22. Bölüm

BÖLÜM 21

Aysun Arslan
aysunkayaarslan

Seperius’taki ahşap kulübesinde gözlerini aralayan Azra, beyaz takımlarla örtülmüş yatağının kenarında doğruldu. Camdan süzülen sabah ışığı, pembe çam ormanını yumuşak bir pusla renklendirirken, beyaz peluş halı üzerine çıplak ayaklarıyla bastı. Her zamanki gibi günlüğünü eline aldı; önceki dünya gününün kalan parçalarını zihninde tazeleyerek, sessizce yazmaya başladı.

Dakikalar sonra kalemi kapatıp hızla hazırlandı. Sade bir kıyafeti üzerine geçirirken aynalı makyaj masasındaki yansımasına kısa bir göz attı. Gözlerinin altında beliren ince yorgunluk çizgilerini umursamadan saçlarını arkaya savurup evden çıktı. Ahşap verandanın sarmaşık çiçekleri hâlâ gece serinliğinden nemliydi.

Taş döşeli bahçe yolunda yürürken, adımlarının sesi çimenlerin üzerindeki sabah sessizliğini usulca yarıyordu. Yan yana dizilmiş diğer öğrenci kulübelerinin arasında yönünü Ece’nin kulübesine çevirdi. Mine çiçekleriyle bezeli verandaya çıktığında kapıya üç kez tıklattı.

Kapı aralanırken, Ece uykulu gözlerini ovuşturarak başını uzattı.

Azra, başını hafif yana eğip göz kırptı. “Günaydın uykucu,” dedi, sesi gün gibi aydınlık.

“Günaydın…” Ece esneyerek geriye çekildi. “Uyuya kalmışım, gel.”

İçeri girdiklerinde Azra'nın bakışları salonun klasik barok döşemelerine kaydı. Pencere kenarındaki oymalı kırmızı, altın varaklı kadife koltuğa doğru yürüdü. Üzerine otururken yerdeki İran halısı ayaklarının altında yumuşak bir hışırtı çıkardı. Camın önündeki mürdüm renk josefine yayıldığı an, üç ayaklı ceviz sehpanın üzerinde birden iki dumanı tüten kahve kupası belirdi.

Ece, sehpanın diğer yanındaki pudra rengi berjere gömülüp kupalardan birini aldı. Azra'nın gözleri, dostunun yorgun ifadesine takıldı.

Kaşlarını hafifçe çatarak, “Uyuyamadın mı gece?” diye sordu. “Çok uykusuz görünüyorsun.”

Ece dudaklarının arasından kahveyi üflerken omuz silkti. “Aslı’yla takıldık biraz,” dedi, gözlerini kaçırarak. “Kahvemi içeyim, duşa girerim. Sen kahvaltı hazırlar mısın?”

Azra başını mutfağa çevirip ceviz dolaplara göz gezdirdi. “Hazırlarım tabii.”

Ece kupasını çevirerek hafifçe güldü. “Sen neler yaptın? Bugün bize idman işkencesi yapmayacakmışsın, öyle söyledi Can.”

Azra kahvesinden bir yudum alıp koltuğa yaslandı. “Tembel tavuk. O işkence değil, hazırlık,” dedi gülümseyerek. “Bugün zaten dövüş sanatları dersimiz var, o yüzden idmanı iptal ettim.”

Ece dramatik bir iç çekmeyle başını geriye attı. “Bana işkence gibi geliyor. Sıcacık yatağımdan sabahın köründe sürüklüyorsun beni.”

“Hiç sızlanma, o idman yapılacak,” dedi Azra, göz kırparak.

Ece dikkatle arkadaşının yüzüne baktı. Azra’nın gözlerinin içi parlıyordu; bu, onda nadir rastlanan bir huzur parıltısıydı.

“Keyfin yerinde bugün,” dedi Ece, bir kaşını kaldırarak. “Ne durumdasın Dünya’da? Daha iyi misin?”

Azra’nın gözleri kısa bir an gölgelenip sonra tekrar parladı. “Çok iyiyim, merak etme.”

Ece dudağını bükerek hafifçe eğildi. “Ne yaptın şu çocuğu?”

Azra, kupasını iki eliyle kavrayıp dudaklarının hizasında tuttu. “Hangi çocuk?” diye sordu, yüzünde usta işi bir masumiyet ifadesiyle.

Ece kıkırdadı. “Anlamamazlıktan gelme Azra. Mert’i soruyorum.”

Azra omuzlarını silkti. “Bir şey yapmadım. Konuştuk. Sevgiliyiz işte,” dedi. Cümlesi sade olsa da sesi gereğinden fazla doğal çıkmaya çalışıyordu.

Ece’nin gözleri hemen kısıldı. Bu çaba ona tanıdıktı.

“Artık bir sevgilin mi var yani senin?” diye sordu, şaşkınlıkla alay arasında gidip gelen bir tonda. “Acısam mı acaba çocuğa?”

Azra kahkahasını bastıramadı. “Niye acıyormuşsun?”

Ece sırıttı. “İşkencelerinden nasibini alır diye düşünüyorum. Biraz anlatsana, nasıl biri?”

Azra gözlerini hafifçe devirdi. “Kahven bitmedi mi senin?”

Ece kupayı havaya kaldırıp içindekini gösterdi. “Hayır bitmedi, dinliyorum.”

Tam o anda Azra’nın bakışı kupaya odaklandı ve bir anlık enerji kıvılcımıyla kupa bir anda boşaldı.

Ece şaşkınlıkla kupaya, sonra Azra’ya döndü. “Ciddi misin?”

“Sonra konuşuruz,” dedi Azra, sesi bu kez daha net, daha kesin. “Hadi bakalım, duşa gir. Birazdan herkes gelir.”

Ece gözlerini devirdi, ama ses çıkarmadı. Ayağa kalkarken yüzünde yarı ciddi yarı sitemkâr bir ifade vardı. “Öf, çatlatırsın insanı,” diye homurdandı ve ayaklarını sürüyerek banyoya doğru yürüdü.

 

Azra, mırıldanarak mutfağa yöneldi. Parmak uçlarıyla sandalyeleri düzeltti, oymalı ceviz masanın etrafındaki mürdüm, bordo ve pudra renkli kumaş kaplı sandalyeler hafifçe gıcırdadı. Göz ucuyla masanın hizasını kontrol ettikten sonra düşünce gücü ile beliren tabak ve kaseleri dikkatle dizdi. Peynir, zeytin, reçel, taze ekmek ve haşlanmış yumurtalar, masada bir düzenle yerini buldukça ortama sıcak bir kahvaltı kokusu yayıldı.

Ahşap zemine basan çıplak ayakların cızırtısı duyuldu. Kapı gıcırdayarak açıldı. Aslı, kıvırcık saçlarını savura savura içeri girdi, çantasını koltuk kenarına bırakıp gözlerini masaya dikti.

“Ben de seni evinde arıyorum! İnsan bekler, birlikte gelirdik,” dedi, sesi sitemkâr ama gülümsemesine engel olamıyordu. Elini uzatıp peynirden bir parça kopardı bile.

Azra gözlerini devirerek kahkaha attı, ocağın yanındaki ceviz rengi barın kenarına yaslandı. “Bir uykucu da burada. Ben erken uyanıyorum biliyorsun. O yüzden beklemedim.”

Aslı, ağzı doluyken konuştu, sesi mırıl mırıl çıktı. “Kahvaltı süper göründüğü için affediyorum bu hareketini.”

“Ne kadar da büyüksün, teşekkür ederim,” dedi Azra, göz kırparak. Cevap neşeliydi ama bakışlarında bir şey gizliyordu hafif bir huzur, biraz da saklama çabası.

Aslı, sandalyesine geçip oturdu. Elinde beliren fincandan kahveyi burnuna yaklaştırıp derin bir nefes aldı. Ardından gözlerini kısıp Azra’yı baştan aşağı süzdü. “Bir şeyler var sende… ne oldu?”

Azra omzunu hafifçe silkti. “Ne olmuş olabilir?”

“Bilmem,” dedi Aslı, kaşlarını kaldırarak. “Daha keyifli görünüyorsun. Ne oldu?” Gözleri aniden parladı. “Anladım! Mert yüzünden, değil mi?”

Azra derin bir iç çekti, ellerini masanın kenarında birleştirdi. “Alnımda mı yazıyor ya? Sabahtan beri herkes aynı şeyi soruyor.”

Aslı sırıttı. “Evet, alnında yazıyor. Anlat bakayım.”

“Anlatacak bir şey yok, kızıl kıvırcık,” dedi Azra, sesi yapay bir rahatlıkla doluydu. “Her şey yolunda.”

“Ya anlat ne oldu?” diye mızmızlandı Aslı, sandalyede ileri geri sallanarak.

“Tamam, sonra anlatırım, tamam mı?” Azra'nın sesi yumuşaktı ama tonunda kapanan bir kapı vardı.

Tam o sırada Ece, üzerindeki beyaz bornozla yatak odasının kapısında belirdi. Saçlarından hâlâ ıslaklık süzülüyordu. Gözlerini kısıp Aslı’ya seslendi: “Bende sordum, anlatmadı. Herkes gelince anlatacak galiba.”

Azra'nın başı hafifçe öne eğildi, yüzünde sabırsız bir ifade belirdi. “Ne meraklı çıktınız yahu!” Sonra Ece’ye dönüp kollarını göğsünde kavuşturdu. Sesine farkında olmadan hafif bir otorite karıştı: “Oyalanma sen de, hazırlan hadi.”

Ahşap kapı, ardı ardına gelen adımlarla yeniden açıldı. Hafif esen rüzgârla evin içi serinledi, sarmaşıkların yaprakları verandada hafifçe hışırdadı. Arda, Can ve Ebru içeri girdiler; adımları birbirine karıştı.

Arda hızlıca Azra’ya yöneldi, bakışları yüzüne kilitlendi. “Nasılsın Azra?” Sesinde dikkatle gizlenmeye çalışılmış bir endişe vardı. Parmaklarını sinirle pantolonunun cebine sıkıştırmıştı.

Azra, gözlerini onun gözlerine dikerek hafifçe gülümsedi. “İyiyim Arda, sen nasılsın?” dedi, ama Arda’nın gerginliğini gözlerinden kaçırmamıştı. “Sıkkın görünüyorsun.”

“İyiyim… bir şeyim yok,” dedi Arda, sesi düşüktü. Gözlerini kaçırıp masaya yöneldi. “Her zamanki şeyler… Dünya’da nasılsın?”

“İyiyim, merak etme.” Azra'nın sesi sakindi ama içinde küçük bir kalkan vardı, yavaşça çekilmiş bir perde gibi.

Can sandalyesine yerleşirken göz ucuyla Azra’ya baktı. “Mutlu görünüyorsun,” dedi, sesi muzipti. Ardından bir göz kırptı.

“Her zamanki halim işte,” diye geçiştirdi Azra, dudaklarının kenarında kıpırdayan küçük bir gülümseme belirdi.

“Yok yok,” dedi Ebru, tabaktan domates alırken gözlerini kısmıştı. “Parlıyorsun resmen! Her zamanki halin değil bu.”

Arda, aniden yüzünü ekşitti. Kaşları çatıldı, sesi sertleşti. “Sen o çocukla bir ilişkiye mi başladın?”

Azra, sandalyeye yaslanarak hepsine birden baktı. Üzerine doğru eğilmiş bu meraklı kalabalık aniden ona fazla geldi. “Çeneniz düştü sabah sabah,” dedi, sesi yapmacık bir sertlikle süslenmişti ama içinde ince bir sabırsızlık gizliydi. “İdmana mı gitseydik acaba? Hepiniz pek enerjik görünüyorsunuz.”

Bu söz, sessizlik yaratacak kadar tehditkâr gelmişti. Bir anlık duraksamadan sonra herkes sandalyelere oturdu, çatal-bıçak sesleri havayı doldurdu. Mert konusu, kahvaltılıklar kadar hızlı dağılmıştı.

Arda, elini uzatıp tabağına peynirden bir parça alırken hafifçe gülümsedi. “Masa harika görünüyor, ellerine sağlık.”

Can, sandalyesinde arkasına yaslanıp çatalını havaya kaldırdı. “Evet, bir kuş sütü eksik. Kim yiyecek bu kadar şeyi?”

Ebru da gözlerini masadaki çeşitliliğe gezdirip dudak büktü. “Döktürmüşsün yine.”

Konu nihayet Mert’ten uzaklaşmıştı; Azra, içinden derin bir nefes verdi. Göz ucuyla ekmek sepetini düzeltirken, yarı ciddi bir edayla, “Evet, afiyet olsun,” dedi. Ardından parmaklarını masanın kenarına vurdu. “Aslı yer hepsini.”

Aslı, kıyısından aldığı simidi masaya doğru bükerken gözlerini kısıp Azra’ya baktı. “Bunların hepsini benim için mi hazırladın?”

Azra’nın yüzüne alaycı bir gülümseme yerleşti. “Hayır, herkes için hazırladım. Ama en obur sen olduğun için silip süpürürsün diye düşündüm.” Ama içinden geçen başka bir sesteydi asıl cevap: Elbette senin için hazırladım. Bir daha aç kalmana göz yumar mıyım sanıyorsun?

Bu sessiz tarafını bastırmaya çalışarak, gizlice Aslı’ya göz kırptı. Parmak uçlarını dudaklarına götürüp sus işareti yaptı. Aslı, o bakışı yakaladı ve gözleri kısılırken tebessümü daha da derinleşti. Masanın üzerinde çaydan yükselen buhar incecik bir sis gibi aralarındaki anı örttü.

O sırada Ece, saçlarını aceleyle topuz yapmış, üstüne sade bir tişört geçirmiş halde odadan çıktı. Masaya yönelirken sandalyeye Azra’nın yanına oturdu. Elini şekerliğe uzatmadan önce masaya göz gezdirdi.

“Abartmışsın,” dedi şaşkınlıkla. “Çok fazla şey var burada.”

Azra, gözlerini demlikte biriken çayın yüzeyine dikerek, “İyi işte, afiyet olsun herkese,” dedi. Ama herkesin bakışlarının ona çevrildiğini hissettiğinde, çatalını tabağında gereksiz yere çevirmeye başladı. Daha yeni başlıyorlar, diye geçirdi içinden. Yine de suratındaki ifadeyi bozmadı.

Arda, dirseklerini masaya yaslayarak biraz öne eğildi. Sesi kararlı ve keskin çıktı: “Kaçabileceğini sanıyorsan yanılıyorsun. O çocukla sevgili misin artık?”

Azra, başını yavaşça kaldırdı. Arda çatılmış kaşlarının altında, su yeşili gözleriyle sorgular gibi bakıyordu. Derin bir nefes aldı, bakışları sabitti. “Kaşlarını çatma bana,” dedi, sakin ama hafif uyarıcı bir tonla. “Evet, sevgiliyiz.”

Arda'nın sesi bir anda yükseldi, kaşları iyice birbirine yaklaştı. “Neden? Sevmedim ben onu!”

Azra’nın sabrı çatlamaya başlamıştı, ama yüzündeki kontrol bozulmadı. Ön yargılardan gerçekten nefret ediyorum. “Arda, tanımıyorsun ki sevesin,” dedi, sesi biraz daha sertleşerek. “Ayrıca sevmesen de olur, çocukla sen sevgili ol demedim.”

Aslı, gözlerini Azra'dan ayırmadan devreye girdi. “Sen seviyor musun onu?”

Azra, başını hafifçe yana eğdi. Bakışlarını bilinçli bir şekilde Arda’dan kaçırdı. “Evet, seviyorum.”

Ece, dizini çaprazlayıp çatalını eline alırken merakla araya girdi. “Nasıl birisi? Biraz anlatsana bize.”

Azra, pencereden süzülen ışığın masadaki reçel kavanozuna çarpıp dağıttığı renklerle kısa süre oyalandı. “Zeki, eğlenceli, yakışıklı, kibar, düşünceli...” Gözleri bir an için buğulandı. “İşte, öyle biri.”

Ebru, dirseğini masaya yaslayarak çenesini eline dayadı. “Sen ne hissediyorsun peki?”

Azra, göz kapaklarını kısaca kırptı. “Dedim ya, âşık oldum ona. Seviyorum.” Ardından sesi neredeyse yalvarırcasına yumuşadı. “Kapatalım mı artık Mert konusunu?”

Ama Arda, geri adım atmıyordu. “Nasıl anladın âşık olduğunu? Sen daha önce âşık oldun mu ki?”

Masada bir anlık sessizlik oldu. Ardından Can, omzunu hafifçe geriye yaslayarak araya girdi. “Ben anlamasına yardımcı oldum,” dedi, sesi sakin ama netti. Arda’ya dik dik baktı. “Rahat bırakın artık kızı. Kendisi isterse anlatır.”

Aslı, boş çay bardağını yavaşça masaya bırakırken başını yana eğdi. “Ama biz arkadaşımızı kime emanet ediyoruz, öğrenemeyecek miyiz?”

Azra, başını hafifçe arkaya yasladı, gözleri kısa bir an tavanda gezindi. Sonra göz kapaklarını sıkıca kapatıp tekrar açtı. “Gerçekten çenenizden kaçış yok,” dedi, yorgun ama sevecen bir tebessümle. “İyi, anlatayım size Mert’i. Selin mevzusunu biliyorsunuz, dün Aslı göstermişti...”

Çay bardaklarının buğusu hâlâ havada asılıyken, Azra konuşmaya başladı. Sesi masanın üzerindeki reçel kadar tatlı, zeytin kadar kararlıydı. Masadakiler, konuşmasına tek bir laf etmeden kulak kesildiler. Dışarıdan arada bir geçen öğrencilerin sesi, kuşların cıvıltısıyla karışıyor; fonda Seperius sabahı, anlatının içine sızıyordu.

Azra, en başından başladı. Mert’le nasıl tanıştıklarını, Selin’le ilgili gerilimleri, yaşadığı duygusal gelgitleri, sonra ne olduğunu, ne hissettiğini... Tümünü. Sanki içini boşaltır gibi, ama kontrollü. Kelimeler özenle seçilmişti ama duygular fazlasıyla gerçekti.

Sonunda sustu. Gözleri masadaki herkeste birer birer gezindi. “Böyle oldu işte. Tamam mı? Rahatladınız mı?”

Ece gülümsedi, çatalının ucundaki zeytini ağzına atmadan önce Azra’ya döndü. “Ben tanımadan sevdim Mert’i,” dedi neşeyle. Pencereden süzülen sabah ışığı, çay bardaklarının buharına karışıyor; dışarıdan öğrencilerin neşeli sesleri ve kanat çırpan kuşların cıvıltısı hafifçe içeri doluyordu.

Arda, sandalyesinde hafifçe geriye yaslandı. Parmaklarıyla masa kenarına ritimsiz vuruşlar yaparken, sesinde dirençli bir sertlik vardı. “Bende hiç sevmedim nedense.”

Can, gözlerini Azra’dan ayırmadan dudaklarında hafif bir kıvrımla söze girdi. Göz kırptı. “Her şeyin çözülmesine sevindim,” dedi. “Sana başkasına aşık olmadığını söylemiştim.” Söylerken sesi sanki odadaki gerginliği dağıtan bir rüzgâr gibi yumuşaktı.

Azra başını hafifçe eğdi, içten gelen bir minnetle karşılık verdi. “Teşekkür ederim, Can.”

Arda’nın gözleri aniden Can’a çevrildi. Kaşlarının arasındaki çizgi derinleşmişti. “Neden bana gelmedin konuşmak için, Can’a gittin?”

Azra’nın çatalı havada asılı kaldı, sonra yavaşça tabağına bıraktı. Duru ama net bir ses tonuyla yanıtladı: “Sen ondan hoşlanmadığın için seninle konuşmak istemedim. Tarafsız davranmayacağını düşündüm.”

Arda, dudaklarının bir kenarını yukarı kıvırarak küçümseyici bir ifadeyle karşılık verdi. “Kızların da tarafsız davranmayacağını düşündün galiba.”

“Hayır.” Azra gözlerini kaçırmadan konuştu, sesi hâlâ sakindi ama bakışlarının ardında çatlamaya hazır bir sabır vardı. “Bir erkeğin bakış açısına ihtiyacım vardı.”

“Öyle olsun,” dedi Arda, omuz silkerek. Sesi alaycıydı ama göz kapaklarının arasındaki solgunluk, içini ele veriyordu. Ardından dudaklarını zorlayarak ekledi: “Hayırlı olsun.”

Bu yarım ağızdan çıkma tebrik, Azra’nın keyfini tamamen bozdu. Kaşları çatıldı, omuzları hafifçe gerildi. Sesi yükselmeden ama içine sinmiş bir öfkeyle sordu: “Arda, neden bozuluyorsun? Bir dahaki sefere gelir, senden onay alırım önce. Senin hoşlanmanı beklerim!”

“Öyle bir beklentim yok!” Arda'nın sesi bu kez keskin ve kontrolsüzdü, sandalyesinde dikleşti.

“Olamaz zaten!” dedi Azra, kelimeleri bastırılmış bir sarsıntıyla savurarak. “Saçmaladığının farkında mısın?”

Arda ayağa kalktı. Hareketleri hızlı ve sivriydi, yüzünde taş gibi bir ifade. “Farkında değilim, Azra,” dedi. Cümle sanki kasten kısa tutulmuştu. “Neyse ya, ben okula gidiyorum. Sınıfta görüşürüz.”

Sandalyeyi sertçe itti, ayakkabılarının zemindeki tıkırtısı kısa bir yankı bıraktı. Tam kapıdan çıkacakken duraksadı. Gözleri odanın köşesindeki boşluğa takıldı. Dişlerinin arasından kıstığı sesle tısladı: “Sende kapa çeneni…”

Sonra arkasına bile bakmadan çıkıp gitti. Kapının kapanışı, içerideki sessizliği bıçak gibi kesti.

Azra olduğu yerde donakaldı. Arda'nın bu öfke patlaması, o gözlerdeki gizli yangın… Her şey Can’ın söylediği tek cümleyi Azra'nın zihninde canlandırdı: “Arda da sana âşık olabilir.”

Dudaklarını oynatmadan içinden geçirdi:

Olabilir mi gerçekten? Bu yüzden mi böyle davranıyor?

Olasılık, masanın üzerindeki simit kırıntıları gibi dağılmıştı zihnine. Boğazına takılan o sessizlik, artık sadece çayın buharında değil, yüzünün asılan çizgilerinde de saklıydı.

Can yerinden kalktı, hafifçe eğilerek Azra’nın yanına oturdu. Sesi neredeyse bir fısıltı kadar yumuşaktı.

“Azra… Ona biraz zaman ver.”

Azra başını çevirmeden, dudaklarını sıkıca bastırarak konuştu. “Ne için zaman, Can? Anlamıyorum.” Sesi gergin, çatallanmıştı. Gözleri masadaki yüzlerde dolaştı, yanıt arar gibiydi. “İçinizde başka Arda gibi düşünen biri var mı? Varsa söylesin!”

Omuzları kasılmıştı; içinden bir ses, eğer bir kişi daha Mert’ten hoşlanmadığını söylerse Arda’nın tavrının sadece kişisel olmadığını düşünebileceğini fısıldıyordu. Belki o zaman, Can’ın imasıyla içine düşen o korkunç olasılığı, Arda'nın ona aşık olabileceğini, sessizce gömebilir, aklından defedebilirdi. Ama aksi durumda...

Kızlar bir an birbirlerine baktı. Sessizliği ilk bozan Aslı oldu; gözlerini kaçırmadan konuştu, sesi sakindi.

“Ben hiçbirinden hoşlanmamıştım... Ama Arda gibi de düşünmüyorum. Sen mutluysan, ben de mutlu olurum.”

Ebru hemen başını salladı, gülümsedi.

“Biz de,” dedi, ardından Ece başıyla onayladı. “Sen mutluysan, biz de mutlu oluruz tabii.”

Azra’nın içi birden buz kesildi. İşte korktuğum cevaplar...

Onların bu koşulsuz sevgisi, Arda’nın sertliğini daha da belirginleştiriyordu. O fark, artık gözle görülecek kadar büyüktü.

Kaşları çatıldı, dudakları titredi. “O zaman bunun sorunu ne?” dedi, sesindeki öfke buz gibi bir çizgiye dönüşmüştü. “Ona ağır mı geliyor benim mutlu olmam?”

Can elini hafifçe onun koluna koydu, sesi sabırlıydı.

“Azra, hayır tabii... Arda da senin mutlu olmanı ister. Biliyorsun.”

Azra gözlerini devirdi, iç çekti. “Ne o zaman bu yaptığı?” Gözleri masadakilerin yüzlerinde dolaştı, cevap arıyordu ama buldukları sadece sessiz ifadelerdi. Biri bir şey söylesin. Mantıklı bir sebep. Anlaşılır bir gerekçe. Lütfen...

Ece dudaklarını büzdü, bir yandan da tedirgince konuştu.

“Kıskandı... demek ki.”

Azra başını hızla ona çevirdi, gözleri kocaman açılmıştı. “Hangi hakla?!” diye haykırdı. İçinde bir şey kırılmış gibi yankılandı sesi.

Ebru hemen araya girdi, sesini yumuşatmıştı.

“Seni çok sevdiği için olabilir...”

“Beni çok sevmesi saçma sapan davranmasını gerektirmez herhalde!” diye patladı Azra, elleriyle yüzünü ovuşturdu. Gözlerini kapattı, içinden hızla bir dua geçti.

Lütfen... lütfen o sevgi kardeşçe bir şey olsun. Lütfen başka bir şey olmasın...

Can derin bir nefes aldı, ardından sabırla konuştu.

“Tamam Azra. Aşırı tepki veriyorsunuz ikiniz de. Sakin ol biraz. Ben Arda’yla konuşurum sonra. Hadi, biz de derse gidelim.”

Masada kalan kırık sessizlik Can’ın sözleriyle yerinden kıpırdadı. İçlerine sinmese de herkes yavaşça toparlandı. Masadan kalkarken Azra, istemsizce dönüp Arda'nın az önce çıktığı kapıya baktı.

Ön bahçeye çıktıklarında, sabahın serinliği Azra’nın tenine yapıştı. Topuklarının değerli taşlarla mozaiklenmiş patikada çıkardığı tıkırtılar eşliğinde birkaç adım öne yürüdü. Ardından gelen kızların fısıltılı konuşmaları rüzgârla kulaklarına çarpıyor, ama duymazdan gelmeye çalışıyordu. Zihni hala Arda’nın karmaşık halleriyle meşguldü.

Bahçedeki fenerler ağaçların dallarında usul usul salınıyor, çimenlerin arasında yer alan öğrenci kulübeleri sabah güneşinin altında puslu birer hayale benziyordu. Her kulübenin verandası sessizdi; sanki herkes bu sabahın tuhaf gerilimini hissetmişti.

Azra yürürken eliyle saçlarını kulağının arkasına itti. Gözleri taş yoldan ayrılıp karşıdaki ana bahçeye doğru uzanan okula kaydı. Onyx'ten oyulmuş devasa yapı, sivri kuleleriyle gökyüzünü çiziyor, zümrüt camları güneşle dans ediyordu. Gölgesi bile kımıldıyor gibiydi. Her şey güzeldi, büyülüydü… ama içindeki o daralmış his, görüntünün huzurunu bozuyordu.

Ana bahçeye vardıklarında, ağaçların altında çimenlere serilmiş öğrenciler gözüküyordu. Bazıları renkli taş banklarda oturmuş sohbet ediyor, bazıları piknik masalarında ders notlarını karıştırıyordu. Kuş cıvıltılarına karışan öğrencilerin kahkahaları, Azra’nın başının içindeki uğultuyu bastıramıyordu.

Kızlar hâlâ fısıldaşıyordu arkada. Azra ise yürümeye devam etti. Sadece topuk sesleri değil, içinde çınlayan sorular da yankılanıyordu. Niye böyle yapıyor? Neden bu kadar sert? Kardeşçe mi yoksa romantik bir ilgi mi?

Okul binasının zümrüt kapılarından geçerken içerideki uğultu bir anda üzerine çöktü. Giriş salonunun ortasındaki zümrüt süs havuzunun kenarında öğrenciler toplanmıştı; ortadaki bebeğin ağzından fışkıran su kristal seslerle zemine çarpıyordu.

Koridora geçtiklerinde ayaklarının altındaki değerli taşlardan karo desenli zemin hafifçe parladı. Her iki metrede bir, üzerlerinden geçtikleri mozaik kemerlerin altında yankılanan fısıltılarla birlikte yürüdüler. Kemerlerin yanındaki yapraksız, top fenerli ağaçlar sessizce onları izliyor gibiydi. Bu büyülü yapıların arasında bile Azra'nın kalbindeki huzursuzluk çözülmüyordu.

İnci salona ulaştıklarında, bembeyaz duvarlar göz alıcıydı. Tavandan sarkan inci avizeler yumuşak bir ışık yayıyor, banklara oturmuş öğrenciler sessizce panolardaki ilanları inceliyordu. Azra kızların astığı ilanı kalabalığın arasında göremedi. Havadaki bebe pudrası kokusu, Azra'nın boğazında bir düğüm gibi oturdu.

Sola döndüklerinde karşılarına çıkan uzun koridorda asansörler diziliydi. Azra öne geçip en yakındaki asansöre yaklaştı, sesi titrek ama kararlıydı.

“Edebiyat sınıfı.”

Kapılar usulca açılırken, gözleri bir an yansımasına takıldı. Gördüğü yüz, yorgun ve gergindi.

Can, konferans salonunun taş döşeli koridorunda Azra’ya yanaştı. Parmak uçlarında yürür gibi, sesi de yumuşacıktı.

“Azra,” dedi, başını hafifçe eğerek, “asma suratını. Biraz sakinleşin, konuşursunuz, hallolur.”

Azra, durduğu yerde olduğu gibi kalakaldı. Omuzları hafifçe düşmüştü, gözleri bir noktaya kilitlenmişti hâlâ.

“Can, verdiği tepkiyi anlamlandıramıyorum,” diye fısıldadı. Sesi, sabah yaşadıkları tartışmanın paslı yankısını taşıyordu.

Can başını iki yana salladı, eliyle havayı siler gibi yaptı.

“Bir şey demedi aslında,” dedi, hafifçe gülümseyerek.

Azra'nın kaşları aniden çatıldı, topukları taş zeminde bir an titreşim gibi yankılandı.

“Yapma Can!” dedi, sesini kontrol etmeye çalışarak. “Görmedin mi suratını nasıl bozuldu? Aptal mıyım ben, anlamaz mıyım bozulduğunu? Niye böyle yapıyor? Bütün mutluluğumun içine etti.”

Can, endişeyle Azra’nın gözlerinin içine baktı. Onun Dünya’da aldığı yaranın, Seperius’taki ruhunu ne kadar savunmasız bıraktığını biliyordu. Azra’nın olağanüstü iletkenliği düşünüldüğünde, bu tür duygusal patlamalar sadece moralini değil, fiziksel dengesini de tehdit edebilirdi.

“Tamam Azra, hadi ama, sakinleş biraz,” dedi, sesi bu kez daha netti. Hafifçe omzuna dokundu.

Azra iç çekerek başını salladı ve birlikte konferans salonuna geçtiler.

Sahne altın işlemeli kırmızı perdelerle çevriliydi, sahnenin hemen önünde yer alan sıra sıra koltuklardan hafif bir uğultu yükseliyordu. Öğrenciler kendi aralarında konuşurken, arada sandalye gıcırtıları ve defter kapaklarının kapanıp açılma sesleri duyuluyordu. Azra ile Can, diğerlerinin yanındaki boş iki koltuğa oturdular. Birkaç dakika sonra Ozan içeri girip kısa bir selamla dersi başlattı. Shakespeare’in karakterlerini anlatmaya kaldığı yerden devam ediyordu.

Azra, elinde kalemiyle defterini açmış görünüyordu ama zihni başka bir sahnede sıkışıp kalmıştı. Yanındaki Arda’nın tek bir kelime bile etmemesi sinirini daha da germişti. Bu belirsizlik, içinde keskin bir sıkışma yaratıyordu.

Kalemini yavaşça aldı, satıra doğru eğildi ve hızla bir not yazdı. Defteri uzatırken, parmaklarının hafif titrediğini fark etti. Notu Aslı'ya uzattı, gözleriyle rica edercesine baktı.

Aslı kaşlarını kaldırarak ‘ne oluyor?’ bakışı attı ama notu alıp Arda’ya uzattı. Azra gözlerini kaçırdı.

Arda, notu aldı. Gözleriyle satırları tararken yüz ifadesi tek bir çizgide sabit kaldı. Cevabını yazıp aynı yoldan geri gönderdi.

Azra: Anlamıyorum neden bu tepkin?

Arda: Sen kendi tepkilerine bak.

Azra, aldığı notu okurken dudaklarını büzdü. Gözlerini devirdi ama kalemi bırakmadı. Pes etmeye niyeti yoktu. İçindeki öfke kırıntıları yerini buruk bir inada bırakıyordu.

Azra: Arda, seni anlamakta zorluk çekiyorum şu anda. Bana kendini açıklar mısın? Tamam, biraz fevri davrandım sana ama kabul et, sen de saçmaladın. Benim birisine aşık olmam neden bu kadar üzüyor seni?

Not Arda’ya ulaştığında, Azra içinden neredeyse dua etmeye başladı: Lütfen mantıklı bir açıklaması olsun. Lütfen korktuğum şey olmasın.

Aslı tekrar defteri uzattığında Azra, neredeyse nefesini tutarak okudu satırları.

Arda: Beni üzen şey aşık olman değil. Bilmiyorum, güvenmedim o çocuğa. Taraflısın de, kıskançsın de, çocukluk ediyorsun de, ne dersen de. Başın belaya giriyor ve birden ne hikmetse beyaz atlı prensin karşında bitiyor ve sürekli senin arkanı kolluyor. Hem de bu kadar kısa sürede, öyle mi? Yüksek ihtimalle bizden bahseden bir kehanet etrafta dolaşıyor ve benim en son isteyeceğim şey, Dünya’da kafanı karıştıracak bir sevgili olurdu herhalde!

Azra’nın dudaklarından farkında olmadan küçük bir gülümseme süzüldü. Derin bir “oh” çekti; omuzları gevşedi, kasları yumuşadı. Parmakları nihayet deftere yeniden uzanabildiğinde, kalemi sanki ilk kez değilmiş gibi nazikçe kavradı. Satırları bu kez daha yumuşak, daha duru yazdı.

“Anladım endişeni. Kalbini kırmak istemedim Arda, ben seni yanlış yorumladım o yüzden birden patladım. Evet, birden çıktı ortaya, kısa sürede bir şeyler oldu… Keşke tanıyabilsen onu, o zaman güvenirdin.”

Sınıfın arka sıralarında bir sandalye gıcırdadı. Önde bir öğrenci boğazını temizledi. Loş ışık altında parlayan defter satırları arasında, Arda kısa bir bakışla Azra’nın gözlerini aradı. Kaşları arasında beliren çizgiler derinleşti. Deftere eğildiğinde alnı hafifçe kırıştı ama eli titremiyordu artık. Cümleleri yazarken çenesini sıktı, sonra gevşetti.

“Sanmıyorum Azra. Elbette mutlu olmana sevindim ama benim güvenmem için biraz zaman gerekiyor.”

Azra, defteri alırken bir an duraksadı. Başını yana eğdi, satırları tarayan gözlerinde kısa bir gölge geçti. Dudaklarının kenarında tereddüt belirirken parmakları yeniden kalemi kavradı.

“Bana güvenmiyor musun peki?”

Arda başını çok hafifçe salladı, dudaklarını birbirine bastırarak cevap yazdı. Ses çıkarmadan nefes verdi.

“Elbette güveniyorum.”

Azra’nın gözleri cevapları tararken hafifçe buğulandı. Satırlara doğru eğildi, deftere her harfi usulca işlerken kalbi sanki sayfanın üzerine dökülüyordu.

“O zaman, ona değil bana güven. Yanlış bir şey hissedersem, söz veriyorum gereken neyse öyle davranacağım.”

Sınıfta fısıltılar yükseldi. Ozan’ın sesi bir anda tüm salonu doldurdu: “Shakespeare’in trajedisinde, karakterin gözünü kör eden şey çoğunlukla duygulardır...” Ozan tahtaya dönüp bir şeyler yazarken, Azra'nın iç sesi yankılandı: Ya benim gözüm çoktan kör olduysa?

Arda'nın kalemi tekrar deftere indi. Bu sefer duraksamadan yazdı.

“Sorun da bu Azra, aşk gözlerini kör ederse ve sen yanlış olduğunu anlamazsan?”

Azra'nın kaşları çatıldı. Kalemini bir süre parmakları arasında çevirdi, sonra iç çekerek başını hafifçe öne eğdi. Bakışları defterin satırlarına gömülmüştü, dudaklarını ısırarak yazdı:

“Peki, senin tavsiyen ne?”

Arda bir an başını geriye yasladı, tavanın gri sıvasına baktı, sonra tekrar deftere eğildi.

“Taraflı olduğumu düşünüyorsun ama lütfen benimle paylaş.”

Azra bu cümleyi okurken dudaklarında küçük bir kıvrım oluştu. Kalemi yeniden oynatırken bakışlarını Arda’ya kaydırdı, sonra yine satırlara döndü.

“Suratını asıp beni germeyecek ve her şeye olumsuz bakmayacaksan, tabii ki paylaşırım.”

Arda bu kez yazmadan önce gözlerini Azra’da gezdirdi. Cevap yazarken eli daha yavaş hareket etti.

“Söylediğim her şeyi ondan nefret ettiğim için söylediğimi düşünme sen de. Dediğin gibi tanımıyorum onu, tanısam belki çok severim, bilmiyorum. Ama şu an için güvenemiyorum.”

Azra yazılanları okuduğunda kısa bir iç çekti. Gözlerini devirdi ama bir yandan da gülümsüyordu.

“Anladım Bay Şüphe. Ben ona şimdilik güveniyorum. Sen de bana güven.”

Arda’nın gözleri bu son cümlede takılı kaldı. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme oluştu. Başını hafifçe salladı.

“Öyle olsun.”

Azra derin bir nefes aldı, gözleri nemliydi artık. Kalbinin içinden geçen o en yalın cümleyi yazdı, parmakları hafif titreyerek:

“Seni seviyorum, hem de kocaman. Lütfen beni üzme.”

Cümleyi bitirdiğinde defteri Arda’ya uzatırken gözleri onun gözlerinde kilitlendi. Arda da o an başını çevirmişti. Artık sabahki o donuk, kırık ifade yoktu yüzünde. Parmaklarıyla küçük bir kalp şekli yaptı, ardından göz kırptı.

Azra, içten bir gülümsemeyle karşılık verdi. Sınıfın uğultusu, sahnedeki Shakespeare anlatımına karışırken, aralarında sessizce kurulmuş bir barış köprüsü vardı artık. En azından bir süreliğine.

Ozan, göz ucuyla Arda’nın Azra’ya yaptığı o küçük ama anlamlı kalp jestini fark etti. Sandalyesine yaslandı, sözlerini seçerken sesine öğretmenlere özgü bir otorite, ama bir o kadar da sınıfta yayılan duygu hâlinden keyif alan muzip bir ton yerleşti.

“Evet Arda, aşk ilanın bittiyse eğer, gel senin Shakespeare eserini dinleyelim,” dedi, dudaklarının kenarı belli belirsiz yukarı kıvrılmıştı.

Arda, bir anda yerinde toparlandı; kulaklarına yürüyen hafif bir kızarıklıkla gülümsedi. Ayağa kalkarken gömleğini düzeltti, sahneye doğru yürürken sesi biraz utangaç, ama hâlâ kendine özgü bir özgüvenle yankılandı.

“Tabii, bir saniye. Meryem, eşlik et bana,” dedi fısıltıyla.

Sınıfın ön tarafında birkaç fısıltı duyuldu; bir sandalye gıcırdadı. Loş ışık, sahneye yaklaşan Arda’nın gölgesini duvara uzattı. Ozan, kaşlarının altından anlamlı bir bakış attı ama ses etmedi. Sınıf, kısa süreliğine susmuştu; havada bir şeylerin olacağına dair o tarifsiz beklenti asılıydı.

Azra, oturduğu yerden öne eğildi. Arda'nın sahneye doğru attığı her adımda içten içe onun yetisini ve duruşunu diğer öğrencilere de fark ettirmek istedi. Görün onu, diye düşündü, gerçekten kim olduğunu görün.

Arda, Romeo’nun tiradını okumaya başladı. Sesi, salonun eski taş duvarlarında yankılanan güçlü ve tok bir titreşimle yükseldi. Cümleler ilerledikçe nefesi dengelendi, ritmi oturdu. Son dizelere yaklaşırken, bakışlarını hiç kaçırmadan Azra’ya çevirdi. Kalabalığın içinden yalnızca ona konuşuyormuş gibi bir kararlılıkla…“Ah Juliet... Neden böyle güzelsin ha? Yoksa ele avuca sığmayan ölüm mü âşık oldu sana?

İnanayım mı o iğrenç canavarın bu karanlıkta sevgilisi olasın diye seni sakladığına?

İşte bundan korktuğum için… sonsuza dek yanında kalacağım…”

Her kelimeyi tek tek tartarak, bir duayı tekrarlar gibi söyledi. Sanki sahnedeki Romeo değil de, kendi duygularının derininden seslenen bir Arda vardı orada. Azra, kalbinin yavaşça hızlandığını hissetti. Tiradın içinde boğulan bir sessizlik oldu. Ardından sınıf kendiliğinden alkışlamaya başladı, gerçek, içten bir alkış. Sıradan bir görev değil, bir şeylere tanıklık etmiş olmanın coşkusuydu bu.

Ozan bile kısa bir duraksamayla gözlerini Arda’ya çevirdi ve başını sallayarak, “Bravo,” dedi, sesi bu kez ciddi ve içtendi.

Arda hafifçe selam verdi, ardından sahneden inerken göz ucuyla Azra’ya baktı. Gözlerinde hâlâ titreyen bir şey vardı; Azra’nın bakışlarıysa onun üzerinde takılı kalmıştı. Kendi kendine, Bu sözler... Bu bağlılık yemini... Ölmemden mi korkuyor bu çocuk? diye sordu. İçine düşen bu cümle, Arda’nın tüm o öfkeli, savunmacı hâlini başka bir ışıkla aydınlattı.

Arda’nın Mert’e karşı olan tavrı, kıskançlıktan değilmiş meğer. Azra, onun endişesini artık berrak bir şekilde görebiliyordu: Kardeş olarak gördüğü kişiyi kaybetme korkusu. Ona zarar gelmesinden duyduğu saf bir kaygı… Bu düşünce, sabah yaşananların üzerindeki perdeyi kaldırdı ve geriye yalnızca saf, derin bir bağ kaldı. O sevgi, kırgınlıkla değil, korumayla yoğruluydu.

Azra’nın yanındaki Aslı, kolunu hafifçe dürterek eğildi. Fısıltısı, sınıftaki hafif uğultunun arasından çekip aldı onu düşüncelerinden.

“N’oldu şimdi? Neden tiradı senin için okumuş gibi hissettim?” diye sordu, kaşlarını hafif kaldırarak.

Azra başını hafifçe eğdi, dudaklarında ince bir tebessümle geçiştirdi.

“Daha güçlü olmasını istediği için bize dönmüştür,” dedi sessizce. Gözlerini sınıfa çevirdi, sonra tekrar Arda’ya… Aslı’nın kafasını 'bana okudu zaten' diyerek şimdi daha çok karıştırmanın anlamı yok, diye düşündü.

Ders, sırayla sahneye çıkan diğer öğrencilerin tiratlarıyla devam etti. Bazıları hevesliydi, bazıları sadece görevini yerine getiriyordu. Arka sıradaki pencere azıcık aralıktı, dışarıdan okul gürültüsüne karışan kuşların sesi bir an salona doldu. Ozan nihayet defterini kapattı, ayağa kalktı.

“Evet arkadaşlar, piyes için hazırlıklarınızı yapın, önümüzdeki hafta Shakespeare konusunu bitirmiş olacağız. Görüşmek üzere.”

Azra, Ozan sınıftan çıkarken ayağa kalktı. Sandalyenin ayakları taş zeminde ince bir gıcırtıyla kaydı. Çantasını toparlarken Ebru çoktan yanına sokulmuştu.

“Ee, bir saatlik edebiyat dersimiz bitti,” dedi merakla. “Bir sonraki derse üç saat var. Saat daha on olduğuna göre, ne yapalım bire kadar?”

Azra başını kaldırıp arkadaşlarına baktı, sonra göz ucuyla pencerenin dışındaki bulutlara.

“Hadi terasa gidelim,” dedi kararlı ama neşeli bir tonla. “Birer kahve içip plan yaparız.”

Ayakkabılarının topukları koridorda yankılanırken, arkadaş grubu konuşarak sınıftan çıktı. Kahkaha, fısıltı, ayak sesleri… Hepsi, geride bırakılan bir duygunun üzerinde salınan ince bir perde gibi ardında kaldı.

Azra, Can'ın koluna hafifçe tutunmuş, terasın mozaik taşlı zemininde yankılanan topuk sesleri eşliğinde ilerliyordu. Üzerlerinden süzülen renkli şemsiyeler rüzgârla yavaşça sallanırken, gözleri önden yürüyen Ebru'ya takıldı.

“Ebru,” dedi Azra, adımlarını hafifçe hızlandırarak, “panolara ilan astınız mı? Karius ve Anterius’tan birilerini tanıyanlar var mı diye?”

Ebru, akuamarin taşlardan oyulmuş masalardan birine yönelirken başını çevirdi. “Astık, evet.” Şelalenin yankılanan sesi cümlesine yumuşak bir fon ekledi.

“Hiç gelen oldu mu?” Azra’nın sesi netti, ama içinde aceleye getirilmiş bir merak da gizliydi.

Ebru, masaya otururken kollarını masaya dayadı. “Şöyle yaptık. Tanıyanlar varsa isimlerini ve ders programlarını panoya yazmalarını istedik. Ayrıca ders dışında nerelerde olduklarını da bildirmelerini söyledik.”

Masaya oturan diğerleri, mor yaprakların gölgelediği alanda kahvelerinden ilk yudumlarını alırken, Azra omzunu hafifçe geriye atıp konuştu. “Çok güzel. Aslı ve sen kontrol edin onları. Tanıyanlar varsa, arkadaşlarına ulaşıp kendi okullarındaki altı kişilik grupların listelerini alsınlar.”

Ebru başını sallayarak onayladı. Masanın hemen ötesinde, kaplıca havuzlarından yükselen buhar gökyüzüne doğru incecik yükseliyordu. Gövdeleri kıvrılarak yayılan birkaç öğrenci, o taraflardan hafif kahkahalarla konuşuyordu.

Azra, Ece’ye dönerek göz temasını kurdu. “Ece, sana kahinlerden gelen oldu mu?”

Ece, bardağındaki buharı izleyerek başını iki yana salladı. “Olmadı.”

“Sessizce gidip Ali’yle konuş. Kütüphanedeki yasak kısmı açabiliyor mu, öğren lütfen.” Azra'nın sesi bu kez daha yumuşaktı, ama içinde net bir beklenti vardı.

“Tamam,” dedi Ece, gözlerini Azra’ya dikerek, “birazdan giderim.”

Azra, dirseklerini masaya yaslayıp geriye yaslandı. Gökyüzü, bir fırça darbesiyle turuncudan kızıl ateşe geçmiş gibiydi. “Peki,” dedi gözlerini kaplıcadan dışarı bakan bir öğrenci grubuna kaydırarak, “okulda şekil değiştiren tanıyan var mı hiç?”

Can, kahvesini bırakarak öne doğru eğildi. “Şekil değiştiren derken?” Kaşları hafifçe çatılmıştı. “Nesnelerin şeklini değiştirebilen mi, yoksa kendi şeklini değiştiren mi?”

“Tabii ki nesnelerin,” dedi Azra, kısa bir gülümsemeyle Can’ın ayrımını onayladı. “Değişen demedim, değiştiren dedim.”

Aslı hemen araya girdi, gözleri heyecanla parladı. “Benim var öyle bir tanıdığım. Neden ki?”

Azra’nın bakışları ciddi bir yoğunlukla sabitlendi. Parmakları fincanın kulpunda istemsizce dolaşırken konuşmaya başladı: “Eğer Ali kapıyı açamazsa ya da açmazsa, Can bana bir hayvan yakalayıp getirecek. Maymun olabilir. Zekaya sahip biri. Şekil değiştiren de onu insana çevirecek. Ben de Büyü-Dil ve Hayvanlarla Konuşma ile etkileşim kuracağım. Odanın kapısını onunla açacağım.”

Cümlesi bittiğinde, Ebru’nun alnındaki kaslar gerildi. Sandalyeye yaslandığı yerden doğrulurken gözleri Azra’nınkine kilitlendi, sesi yükselmeden ama öfke keskinliğinde geldi: “Hayvan ölür ama o zaman!”

Şelalenin arkasındaki küçük ırmağın şırıltısı aniden sessizliğe benzer bir yankı doğurmuştu.

Azra kaşlarını çatmadan, sesi dalgalanmadan cevap verdi: “O kapıyı açmanın başka yolu var mı Ebru?” Dudakları çok az kıpırdamıştı. “Ölüm açıyor kapıyı. Bir hayvan bize yardımcı olmuş olacak sadece.”

Ebru, sandalyesinden biraz daha öne eğildi. Parmakları öfkeyle yumruğa dönüşmeden önce titredi. “Hayvan da olsa yaşam hakkını elinden alamazsın Azra!” dedi, sesi teraziyi kıracak son ağırlıktı adeta. “Bu… yanlış.”

Azra sessiz kaldı. Şemsiyeler rüzgârla yine usulca kıpırdadı. Mor yapraklar bir an için sanki konuşmayı dinliyormuş gibi kıpırdamayı bıraktı. Azra’nın sesi, hafif bir iç çekişle karışık bıkkınlık taşıyordu. Sırtını sandalyeye yasladı, dirseğini masaya dayayıp parmaklarını şakağına götürdü. “Ebru yapma Allah aşkına,” dedi, bakışlarını kaçırmadan. “Cani değilim herhalde ama başka çarem yok. Cansız bir nesne olamayacağına göre bir hayvan olmalı bu.”

Azra'nın sözleri, arkalarındaki ırmağın şırıltısıyla çatışır gibi oldu bir an. Hafif rüzgâr şemsiyeleri hışırdatırken Can kaşlarını yukarı kaldırarak döndü ona. “Pardon ama maymunu neden ben yakalıyorum?”

Azra taş zeminde topuğunun çıkardığı tınıyla hafifçe doğruldu, sesi bariz bir mantığın izini sürüyordu. “Çünkü sen kaybolup birden ortaya çıkabiliyorsun. Ben mi yakalayacağım?”

Can, omzunu hafifçe silkerek gözlerini devirdi. Güneşin kaplıcalardan yükselen buharla kırıştığı gökyüzüne bir an baktıktan sonra dudaklarını büzdü. “E, istersen sen de kaybolup birden ortaya çıkabilirsin Azra. Senin bir iletken olduğunu hatırlatmama gerek var mı?”

Azra, sanki o an Dünya’daki yara izi yeniden sızlamış gibi yüzünü buruşturdu. Dudaklarını sarkıtıp bir çocuk gibi masum görünmeye çalıştı. “Yok tabii ki ama… yaralıyım. Bugün zaten farklı birkaç güç daha kullanacağım,” diye mırıldandı, başını eğerek oynadığı rolün hakkını verircesine.

Can onun bu teatral çabasına sadece kısaca baktı, sonra iç geçirip sandalyesinden doğruldu. “Anladık, tamam,” dedi, tartışmanın uzamasını istemeyen bir teslimiyetle.

Terasın diğer ucundaki öğrencilerden gelen kahkahalar kısa bir anlığına konuşmaları bastırdı. Ebru, ellerini göğsünde sımsıkı kavuşturmuştu. Gözleri buz gibi keskinleşti. “Ben bir hayvanın öldürülmesine kesinlikle karşıyım,” dedi, sesi titreşmeden ama son derece sert.

Azra’nın gözleri devrildi. Gölgesini mozaik zemine düşüren şemsiyenin altında, sesine hafif bir alaycılık yerleşti. “Ben zaten psikopatım, bayılıyorum hayvanlara zarar vermeye! Başka yolu yok. Daha iyi bir fikrin varsa söyle Ebru.”

Ebru’nun omuzları düştü, dudaklarının kenarı hafifçe gerildi. “Yok,” dedi sıkıntıyla, “ama… bulabiliriz.”

Azra gözlerini kısmıştı, sesi artık net ve kesinlik taşıyordu. “Tamam o zaman. Ece, Ali o kapıyı açmak için bizimle gelmezse, benim maymundan daha iyi bir fikrim yok. Ama o zamana kadar daha iyisini söylersen, elbette değerlendiririz.”

Terasın üzerindeki mor yapraklı ağaçlardan düşen bir yaprak, masanın ortasına sessizce indi. Ebru, hüsranla soluklandı. “Öf Azra ya!”

Aslı ellerini usulca masanın kenarına koydu, araya girerken ses tonunu düşük tuttu ama kelimeleri netti. “Hayvanın ölmek zorunda olması elbette iyi değil ama mantıklı bir fikir gibi görünüyor.”

Ebru başını Aslı’ya çevirdi, hayal kırıklığı gözlerinde çırpınıyordu. “Sen yapma bari Aslı.”

Azra, göz ucuyla ikisine birden baktı. Artık bu küçük çatallanmanın da önünü kapatmak istiyordu. “Can, sen maymunu aramaya başlasan iyi edersin.”

Can hafifçe mırıldandı. “Sen ne yapacaksın peki?” diye sordu, bir yandan da sandalyeden kalkarken.

“Arda ile çalışacağım biraz ben,” dedi Azra, parmaklarıyla bardağındaki kalan kahveyi karıştırırken gözlerini çevirmeden.

“Tamam o zaman,” dedi Can, ellerini cebine atarak. “Herkes kahvesini içtiğine göre dağılalım.”

“Biz burada olacağız,” dedi Azra, terasın serin gölgesine bakarak. “İşini bitiren gelsin.”

Can birkaç adım attıktan sonra duraksadı. Şelalenin sesi yeniden duyulur olmuştu. Başını yarı çevirerek sordu: “Azra, maymunu nereden bulacağım acaba ben?”

Azra gözlerini Ebru’ya çevirdi, dudaklarında muzip bir kıvrım belirdi. “Sevgilinin bahçesine bak, onun kıyıya kenara sakladığı bir maymun vardır mutlaka.”

Ebru anında oturduğu yerden doğrulup atıldı. “Hayvanlarımdan uzak dur Azra!”

Azra, içindeki rahat alayla kolunu masaya yasladı. “Çok isterdim ama yapamam maalesef.”

Ebru, başını geriye atıp derin bir “Öf!” çekti. Güneş, kaplıcalardan yükselen buharın içinde neredeyse silikleşmişken, arkadaşının damarına basmadaki ustalığı karşısında pes etmiş gibiydi.

Azra ayağa kalktı, sesi son komutunu verirken berrak ve hedefe yönelmişti. “Hadi herkes görev başına.”

Grubun her biri, kafalarında kalan tortularla ama planı sindirmiş bir şekilde masadan kalktı. “Tamam, görüşürüz,” diyerek farklı yönlere doğru dağıldılar. Irmağın şırıltısı ve uzaklardaki öğrencilerin cıvıltıları, terasın sessizliğini tekrar ele geçiriyordu.

 

Grubun ayak sesleri uzaklaşınca, terasta yalnızca Azra ile Arda kaldı. Masanın ucundaki boş fincandan hâlâ hafif bir buhar yükseliyordu. Taş zeminin soğukluğu Azra'nın ayak bileklerine kadar tırmanırken, uzaklardan gelen öğrenci gürültüsü, kuş seslerine karışıyordu. Azra'nın bakışları kısa bir an için Arda'nın dingin siluetinde asılı kaldı, sonra gümüşi haresi titreşti ve Arda'nın gece mavisine bulandı. Bakışları hala konuşan Meryem’e yöneldi.

Omzunu hafifçe kırarak sabırsızca seslendi:

“Meryem, bir durur musun lütfen?”

Meryem gözlerini devirip havada bir yarım tur döndü, sanki kendisini susturmak büyük bir haksızlıkmış gibi.

“Aa, Azra! Tamam, sustum.”

Azra, konuşma fırsatını yakalamışken hızla sordu. Kaşlarının arasındaki çizgi, sabahkinden beri silinmemişti:

“Ne yaptın iletkeni? Ulaşabildin mi?”

Meryem dudaklarını kıvırıp başını yana eğdi. “Bütün gece aradım onu ama henüz ulaşamadım.”

Azra bir an için başını eğip gözlerini kıstı. Terasın taşlarının üzerinden süzülen kızıl ışık, yüz hatlarını belirginleştiriyordu.

“Şüheda'ya baktın mı?”

Bu soru karşısında Meryem bir an donakaldı. Göz kapakları birden aralandı, sesi tuhaf bir tonda titredi:

“Ama oraya sadece vaktinden önce öldürülen masum ruhlar girebilir.”

Azra derin bir iç çekerek başını iki yana salladı, sesi kendini zor sabitliyordu:

“Meryem… Sen canını korumaya çalışırken kardeşin tarafından öldürüldün. Üstelik boğularak. Vaktinden önce alınmış masum bir can değil misin? Şüheda’ya geçmeyi denedin mi hiç?”

Meryem’in gözleri daha da irileşti, kollarını karnına çekip havada süzüldü, sesinde safça bir merak vardı.

“Ay hayır… Ben oraya uygun muyum yani?”

Azra gözlerini devirdi, başını hafifçe geriye atarak kısa bir iç sesle kendini tuttu:

Allah'ım bu kız niye böyle?

Bakışlarını Arda’ya çevirdi, sesi daha kuru ve sabırsızdı:

“Arda, sen bu kızı nereye yerleştirdin?”

Arda, sandalyesinde yarı kaykılmış halde oturuyordu. Omuzlarını umursamazca silkti.

“Berzah’a.”

Azra alnını ovuşturdu, dişlerinin arasından konuştu:

“Allah’ım delireceğim…”

Gözleri hâlâ Arda’ya dikiliyken sesini yükseltti.

“Şüheda'ya götürmedin mi onu?”

Arda gözlerini devirdi, sesi biraz da Azra’nın sertliğine karşı bir savunmaydı:

“Azra, sanki girebiliyorum ben Şüheda’ya falan… Kapıdan döndüm işte, biliyorsun.”

Azra yeniden Meryem’e döndü, dudaklarının kenarı gerilmişti.

“Peki… Aradığımız iletken… Şüheda’da olabilir mi?”

Meryem parmaklarını birbirine kenetleyip başını yana yatırdı.

“Bilmem ki… Sormadım.”

Azra, bir an boşluğa baktı. Alt dudağı titredi, sonra öfkeyle patladı:

“İnsan yaşadığı yeri sormaz mı yahu!”

Ayağa kalkarken topuklarının taş zemindeki sesi, sabırsızlığını yankıladı.

“Git hemen o iletkeni bul ve bana getir!”

Azra'nın sesi netti, tartışmaya kapalı. Meryem bir anda yok oldu, ortalık yeniden sessizliğe büründü.

Azra, iç geçirdi. Omuzları hafifçe düştü, başını iki yana sallayarak Arda’ya mırıldandı:

“Tam bir şapşal bu kız ya…”

Azra, masadaki yarı boş çayı eliyle hafifçe kenara iterken başını yana eğdi. Gözlerini Arda'nın yüzüne dikti, tonu daha önceki sabırsızlıklarının yankısını taşıyordu.

“Sen ne yaptın dedenle?”

Terası dolduran öğle sıcağı, taş zeminden yansıyarak yüzlerine vuruyordu. Uzaklardan bir grup homurtusu ve kuş sesi karışarak anı deldi geçti.

Arda'nın yüzü kısa bir an için yumuşadı, çenesindeki kaslar gevşedi. Bakışları boşluğa kaydı.

“Uzun zamandır görmemiştim onu… Özlemişim.”

Azra kaşlarını çatarak toparlandı, gözlerini kısıp sertçe karşılık verdi.

“Arda, onu mu soruyorum? İtaat ettirdin mi?”

Arda sandalyesine daha da yayılıp bir homurtuyla güldü, sesi alaycıydı.

“He, ettirdim. İnanır mısın, bütün gece evi toplayıp toplayıp baştan yerleştirdik. Hasbinallah…”

Azra'nın burun delikleri hafifçe seğirdi, göz kapaklarını yarıya indirerek yutkundu.

“Ben sana ne dedim? Çalış demedim mi?”

Arda omuzlarını umursamazca silkti, başını yana yatırarak cevapladı.

“Çalışıyorum zaten.”

Azra, içini çekip başını gökyüzüne çevirdi. Terasın taşlarında ince bir rüzgâr gezinirken, saçları yüzüne sürüldü.

“İyi,” dedi, gözlerini devirerek. “Çağır bakalım Neriman Atik’i.”

Arda hemen dikleşti, buyruk altındaki kaçak bir çocuk gibi hızlıca mazeret üretti.

“Fotoğraf bul, çağırayım.”

Azra bu bahaneyi elinin tersiyle geçercesine yok saydı. Gözlerini kısmış, doğrudan bakıyordu.

“Dedeni çağır o zaman.”

Arda, elini masaya yaslayarak öne eğildi. Sesi yavaşladı, gözleri ciddiyetle Azra’nınkilere kilitlendi.

“Azra, boş ver dedemi nenemi şimdi,” dedi, sesinde alışılmadık bir ağırlık vardı. “Bana kızma ama… Mert’e karşı temkinli olmanı istiyorum.”

Azra’nın çenesi hafifçe gerildi, göz bebekleri Arda’nın üzerinde sabitlenmişti.

“Arda, neden bu kadar takıldın?”

Sözcükler onun da anlamlandıramadığı bir bıkkınlıkla döküldü dudaklarından.

Arda sandalyesinde doğrulup ellerini birleştirdi, gözlerinde bastırdığı bir kaygı kıpırdanıyordu.

“Fazla hızlı, fazla iyi ve fazla mükemmel,” dedi, kelimeleri tartarak. “Senin için özel tasarlanmış bir adam gibi… Değil mi sence de?”

Azra'nın yüz ifadesi değişti. Göz kapakları aralandı, bir düşünce çatlağı gibi yüzüne yayılan tereddütle mırıldandı:

“Öyle mi?”

Arda başını yavaşça salladı.

“Evet, öyle.”

Azra’nın yüreği bir anlığına göğsünde daraldı. Arda’nın sesi bile onun iç dengesini etkiliyordu. Oysa bu endişeyi başka biri taşısa yalnızca geçiştirir, konuyu kestirip atardı. Ama Arda… Onun için farklıydı. Arda’nın gerginliğini görmezden gelmek içinden gelmiyordu.

Birkaç saniye sustu, sonra derin bir nefesle yumuşadı.

“Kapatalım bu konuyu,” dedi, uzlaşmacı bir tonla. “Tamam, temkinli olacağım.”

Bu söz, Arda’nın yüzündeki buzları çözdü. Sabahki asık çehresi, yerini samimi bir rahatlamaya bıraktı. Ellerini dizlerine bırakarak öne eğildi, su yeşili gözleri Azra’nın yüzünde dolaştı.

“Sadece kırılmanı, üzülmeni istemiyorum,” dedi içtenlikle. “Daha kötüsü olsun… Hiç istemem.”

Azra, bu sözlere karşılık başını hafifçe yana eğdi, dudaklarının kenarı belli belirsiz kıvrıldı.

“Arda, dikkatli olacağım,” dedi, usulca. Göz göze geldikleri o an, rüzgâr bir uğultuyla aralarından geçti.

Ortamı daha da yumuşatmak istercesine, sesi daha canlı bir tona büründü.

“Hadi biraz çalışalım. Birisini çağırmayı dener misin?”

 

Arda, masaya dirseklerini yaslayıp sabırsız ama heyecanlı bir ifadeyle başını Azra’ya çevirdi.

“Kimi çağırayım?” diye sordu, hazır görünmeye çalışarak.

Azra, gülümseyerek eliyle bankın taş sırtını yokladı, parmaklarının ucunda taşın soğuk dokusu vardı.

“Dayını çağır hadi,” dedi.

“Tamam.”

Arda gözlerini kapadı, yüzüne kısa bir ciddiyet yerleşti. Birkaç saniye boyunca derin bir nefes aldı. Bu sırada uzaktan, kaplıca tarafındaki sıcak havuzlardan yükselen buhar bir rüzgârla çınarların arasına süzülüyor, ırmağın kıvrılarak akarken çıkardığı o tanıdık şırıltıyla bütünleşiyordu.

Sonunda, gözlerinin önünde bir adam beliriverdi. Kumraldı, yeşil gözleri dikkat çekiyordu. Arda’nın biraz daha yaşlı, daha sert bakışlı bir hali gibiydi. Ruhun gözleri doğrudan Azra’ya kilitlenmişti.

Azra başını hafifçe eğdi, sesi yumuşaktı ama temkinli bir mesafe barındırıyordu.

“Hoş geldiniz,” dedi.

Arda gözlerini açtı. O anda terasın üstündeki renkli şemsiyelerden biri hafifçe döndü, gölgesi Azra’nın dizine doğru kaydı.

Ruh, çatılmış kaşları ve kısa bir öfkeyle,

“Neden çağırdınız beni?” diye sordu.

“Dayı?”

Arda’nın sesi tedirginlikle doluydu. Onu gerçekten çağırabilmiş olmanın şaşkınlığı, gözbebeklerinde titreşti.

Adamın başı hızla Arda’ya döndü. Şaşkınlık, ardından tanımanın sevinci yerleşti gözlerine.

“Arda, sen misin bu? Ne kadar da büyümüşsün! Öldün mü yoksa?”

“Hayır ölmedim dayı, büyü—”

“İyileştin mi peki?” diye sözünü kesti, sesi çatallanarak. Cümlesi geçmişin izlerini havaya savuruyordu.

“Iyiyim, gördüğün gibi.”

Arda başını çevirip uzaklara baktı; pembe ormanın kıyısından kızıl ışıklar yansıyor, denizin yakut rengi terasın taşlarına vuruyordu.

Adam çevresine baktı; bankların arasından geçen öğrencilerin sesleri, gülüşmeleri şelalenin sesiyle karışıyordu.

“Dünya’da değilsin,” dedi kuşkuyla. “Orada iyileştin mi? Ah o baban yok mu, ölmedi de!”

“Dayı, bu konuyu sonra konuşsak?”

Arda’nın sesi sıkıntılıydı, yanaklarına belli belirsiz bir kızarıklık yayılmıştı.

“Bak, arkadaşım var.”

Adamın gözleri tekrar Azra’ya döndü. Yüzüne muzır bir ifade yayıldı.

“Kim bu güzel kız? Sevgilin mi yoksa kerata? Benim Arda'm büyümüş, iyileşmiş, güzel bir kız da bulmuş! Seni böyle gördüm ya...”

Ağzını kapattı, sonra yeniden konuştu, sesindeki ton yumuşadı.

“Arda, ben anneni ziyaret ediyorum arada ama sen yoksun evde, evlendin mi yoksa?”

“Hayır dayı, evlenmedim...”

Arda’nın sesi bu kez neredeyse fısıltıydı, kaçamak bir bakışla Azra’nın tepkisini ölçmeye çalıştı.

“Arda hasta mıydı?”

Azra, tereddütsüz sordu. Adamın sözleri, zihninde ani bir bağlantı kurmuştu.

Adam şaşkınlıkla Azra’ya döndü.

“Aa, kızım sen bilmiyor musun? Anlatmadı mı yoksa ölümden döndüğünü?”

Bu sözler, dev çınarın gölgesine bir anda soğuk bir esinti getirmiş gibi havayı gerginleştirdi. Azra’nın gözleri büyürken, Arda panikle yerinden hafifçe kalkar gibi oldu. Irmağın kenarındaki birkaç öğrenci buharlar arasında gülüşüyordu, ama bu masa çevresinde bir sessizlik çöktü.

“Dayı seni gördüğüme sevindim. Gidebilirsin,” dedi Arda, aniden.

Elini kaldırdı; sert ama kontrollü bir hareketle. Dayısı bir anda silindi, sanki hiç orada olmamış gibi.

Azra, başını Arda’ya çevirdi. Kaşlarını çatmıştı, yüzüne öfke değil ama sorgulayan bir hayal kırıklığı yayılmıştı.

“Neden gönderdin? İletken için yardım isteyecektim!”

“Ben sonra isterim yardım Azra,” dedi Arda, gözlerini kaçırarak.

Ama Azra’nın aklı o cümledeydi. Terasın uç kısmındaki taş korkuluklardan görünen turuncu gökyüzü gözlerini kamaştırsa da dikkati dağılmıyordu.

“Sen ölümden mi döndün?”

“Oldu öyle bir şeyler,” diye mırıldandı Arda, sanki sesi ırmakta kaybolmuş gibi.

“Ne oldu Arda?”

Azra’nın sesi bu kez yükselmişti; sol yanında duran devasa mor yapraklı çınarın rüzgârla kıpırdayan dalları bile sanki onu destekliyordu.

“Azra, anlatmak istemiyorum şu anda.”

“Neden istemiyorsun?”

“Belki sonra anlatırım, tamam mı?”

“Şimdi anlat Arda.”

Azra'nın sesi bu kez sertti, kararlı ve tavizsiz.

“Azra lütfen...”

Arda dudaklarını birbirine bastırdı. Kollarını göğsünde kavuşturdu; gövdesiyle siper almış gibi, gözleri buhar içindeki kaplıcalardan gelen sıcaklıkla bile erimeyecek kadar sertti.

Azra, onun bu duvar gibi hali karşısında bir an durdu.

“Bir sorun varsa bilmek zorundayım,” diye düşündü. Ama doğrudan zorlarsam geri çekilir, diyerek sesini alçalttı; tonu yumuşaktı ama kelimeleri keskin.

“Tamam, demek bana anlatabileceğin kadar yakın hissetmiyorsun. Tamam, sormadım say.”

Bu cümle, Arda’nın zırhını paramparça etti.

“Bunun doğru olmadığını çok iyi biliyorsun sen!” dedi.

Yeşil gözleri yalvarıyordu; Azra’nınkine kenetlenmişti, çınarların arasından süzülen ışık gözbebeklerinde titriyordu.

“Bildiğim şeylerden emin olamıyorum bu aralar.”

Azra’nın cevabı blöftü; ama tonu, Arda’nın yüreğini yerinden oynatacak kadar inandırıcıydı.

Arda’nın omuzları çöktü. Göz kapakları ağırlaştı.

“Azra, kimsenin bilmesini istemiyorum bunu, lütfen zorlama...”

Sesi kırık döküktü, rüzgârın taşıdığı bir itiraf gibiydi.

Azra, terasta bir anlığına kesilen tüm sesleri yeniden duydu: Uzaktan gelen öğrencilerin kahkahaları, yukarıdaki şemsiyenin çıtırtısı, taşların üstünde yankılanan birkaç adım sesi.

Arda’ya baktı. Derin bir nefes aldı ve son hamlesini yaptı.

“Tamam, bir şey demiyorum. İstemiyorsan anlatma.”

Şelalenin şırıltısı, masanın çevresine dingin bir örtü gibi serilmişti. Irmağın kenarında, mor çınarın gölgesine sığınmış masa, dev yaprakların yansımalarıyla titreşen bir huzur içindeydi. Azra, dizlerini birleştirerek oturduğu sandalyeye hafifçe yaslanmıştı. Etraftan gelen öğrencilerin neşeli sesleri, uzaklardan gelen kaplıca buharının tıslamasıyla karışıyordu.

“Hay kahretmesin ya!” diye patladı Arda, ellerini başına götürerek saçlarının arasına daldı. Parmaklarının arasından gözlerini kısarak Azra’ya baktı. “Şimdi bunu düşünüp duracaksın, bir de ben takılacağım kafana!”

Azra, onun yüzündeki kırılgan öfkenin altını gördü. Gözlerini bir an güneşin suya vurup parıldayan yansımasına çevirdi, sonra sakince başını eğdi. “Aynen öyle olacak ama sorun değil,” dedi. Sesi, mavi akuamarin taşların üzerinden yumuşakça yansıdı.

Arda derin bir nefes alıp gözlerini yumdu. Omuzları düştü, terasın kenarındaki taş korkuluklara yaslanan gölgesi bile sanki küçülmüştü. Yorgun bir çaresizlikle, “Azra, kimseye söylemeyeceksin, tamam mı?” diye sordu, sesi neredeyse duyulmayacak kadar inceydi.

Azra, sandalyesinde hafifçe doğrularak gözlerini ona çevirdi. “Çocuklardan mı bahsediyorsun?”

“Evet. Hiç kimse bilmeyecek.”

“Tamam, söylemeyeceğim,” diye söz verdi. Cümle ağızdan çıkarken çınarın yaprakları çıtırtıyla kıpırdadı; rüzgarın da onayladığı bir yemin gibiydi.

Arda bir an başını öne eğdi, dudaklarını gerdi. Derin bir soluk alarak kelimeleri boğazından söküp çıkarmaya başladı. “Benim... iğrenç bir babam var...” Yüzü karardı. Gözbebekleri donuklaştı; anlatmak değil, hatırlamak yoruyordu onu. Gırtlağını temizledi, ardından bir iç çekişle gözlerini Azra’ya çevirdi.

Azra ellerini masanın altındaki soğuk mozaik taşlara yasladı. Arkadaşının acısına hazırlıklı olmaya çalışırken içinden, Bu kez neler duyacağım acaba? Sakin kal Azra, diye geçirdi.

Arda titreyen bir nefes aldı. “Ben küçükken, beş altı yaşlarındayken... babam annemle beni çok döverdi. İçerdi, kumar oynardı, sonra da gelip bize eziyet ederdi. Bir arkadaşı vardı, kumar arkadaşı... Fakir bir evde büyüdüm ben, babam yüzünden...”

Azra’nın zihninde, Arda'nın Seperius’taki o gösterişli, asaletle dolu evi belirdi bir anlığına. O görkemli salon kadife koltuklar, mücevherlerden yapılma eşyalar... Şimdi anlatılanlarla tezatı, boğazına bir yumru gibi oturdu.

“Neyse işte,” diye sürdürdü Arda, sesindeki titreşim geçmişin çatlaklarını yeniden yankılatıyordu. “Bir gün annem mutfakta hamur kızartıyordu. Kapı çalındı, ben açtım. Karşımda babamın o arkadaşlarından biri vardı. Saçlarımı okşadı, elime bir tane çikolata tutuşturdu. Babamı sordu, ben de ‘Babam yok, annem evde, mutfakta,’ dedim.”

Terasın şeffaf şemsiyelerinden biri rüzgârla hafifçe savrulup döndü, gölgesi Arda’nın üstünden geçerken sanki o günü yeniden yaşattı.

“İçeri girdi, doğruca annemin yanına gitti. Babamın ona borcu varmış, onu istedi. Annem, ‘Para yok bende abi, eve de gelmiyor birkaç gündür, nerededir bilmiyorum,’ dedi. Babam zaten... pek evle ilgilenmezdi; içki, kumar... Eve gelince de annemle bana şiddet uygulardı, bazen günlerce kendimize gelemezdik...”

Azra'nın elindeki bardak, terasın mermer taşlarına çarpan su damlası gibi titredi. Sessizce Arda’nın önüne uzattı, parmakları onun parmaklarına değdiğinde içindeki sıcaklık neredeyse görünür hale geldi.

Arda titreyen eliyle bardağı aldı. “Adam ısrar etti, ‘Kenarda köşede neyin varsa ver!’ diyor. Annemin hiç parası yoktu, mutfaktaki unu suyla karıştırıp bana ekmek yapıyordu o sırada... Tartışmaya başladılar. Annem, ‘Canımı mı alacaksın abi? Yok diyorum işte!’ diye bağırdı.”

Irmağın kenarında oturan birkaç öğrenci tartışma sesini bastıracak kadar yüksek kahkahalar attı; ama Azra'nın zihni hâlâ o mutfakta, unlu elleriyle çırpınan bir annenin korkusunda takılıydı.

“Ben çok korkmuştum, kapının kenarına saklanıp onları izliyordum. Adamın, ‘Alacağım evet, canınızı alacağım!’ diye bağırdığını duydum. Sonra... sonra annemin bir çığlığı geldi ve yere düştüğünü gördüm... Adam öfkeyle annemin üzerine yürüdü...”

Birden konuşmayı kesti. Yutkundu ama boğazından geçen sadece hıçkırıktı. Omuzları sarsıldı, dudaklarını sıkıca birbirine bastırdı. O an, terasın gürültüsü sustu sanki; su şırıltısı bile Arda’nın sessizliğiyle birlikte bir ritim tuttu.

Azra, artık kelimelerin kifayetsiz kaldığını fark etti. Yerinden kalktı, bankın üzerinden geçerken topukları taş zeminde yankılandı. Sessizce Arda’nın yanına oturdu. Kollarını onun omuzlarına doladı, başını onun başına yasladı.

Arda, uzun süre gözyaşı dökerken Azra sessiz kaldı. Sadece sırtını sıvazladı, sadece orada oldu. Onun varlığı, en yüksek cümleden daha anlamlıydı.

 

Arda'nın sesi, taş masanın yüzeyinde titreyen su damlası gibi kırıldı.

"Ben korktum... hiçbir şey yapamadım," dedi, gözlerini yere sabitleyerek. Sesindeki utanç, mor yaprakların gölgesine sızan şelale şırıltısını bile bastırıyordu. Azra karşısında oturuyordu; elleri, akuamarin taş sandalyenin kenarında kenetlendi, topukları taş zeminde hafifçe yer değiştirdi ama susmayı tercih etti. Onu konuşturmak için değil, yanında olduğunu hissettirmek için oradaydı.

"Adam... üstü başı yırtık annemi öylece bırakıp gitti." Arda’nın omuzları bir an havaya kalktı, sonra sanki yük taşıyormuş gibi yeniden çöktü. "Annem bir süre gözlerini açık, cansızca tavana dikmişti... sonra toparlandı, çok ağladı. Dayımı aradı."

Terasın diğer tarafında, kaplıcada yıkanan birkaç öğrenci kıkırdıyordu ama Arda'nın sesindeki kırılganlık, Azra’nın dikkatini onlardan uzaklaştırdı. Azra başını hafifçe yana eğerek, gözlerini kaçırmadan dinledi.

"Dayım geldiğinde evin içi... bomboş gibiydi. Sessizlik çınlıyordu kulaklarımda. Annem eşyaları apar topar toplamaya başladı. Ben sürekli soruyorum, 'Nereye gidiyoruz?' diye. Dayım bana sarıldı, 'Artık benimle yaşayacaksınız,' dedi." Gözleri çınar yapraklarının gölgesine takıldı, derin bir iç çekti. "Babamdan kurtuluyoruz diye sevindim o an... ama annem sürekli ağlıyordu. Saçını başını yoluyordu. O niye sevinmiyor diye düşündüm çocuk aklımla. Sonra... bana 'çikolata almaya gidiyoruz' dediler. Meğer hastaneye götürmüşler."

Azra’nın parmakları taş masanın soğuk yüzeyinde gezinirken, gözleri Arda’nın ifadesine odaklandı. O günün yankısı hâlâ gözbebeklerine işlenmişti.

"Ertesi gün..." dedi Arda, sesi artık kısıktı, nefesi sanki uzak bir yerden geliyordu. "...babam dayımın kapısına dayandı. Kavga çıktı. Annemi öldürmeye gelmişti. Dayım onun önüne geçti. Babam... elindeki silahla dayımı vurdu." Bir yutkunma. Dudaklarının kenarı titredi. "Yere düşünce bir daha sıktı. Ben annemin önüne geçtim. Kurşun... bana geldi."

Azra'nın bedeni istemsizce ileriye eğildi, gözleri irileşti. "Sana geldi ve?"

Arda bir an başını kaldırıp ona baktı. Yüzünde, o güne ait hiçbir zaman silinmeyen bir boşluk vardı. Cevabı verirken sesi ne öfkeliydi ne üzgün. Sanki sadece gerçeğin çıplak haliydi: "Azra, her geldiğinde, eğer beni uyutacak bir şey almadıysam... buradayım çünkü... ben Dünya’da bitkisel hayattayım."

Şelale susmuş gibiydi bir an. Renkli şemsiyeler kıpırtısızdı. Azra'nın yutkunduğunu bile hissetti. Gümüş halesi, farkında olmadan yoğunlaştı, oturduğu taş sandalyeyi saran bir ışık perdesi gibi titredi. "O kadar uzun zamandır... nasıl fişini çekmediler senin?" diye fısıldadı, sesi bir günbatımının gölgelerine karışır gibi.

"Çünkü bedensel durumum iyi. Sadece... gözlerimi açmıyorum," dedi Arda, dudaklarında acı bir tebessüm. Omzunu geriye yasladı ama ifadesi hâlâ oradaydı, çocukluğunun o kırık yerinde. "Hastanedeki başhekim dedemin çocukluk arkadaşı. Yardım ediyor."

"Gözlerini açmıyor musun?" Azra'nın sesi bir anda yükseldi, ama ardından kendini tuttu. "Yani... aslında açabilirsin?"

Arda gülümsedi; gözlerinde hüzün değil, sanki kabullenmiş bir teslimiyet vardı. "Açarsam... annem yaşayamaz Azra. Beni bekliyor. Eğer uyanırsam... o acıya dayanamayacağını söylüyor. Ama sonsuza kadar uyursam da... yaşamaya devam edemeyeceğini."

Azra’nın içine bir ağırlık çöktü. Yalnızca Arda’nın içinde sıkıştığı ölümle değil, annesinin ona bağladığı yaşamla da yüzleşti o an. Yutkundu. Şelalenin yanındaki masalarda bir grup öğrenci gülüyordu ama sesler boğuk geliyordu artık. "Sen... içimizde ölüme en yakın olansın," dedi, duyduğu hayretle karışık öfkeyi gizleyemeyerek. "Bunu nasıl saklarsın, Arda?"

Cevap vermedi Arda. Gözleri bir an, uzaklardaki taş korkuluğun ardında uzanan kızıl denize takıldı. Azra'nın halesi şimdi daha da parlaktı, çevresindeki havayı hafifçe dalgalandırıyordu. Birkaç masadan öğrencilerin bakışları onlara döndü ama kimse bir şey söylemedi.

Azra yavaşça yerinden kalktı. Taş zeminde topuklarının yankısı teras boyunca yayıldı. Ardından eğildi ve bir şey söylemeden Arda’yı sımsıkı kucakladı. Kolları arkadaşının sırtında dolandı, parmakları istemsizce titredi. Sarıldığı bedende ölümle yaşam arasında asılı kalmış bir yük vardı. Ama Azra, içinden geçen kararlılığı artık bastıramıyordu.

“Buna izin vermeyeceğim. Ne olursa olsun, seni oradan kaldıracağım…”

Bunu yüksek sesle söylemedi ama terasta bir şey değişti sanki. Şelalenin sesi biraz daha yumuşadı, pembe ağaçların yaprakları biraz daha usul döküldü.

Azra, Arda’nın sarsılan bedenini kollarında tutarken, çınar ağacının gölgesi üzerlerine titrek bir desen düşürüyordu. Irmağın huzurlu şırıltısı, Arda’nın boğuk hıçkırıklarıyla kesiliyordu.

Arda'nın sesi, nefesleri kadar kırık döküktü. Omuzları titrerken gözlerini kaçırdı. “Azra... sen böyle bir şeyi anlatmanın kolay olduğunu mu sanıyorsun? Anneme olanları…”

Kelimeler boğazında düğümlendi. Bir anda, içindeki bastırılmış acı ve öfke fiziksel bir forma büründü. Omzunun üstünden yükselen gece mavisi bir parıltı, onu çevrelemeye başladı. Taş zeminin üzerinde oturan birkaç öğrenci tedirginlikle geriye çekildi.

Hava ansızın ağırlaştı. Sessizce terasın diğer ucundan yükselen buhar, ışıkla dans eden bir perde gibi kıvrıldı. Arda’nın etrafından bir anda onlarca ruh fışkırdı; görünüşleri sinekleri andırıyor, ama tedirgin edici bir bilinç taşıyorlardı.

Arda ayağa fırladı, yüzündeki ızdırap öfkeye büründü. Yumruklarını sıktı ve karanlığın içinden haykırdı: “Defolun buradan!”

O an, Arda'nın bedeninden yayılan karanlık çevreyi sarmaya başladı. Şelalenin hemen arkasındaki taşların üstünde oturan bir kız ceketini çekiştirerek kalktı, korkuyla etrafa bakındı. Ruhlar birer birer Arda’nın karanlığında kayboldu; sanki varlıkları yutulmuştu.

Azra bir an bile tereddüt etmedi. Kollarını sıkılaştırdı, halesi tamamen gümüş rengine bürünüp genişledi. Ayakta dururken saçları uçuşuyor, topukları mozaik zeminde yankılanıyordu. Arda’nın etrafını tamamen saran bu parlaklık, ona bir kalkan gibi dolanmıştı.

“Arda…” dedi sesi yumuşak ama kararlı. Başını onun omzuna hafifçe eğmişti. “Dayını baban mı…?”

Arda, gözlerini Azra’ya kaldırmadan, boğuk bir sesle cevapladı. “Hayır. Babam öldürmedi.”

Azra, göz ucuyla terasın diğer tarafındaki beyaz kar örtüsüne ve buharla örtülmüş kaplıcalara kaydı. Manzaranın içindeki sakinliğe inat, Arda’nın iç dünyası fırtınayla doluydu. Hafifçe eğildi, sesini alçaltarak sordu: “Peki... baban nerede şimdi? Ne yapıyor?”

Arda gözlerini kısarak, yorgun bir iç çekişle karşılık verdi. “Nereden bileyim? Dünya’da hastanedeyim. Burada... okuldayım.”

Azra içini çekti, mor yapraklı çınarın gölgesinde taş sandalyeye geri yaslandı. “Çok üzgünüm, Arda,” dedi içtenlikle. Bir an sustu, sonra göz bebekleri büyüdü. “Sen... anneni korumak için uyanmıyorsun, değil mi? Bilerek yapıyorsun.”

Arda başını yavaşça salladı, göz kapakları düşüktü. “Tam olarak öyle değil. Numara yapmıyorum... sadece uyanmak istemiyorum.”

Azra’nın yüreğinde ansızın soğuk bir gölge dolaştı. Kehanet, savaş, grubun kaderi... Bu sessiz reddedişin, daha büyük bir çöküşe yol açabileceğini biliyordu.

Sertçe doğruldu, sesi hafifçe titriyordu. “Ama mecbursun. Çünkü kehanet bizimle ilgiliyse... ben seni kaybedemem. Bu kadar ölüme yakın duramazsın, Arda!”

Arda dudaklarını araladı, ama sesi neredeyse çıkmadı. “Uyanırsam… annem hayata devam edemeyeceğini söylüyor.”

Azra’nın yüzünde donuk bir şaşkınlık belirdi. Cümle ağırdı, göğsünde yankılandı. Bir süre ne diyeceğini bilemedi. Sonra çabucak toparlanıp öne eğildi.

“Hangi hastanede yatıyorsun peki?”

Arda, başını sallayarak adını fısıldadı. Tam o sırada, terasın diğer ucundan gelen bir ayak sesi mozaik taşlarda yankılandı. Rengârenk şemsiyelerin gölgesinden çıkan Ece, gözlerini kısarak yaklaştı.

“Bir şey mi oldu?” diye sordu, kaşları çatılmış, Arda’nın hala yaşlı gözlerine dikilmişti.

Azra hemen refleksle doğruldu. Yanağında rüzgarın taşıdığı serinlik vardı. “Biz... biraz zor şeyler yaşamış bir ruhla karşılaştık. Arda sarsılınca ben de kontrolü kaybettim.”

Arda, aniden ayağa kalktı. Etrafındaki gümüş parıltı hâlâ hafifçe titreşiyordu. “Ben biraz hava alacağım,” dedi boğuk bir sesle ve yürümeye başladı. Mozaik taşlarda yankılanan adımları, karla kaplı alana doğru kayboldu.

Ece ardından bakarken yüzü endişeyle buruştu. “Çok kötü görünüyordu. İyi mi o?”

Azra kısa bir tereddütten sonra yüzüne zorlama bir gülümseme yerleştirdi. “Biraz yalnız kalsa iyi olur. Hâlâ gücünü tam kullanmayı öğrenemedi, aptal çocuk.”

Ece gözlerini kısmıştı, buz mavisi bakışları Azra'nın üstünde sabitlendi. “Sen niye korumaya geçtin böyle?”

Azra'nın yüzü gerildi, gözleri başka bir noktaya kaçtı. Ece’nin kolay pes etmeyeceğini biliyordu. “Ee... çok korktu çocuk. Neyse... sen ne yaptın? Ali’yle konuştun mu?” dedi, konuyu değiştirmek istercesine.

Ece’nin kaşları hafifçe kalktı ama sorusunun cevabını alamayacağını hissedince iç çekti. “Azra... iyi misin sen? Halenden anladığım kadarıyla... pek iyi değilsin gibi.”

Azra gözlerini Ece’nin üzerinden kaçırdı. Çınarın gölgesi yüzüne düşmüş, bir yarısı aydınlık bir yarısı karanlıktı. “Değilim sanırım,” dedi dürüstçe. Sonra derin bir nefes alarak geri çekildi. “Ece, sen burada diğerlerini bekler misin? Ben birazdan döneceğim.”

“Nereye gidiyorsun?” diye sordu Ece, sesi yavaş ama dikkatliydi.

“Bekle… geleceğim,” dedi Azra ve Ece’nin cevabını beklemeden şelaleye doğru yürüyerek terastan uzaklaştı. Azra'nın topukları taş zeminde yankılanırken, terastan koşar adım çıkıp asansöre atladı. Nefesi kesilmişti. Asansör sessizce aşağıya süzülürken içindeki panik, kalbinin atışlarını hızlandırdı.

Kapı açıldığında, inci taşlardan oyulmuş uzun koridorun serinliğine adım attı. Adımlarını hızlandırarak sağa döndü; devasa bir kemerin altından geçerken başını hafifçe eğdi. Gözleri hâlâ birini arıyordu.

İnci salonuna vardığında tavandan sarkan futbol topu büyüklüğünde inci avizeler solgun ışığını üstüne döküyordu. Çiçeklerin yayılan pudramsı kokusu boğazına oturmuştu. Yuvarlak masalar arasında telaşla yürürken birkaç öğrenciyle kısaca göz göze geldi, biriyle selamlaştı ama durmadı. Sedef kakmalı oymalı kapıdan geçip ağaçlı koridora adım attığında ayaklarının altındaki değerli taş karolar, onun telaşına ayak uydururcasına çıtırdadı. Fısıltılarla konuşan öğrencilerin arasından sıyrıldı. Duvarlardaki gaz lambaları hafifçe titrerken, kemerlerin yanındaki kuru ağaçlara asılı renkli fenerler soluk titreşimlerle yanıyordu.

Tahta oymalı kapıdan geçince kalabalık bir salon karşıladı onu. Zümrütten oyulmuş nişler, ortadaki havuzda su püskürten bebek... Azra o an hiçbirine aldırmadı. Gözleri bahçeye açılan zümrüt kapıyı bulduğunda yürüyüşü neredeyse koşuya döndü.

Okulun ana bahçesi günün yumuşak ışığında canlı renklere bürünmüştü. Renkli taş bankların etrafında toplanmış öğrencilerin uğultusu kulaklarında yankılandı. Yüzü dizlerine gömülü, ağlayan birini gördü. Arda. Bir ağacın gövdesine sırtını vermiş, kulaklıkları takılıydı. Gözleri kapalıydı ama yanaklarından hâlâ yaşlar süzülüyordu.

Azra yavaşça yanına çöktü. Kollarını ona sardı, başını omzuna yasladı. Birlikte nefes aldılar, toprağın kokusu ve yaprakların hışırtısı arasında.

Arda kulaklıklarını çıkardı. Gözlerini aralayıp ona baktı.

Azra, sesi neredeyse bir fısıltı gibi, "Belki de seni anlatman için zorlamamalıydım," dedi. "Özür dilerim."

Arda başını hafifçe ona çevirdi. Gözlerinde kırılgan bir parlaklık vardı. "Birisine anlatmak beni rahatlattı aslında," diye mırıldandı. Sesi çatlamış, elleri hafifçe titriyordu. Sonra yeniden başını Azra’nın omzuna yasladı. Sessizce ağlamaya devam etti.

Azra kolunu sıkıca onun sırtında tutarken, dudakları yumuşak ama netti: "Pek rahatlamış gibi değilsin... Arda, ben buradayım. Olanlar senin suçun değil. Sen küçücük bir çocuktun. Anneni korumaya bile çalışmışsın babandan."

Arda'nın sesi titrekti, neredeyse duyulmayacak kadar kısıktı. "O adamdan koruyamadım ama. Korkak gibi saklandım. Korkağın tekiyim ben. Gücümü bile kullanamayacak kadar korkağım."

Azra bir anda geri çekildi, kaşları çatıldı. Gözleri Arda'nın gözlerini yakaladı.

"Değilsin!" dedi sert ama içten bir tonda. "Beş yaşında ne yapabilirdin? Yapma ne olur! Senin yerinde başkası olsa çoktan delirmiş, ruh avcısı olmuştu. Senin gücün kolay bir şey değil; onu taşımak, kontrol etmek... Bu seni zayıf yapmaz. Sen, benim tanıdığım en cesur adamsın Arda."

Arda bir an suskun kaldı. Ağlamıyordu artık. Gözlerinde yaşlarla birlikte sorgulayan bir kırpışma vardı. Dudakları arasından hafifçe çıkan cümle bir sınama gibiydi:

"Beni teselli etmeye çalışıyorsun."

"Hayır," dedi Azra, sesi şimdi daha da kararlıydı. "Cesaret korkusuz olmak değil ki… Korkmana rağmen ileri gidebilmek. Sen korktuğun halde gücünle yüzleşiyorsun."

Arda'nın yüzüne buruk ama sıcak bir gülümseme yayıldı. Gözlerinin içi ilk defa o gün parladı.

"Sen neden korkuyorsun peki, Azra?"

Azra bakışlarını yere indirdi. Dudakları hafifçe titredi. "Sevdiklerimden," dedi sonunda. "En çok sevdiklerimden korkuyorum ben."

"Kaybetmekten mi?"

"Evet," dedi Azra, başını kaldırıp göz göze geldi. "Ve seni kaybetmeyeceğim! Söz veriyorum." Bu sözlerle arkadaşına daha sıkı sarıldı.

Dakikalar geçip sessizlik çöktü. Kuşlar dallar arasında yer değiştirirken, bahçeye ağaçların arasından bir kızıllık süzülüyordu. Azra sonunda Arda’nın saçlarına elini daldırdı, omzundaki başını okşadı.

"Daha iyi misin?" diye sordu nazikçe.

Arda başını kaldırdı, gözlerini ovuşturdu. "İki tane sakinleştirici aldım," dedi yarı mahcup bir gülümsemeyle. "İyiyim, merak etme."

Azra bu detayı sorgulamadı. Bunun onun başa çıkma şekli olduğunu biliyordu. Anında ayağa kalktı, kıyafetini düzeltti.

"İyi o zaman, hadi gidiyoruz."

"Nereye?" dedi Arda şaşkınlıkla.

"Gel hadi gel," dedi Azra, elini uzattı. Arda tereddütle ama gülümseyerek elini tuttu. Azra onu neredeyse sürükleyerek spor salonunun ahır kısmına götürdü.

Atların huzurlu nefes alışları ve saman kokusu havayı doldururken, Azra birden durdu. Geri dönüp meydan okur gibi Arda’ya baktı.

"Var mısın yarışa?"

Arda ona bakakaldı. Sonra dudakları aralandı, hafifçe güldü. "Azra, kazanamazsın!"

"Kim demiş, hadi bakalım!"

Bir anda atlara atladılar. Önce yan yana tırıs gittiler, sonra parkura çıktılar ve hızlandılar. Toz bulutları altında başa baş bir mücadele başladı. Arda’nın içindeki o eski, yaramaz yarışçı ruh alevlendi. Dizginleri sertçe çekti, atı ileri fırladı.

Ve elbette, yarışı o kazandı.

Bitiş çizgisinde yüzünde hüzünden eser yoktu artık. Yerini, gülümseyen bir çocuk neşesi almıştı.

Azra yavaşça atından indi, dudaklarını büzüp sahte bir ciddiyetle konuştu. "Heh, yendin beni. Mutlu musun şimdi?"

Arda güldü, kolunu Azra'nın omzuna attı. "Söyledim sana, kazanamazsın diye. Asma yüzünü."

Azra da kolunu onun beline doladı, birlikte yürümeye başladılar.

"Bana ne, insan biraz centilmen olur, yenmeme izin verir."

"Hile mi yapsaydım yani?" dedi Arda kıkırdayarak.

Terasa yaklaştıklarında, diğerlerinin hâlâ orada olduğunu ve meraklı, biraz da endişeli bakışlarla onlara döndüklerini fark ettiler.

Azra ve Arda kol kola terasa döndüklerinde, ayak sesleri renkli mozaik taşlarda yankılandı; havada salınan şemsiyeler rüzgârla hafifçe titredi. Masanın etrafında oturan grup başlarını aynı anda çevirerek onlara baktı. Endişe ve merak, gözlerinden okunuyordu.

Aslı sandalyesine yayılmış, bir ayağını diğerinin üzerine atmıştı. Kaşlarını kaldırarak, gözlerini kısmış bir halde söze girdi.

“Siz iki manyak ne yapıyorsunuz acaba?” dedi, sitemle karışık alaycılıkla. “Görevleri bize yıktınız, kendiniz eğlenmeye mi gittiniz?”

Azra yürürken taşların üzerinde topuklarının çıkardığı sesi bastırmak ister gibi adımlarını yavaşlattı. Bozuntuya vermemeye çalışarak omzunu silkti.

“Hadi yemek yiyelim,” dedi, sesi telaşlıydı; konuyu değiştirmek istiyordu. Masaya doğru yürüdü, dev çınarın gölgesinde loşlaşan ışığın altına geçerken saçlarının arasına mor bir yaprak düştü.

Aslı arkasından seslendi, sesi bu kez biraz daha yüksek perdeden geldi.

“Cevap bile vermiyor bana! Alo, görünmez miyim ben?”

Azra durdu, yarı dönerek omzunun üzerinden baktı. Gözlerinde ciddiyet ve koruma içgüdüsü belirgindi.

“Eğlenmeye gitmedik,” dedi, sesi bu sefer daha netti. “Arda kendini kötü hissediyordu, ben de yanında olmak istedim, bayan kıvırcık.”

Söz konusu Arda olunca masadaki hava bir anda değişti. Şelalenin şırıltısı bile bir anlığına aralarındaki gerilimi bastıramadı.

Can, kaşığını bırakıp endişeyle Arda’ya döndü. Lavanta rengi gözleri, güneşte hafifçe parıldıyordu.

“Ne oldu Arda?”

Sesi yumuşak, ama içine çöken huzursuzluk açıktı.

Arda yere bakarak omuz silkti. Elleri masadaki bardağın kenarına takıldı, parmakları sinirle kıpırdadı.

“Kötü bir ruh biraz sarstı beni,” dedi, sesi neredeyse bir fısıltıydı.

Ebru başını yana eğip dudaklarını büzdü. Hafif bir iç çekişle araya girdi.

“Şu gücünü kullan artık ama ya...”

Arda bir an durdu. Sonra boğuk bir sesle, içini bastırarak cevapladı.

“Deniyorum.”

Daha fazlasını anlatmak istemediği belliydi. Önüne bırakılan tabaktan bir parça aldı, boğazından geçmeyecekmiş gibi yavaş çiğnedi.

Azra da pek aç değildi. Elini uzatınca her zamanki gibi içinde meyveli yoğurt olan kasesi belirdi. Tam kaşığını daldıracaktı ki, bir anda kase yok oldu yerine buharda pişmiş sebzelerle dolu, bol kepçe hazırlanmış bir ev yemeği tepsisi geldi. Terasın üzerinden süzülen sıcak buhar, burnuna hafif nane kokusu taşıdı.

Kaşığı havada donakalmışken başını kaldırdı ve karşısında Can’ı gördü. Gözleri daralmış, kaşları çatılmıştı.

“Düzgün bir şeyler ye!”

Can’ın sesi netti, içinde abartısız bir otorite taşıyordu.

Azra hafifçe kaşlarını kaldırdı, savunmaya geçmişti.

“Yoğurt gayet sağlıklı,” diye mırıldandı, sesi huysuzca bir homurtuyla çıkmıştı.

Ece sandalyesinde doğruldu, dirseklerini masaya dayayarak hemen Can’a katıldı.

“Yiyemezsin yoğurt. Düzgün yemek yiyeceksin, yoksa seni zorla yere yatırır besleriz. Ciddi söylüyorum, şaka değil bu.”

Azra önce gözlerini devirdi, ardından isteksizce tepsiden bir kase çorbayı kendine çekti. Buharı burun deliklerinden girerken iç geçirdi.

“Tamam tamam, başlamayın yine…”

Kaşığını ağzına götürürken içinde çoktan kabullenmiş bir teslimiyet vardı. ‘Yemek yemek, tartışmaktan kolay’ diye geçirdi içinden. Gözlerini kısarak grubuna döndü, sesi kararlıydı:

"Evet Ece, Ali ile konuştun mu?"

Ece, başını iki yana sallarken dudaklarını büktü. "Stajyer öğretmen olduğu için kapıyı açma yetkisi yokmuş."

Sesi hafifçe dalga seslerine karıştı; uzaktan bir öğrencinin kahkahası duyuldu, ardından kaplıcadaki su şıpırtıları…

Bu, Azra'nın zaten beklediği bir cevaptı. Gözlerini Can’a çevirdi, yüzüne belli belirsiz bir gülümseme yerleşti.

"Peki Can, maymunu yakaladın mı?"

Can bir anlık duraksamayla başını eğdi. "Evet, evimde kafeste."

Sesi sakindi ama gözlerindeki ışıltı, bu durumdan az da olsa keyif aldığını ele veriyordu.

"Çok güzel," dedi Azra, memnuniyetini gizlemeden. Parmaklarıyla masanın taş yüzeyinde bir halka çizdi. "Aslı, sen değiştirene ulaştın mı peki?"

Aslı içini çekerek geriye yaslandı. "Bulamadım. Derste sanırım. Okuldan sonra evine gideceğim."

"Harika." Azra'nın sesi bu kez daha alçak ama daha kararlıydı. Gözlerini gökyüzündeki dans eden şemsiyelere kaldırdı, rüzgârla hafifçe salınıyorlardı. "Zaten ben de gece gizlice halledeceğim bu işi."

Cümle sona ermeden önce diğerlerinin suratlarına düşen endişeyi sezmişti. Onlara fırsat vermeden Ebru’ya döndü.

"Listeler, Ebru?"

Ebru hafifçe öne eğildi, ciddiyetle konuştu. "Evet, birkaç kişiyle konuştum. Arkadaşlarına ulaştılar, bir sonraki arada bana liste verecekler. Hem Anterius hem Karius için."

"Heh, işte bu süper oldu." Azra'nın yüzü aydınlandı. Parmak uçlarıyla masaya iki kez hafifçe vurdu, sanki bir planın parçası daha yerine oturmuştu.

Ancak Ebru'nun yüzünde hâlâ bir gölge vardı. Kaşlarını çatarak mırıldandı:

"Kütüphaneye nasıl gireceğiz? Gece on ikiden sonra okulda bulunmak yasak biliyorsun."

Azra omuz silkerek yanıtladı. "Can beni ve dönüştürdüğüm maymunu ışınlayacak."

"Aslı'nın gözleri büyüdü, sesi hemen yükseldi.

"'Biz?'"

"Siz gelmiyorsunuz." Azra'nın sesi bu kez sertti. Gözleri kısılmıştı, tonu itiraz kabul etmiyordu. "Sadece Can olacak, o da gerektiğinde kaybolabileceği için. Yakalanırsak toplu halde ceza almayalım. Ben tek gideceğim."

Ebru sandalyesinde öne doğru kaykıldı, sesi sert ama içten geldi:

"Senin zaten belirlenmemiş bir cezan var, Azra! Başkası yapsın bu işi."

"Hayır diyorum." Azra’nın sesi biraz yükseldi ama içinde yorgun bir alay da vardı. Gözlerini bir an mor çınar yapraklarının arasından sızan ışığa çevirdi. "Yakalanırsam iki cezayı birden aradan çıkarırım, tamam mı?"

"Bırak ben gideyim," dedi Ebru, sesine belli belirsiz bir ısrar sinmişti.

Azra başını hafifçe eğdi, gülümsedi ama bakışları ciddiydi. "Olmaz. Sen daha maymunlarına kıyamıyorsun."

Aslı gözlerini devirdi, ardından iç çekti. "İlla başını belaya sokacak!"

Azra ellerini masanın kenarına dayadı, sesi yumuşadı ama içindeki kararlılık sarsılmadı.

"Çocuklar, bu benim fikrim. O odaya girmeyi de ben istiyorum. Sizi yanımda sürükleyecek değilim."

Tam o an, Can öne doğru eğildi. Gözlerinde alışıldık zeka parıltısı belirirken dudakları alaycı bir gülümsemeyle kıvrıldı.

"Azra, acaba iki tane maymun mu ayarlasak biz?"

Azra gözlerini ona çevirdi, kaşları kalkmıştı. "Maymunları sevdin herhalde. Neden iki?"

"Birini insan yaparken diğerini de bir öğretmen yaparız," dedi Can, planı bir satranç hamlesi gibi sunarak. "Söyleyeceği şeyleri de hayvanlara hükmetme yetisiyle sen ayarlarsın. Yakalanırsan eğer, 'Ben izin verdim,' der."

Bir anda masanın etrafında hava değişti. Azra’nın gözlerinde kıvılcım çaktı, sesi hayranlık doluydu.

"Evet! Güzel fikir Can, öyle yapalım."

"Tamam, bir maymun daha yakalarım o zaman." Can sırıtarak geriye yaslandı.

Azra ona içten bir gülümsemeyle baktı. "Süpersin."

Terasın karşı kıyısında, kaplıca havuzundaki birkaç öğrenci neşeyle suya atlıyordu. Şemsiyelerin altından yankılanan sesler tatlı bir uğultuya karışıyordu. Arda hafifçe doğruldu, sessizliği bozdu.

"Yemekten sonra masaja gidelim mi?" diye sordu, sesi yumuşaktı.

Azra göz ucuyla ona baktı. Arda’nın dizlerini ovuşturduğunu görünce gözleri yumuşadı.

"Bacakların ağrıyor, değil mi?" dedi şefkatle. "Tamam, gidelim."

Yemeklerini bitirip hep birlikte dinlenme salonuna geçtiler. Vücutlarını masaj yataklarına bıraktıklarında herkesin yüzünde gevşemiş bir huzur vardı. Derin bir rahatlamayla çıkan birkaç iç çekiş, salonun sessizliğinde yankılandı.

Ardından duşlarını alıp, spor kıyafetlerini giydiler.

Masajın verdiği rahatlıkla kendilerine gelmiş Aslı ile Ece, asansöre binip, koridor boyunca dizili asansörlerin sessizliğinde adımlarını yumuşatarak idman alanına doğru yürüdüler. Ayak sesleri, uzun ve dar koridorun soğuk taşlarına hafifçe vuruyor, aralarındaki sohbetin enerjisi odaya yayılıyordu.

"Ah, masaj harika bir şeydi, pamuk gibi oldum," dedi Aslı, hafifçe gülümseyerek omuzlarını esnetti. "Bir de şu ders olmasaydı şimdi..."

Ece başını salladı, yorgunluğu yüzüne vurmuştu. "Al benden de o kadar! Şimdi eve gidip uyumak vardı." Arkasında yankılanan ayak sesleri eşliğinde hafifçe sızlanmaya devam ettiler.

Koridor sağa döner dönmez, devasa inci taş kemerin altından geçtiler. Göz kamaştıran beyazlığın içinde, inci oymalı ilan panoları arasında, öğrenciler ellerinde notlarla sessizce fısıldaşıyor, bazıları masaların etrafında dinleniyordu. Tavandan sarkan devasa inci avizeler, futbol topu büyüklüğünde parıldayarak odanın sıcaklığını yumuşatıyordu. Bebe pudrası kokusunu taşıyan taze çiçekler, yuvarlak masaların üzerinde zarifçe sallanıyordu. Azra, panolara bakan gençlerin bazılarıya gözleriyle selamlaştı, Can’a döndü ve hafifçe omzunu dürterek, “Can, bugün sen benimle idman yapar mısın?” diye sordu. Sesi umut doluydu, topukları yumuşak taş zemin üzerinde hafifçe tıklamaya başladı.

Ağaçlı koridora geldiklerinde, etraflarında fısıltılar yükseliyor, öğrenciler sessizce konuşuyordu. Değerli taşlarla karo şeklinde işlenmiş zemin, parıldıyor, gaz lambaları duvarları nazikçe aydınlatıyordu. Kemerlerin iki yanında yer alan, top renkli fenerlerle süslenmiş yapraksız ağaç dalları arasında fısıltılar dolaşıyordu. Tahta oymalı kapının önünde kısa bir duraklama oldu.

Can, az önceki kararlılığıyla Azra’ya dönüp net bir ifadeyle, "Azra, sen bugün idman yapmayacaksın!" dedi. Gözleri kırmızı ışık gibi parlıyor, sözleri soğuk ve kesindi.

Azra, kaşlarını çatarak karşılık verdi: "Nedenmiş o?"

"Yaralı olduğun için," diye yanıtladı Can, sesi bir an bile tereddüt etmedi.

"Bedenim yaralı, ruhum değil!" diye terslendi Azra, ellerini beline koydu, bakışları meydan okuyordu.

"Hiç umurumda değil," dedi Can, sesi yine kesin ve kararlıydı. "Umut’la dersten önce konuştum bile, seni idmana almayacak!"

Azra'nın yüzünde kısa bir hayal kırıklığı kıvılcımı belirdi, sonra gözlerini kaçırdı. "Of Can ya! İyiyim ben."

Can başını salladı, kararlı duruşunu bozmadan, "Konu kapandı," dedi.

Azra'nın yüzü asılmıştı. Can'ın inadı moralini bozmuştu ama içinde hâlâ kontrol etme arzusu vardı. Madem kendisi idman yapamayacaktı, o hâlde en azından başkalarını organize etmeliydi. Zümrütten oyulmuş nişlerin çevrelediği geniş salona adım attıklarında, ortadaki süs havuzundan fışkıran zümrüt bebek figürünün su sesi kulağında yankılanıyordu.

"O zaman sen idmanı Arda ile yap," dedi Can'a dönerek.

Arda'nın yanakları hafifçe kasıldı, gözleri kısa süreliğine havuzdaki suyun üzerine kaydı. Normalde eşli çalışmalarda her zaman Azra ile olurdu ama içinde biriken gerginlik, bugün farklı bir şeye ihtiyaç duyuyordu. Huzurlu değil, meydan okuyucu bir idman arıyordu.

"Hayır," dedi net bir tonla. "Ben kendim seçerim idman yapacağım kişiyi. Ebru ve Can, Aslı ve Ece olsun." Sesi etrafta koşuşturan konuşan öğrenciler arasına karışmıştı.

Azra duraksadı, gözlerini kısarak Arda’ya baktı. "Emin misin?"

"Hem de çok," dedi Arda, parmaklarını esneterek. Gözlerinde çakmak çakmak bir inat ve meydan okuma vardı.

Zümrüt kapıdan dışarı adım attıklarında bahçedeki renkli top fenerler ağaçların dallarında parıldıyor, onyx şatonun sivri kuleleri gökyüzünü delip geçiyordu. Çimlerin üzerindeki piknik masalarına yayılan öğrencilerin neşesiyle, etraflarındaki taş yolun üstünde ayak sesleri yankılanıyordu. Gökyüzü, yakut çatının altında ateş gibi dans ediyor, şatonun yüzeyindeki koyu taşlar sanki her adımda hafifçe titreşiyordu.

"Peki öyleyse," dedi Azra sonunda, Arda’nın bu ani tavrına yorum yapmamayı tercih ederek.

Arka bahçeye yöneldiklerinde dev ağaçların gölgeleri üzerlerine düşüyordu. Çitlerle çevrili idman sahasının çevresi değerli taşlarla işlenmişti; içeride slalomlar, engelli parkurlar, koşu alanları sıralanmıştı.

Sahaya vardıklarında eğitmenleri Umut çok geçmeden peşlerinden geldi. Geniş omuzlarını geriye atarak tok bir sesle konuştu:

"Evet arkadaşlar, hoş geldiniz. Bugün on tur koşu yapıyorsunuz. Sonra da karşılıklı dövüşe alacağım sizi. Serbest dövüş olacak. Eşlerinizi bugün ben seçeceğim." Gözleri Azra’ya döndü, sesi daha keskin bir tonda çıkmıştı.

"Çocuk, sen ayrıl kenara, yaralıymışsın. İzle sadece."

"Ben iyiyim Umut, idman yapabilirim," diye itiraz etti Azra, sesinde bastıramadığı bir öfke vardı.

"Ayrıl!" dedi Umut, göz bile kırpmadan.

Azra dudaklarını sıktı, sonra gönülsüzce kenardaki taş banklardan birine oturdu. Taş alanda arkadaşlarının turlarına başladığını izledi; yükselen ayak sesleri, kuru yapraklara karışıyordu.

Umut düdüğünü çaldığında, turlar tamamlanmıştı.

"Alanımız aynı anda on çift alıyor. Beş dakika süreniz var, karşınızdaki kişiyi alt edeceksiniz. Alt eden tam puan alır!" dedi sertçe.

Arkadaşları, tur sıralarını beklerken hafifçe geriniyor, esniyorlardı. Arda, kenarda oturan Azra’ya göz kırptı. Azra istemsizce hafifçe gülümsedi.

İlk çağrılan grup arasında Arda ve Aslı da vardı. Aslı'nın karşısına çıkan iri yarı rakip, Azra'nın içini hafiften kemirdi; göz ucuyla Can’a baktı, oysa Can alana hâlâ çıkmamıştı. Arda'nın rakibi ise ona daha denk biriydi.

Umut düdüğü çaldı.

Aslı’nın rakibi, ilk andan itibaren fiziksel gücünü kullanarak onu zorladı; Aslı geri adım atmadan mücadele ediyordu. Arda ise rakibine nefes aldırmıyor, sabahki öfkesini adeta hareketlerinin içine katmıştı. Hızlı, sert, neredeyse mekanik hamlelerle rakibini bunaltıyordu.

Derken Aslı, çocuğun dengesini kaybettiği bir anı yakalayarak sıçradı ve göğsüne tekmeyi indirdi. Çocuk, çimenlerin üzerine devrildi. Aynı anda Arda, kendisine yumruk savuran rakibinin kolunu yakalayarak onu havada döndürdü ve yere sertçe çaktı.

Umut, kağıtlarına hızlıca notlar alıp düdüğü çaldı. Dövüş bitmişti. Bir sonraki grubu çağırdı.

Birkaç grup sonra Can alana çıktı. Karşısında, narin yapılı hoş bir kız duruyordu. Azra’nın kaşları çatıldı. Can'ın dövüş sırasında özellikle temkinli davrandığını, kıza zarar vermek istemediğini fark etti. Ama düdük çaldığında yere düşen, yine kız olmuştu.

Son grupta Ebru ve Ece vardı. Ebru, karşısındaki rakibi sanki uzun süredir sabrettiği bir düşmanmış gibi döverken, Ece daha çekişmeli bir mücadeleye girmişti. Ancak son düdük çaldığında, o da rakibini yere sermeyi başarmıştı.

Azra, baştan sona idmanı izleyerek kenarda beklemişti. Umut son kez düdüğü çaldı.

"Evet, toparlanın!" diye seslendi. Elindeki kağıttan başarıyla geçenleri okumaya başladı. Azra’nın tüm arkadaşlarının isimleri listede vardı.

"İsmini okumadıklarım daha iyi olmak için çalışsın. İyi günler arkadaşlar."

Dağılmaya başlayan kalabalığın içinde Azra ve arkadaşları, okul bahçesindeki ağaçlık alana yürüyüp çimenlerin üzerine yayıldılar. Renkli fenerlerin gölgeleri dalların arasında salınırken, güneşin ışıkları çimlere altın gibi seriliyordu.

Ece, sırtını bir ağacın gövdesine yaslayıp esnedi, güneşin parlak ışığı göz kapaklarının arasından içeri sızıyordu. “Evet,” dedi tembel bir gülümsemeyle. “İki saat sonra bir sonraki dersimiz. Ne yapalım?”

Aslı, dizlerinin üzerine fırlayıp gözlerini heyecanla büyüttü. “Hadi araba yarışı yapalım!”

Taş yolun kenarındaki çimenler hafif rüzgârla dalgalanıyor, renkli top fenerlerin gölgeleri taş bankların üstüne düşüyordu. Azra, eliyle gözlerini ovuşturduktan sonra başını kaldırıp onlara baktı. “İyi fikir,” dedi, ayağa kalkarken topuklarının taş zeminde tok bir yankı bıraktığı duyuldu. “Sonra da havuza gider, biraz yüzeriz.”

Bu öneri memnuniyetle kabul edilince, grup hep birlikte oyun salonuna gitmek üzere yürümeye başladı. Bahçede gezen öğrenciler onlara selam verirken, birkaç tanesi rüzgârla savrulan defter sayfalarını toplamakla meşguldü. Ağaçların dalları, uğuldayan esintiyle birlikte dans ederken yukarıdan gelen kuş cıvıltıları koruluğu dolduruyordu.

Arda, yanlarından geçmeye çalışan iki öğrenciye hafifçe çarpınca hemen özür dileyip geri çekildi. Can, “Yarışta sizi geçemezsem, çimenlere gömerim,” dedi şaka yollu, ama gözlerinin içindeki kararlılık bu kez ciddiydi.

Koridordan geçerken Azra'nın gözleri, zümrütten oyulmuş nişlerin içinde dans eden ışıklara takıldı. Ortadaki havuzdan fışkıran suyun şırıltısı öğrencilerin fısıltılarına karışıyordu. Kalabalığın içinde ilerlerken Azra’nın bakışları hafifçe Umut’un sınıfını hatırlayan bir gölgeyle bulandı, ama hızla toparlandı.

“Bu sefer gerçekten ciddiyim,” dedi Can, ellerini cebine sokup yürürken başını hafifçe eğerek. “Geçen sefer direksiyonu sabitleyememiştim.”

Aslı araya girip kıkırdadı. “Geçen sefer kendini sabitleyememiştin Can. Araban değil, sen patinaj çektin.”

Yoldaki değerli taş karo döşemelerin üzerinde yürürken Azra'nın topuk sesleri yankılanıyor, her adımı binanın içindeki ritme eşlik ediyordu. Koridordaki kemerlerin altından geçerken, gaz lambalarının titrek ışığı yapraksız ağaçların gövdelerinde dans ediyordu. Ece, lambaların ışığında ellerini ovuşturup fısıldadı: “Burası hâlâ ürkütücü geliyor bana. Sanki öğretmenler kapıların arkasından bizi dinliyor. Ayrıca bu ağaçlar neden yapraksız kurular ürpertici.”

Azra, omzunu silkti. “Belki de bazı şeyler kuruyunca daha güzel görünüyordur,” dedi alayla. Ama içinden geçen, Bazı şeyler kurumaz, sadece içten çürür, oldu.

İnci salona vardıklarında havadaki pudramsı çiçek kokusu Azra’nın burnunu hafifçe yaktı. Masaların çevresinde konuşan öğrenciler, inci banklara yayılmış notlar karıştırıyordu. Üstlerinde sallanan avizelerden biri, rüzgârla hafifçe titreyerek ışığını onların üstüne döktü.

“Bak, o panoda bir duyuru var,” dedi Ebru, başıyla sol köşeyi işaret ederek. “Yarınki yarışmalarla ilgili bir liste asmışlar.”

Arda hızla başını o yöne çevirdi. “Kazananlara ödül var mıymış?”

Ece, gözlerini devirip tebessüm etti. “Yine rekabet moduna girdin ha? Daha birini geçemedin.”

Arda dudaklarını büküp yürümeye devam etti. “Sen sanki çok geçebildin,” diye homurdandı.

İnci kemerin altından dönüp asansörlerin sıralandığı uzun koridora geçtiler. Azra sessizce bir asansöre yöneldi. Kapılar açılırken hafif bir mekanik fısıltı duyuldu.

Azra içeri adımını attığında sanki içinden bir gölge geçti. Belirsiz bir huzursuzluk, kalbinin kıyısına oturdu.

“Oyun salonu,” dedi Ebru, sesli komut sistemine. Kapılar kapanırken grup, yarış öncesi küçük meydan okumalarla birbirini kızdırıyor, taşlı yolun gürültüsü yerini yükselen kahkahalara bırakıyordu.

Rüzgâr, pistin yanındaki dev yapraklı ağaçların dallarını usulca titreştiriyor; uzakta bir öğrenci kayak rampasından kendini bıraktı, havada kısa bir yay çizip karın içine gömüldü. Arka planda çağlayanın hırıltısı yankılanıyor, nehri izleyen birkaç öğrenci balık tutarken sohbet ediyordu. Pist etrafında koşuşturan gençler, arabaların camlarına son kontrolleri yapıyor, motor sesleri arada bir kıpırtılı bir gerilim gibi yükselip alçalıyordu.

Azra, göz ucuyla yarış alanını tarayıp, pist kenarında durmuş koyu mavi yarış tulumuyla Arda’ya doğru yürüdü. Topuklarının zeminde çıkardığı ritmik sesler, taş tribünlerin boş kısımlarından yankılandı.

Gözlerini hafif kısarak ve dudaklarında muzip bir gülümsemeyle yaklaştı.

“Sen ne yakışıklı oldun öyle,” dedi sesi hafif alaycı bir övgü tonuyla. “Kaparlar bak seni?”

Arda, göz göze gelmekten çekinmeyerek güldü. Tulumunun fermuarını tam çekti.

“Kaptırmam ben kendimi, merak etme,” dedi, sesi kararlı ama içinde bir parça oyunbazlık saklıydı.

Onların bu içli dışlı, rahat tavrı pist kenarında ayakta bekleyen Aslı’nın dikkatinden kaçmadı. Ellerini kalçalarına koydu, başını hafif yana eğerek gözlerini kısmıştı.

“Evet,” dedi kuşku dolu bir ifadeyle. “Siz ikiniz bugün bir şeyler karıştırıyorsunuz. Ne oluyor, anlatın bakalım?”

Azra, gözlerini kaçırmadan ama içinden gelen bir sabırla derin nefes aldı.

“Bir şey yok,” dedi omuz silkip. “Her zamanki halimiz.”

“Sen birisine durduk yere böyle sevgi gösterileri yapmazsın,” diye üsteledi Aslı, adım atarak aralarındaki mesafeyi daralttı. Kollarını sıkıca göğsünde kavuşturdu. “Dökül.”

Azra bir adım geri çekilip gözlerini devirdi.

“Sen benim soğuk biri olduğumu mu söylemeye çalışıyorsun, kıvırcık?” dedi, dudaklarındaki alaycı ifadeyle kaşlarını kaldırarak.

“Bak nasıl çarpıtıyor lafımı!” diye söylendi Aslı. Ardından gözleri bir anda parladı; kıvırcık saçları omzuna düştü, başını hafif yana eğdi. “Tamam o zaman! Sizi yenersem ne haltlar karıştırdığınızı anlatacaksınız. Anlaştık mı?”

Azra başını yana eğip bir anlık duraksadı.

“Bir şey yok dedim ya, Aslı,” dedi sabırla ama sesi belli belirsiz keskinleşmişti. “Arda bir ruh tarafından sarsıldı biraz, o kadar.”

“Biz de bunu yedik zaten,” dedi Ece, ayak ucuyla çakılları eşelerken Aslı’ya döndü. “Hadi oradan.”

“Yemezseniz yemeyin,” dedi Azra, iki elini pantolon cebine sokarak pistin kenarındaki dağ silüetine bakmaya yöneldi. “Olan bu.”

O sırada Can, araya girip ortamı yumuşatmak istercesine başını hafifçe eğdi ve elini Arda’nın omzuna koydu.

“Bilmemiz gereken bir şey olsaydı Azra söylerdi zaten, kızlar,” dedi, sesinde güven hissiyle.

“Azra mı söyler?” diye sordu Ebru, kaşlarını kaldırarak. Gözleri hâlâ Azra’ya kilitliydi. “Onu zorlamazsan hiçbir şeyi anlatmaz o.”

Azra başını hafifçe yana çevirdi, gülümsedi ama bakışları uyarı taşır gibiydi.

“Heh, şimdi de ketum oldum,” dedi alayla. “Hakkımda başka güzel düşünceleriniz varsa dinliyorum.”

Tam tartışma yeniden harlanmak üzereyken Arda, ceketinin kollarını düzelterek ileri adım attı. Sakin ama net bir ses tonuyla konuştu; gözleri birer birer hepsini taradı.

“Kızlar, tamam. Konuyu kapatalım artık. Hadi, arabalara.”

Bir anlık sessizlik oldu. Ardından Ece gözlerini devirip başını iki yana salladı.

“Neyse, yakında öğreniriz zaten,” diye mırıldandı, yavaş adımlarla yarış arabalarına yöneldi.

Diğerleri de, dağın tepesinden hızla kayan bir öğrencinin çığlığı eşliğinde, birer birer Arda’nın peşinden yürüyerek pistteki araçlara doğru ilerlediler. Rüzgâr, nehir boyunca uzanan bisiklet yolundaki bayrakları kıpırdatıyor, yukarıda paraşüt açan bir öğrenci havada dönerek süzülüyordu.

Motorlar birbiri ardına homurdanarak çalıştı. Hepsi kendi seçtikleri araçlara atlamış, gözlerini ileriye dikmişti. Egzoz dumanları asfaltın üzerinde titrek gölgeler gibi süzülürken, start ışıkları birer birer yandı. Son kırmızı ışığın sönmesiyle birlikte, Aslı’nın arabası âdeta yerden fırladı.

Direksiyonu sımsıkı kavramıştı, gözlerinde kıvılcımlar.

“Sizi piste gömeceğim,” diye geçirdi içinden, gaza köklerken.

Arda hemen onun peşine düştü, gece mavisi arabasıyla. Kaşları çatık, dudakları sıkılıydı; sabahki gerilim hâlâ göğsünde bir yumru gibi oturuyordu. Aslı’nın kıçına yapıştı, neredeyse tampon tampona.

Azra, bir an arkasındaki uğultuya göz attı; Ebru çok yakınındaydı. Gözlerini tekrar yola çevirip gülümsedi, sonra vites düşürüp gaza daha fazla bastı. “Sadece hızla olmaz,” diye düşündü.

Toz bulutları arasında Can da hızla yükseliyor, Ebru’ya doğru yaklaşıyordu. Ece ise grubun en sonunda, diğerlerini izlerken gözlerini kısmıştı.

“Daha oyun yeni başlıyor.”

Pist kıvrılıp daralırken Arda ve Aslı arasında amansız bir kapışma başlamıştı. Motorlar adeta bağırıyor, lastikler çığlık çığlığa dönüyordu. Aslı başını camdan çıkarıp bağırdı:

“Sakın hile yapayım deme Can!”

Azra göz ucuyla bir hareket sezdi. Can’ın arabası bir anda yolun ortasında, sanki yoktan var olmuş gibi belirdi. Direksiyonu sertçe kırmak zorunda kaldı.

“Işınlandı!”

Çenesi sinirle gerildi.

Aslı’nın etrafında kıvıl kıvıl dönen turuncu hare aniden yoğunlaştı, Can’ın üzerine atıldı.

“Kolayca sıyrılacağını mı sandın?”

Can’ın arabası gözle görülür şekilde yavaşladı, sonra kenara çekildi. Camdan dışarı bakan Can kısa bir iç çekişle olanı kabullendi.

Önde hâlâ Aslı liderdi ama Azra nefesini ensesinde hissettirecek kadar yaklaşmıştı. Tam bir hamle daha yapacakken, yolun ortasında bir şey belirdi, kocaman bir ağaç!

Azra, gözlerini kıstı. Direksiyonu sağa kırıp frene bastı. Lastiklerden çıkan ses kulak tırmaladı.

“Ece…”

Aynadan baktı; Ece'nin dudaklarının kenarında hafif bir gülümseme vardı.

“Biraz eğlenelim.”

Azra hemen toparlandı. Gümüş hale bedenini sardı, araba tekrar ivmelendi. Ece’yi yakaladığı anda hızını arttırdı ama o anda Ebru içten içe kaynayan bir hırsla öne atıldı.

Direksiyona yapışan Ebru’nun gözleri büyümüştü, konsantreydi. Ellerini yumruk yapmıştı.

Yerden sarmaşıklar fırladı, Azra’nın arabasının önünü örümcek ağı gibi sardı.

“O kadar kolay değil!”

Azra gözlerini kısıp Ebru’nun yaydığı yeşil enerjiye odaklandı. Aynı anda kendi gümüş halesi onunkine karışırken bir titreşimle toprağı sarstı. Yeni sarmaşıklar fışkırdı ve Ebru’nun arabasını sardı.

Ebru'nun gözleri faltaşı gibi açıldı.

“Sen... nasıl…”

Azra onu geride bırakırken tek kelime etmedi. Hedef Ece’ydi.

Ama Ece, Azra’nın yaklaşmasını beklemişti. Bu kez alevlerden bir duvar yükseldi. Azra tereddüt etmeden içinden geçti. Gümüş halesi önünü aydınlatıyor, sıcak dalgaları kenara itiyordu. O sırada, Ece’nin illüzyon gücünü kendine çekti. Dudaklarında hafif bir kıvrım belirdi.

“Sıra bende.”

Gökyüzü bir anda karardı. Kara siluetler, dev kartallar gibi, Ece’nin arabasına doğru süzüldü. Ece panikle direksiyonu kırdı.

“Kahretsin!”

Toz bulutları arasında pistten savruldu. Azra tekrar gaza yüklendi, bu kez hedefi açıktı: Arda ve Aslı.

Kavisli virajlardan geçerken Arda’nın arabasının hafifçe yavaşladığını gördü. Aslı’nın turuncu haresi, Arda’ya doğru sarkıyor, adım adım onu boğuyordu. Azra gözünü kırpmadan gümüş halesini Arda’ya doğru gönderdi.

Hare, gece mavisine karıştı. Arda’nın yüzü rahatladı, başıyla teşekkür etti.

“Teşekkürler kardeş.”

Arda gazı kökledi, Azra da onu izledi. İkisi birden Aslı’yı iki yandan sıkıştırdı. Aslı onları gördü, kaşlarını kaldırıp Arda’ya başparmağını gösterdi, sonra ters çevirdi.

“İkinizi de yeneceğim!”

Bitiş çizgisi görüş alanına girdi. Motorlar neredeyse aynı anda homurdanıyor, araçlar yan yana ilerliyordu.

Son düzlüğe girerken Arda gözlerini kısmıştı.

“Bu işi bitirelim.”

Arabası bir anda karardı, etrafı zifiri geceye dönüştü. Azra'nın gümüş halesi ona yol açtı ama Aslı önünü göremeyince fren yapmak zorunda kaldı.

“Hilebaz!”

Azra hızla öne geçti ama Arda’yı geçemedi. Milisaniyelerle Arda bitiş çizgisini geçti.

Arabadan indiğinde yüzünde terle karışık bir zafer vardı. Elleri dizlerinde, derin bir nefes aldı. Azra hemen arkasından geldi, gülümseyerek.

Tam o anda pistin kenarında, kollarını iki yana açmış biri belirdi. Üzerinde hâlâ yarış tulumu vardı, yüzünde kocaman bir sırıtış:

“Sürpriiiz!”

Can.

Bitiş çizgisinde hüküm süren kısa bir şaşkınlığın ardından, Azra dudaklarının kıyısında kıpırdayan bir tebessümle kahkahayı bıraktı. Can’ın bu sözde zafer kutlaması, o kadar ciddiyetsizdi ki, gülmemek mümkün değildi.

Kaporta hâlâ tütüyordu; asfaltın üzerinde güneşin yansıması titreşiyordu.

Azra’nın gülüşü yüzünden silinmeden, Aslı arabasının kapısını sertçe kapatıp hızla yanlarına geldi. Gözleri öfkeyle parlıyordu, saçları rüzgârla savrulmuş, alnındaki ter damlası hâlâ oradaydı.

"Hileciler sizi!" diye patladı, sesi fren izleri kadar keskin.

Can, ayakkabısının ucuyla pistin kenarındaki küçük bir çakılı tekmeledi. Ardından yüzüne o meşhur, umursamaz sırıtışını takınarak, iki parmağıyla saçlarını geriye itti.

"Aa, öyle deme ama," dedi rahat bir edayla. "Bence çok daha eğlenceli oldu. Hele ki kazanan ben olunca..."

Aslı gözlerini devirdi, dudakları küçümseyici bir çember çizdi.

"Sen başlattın zaten her şeyi!" diye homurdandı, Can’ın ışınlanarak öne geçmesini hâlâ hazmedememişti.

Biraz ötede nehrin köpükleri devrilerek akıyor, spor kompleksine vahşi bir müzik gibi eşlik ediyordu.

Ece ile Ebru, yarış arabalarının park edildiği asfalt bölümden yürüyerek yanlarına geldi. Ece'nin saçları rüzgârla yüzüne dolanırken, gözlerini kısıp sordu:

"Ee, kim kazandı şimdi?"

Can, omuzlarını silkip ellerini havaya kaldırdı. Göğsünü gere gere konuştu, sesi kocaman bir afiş gibiydi.

"Ben kazandım tabii ki!"

Aslı hızla adım attı, Can’la burun buruna geldi. Kaşları çatılmış, yumruğu sımsıkıydı.

"Hayır, bu sayılmaz. Hile yaptın!"

Sözcükler, midesinden yukarı çıkan öfkeyle ısınmıştı.

Can’ın gözleri Aslı’nınkilerle buluştuğunda içindeki oyunbazlık kıvılcımlandı. Gülümsemesinde bir çocuğun yaramaz sevinci vardı.

"Herkes yaptı sonuçta," dedi, bir adım gerileyerek. "Ben sadece en iyi yaptım."

Azra aralarına girerken çakıl taşları ayaklarının altında hafifçe çıtırdadı. Gözleri hâlâ Can’ın omuzlarındaki gururu tartıyordu.

"Tamam, sonuçta eğlendik," dedi, yumuşak ama kararlı bir sesle. "Amaç da bu değil mi? Tartışmaya gerek yok."

"Asla eğlenmedim!" diye patladı Aslı, dudaklarını sarkıtarak. Omuzlarını düşürmüş, suratını asmıştı.

"O zaman hadi havuza. Biraz yüzelim. Orada belki keyfin yerine gelir?"

Aslı’nın gözlerinde birden parıltı belirdi. Yüzündeki bulutlar dağılırken, başını Can’a doğru çevirdi.

"Jet ski ile yarışa var mısın Can? Bire bir."

Can göz kırptı, dudaklarının kenarı sinsice kıvrıldı.

"Peki, varım," dedi, sanki çoktan kazanmış gibi.

Birlikte gülüşerek yürürken nehir boyunca uzanan bisiklet yolunun kıyısında hafif rüzgâr yaprakları savuruyordu.

Havuz alanına vardıklarında.

Deniz tarafında güneş, beyaz şemsiyelerin gölgesini kırmızı şezlongların üzerine düşürüyordu. İçeride öğrencilerin kahkahaları, su sesiyle birbirine karışıyordu.

Kızıl deniz, güneşin altında hafifçe kıpırdanıyor; gerçek altından kumlar çıplak ayakların altında parlıyordu.

Üzerlerini değiştirip bikinilerini giydikten sonra plaj kısmına geçtiler. Şezlonglara doğru yürürlerken, öğrencilerden oluşan küçük bir grup Ebru’ya yöneldi.

İçlerinden alımlı bir kız, avucunda katlanmış bir kâğıtla yaklaştı.

"Her yerde seni aradım," dedi, soluğu hâlâ düzensizdi. "Al, Anterius'un listesi bu."

Ebru hafifçe kaşlarını kaldırıp kağıdı aldı.

"Kusura bakma, aklımdan çıkmış," diye mırıldandı.

Tam o sırada, gruptaki yakışıklı bir erkek öğrenci de başka bir kâğıt uzattı.

"Karius da burada," dedi sesi gururluydu.

Azra hafifçe başını eğerek ikisine de nazikçe gülümsedi.

"Teşekkürler çocuklar," dedi. "Arkadaşlarınızla birebir konuşmam gerekirse, böyle bir şey daha ayarlayabilir misiniz?"

Erkek çocuk göz kırparak yanıtladı.

"Hafta sonu ayarlarız, gerekirse haber verin."

"Tamam, teşekkür ederim," dedi Azra.

Çocuk başını merakla yana eğdi.

"Sen bu listeleri ne yapacaksın?"

Azra bir an tereddüt etti ama sonra kısa bir açıklamayla yetindi.

"Kehanet, altı kişilik bir dost grubundan bahsediyor," dedi, sesi biraz daha ciddiydi. "Onları uyarmam gerekiyor."

"Anladım, tamam o zaman."

Çocuğun gözleri Azra’nınkine takıldı. Merak, hayranlık ve az biraz da cesaret vardı bakışlarında.

"Bu arada, sen Azra'sın değil mi? Tanıştığıma memnun oldum. Ben Hakan."

Elini uzattı; Azra, nazikçe karşılık verdi. Hakan, elini dudaklarına götürmek üzereydi ki…

Bir gölge araya girdi.

Arda, neredeyse göz açıp kapayıncaya dek Azra’nın yanına gelmiş, onun elini hızla geri çekmişti. Aynı anda Hakan’ın elini kavradı

sert, buz gibi bir tutuşla.

"Ben de Arda," dedi, sesi pürüzsüz ama tehlikeyle yoğruluydu. "Ben de memnun oldum."

Hakan’ın yüzü acıyla buruştu. Elini çekmeye çalıştı ama Arda’nın parmakları, demir bir mengeneydi.

"Seni bütün okul tanıyor zaten!" dedi Hakan, acıyı bastırmaya çalışarak.

"İyi," dedi Arda, gözlerini onun gözbebeklerine saplarken. "O zaman söyle o bütün okula..."

"Kesin şunu!" diye patladı Azra, ikisinin arasına geçerek. Gümüş aurası parmak uçlarında titreşmişti adeta. Hakan’a döndü, sesi kararlı ama zarifti:

"Ben de memnun oldum Hakan. Görüşürüz."

Hakan, ezilmiş elini ovuşturarak bir umutla Azra’ya baktı.

"İnşallah görüşürüz," dedi, sesi hâlâ hafif titriyordu. Arkasını dönüp uzaklaştı, yanındaki kız sessizce onu takip etti.

Azra derin bir nefes aldı. Şezlonglara doğru yürürken omzundaki gerginlik henüz dağılmamıştı.

Ebru, ayak parmaklarını altın sarısı kumların içine gömerek, listelere göz gezdirmeye başlamıştı bile. Güneş, plajın üzerinde eğilmiş gibiydi; her şey sıcaktı ama gerilim hâlâ oradaydı.

Ebru, parmak uçlarıyla sayfaları çevirirken ayak parmaklarına yapışan ince altın rengi kumları silkeledi. Elindeki listeleri inceleyip kısa bir sessizliğin ardından başını kaldırdı. “Karius’ta ve Anterius’ta birer grup daha var bizim gibi,” dedi, sesi düşündürücü ama temkinli bir sevinç taşıyordu. Gözlerini kağıda indirip tekrar okudu, parmakları isimlerin üzerinde gezindi: “Karius; Rosarin, Leyla, Müge, Ecrin, Elis, Lily. Anterius; Böke, Uraz, Cenk, Anıl, Mete, Efe.”

Azra, gözlerini kızıl denizin dalgalarında gezdirirken hafifçe başını salladı. Göz kapakları bir anlığına indi; içinde tuttuğu o gerilim, kıyıya vuran dalgalar gibi yavaşça çekiliyordu. “Evet,” dedi, sesi derin bir nefes gibi geldi. “Şimdi bunlara bir şekilde ulaşıp kehanetten haber vermemiz gerekiyor. En azından artık bu olayın sadece bizimle ilgili olmaması için bir sebep var.”

Güneşin şemsiyeler arasından süzülen ışığı Ece’nin yüzüne düşerken, o da şezlongundan doğrulup neşeyle konuştu. “Evet!” dedi içtenlikle. Sanki kaderin ağırlığı bir anlığına hafiflemişti. “Bu bayağı rahatlatıcı!”

Azra yerinden kalkıp şezlongdan yavaşça kumlara adım attı, ayaklarının altındaki sıcaklık onu biraz gevşetmişti. “Hadi biraz yüzelim,” dedi, sesi bu kez daha hafifti. “Daha sonra listeleri getirenlerle konuşur, bu gruplarla tanışmak için bir şeyler ayarlarız.”

Tam bu sırada, Aslı’nın gözleri Can’a takıldı. Gözbebekleri meydan okumayla kısıldı, ayağa kalkarken saçlarını geriye attı. “Gel bakalım Can efendi,” dedi, yüzünde yaramaz bir sırıtış belirmişti. “Senin bir ifadeni alayım jet ski üzerinde, birebir?”

Can başını hafifçe yana eğip alaycı bir gülümsemeyle karşılık verdi. Dudaklarının kenarı kıvrıldı, gölgeli bakışlarını Aslı’nın üzerinde gezdirdi. “Kendin kaşınıyorsun,” dedi sakince. “Sonra ağlama küçük cadı.”

Azra, onların birlikte ileri fırlamalarına daha fazla izin vermedi. Kumların üzerinde adımlarını hızlandırarak yanlarına geldi, yüzünde yumuşak ama kararlı bir ifade vardı. Bir an gözlerini kapattı ve vücudundan yükselen gümüş hale genişleyip ikisini de çevreledi. Dalgaların yansımasında hale, adeta bir su tanesi gibi ışıldadı. “Bu adil bir yarış olacak,” dedi sessiz ama mutlak bir tonla. Gücü, koruyucu bir kalkan gibi Aslı’yla Can’ı sararken, onları oyunlarını ciddiye almaya zorladı.

Aslı dudaklarını büzüp Can’a döndü. “Heh,” dedi sırıtarak. “Şimdi ne yapacaksın bakalım o numaraların olmadan?”

Can bir an durakladı, sonra bir kahkaha attı. “Senin hayal gücün bana yetmez ki,” deyip peşinden yürüdü.

Jet ski’lerin yanına doğru ilerlerken, havuzun çevresindeki kızıl mercan şezlonglar ve beyaz şemsiyeler arasından geçen yol boyunca onların kahkahaları yankılandı. Suda eğlenen diğer öğrencilerin çığlıkları arka fonda bir ritim gibiydi. Havuzun yüzeyinde altın sarısı güneşin kıpırtıları dans ediyordu.

Azra, onlara bakarken istemsizce gülümsedi. Sonra döndü ve kalanlara baktı. “Hadi biz de biraz yüzelim,” dedi canlı bir enerjiyle. “Sonra voleybol oynarız.”

Arda, gözlerini Azra’dan ayırmadan başını salladı. Sesi kısa ve kararlıydı: “Olur.”

Ebru da kağıtları bir kenara bırakıp kumları silkeledi, ardından kalktı. “Hazırım,” dedi kısaca, ama gözleri hâlâ listelere dönüktü; düşünceleri yüzerken bile bırakmayacaktı onları.

Dördü birlikte kumlar arasında yürümeye başladılar. Ayak izleri sıcakta buharlaşan altın zerreler gibi arkalarında kaldı.

Dört genç denizde kulaç atmaya başladı. Güneş, suyun üzerinde ışıltılı benekler oluşturmuştu; her kahkahaları, her sıçrayan damla altın bir titreşim gibi yayılıyordu. Beyaz şemsiyelerin altında dinlenenlerin uğultusu, kıyıdan gelen hafif rüzgarla birlikte kulaklarında çınlıyordu.

Azra, kolunu güçlü bir hareketle suya savururken başını Ebru’ya çevirdi. Gözleri netti, sesi belirgin bir kararlılıkla yankılandı. “Ebru, listeleri getirenleri bir ziyaret edelim. Arkadaşlarıyla konuşup bizi tanıştırsınlar. Mümkünse bu hafta sonu olsa iyi olur.”

Ebru saçlarını geriye doğru savurdu, su damlaları güneşte parladı. Başını hafifçe sallayarak yanıt verdi. “Ne var kafanda?”

Azra, suda yüzerken bir yandan elleriyle denge kurmaya çalıştı. Gözleri kıyıya odaklanmıştı ama zihni çok daha derindeydi. “Kehaneti anlatacağım,” dedi, sesi bu sefer daha alçak ama ciddi. “Onlar nasıl yetilere sahip, öğreneceğim. Özellikle Anterius’un grubuyla birlikte bir fikir yürütmek istiyorum.”

Ece, suyun içinde Azra’ya yaklaştı. Gözlerinde dikkatli bir parlaklık belirdi, içgüdüleri yine hareketlenmişti. “Anterius’un grubunun Karius’a göre kehanete daha yakın olduğunu düşünüyorsun, değil mi?”

Azra göz kırparak sırıttı. Suyun içinde yavaşça sırt üstü döndü, bakışları bulutlara takıldı. “Evet,” dedi, sonra başını yana çevirip Ece’ye anlamlı bir bakış attı. “Ve grupta Efe diye biri var. Senin Efe olmasın bu?”

Ece bir anda suyun içinde doğruldu. Göz bebekleri büyüdü, dudakları heyecanla aralandı. “Ne zaman tanışıyoruz?!”

“En kısa zamanda,” dedi Azra, kahkaha atarak. Güneş ışığı onun yüzünde kırılıp suya yansıdıkça, neşesi dalgalar gibi yayılıyordu.

O sırada Arda, biraz uzaklarında suya gömülüp çıkarken mırıldandı. Sesi gevşekti ama bakışları yaramaz bir düşe dalmıştı. “Ben de Karius’un kızlarıyla tanışmak istiyorum…”

Daha cümlesini tamamlamadan vücudu aniden suya gömüldü. Arda, çırpınarak tekrar yüzeye çıktı ama bir şey ya da biri başını tekrar bastırıyordu. Kolları suyu döverken paniği gözlerinden okunuyordu. Boğazından çıkan boğuk bir ses yankılandı. “Azra!”

Azra’nın yüzü ciddileşti. Eliyle suyu yararak hızla ona yaklaştı, gözleri daraldı. İçinden geçen o tanıdık enerjiyle Arda’nın gücünü kendine doğru çekti, sonra onu denizin genişliğine yayarak suyun içindeki varlığı görünür hale getirdi.

Ve birden, Meryem belirdi.

Suyun üzerinde, Arda’nın tam karşısında beliren genç kız, ince yüzünde hırçın bir ifade taşıyordu. Arda öksürerek suyu tükürdü, elleriyle gözlerini ovuşturduktan sonra öfkeyle haykırdı: “Bırak beni!”

Meryem kımıldamadı Arda’ya dik dik bakıyordu. Dudakları bükülmüş, çenesinde çocukça bir kararlılık vardı.

“Kızım sen manyak mısın, hasta! Beni yanına mı almaya çalışıyorsun?!” diye bağırdı Arda, suyu sıçratarak.

Meryem’in sesi tiz ve meydan okuyucuydu. “Sana ne el alemin kızlarından, ırz düşmanı!” Kollarını göğsünde çaprazladı, bakışları Arda’nın üzerinden bir an bile ayrılmadı.

Arda, yüzü kıpkırmızı kesilmiş halde suyu yararak Meryem’e yaklaştı. “Bana bak, elimde kalırsın! Laflarına dikkat et! Sana ne benim kimle ne yaptığımdan?!”

“Hıh! Sana neymiş!” diye karşılık verdi Meryem, dudaklarını büzerek başka tarafa döndü.

Ebru, önce Arda’nın boğulma haliyle irkilmişti ama şimdi kaşları havaya kalkmıştı. Yanında duran Ece’yle göz göze geldiler. Bir saniye sonra ikisi de kendilerini tutamayıp kahkahalarla suya gömüldüler. Gözlerinden yaşlar geliyordu.

Azra, onları izliyordu. Meryem’in suratındaki öfkeli çocuk bakışına takıldı gözleri. Dudaklarını büzdü, içinden geçirdi: Şapşal kız… O kadar güzel ki… Çok yazık olmuş bu güzel kıza.

 

Dördü denizin serin kollarında süzülerek sohbetlerine devam ediyordu. Su, güneşin altında pırıltılarla dans ediyor; uzaklardan çocuk sesleri ve martı çığlıkları duyuluyordu. Azra, bir kulaç atıp su yüzeyinde doğrulurken Meryem’e seslendi.

“Meryem, iletkeni buldun sanırım?” Sesi, suya çarpıp yankılandı.

Azra'nın omzunun hemen yanında, ince bir su buharı gibi beliriveren Meryem, sesi kadar net bir ifadeyle cevapladı:

“Hayır Azra,” dedi, suda süzülen saçları omzuna yapışmıştı. “Şüheda'da yaşıyor, evini buldum ama orada yoktu. Komşularına haber bıraktım. Evimin yerini de söyledim.”

Azra başını hafifçe salladı, alnındaki su damlaları kirpiklerine akarken gülümsedi.

“Tamam o zaman. Gelir gelmez bana getir onu, olur mu?”

“Tamam,” diye onayladı Meryem, ama gözleri çoktan Arda’ya dönmüştü. Bakışları, açık bir şekilde suçlayıcıydı.

Arda bu bakışı fark edince hafifçe kıkırdadı, sonra avucuyla suyu kepçeleyip Meryem’in üstüne sıçrattı. Meryem çığlık atarak aynı şekilde karşılık verdi, suyun sesi kısa bir şelale gibi yankılandı.

Azra, onların bu çocuksu didişmesini izlerken kaşlarını hafifçe kaldırdı, dudaklarında eğlenceli bir kıvrım belirdi.

“Meryem, acaba sen de bikini mi giysen?” diye sordu takılarak. “Üzerindeki şu uzun elbiseyle... bir garip oldu böyle suda.”

Meryem hemen elleriyle kendini korur gibi yaptı, sanki hayalet olmasına rağmen ıslanabilecekmiş gibi.

“Ay yok! Böyle sizin gibi cıbıldak mı olayım? Yok, utanırım ben.” Sesi hem utangaç hem de ciddi çıkmıştı.

“Kimden?” Azra’nın sesi su üstünde hafifçe yayıldı, içinde saklı bir gülme vardı.

Meryem’in gözleri Arda’ya kaçamak bir hızla kaydı, hemen sonra başını başka yöne çevirdi.

“Utanırım işte... ayıp, açılır mı öyle mahrem yerler?”

Ebru, elleriyle suda denge kurarken araya girdi.

“Burada öyle şeyler yok ki. Serbest bölge burası.” Göz kırptı, sesi dalgalar gibi yumuşaktı.

Ece de hemen ardından geldi, dudaklarında hafif bir sırıtmayla.

“Ki sana tamamen serbest... Malum, artık yaşamıyorsun.”

Meryem kaşlarını çatarak direnç gösterdi, ama dudaklarındaki titrek tebessüm her şeyi ele veriyordu.

“Ben böyle iyiyim. Siz dolaşın cıbıl cıbıl!”

Tam o sırada gözleri istemsizce Arda’nın çıplak üst gövdesine takıldı. Bir saniyelik boşluk… sonra gözbebekleri genişledi, yanaklarına kızıllık yayıldı.

Arda, bu ifadeyi yakalayıp fırsatı kaçırmadı. Omuzlarını hafifçe kasarak vücudunu sergiler gibi yaptı, suda bir model edasıyla döndü.

“Ne oldu kız?” dedi muzipçe, ellerini göğsüne kapatır gibi yaparak. “Vücudum hoşuna mı gitti?”

Meryem gözlerini kaçırdı, dudaklarını buruşturdu ama o kızarıklık silinmedi.

“Sen utanmıyor musun?! Her yerin cıbıldak!”

Arda kıkırdayarak yaklaştı.

“Niye utanacakmışım?” diye sordu, sesi hafifçe sarkastik ama eğleniyor gibiydi.

Azra, bu didişmenin kısa vadede bitmeyeceğini anlamıştı. Ebru ve Ece’ye gözleriyle işaret verdi, üçü birlikte dalarak hafif bir yay çizerek Arda ve Meryem’den uzaklaştılar. Su üzerindeki gölgeleri dans ederken, Azra dudaklarının kenarındaki gülümsemeyi silemedi.

Ece, su sıçratarak kulaç atarken kıkırdadı.

“Bunlar da bir alem ya!”

Ebru da güldü, güneşten parlayan omzunu suda silkeleyerek.

“Çok komik bir ikili oldular.”

Azra’nın yüzü gülüyordu ama gözleri hâlâ Arda ile Meryem’i tarıyordu. Göz ucuyla ikisinin çekişmesine bir süre daha baktıktan sonra düşüncelerine döndü. Suyun yüzeyinde bir an hareketsiz kaldı, sonra kısık bir sesle konuştu.

“Meryem’in Arda’ya faydalı olacağını düşünüyorum,” dedi. “Korkularını yenmesi konusunda.”

Ebru şaşkınlıkla ona döndü.

“Nasıl yani? Ne geçiyor yine senin kafandan?”

Azra, yüzünü hafifçe yana çevirdi, denizin tuzlu kokusu burnuna doldu.

“Arda Meryem’den korkmuyor.” Gözleri tekrar Meryem’e döndü. “Bu korkusunu onun sayesinde aşabilir… ve gücünü daha iyi kullanmayı öğrenebilir.”

Ece başını salladı, suda süzülen saçları alnına yapışmıştı.

“Evet, olabilir.” Sesi düşünceliydi, sanki Azra’nın dediğini tartıyordu.

Aslı, jet ski'den atlayıp hızla kumlara basarak Azra’nın yanına yürüdü. Islak saçları omuzlarına yapışmış, gözleri öfkeyle parlıyordu.

“Neden bıraktın haleni? Geçti beni hileyle!” diye homurdandı, dudaklarını büzüp Can’ı suçlarcasına işaret etti.

Gülümseyerek suyun içinden çıkan Can, üzerindeki tuzlu damlaları silkeledi. Altın sarısı kumlar ayaklarının altında dağılırken keyfi yerindeydi.

Azra ona baktı, gözlerini kısıp hafif bir baş sallamayla cevap verdi. “Bırakmadım ki ama…” dedi. Cümlesinin ortasında birden duraksadı. Kaşları düşünceli bir ifade aldı.

Bir şey fark etmişti Meryem’i diğerlerine göstermek için Arda’nın gücüne odaklandığında, Aslı ve Can’ı sardığı koruyucu aurayı tamamen unutmuştu. Bunu düşününce yüzü kısaca gerildi, ama hemen toparladı.

Can bunu sezmişçesine öne eğildi, Aslı’nın omzuna hafifçe dokundu.

“Tamam Aslı,” dedi gülerek. “Hile yapmasaydım beni yenerdin, tamam mı? Kabul ediyorum.”

Sonra başını biraz eğip alçak sesle ekledi, ses tonu daha yumuşaktı: “Azra yorulmuştur, o yüzden gitme üstüne.”

Aslı’nın çatılmış kaşları çözüldü. Gözleri kısa bir an Azra’ya kaydı, ardından suçlulukla başını eğdi.

“Ah, doğru… Yaralı olduğunu unuttum. Özür dilerim Azra,” dedi, sesi kısık ve pişmandı.

Azra hafifçe gülümsedi, bedenini hafifçe ona çevirerek başını salladı.

“Sorun yok, iyiyim ben,” dedi sade bir ifadeyle. Cümlesiyle birlikte omuzlarındaki gerginlik bir nebze azalmıştı.

Kızıl renkteki su, sahile vuran ince dalgalarla birlikte mercan parçalarını kıyıya taşıyor, güneşin altında beyaz şemsiyelerin gölgeleri yavaşça hareket ediyordu. Çevredeki öğrenciler hâlâ denizde çığlık çığlığa oyunlar oynuyor, yarışan çocukların sesleri havada yankılanıyordu.

O sırada Arda da kıyıya doğru yüzerek yaklaştı. Gözleri gülüyordu ama Meryem yanlarında değildi. Azra, bir anda elinde beliren deniz topunu hızla ona doğru fırlattı.

Islak bikini askısı omzuna yapışmışken eğildi, nişan alır gibi.

“Al bakalım,” dedi şakacı bir tonda

Top hızla Arda’nın göğsüne çarptı. Arda da, az sonra kendine gelen topla Can’a yöneldi. Sonra top Aslı’nın ellerinde döndü, herkes birbirine rakip olmuş gibi coşkuyla oynamaya başladı. Kızıl su damlaları havaya sıçrıyor, kahkahalar plajın diğer ucundan bile duyuluyordu.

Aniden, top havadayken Ebru onu tek elle yakalayıp yok etti. Su damlaları hâlâ kollarından süzülüyordu, gözleri kararlıydı.

“Hadi,” dedi hafif nefes nefese. “Duş alıp derse gidelim, geç kalmayalım.”

Bir an sessizlik oldu. Ardından dördü de ufak homurtularla gülerek sudan çıkmaya başladı. Ayak parmaklarının arasına doluşmuş sıcak kum, duşlara yürürken sanki biraz daha ağır geliyordu. Şezlongların arasından geçerken üzerlerinden birkaç bakış kaydı. Güneş hâlâ yüksekten vuruyor, plajın kızıl ışığı ıslak tenlerinde parlıyordu.

Duşlardan buhar yükselirken, mercan taşlara vuran çıplak ayak sesleri yankılandı. Günün heyecanı kısa süreliğine suya karıştı.

Saat altıya yaklaşırken kuleye doğru yürümeye başladılar. Taş duvarların gölgesinde ilerlerken Azra’nın içini garip bir sessizlik sardı; sanki yaklaşan derste yalnız yıldızları değil, başka sırları da çözmeye yaklaşacaklardı. Sınıfa girdiklerinde, içerideki kalabalık hemen dikkatlerini çekti. Taş zemin yer yer tütsü izleriyle islenmişti, ve mum ışıkları, gölgeleri, yere serili sembollü minderler üzerine düşürüyordu.

Yan yana oturmaları mümkün değildi; grup mecburen dağıldı. Azra, hafif bir tereddütle Arda’nın peşine takılıp boş buldukları alçak bir masaya yerleşti. Ayaklarını minderin kenarına kıvırırken taş zeminin serinliği tenine yayıldı.

Tam o sırada, kapıdan içeri gök mavisi yuvarlak gözleri, dore ışıltılı saçları kafasının üstünde kuş yuvası gibi toplanmış her zamanki kendine has başka bir diyardan gelmiş gibi görünen kıyafeti ile Simya girdi. Üzerinde bol kırkyama bir pantolon ve renkli dantel motiflerden işli bir bluz vardı. Başkasında olsa tuhaf duracak parçalar bu kadını sevimli gösteriyordu. Yine de, bakışlarıyla sınıfı bir çırpıda toparlayan bir ağırlık taşıyordu.

“Evet arkadaşlar, hoş geldiniz,” dedi, gülümseyerek. Sesi tiz ama yumuşaktı. “Bugün teleskoplarla yıldız hareketlerini gözlemleyeceğiz. Bir yandan da daha önce çıkarttığınız yıldız haritalarınızı incelemeye devam edeceğiz.”

Tavan penceresinden süzülen gün ışığı üzerine dökülürken, elindeki parşömene göz attı. “En sondaki yirmi kişi teleskopların başına,” dedi nazikçe. “İlk sıradakilerle ben ilgileneceğim.”

Simya masaların arasında gezinirken, havada yakılan otların dumanı asılı kalmıştı; her nefeste burunlarını yakan ama zihni garip şekilde berraklaştıran bir his bırakıyordu geride.Azra, parmaklarını masadaki oyma semboller üzerinde gezdirirken, göz ucuyla Arda’ya baktı. Onun yıldız haritasını bu kadar titizlikle hazırlaması ilgisini çekmişti. Simya, sonunda onların masasına ulaştı.

Arda’nın haritasını eline alıp başını hafif yana eğdi. Kaşları hafif kalktı, gözleri bir noktaya saplandı.

“Elimde tuttuğum… en garip yıldız haritalarından biri bu,” dedi ciddi ama sevimli bir ifadeyle.

Arda, dudaklarını bükerek arkasına yaslandı.

“Nedenmiş o Simya?”

Simya, haritanın merkezine parmağını bastırdı. Mum ışığı o noktada dans eder gibiydi.

“Çünkü burada hayat çizgin kopuyor. Kalbin durmuş… geri gelmiş gibisin. Ama bu kesinti, birkaç saniyelik değil. Daha uzun. Sanki… çok uzun süre başka bir yerde kalmışsın gibi.”

Azra’nın içi birden sıkıştı. Boğazında açıklayamadığı bir düğümle gözlerini Arda’ya çevirdi. Dünyada bitkisel hayatta…

Arda hafifçe omuz silkti, sesinde hala oyunbaz bir hava vardı.

“Geçmişe geçmiş olsun Simya. Sen bana gelecekten haber ver.”

Simya içini çekti. Üzerinden ince dumanlar yükselen taş kâsenin yanına doğru eğildi.

“Yeniden başlayan çizgin… karmaşık. Bir şeyler oluyor. Ve sonra…” Gözleri haritanın son kısmına takıldı. “Hayat çizgin silikleşiyor.”

Azra bir anda öne eğildi, sesi endişeyle karışık ürperti taşıyordu.

“Silikleşiyor derken? Ne demek bu?”

Simya başını iki yana salladı, gök mavisi gözlerindeki ışıltılar mumlarla yarışıyordu.

“Var gibi… ama yok gibi. Sanki yaşamla bağın çok zayıf. Ruhu buraya tam oturmamış biri gibi. Arada kalmış.”

Azra, gözlerini kısmıştı. Ne yaşıyor ne ölü...

Arda ise bunu ciddiye almamış gibi güldü. Azra’ya dönerek çapkınca göz kırptı.

“Azra, sen inanmıyorsun herhalde bu saçmalığa?”

Azra onun alaycılığı karşısında bir şey söylemedi, ama bakışları sertleşmişti.

Simya'nın sesi biraz yükseldi.

“Saçmalık mı?” Kaşlarını çatmıştı ama hâlâ sevimli görünüyordu.

Arda gayet rahat bir ifadeyle elini kaldırdı.

“Üstüne alınma Simya ama ben inanmıyorum böyle yıldızmış, güneşmiş, retroymuş falan filan.”

Simya’nın yüzünden kısa bir kızgınlık geçip gitti ama onu çabucak bastırdı. Haritayı usulca geri uzattı.

“Teknik olarak başarılısın. İnanmıyorsan yorumlamaya gerek yok. Tebrik ederim.”

Arda, umursamaz şekilde hafifçe başını salladı.

“Teşekkürler.”

Simya başka bir masaya ilerlerken, Azra yerinde kıpırdandı. Parmaklarını yavaşça minderin dokusunda gezdirdi. Göz ucuyla Arda’ya baktı. Dudaklarını bastırıyordu, içinde yükselen şey yalnızca endişe değil, bir çeşit hayal kırıklığıydı.

Senin için korkarken... sen sanki hiçbir şey olmamış gibi gülüyorsun.

Arda, çevirdiği başıyla Azra’nın hâlâ ters ters baktığını görünce gözlerini devirdi. Dirseğini masaya yaslayarak kayıtsızca sordu:

“Ne var Azra ya?”

Azra, taş zemindeki minderin köşesini sinirle düzeltti. Mum ışığı gözlerindeki huzursuzluğu belirginleştiriyordu.

“Ya niye kapatmıyorsun çeneni?” diye fısıldadı, sesi öfkeyle titriyordu. “Belki bir ipucu çıkardı haritanda, önemli bir şey kaçırdık senin yüzünden!”

Arda, derin bir iç çekerek omuz silkti. Teleskoplardan birine çarpan loş gün ışığı, yüzüne umursamaz bir ifade kazandırıyordu.

“Yapma Azra, yıldızlarda mı yaşıyoruz biz? Ben inanmıyorum böyle saçma sapan şeylere. Sen de kafanı yorma.”

Azra’nın iç sesi çok daha netti: Kıracağım o kafanı ben senin, o olacak...

Ama dudaklarını sımsıkı kapattı; Simya’nın hafif tütsü dumanları arasında ilerleyen silueti dikkatini dağıtmıştı.

Kadim sembollerle çevrili salonun taş duvarlarında yankılanan adımlarıyla Simya, Aslı ve Ece’nin birlikte oturduğu masaya yaklaştı. Gözlerindeki gök mavisi ışıltı, haritaları incelerken daha da yoğunlaşıyordu.

Azra, bulunduğu yerden hafifçe doğrulup yanlarına yürüdü. Minderlere hafifçe basarken yumuşak hışırtılar çıkardı.

Simya, Aslı’nın önündeki haritayı eğilerek inceledi.

“...evet Aslı, zor günler kapında gibi görünüyor,” dedi, sesi sevecen ama biraz da düşünceliydi. “Zavallı küçük yavrum, zaten zor bir kaderin olmuş senin...”

Aslı’nın yüzü karardı. Oturduğu yerin mum ışığında gölgeler yüzüne düşüyordu.

“Simya, içimi kararttın benim ama,” diye inledi. “Hiç mi yok güzel bir şey? Hep zorluklar, talihsizlikler...”

Simya’nın dudakları hafifçe kıvrıldı, mum ışığında yumuşayan ifadesiyle ona bakarak,

“Olmaz mı, var tabii. Çok mutlu olacağın bir dönem de var burada,” dedi.

Aslı’nın gözleri heyecanla açıldı. “Oh, çok iyi! Bana bunlarla gel işte. Neymiş sebebi?”

Simya tekrar haritaya döndü. Otlar eşliğinde tüten taş kâsenin yanından geçen duman, sözleriyle birlikte kıvrılarak yükseliyordu.

“Bir insan.”

Aslı kaşlarını çattı. “Hayda! Hangi insan? Bir sürü insan tanıyorum ben?”

Simya bir kez daha haritaya baktı ama sonra başını kaldırıp yanında dikilen Azra’yı fark etti.

“Azra, bir şey mi oldu?”

Azra, teleskopların arasından süzülen loş ışıkta hafifçe duraksadı.

“Hayır,” dedi hemen. “Sadece haritalarını merak ettim. Sorun olmaz değil mi?”

Simya, gözlerini kısarak gülümsedi.

“Benim için olmaz, arkadaşların için sorun yoksa tabii.”

“Benim için var!” diye atıldı Ece, abartılı bir ciddiyetle.

Azra ona döndü, gözlerini kıstı. “Sen ciddi misin?”

“Evet ciddiyim,” dedi Ece, sonra alaycı bir sırıtışla ona dil çıkardı.

Azra içini çekti. “Gıcıklık yapma be!”

Ece kıkırdadı. “Otur hadi, şaka yaptım.”

Simya tekrar Aslı’ya döndü, dore saçlarının arasına kaçan bir teli düzeltti.

“Neyse Aslı, öyle işte seninki. Zaten biraz karmaşıktı, haritayı düzgün çıkaramamışsın. Daha sonra seninle birlikte yeni bir harita çıkaralım.”

“Olur,” dedi Aslı sessizce.

Simya, minderlerin arasından geçerken Azra’ya döndü.

“Azra, sen gelmişken senin haritana da burada bakalım istersen?”

 

Azra, Simya’nın teklifini duyduğunda hafifçe başını salladı.

“Tamam, olur,” dedi, taş zeminde topuklarının çıkardığı tok sesi bastırmaya çalışırcasına alçak bir sesle.

Simya, her zamanki sevecen haliyle gülümsedi. Dore saçları başının üstünde kuş yuvası gibi toplanmış, rengi loş mum ışığında parlayarak başka bir dünyanın yansıması gibiydi. Üzerindeki kırkyama pantolon ve dantel işlemeli bluz, başka birinin üstünde komik kaçabilecekken, onda adeta masalsı bir bütünlük yaratıyordu.

“Haritan çok başarılı bu arada, tebrik ederim,” dedi, göz ucuyla Azra'nın kağıdına eğilirken.

Azra, dikkatle omuzlarını geri çekti, elleri dizlerinin üzerinde kenetlendi.

“Teşekkür ederim. Ama… geçmişle ilgili şeyleri anlatmayın lütfen. Ne olduğunu biliyorum zaten. Geleceği merak ediyorum ben.”

Salonun dört bir yanından yükselen fısıltılar arasında, teleskop başındaki öğrenciler notlar alıyor, sayfaların hışırtısı taş duvarlardan yankılanıyordu. Mum ışığı ile kubbedeki pencere arasından sızan puslu gün ışığı, Azra’nın haritası üzerinde gölgeli halkalar yaratıyordu.

“Tamam, bakalım,” dedi Simya, parmaklarını haritanın kenarlarında gezdirerek eğildi. Gözleri hızla semboller arasında gezinirken, yüzü ciddileşti. Sınıfın diğer ucunda bir teleskobun ayarıyla uğraşan çocuğun çıkardığı metalik klik sesi araya girdi, ama Simya hiç istifini bozmadı.

“Ah evet…” diye mırıldandı bir süre sonra, başını hafifçe kaldırarak. “Bu da gördüğüm en garip haritalardan birisiydi. Azra, kritik bir seçim yapman gerekecek gibi görünüyor. Bu seçim senin hayat çizgini doğrudan etkileyecek.”

Azra’nın gözleri hafifçe kısıldı, içinde bir yer ürperdi.

“Ne demek istiyorsunuz?”

Simya, göz göze gelmekten kaçınmadan yanıtladı.

“Çok dikkatli olmalısın. Sana söyleyebileceğim tek şey: kritik seçimlerle ilgili ani kararlar almaman gerektiği. Sezgilerine güven ama düşünmeden adım atma.”

Azra, içinden geçenleri bastıramadı.

Ben her gün onlarca seçim yapıyorum zaten. Hangisi önemli, hangisi ölümcül… hangisini nereden bileceğim?

Yüzü düşerken sordu:

“Bu kadar mı yani?”

Simya başını salladı. “Bu kadar.” Ardından dizlerinin üstünden kalkmaya yeltendi.

Azra, içindeki hayal kırıklığını yutkunarak bastırdı. Gözleri Ece’ye kaydı, haritasının hâlâ masada olduğunu fark etti.

“Ece?” dedi, aceleyle. “Onun haritasına bakmayacak mısınız?”

Simya, sabırla döndü.

“İsmine sıra geldiğinde bakacağım. Şimdi sıradan devam ediyorum,” dedi ve yandaki masaya doğru yöneldi. Geçerken eteği taş zeminde süründü, arkasından hafif bir ot kokusu yayıldı.

“Pöh!” diye homurdandı Azra, sesi neredeyse dudaklarının arasında boğuldu. “Her gün bir sürü seçim yapıyorum zaten ben. Bunu bilmek için haritaya ihtiyacım vardı sanki!”

Ece, onun iç çekişini duydu. Göz ucuyla Azra’yı süzerken bir yandan da dizlerinin üzerindeki notları düzeltmeye çalışıyordu.

“Yıldız haritaları ömrünü anlatmaz zaten Azra,” dedi, sesini hafifçe alçaltarak. “Kesin bilgi de değildir. Gelecek görecelidir, değişir. Bu haritalar sadece karşılaşabileceğin yolları, ihtimalleri gösterir.”

Azra ona dönmeden konuştu, gözleri hâlâ sınıfın ortasında oturan Arda’ya takılmıştı. Çocuk, başını hafifçe eğmiş, dudaklarının arasından belli belirsiz kelimeler fısıldıyordu.

“Aman neyse,” dedi Azra. Ece’nin açıklaması kulağına anlamlı gelmişti ama ruhuna işlememişti.

“Ben gideyim masama. Çıkışta görüşürüz.”

Aslı sadece başını salladı. Azra kalkıp uzaklaşırken, sınıfın içindeki uğultu yeniden ağır bastı. Teleskopların başında notlar tutan öğrenciler, mum ışığında gölgeleri uzayan Simya, taş duvarlardaki kadim sembollerin arasında gezinip duran düşünceler…

Arda'nın oturduğu masaya yaklaştı. Çevresindeki teleskoplardan birinden gelen klik sesi eşliğinde, sandalyesine otururken, göz ucuyla Arda’ya baktı.

Arda, onu görür görmez gözlerini devirdi, sesini bastırmaya çalışarak fısıldadı:

“Heh, geldin… Kurtar beni şu gevezeden.”

Azra, yanına usulca eğildi. Arda’nın sahip olduğu güç sayesinde artık görüş alanına Meryem de dahil olmuştu. İnce, altın sarısı işlemeli kırmızı ipek elbisesi içinde adeta eski bir masaldan fırlamış gibiydi. Dalgalar halinde dökülen sarı saçlarının üstünde, kırmızı oyalı tülbent başına duvak gibi yerleşmişti. O haliyle, yeşil gözleri çarpıcı biçimde parlıyordu.

Azra, gülümseyerek gözlerini Meryem’den Arda’ya çevirdi.

“Ne oldu, yine didişiyor musunuz siz?”

Arda, yüzünü buruşturdu, sesi hâlâ öfkesini örtmeye çalışan bir çocuk gibiydi.

“Arkadaşı varmış, Rojda mı ne haltsa… Onu da getirmek istiyormuş. Sanki benim daha fazla hayalete ihtiyacım varmış gibi!”

Azra’nın gözleri aniden canlandı, kaşlarının arasında hafif bir kıvrım oluştu. Bu iyi olabilir.

Meryem’e döndü, başıyla onaylayan teşvik edici bir ifade takınarak,

“Harika fikir! Getir tabii,” dedi.

Meryem, dudaklarının arasındaki şaşkınlık gülümsemeye dönmeden önce göz kırptı.

“Gerçekten mi?” diye sordu, sesi içten ama tereddütlüydü.

Azra ciddi bir ifadeyle başını salladı.

“Gerçekten. Getir, hatta bütün arkadaşlarını getir de tanıştır.”

Meryem, başını yana eğip çocuk gibi kıkırdadı. Parmaklarını eteğinin ucunda birleştirerek gözlerini kaçırdı.

“Dalga geçiyorsun benimle…”

Azra, kısa bir kahkaha attı ama sesini hemen yumuşattı.

“Hayır geçmiyorum, ciddiyim.”

Arda’nın sabrı taşmıştı. Kollarını iki yana açarak söze atıldı:

“O zaman benimle dalga geçiyorsun herhalde!”

Azra ona döndü, sesi alttan alta sabırlı ama içinde ince bir hesap vardı.

“Hayır. Sadece bu sayede ruhlardan korkma olayını aşarsın. Hem çalışmış da olursun.”

Arda’nın yüzü bir an dondu. Gözleri Azra'nın yüzünde bir şey ararken, içinden geçenleri bastıramadı:

Bu kız ciddi olamaz... Çalışma için mi yapıyor bunu. Yeter ama!

Simya’nın teleskop başında anlattığı burç yorumları uzaktan kulağa belli belirsiz çalınıyordu. Gözlemevinin içindeki loşlukta mum ışıkları Arda’nın yüzünün gölgelerini daha keskin hale getirmişti.

Azra, Meryem’e doğru dönüp cümlelerine iltifat ekledi.

“Meryem harikasın, hem güzel hem akıllısın.”

Arda’nın sabrı artık çatlamıştı. Gözlerini Azra’ya dikerek, sesi buz gibi alayla doldu.

“Bu mu güzel? Can’ın yakaladığı maymun bile daha güzel bir kere!”

Meryem’in gözleri, bir anda kadim bir öfkenin içinde yandı. Parmakları masanın üzerindeki bardağa neredeyse görünmeyecek bir hızla uzandı. Kimse daha ne olduğunu anlayamadan, suyu Arda’nın yüzüne şak diye fırlattı.

“Maymunmuş! Öküz ne olacak… Hem de iki ayaklı!” diye bağırdı, sesi gözlemevinin taş duvarlarında yankılandı. Ama bunu sadece Arda ve Azra duydu.

Arda daha “Delirdin mi sen–” diyemeden Meryem gözlerinin önünden bir anda buhar gibi yok oldu.

Kafasından sular süzülen Arda, yerinden bile kıpırdayamadı. Yüzünden damlayan sularla gözlerini kırpıştırırken, mum ışığı gözbebeklerinde titriyordu. Bir an nefes bile almadı. Bu kız beni öldürecek… Kendisi gibi hayalet yapacak...

Arda, Meryem’in ortadan kayboluşuyla yüzünde kalan sulara aldırmadan öylece kalakalmıştı. Gözlerinde bir yandan şaşkınlık, bir yandan da içten içe hak ettiğini bilen bir pişmanlık vardı. Ellerini saçlarına daldırıp geriye doğru itti. Azra, onun bu halini izledi bir süre, sonra başını hafifçe eğerek konuştu.

“Arda… Gerçekten tam bir öküzsün. Üzdün kızı. Mutlu oldun mu?”

Arda, suratını buruşturarak ona döndü.

“Ne yaptım üzecek? Cidden ne?”

Azra’nın sesi artık daha yüksek, sabırsızdı.

“Maymuna mı benziyor Meryem? Ne kadar güzel olduğunu görmüyor musun? Gözlerin bozuksa götüreyim seni göz doktoruna.”

Taş duvarlara vuran loş mum ışığı Arda’nın yüzünü olduğundan daha suçlu gösteriyordu. Kaşlarını çatıp kendini savunmaya geçti.

“Yahu sadece şaka yaptım...”

“Eşek şakası!” diye patladı Azra, gözlerini devirdi. “Ve bu da senin gibi eşeğe yakışır tabii.”

Tütsü kokusu havaya yeniden yayılırken Arda içgüdüsel olarak konuyu değiştirme derdine düştü. Gözleri hâlâ Meryem’in birkaç dakika önceki ihtişamlı görüntüsüne takılıydı.

“O değil de Azra,” dedi, sesi alaycı bir kıvama bürünerek, “ruhlar acaba gerçekten kendi aralarında altın günü, kına gecesi falan yapıyorlar mı? Yani... bindallı mıydı o üzerindeki? Gördün değil mi?”

Azra'nın dudakları kıpırdadı, istemsizce gülümsedi.

“Gördüm. Çok yakışmıştı ama, değil mi?”

Arda, omzunu silkip gözlerini kaçırdı.

“Hmm, evet evet... Eğer Osmanlı saraylarında yaşıyor olsaydık, harika bir tercih olurdu gerçekten. Meryem Sultan Hazretleri teşrif etmiş!”

Azra derin bir iç çekti, gözlerini ona dikip başını yavaşça salladı.

“Ah Arda ah… Gerçekten kıracağım senin kafanı.”

“Ne var be!” diye atıldı Arda hemen, ama sesi bu sefer eskisi kadar kendinden emin değildi.

Azra, onun hâlâ savunmada olduğunu görünce daha fazla uğraşmamaya karar verdi. Gözlerinde beliren yumuşak bir tebessümle,

“Yok bir şey,” dedi kısa ama keskin bir tonda.

O sırada sınıfta zaman, yavaş yavaş daralmaya başlamıştı. Simya diğer masalara geçerken, teleskoplar arada bir odak değiştiriyor, mumların titrek ışıkları minderlerin üzerindeki sembollerle oynuyordu. Tütsü dumanı ağır ağır yükseliyor, gözlemevinin taş duvarlarına ince bir sis gibi siniyordu.

Ancak Can, Ebru ve Ece’nin haritalarına geçmeye zaman kalmadan Simya, ellerini birbirine vurarak duyurdu:

“Tamam çocuklar, bu günlük bu kadar. Kalanları bir sonraki derse bırakalım.”

Azra’nın yüzünde tatminsiz bir ifade belirdi. Arda ise kendi içine gömülmüş, gözlerini hâlâ Meryem’in boş bıraktığı yere dikmişti. İçinde, anlayamadığı bir suçluluk hissi ağır ağır yerleşmeye başlıyordu.

 

Astroloji dersinin sonunda, taş koridorlarda yankılanan adımlar arasından kıvrılan merdivenleri kalabalık içinde inerek ana bahçeye çıktılar. Azra kulenin kenarında kalabalığın arasındaki arkadaşlarını beklemeye koyuldu. Gökyüzünde koyu mor bulutlar, yakut çatılı Seperius’un kulelerine dokunuyordu. Okul binasının taş yüzeyi loş ışıkta kıpır kıpır bir gölge gibi hareket ediyor, zümrüt camlı pencerelerden yansıyan ışıltı, adeta başka bir dünyaya geçit veriyormuş hissi yaratıyordu. Biraz sonra hepsi tek tek Azra'nın yanında yerini almıştı. Kalabalığın doğal ritmine kapılarak, yan yana yürümeye başladılar. Arda, Ece ile yıldız haritalarının saçmalığını tartışıyor. Görünene göre bilge kahine tartışmayı kaybediyordu. Ebru ve Can ise el ele tutuşmuş kendi aralarında mırıldanıyordu.

Aslı, aceleyle Azra'nın yanına sokuldu. Gözleri kocaman açılmıştı, karnını tutarak homurdandı:

"Çok acıktım!"

Azra, bir an duraksadı. Omuzunu hafifçe silkip avucunu açtığında, avucunda dumanı tüten bir tost belirdi. Gülümseyerek uzattı.

"Al bakalım."

Aslı şaşkınlıkla bir adım geriledi, sonra hızlıca tostu kaptı. "Aa, 'Yemekten önce atıştırmak olmaz, birazdan yersin' gibi klasik anne nutukları yok mu?"

Azra gözlerini devirdi, sesi alayla karışık bir ciddiyet taşıyordu. "Birazdan yemek de yersin. Eve gidene kadar idare et bununla."

Ellerindeki kitapları koltuklarına sıkıştıran Ebru ve Can, olup biteni izlerken göz göze geldiler. Aralarındaki bakışlar, Azra'nın bu anlık 'annelik' refleksine yönelik hafif bir şaşkınlık ve eğlence taşıyordu. Azra, üzerindeki dikkatleri fark edince başını eğdi, yanaklarına utangaç bir pembelik yayıldı.

"Bakmayın bana öyle," dedi mahçup ama inatçı bir ifadeyle. "Sanki çok acayip bir şey yapmışım gibi!"

Ece kıkırdayarak saçlarını geriye attı. "Açıkçası, ağzından ateş çıkarsan ancak bu kadar şaşırırdım."

"Alt tarafı bir tost!" diye homurdandı Azra, adımlarını hızlandırarak ön bahçenin kemerine yöneldi. "Abartmayın bu kadar."

Aralarında en rahat olan Aslı’ydı. Azra’nın elinden aldığı tostu sincap gibi kemirirken, çevresindeki konuşmalara kulak bile asmıyordu. Bir parça peynir dudak kenarına bulaşmıştı ama umrunda bile değildi.

Gün batımı, gökyüzünü turuncudan mora boyamış, ışık taş yolda dans eder gibi kıpırdanıyordu. Azra'nın topuk sesleri, renkli taşlardan mozaiklenmiş zemin üzerinde yankılanırken havadaki akşam serinliği tenlerine hafifçe çarpıyordu. Ağaçların arasına asılmış renkli top fenerler birer birer parlamaya başlamıştı. Çimenlerin üzerine serpiştirilmiş taş banklarda kimi öğrenciler ders notlarını gözden geçiriyor, kimileri piknik masalarında sessizce fısıldaşıyordu.

"Hadi bana gidelim," dedi Can, başını hafifçe geri çevirerek.

Ebru, ellerini pantolon cebine sokmuş, rahat bir gülümsemeyle başını salladı. "Tamam gidelim. Plan yapalım."

Yavaş yavaş ön bahçede yürürken, birkaç tanıdık öğrenciyle selamlaştılar. Fener ışıkları gözlerini kamaştırıyordu. Bazı öğrencilerin verandalarından yükselen kahkahalar yemek kokuları havayı dolduruyordu. Azra'nın adımları bir an duraksadı. İçinde, yaklaşan geceye ve olacaklara dair sessiz bir gerilim vardı. Diğerleri kendi aralarında neşeyle sohbet ederken, o zihninde geceyi organize etmeye başlamıştı: Kim ne zaman ne yapacak, nereye nasıl gidecek… Bir şeyleri önceden düşünmeden rahat edemiyordu.

Can, evin kapısını araladığında ayak sesleri siyah mermerin üzerinde yankılandı. Arkasından gelenlerin adımları, tavanda yavaşça dönen değerli taş gezegenlerin soğuk ışıltısına karıştı. Masanın üstündeki yıldız yansımaları, tabakların parlak yüzeyinde kırılarak oyun oynuyordu.

Azra, hafifçe başını öne eğip elini tabağına götürdü, kaşığı yemeğe daldırmadan önce gözlerini hafifçe kısarak cümleye girdi:

"Can, yemekten sonra sen bir maymun daha yakala getir. Aslı, sen de değiştireni alıp gel."

Aslı, ağzındaki hamburgerin arasından hafif homurdanarak başını kaldırdı, kaşlarını çatıp “Ne diyeceğim değiştirene?” diye sordu.

Azra, çatalların masaya dokunduğu hafif tıkırtılar arasında, parmak uçlarıyla masaya hafifçe dokunarak yanıtladı:

"Bir arkadaşına şaka yapacağını söyleyeceksin."

Arda, tabağından kebabın kokusunu içine çekerken hafifçe başını yana eğip araya girdi:

"Bence değiştireni getirmesin, maymunları ona götürsün."

Aslı, ağzında kalan hamburgeri yutarken hızlıca onayladı, omuzlarını hafifçe silkti:

"Evet, doğru söylüyorsun. Herkesi görmesin."

Azra, gözlerini kısa süreliğine tavandaki gezegenlere kaydırdı, sonra gruba bakarken yüzünde kararlı bir ifade belirdi:

"Bana bir de hayvanlarla konuşan birisi lazım, ve bir büyü-dilci. Var mı tanıyan?"

Ebru, İtalyan peynirini çatalına alırken başını hafifçe kaldırıp,

"Ben hayvanlara konuşan birisini tanıyorum," dedi.

Ece ise elindeki patates paketini kapatırken, başını sağa eğdi ve gülümsedi:

"Ben de bir büyü-dilci tanıyorum."

Azra, tepsisindeki pilavdan bir kaşık alıp, hızlıca planı toparladı:

"Siz onları bir şey gösterme bahanesiyle sırayla getirin. Kendi evinize getireceksiniz. Ben yatak odanızda olacağım maymunlarla."

Ebru makarnasını çiğnedi ve Ece ile birbirlerine bakıp uyumlu bir şekilde “Tamam,” dediler.

Azra, hafifçe kaşlarını kaldırıp son kez hatırlattı:

"Önce hayvanlarla konuşanı getirin, tamam mı?"

Ece son patatesini ağzına atarken Ebru ile birlikte bir kere daha onayladı:

"Tamam."

Can önündeki bitmiş makarna tabağını hafifçe ileri itti. Karşısındaki Arda peçete ile kebabın çenesine bulaşmış suyunu siliyordu. Can yerinden yavaşça doğruldu. Elinde boş bir kafes belirdi. "O zaman görev başına. Ben maymunu halledeyim." Uzun adımlarla evden çıkıp ikinci maymunu yakalamaya gitti.

Grup önlerinde beliren çay bardakları ile onun arkasından bakakaldı.

Ebru, maymunlar için Azra’ya hafifçe homurdanmaya devam ederken, Aslı ve Ece Azra’nın kütüphaneye tek başına gitmemesi gerektiğini ısrarla vurguluyordu. Azra, sabırlı bir nefes çekip hepsini ustalıkla susturdu.

Can, ikinci maymunla kapıdan girdiğinde, Aslı iki maymunu dikkatle aldı. Dışarı doğru yürürken yüzünde bastırdığı hafif bir gülümseme belirdi. Birkaç dakika sonra geri döndüğünde, arkasında peş peşe gelen iki figür vardı.

Maymunlardan biri tıpatıp Aslı’ya benziyordu; çıkardığı tuhaf maymun sesleri odayı doldururken, Azra hariç, grup kendini tutamayarak kahkahalara boğuldu. Diğeri ise, tam da Simya’nın kılığına bürünmüştü!

O an, yıldızlar masanın üzerine serpiştirilmiş ışıklarla birlikte, sessizce odaya karışıyordu.

 

Azra, gruptaki gülüşmelerin ardından dudaklarını hafifçe büktü. Kaşlarını çatarak, sesi hoşa gitmeyen bir tınıyla konuştu:

“Aslı, dönüştürecek başka birisini bulamadın mı?”

Aslı omuzlarını hafifçe kaldırdı, dudaklarında belirsiz bir kıvrım vardı.

“Şaka yapacağım, yedeğim lazım dedim, ne yapayım yani? Böyle daha mantıklı geldi.”

Azra, gözlerini tavanda yavaşça dönen değerli taş gezegenlere kaydırdı. İçinden, Kapıyı açarken ölecek maymunu kendine çevirmiş dalga geçer gibi, diye düşündü. Fakat yüzünde, sessiz bir kabulle hafifçe tebessüm ederek, dışına:

“İyi halt ettin!” dedi.

Hızla konuyu değiştirmek için elini masaya hafifçe vurdu. Gözleri sertleşti, kararlılığını gizlemedi:

“Neyse, Ebru, önce sana geçelim. Şu hayvanlarla konuşan arkadaşını al gel. Siz burada bekleyin,” dedi ve hemen Can, Arda ile Ece’ye döndü.

Siyah mermer masanın üzerindeki çay bardakları buharıyla hafifçe titrerken, Azra’nın topuk sesleri taş zeminde yankılandı. Dönüşmüş maymunları ve Ebru’yu yanına alarak Can’ın evinden sessizce çıktı.

Dışarının serinliğinde, parıldayan fenerler yıldızlarla birlikte üstlerinde dans ederken, ayaklarının altındaki taşlar soğuk ve sertti. Ebru, bir yandan maymunlardan birinin son dönüşümünün getirdiği sorumluluğun ağırlığını hissetti, dudaklarını ısırdı. İçinden, yaşam hakkını çıkar uğruna elinden almak hiç hoş değil, zavallı hayvan, diye geçirdi.

Azra ise arka planda yürürken, zihninde planın kusursuz işlemesi gerektiği düşüncesi ağır basıyordu. İç sesi, Her şey yolunda gitmeli. Yakalanırsam bu sefer çizgiyi fazla aşmış olacağım, diye mırıldandı.

Rüzgar hafifçe yaprakları hışırdatıyor, gece sessizliği zaman zaman uzaktan gelen bir öğrenci kıkırtılarıyla bölünüyordu. Azra, gölgeler arasında ilerlerken, her bir adımda planın ağırlığı omuzlarında biraz daha belirginleşti.

Azra, iki maymunu nazikçe kollarından tuttu; topuklarının taş zeminde çıkardığı ritmik tıkırtılar eşliğinde, Ebru’nun yemyeşil bitkilerle sarılı verandasından içeri, doğrudan yatak odasına yöneldi. Yarım saat boyunca odanın sessizliğinde maymunların huzursuz homurtularını dinledi. Kapı yavaşça aralandığında, Ebru genç bir kızı yanına alarak salonuna girdi.

Azra aniden ayağa kalktı. Gözleri kıvrıldı, o an içinde bir kıvılcım belirdi. Kızın hayvanlarla iletişim gücüne odaklandı, bedeninde bir titreşim yayıldı; gümüş halesi titreşerek toprak rengine döndü, Hava, verandadan gelen hafif rüzgârla birlikte yaprakların hışırtısı ve uzaktan kuş cıvıltılarıyla doluydu; evin sakin huzuru, bu anı büyülü kılıyordu.

Azra, maymunların sabırsız “Uh, uh!” seslerini duydu; yüzünü sertleştirip, otoriter ama alçak bir fısıltıyla konuştu:

" Sessiz olun."

Maymunlar anında sessizliğe büründü. Azra, Aslı kılığındaki maymuna döndü, bakışları keskinleşti:

"Sen bir kapıyı açacaksın, tamam mı?"

Hayvanın merakla çıkardığı sesler, “Neden?” anlamını taşıyordu. Azra hafifçe gülümsedi, basit ve cazip bir teklifle karşılık verdi:

"Çünkü içeride bir oda dolusu muz var, tamam mı? Açarsan hepsi sizin olacak."

Aslı-maymunun heyecanla cıvıldamasına Simya kılığındaki maymun kıskançlıkla araya girdi. Azra, o bakıştan o seslerden muzların paylaşılmayacağını anladı.

"Hayır, sen açamazsın!" dedi, sesinde kesinlik vardı.

"Çünkü sadece o açabilir kapıyı!"

Simya-maymun inatla homurdanmaya başladı. Azra, onun “Bütün muzları ben alırım!” diye homurdandığını duyuyordu.

"Olmaz," dedi kesin bir dille. "Çünkü sadece onun görüntüsü kapıyı açabilir, tamam mı?"

Simya-maymun homurdanarak sessizleşti. Odanın sessizliğinde, taş şelalesinin yumuşak su sesi uzaklardan hafifçe duyuluyordu.

O sırada Ebru, dışarıdaki kızla kısa bir vedalaşma sonrası sessizce odaya döndü.

"Oldu mu?" diye fısıldadı.

Azra başını onaylarcasına salladı, yüzünde hem hafif bir gerginlik hem de umut vardı:

"Oldu, evet. Hadi gidelim."

Akşamın serini yüzlerine bir kere daha çarparken. Verandalarında arkadaşlarıyla toplanmış öğrencilerin tuhaf bakışları eşliğinde Can'ın kulübesinden içeriye girdiler. Duvarlardaki galaksi desenleri, yıldız tozları arasında yüzüyor hissi veriyordu. Azra toprak rengine bürünmüş halesini arkadaşlarıyla paylaştı. Tavanda yavaşça dönen değerli taşlardan gezegenler, başlarının üstünde adeta zamanı unutmuş gibiydi.

Aslı, kendi suretindeki maymuna bakarak kahkaha attı.

“Hehe, obur Aslı maymun! Boşuna demiyorlar; taklitler asıllarını yaşatır diye!”

Azra bir adım öne çıkıp omuzlarını hafifçe silkti.

“Ebru, sen burada kal,” dedi, sesi ciddi ve kısa. Ardından Ece’ye döndü. “Ece, hadi çıkalım.”

Ece başıyla onayladı ve birlikte evden çıktılar. Kapı kapandığında arkalarında yıldızlı boşluklar ve homurdanan maymunlar kaldı.

Dışarı çıktıklarında çimenlerin serinliği ayaklarının altından yükseliyordu. Taş yollar, değerli taşlarla mozaiklenmişti ve her adımda ay ışığı gibi parlıyordu. Ağaçlara asılmış yuvarlak renkli fenerler, ortamı bir masal bahçesine dönüştürüyordu. Bahçede yürürken Ece, homurdanmaya başladı:

“Öf, ne diyor bunlar sabahtan beri, muz da muz! Delireceğim.”

“Sonra anlatırım,” dedi Azra, keskin ve dikkat dağıtmak istemeyen bir sesle.

Ece’nin kulübesine geldiklerinde, verandayı saran sarmaşık mine çiçekleri geceyle birlikte buram buram kokuyordu. Ahşap basamaklardan çıkıp içeri girdiler. Oymalı, altın varaklı kırmızı kadife koltuk, pencerenin yanında ihtişamla duruyordu. Tavan lambasından yayılan loş ışık, çiçekli duvar kağıtlarına yumuşak gölgeler düşürüyordu.

“Hadi, sen arkadaşını al gel,” dedi Azra ve Maymunları yanına alarak Ece’nin salonu aratmayan barok tarzı döşenmiş yatak odasına geçti. Kapıyı ardından kapattı.

Odada kalın perdeler geceyi tamamen içeri almamıştı; camdan süzülen ışık josefinin kıvrımlarında geziniyordu. Azra maymuna döndü, sesi yumuşak ama netti:

“Birisi gelirse, ‘İçeride araştırma yapmasına ben izin verdim. Bir şeye bakacakmış, şimdi çıkacak,’ diyeceksin.”

Simya-maymun başını eğerek sorgulayıcı bir ses çıkardı.

“Neden?”

Azra bir an duraksadı, sonra hızlıca bir yalan ördü gözleri ile Aslı-maymun'u işaret etti:

“Çünkü kapıyı o açabiliyor ama muzları almanın tek yolu bu paroladan geçiyor. Böylece muzları paylaşabilirsiniz.”

Bir kenarda sessiz duran Aslı-maymun yerinden fırladı.

“İstemiyorum paylaşmak! Hepsi benim olacak!”

Simya-maymun hemen karşılık verince ortalık yine karıştı. Azra dişlerini sıkarak iki elini yana açtı ve gümüş renkli bir aura gibi etrafa yayılan enerjiyle görünmeyen bir kafes ördü.

“Kesin artık!” diye geçirdi içinden, sabrı sınırdaydı.

Nerede kaldı bu Ece? Saatine baktı. Yaklaşık kırk dakika geçmişti ama hâlâ ortada yoktu. Maymunlar kafeste mızmızlanmaya başlayınca, sesi keskinleşti:

“Siz ikiniz de kesin sesinizi!”

İkisi de anında sustu. O sırada kapı aralandı. Ece içeri girdi, arkasından genç bir kızın sesi geldi:

“Ece, yemek boyunca bekledin, ne var bu kadar önemli?” Nur’un sesi yumuşak ama sabırsızdı.

“Bekle biraz, bulacağım,” dedi Ece, onu oyalamak için elinden geleni yaparak.

Azra fırsatı kaçırmadı. Nur’un üzerine odaklandı ve büyü-dil yeteneğini kendi içine çekti. Toprak rengi halesi şimdi pembe bir tona bürünmüştü. Hemen kafesi kaldırdı, gözleri boşalmış maymunlara döndü ve yeni edindiği güçle bir büyü fısıldadı. Sözler odada yankılanmadan zihne kazınan bir komut gibiydi.

Maymunların bakışları bulanıklaştı, homurtuları kesildi. Artık yalnızca Azra’nın sesiyle hareket ediyorlardı. İçgüdüleri körelmiş, sadakatleri büyüyle mühürlenmişti.

Azra sessizce kapıya yaklaştı. Dışarıda Ece, Nur’u hâlâ meşgul ediyordu:

“Kusura bakma Nur, bulamıyorum, yordum seni gece gece. Bulunca ben sana getiririm, tamam mı?”

“Tamam da neydi o?” diye sordu Nur, hafif bir merakla.

“Bir kitap geçti elime, Büyü-Dil’le ilgili,” dedi Ece. “Onu gösterip aklıma takılan bir konuda fikrini alacaktım.”

“Tamam, bulunca gelirsin. Ben gideyim.”

“Dur, bir kahve içelim,” diye atıldı Ece, Azra’ya birkaç dakika daha kazandırmak için.

“Olur,” dedi Nur.

Onlar dışarıda kahvelerini içerken, Azra içeride sessiz bir uğraşla hipnoz altındaki maymunlara isimlerini, görevlerini ve olası senaryolarda verecekleri cevapları ezberletiyordu. Her biri, artık sadece Azra’nın sesiyle çalışan bir kukla gibiydi.

Bir süre sonra, kahvesini bitiren Nur vedalaştı ve evden ayrıldı. Arkasında geceye karışan adımları ve geçici olarak unutulmuş soruları bırakarak. Azra şimdi çift renkte parıldayan halesini evi kapsayacak şekilde genişletti böylece halenin içine giren herkes maymunları insan seslerinde duyabilecekti.

Azra odadan çıktığında Ece cam kenarındaki mürdüm josefinin üzerinde, kolunu kadife koltuğa yaslamış bekliyordu. Loş ışıkta parlayan oymalı çerçeveler ve mine çiçeklerinin verandadan sızan kokusu hâlâ odadaydı.

“Evet, harika oldu,” dedi Azra, başını hafifçe kaldırarak. “Bir de bu kadar uzun sürmeseydi.”

Ece'nin yüzünde mahcup bir gülümseme belirdi. Omuzlarını silkti. “Ne yapayım Azra, zaten beceremiyorum bu yalan dolan işleri ben.”

“Neyse…” Azra ayağa kalkarken sesi daha netleşti, “…hadi gidelim.”

Evin verandasından geçip ön bahçeye çıktılar. Kulübeler arasında uzanan değerli taş mozaik yollardan yürürken ayaklarının altında çimenler hafifçe eziliyor, renkli fenerler ağaçların dallarından sarkarak onlara yolu aydınlatıyordu.

Can’ın evi, gecenin yıldızlarıyla yarışır bir şekilde parıldıyordu. Dış cephesinde parlayan galaksi desenleri, kapının üstündeki altın güneş figürüyle birleşerek adeta evrenin nabzını taşıyordu. İçeri girdiklerinde başlarının üzerinde yavaşça dönen değerli taş gezegenler gölgelerini yere düşürüyor, mutfağın siyah mermerleri yıldızlarla titriyordu. Cam önündeki beyaz modern koltuğun önünde kısa bir toplantı yaptılar. Hipnotize edilmiş maymunları son bir kez test ettiler. Azra, olası bir terslikte Can’ın hemen ortadan kaybolması gerektiğini vurguladı. Zaman neredeyse durmuş gibiydi.

Azra derin bir nefes aldı. “Hadi gidelim,” dedi kararlılıkla.

Can bir kolunu Azra’nın omzuna, diğerini maymunlara doladı. Evin ışıkları bir anlığına mor hale ile parladı, sonra yıldızlarla birlikte sönüp yeniden doğdu. Gözlerini açtıklarında kendilerini okulun devasa kütüphanesinin sessiz ve uğursuz koridorunda buldular. Yasak bölüme açılan kapının önünde, gecenin kalbindeydiler artık. Azra fısıltıyla, dizlerinin titrediğini fark ettirmemeye çalışarak konuştu. “Evet,” dedi Aslı kılığındaki maymuna. “Hadi bakalım, muzlar şu kapının arkasında. Git ve al.”

Maymun, öğretilmiş bir sadakatle ilerledi. Burnunu çekti, bir an duraksadı, sonra elini kapıya uzattı. Gıcırdayarak aralanan kapının hemen ardından bedenine bir titreme indi… ve aniden yere düştü. Cansız.

Azra’nın gözleri bir anlığına dondu. Maymunun yüzündeki Aslı’nın yüzü, gözlerindeki kırılgan ışık, Azra’nın içinden bir şeyleri söküp aldı. Ama o görüntü, cansız beden hızla kendi hayvan şekline dönerken kayboldu. Geride soğuk bir eksiklik bıraktı.

Can’ın yüzü gölgelenmişti. Kaşlarını çatıp ölü maymunun cesedini tek bir düşünceyle ortadan kaldırdı. Simya kılığındaki maymun hâlâ şaşkınlık içindeydi. Can onu kolundan tuttu, kendine doğru çekti.

Azra, içindeki ağırlığı bastırarak kapıdan içeri süzüldü.

İçerideki hava başka bir zamana aitti. Raflar tozla kaplıydı; sararmış parşömenler, çatlamış ciltli kitaplar ve haritalar geçmişin kokusunu taşıyordu. Azra onları umursamadan ilerledi. Kürelerin olduğu rafa geldiğinde, gözleri hızla taradı.

Sonunda buldu: Üzerinde “İletken” yazılı, hafifçe ışıldayan bir küre.

Elini uzattığında nabzı hızlandı. Küreye dokunduğu anda, etraf aydınlandı içinden çığlık gibi bir ses yükseldi. Kütüphanenin tüm raflarında yankılandı bu ses rahatsız edici ve canlıydı. Kehanet zihnine doldu, zorla değil, neredeyse arzuyla:

İletken çıkınca ortaya

Patlak verecek bir savaş

Antares kıyılarında

Ölüm sararken herkesi

Zaman kaybolacak

Aşkının çığlığında

Pazarlıklar yapılacak

Ruh sevdiği için satılacak

Sözler bittiğinde küre sönerek eski haline döndü. Azra, dizlerinin çözülmesine izin vermeden küçük defterine satırları titreyerek not etti. Artık burada kalamazlardı.

Kapıya koştu. Can hâlâ dışarıda, maymunla birlikte onu bekliyordu. Tam “gitme” vaktinde, kütüphanenin ana kapısının açıldığını duydular. Bir gölge... Yaklaşıyordu.

Azra, defteri Can’ın eline tutuşturdu. Can onun kolunu kavradı. Ama Azra gelen her kimse buranın kapısını açık gördüğünde Sare'ye haber vereceğini biliyordu. Sare'nin ise buraya girenin Azra olduğunu tahmin etmesi zor olmazdı. Arkadaşlarını bu işten uzak tutmalıydı. Kolunu Can'dan kurtarırken, “Git!” dedi, sesi fısıltı kadar hafif ama kesin.

Can gözlerini kısmıştı. Defteri sımsıkı kavradı, maymun ise bir anda onun koluna yapışmıştı ve bir göz kırpışında kayboldular. Azra elini alnına bastırdı "Aptal maymun... Şimdi bittim..." diye homurdandı. Ne yapacağını düşünürken saklanmaya karar vermişti ki, koridorun taşlarına düşen ayak seslerini işitti. Gölge belirdi ve gölgenin içinde Sare’nin sert silueti.

“Azra? Ne işin var burada bu saatte?” dedi Sare’nin sesi, taş koridor boyunca yankılandı.

Azra geriye çekildi, gözleri kısıldı. “Ben... şey... araştırma...” Kelimeler boğazında dolandı, bir bahaneyi toparlamaya çalıştı.

Tam o anda, ayak sesleri tekrar duyuldu. Ali hızlıca yanlarına yaklaştı. Teni terliydi, nefesi kısa.

“Heh, geldim! Kusura bakma Azra, çok sıkışmıştım. Beklediğin için sağ ol!” dedi nefes nefese. Sonra Sare’ye döndü. “Ah Müdüre Hanım, Azra burada bir konu araştırmak istedi de, bir kehanetmiş galiba. Ben de kapıyı açtım ama malum, sıkışınca birlikte giremedik içeri. Hadi gel Azra, bakalım neye bakacaksan.”

Ali’nin hızlı açıklaması Sare’nin gözlerinin onun üzerinde sabitlenmesine sebep oldu. “Durun!” dedi keskin bir tonla. “Ali, böyle bir şey için bana haber verseydin keşke.” Ardından Azra’ya döndü. “Azra, sana daha önce de söylemiştim. Orada işine yarayacak bir şey yok!”

Yasak bölüme yürüyüp birkaç kelime mırıldandı. Kapı bir kilit sesiyle kapandı.

“Ali, Azra’yı şimdi evine götür. Bir dahaki sefer bana bilgi ver.”

“Sorun olacağını düşünemedim, Müdüre Hanım. Özür dilerim,” dedi Ali hemen. Azra’ya döndü. “Gidelim Azra.”

Azra'nın koluna yapıştı, onu koridordan çıkararak asansörün önüne kadar sürükledi resmen. Okulun dışına çıkana kadarsa delici siyah gözleri Azra'nın içini oyar gibi baktı ama dudakları birbiri üstünde sıkı bir şekilde duruyordu. Azra olabildiğince başı önünde onunla göz göze gelmemeye çalışarak yumruklarını sıkarak geçirdi bu yolu. Bahçeye vardıklarında, top fenerler renkli ışıklar saçarak yürüdükleri taş yolu aydınlatıyordu. Gökyüzü sakindi; ama Ali’nin gözleri fırtına gibi.

Durdu. “Sen delirdin mi?” diye patladı.

Azra şaşkınlıkla yüzüne baktı. Sonra gözlerini inatçı bir kararla onunkilere dikti. “Kapıyı açamıyordun hani?”

Ali gözlerini devirdi. “Ece’den kurtulmak için söyledim onu! Sare’nin izin vermediği bir şeyi yapamam herhalde! Ama senin bir halt edeceğini biliyordum! Atılmak mı istiyorsun okuldan?!”

“Ben sadece… ne gizliyorlar diye merak ettim,” dedi Azra, omuzlarını hafifçe silkip masum görünmeye çalışarak.

“İyi! Varmıymış gizli bir şey?!”

“Yokmuş… özür dilerim,” dedi Azra. İç sesi başka şeyler söylüyordu, ama susmayı seçti.

Ali homurdandı. “Bir daha sakın böyle bir şey yapma Azra.” Sonra gözlerini kısarak sordu: “Kapıyı nasıl açtın sen?”

“Açtım işte,” diye geçiştirdi Azra.

Ali dudaklarını sıktı. “Ah, şu iletkenler… Tam baş belası oluyorlar.”

Azra'nın kaşları çatıldı. “İletkenler mi? Tekim sanıyordum.”

Ali gözlerini ona dikti. “Senden bahsediyorum zaten, baş belası!” dedi sertçe.

Azra'nın evine varmışlardı. Ali kapının önünde durdu.

“İçeri gir ve uyu. Gözüm üzerinde, yaramazlık yapma!”

Azra başını hafifçe eğdi. “Teşekkür ederim,” dedi yorgun ama içten bir sesle. “Beni kurtardığın için.”

“İlk ve sondu,” dedi Ali, kesinlikle. “İyi geceler.”

“İyi geceler.”

Azra, Ali kapıdan çıktıktan sonra kapıyı yavaşça kapattı. Derin bir nefes çekip, ağır adımlarla yatak odasına yöneldi. Ahşap kulübenin tahta zemini, topuklarının ritmine hafifçe eşlik ediyordu. Dışarıdaki rüzgarın hafif uğultusu eşliğinde camdan dışarıya uzanan pembe çam ormanının silueti puslu bir tablo gibi belirdi. Yatağının üstüne otururken dudaklarının arasından hafif bir iç çekiş yayıldı; zihnini hâlâ kütüphanedeki kehanetin sözleri meşgul ediyordu. Ali bu tarafta yoktu.

Elinde beliren kahvenin sıcaklığı, parmaklarında hafif bir direnç oluşturdu; salona yürüdü. Mavi koltuğunun köşesine çöktü dışarıda terasın korkuluklarına sarmaşıklar dolanmıştı, geceye hafif bir serinlik yayılıyordu. Kahvesini yudumladıkça Ali’nin gerçekten gittiğinden emin olmaya çalıştı; kahvenin buharı ve ahşabın kokusu arasında bekledi.

Sonunda bardağı boşaldığında, üstünü değiştirmek için yeniden hızlıca odasına yöneldi. Yatak odasının beyaz peluş halısı adımlarını yumuşatırken, aynalı makyaj masasının karşısında kısa bir an kendine baktı; yorgunluk gözlerinde ağır bir yük gibiydi.

Azra, kapıyı sessizce aralayıp dışarı çıktı, ahşap verandaya adım attı ve ardından ön bahçedeki mozaik taşlardan oluşan yolda yürüyerek Can’ın kulübesine doğru ilerledi. Ayaklarının taş zeminde çıkardığı hafif tıklamalar, renkli fenerlerin yumuşak ışığında yankılanıyordu. Bahçedeki ağaçların dallarından sarkan yuvarlak fenerler, havaya hafif bir sıcaklık katıyordu.

Kapıyı çaldığında, kalbi sıkıştı; içeri girdiğinde salonun içine yayılan galaksi desenlerinin arasında, arkadaşlarının yüzlerinde taşıdıkları endişe birden azaldı, derin bir nefes aldılar. Azra’nın titreyen elleri, koltuklardan birine uzanıp kendini bırakırken, başını hafifçe eğdi.

“Sare yakaladı beni,” dedi, sesi yorgun ve kesikti. “Ama Ali tam zamanında yetişti, durumu kurtardı.” Uzun cümleler kurmaya hali yoktu; gözleri hafifçe kapandı, kimse soru sormaya cesaret edemedi. Can, yanından yavaşça not defterini uzattı; Azra, elleriyle titreyerek aldı.

“Hiç kimse bir şey söylemesin,” dedi, sesi derin ve kararlıydı. “Bugün çok yoruldum. Ayakta duracak halim yok. Yarın sabah saat onda gelin, kahvaltı yaparız. O zaman konuşuruz.” Ayağa kalktı, hızlı adımlarla kapıya yöneldi, kimsenin iyi geceler demesine fırsat bırakmadan dışarı çıktı.

Eve döndüğünde, kulübenin sakinliğine sığındı. Beyaz peluş halının üstüne serildi ve tavanı izlemeye başladı. Camdan görünen pembe çam ormanı, geceye inat bir huzur yayarken zihni, kütüphanedeki kehanetin sözlerine takılı kaldı. "Benim ortaya çıkmam bir savaşı başlatacak... Anteres ne alaka, anlamıyorum, kahretsin!" diye geçiriyordu içinden.

Kehanetin ağırlığı ve günün yorgunluğu göz kapaklarını ağırlaştırdı. Sonunda, karmaşık düşünceler arasında kaybolup uykuya daldı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 18.06.2025 15:30 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...