
Telefonun alarmı, sabahın mahmur sessizliğini inatçı bir ısrarla deldi. Azra gözlerini aralarken, yüzünü yastığa gömüp bir an daha uyumayı düşündü, ama alarmın keskin sesi kararlılığını bozdu. Komodinin üzerinde titreşen telefona uzanarak alarmı susturdu. Ekranda Mert’ten gelen bir mesaj vardı. Hafifçe gülümsedi, gözlerinin uykulu buğusunu eliyle silerken mesajı açtı.
Mert: Günaydın canım, uyanabildin mi?
Azra: Günaydın, evet uyandım. Hazırlanıyorum şimdi.
Gönder tuşuna bastıktan sonra yorganı bir kenara atarak yataktan kalktı. Ayaklarının çıplak zemine basmasıyla birlikte günün gerçekliği yavaş yavaş üstüne çökmeye başladı. Aklının bir köşesinde notlar kısmındaki adres beliriverdi; Aslı’nın eski bakıcısının evi... Gidecekleri yere yakındı. “Belki onu da aradan çıkarırım bugün,” diye düşündü.
Gardırobun önünde bir an durakladı. Ziyaretin doğasını düşününce daha klasik bir görünümün yerinde olacağına karar verdi. Lacivert bir kanvas pantolonu ve krem rengi, zarif kesimli bir bluzu seçti. Aynanın karşısına geçti, saçlarını tepede sıkı bir topuzla topladı. Hafif ama özenli bir makyajla yüzüne canlılık kazandırdı. Tam rimelini sürerken telefon yeniden titreşti.
Mert: Ben geldim, dışarıda bekliyorum.
Azra: Şimdi çıkıyorum.
Çantasını klasik siyah bir modelle değiştirdi. Siyah Oxford ayakkabılarını ayağına geçirirken topuklarının sert zeminde çıkardığı tok ses, evin sessizliğinde yankılandı. Bahçeye adımını attığında sabah güneşi yaprakların arasından süzülerek masa ve sandalye takımına düşüyordu. Yol kenarına park etmiş arabaya yöneldi.
Mert, arabanın ön kaputuna yaslanmış, güneşin altında gözlerini hafif kısarak Azra’ya bakıyordu. Onu görünce yüzünde tanıdık, sıcacık bir tebessüm belirdi. Arabadan indi, Azra'nın kapısını her zamanki alışkanlıkla açtı. Azra adım attığında çakıl taşlarının kıyı kıyı sesleri eşlik etti.
“Tekrar günaydın,” dedi Mert, direksiyona geçerken. Azra’nın kıyafetlerine kısa bir bakış attı, kaşları hafifçe kalktı. “Klasik giyinmişsin… İş görüşmesine mi gidiyoruz?” Tonu alayla karışık bir merak taşıyordu; bakışlarının ardında “normalde böyle giyinmezdin” diyen sessiz bir sorgu gizliydi.
Azra başını eğerek Mert’in üstünü süzdü; gri eşofman ve mavi tişört. Dudaklarında küçük bir kıvrılma belirdi.
“Aslında sen de biraz daha özenli giyinseydin fena olmazdı,” dedi gülümseyerek. Cümle neşeliydi ama içinde bir iğneleme taşıyordu. “Neyse, çok önemli değil. Sen gittiğimiz yerde beklersin, ben hallederim.”
Zeynep'e böyle gidilmezdi. Bu kadar dağınık görünüm, ciddiyetsiz bir izlenim bırakırdı. Mert’le detayları yolda konuşuruz…
Mert’in yüzüne merak oturdu, başını yana eğerek sordu: “Nereye gidiyoruz peki?”
Azra camdan dışarı, kısa çitlerin ardında dans eden begonvillerin morluğuna baktı. “Önce kahvaltıya gidelim,” dedi. “Kahvaltı ederken konuşuruz, olur mu?”
“İyi bakalım,” dedi Mert ve yola odaklandı. Birkaç sokak ilerledikten sonra göz ucuyla Azra’ya döndü. Ses tonu bu kez daha temkinliydi. “Bu arada... evdekilere ne söyledin çıkarken? Benimle olduğunu biliyorlar mı?”
Umarım artık ailesine benden bahsetmiştir, diye geçirdi içinden. Konunun hâlâ bu noktada olması onu hafifçe gerdi.
Azra derin bir nefes aldı, pencereden dışarı bakarak konuştu:
“Anneme iş yerine gideceğimi, amirin gece mesaj attığını, raporla ilgili konuşmak istediğini söyleyen bir not bıraktım.”
Mert’in kaşları kalktı. “Yalan söyledin yani?” Sesindeki şaşkınlık, içindeki hafif kırgınlıkla karışıktı.
Niye hâlâ gizliyoruz ki? diye düşündü.
Azra omzunu silkti, sesi düşük ama netti.
“Mecburen. Ne diyecektim? ‘Mert’le önce kahvaltı edip sonra bazı işlerin peşine düşeceğiz’ mi? Annem zaten şüpheli biri, sorgular durur.”
Araba ilerlerken içeride geçici bir sessizlik oldu. Radyoda hafif caz tınıları çalmaya başladı, ama ikisinin de aklı başka yerlere sürüklenmişti.
Mert, camdan yansıyan sabah ışığında gözlerini kısarak Azra’ya döndü. Kaşlarının arasında hafif bir çizgi belirmişti, ama dudaklarının kenarındaki gülümseme hâlâ yerindeydi. Kafasını hafifçe yana eğdi, sesi neşeli ama altında ince bir kırgınlık gizliydi.
“Benimle kahvaltı etmene bile izin vermezler miydi yani? Ya da hangi ‘işlerin’ peşine düşeceğiz ki?”
Azra, başını hafifçe geriye yaslayıp gözlerini tavana çevirdi. Kalabalık trafiğin içinden yükselen korna sesleri camın ardında boğukça yankılanıyordu. Arka sokaktan geçen bir okul servisi ani bir frenle durduğunda, içindeki çocukların kahkahaları bir anlık serin rüzgar gibi içeri süzüldü.
İç çekti. Başını çevirip Mert'e baktığında gözlerinde alışkın bir yorgunluk vardı.
“Şöyle anlatayım ben sana durumu,” dedi, sesi sakince dalgalandı. “Annemle her şeyi konuşabilirim. Hatta erkek arkadaşım olduğunu da söyleyebilirim. Büyük ihtimalle bir şey demez. Ama seninle sık görüşmemi istemez. ‘Yanına Akın’ı al, öyle git,’ der mesela... ya da ‘Bir saat şurada oturup sonra hemen dön,’ gibi... Belki de ‘Ayda bir görüşseniz yeter, abartmayın,’ der. Cidden böyle şeyler söylüyor.”
Mert’in kaşları hızla kalktı, vücudu koltuğa hafifçe gömüldü. Gözleri, bir anlığına gerçekliği kavramaya çalışır gibi Azra’nın yüzünde gezindi.
“Yuh! Ayda bir mi?” dedi gözleri büyüyerek, sesi yarı alaycı yarı isyan doluydu. Kafasını geriye attı, dudakları kıvrıldı. “Cezaevindekilerin bile haftada bir görüş hakkı var yahu!”
Azra başını yana eğerek ona dik dik baktı. Dudaklarında alaycı bir kıvrım vardı. Konuşurken gözlerini hafif kısıp sesi ciddiymiş gibi tonladı.
“İstersen cezaevine gireyim? Haftada bir görüşebilmek için.”
Sonra gözlerini tekrar cama çevirdi, dışarıda bekleyen taksicilerin birbirine homurdanarak yol vermemesi ilgisini çekmişti. Elini yavaşça saçlarına götürüp bir tutamı kulak arkasına itti.
“Ya da hiçbir şey söylemeden bu şekilde minik kaçamaklarla görüşmeye devam edelim,” dedi, sesine farkında olmadan bir hüzün yerleşmişti. “Bu arada... babam seni öğrenirse çıranı yakar. Akın ne yapar, onu bilemiyorum.”
Mert başını iki yana salladı, alnındaki çizgiler derinleşmişti. Direksiyonun üstünde duran elleri bir süre hareketsiz kaldı. Dışarıdan geçen kalabalık öğrenci grubu arasında kaybolan motor kuryelerin agresif geçişleri, trafikteki klostrofobiyi daha da belirginleştiriyordu.
“Desene... evlenene kadar rahat yok. Evlenince de bir ihtimal,” dedi, dudaklarının kıyısından alaycı bir tebessüm sızdı ama bakışlarındaki ciddiyet belirgindi. Ardından gözlerini yumuşatarak ona döndü. “Ama evdekilerle benim yüzümden sorun yaşamanı istemem.”
Azra başını yavaşça salladı. Sesi düz, ama içindeki çatışmayı gizlemekten uzak bir açıklıktaydı.
“Ben de istemem,” dedi sadece. Yüzünde net bir ifade vardı ama gözleri biraz kararsızdı.
Mert bir anda eğildi, dizlerini elleriyle dürter gibi hafifçe bastırarak tekrar ona döndü. Gözlerinde o tanıdık muzır bakış belirmişti.
“O zaman yarın annemlere söyleyeyim de seni istemeye gelsinler bari. Ne yapalım! Senin için evlilik gibi bir şeye katlanırız artık!”
Azra gözlerini devirdi, dudaklarını büzerek yan döndü. Kafasını hafif eğerek tısladı.
“Ettiğin teklife tüküreyim! Hem ben seni evliliğe uygun görüyor muyum acaba?!”
Mert ellerini iki yana açtı, gözlerini kocaman açarak kendi üstünü gösterdi.
“Mis gibi çocuğum!” dedi kendini övüyormuş gibi ama sesi gülmeye meyilliydi. “Benden iyisini mi bulacaksın?”
Azra'nın gözleriyle onu süzdü. Kaşlarını hafifçe kaldırarak dudaklarını oynattı.
“E daha iyisi varsa tabii... bir şansımı denemek isterim.”
Mert kahkahayı bastı, başını hafif öne eğerek dizine vurdu. Çocukça bir neşeyle konuştu, sesinde nostaljik bir tını vardı.
“En son ilkokulda böyle bir ilişkim olmuştu,” dedi. “Kızın yedi abisi vardı, dördüyle aynı okuldaydık. Teneffüste kızlar tuvaletinde buluşuyorduk bizi yakalamasınlar diye.”
Azra bir an durdu, gülümsedi ama gözlerinde düşünceli bir ifade belirmişti. Mert, camdan yansıyan ışıkta hafifçe gözlerini kısmıştı. Caddenin öteki ucunda sarı bir minibüs kırmızı ışıkta ani bir frenle durdu; içerideki yolcular hafifçe öne savruldu.
Mert derin bir nefes aldı, dudaklarındaki gülümseme biraz buruklaştı.
“Çok heyecanlı olacak,” dedi, sanki başına gelecek her şeye hazırlıklıymış gibi.
Arabanın içinde arka fonda hafif bir gitar solosu çalıyordu; eski bir rock parçası, bir 90'lar Türk grubu... Yaz sabahının serin esintisi, açılan camlardan içeri doluyor; dışarıda, cadde kenarındaki kafelerde insanlar kahvaltı tabaklarına uzanıyordu. Deniz manzaralı yolun kenarında süzülen araçlar artık acele etmiyordu, şehir biraz gevşemiş gibiydi. Mert aracı yol kenarında uygun bir yere park etti.
Azra kapıyı açarken başını hafif yana eğip Mert’e gülümsedi. Yürürken topuklarının taş zemine vuran sesi kısa aralıklarla yankılanıyordu.
“Kızlar tuvaleti mi?” dedi kıkırdayarak, yan yana kafeye doğru ilerlerlerken. Bir taş kemerin altından geçerken, Mert omuzlarını hafifçe silkti, gülümsedi ama bakışlarında o anıya dair küçük bir utanma parıltısı vardı.
“Evet, ne yapalım?” diye mırıldandı. “Abileri sadece oraya giremiyordu. Tek güvenli yerimizdi orası.”
Ormanın serin havası Azra'nın tenine çarptı kısa bir an ürpermesine sebep oldu. Selin'i hemen kafasından attı.
Mert biraz ileride kafenin önünde durup kapıyı nazikçe açtı.
Azra içeri adım attığında hafif bir kahve ve simit kokusu karşılamıştı onu. Duvarlardan süzülen loş sarı ışık, mekâna sıcak bir sabah uykusunun ardından uyanmış hissi veriyordu. Mert garsona kısaca kahvaltı siparişlerini verdi. Bahçedeki yapay gölün kenarındaki küçük masalardan birine geçtiler. Deniz manzarasının da uzaktan uzandığı o köşe, yaz sabahını sessizce selamlıyordu.
Mert, sandalyesine otururken hâlâ anlatıyordu. Dudaklarındaki gülümseme gittikçe genişliyor, sesi çocukluk anılarının sıcaklığıyla doluyordu.
“Elif,” dedi ismini vurgularken. “Yani bu kız gerçekten benden hoşlanıyormuş meğer... Ama sen git, Ela’nın abisine bizim sevgili olduğumuzu, hem de her teneffüs kızlar tuvaletinde buluştuğumuzu söyle!”
Elini kısa bir öfke jestiyle masanın üstünde gezdirdi, sonra kahkahayla devam etti.
“O gün okul çıkışında bir dayak yedim, bir dayak yedim... anlatamam!”
Yüzü anıyı hatırlarken ekşidi, burnunu hafif kırıştırdı. O anı canlandırdığı belli oluyordu.
Azra kahkahalara boğuldu, sandalyede hafifçe geriye yaslanmıştı. Gülmekten yanakları ağrıyor, gözleri kısılıyordu.
“Ee, Ela bir şey yapmadı mı? ‘Ben seviyorum onu,’ demedi mi?” dedi, gözlerinin içi hâlâ gülüyordu.
Mert bir an durdu, gözlerini sabit bir noktaya dikip içini çekti. Sesi biraz daha kısık, alayla örtülmüş bir kırgınlık taşıyordu.
“Demedi,” dedi dudaklarını bükerek. “Nankör kız! Üstüne ne dese beğenirsin? ‘Abilerimi dövemedin,’ dedi. O yüzden ayrıldı benden.”
Kaşlarını kaldırarak gözlerini kocaman açtı, hafif dramatize ederek ekledi:
“İzbandut gibi çocuklar yahu! En küçüğü benden iki yaş büyük. Nasıl döveyim hepsini? İki tanesini anca devirebildim.”
Azra gülmeyi kesemiyordu. Başını iki yana sallarken gözleri yaşarmıştı. Sesindeki alaycı sıcaklık daha da belirginleşti.
“Desene, sopayı yediğinle kaldın.”
“Hiç sorma,” dedi Mert. “Ama var ya... dayak yemiş olmam, Ela’nın sırf abilerini dövemedim diye benden ayrılması kadar koymadı bana.”
Bir an duraksadı. Gözleri hafif uzaklara kaydı. Hâlâ gülüyordu ama alttan alta o çocuk kalbinin incinmişliği seziliyordu.
Azra gözlerini kısarak ona baktı, merakla eğildi.
“E... yedin dayağı, oturdun mu yani? Ne yaptın sonra?”
Mert’in yüzüne tekrar muzip bir ifade yerleşti. Bir elini kaldırarak parmaklarını şıklattı, sesi sinsi bir gururla parladı.
“Ne yapacağım...” dedi, dudaklarını ısırarak gülümserken. “Abilerini dövemedim ya... ‘Döversem geri döner,’ dedim kendi kendime. Çocuk mantığı işte.”
Kafasını hafif yana yatırarak devam etti.
“Gittim, abimi aldım yanıma. Okul çıkışında, bunun abilerini bir temiz dövdük biz. Efsane dövdük hem de. Sonra ertesi gün yoldan geçerken bir çiçek kopardım, kıza vereceğim okulda. Abileri dövdük ya, bir havalıyım o gün! Görsen ölürsün gülmekten!”
Gözleri geçmişe dönerken hem anlatıyor hem kendi haline gülüyordu. Azra ise ağzını kapatmış, kahkahasını bastırmaya çalışıyordu.
“Verdim çiçeği,” dedi Mert, sesi hafif alçaldı. “Kız aldı elimden. Sonra yüzüme baktı... şöyle bir baktı...”
Durdu, Azra’ya bakarak taklit etti o bakışı. Suratını buruşturdu, sesi tizleşti.
“‘Hem abilerimi döv, hem de beni sevdiğini söyle ha? Yere batsın senin sevgin!’ dedi. Çiçeği de fırlattı, attı çöpe.”
Bir an sessizlik oldu. Sonra Mert, hem güldü hem iç geçirdi. Gözlerinin kenarında kırışıklıklar belirmişti, ama sesi daha dingindi şimdi.
“İşte böyle,” dedi, başını geriye yaslayarak.
Garson, ince uzun beyaz önlüğüyle sessizce yanaştı ve serpme kahvaltı tepsisinin içindekileri pratik bir hızla masaya bıraktı. Tabaklardan yükselen taze domates, kızarmış hellim ve çıtır simit kokusu, sabahın serin çam havasına karıştı. Masanın hemen yanındaki minik gölde ördekler usulca süzülüyor, şemsiyelerin gölgesinden uzanan serinlik, Azra’nın ince omzuna düşüyordu. Kuş cıvıltılarının arasına zaman zaman sincapların koşturmacası karışıyor, fonda ise zarif bir keman eşliğinde hafif caz tınıları yayılıyordu.
Azra, gözlerini Mert'e dikmiş, hala onun anlattığı hikâyenin etkisindeydi. Kahvaltılıklardan tabağına biraz alırken kıkırdadı.
“Kız haklıymış ama,” dedi, zeytinyağlı beyaz peyniri ekmeğine sürerken.
Mert, bıkkın bir ifadeyle başını iki yana sallayıp bir zeytine uzandı.
“Haklı mı? Bir gün gerçekten bir kadının ne istediğini anlayabilecek bir erkek bulunacak mı, merak ediyorum,” dedi, iç çekerken göz ucuyla onu süzerek.
Azra, bardaktaki çayı karıştırırken başını hafifçe yana eğdi. Yüzündeki muzip gülümseme gözlerine yansımıştı.
“Çok kasmayın,” dedi. “Ne gerek var anlamaya çalışmaya? Kapasitenizi zorlayıp devreleri yakmayın boşuna.”
Mert, ekmeğini yarım bırakıp çatalını masaya bıraktı. Tek kaşını hafifçe kaldırdı, deniz mavi gözlerinde alaycı bir parıltı vardı.
“Erkeklere hakaret mi ettin sen demin?”
Azra kıkırdadı. Yüzündeki ifade hiçbir suçluluk taşımıyordu.
“Yok canım, ne haddime,” dedi alayla, ardından gözlerini manzaraya çevirdi. Uzakta deniz maviliği gölgelenmişti, ağaçlar rüzgarla fısıldaşıyor gibiydi.
Mert tekrar kahvaltılığına yöneldi ama bakışları hâlâ Azra’nın üzerindeydi. Elini yavaşça saçlarının arasından geçirerek direkt konuya girdi.
“Neyse... söyle bakalım artık. Niye böyle şık giyindin ve nereye gideceğiz?”
Azra, çantasından telefonunu çıkarıp masaya bıraktı. Parmakları ekrana kaydı; sonra iki farklı adresi gösterdi.
“Bak,” dedi. “İkisi de ev adresi.”
Mert gözlerini kısıp ekrana eğildi. Baş parmağıyla satırları takip etti.
“Evet.”
Mert kafasını kaldırdı, sabırsızca.
“Ne olduğunu anlatacak mısın artık, Azra?”
Azra’nın gülümsemesi silinmişti. Göl kenarından esen hafif rüzgar saçlarının bir tutamını yanağına düşürdü, eliyle geriye attı.
“Bak Mert,” dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı. “Sana her şeyi olduğu gibi anlatamam. O yüzden şimdi anlatacağım kadarıyla yetinip daha fazla soru sormayacağına söz verir misin?”
Mert’in yüzü ciddileşti. Çatalı elinden bırakıp sandalyeye yaslandı. Gözleri artık doğrudan Azra’nınkilere kilitlenmişti.
“Endişelenmeli miyim?” diye sordu, sesi alttan alttan tedirginlik yüklüydü.
Azra başını iki yana salladı. Gözlerini bir an göle çevirip konuştu.
“Hayır. Şöyle ki… Bu evlerden biri, şu anda akıl hastanesinde yatan ve yeni tanıştığım bir kızın arkadaşının evi. Arkadaşı uzun zamandır onu ziyaret etmiyormuş. Önce ona uğrayacağım.”
Mert’in kaşları çatıldı. Eliyle masadaki domatesi çevirmeye başladı.
“Neden?”
Azra derin bir nefes aldı. Göl kıyısında yürüyen yaşlı çiftin adımlarını izler gibi bir sessizlik çöktü anlık.
“Kızın durumu beni biraz üzdü,” dedi, kelimeleri dikkatle seçerek. “Arkadaşıyla konuşup yapabileceğim bir şey var mı öğrenmek istiyorum. Belki bir yardımım dokunur.” Ardından Mert’in merakla süzdüğünü fark edince ekledi:
“Buraya gelmek zorunda değilsin. İstersen arabada bekle. Kız kıza daha rahat konuşuruz hem.”
Mert onu dikkatle inceledi. Sadece bir ‘yardım’ mı bu? İçinde cevaplanmamış bir şey vardı ama ısrar etmedi. Hafifçe gülümsedi.
“Peki… diğeri?” diye sordu, ikinci adresi işaret ederek.
Azra bir anda farklı bir tona büründü. Gözleri parladı, dudaklarında yaramaz bir sır saklıydı.
“Sen yalan söyleyebilir misin?”
Mert kaşlarını kaldırdı.
“Yani… gerekiyorsa evet.”
“Peki, yalan söylemekte ne kadar iyisin?”
Mert kahvaltısına geri döner gibi yaptı ama artık dikkatini tamamen ona vermişti.
“İstersem çok iyi olabilirim.”
Gözleri hafif kısıldı. 'Ne çeviriyorsun şimdi?' diye geçirdi içinden.
Azra keyif alarak geriye yaslandı. Parmaklarını fincanın kulpuna doladı.
“Harika. Tam aradığım adam.”
Mert gözlerini devirerek başını iki yana salladı.
“Dalga mı geçiyorsun benimle?”
“Hayır, çok ciddiyim,” dedi Azra, dudaklarındaki sırıtışı koruyarak.
Mert kahvesinden bir yudum aldı. Hafifçe iç geçirdi.
“Erkekte aradığı kriterler içerisinde ‘iyi yalan söylemesi’ olmayan da ne bileyim... Doğru diyorsun.”
Azra’nın ifadesi ciddileşti. Artık gözlerinde belli belirsiz bir karanlık vardı.
“Dalga geçme. Bana yalan söyleme yeter. Çünkü anlarsam hiç iyi olmaz.”
Mert bu keskin geçişe hazırlıksız yakalanmıştı. Yüzü dondu.
'Yine neyin ortasındayım ben?' diye düşündü.
Ama kendini toparladı.
“Ne yaparsın mesela?”
Azra gözlerini onunkilere dikti.
“Söylersen öğrenirsin.”
Mert güldü. Kafasını yana eğdi.
“Çok tatlı görünüyorsun, ciddiye alamıyorum seni.”
“Dene gör,” dedi Azra sakince. Sesi rüzgarın ağaçlar arasında fısıltısı gibiydi.
Mert bir anlık sessizlikten sonra, içten bir ses tonuyla konuştu.
“Gönlün olsun diye biraz korkayım bari,” dedi, sonra ekledi. “Ama şunu bil: Sana yalan söylemek gibi bir niyetim yok. Olabildiğim kadar dürüst olmayı tercih ederim.”
Gözlerini kısıp ona baktı.
“Peki ya sen? Sen bana yalan söyler misin?”
Azra hiç tereddüt etmeden cevap verdi.
“Hiç şüphen olmasın.”
Mert şaşkınlıkla kaldı.
“Nasıl yani, söyleyecek misin?”
“Evet,” dedi Azra, gülümsemeden. “Hem de çok çok bol bol. İki lafımdan biri yalan olabilir hatta, öyle düşün.”
Mert’in çatalı havada asılı kaldı. Kaşları çatıldı, gözleri kısıldı.
“Bu kadar dürüst bir yalancıyı da ilk defa görüyorum,” dedi.
Azra omuz silkti, fincanını masaya bıraktı.
“Bizde böyle Mert Efendi. İşinize geliyorsa.”
Mert başını iki yana sallayarak gülümsedi.
“Peki bana en çok hangi konuda yalan söyleyeceksin?”
Azra cevap vermedi hemen. Sonra yüzüne yine o oyunbaz gülümseme yerleşti.
“Bilmemen gereken her konuda.”
“Peki neyi bilmemem gerekiyor?”
Azra, çayından bir yudum aldı.
“Bazı şeyleri.”
Kısa ve net.
Mert ona uzun uzun baktı. Sessizlik içinde kalan bu birkaç saniyede içinden geçen tek şey şuydu:
Bu kız göründüğünden çok daha karmaşık.
Ve bu karmaşa, hem çekici hem de hayli tehlikeli.
Azra gözlerini uzaklara dikmişti. Göl kenarındaki beyaz şemsiyelerden biri altında, sıcacık simitlerin arasından yayılan susam kokusu, yakınlardaki gölette yüzen ördeklerin arada bir çıkardığı sesler ortamın huzuruna tuhaf bir ritim katıyordu. Ağaçların arasında koşturan sincaplar, dallardan sıçrayan kuşlar ve çayın buğusu arasında, sessizliğin altına gizlenmiş yoğun bir gerilim seziliyordu.
Mert, Azra'nın kendine has dürüstlüğünü anlamaya çalışır gibi başını yana eğdi. Gözlerinde hem şaşkınlık hem de alttan alta eğlenen bir parıltı vardı. "Demek sevgilim küçük bir Pinokyo, öyle mi?" diye takıldı; sesi iğneleyici ama hafifti, altındaki merakı gizleyememişti.
Azra, bir elini çay bardağına uzatıp dudaklarına götürmeden önce derin bir nefes aldı. Sözlerinin tonunu hafifletmeye çalışarak, "Büyük bir Pinokyo aslında," dedi ve hemen arkasından konuyu değiştirdi. "Mert, neyse... bu konuyu erteleyelim. Gideceğimiz ikinci evde yaşayan bir kadın var. Bu kadın, benim çok sevdiğim bir arkadaşıma bebekliğinden beri bakıcılık yapmış... arkadaşım üniversiteyi kazanıp onun elinden kurtulana kadar."
Mert’in dudak kenarındaki alaycı kıvrım yavaşça kayboldu. Sırtını biraz daha sandalyeye yaslayıp, gözlerini kısarak Azra’yı süzdü. "O ne demek?" diye sordu, sesi artık daha sert, ciddi bir tona bürünmüştü. Parmakları çay fincanının kulpuna sıkıca sarılmıştı.
Azra başını hafifçe öne eğdi, masadaki tabaktan bir zeytini aldı ama yemeden bıraktı. "Bebekliğinden itibaren aç bırakmak başta olmak üzere, her türlü işkenceyi yapmış arkadaşıma... ve ben de bunu yeni öğrendim."
Mert’in gözleri kısıldı, çatalını yavaşça tabağa bıraktı. O an, gözlerinin içine inen gölge, hem düşünce yoğunluğunu hem de duyduğu öfkeyi yansıtıyordu. Sessizliği ilk bozan o oldu: "Anladım," dedi. Sesi sakindi ama altındaki ton keskin bir bıçak gibiydi. "Kadını öldürmek istiyorsun. Benim de güçlü kuvvetli olduğumu düşündüğün için, mezarını bana kazdıracaksın, değil mi?"
Azra, gözlerini kaçırmadan başını salladı, sonra acı bir tebessümle güldü. "Harika fikir gerçekten. Hem cezaevinde daha rahat görüşürüz, ne diyorsun?"
Mert dudaklarını buruşturdu, bir çay yudumu alıp fincanı usulca tabağa bıraktı. "Tabii, mükemmel bir fikir. Abim bile kurtaramaz beni bu sefer." Gözlerini onun gözlerine dikerek ekledi: "Gerçekten ne yapacaksın Azra?"
Azra bir an durdu, sonra içindeki kırılganlığı gizlemeye gerek duymadan, "Bilmiyorum," dedi. Sesi yavaş ama kararlıydı. "Ama yanına bırakmak istemiyorum. Eğer 'ben yokum' dersen, tek gideceğim."
Mert, bir an için uzaktaki denize baktı. Gemi düdüğü hafifçe duyulurken gözlerini yeniden Azra’ya çevirdi. Yüzünde sert ama koruyucu bir ifade belirdi. "Kafana koyduğun belli, mutlaka gideceksin. Karnındaki o yarayla seni tek gönderemem. Yanında geleceğim."
Bu netlik karşısında Azra şaşkınlıkla gözlerini açtı, sonra minnetle gülümsedi. "Teşekkür ederim. Ama minik bir sorun var; içeriye nasıl gireceğimizi düşünmem gerekiyor."
Mert düşünceli bir ifadeyle kaşlarını çatarken, elindeki peyniri tabağa geri koydu. "İçeriye girecek bir bahane bulmak gerekiyor..."
Azra, bir anlık parıltıyla fikrini sundu. "Sosyal hizmetlerden geliyoruz desek? Birisi adınıza yardım başvurusu yapmış, evi görebilir miyiz diyelim?"
Mert şüpheyle başını salladı. "Ya 'yardıma ihtiyacım yok' derse?"
Azra omuzlarını silkerek, "O zaman polisiz deriz. 'Birkaç soru sormak istiyoruz'..." dedi.
Mert’in bakışlarında o tanıdık, çözüm üretmeye hazır kıvılcım belirdi. "İçeriye almazsa ne olacak? Bence şöyle yapalım: Marketten geliyoruz, tatil çekilişi kazandınız diyelim."
Azra’nın gözleri parladı. "Evet bak, bu olabilir! Bedava sirke baldan tatlıdır sonuçta."
Mert planı hızla detaylandırdı, sözleri artık net bir stratejiye dönüşüyordu. "Evin yakınlarındaki marketlere de bir göz atarız. Hangi market yaygınsa onu söyleriz. Hatta bir tur şirketine uğrayıp birkaç tatil broşürü alırız. Kılıfına uysun."
Azra hayranlıkla ona baktı, yüzünde içten bir gülümseme vardı. "Kafan zehir gibi maşallah."
Mert gururlu bir gülümsemeyle çayını yudumladı. "İltifat olarak alıyorum."
Azra, Mert’in yüzündeki kendinden emin ifadeye baktı ve içten bir gülümsemeyle başını hafifçe eğdi. Parmakları fincanın kulpunu kavrarken, “Teşekkür ederim,” dedi yumuşak bir sesle. “Yanımda olduğun için.” Sakin görünen bahçedeki göletteki ördeklerin suya düşen gölgeleri dalgacıklar yaratıyor, uzaklardan bir gemi düdüğünün sesi yankılanıyordu.
Mert’in bakışları yumuşadı. Sırtını sandalyeye yaslayıp çayını masaya bıraktı. “Yalnız bırakacak değildim,” dedi kısa ama net bir ifadeyle. Tişörtünün kolunu düzeltirken göz ucuyla kendi haline göz gezdirdi. “Ama… sanırım üstümü değiştirmem gerekiyor, değil mi?”
Azra hafifçe başını salladı. “Evet, daha iyi olur,” diye onayladı, dudağında belirsiz bir gülümseme belirdi.
“O zaman yol üstünden bir şeyler alalım,” dedi Mert, yerinden kalkarken.
Azra çantasını omzuna asarken, masadaki bir çoğu yenmiş serpme kahvaltıya son bir kez göz gezdirdi. Sincaplar çimenlerin arasından geçiyor, beyaz şemsiyeler sabah güneşini gölgelerken birkaç masa öteden çatal bıçak sesleri duyuluyordu. “Hadi kalkalım,” dedi.
Mert, hesabı ödedikten sonra birlikte bahçeden geçip arabaya yöneldiler. Aracın kapısı kapanırken, motorun sesi sessiz doğa parkının huzurunu kısa süreliğine deldi. Şehir merkezine yaklaştıklarında kalabalıklaşan cadde, haftaiçi sabah saatlerinin telaşsız düzenindeydi; açık dükkanlar, eczaneler ve yeni yeni açılan mağazalar sıralanmıştı.
Arabayı uygun bir yere park ettiklerinde Mert kapıyı açtı. Güneş, binaların arasında parlak yamalar halinde kaldırıma vuruyordu.
“Ben telefonla birkaç görüşme yapacağım,” dedi Azra, çantasından telefonunu çıkararak.
Mert başını sallayıp yakındaki mağazalardan birine yöneldi. Adımlarını ritmik ve kararlı atan Azra, kaldırımın kenarındaki küçük bir ağaç gölgesine çekilip annesini aradı.
“Efendim kızım?” dedi Sema, sesi uykunun ardından gelen alışıldık yumuşaklıkla doluydu.
“Ne yapıyorsun anne?”
“Yeni uyandım, not bırakmışsın.”
Azra dudaklarını büzdü, güneşte hafifçe parlayan kaldırım taşlarına bakarak rolünü sürdürdü. “Uyandırmak istemedim. İş yerine geldim. Amirle konuşacağım. Sonra iş arkadaşlarımla biraz zaman geçireceğim. Merak etme diye aradım.”
Sema’nın sesi bir anda tedirginleşti. “Taksiyle gel eve, yürüme sakın!”
“Tamam anne, öyle yaparım,” dedi Azra, gözlerini mağazanın vitrinine çevirdi.
“İşten ayrılacağını da söyle artık amirine,” diye ekledi Sema. Sesi daha kararlıydı.
Azra iç çekti, güneşin alnına düşen sıcağını silmek istercesine alnını eliyle gölgeledi. “Raporum bitsin, öyle söyleyeceğim.”
“Neden uzatıyorsun?”
“Ücretim kesilmesin diye anne,” dedi Azra, kısa ve net bir tonla. “Neyse, öpüyorum. Gelince konuşuruz.”
“Tamam... Dikkat et kendine. Akın arabayı almış yine, çok kalırsan haber ver bana, okuldan dönerken Akın alsın seni.”
“O zaman ben duruma göre Akın’ı ararım, olur mu?”
“Tamam, görüşürüz.”
“Görüşürüz.”
Telefonu kapattığında derin bir nefes verdi. Caddede geçen araçların uğultusu, arada bir geçen motorsikletin sesi ve uzaktan gelen korna sesi içinde birkaç adım yürüyüp ikinci numarayı çevirdi. Zeynep’in numarasını tuşladı. Telefon bir süre çaldı, açan olmadı. Tekrar aradı. Bu kez birkaç çalıştan sonra uykulu bir kadın sesi cevap verdi:
“Alo?”
“Alo, Zeynep Hanım’la mı görüşüyorum?” Azra, sesine profesyonel bir ton vermeye çalıştı. Gözleri Mert’in girdiği mağazaya yönelmişti.
“Evet, benim,” dedi Zeynep esneyerek.
“Zeynep Hanım, ben Şeyma Hanım’ın yerine bakacağım bir süre, stajyer psikoloğum. Nihal Hanım’ın yakınısınız, değil mi?”
Zeynep’in sesi bir anda toparlandı. “Evet, arkadaşıyım.”
“Nihal Hanım’la ilgili bilgi almak için sizi ziyaret etmek istiyorum. Bugün müsait misiniz acaba?”
“Evet, evdeyim.”
“Peki, ben bir saat sonra sizi görmeye geleceğim. Sizin için de uygunsa.”
Zeynep kısa bir duraksamayla, “Uygun, tamam, gelin… Nihal iyi, değil mi? Aksi bir durum yok?” diye sordu. Sesi endişeyle sertleşmişti.
“Aynı… Bir gelişme yok gibi,” dedi Azra, sesi kısık ama kararlıydı. “Bu yüzden sizinle konuşmak istiyorum.”
“Tamam, bekliyorum.”
“Teşekkür ederim, iyi günler.”
“İyi günler.”
Tam telefonu kapatmıştı ki mağazanın kapısı açıldı. Mert çıktı. Üzerine geçirdiği gri, yarı spor gömlek ve siyah kanvas pantolonun içinde fazlasıyla şık görünüyordu. Gün ışığı gözlerinin maviliğini daha da belirginleştirirken, Azra’nın içindeki kıpırtı fısıldadı: Bir insan hem bu kadar yakışıklı hem bu kadar kendine güvenli olabilir mi?
Mert onun kendisine bakışlarını yakalayınca başını hafifçe yana eğdi, dudağında alaycı bir gülümseme vardı. “Ee, olmuş mu kıyafetim küçük hanım?” dedi, gömleğinin manşetlerini düzelterek.
Azra gözlerini kaçırarak nefesini toparladı. “Eh, idare eder,” dedi, ama sonra bakışlarını ondan kaçırmadan ekledi: “Güzel olmuş, beğendim.”
“Hadi gidelim o zaman,” dedi Mert memnuniyetle. Anahtarı elinde çevirirken, “Yolda planımızı detaylandırırız,” diye ekledi.
Arabaya binerken Azra'nın içi hafifçe kıpırdanıyordu. Caddelerden geçerken konu market çekilişi bahanesine, bölgedeki zincir marketlerin isimlerine ve ikna edici görünmek için yanlarına alacakları broşürlere geldi. Planı netleştirerek ilerlediler.
Sonunda bahçe içindeki müstakil eve vardılar. Evin küçük verandası, dış cephesine yaslanan sarmaşıklar ve kapının önündeki paspas sıradan ama huzurluydu. Kuş sesleri fonda hâlâ duyuluyordu.
Azra kapıyı açtı, arabadan indi. Güneşin sıcak ışığı omzuna vururken, Mert’e dönüp heyecanlı bir gülümsemeyle baktı. Ceketinin eteğini düzeltti, derin bir nefes aldı.
“Uzun sürebilir,” dedi. “Ben seni ararım çıkarken. İstersen yakınlarda bir yerlerde otur.”
Mert sakince başını salladı. Gözleri çevredeki her detayı tararken, dudakları ince bir çizgiye dönüştü. “Tamam, haber verirsin bana.”
“Teşekkür ederim Mert,” dedi Azra. Yüzünde, minnetle karışık bir kararlılık vardı.
Arkasını dönüp evin kapısına doğru yürüdü. Parmakları zile uzanırken, içindeki tüm duyguları bastırmaya çalıştı ve basit bir “ding-dong” sesiyle yeni bir oyunun perdesi açıldı.
Azra zile bastığında, paslı zilden çıkan zayıf ses gecekondu sokağına karıştı. İçeriden gelen ayak sesleri, ahşap zeminde tok tok yankılanarak yaklaştı. Ardından, metal kapının ardından bir ses yükseldi:
"Kim o?"
Azra kısa bir duraksamayla profesyonel tonuna büründü, ellerini ceketinin cebine sokarken sesi netti.
"Ben Funda. Şeyma Hanım'ın gönderdiği asistan doktorum."
Kapı gıcırtıyla aralandı. Eşiği geçerken nemli hava burnuna hafifçe rutubet kokusunu taşıdı. Karşısında otuzlarının ortasında, hafif toplu, buğday tenli bir kadın belirdi. Başörtüsünü düzelten eli biraz titriyordu; merakla süzdüğü ela-yeşil gözleri ışığı emiyor gibiydi.
"Hoş geldiniz, buyurun," dedi kadın, sesi hem nazik hem temkinliydi.
Azra yavaş adımlarla içeri girdi. Kapının kapanmasıyla dışarıdaki kornalar ve çocuk sesleri boğuklaştı; içeride loş bir aydınlık hâkimdi. Küçük camlardan giren gün ışığı yetersizdi, odada rutubetle karışık demli çay kokusu asılı kalıyordu.
"Şöyle oturabilirsiniz," dedi Zeynep, kırmızı kadife çekyatlardan birini eliyle göstererek. Kendisiyse onun tam karşısına oturdu.
Azra teşekkür ederek ceketiyle beraber heyecanını da yavaşça üzerinden sıyırdı. Otururken gözleri çevreyi süzüyor, detayları kaydetmeye çalışıyordu. Duvardaki sararmış aile fotoğrafları, sehpa üzerindeki boş ilaç kutusu, hala kaldırılmamış sobanın borusunun yanındaki kurum izleri...
"Çay demlemiştim, içer misiniz?" Zeynep’in sesi mutfak kapısına yönelirken hafifçe yükseldi.
Azra hafif tebessümle başını salladı. "Olur, teşekkür ederim."
Mutfaktan gelen çay kaşığı sesi ve bardak şıngırtısı arasında birkaç saniyelik sessizlik oldu. Azra bu aralıkta kucağındaki çantasını düzeltti, zihninden sorularını sıralamaya başladı. Zeynep iki buğulu çay bardağıyla döndüğünde, sıcak cam bardaktan yükselen buhar rutubetli havayla buluştu. Kadın bardaklardan birini Azra’ya uzattı, sonra karşısına oturup dikkatle onu süzmeye devam etti.
Zeynep’in dudakları ince bir çizgiye büründü. Sonunda sessizliği bozdu:
"Evet... Nihal iyi mi?"
Sesinde belli belirsiz bir titreme, gözlerinde yoğun bir endişe vardı.
Azra bardağı iki eliyle kavrarken bakışlarını kaçırdı, sonra kısa bir nefesle başını kaldırdı.
"Evet, iyi sayılır," dedi, göz teması kurmaktan kaçınarak. Yanıttaki muğlaklık bilinçliydi.
Zeynep bir an dudaklarını ısırdı, sonra çayından bir yudum aldı.
"Ben size nasıl yardımcı olabilirim peki?"
Azra bardağı dizlerine bırakırken hafifçe öne eğildi, sesi yumuşak ama yönlendiriciydi.
"Zeynep Hanım, Nihal ve geçmişi hakkında biraz bilgi almak istiyorum sizden. Ne kadar anlatabilirsiniz bilmiyorum ama... her şey önemli olabilir."
Kadının kaşları düşünceyle çatıldı, bir an gözleri boşluğa takıldı.
"Yani... şimdi böyle birden anlatmak zor," dedi, çay bardağını sehpanın kenarına bırakırken. "Siz sorun, ben cevap vereyim isterseniz."
Azra başını hafifçe salladı, gözleri Zeynep’in ifadelerine odaklandı.
"Nereden tanışıyorsunuz?"
Zeynep’in yüzüne hüzün yerleşti. Omuzları hafifçe çöktü.
"Yetimhaneden... Nihal'le biz aynı yerde büyüdük," dedi, sesi geçmişin içinden geliyor gibiydi. "Aynı yaştaydık. Birbirimizi büyüttük desem yeridir."
Kısa bir sessizlik oldu. Azra hafifçe gülümsedi, sonra bir soru daha ekledi.
"Siz de Nihal Hanım gibi mimar mısınız?"
Zeynep başını salladı, bu kez gülümsemesi mahçup ama sıcak bir tondaydı.
"Yok," dedi, sesi neredeyse alçalmıştı. "Ben ev hanımıyım. İki çocuğum var, şu an okuldalar."
Azra gözlerini kaçırmadan sordu:
"Anladım. Peki... bana biraz Nihal’in çocukluğundan bahseder misiniz?"
Zeynep derin bir nefes aldı, elleri dizinde birleşti. Bakışları geçmişe kaymış gibiydi.
"İkimizi de bebekken bırakıp gitmişler..."
Bir an duraksadı, boğazını temizledi.
"Nihal çok hassastı. Sevgi dolu, korumacı biriydi. Herkesin gözü onda olurdu ama o en çok annesini beklerdi. Sürekli bir gün gelip kendisini alacağını söylerdi. Hayaller kurardı... resimler çizerdi."
Bir iç çekti, çaydan bir yudum aldı.
"Kimse ona kötü bir söz söyleyemezdi. Bana biri bulaşsa hemen karşısına dikilirdi. Çizdiği evlerde hep annesiyle birlikte yaşardı. Hep o evlerin planlarını çizerdi. Zaten mimar oldu sonunda. Başarılıydı. Çok da akıllıydı."
Azra'nın içi burkuldu. Zeynep’in anlattığı Nihal, onun gördüğü kadınla keskin bir tezat oluşturuyordu. Sanki yıkılmış bir masalın içinden fısıldanıyordu bu anılar.
Sesi yavaşça yükseldi, bir soruyla araya girdi:
"Peki sizinle ilişkisi nasıldı?"
Zeynep başını salladı, dudaklarının kenarı hafifçe titredi.
"Dedim ya... korurdu hep. Ben onun kadar başarılı değildim. Olamadım," diye fısıldadı. "Zaten daha on sekizimde evlendim ben. Hayat erken başladı."
Gözlerinde eski bir pişmanlık sızısı vardı. Odada kısa bir sessizlik daha oldu. Çaylar soğurken dışarıdan geçen çocukların neşeli çığlıkları içeriye kısık yankılar olarak doldu. Azra elindeki bardağa bakarken, zihninde Nihal’in çocuk yüzü canlandı sahipsiz ama umutla resim çizen, annesini bekleyen o küçük kız.
Azra, Zeynep’in anlattığı dokunaklı geçmişin ardından gözlerini kısarak biraz öne eğildi, ses tonunu düşürüp asıl merak ettiği soruyu sordu. “Peki... o başarılı mimar, nasıl bu hale geldi?”
Zeynep’in yüzünde bir an donup kalan nostalji, yerini ağır bir kedere bıraktı. İnce omuzları çökerken, iç çekişi loş odada yankılandı. “Hiç sormayın, doktor hanım.” Gözlerini, kırmızı kadife koltuğun üzerine düşen güneş gölgelerinden kaçırarak yere indirdi. “Nihal, annesine takmıştı kafayı. Mimar olduktan sonra bütün enerjisini onu bulmaya harcadı. Terk edilmediğine, ayrıldıklarına inanıyordu hep. ‘Beni ayırdılar ondan,’ derdi. Ne desem, ikna edemezdim. ‘Yok canım, annen seni isteseydi bunca sene bir iz bulurdu,’ dedim durdum... ama nafile. Hep umut, hep hayal... Yalandan umutlanıp sonra parçalanmasını istemedim hiç.”
Azra başını hafifçe eğdi, dolgun dudakları birbirine bastı. “Buldu mu peki... annesini?”
Zeynep’in gözleri dolarken, elini dizine koyup hafifçe sıktı. “Bulmaz olsaydı...” Dudakları titredi. “Buldu, evet. Sonra da bu hale geldi işte.”
Azra’nın sesi neredeyse bir fısıltıya dönmüştü. “Nasıl yani?”
Zeynep’in omuzları sarsıldı, titrek bir nefes aldı. Mutfağın yarı açık kapısından hâlâ taze çay buharı yükseliyordu, rutubet kokusuna karışarak havayı ağırlaştırıyordu. “O günü görmeliydiniz... Sevinçten uçuyordu. Çocuk gibi. Şevkini kırmak istemedim ama içimde kötü bir his vardı. Çıkıp gitti kadıncağızın evine... ama kadın kapıyı suratına çarpıp ‘Benim kızım değilsin sen,’ demiş.” Zeynep yutkundu, başını yana çevirdi. “Sonra oturmuş, anlatmış her şeyi. Nihal’in... çok zor, istenmeyen şartlarda doğduğunu... daha doğar doğmaz bırakmış onu.” Sesi çatallaştı. “Nihal... çok hassastır doktor hanım. Kaldıramadı bunu. Kırıldı... öyle bir kırıldı ki, bir daha toplanamadı.”
Azra’nın yüzü kasvetle gölgelendi. Kendi annesiyle bağını düşünmeden edemedi. İçinde, derin bir yerden kıpırdayan bir şey olmuştu. “O olaydan hemen sonra mı... bu hale geldi?”
Zeynep başını yavaşça iki yana salladı. Çay bardağını tutan parmakları, sıcaklıktan değil, hatıraların ağırlığından titriyordu. “Hayır... yavaş oldu. Önce sustu. Renkleri kayboldu sanki... Yemek yememeye başladı. Resim çizmeyi bıraktı düşünsenize, en çok sevdiği şeyi. Sonra işi... her şeyi bıraktı. Günden güne içine kapandı. Ne desem ulaşamadım artık. Yanı başımdaydı ama ulaşılmazdı.” Ellerini birbirine kenetledi. “Sonra da saçmalamaya başladı...”
Azra, başını hafif yana yatırarak dikkat kesildi. “Nasıl... saçmalamak?”
Zeynep derin bir soluk alıp sırtını koltuğa yasladı. Caddeden gelen çocuk sesleri ve uzaktan çalan bir korna, konuşmanın ağırlığını bölmeden geçip gitti. “Kendisini uyandırmaya çalışınca saldırıyordu. ‘Bırakın,’ diyordu, ‘ben buraya ait değilim.’ Karis mi... öyle bir yerden bahsediyordu hep. Uyuduğunda oraya gittiğini, orada çok önemli biri olduğunu söylüyordu. Hatta... eğitim alıyormuş orada.” Yüzünde, tedirgin bir karışım: korku, kaygı ve çaresizlik. “İlk başta sandım ki yine hayallere sığınıyor. Küçükken de yapardı... Hayal annesiyle yaşadığı bir evi çizer, masallar anlatırdı. Ama bu... başkaydı. Bu sefer hayal değildi onun için. O dünya, bu dünyadan daha gerçekti Nihal’e.” Gözlerini kaçırdı. “En son... mecbur kaldım. Ruh hastalıkları hastanesine yatırdık.”
Azra çay bardağını avuçlarının arasında çevirdi. Sıcaklık tenine işlerken zihni Medeiros’un gölgelerinde gezinmeye başladı. “Peki...” dedi sessizce. “Annesini nerede bulmuş, söyledi mi size?”
Zeynep başını eğdi. “Söyledi tabii. Hatta ben... ben kendim aradım o kadını. Belki bir faydası olur dedim. Ama...” Sesinde acı bir burukluk vardı. “Kadın telefonu yüzüme kapattı. ‘Tanımıyorum,’ dedi. Ne yaptıysam olmadı.”
Azra, yüzüne profesyonel bir sakinlik takındı. Zamanı geldiğini biliyordu. “Zeynep Hanım,” dedi nazikçe, “sizden bir şey rica etsem... Annesinin numarasını ve adresini verebilir misiniz bana? Belki... belki ben konuşmayı denerim. Tedavi için bir umut olabilir.”
Zeynep gözünü bile kırpmadan başını salladı. “Tabii. Hemen.” Elini koltuğun kenarına uzatıp telefonunu aldı. “Adı Şermin...” Adresi ve numarayı yavaşça dikte etti, Azra da hızlıca telefonuna not aldı.
“Çok teşekkür ederim.” Azra, bu adımı sorunsuz tamamlamış olmanın rahatlığıyla içini çekti.
“Ben ne yaptım ki,” dedi Zeynep, yüzünde yorgun ama içten bir gülümsemeyle. “Ben de çok özledim onu. Ama hem çocuklar, hem ev... Gün geçiyor anlamadan. En kısa zamanda uğrayacağım hastaneye.”
Azra yüz kaslarını gevşetti, sesi yumuşadı ama içinde dikkatli bir alarm çalıyordu. “Zeynep Hanım,” dedi ikna edici bir tonda, “bir şey daha söylemek istiyorum. Nihal’i şimdilik ziyaret etmeyin olur mu?”
Zeynep’in kaşları çatıldı. “Neden?”
“Görmeniz, ona geçmişi hatırlatabilir. Yetimhane günleri... Bu, şu an onun için ağır olabilir.” Profesyonel bir doktor soğukkanlılığıyla konuşsa da, her kelimesi kendi planını koruma hamlesiydi. “Ama endişelenmeyin. Gelişmelerden sizi haberdar edeceğim. Numaram sizde var zaten.”
Zeynep’in yüzünde, çok şey söyleyip söyleyememenin sıkışıklığı belirdi. Ama sonunda başını salladı. “Siz öyle diyorsanız... tamam. O iyi olsun da, ben sonra yine görürüm.”
Azra ayağa kalktı. “Çok teşekkür ederim anlayışınız için.”
“Rica ederim,” dedi Zeynep, onu kapıya kadar uğurlarken. “Ne zaman isterseniz, çekinmeden arayın.”
“Mutlaka,” dedi Azra, kapının eşiğinde son kez dönerek. “İyi günler.”
“Size de.”
Kapı arkasında kapanırken, Azra hızla telefonunu çıkardı. Parmakları alışkanlıkla gezindi tuşlarda:
Çıktım. Birazdan köşedeyim.
Mesajı Mert’e gönderdi ve evden uzaklaşarak sokakta yürümeye başladı. Asfaltın kenarındaki bozuk taşlar topuklarına eşlik ederken, sokağın köşesinde bekleyen bir siluet arabadan indi.
Mert, arabanın yolcu kapısını açarken gözlerinde, hem sormak isteyen hem de sabırla bekleyen o tanıdık ifade vardı.
Azra arabaya bindiğinde kapının kapanışıyla birlikte içindeki gerilim bir anlığına yüzüne vurdu. Mert hemen ona döndü. Gözlerinde merak, kaşlarının arasında ise belli belirsiz bir endişe vardı.
"Ne yaptın, hallettin mi?" diye sordu, sesi dikkatli ama sabırsızdı.
Azra başını salladı.
"Evet, konuştum..." dedi ve Zeynep’le geçen konuşmayı özetlemeye başladı. Sesi alçak ama netti; yıllar önce terk edilmiş bir çocuğun annesine duyduğu umudu, ardından gelen hayal kırıklığını ve bunun Nihal’in psikolojisindeki yıkıcı etkisini anlatırken Mert’in yüzü gitgide değişti. Dudakları sıkıldı, kaşları çatıldı. Gözlerinde önce acıma, sonra öfkenin kıvılcımı parladı.
"Madem bakmayacaksın," dedi dişlerinin arasından, direksiyona hafifçe vurup bakışlarını kaçırarak,
"Niye çocuk yaparsın be kadın?"
Azra, Mert’in bu kadar içten üzülmesine ve öfkesini bastıramayışına içten içe şaşırmıştı. Onun bu korumacı, duyarlı hali hoşuna gitmişti. Yüzünde hafif bir gülümseme belirdi ama göstermedi. Mert bir an sonra ona döndü.
"Umarım iyi olur şimdi," dedi yumuşayan sesiyle.
"Arkadaşı ziyaret edecekmiş değil mi artık?"
Azra, gerçeği söylemek zorundaydı, daha doğrusu, kendi planladığı gerçeği.
"Bir süre daha gidemeyecekmiş maalesef," dedi, içini çekerek, sanki üzülüyormuş gibi.
Mert bir an durdu, düşündü. Sonra, gözlerinde içten gelen o yardım etme dürtüsüyle sordu:
"O zaman... biz gitsek?"
Azra hafifçe gülümsedi, ama bu defa gülümsemesi konuyu kapatmak istercesineydi.
"Belki gideriz," dedi kısaca.
Mert konuyu değiştirdi.
"Sen içerideyken ben de şunu hallettim," dedi ve koltuğun yanından birkaç renkli broşür çıkardı.
"Tatil kampanyaları. Fena durmuyorlar."
Azra broşürlere uzandı. Tam o anda elleri Mert’in eliyle temas etti. Ani bir elektrik çarpması gibi... İkisi de bir anda geri çekildi. Bir anlık sessizlik, ne olduğunu anlamaya çalışır gibi şaşkınca bakışlar ama ikisi de bir şey demedi. Azra dikkatini hızla broşürlere çevirdi, Mert gözlerini yola kilitledi ve arabayı çalıştırdı.
Araba şehrin daha iç kısmına doğru ilerlerken, manzara da yavaşça değişti. Cadde boyunca sıralanan geniş refüjlerde açmış yaz çiçekleri, sarkan ağaç dalları gölge veriyordu. Yol kenarında pahalı otomobiller, modern apartmanlar, güvenlik kulübeleri vardı artık. Bu bölge, Zeynep'in yaşadığı yoksul sokaklardan farklıydı. Burada yol daha düzgündü, trafik yoğundu ama düzenliydi. Her şey yerli yerindeydi.
Mert eliyle ileriyi işaret etti.
"Aa, bak! Şurada bir süpermarket var. Evin hemen ilerisinde. Buradan geliyoruz diyelim," dedi, planı tamamlarken sesi net ve enerjikti.
Azra onayladı.
"Olur." Gülümsedi. Bu hızlı adapte olabilen adam hoşuna gidiyordu.
Bir süre sonra arabayı bakıcının oturduğu müstakil evin biraz uzağına, dikkat çekmeyecek bir noktaya park ettiler. Ev, tek katlı ama düzenliydi; dış cephesi beyaza boyanmıştı, pencerelerde modern stor perdeler vardı. Bahçe demirleri yeni boyanmıştı. Çevredeki diğer evler gibi bu da şehirli ve orta sınıf görünümlüydü. Yol taşlı değildi bu kez, kaldırım düzgün döşenmişti. Hemen karşıda küçük bir park vardı, çocuk sesleri duyuluyordu. Her şey dışarıdan bakıldığında normal görünüyordu.
İkili arabadan indi ve evin bahçe kapısına doğru yürüdü. Azra zile basmadan önce kısa bir nefes aldı; göğsü hafifçe kalktı.
Kapıdaki interkomdan kalın, yorgun bir kadın sesi geldi:
"Kim o?"
Azra hemen rolüne girdi.
"Merhaba, biz yakındaki süpermarketten geliyoruz. Düzenli müşterilerimize özel bir tatil kampanyası sunuyoruz da, kısaca görüşebilir miyiz?"
Kapı hafifçe aralandı. Orta yaşlarında, soğuk bakışlı, yorgun yüzlü bir kadın başını uzattı. Gözleri Azra’yı hızlıca taradı, sonra Mert’e kaydı. Şüpheciydi ama gözlerinde bir parıltı belirdi.
Mert hemen öne çıktı.
"Merhaba efendim," dedi kendinden emin, nazik bir gülümsemeyle.
"Ben süpermarketin müdürüyüm, ismim Ozan." Elini uzattı.
Kadın kısa bir duraksamanın ardından elini uzattı. Mert’in etkileyici hali işe yaramış gibiydi. İçinden “Bu kadın pek tekin durmuyor,” diye geçirdi Mert. “Azra’nın işi zor olacak.”
Azra da hemen arkasından konuşmaya katıldı.
"Ben de Funda, bölge müdürüyüm. Kampanyamızla ilgili kısa bilgi vermek istiyoruz sadece. Müsait miydiniz?"
Kadın hâlâ Mert’e daha çok bakıyor, gülümsemesini ona yöneltiyordu.
"Buyurun," dedi ve kapıyı biraz daha açarak kenara çekildi.
İçeri girdiklerinde Azra hemen etrafı süzdü. Ev sade ama modern döşenmişti. Duvarlarda açık tonlar hakimdi, gri bir L koltuk camın önüne yerleştirilmişti. Laminant parke yeni gibiydi, yerde mavi tonlarda bir halı vardı genel olarak düzenliydi. Salon penceresinden içeri gün ışığı rahatça süzülüyor, genişçe bir televizyon ünitesi duvara yaslanmış duruyordu. Aslı’nın yaşadığı o yoksul, karanlık evden çok daha farklıydı burası. Ama o farkın ortasında, sehpanın üstünde duran dolu küllük ve sigara paketi Azra’nın gözüne çarptı.
Burnuna dolan tütün kokusuyla birlikte içindeki öfke kıpırdanmaya başladı. Gözleri kısıldı. Zihninde hemen Aslı’nın sigara yanığı vücudundaki izler ve korku dolu bakışları canlandı. Dişlerini sıktı ama belli etmedi. Bu anı bastırarak, usulca gösterilen koltuğa oturdu.
"Bir şey ikram edeyim mi?" dedi kadın.
"Teşekkür ederiz, zahmet etmeyin," dedi Mert kibarca.
"Ben bir su alabilir miyim?" dedi Azra, boğazı kupkuru olmuştu. Kadın bir an bakakaldı ama sonra mutfağa yöneldi.
Azra, ellerine baktı. Titriyordu. Hemen dizlerinin üzerinde gizleyerek saklamaya çalıştı. Bardak geldiğinde onu hızla aldı ve suyu bir yudumda içti. Mert, onun bu zoraki sakinliğini, titreyen parmaklarını fark etmişti. Gözlerini kırpmadan Azra’ya baktı ama belli etmedi. “İyi değil... Ama şimdi bir şey diyemem. Rolümüz bozulmamalı," diye geçirdi içinden.
Azra bardağı uzattı.
"Bir tane daha alabilir miyim? Kusura bakmayın."
Sesinin titrememesi için tüm gücünü topluyordu.
Kadın kısa bir tereddütten sonra tekrar mutfağa yöneldi.
Azra'nın bakışları evin içinde gezindi. Bu evin dışı düzenliydi ama içinde bastırılmış bir gerilim dolaşıyordu. Küllükteki izmaritler, köşede yere atılmış çoraplar, duvara asılmış ama eğri duran bir tablo…
Kadın ikinci bardak suyu getirmeye gittiğinde, Mert koltuğa hafifçe eğilerek Azra'nın yüzüne dikkatle baktı. Gri L koltuğun üzerine düşen gün ışığı, Azra’nın solgun tenini olduğundan da cansız gösteriyordu.
Sesi neredeyse bir fısıltı gibiydi, endişesini saklamadı:
“İyi misin sen? Rengin attı.”
Azra’nın zihni bir anlığına karardı. Aslı'nın elinin üzerinde söndürülen sigaranın izi... babasına durumu anlattığında yüzünde patlayan tokadın yankısı... Hepsi aynı anda geri geldi. Çenesini hafifçe sıkarak, dişlerinin arasından konuştu:
“Sinirlerime hâkim olmaya çalışıyorum.”
Mert’in gözlerinde anlık bir duraksama oldu, sonra başını hafifçe sallayarak sesini alçalttı:
“Tamam. Bana bırak o zaman.”
Azra bir anda dikleşti. Bakışları Mert’e sertçe kaydı, sesi bir fısıltıydı ama içinde net bir kararlılık vardı:
“Hayır.”
Bu onun savaşıydı. Ve kimse onun yerine kılıç kuşanamazdı.
İkinci bardak suyu da içip, hafifçe öksürerek derin bir nefes aldı. Laminant parkenin üzerine düşen ışık, yüzüne dağılmış yorgunluğu gizleyemiyordu ama bir maske gibi sahte bir gülümsemeyi yerleştirdi dudaklarına.
Kadına dönerek kibarca mırıldandı:
“Teşekkür ederim. Sabahtan beri müşterileri geziyoruz da... sanırım biraz tansiyonum düştü.”
Kadın yüzüne yapışmış o ifadesiz bakışıyla omuz silkti:
“Önemli değil.”
Azra'nın gözleri kadının yüzünde gezindi. Şimdi hiçbir şey demeden ağzının ortasına bir tane çarpsam nasıl olur acaba? diye geçirdi içinden. Yıllar geçmişti, ama kadının o buz gibi gözleri hiç değişmemişti. Soğuk, küflü bir duvar gibi hâlâ oradaydı. Sigara paketine uzanan kadın, kalın parmaklarıyla filtresiz bir dalı çekip dudaklarının arasına yerleştirdi. Alev alır almaz bir nefes çekti.
Azra'nın bakışları kadının ellerine takıldı, gözleri donuktu.
Bu ellerle mi... vurdun sen Aslı’ya?
Küçücük, savunmasız bir çocuğa?
Bir bebekten ne istedin?
Derin bir nefes aldı. Küllükteki izmaritlerden yayılan ağır koku, midesine dokundu. Yüzüne yapmacık, yapıştırma bir gülümseme yerleştirip sesini yumuşattı:
“İsminizi öğrenebilir miyiz?”
Kadın hâlâ ilgisiz bir ifadeyle cevapladı:
“Ayşe.”
Mert, salonun köşesindeki yere atılmış çorabı fark ettiğinde dudakları belli belirsiz büzüldü. Her şey düzenliydi ama bu dağınık detaylar... havada asılı, görünmeyen bir gerilimin izleri gibiydi sanki.
Azra, kadına döndü. Ayakta dik durmaya çalışıyor, sesi yapay bir neşeyle yankılanıyordu:
“Ayşe Hanım, bizim market müşterilerine özel bir kampanyamız var bu ay. İki bin lira ve üzeri alışveriş yapan kişilere tatil fırsatı sunuyoruz. Yapılacak olan çekilişte kazanan siz olursanız eğer, anlaşmalı otellerimizde dört gün üç gece çift kişilik tatil kazanıyorsunuz.”
Kadının gözleri hafifçe açıldı. İlgiyle kıpırdanmıştı ama dudaklarının kenarında hâlâ şüphe vardı.
“Tek gidemez miyim? Benim tatile çıkacak arkadaşım yok.”
Mert, salonun camından içeri sızan çocuk parkı seslerine kulak vererek bir adım öne çıktı. Ayakta dikilirken, sesi yumuşaktı:
“Çocuğunuz falan yok mu?”
Kadın gözlerini direkt Mert’e dikti. Bakışlarındaki ani sıcaklık çok açıktı.
“Hayır. Hiç evlenmedim.”
Azra, kadının bakışlarını görünce göz ucuyla Mert’e döndü. İçini hafif bir gerginlik sardı. Kadının o göz teması... fazla samimiydi. Mert bu bakışı fark ettiğinde içinden "Tamam, anlaşıldı," dedi.
Bu kadın kesinlikle benden hoşlandı.
Hızlıca değerlendirdi. Ayşe'nin dikkatini kendisinde tutarsa, Azra'nın üzerindeki baskı azalacaktı. Azra'nın solgun yüzü gözlerinin önünden gitmiyordu.
İlgiyle başını eğdi, dudaklarına çekici bir gülümseme yerleştirdi.
“Öyle mi? Henüz geç kalmış sayılmazsınız o zaman. Kaç yaşındasınız, sorması ayıp olmazsa?”
Kadın bu sorudan memnun olmuş gibiydi. Sigarasından bir nefes daha çekti, dumanı burnundan yavaşça salarak gülümsedi.
“Kırk beş yaşındayım.”
Mert sahte bir hayranlıkla başını salladı.
“Aa, hiç göstermiyorsunuz! Ben sizi en fazla otuz beş diye düşünmüştüm. Kendinize çok iyi bakmışsınız. Kimseye söylemeyin yaşınızı, otuz deseniz inandırırsınız valla.”
Azra'nın gözleri kadının yüzünde gezindi.
"Bırak otuzu, altmış dese anca kurtarır bu zebani surat," diye geçirdi içinden.
Ama yüzü ifadesizdi. Sadece izliyordu. Mert'in bu oyunu nereye kadar sürdüreceğini merak ediyordu.
Kadın başını hafif yana eğdi, sesi yumuşak bir sırıtışla aktı:
“Siz kaç yaşındasınız peki?”
Mert hiç tereddüt etmeden yalanı yapıştırdı:
“Yirmi dokuz.”
Kadının dudakları keyifle büküldü.
“Daha genç görünüyorsunuz.”
Azra’nın sabrı taşmak üzereydi. Bu gereksiz flört oyunu, onun içindeki bütün mide bulantılarını geri getiriyordu. Sehpanın üstündeki broşürleri hışımla alıp, kadının önüne bıraktı.
“Anlaşmalı otellerimiz bunlar!”
Sesi, istemediği halde biraz sert çıkmıştı. Ama umursamadı. Kadının sırıtması yüzüne yapışmış gibiydi, artık daha fazla dayanamıyordu.
Ayşe, broşürleri kayıtsız bir bakışla tararken dudaklarının kenarından süzülen sigarasını küllüğe bastırıp söndürdü. Kalın bileğiyle paketi yana itip başını yeniden kaldırdı. Gülümseyişi, Mert’in üzerine bırakılmış eski bir perdenin sarkması gibiydi.
Azra, sesi gereğinden nazik çıkarak araya girdi. Başını hafifçe yana eğdi, dudaklarında belli belirsiz bir gerilim kıvrımı vardı. “Af edersiniz,” dedi, “ben de sigaranızdan bir dal alabilir miyim?”
Salondaki sessizlik aniden yoğunlaştı. Gün ışığı, camdan içeri usulca süzülürken yerdeki mavi halının üzerine dağılmıştı.
Ayşe, Azra'nın yüzüne bile bakmadan çakmağı ve paketi ona uzattı. O an, sanki Azra bu odada hiç yokmuş gibi davrandı. Mert kısa bir an göz ucuyla Azra’ya baktı ama sessizliğini bozmadı.
Azra paketten bir sigara çekti. Parmaklarının titrediğini gizlemek istercesine yavaş hareket etti, ama çakmağı eline alırken çakmak şıngırtıyla sehpanın kenarına değdi. Çaktı, nefes aldı… dumanı içine çekemedi. Dumanı dudaklarında gezdirdi, sonra hızlıca dışarı üfledi. Gözleri kısa bir süreliğine boşluğa sabitlendi. Bu acı tat, sadece boğazını değil, yüreğini de yakıyordu. O an, ciğerine değil, geçmişe çektiği bir duman gibiydi bu.
Sehpanın üzerindeki küllükte dizili izmaritler, evin yüzeyinin ötesindeki karanlığı fısıldıyordu. Duvarda eğri asılmış tablo, sanki bir şeylerin merkezden kaydığını haber veriyordu. Camın ardından gelen çocuk kahkahaları, bu bastırılmış atmosferde yankılanan tuhaf bir kontrast gibiydi.
Ayşe yeniden broşürlere eğildi. Tırnağıyla bir otelin görselini işaret etti. “Gidecek birisini bulamazsam siz bana eşlik eder misiniz, Ozan Bey?” Gülümseyerek sordu, sesi hafif bir cilveyle sarmalanmıştı. Gözleri Mert’inkine takılmış, sabitlenmişti.
Mert’in yüzünde ölçülü bir tebessüm belirdi. “Tabii,” dedi, “kazanırsanız bakarız.” Tonu ne soğuk ne sıcak; sadece mesafeli.
“Burası çok güzelmiş,” dedi Ayşe, otelin fotoğrafını işaret ederken Mert'e doğru biraz daha eğildi. Parmak uçları Mert’in koluna hafifçe dokundu. Temas kısa sürdü ama yeterince netti.
Mert kolunu hızla geri çekti.
Azra’nın gözbebekleri büyüdü. Nefesi burnundan taşarken ellerindeki sigara titredi. Bu kadının yılışık halleri, Aslı’ya yaptıklarını bildiği halde sergilediği bu arsızlık, bir de şimdi Mert’e dokunması... İçinde biriken öfke, tiksinti ve belki de bastırdığı kıskançlık… hepsi bir anda yüzeye fışkırdı.
Azra, elindeki yanmakta olan sigarayı Ayşe'nin elinin üstüne bastırdı.
Ayşe çığlık attı, eliyle kendini korumaya çalıştı ama olan biteni henüz anlayamadan Azra onu saçlarından kavradı. Güçlü bir hamleyle başını masaya yapıştırdı.
“Seni suratsız zebani!” diye bağırdı Azra, sesi çatallı bir öfke taşıyordu. “Hatırladın mı o elinin üzerinde sigara söndürdüğün küçük çocuğu?!”
Ayşe inledi. Elleriyle masadan destek almaya çalıştı ama Azra onun beline sarılmış, doğrulmasına izin vermiyordu. Saçları avuçlarının arasındaydı. “Bırak beni! Kimsin sen!” diye bağırdı, sesi çaresizliğin sınırında.
Azra'nın gözleri kıpırtısızdı, sesi buz gibiydi. “Tanışalım,” dedi. “Ben senin susturduğun vicdanının, azap olarak sana geri dönmüş hâliyim! Yanına mı kalacaktı sandın yaptıkların?!”
Ayşe panik içinde çırpındı. “Ben bir şey yapmadım! Bırak!” Odada bir an sadece Ayşe’nin acı iniltisi ve dışarıdan gelen çocuk sesleri duyuldu. Mert ilk şokunu attıktan sonra Azra'ya doğru bir adım attı ama Azra onu bir bakışıyla yerine mıhlamıştı sanki. Azra kadının saçlarını daha sıkı kavrayıp geri çekip başını bir kez daha masaya yapıştırdı. Burnundan süzülen kan masaya damladı.
“Bu hatırlamana yardımcı oldu mu?” diye fısıldadı Azra, sesi artık ürkütücü şekilde sakindi. “Olmadıysa hatırlatayım... Sana emanet edilen masum, küçük bir bebek. Aslı! Sadece sana güvenmişti. Sen ne yaptın ona? Aç bıraktın, dövdün, sigara söndürdün. Hatırladın mı şimdi?!”
Ayşe’nin gözleri kocaman açıldı. Dudakları titreyerek açıldı. “Aslı mı gönderdi seni?”
Azra başını iki yana salladı. “Yok. Ben kendim geldim. Ama olur da birine tek kelime edersen…” duraksadı, gözlerini kısıp Ayşe’ye yaklaştı. “Aslı'nın babası Arif Bey her şeyi öğrenir. O zaman ne işin kalır, ne evin!”
Ayşe soluğunu kesik kesik alıyordu. “Bahsetmem kimseye! Söz veriyorum! Yeter ki bırak beni!”
Mert bir yandan ne kadar ileri gidebileceğini görmek ve hesaplaşmasına izin vermek istiyordu ama diğer yandan işin tehlikeli bir hal almasına karşı tetikteydi. Azra’nın gözlerinde hiçbir yumuşama olmadı. Bir kez daha saçını çekip kadının başını masaya yapıştırdı. Bu sefer Ayşe’nin çığlığı tüm evi doldurdu. Kan artık masaya değil, halıya damlıyordu.
“Söyleyemezsin tabii!” dedi Azra dişlerinin arasından. “Kimse bilmiyor çünkü! Ama ben gördüm seni... O küçük çocuğu parçalayışını. Acaba yaşamayı hak ediyor musun sen?”
Saçlarından çekti, tekrar...
Ama o anda Mert araya girdi. Hızla uzanıp Azra’nın bileğini yakaladı. “Yeter Azra!” dedi, sesi sertti. Kararlılıkla doluydu.
Azra ona döndü. Gözleri hâlâ kızgınlıkla yanıyordu. “Hak ettiğini bulacak!” diye haykırdı.
“Yeter dedim!” Mert’in sesi bir kez daha keskinleşti. Azra'nın bileğini daha sıkı kavradı.
Azra derin bir nefes aldı. Göğsü hızla inip kalkıyordu. Mert’in bakışında gördüğü şey duruşunu bozan tek şeydi. Yavaşça elini çekti, Ayşe’nin saçlarını bıraktı.
Ayşe burnunu tutarak doğrulmaya çalıştı ama dengesi bozulmuştu. Azra’ya doğru saldırmak ister gibi bir adım attı. Azra bu kez refleksle karşılık verdi, sertçe geriye itti.
Ayşe çığlıkla geri savrulup arkasındaki koltuğa yığıldı.
Mert, tereddütsüzce Azra’nın kolunu tuttuğu gibi onu evden dışarı sürükledi.
Evin önündeki arabanın yolcu kapısını açıp Azra'yı sertçe koltuğa yönlendirdi. Azra kapıyı öfkeyle çekip binerken Mert de hızla direksiyona geçti, arabanın içi bir an için onların kesik nefesleriyle doldu. Mert'in ayakları pedallara basarken, eliyle panikle cebini yokladı, telefonu çıkardı ve kimseye bakmadan ekranı kaydırıp numarayı çevirdi. Çenesindeki kaslar gergindi, gözleri ileriye sabitlenmişti. Acil servisi aradı yeri tarif etti. Komşusunun evinden çığlıklar duyduğunu söyledi.
Kısa bir konuşmanın ardından telefonu kapattı. Direksiyona daha sıkı sarıldı, hızlandı. Lastikler asfaltı hafifçe tıslatarak kavradı. İstanbul’un dar sokakları, yol kenarında market poşetleriyle yürüyen yaşlı bir adamı, koşuşturan bir çocuğu ve yanmayan sokak lambasının altında kıvrılmış bir kediyi geride bırakırken hızla kaydı.
İçerideki sessizlik, motorun homurtusuna ve dışarının kalabalığına karışıyordu.
Birkaç sokak geçtikten sonra, Mert gözlerini yoldan ayırmadan konuştu. Sesi soğuk ve netti:
“Karışmayayım dedim ama... Bıraksam öldürecektin kadını.”
Azra gözlerini dikmiş, camdan dışarı bakıyordu. Elinin tersiyle terini sildi, dudakları öfkeyle titredi. Geri döndü, gözleri hâlâ kıvılcımlarla doluydu.
“Evet, öldürecektim!” dedi, sesi bir tıslama gibi çıktı. “O kadın yaşadıklarının karşılığını daha yeni ödemeye başladı. Yaşaması bile oksijen israfı.”
Mert gözlerini kırpıştırdı, sesini yumuşatmaya çalıştı. “Azra, saçmalama lütfen.”
Azra koltuğa gömüldü, başını camdan çevirmeden bağırdı: “Onun neler yaptığını bir bilsen sen!”
Mert kısa bir iç çekti, gözlerini yoldan ayırmadan başını hafifçe yana çevirdi. “Duydum. Oradaydım ben de, hatırlarsan.”
Direksiyonun üzerindeki parmakları gergince kıpırdadı. “Arkadaşın nasıl peki? İyi mi şimdi?”
Azra göz kapaklarını kısıp başını salladı. “Evet... iyi.”
Mert hafifçe başını eğdi. “Peki ona söyleyecek misin bu yaptığın şeyi?”
Azra, dudağının kenarını ısırdı. Sessizce başını iki yana salladı. “Hayır.”
Mert’in kaşları çatıldı. “Azra, arkadaşın nasıl biri? Yani... kendini koruyamayacak ya da... bu yaptıklarını yapamayacak biri mi?”
Azra hızla başını kaldırdı, sesi bu kez daha netti. “Değil tabii ki! Ama... yapmak istemeyecek biri.”
Arabanın içinde bir anlık durgunluk oldu, sonra Mert’in sesi usulca yankılandı.
“Onun istemediği bir şeyi sen niye onun adına yaptın, anlamıyorum.”
Azra’nın yüzü gerildi. Yutkundu ama cevabı hemen geldi, sesi düşmüştü. “Onun adına yapmadım ki... Ben... ben arkadaşıma onca yıl zarar vermesini sindiremedim sadece.”
Mert gözlerini bir an Azra'ya çevirdi, ardından tekrar yola döndü. “Ama bu, arkadaşının hayatı Azra. Böyle bir şeyi isteseydi kendi yapardı zaten.”
Azra başını koltuk başlığına yasladı, gözlerini tavana dikti. Uzun, yorgun bir nefes verdi. “Yani beni ilgilendirmeyen bir şeye burnumu mu soktum?”
“Bence evet,” dedi Mert açıkça, sesi nazik ama netti.
Azra bir anlık sinirle doğrulup ona döndü. “İyi ki soktum! Bir şey yapmasaydım kendimi yerdim!”
Mert direksiyonu yavaşça sola kırarken, sabırla devam etti. “Azra... Peki yaptığın şey yaşananlara bir çözüm sağladı mı sence?”
Azra omuzlarını silkti, sesi çatallıydı. “Hayır... ama...”
“Yaşananlara çözüm sağlamadıysa, amaç neydi?” dedi Mert. Sözlerinin ucu keskin ama içinde kırılgan bir merak vardı.
Azra sessizce gözlerini yumdu. İçindeki yükün sesini bastırmak ister gibi fısıldadı: “Kendi içimi rahatlatmak istedim. Yaptıkları yanına kalmasın istedim. Bir cezası olsun... geçmiş sonuçta. Ne çözebilirim ki?”
Arabanın camından dışarı bakan gözleri, sokakların debdebesinde kaybolmuştu. Dışarıda bir simitçi tezgâhının önünde tartışan iki çocuk siluet gibi belirdi ve geçip gitti.
Mert başını eğip düşünceli bir ifadeyle konuştu. “Bunu sadece arkadaşınla çözebilirsin Azra. Onun yanında olarak. Onu dinleyerek. Yalnız olmadığını hissettirerek.”
Azra dudaklarını birbirine bastırdı. Gözlerinde bir gölge belirdi. “O öyle biri değil Mert. Acısını göstermek istemiyor. Ben bir şey söylemeye kalksam, tam tersine beni avutmaya çalışıyor... Üzülmeyeyim diye.”
Mert başını salladı. “Anladım.”
Azra başını cama yasladı, dışarıda ince yaz yağmurunun damlaları camı süslemeye başlamıştı. Yol, ıslak bir film şeridi gibi geçip gidiyordu.
“O zaman,” dedi Mert nazikçe, “o unutup önüne bakıyorsa... sen de unutup önüne bakacaksın. En doğrusu bu olur.”
Azra gözlerini kapattı. Mert’in sesi zihninde bir süre yankılandı. İçindeki öfke yerini ağır bir yorgunluğa bırakıyordu. Vücudundaki gerilim sanki yavaş yavaş boşalıyordu. Göz kapakları titredi, yüzüne kocaman ama tuhaf bir gülümseme yayıldı. Neşeden değil... boşluktan, tükenmişlikten.
“Evet,” dedi, sesi biraz çatallıydı ama dudaklarında hâlâ o yarım yamalak gülümseme vardı. “Evet... artık unutup önüme bakabilirim.”
Mert göz ucuyla ona baktı. Azra’nın gülümsemesi, yerli yerinde durmayan bir maske gibi yüzüne yapışıktı. Önce içgüdüsel bir tebessümle karşılık verdi ama hemen ardından gözlerini kıstı. O gülümsemenin altındaki kırıklığı, o ela gözlerdeki o tarifsiz boşluğu fark etti. Direksiyona geri döndüğünde, yüzündeki ifade karışıktı; Azra'nın duygusal iniş çıkışları ona hem tanıdık geliyordu... hem de tehlikeli biçimde büyüleyici.
Mert, elini direksiyona sabitlemiş, bir yandan yolun kenarından hızla geçen otobüse göz ucuyla bakarken diğer yandan yanındaki koltuğa kısa bir bakış attı. Azra’nın dirseği pencereye yaslanmış, düşünceleri çoktan ileride bir yerlere gitmişti. Son günlerde yaşadıkları... önce o bıçaklanma, şimdi de bir diğer arkadaş için gizli bir plan ve öfke patlması. Göz ucuyla Azra’ya bir kez daha baktı, kaşları hafifçe çatıldı.
“Kaç tane arkadaşın var senin?” diye sordu. Sesinde merak vardı ama altına ince bir iğne saklanmıştı.
Azra başını ona çevirdi, kaşlarını kaldırarak küçümseyen bir ifadeyle sırıttı. “Var birkaç tane, neden?”
Arabanın camına çarpıp içeri dolan yaz rüzgârı Azra’nın saçlarını hafifçe havalandırdı. Mert dudak kenarını belli belirsiz kıvırarak güldü, ama bakışlarında kaygı gizlenmemişti. “Başını soktuğun her bela onlarla ilgili de, ondan,” dedi. “Sırada kaç kişi var onu merak ettim. Selin, Aslı...”
Azra burun kıvırarak başını iki yana salladı. “Çok var,” dedi, sesi alaycıydı.
Mert direksiyonun başında başını hafifçe öne eğip iç geçirdi. Gözleri hâlâ yolda, ama sesi kendi kendine mırıldanan biri gibiydi: “Yandık desene.”
Azra onun sesindeki endişeyi fark etti. Dudaklarında hınzır bir gülümseme belirdi. Omzunu gelişi güzel silkip meydan okurcasına mırıldandı: “Gözün korktuysa yol yakınken dön.”
Mert, çenesini geriye çekip bakışlarını ciddileştirdi. Direksiyonu daha sıkı kavradı, sesi net ama sakindi. “Gözüm korkmadı. Dönmek gibi bir şey de söz konusu değil ayrıca…”
Korna sesleri birbirine karışarak çınladı. Orta refüjdeki zakkumlar yeniden çıkan güneşin altında serin bir gölgede titreşirken, Azra’nın telefonu çaldı. Mert’in konuşmasını eliyle susturdu ve ekranına bakıp nefesini kısa tuttu.
“Annem,” dedi kısık sesle.
Parmaklarıyla telefonu kulağına götürdü, sesini olabildiğince sıradan tutmaya çalıştı. “Yemek yiyorum anne.”
“Kalacak mısın daha? Akın alsın mı seni?” Sema’nın sesi hattan yankılandı, arabanın motorunun uğultusuna karıştı.
Azra göz ucuyla Mert’e baktı, sonra dikkatini tekrar sese verdi. “Olur anne. Dörtte çıkacak değil mi okuldan?”
“Evet.”
“Tamam, alsın beni AVM’den.”
“Tamam, ben söylerim. Görüşürüz.”
“Görüşürüz.”
Telefonu kapattığında, Mert ona kısa ama sorgulayıcı bir bakış attı. Direksiyonun üzerindeki baş parmağı bir anlık ritmik bir hareketle ileri geri gitti.
“Akın beni AVM’den alacak,” dedi Azra omuz silkercesine.
Mert kaşlarını hafifçe kaldırdı, sesi merakla karışık geldi. “Oraya mı gidiyoruz şimdi?”
“Yok,” dedi Azra. Gözleri camda, sesi biraz daha yumuşamıştı. “Saat daha erken. Birlikte bir şeyler yapalım mı?”
Mert’in yüzüne rahat bir tebessüm yerleşti. Kafasını hafifçe yana eğdi. “Emrinize amadeyiz bugün. Ne yapmak istersiniz küçük hanım?”
Azra gülümsedi, parmaklarıyla saçını kulağının arkasına itti. “Hadi sahile gidelim.”
“Olur.”
Mert, arabayı sahil yönüne çevirdi. Yolun kenarındaki eksoz dumanlarına rağmen camdan içeri süzülen hafif rüzgâr, Azra’nın alnındaki teri soğutuyordu. O sırada radyoya uzandı, birkaç frekans arasında gezindi. Nihayet melankolik ama huzurlu bir melodi çalmaya başladı. Aralarındaki sessizlik bir süre sadece müzikle doldu.
Mert, gözlerini yoldan ayırmadan konuştu. Sesi önceki neşesinden farklıydı; daha sakin, daha ciddi.
“Azra... Ailene hep böyle yalan mı söyleyeceksin?”
Azra hemen cevap vermedi. Başını pencereye dayamış, gözlerini uzaklardaki bir reklam tabelasına dikmişti. Omzunu hafifçe geriye attı, sesi kısık ama netti. “Bu durum benim de hoşuma gitmiyor ama... bir süre evet.”
Mert’in elleri direksiyonda biraz daha gerginleşti. Parmağının boğumları hafif beyaza kesti. “Yalan söylerken çok rahatsın,” dedi, gözlerini bir an Azra’ya kaydırarak. “Bu benim kafamı karıştırıyor.”
Azra başını ona çevirdi. Göz kapakları yavaşça düştü, dudaklarını ısırdı. “Mert, yalan söylemeye bayılıyorum demedim. Sadece… bazen gerekiyor işte.”
Mert, bir anlığına yoldan gözlerini kaçırdı. Azra’nın gözlerinin içine baktı. Bu defa sesi sert değil, daha çok hayal kırıklığını bastıran bir yumuşaklıktaydı. “Bana yalan söylemeni istemiyorum.”
Azra’nın omuzları hafifçe düştü. İç çekti. Bakışlarında boğuk bir özlem belirdi. Keşke, diye geçirdi içinden. Keşke sana Medeiros’u anlatabilseydim... her şey çözülebilirdi. Ama anlatamazdı. Bu gerçek aralarında kalın bir sis perdesine dönüşüyordu. Gözlerini kaçırdı, başını tekrar cama çevirdi.
“Tamam,” diye fısıldadı. Ama o kelimenin ardında ikisinin de bildiği bir boşluk vardı. Azra yalan söylüyordu.
Mert sessizleşti. Yola döndüğünde trafik biraz açılmıştı. Sol şeritten ilerleyerek sahile vardığında, uygun bir yere park etti. Her zamanki gibi inip Azra’nın kapısını açtı. Azra topuklarını yere hafifçe vurarak indi, saçları rüzgârla hafifçe savruldu.
Birlikte yürüyüp ahşap bir banka oturdular. Güneş denizin üstünde parlıyor, martı sesleri ve uzaklardan gelen tekne motoru uğultusu sahili dolduruyordu. Azra çantasını yanına bıraktı, gözlerini denizin üzerinde gezdirdi.
Bir süre konuşmadılar.
Sahil kenarındaki bankta, martıların çığlıkları ve bisikletlerin arada bir geçen çıtırtılı zilleri arasında oturuyorlardı. Hafif bir yaz rüzgârı, Azra’nın saç uçlarını savuruyor; uzaktan bir seyyar mısırcının “Sıcak! Süt mısır!” diye bağıran sesi kulağa çalınıyordu.
Mert, göz ucuyla Azra’ya baktı. Gülümsemeye çalışıyordu ama göz kenarlarında hala bir gerilim titreşiyordu. Eli dizine yakın durmuş, başparmağı istemsizce titriyordu.
“Canını sıkan bir şey mi var Azra?” diye sordu yumuşak bir sesle, bakışlarını ondan ayırmadan.
Azra başını hızla iki yana salladı, dudakları kısa bir anlık gerildi. “Hayır, yok,” dedi aceleyle. Sonra birden, sesi ton değiştirdi. “Hangi rengi seviyorsun?”
Mert, bu beklenmedik soruya önce göz kırptı, sonra küçük bir kahkaha patlattı. “Siyah,” dedi omuzlarını hafifçe silkerek. “Sen?”
“Turuncu.”
Sahile paralel yürüyen yaşlı bir çift gözlerinin önünden geçti; adamın elinde katlanmış bir gazete, kadının kolunda file vardı. Aralarındaki sessizlikte, martıların kanat çırpışı ve denizin taşlara çarpan yumuşak şıpırtısı yankılandı.
Bir süre daha orada kaldılar. Azra, Mert’e “en sevdiği yemek”, “çocukken ne olmak istediği” gibi küçük sorular sordu. Her yanıt, aralarındaki gerginliği biraz daha gevşetiyor, yerine sıcak ve sade bir yakınlık bırakıyordu.
Azra’nın bakışları bir anda yoldan geçen baloncunun elindeki rengârenk, salınan balonlara takıldı. Mert onun gözlerindeki parıltıyı yakaladı; ayağa kalkarken dudakları hafifçe yukarı kıvrıldı.
Azra anlamaya fırsat bulamadan, Mert birkaç dakika içinde elinde kırmızı, kalp şeklinde üç balonla geri döndü. Kordonları arasında yürürken balonlar güneşte parlıyor, çocuklar hayran gözlerle ona bakıyordu.
Azra gözlerini kocaman açtı, ardından kahkahası patladı. Balonları alırken yüzünde saf bir çocuk sevinci belirdi. Gözleri Mert’in gözlerinde bir an sabitlendi, sonra yavaşça yana kaydı.
Saat ikiyi geçmişti. İnsanlar sahil yürüyüşünden piknik kalabalığına geçmeye başlamıştı. Balıkçılar oltalarını topluyor, banklarda oturanlar gölgeyi takip ederek pozisyon değiştiriyordu. Biraz sonra geç kalmamak için Azra ve Mert'te arabaya doğru yürüdü. Mert arabayı çalıştırırken Azra, elindeki balonları arka koltuğa yerleştirirken mırıltıyla “Kıyamam ya, romantikliğe bak,” diye geçirdi içinden.
Araba sahil yolundan şehir içine doğru dönerken, Mert camı biraz araladı. Hafif rüzgâr içeri doldu; dışarıda İstanbul’un tanıdık karmaşası başlamıştı. Bir motorcu hızla aralarından geçti. Direksiyonu yumuşak bir hareketle çevirirken konuşmaya başladı.
“Abimden bahsetmiş miydim sana?” dedi, gözleri yolda ama aklı geçmişte. “Yiğit. Savcı. Bayağı sağlam adamdır. Sana saldıran o şerefsizi onun sayesinde bulduk.”
Azra başını çevirdi, göz kapakları yarı kısık halde onu dinlemeye başladı. Mert’in sesi, bu konudan bahsederken bir başka tonda çıkıyordu; daha derinden, daha öfkeli. Cümlelerinin arasındaki boşluklarda, gururla karışık bir minnettarlıkta vardı.
Azra’nın içinden bir ses, bu adamın ne kadar sahiplenen biri olduğunu fısıldadı. Gözleri kısa bir an onun parmaklarına takıldı direksiyonu sıkıca kavrarken, eklemlerinin belirginleştiğini fark etti.
AVM’nin önüne geldiklerinde trafik yavaşlamıştı. İnsanlar ellerinde kahve bardakları, alışveriş poşetleriyle sağa sola dağılırken, araba kalabalığı tam kapının önünde yavaşladı. Mert arabayı dikkatlice park etti ve her zamanki gibi Azra’nın kapısını açmak için indi.
Azra, aynadaki saçlarını kontrol ettikten sonra kapıyı açan Mert’e baktı. “Burada vedalaşalım, olur mu?” dedi, sesi yumuşak ama belirgince mesafeliydi.
Mert bir an duraksadı, gözlerinde kısa bir hayal kırıklığı parladı. “Selin’i de görseydim.”
“Burası benim iş yerim,” dedi Azra, kaşlarını hafifçe kaldırarak. Sesindeki ton netti ama kırıcı değildi. “Sevgilimle gelmek isteyeceğim bir yer değil pek. Milletin dedikodusunu çekmek istemiyorum şimdi.”
Mert onun sınırına çarpmıştı ama direnmedi. Başını hafifçe sallayıp, dudaklarının kenarında yine o oyunbaz ifade belirdi. “Öyle olsun,” dedi ve göz kırptı. “Uslu dur tamam mı?”
Azra gülümsedi, ardından hafifçe yükselerek parmak uçlarına bastı ve Mert’in yanağına minicik bir öpücük kondurdu. Dudakları çekilirken fısıldar gibi konuştu: “Teşekkür ederim. Bugün benim için yaptığın her şey için.”
Mert’in gözleri parladı, o gülümseme yüzüne yayıldı ve içini baştan sona sıcacık kapladı. “Bence değdi,” dedi, sesi neşeyle titriyordu. “Yüzümü yıkamam artık bir süre.”
Azra yüzünü buruşturdu. “Iyy pislik!”
Mert kıkırdayarak omzunu silkti. “İşte...” diye eğildi hafifçe, “bir daha ne zaman öpersin bilmediğim için, şu an olanı kaybetmek istemiyorum.”
Azra kahkaha attı, ardından başını iki yana salladı. “Hadi git!”
“İçeri gir, gideceğim,” dedi Mert, korumacı bir tonda.
“Tamam, görüşürüz.”
Azra, AVM’nin döner kapısına doğru yürürken ayakkabılarının topukları taş zeminde tok sesler çıkarıyordu. Kapının yansımasında kendi siluetini gördü. İçeri girmeden önce dönüp baktı. Mert hâlâ oradaydı. Kapısına yaslanmış, gözleri Azra’nın üzerindeydi. Azra hafifçe el salladı. Mert başını eğerek karşılık verdi.
AVM’nin döner kapısı Azra’nın ardından ağır bir dönüşle kapanırken, içerideki serin klima havası tenine çarptı. Yüksek tavanlardan süzülen loş ışıklar, mağaza vitrinlerinden yansıyarak kalabalığın yüzüne uğultulu bir yumuşaklık yayıyordu. Azra, elindeki kalp şeklindeki balonları dikkatle kontrol ederek danışma bankosuna doğru ilerledi. Topuklarının taş zemindeki tıkırtısı, kalabalığın uğultusuna ince bir ritim katıyordu.
Selin onu görünce başını hızla kaldırdı, gözleri balonlara takıldıktan sonra Azra’ya kaydı ve bir anda büyüdü. Dudaklarının kenarı kıpırdandı, şaşkınlığın ardından yüzüne sinsi bir tebessüm oturdu.
Azra eğilerek balonları sandalyenin koluna bağlarken başını hafifçe Selin’e çevirdi. Kalabalığın arasında kimsenin duyamayacağı bir tonda konuştu, sesi hızlıydı:
“Mert’leydim. Az kaldı, Akın geliyor. Annem bir şey sorarsa idare et, tamam mı?”
Selin telefondaydı kaşlarını kaldırdı ama yanıt vermedi, sadece kısa bir baş sallamayla yetindi. Sonra yanlarına uğrayan personellerin geçmiş olsun dilekleri eşliğinde Azra, iş yerinde olan biteni dikkatle dinlemeye başladı. Başbaşa kalabildikleri bir ara Azra bir an tereddüt etti, sonra dudaklarını büzüp ekledi:
“Zeynep’le konuştum..." bir süre Nihal hakkındaki bilgileri paylaştı onunla. Sonra "detayları akşam konuşuruz," dedi.
Göz göze geldiklerinde, Selin’in bakışında anlık bir onay vardı. O sırada bankonun telefonu yine çaldı, Selin hızlıca kulaklığı kulağına takarken Azra arkasını döndü.
Cep telefonu titrediğinde çantasından çıkardı; ekranın parlak ışığında ‘Akın’ yazıyordu. Kardeşini hızla yanıtladı. Dışarıdaki kardeşini çok bekletmemek için Selin'le kısaca vedalaştı. AVM'nin kapısından çıktığında kalabalık dışarıda da dağılmamıştı. Servis kornaları, yüksek sesle konuşan öğrenciler, kafelere yanaşan motorlu kuryeler... Güneş hâlâ gökyüzünde kendini hissettiriyordu, ama renkler yavaş yavaş yumuşuyordu.
Siyah arabanın içinden gelen korna sesiyle başını kaldırdı. Akın, direksiyon başında camı indirmiş, onu görmesi için sanki çaktırmadan kornaya dokunmuştu. Azra gülümsedi, arabaya bindi. Emniyet kemerini takarken, bir eliyle kardeşinin yanağına hafifçe dokunup öptü.
“Nasıl geçti okul?”
Akın omzunu silkti, direksiyon başında gözlerini kaçırdı. “Aynı, her zamanki gibi,” dedi kısık bir sesle.
Azra hafifçe yana döndü, gözleri onu yokladı. “Kız arkadaşınla nasıl gidiyor?”
Sorusunu duyduğu anda Akın’ın omuzları düştü. Göz kapakları yarıya indi, dudakları kendiliğinden büzüldü. “Tartıştık, canım sıkkın.”
Azra kaşlarını çatarak başını eğdi. “Niye? Üzdü mü benim kardeşimi?”
“Off abla...” diye iç geçirdi Akın, yorgun bir yetişkin gibi. “Siz kadınları anlamak gerçekten çok zor…”
Yol boyunca Azra onu dinledi. Akın konuşurken bir yandan kırmızı ışıklarda duruyor, bir yandan elleri direksiyonda gerilip gevşiyordu. Sevgilisi, sınıftaki başka bir kızdan kıskanmıştı onu. Gereksiz kıskançlıkla başlayan tartışma, mesajlaşmalara ve birkaç saatlik sessizliğe kadar uzanmıştı. Akın’ın ses tonunda hem öfke hem de kırıklık vardı. Azra arada bir iç çekiyor, zaman zaman kısa tepkilerle onu teselli ediyordu ama asıl ilgisini, Akın’ın duygularının hangi kırılma anında değiştiği çekiyordu.
Eve geldiklerinde, bahçedeki plastik masanın gölgesine oturdular. Yüzeyindeki solmuş çiçek desenleri güneşin eğik ışığıyla daha belirginleşmişti. Bahçedeki sarmaşıklar esintiyle dans eden perdeler hafifçe dalgalanıyordu.
Azra kolunu çenesine dayamış, Akın’a bakıyordu. O sırada içeriden bir anahtar sesi duyuldu. Babaları ceketini koluna atmış şekilde çıktı, Akın'dan arabanın anahtarını alıp sokağa park etmiş arabaya yönelirken kısa bir el hareketiyle onlara selam verdi.
“Görüşürüz,” dedi kısaca.
Azra gözleriyle onu uğurlarken Akın konuşmasına devam etti:
“…öyle işte abla,” dedi, anneleri yaklaştığında ses tonunu değiştirerek. “Neyse, ben gidip üstümü başımı değiştireceğim, bir duş alacağım.”
Kapıdan içeri süzüldü. Sema Hanım sandalyesini hafifçe çekip Azra’nın yanına oturdu. Elindeki peçeteyle masanın üzerindeki bir kırıntıyı silerken, başını çevirdi.
“Ne yaptın bakalım bugün iş yerinde?”
Azra elindeki su bardağını dudağına götürdü. O an, daha önce Selin’in anlattığı komik olaylardan birini hatırladı; adamın biri bilgi masasına gelip yaya geçidiyle ilgili şikayette bulunmuştu. Gülümseyerek başını salladı.
“Bugün iş yerinde bir kadın müşteri, yürüyen merdivende başı dönmüş. Korkudan bağırınca herkes üstüne toplanmış,” dedi, sahte bir içtenlikle. Selin’in sesi aklında çınladı: ‘Kadın resmen merdiveni şeytan ilan etti.’
Sema Hanım kıkırdadı. “Ayy, millet de çok acayip gerçekten.”
Birlikte sofrayı kurmaya başladılar. Bahçeye mutfaktan taşıdıkları tabaklarla yerleşirken akşam esintisi, yan taraftaki çamaşır ipinde asılı beyaz çarşafları dalgalandırıyordu.
“Azra,” dedi Sema Hanım tabakları dizerken. “Yarın yıllık iznim bitiyor. İstersen biraz daha izin alayım mı?”
Azra, çatalları dizerken durakladı. Yüzünde nazik ama mesafeli bir tebessüm belirdi. “Hayır anne, gerek yok. Gayet iyiyim ben, bak bugün dışarı bile çıktım.”
Kadın başını yana eğdi. “Ama dün yataktan kalktığında başın dönüyordu.”
“Birden kalktığım için oldu o annecim,” dedi Azra, sesi biraz daha netti şimdi. “Sen işe başlayabilirsin, gerçekten iyiyim.”
Sema Hanım birkaç saniye sessiz kaldı. Sonra başını hafifçe sallayarak karşılık verdi. “Tamam o zaman.”
Yemek sırasında Akın’ın telefonu sürekli titreşiyordu. Masanın ucuna koyduğu cihazın ekranı durmadan parlıyor, ardından içini çeken bir sessizlik oluyordu. Azra birkaç kez göz ucuyla baktı ama yorum yapmadı. Akın, yemeği bitirir bitirmez masadan kalktı, “Ben biraz uzanayım,” diyerek odasına gitti. Muhtemelen kız arkadaşıyla yazışmaya devam edecekti.
Sema Hanım, sandalyesini geriye yaslayarak sessizce çayından bir yudum aldı. Ardından bakışlarını Azra’ya çevirdi.
“Peki… Mert'le ne yaptın?”
Azra’nın kaşı hafifçe seğirdi, çay bardağını yavaşça masaya bıraktı. Sema Hanım’ın bakışları, dikkatlice kazılmış bir sessizliği andırıyordu. Sorgulayıcı ama aynı zamanda anlamaya çalışan... Gözlerinde yıllardır kızının dilinden kaçırdığı kelimelerin izini süren bir anne vardı. "Konuştuk biraz," diye mırıldandı Azra gönülsüzce.
Sema Hanım'ın Mert'le ilgili soruları tam dilinden dökülecekken, Azra elini hızla telefonuna uzattı. Parmakları ekranda gezinirken gözlerini kaçırmadan konuştu:
“Selin mesaj atmış anne,” dedi, sesi sakindi. “Bu akşam gelemeyecekmiş.”
Ekrana bakıyormuş gibi yaparken parmakları çoktan mesaj yazıyordu: Bu akşam gelme. Annem beni sıkıştırıyor biraz pot kırmayalım...
Telefonun loş ekran ışığı Azra'nın yüzüne vururken göz ucuyla annesinin meraklı bakışlarını kontrol etti. Kaşları hafif çatık, başını Azra’ya çevirmişti Sema Hanım, ama bir şey demedi.
Azra, parmaklarını ekranın köşesinde gezdirerek sohbet penceresini değiştirdi. Mert’e yazmadan önce, Selin’e Zeynep’le olan konuşmasını, aldığı adresi ve iş yerinde yarım kalmış konuyu kısa ama öz bir şekilde aktardı.
Ardından Mert’e döndü, sesi yumuşadı:
“Anne, bir film açalım mı? Mert’ten öneri alacağım.”
Bir yandan mesaj yazdı: “Evdeyim. Annemle film izleyeceğiz. Ne izleyelim?”
Gelen cevabı annesine gösterirken, diğer elinde bardaktaki çayı karıştırmaya devam etti.
“Bak,” dedi hafif bir gülümsemeyle, “bunu önerdi.”
Mert’in önerdiği film açıldığında çaylarını alıp içeriye geçtiler koltuklarına yerleştiler. Çaydan yükselen buhar salonu sarmıştı. Arada Azra'nın başı koltuğa yaslanıyor, gözleri ekrandan çok telefon ekranına kayıyordu. Bir süre filmdeki komik sahnelere gülerek yorumlar yaparak izlemeye devam ettiler. Film henüz bitmemişti ki Sema Hanım esneyerek battaniyesini çekiştirdi.
“Ben yatıyorum kızım,” dedi. Yarın iş vardı. Azra onu başıyla onayladı.
“İyi geceler anne.”
Sema Hanım odasına geçtikten sonra salon sessizliğe gömüldü. Dışarıdan bir sokak lambasının ışığı camdan süzülüyor, televizyonun ışığı duvara yumuşak gölgeler düşürüyordu.
Azra çayını yudumlayıp telefonunu tekrar eline aldı. Parmak uçları ekran üzerinde gezinirken salonun sessizliğini dışarıdan gelen bir korna sesi bölüyordu. Sırtını koltuğa yaslayıp küçük bir nefes verdi, gözlerini kısa süreliğine tavana kaldırdı. Sonra başparmağıyla ekrana bastı, Mert'e yazmaya başladı.
“Selin’le konuştum, Zeynep’le ilgili şeyleri anlattım. Akın yine kız arkadaşıyla dertliydi, kız onu kıskanmış tartışmışlar, annemse senle aram nasıl diye gözlerimden cevap arıyor :)”
O sırada Mert, abisi Yiğit’in odasındaydı. Duvarlara mavi bir titrek ışık yayılıyor, televizyon ekranından fırlayan renkler loş odada hafif bir parıltı yaratıyordu. Raflardaki ceza hukuku kitapları muntazam dizilmişti; yanlarında savcı rozetli küçük bir masa saati tik tak ederken, hemen altındaki sandalyeye atılmış sweatshirt o ciddiyetin içine genç bir dağınıklık serpiyordu.
Mert yediği golden sonra playstation kolunu yere bırakıp koltuğa yaslandı. Nefesini burnundan kısa bir homurtuyla verdi.
Yiğit’in yüzünde en ufak bir ifade değişikliği olmamıştı. Ekrandaki karakteri gol sonrası dans ederken bile, gözleri sanki karşısındaki dosyada karar bekleyen bir sanığı süzer gibiydi.
“Savunma yapmayı öğren artık,” dedi alaycı ama düz bir tonla.
Mert gözlerini devirdi. Geriye doğru eğildi, koltuğun yanındaki sehpadan telefonunu aldı.
“Durdur, Azra yazmış.”
Yiğit başını usulca çevirip göz ucuyla kardeşine baktı.
“Maçın ortasında mola mı veriyorsun?”
“Sen zaten kazandın, daha ne istiyorsun,” diye homurdandı Mert. Parmağıyla ekranı kaydırırken dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı, içinden yükselen tanıdık bir sevinçle.
Birkaç dakika sonra Mert’ten mesaj geldi. Azra çayından bir yudum daha aldı. Dudaklarını kupadan çekmeden önce gözlerini ekrana sabitledi. Buharın ardından gelen cevap satırları göz bebeklerinde parladı.
“Abime senden bahsettim bu akşam.”
Azra'nın kaşlarının arasındaki çizgi yavaşça açıldı. Koltuğun sırtlığına yaslanarak başını yana çevirdi. Dudakları kısacık ama içten bir tebessümle kıvrıldı. Kalbine yayılan sıcaklık, çayın buharıyla karışıp odadaki vanilyalı mum kokusunu bir an unutturmuş gibiydi. Ama bu huzur çok uzun sürmeyecekti. Baş parmağıyla yeni mesaj penceresini açtı.
“Yarın bir yere gitmem gerek,” diye yazdı; mahcubiyet, parmaklarının yavaşlamasından okunuyordu.
Mert mesajı okuduğunda göz kapakları kısa bir süre düştü. Kaşları, alın çizgisine doğru hafifçe kıvrıldı. Başını eğdi, parmakları hızlıca klavye üzerinde kaymaya başladı:
“Yine nereye? :)”
Aynı anda Yiğit, oyun kolunu kenara bıraktı, sehpadan plastik şişeyi aldı. Kapak sesi odaya kısa bir çıtırtı gibi yayıldı.
“Yarın sabah Baro’nun eğitimi var. Babamın arabayı ben alacağım, ona göre.”
Mert başını bile çevirmedi, gözleri hâlâ telefon ekranındaydı.
“Yarın sabah araba bana lazım.”
Yiğit bir süre sessiz kaldı. Sonra başını çevirip kardeşine baktı; gözleri, yargılamakla anlamaya çalışmak arasında ince bir hatta duruyordu.
“Sana kim verdi o izni?”
Mert omuz silkti. Parmağı hâlâ ekranı tutuyordu, cevabını söylerken gözlerini kaldırmadı.
“Kimse. Zaten birkaç saatliğine... Sabah erken çıkarım, sen uyanmadan dönerim.”
Yiğit’in sesi, alışık olduğu cümlelerin tonunu taşıyordu: düz, tok ve biraz yorgun.
“Babam anlarsa yersin yine fırçayı.” Sonra durdu, bakışları yumuşadı. “Alınca da anca akşama gelirsin. Ciddi bir şey mi var?”
Mert bu kez göz göze geldi. Yüzünde bir ciddiyet vardı ama içinde sarmalanmış bir inat da okunuyordu.
“Evet. Azra’yla ilgili.”
O sırada yeni mesaj geldi. Ekran bir kez daha ışıldadı. Mert başını eğip okudu.
“Zeynep’ten Nihal’in annesinin adresini aldım. Onu kızını görmeye ikna edebilirsem, belki Nihal’in durumu biraz olsun iyileşir.”
Mert’in yüzü yumuşadı. Kaşlarının arasında kalan çizgi silindi. Mesaj yazma ekranına geri döndü.
“Gelmemi ister misin?”
Azra, mesajı görür görmez içini çekti. Dudaklarında istemsizce oluşan bir gülümseme ile telefonu göğsüne kısa süreliğine bastırdı. Sonra yazdı:
“Araba lazım ama ;)”
Mert parmaklarını alnına götürüp saçlarını geriye itti, bir iç çekti. Başını Yiğit’e çevirip kaşlarını hafif kaldırdı.
“Sen idare edersin beni be.”
Yiğit kaşlarını kaldırmadan, gözlerini kısarak baktı.
“Babam sabah çıkarken görürse?”
“Sen onu oyalarsın. Bir şey uydur. Ne bileyim, lastikçiye gitti de.”
Yiğit dudaklarını kıpırdatmadan bir süre baktı, sonra başını iki yana sallayarak hafifçe güldü.
“Sonra yine ‘Mert sen hiç büyümüyorsun, biraz uslan artık’ diyeceğim.”
Mert ona göz kırptı, sırta atılan bir şaplaklık samimiyetle:
“Sen de biliyorsun bu kızla mevzu başka.”
Sonra telefonuna döndü, parmakları hızla mesajı yazdı:
“Yarın vermez babam ama kaçırırım :) Sabah olmak zorunda ama :)”
Azra mesajı okuduğunda, burnunun ucundan bir nefes verdi. Çayını bitirmişti. Parmakları yeniden ekranda kaydı:
“Benim için de sabah olmak zorunda zaten.”
Mert abisine dönüp alçak sesle konuştu:
“Kaçta gideceksin eğitime?”
Yiğit onun gözlerindeki kararlılığa kısa bir an baktı. Sessizce iç geçirdi, sonra başını salladı.
“Sen hallet işini, ben taksiyle geçerim.”
Mert minnetle gülümsedi, abisinin omzuna hafifçe dokundu. Sonra Azra’ya cevap yazdı:
“Dokuz uygun mu o zaman?”
Azra, salondan odasına doğru yürürken yerdeki halının desenlerini izledi. Biten filmi kapatıp ayaklarını sürüyerek yatağına geçti. Battaniyeyi üzerine çekerken, yüzündeki gülümseme genişlemişti.
“Olur :)”
Mert onun profil resmine istemsizce tıkladı. Fotoğraftaki gözler ekranda parıldarken, Mert’in kendi gözleri de hafifçe kıvrıldı. İçinden bir şey kıpırdadı ama yazıya dökmedi. Mesaj ekranına geri döndü.
“O zaman yarın görüşürüz.”
Azra kendini yatağa bıraktı. Tavanı izlerken dudaklarını ısırdı. İçinden onlarca sevgi sözcüğü geçiyordu ama yazamadı:
“Görüşürüz, uyuyorum ben.”
Mert mesajı okuyunca sırtını koltuğa iyice yasladı. Odanın loşluğunda yanaklarına hafif bir sıcaklık yürüdü. Gözleri bir an dondu, Yiğit'in alaycı bakışlarına karşılık bir iç gülümseme ile geri döndü. Son mesajı birkaç saniye boyunca yazılıyor göründü, sonra ekranın üstünde belirdi:
“Tatlı rüyalar Aşk.”
Azra telefonu komodinin üzerine bırakırken, kalbinde uçuşan kelebekler midesine doluşmuş gibiydi. Gözlerini kapatırken dudaklarından fısıltı gibi bir söz döküldü:
“Sana da... Aşk.”
Gözleri kapanmadan önce tavanı bir süre seyretti. Loşlukta çizgiler silikleşiyor, tavan sıvasındaki çatlak bile yavaş yavaş görünmez oluyordu. Oda karanlıktı ama bu karanlık, onu ürkütmüyordu. Aksine... sanki bir şeyler nihayet yerli yerine oturmuş gibiydi.
Bir iç çekiş duyuldu dışarıdan, belki rüzgâr cam kenarındaki perdeyi kıpırdatmıştı. Belki de gecenin kendi nefesiydi.
Kendi kendine sordu:
“Bugün ne öğrendin Azra?”
Cevap düşünmeden geldi.
“Sevdiğim insanlara karşı zaafım düşündüğümden daha büyük.”
Kısa bir sessizlik oldu içinde. Bu cümle, içine işledi. Onu zayıf kılmıyordu; yalnızca dürüst yapıyordu. İnsan ancak sevdiği yerden vurulabiliyordu zaten.
Sonra başka bir soru geldi:
“Peki en çok neye mutlu oldun?”
Bir an Zeynep’in sesi kulaklarında çınladı. “Nihal annesini hâlâ özlüyor,” demişti. O anki bakışı gözünün önüne geldi. Ardından bir başka yüz: Nihal’in kimsesiz, kayıp bakışları...
Bir kararlılıkla cevapladı:
“Nihal’i kurtarmaya bir adım daha yaklaştım.”
Bu düşünce göğsünde bir yankı gibi büyüdü. Hafifti ama derindi. O yankı, kaburgalarının arasında bir ısınma yarattı.
“Belki de hepsi için bir umut vardır...”
İçinde beliren bu amaç, günün yorgunluğunu silip yerine dingin bir güç bıraktı. Sırtına yapışan ter, zihnine sinmiş yorgunluk... hepsi bir örtü gibi geride kaldı.
Gözlerini kapattı. Dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm vardı.
“Yarın sabah. Yeni bir adım. Medeiros... Ve bu kez yalnız değilim.”
Gecenin iç çekişi, yorganın altından ayak ucuna kadar süzüldü. Tavan görünmez oldu artık.
Azra, sessizliğin kucağında uykuya daldı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |