim gözümde hep üzerinde olur. Adam da dayağı hak etmeseydi.”
Azra yatağın içinde kahkahasını tutamadı. Battaniyenin altından taşan kahkahası, tavanı titretmiş gibiydi. Sanki odanın içindeki karanlık biraz aydınlandı.
“Laflara bak, hadi oradan. Yarın sabah saat sekiz gibi beni alır mısın? Kahvaltı yapalım. Sonra bir yere götürmeni isteyeceğim, olur mu?”
Mert’in kaşları hafifçe çatıldı. Yol kenarındaki yayaya yol verirken frene bastı.
“Nereye gideceğiz?”
Azra yatağında kıvrıldı, dizlerini göğsüne çekti. Derin bir nefes aldı.
“Kahvaltıda anlatırım.”
Mert’in yüzünde keyifli bir gülümseme belirdi. Radyoyu kurcaladı, hareketli bir parçada durdu. Parmakları direksiyonda hafifçe tempo tutmaya başladı.
“Tamam, yarını iple çekiyorum. Ben sevinçten uyuyamam şimdi. Sana tatlı rüyalar Azra.”
Azra içini çekti. İçinde büyüyen garip bir huzur vardı.
“Rüyalar ne kadar yorucu bir bilsen şaşarsın :) Uyu dinlen, yarın sana dinç bir şekilde ihtiyacım var. İyi geceler.”
Mert, son köşeyi dönerken kaşlarını hafifçe yukarıya kaldırdı.
“Yorucu rüyalar mı?” diye mırıldandı. Keyfine hafif bir huzursuzluk saplandı. Kısaca cevapladı:
“Sabah görüşürüz.”
Ekran kararınca Azra bir süre tavana baktı. Gölgeler yavaşça hareket ederken içinden kendine sorular sordu:
Bugün ne öğrendin?
Hiçbir konuda peşin hüküm verip kendini üzme.
Bugün en çok neye mutlu oldun?
Mert.
Kitabını tekrar eline aldı. Sayfaları çevirdikçe gözleri satırları seçemez hale geldi. Harfler yavaş yavaş bulanıklaşıyor, uykunun eşiğinde birbirine karışıyordu. Göz kapakları ağırlaştı, kitap göğsünün üstünde kaldı.
İçinde kıpırdayan şey artık endişe değil; belirsiz bir umut, belki de ilk kez dinlenmeye karar vermiş bir kalpti.
O gece, içinde kıpırdanan tuhaf bir huzurla uyuyakaldı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |