
Azra, kapının vurulduğunu duyduğunu sandı ama ses, sanki başka bir dünyadan geliyordu. Gözkapakları kurşun gibiydi; açmayı denedi ama başaramadı. Beyni uyanmak için çırpınırken, bedeni bembeyaz nevresimlere gömülmüş halde hareketsiz yatıyordu. Kasları beton dökülmüşçesine ağırdı; kolunu oynatmak, gözünü aralamak, nefes almak bile irade gerektiriyordu. Kulübenin camından süzülen hafif ışık, peluş halının beyazını parlatıyordu ama onun için hâlâ her şey karanlıktı.
Sesler, rüyayla uyanıklık arasında bir yerde uzaklaşıp buğulandı. Sonra her şey yeniden karardı. Uyku onu bir kez daha içine çekti.
Ardından, bu kez daha net bir sesle, kapının açıldığını duydu.
"Azra? İyi misin?"
Ebru’nun sesi, şefkatle yankılandı. Ahşap zemin, onun dikkatli adımlarını yumuşakça emiyordu. Narince eğildi, Azra’nın saçlarına usulca dokundu. Parmaklarının sıcaklığı, başında hafif bir titreşim bıraktı.
Azra gözlerini büyük bir çabayla araladı. Kırpışan kirpiklerinin ardından Ebru’nun endişeyle bakan zümrüt yeşili gözleri göründü. Boğazı kuruydu; yutkunmak bile zordu.
“...Saat kaç?” diye fısıldadı, sesi çatallaşmıştı.
Ebru hafifçe gülümsedi, başıyla hafifçe eğilerek Azra’yı yatıştırmaya çalıştı. “Saat on oldu,” dedi yumuşak bir tonla. “Ama istersen biraz daha uyu. Sonra tekrar geliriz.”
Azra başını yana çevirdi, yastığın serin yüzeyi tenine değdiğinde içinden geçen tek şey tekrar kapanan gözlerine teslim olmaktı. “Çok... yorgun hissediyorum,” diye mırıldandı, sesi neredeyse duyulmazdı.
O sırada Aslı içeri girdi; aceleyle yaklaşıp Azra'nın alnına dokundu. “Ateşin yok,” dedi kaşlarını çatıp. “Ama sen hiç bu kadar geç kalkmazsın... Hasta mı oluyorsun yoksa?”
Arkasından gelen ayak sesleriyle kapının eşiğinde diğerleri de belirmişti. Sessizlikleri, odadaki endişeyi ağırlaştırıyordu. Ahşap kulübenin duvarları bile bu kaygıyı emiyor gibiydi.
Azra dudaklarını araladı, kelimeler zorla çıktı. “Sadece biraz yorgunum... birazdan kendime gelirim.”
Aslı derin bir nefes aldı, ardından sorumlulukla toparlandı. “Biz çıkalım. Herkes bana gelsin, kahvaltı yaparız. Azra biraz daha dinlensin. Bugün zaten tatil.”
Arda bir adım öne çıktı. Üzerindeki koyu gri tişörtün kolunu gerginlikle çekiştirerek Azra’ya baktı. Gözleri, kulübenin penceresinden görünen pembe çam ormanından çok daha karanlıktı. “Azra... iyisin değil mi?”
Azra, göz kapaklarını zorla araladı. Onun yüzünü seçebildi. “İyiyim. Sadece biraz yorgunum... geç uyudum galiba.”
Arda başını yavaşça salladı. “Sen biraz daha dinlen. Uyanınca Aslı’ya gel.”
Hepsi tek tek odadan çıkarken Azra’nın ağzından sadece bir kelime döküldü: “Tamam.”
Kapı kapanınca, yalnızlık ve sessizlik tekrar üzerine çöktü. O bildik ağırlık, sanki odanın içindeki hava yoğunlaşıyormuş gibi, yeniden göğsüne bastı. Göz kapakları iradesizce kapandı. Uyku, ikinci kez gelip onu aldı.
Denizin karşısındaki ahşap bir bankta oturuyordu. Hafif ılık rüzgar saçlarını okşuyor, deniz sükûnetle kıyıyı yalayıp duruyordu. Pembe bulutların arasından süzülen ışık, sahili pastel tonlara boyamıştı. Elindeki sıcacık simitten küçük parçalar koparıp önünde toplanan martılara atıyordu.
Yanına biri oturdu. Koyu kumral saçları rüzgârla hafifçe dalgalanan genç bir kızdı bu. Elindeki kuş yemlerini martılara fırlatırken bir yandan Azra’ya dönüp gülümsedi.
“Merhaba,” dedi. Sesi, dalga sesleriyle karışan huzurlu bir ezgi gibiydi. “Kuşları beslemek, denizi izlemek... beni hep rahatlatır. Özellikle kafam doluyken.”
Azra başını çevirdi, kızın sevimli ama bilge yüzüne baktı. Turkuaz gözleri ışıl ışıldı. O da Azra’ya gülümsedi.
“Merhaba,” dedi Azra. “Evet... Bu aralar birçok şeyle uğraşıyorum.”
Kız başını yavaşça salladı. “Her şeyi kontrol edemezsin ama,” dedi. “Bazen ne yaparsan yap, her şey olacağına varıyor. Sadece... yorulmuş oluyorsun.”
Azra derin bir nefes aldı. “Her şeyi kontrol etmek değil aslında sorunum...” demeye başlamıştı ki, kız onun sözünü usulca tamamladı.
“Sen, herkesin iyi, güvende ve mutlu olmasını istiyorsun Azra. Ama bu mümkün değil. Herkesi mutlu edemezsin. Herkesi koruyamazsın. Onlar kendi kaderini yaşayacak. Sen sadece... yanlarında durabilirsin. Minik bir dokunuş. Gerisi onların seçimi olacak.”
Azra, içindeki en büyük korkuyu dile getirdi. Sesi çatladı. “Ama... zarar görmelerini istemiyorum.”
Kız hafifçe güldü, gözlerinde yumuşak bir şefkat vardı. “Hiç düşmeden, hiç yaralanmadan büyüyen birini gördün mü? O zaman al hepsini bir kafese kapat. Hiç yaşamasınlar. Böylece zarar da görmezler.” Azra'nın itiraz edecek gibi dudakları aralandı ama kız devam etti: “Hayat bu, Azra. Düşecekler. Kalkacaklar. Ve güçlenecekler.”
Azra gözlerini kaçırdı. Deniz çizgisi buğulanmıştı artık. “Ama ya gördükleri zarar... birini, ya da hepsini kaybetmeme sebep olursa? Ben... onları kaybetmek istemiyorum.”
Kızın sesi neredeyse fısıltıya dönmüştü. “Sevdiklerimizi yalnızca kalbimizden çıkardığımızda kaybederiz. Aksi halde... fiziken yanımızda olmasalar da hâlâ bizimledirler. Onların başka bir dünyaya geçişine sen karar veremezsin ki. Sadece... kendinden sorumlusun. Eğer yanlış bir seçimle kendini kaybedersen... işte o zaman onları da kaybedersin.”
Azra boğazındaki yumruyu yutamadı. “Ne yapmalıyım peki?”
Kız net bir tonda yanıtladı: “Kendini koru Azra. Sen kendini korursan, onlar da kendilerini korumayı öğrenir. Sana değil, kendi ayaklarının üzerinde durmaya odaklanabilirler.”
“Peki ya... koruyamazlarsa kendilerini?”
Kız sabırla baktı. “Neden yapamasınlar?”
“Bilmiyorum... Ya yeterli gelmezse güçleri?”
Kız tekrar gülümsedi. “İşte o zaman, sen onların yanında olursun. O kadar.”
Azra başını hafifçe eğdi. Sanki cevapları bulmuş gibiydi ama bir şey hâlâ içini kurcalıyordu. Gözlerini kısarak kıza döndü. “Sen kimsin bu arada? Adımı da biliyorsun. Tanışmış mıydık?”
Kız ayağa kalktı. Rüzgar, saçlarını ve eteğini dalgalandırıyordu. “Ben Neriman,” dedi, gözleri ışıl ışıldı. “Memnun oldum Azra. Görüşürüz.”
“Bekle!” diye seslendi Azra, birden ayağa fırlayarak. Ama kız artık orada değildi.
Bir anda yatağında doğruldu. Nefes nefeseydi, gözleri büyümüş, alnında ter damlaları birikmişti. Kalbi göğsüne sığmıyordu.
Rüya... o kadar gerçekti ki. Azra dudaklarını kıpırdattı.
“Neriman...” diye fısıldadı. “Onunla... konuştum.”
Yataktan kalkarken esnedi; kaslarında hâlâ bir önceki günün ağırlığı vardı ama zihni, Neriman’ın çınlayan sözleriyle taptazeydi. Loş odada, beyaz peluş halıya basarak kahvesini alırken pencerenin dışındaki pembe çam ormanına daldı; ağaçlar sabah güneşiyle morumsu bir sisin içinde kayboluyordu. Bardağını ağır ağır yudumladı. Sessizliği, dışarıdan gelen uzak kuş cıvıltıları ve başka kulübelerde uyanmaya başlayan öğrencilerin ayak sesleri dolduruyordu.
Duşun ardından camel rengi, diz üstünde biten püsküllü süet elbisesini geçirdi üzerine. Belini saran kumaş, hareket ettikçe vücuduna zarifçe oturuyordu. Saçlarını balık sırtı örerken aynadaki yansımasına uzun uzun baktı. Göz altındaki hafif morlukları kapatıp dudaklarına belli belirsiz bir renk sürdü. Kovboy çizmelerini giydiğinde aynalı makyaj masasının önünden geçerek derin bir nefes aldı ve kapıyı açtı.
Ahşap terastan adımını attığında, çiçekli sarmaşıkların arasından bir rüzgar esip saçlarını hafifçe savurdu. Ön bahçede mozaik taş yolların kıvrımı boyunca yürürken birkaç öğrenci verandalarından ona selam verdi, bazılarıysa sabah hazırlıkları içinde telaşla bir yerlere gidiyordu. Ağaçlara asılmış yuvarlak fenerler hâlâ soluk bir ışıkla yanıyor, gündüz güneşiyle yarışmaya çalışıyorlardı.
Aslı’nın evine vardığında verandadaki beyaz güllerin arasından göğe uzanan ağacın çiçekleri sabah ışığında pastel bir tablo gibi görünüyordu. İçeri girdiğinde Amerikan mutfağın renkli dolap kapakları ve pencere önündeki sarı-mavi armut koltuklar sabah ışığı ile gözlerini kamaştırdı. Salonun ortasında hâlâ sıcak bir sabahın izleri vardı.
Tüm arkadaşları kahvaltı masasının etrafına toplanmış, kendi aralarında konuşuyorlardı. Azra'yı görünce sesler bir anda kesildi. Gözler ona çevrildi rahatlamış ama tedirgin bakışlarla.
Can hemen yerinden kalktı, sesi düşük ama hızlıydı. “İyi misin Azra?”
Azra, dudaklarının köşesini yukarı kaldırmaya çalıştı ama gülümsemesi yorgundu. “İyiyim. Çok yorulmuşum galiba, uyanamadım bir türlü.”
Aslı derin bir nefes aldı, omuzları gevşedi. “Oh, bir güzel dinlendin, iyi yaptın.”
Azra masaya oturduğunda, önünde hemen bir tabak belirdi ama o sadece çatalıyla peynirleri itip durdu. İştahsızdı.
Ece, göz ucuyla Azra’yı süzüp doğrudan konuya girdi. “Dün gece kaçar gibi gittin. Kehanet hakkında ne düşünüyorsun?”
Ebru kaşlarını çatıp ekledi: “Bir de Ali nasıl geldi oraya? Neden geldi?”
Can’ın sesi kaygılıydı, bardağını masaya bırakırken bile elleri gergindi. “Acaba Sare, Ali'nin o küçük numarasını yedi mi?”
Arda sandalyesinde öne eğildi. “Bugün cezan belli olacak. İnşallah yemiştir… yoksa hiç iyi olmaz.”
Aslı gözlerini masadaki kırıntılara dikti, sesi hafifti. “Kehanet, ceza… bir sürü şey var şimdi kafamızda.”
Azra hepsine tek tek baktı. Gözlerinde, onları korumaya çalışmanın yorgun bir direnci vardı. “Evet. Biraz rahatlayın bakalım.” Sesi sakindi ama içinde bir titrek kırılganlık gizliydi. “Sare yedi mi yemedi mi, bilmiyorum. Onu bugün öğreniriz.”
Ali konusuna gelince dudaklarını buruşturdu. “Ali… Ece ona her şeyi anlattığı için gelmiş. Gitmiş açık açık, ‘Azra yasak bölüme girecek, Sare izin vermiyor, bize yardım et,’ demiş. Ali de o yüzden, Sare’nin beni yakalaması ihtimaline karşı gelmiş anlaşılan.”
Bakışlarını yere indirdi, sonra hızla tekrar kaldırdı. “Dün sadece yorgun olduğum için gitmedim. İçimde bir his vardı... Sare görünmez olup bizi izliyor olabilir diye düşündüm. O yüzden kalmak istemedim.”
Odadaki hava, kahvaltının sıcaklığından uzaklaşmıştı; artık herkesin üzerinde kehanetin gölgesi vardı.
Azra onları izleyerek konuyu açtı: “Peki ya kehanet? Siz ne düşünüyorsunuz?”
Ece derin bir nefes aldı, elleri çay bardağını sıkıca kavradı. “Hepimiz Can ve Ebru’yu işaret ettiğini düşünüyoruz.”
Azra başını hafifçe salladı, bir an durdu. “Kehaneti biriniz tekrar okusun. Belki gözümüzden kaçan bir şey vardır.”
Aslı, renkli koltuğun kenarına ilişmiş defterini aldı. Sayfaları hızla çevirdi. Sonunda ilgili bölüme geldiğinde sesi tüm odada yankılandı:
“İletken çıkınca ortaya,
Patlak verecek bir savaş
Anteres kıyılarında.
Ölüm sararken herkesi
Zaman kaybolacak
Aşkının çığlığında.
Pazarlıklar yapılacak
Ruh sevdiği için satılacak.”
Sözler duvara çarpıp yansıdı sanki. Salondaki renkli eşyalar bile bir an griye dönmüş gibiydi. Herkes susmuştu. Sadece saatin tik takları duyuluyordu.
Azra, çay bardağını yavaşça masaya bıraktı. Buharı hâlâ dans ediyordu sanki o da birazdan olacakları sezmiş gibiydi. Renkli sandalyelerin arasından gözlerini yavaşça gezdirdi, herkesin yüzü ona dönüktü.
“Kehanetin ilk kısmı net,” dedi sessiz bir kararlılıkla. "İletken’in ben olduğum garanti. Çünkü kehanet küresini elime alınca kendiliğinden açıldı… Bu bana söylendi."
Can, kollarını masaya yaslayarak ona döndü. Gözlerinde açıklığa kavuşmuş bir denklem vardı. “Azra, zaten senden başka iletken yok ki şu dönemde,” dedi, sesi gereğinden yumuşaktı sanki onaylamakla yetinmiyor, güven de vermek istiyordu.
Azra başını eğip hafifçe gülümsedi, ama gülüşü gözlerine ulaşmadı. “Evet, ben de onu demeye çalışıyorum. Geçmişte bir iletken vardı, şimdi ben varım… ve gelecekte neden olmasın. Ama bu kehanetin sahibi, bu döngüde benim. Yani... bu bizim zamanımız için söylenmiş.”
Aslı, renkli dolapların önünde elindeki deftere eğilmişti. Sayfanın kenarını parmağıyla işaret etti, sesi bir öğretmen ciddiyetindeydi. “Savaşın Anteres’te başlayacağını söylüyor aynı zamanda. Orası daha sıkı korunmalı.”
Çay kokusu hâlâ ortamı sarıyordu. Taze ve sıcak. Pencereden süzülen ışık, Aslı'nın defterine eğilmiş yüzünü aydınlatıyordu.
“Askerler orada olduğuna göre oraya saldırmaları mantıklı tabii,” dedi Ece, penceredeki armut koltuğa yerleşirken. Parmaklarını dizine vuruyordu, kafasının içi çoktan başka olasıklarla dolmuş gibiydi. “Ama senin Anteres’le bir ilgin yok ki… Neden Altair değil? Belki de... seni Anteres’ten uzak tutmalıyız?”
Azra gözlerini devirdi, sonra kuru bir kahkaha attı. “Harika çözüm gerçekten Ece. Tebrik ederim,” dedi, sesi ince bir iğne gibi.
Ece omuz silkti, dudaklarını kıvırarak. “Aklıma başka bir şey gelmiyor.”
Arda’nın yüzü donuktu, elindeki çay bardağını tutan parmaklarını biraz fazla sıkmıştı. “Bir sonraki satırda 'ölüm sararken herkesi' diyor. Bu...” Yutkundu. “Bu hepimizin öleceği anlamına mı geliyor?”
Sesindeki kırılganlık mutfağın neşeli renkleriyle ters düşüyordu. Oyun makinesinden sarkan ışık bile aniden sönük görünmüştü.
Can öne eğildi, göz göze geldiler. “Öyle olsa, ‘zaman kaybolacak aşkının çığlığında’ diye devam etmezdi herhalde,” dedi, sesi sakin ama altındaki titrek umut kolayca hissediliyordu.
Ebru bardağını masaya koydu, dudaklarında acı bir gülümseme belirdi. Gözlerini Can’dan ayırmadan konuştu. “Belki ben öleceğim ve sen de çekip gideceksin,” dedi; sesindeki soğukkanlılık, cümlesini daha sert yapıyordu.
Azra hızla araya girdi, başını iki yana salladı. “Ölürken çığlık mı atacaksın? Belki savaşta seni duysun diye bağıracaksın sadece. ‘Zamanın kaybolması’ da... başka bir zamana geçmek olabilir. Bu tür kehanetler, düz anlamla çözülmez.”
Aslı, deftere bir kez daha baktı. Gözleri yavaşça son satıra indi. “Peki, tamam... Diyelim Ebru ya da Can’a bir şey olacak. Onları koruruz zaten,” dedi, ama sesi eskisi kadar emin değildi. “Gelelim şu satıra: ‘Pazarlıklar yapılacak, ruh sevdiği için satılacak.’ Azra... bu senden bahsediyorsa…”
Azra başını hızla kaldırdı. Gözleri kısa bir an için kısıldı, sonra kendini çabucak toparladı. “Niye benden bahsetsin?” dedi, sesi biraz fazla hızlıydı. “Hem ‘sevdikleri’ demiyor ki, ‘sevdiği’ diyor. Tek kişiden bahsediyor. Ben hepinizi çok seviyorum, ayırt etmiyorum. Yani ruhumu satacaksam hepiniz için olabilir bu ama…” Duraksadı, sesi düşmeye başladı. “...burada daha özel biri var gibi sanki.”
Ebru, çenesini eliyle destekleyerek başını yana eğdi. Bakışları, keskin ama içinde bir oyun barındırıyordu. “Arda’yı bizden bir tık ayrı tutarsın sen… Belki ondan bahsediyordur.”
Azra’nın eli, tabağındaki zeytine uzandı ama dokunmadan geri çekildi. Parmak uçları titriyordu. Bakışları boş bir noktaya sabitlenmişti. Midesinin hafifçe bulandığını fark etti. “Olabilir… belki de,” diye fısıldadı. Cümle tamamlandı ama onun içi tamamlanmamıştı. Sessizlik bir anlığına çöktü.
Ama sonra, başını aniden kaldırdı. Yüzündeki ifade bir anda değişmişti; kararsız genç kızdan, gözünü karartmış bir lidere dönüşmüştü. Neriman’ın sesini zihninde tekrar duydu: Kendini koru Azra… Sen kendini korursan, onlar da korur.
Derin bir nefes aldı. “Neyse,” dedi ve sesini yükseltti. Masanın etrafındaki herkese tek tek baktı. “Bundan sonra herkes kendini koruyabilmek için çok çalışacak! Yetilerinizi en üst seviyede kullanabilmek için bol bol pratik yapacaksınız. Fiziksel olarak da idman yapacağız.”
Sesi, verandanın ötesinde sallanan beyaz güllerin arasından geçip kulübenin çiçekli pencerelerine çarpıyordu.
“Anlaşıldı mı?” diye tekrarladı. Kafasını çevirdi, herkesin gözlerine tek tek baktı.
“Kimse kimseyi korumayacak,” dedi yavaş ve tok bir tonda. “Herkes kendini koruyacak.”
Can, Azra’nın sert çıkışını hâlâ hazmedememişti. Yumuşak yastığın üzerinde kaykılmış otururken kaşlarını çattı. “O ne demek şimdi?”
Azra, karşısındaki sehpanın kenarına ellerini yasladı, sesi netti: “Herkes kendisini korusun demek. Beni korumak için kendinizi unutmayı da kesin demek.”
Sözleri odada yankılanırken, sandalye üzerinde çapraz duran ayakları bir an yere indi. Gözleri, halının canlı desenleri arasında kısa bir yolculuğa çıktı, sonra bir anlığına Arda'ya takıldı. Ebru haklıydı, diye geçirdi içinden. Onu bir tık ayrı tutuyorum… çünkü içinizde ölüme en çok o yakın.
Arda da tam o anda başını kaldırmış, onu izliyordu. Bakışları, sessiz ama sorgulayıcıydı; sanki Azra’nın iç sesini duymuş gibi. İkisi arasında kısa, görünmez bir ip gerildi ince ama keskin.
Arda omzunu silkti, konuyu ustalıkla sıyırdı. “Evet, her neyse... Zaman gösterecek neler olacağını.”
Azra hemen toparlandı, lider moduna geçti. “Anterius ve Karius öğrencileriyle iletişime geçtiniz mi? Görüşecek miyiz?”
Renkli puflardan birine oturmuş olan Ebru başını kaldırdı. “Karius’un kızlarıyla şehir merkezinde görüşeceğiz. Anterius’un öğrencilerine ulaşamadık, belki bu akşam dönerler.”
Azra’nın kaşları hafif kalktı. “E kaçta görüşeceğiz onlarla? Geç kalmadık, değil mi?”
Aslı, mavi armut koltuktan doğrulup elindeki defteri kenara bıraktı. “Yok, kalmadık. Sanat Sokağı’na gideceklermiş. Saat dörtte Su Heykelleri Parkı’nda buluşacağız.”
“İyi,” dedi Azra. Parmak uçlarıyla dizine tempo tutuyordu. “Onlarla buluşana kadar biz ne yapalım bugün?”
Ece’nin gözleri ışıldadı, dudakları kıvrıldı. “Sinemaya mı gitsek? Yeni bir film gelmiş, Efe oynuyor!”
Aslı hemen yüzünü buruşturdu. “Hiç çekemem senin romantizm buhranını şimdi.”
“Aksiyon filmi bir kere, romantik değil!” Ece sandalyenin ucuna geldi, sesi savunmadaydı.
“Hah! Sırf o adam oynuyor diye aksiyon izleyeceksin! Benim seçtiğim aksiyona burun kıvırırsın,” dedi Aslı, göz kırpıp başını iki yana sallayarak.
Ebru, araya girerek Can’ın elini tuttu. Camdan süzülen ışık, birleşen ellerinde parlıyordu. “Ben romantik bir film izlemek istiyorum ama,” dedi usulca, sesi fondaki tütsü kokusu kadar yumuşaktı.
O sırada Arda, odanın köşesine boş boş bakıyordu. Sanki konuşmaları dinlemiyordu, ama ses tonu alaycıydı. “Kına elbisesini çıkartmışsın... Yok mu bugün düğün? Kim evleniyordu geçen gün? Normal giyin sen de biraz, canım...”
Bir kaç selamlaşma, Arda'nın Meryem'le kızların kendi aralarında didişmeleri ile yürüdüler taş yoldan. Okulun dışına çıktıklarında, duvarın önüne park etmiş Ceri'lerden birisine kendilerini attılar.
Ceri, kalın metal gövdesini hafifçe titreterek hareketlendi; döner pervaneler, arka kısmında rüzgarı bölüp ilerlerken uğuldadı, altındaki kızağa benzeyen çıkıntılar yumuşak bir sürtünme sesi çıkarıyordu. Yuvarlak camlardan dışarı bakan Azra, hafifçe başını eğdi.
"Ceri! Vega şehir merkezi, Falcılar Sokağı."
Arda, koltuğuna yaslanırken Meryem’in üzerindeki kıyafetin dokusunu süzer gibi baktı, hafif alaycı bir gülümsemeyle dudaklarını oynattı:
"Yani 16. yüzyıldan çıkmışsın da, günümüze gelmen yüzyıllar sürmez umarım..."
Azra, topuk seslerinin taş zeminde yankılanmasına izin verdi, başını hafifçe eğip Arda'nın gücünü kendine çekerken yanındaki Meryem'e göz attı. Meryem'in boğazı büzgülü krem rengi bluzunun üzerinde, jile tarzı uzun kiremit rengi elbisesi vardı. Sarı dalga dalga saçlarının üzerine sarkan oyalı tülbent, yuvarlak camlardan giren ışıkla parıldıyordu.
Meryem, dudaklarını hafifçe büzerek kırgınlığını gizlemeye çalıştı, sarı dalga dalga saçlarının üzerindeki oyalı tülbent neredeyse hafifçe titreşiyordu:
"Olmamış mı? Nesi var kıyafetlerimin?"
Azra, hafifçe gülümseyip Meryem’in omzuna dokundu, sesi yumuşaktı:
"Bir şeyi yok, biraz demode sadece o kadar."
Meryem, omuzlarını hafifçe indirdi, üzgünlük hâlâ gözlerinin kenarında dans ediyordu:
"Yakışmamış mı yani Azra?"
"Yakışmış tabii," dedi Azra, gözlerini yumuşatarak. "Sadece biraz eski zaman kıyafeti gibi duruyor."
O sırada Aslı, merakla hafifçe öne eğildi:
"Ne işimiz var falcılarda?"
Ece hemen araya atladı, elleri hafifçe heyecanla hareket ediyordu:
"Fal baktıracaksan ben varım, ben bakarım sana fal!"
Azra, hafifçe kaşlarını kaldırarak Ece’ye baktı, sesi biraz alaycıydı:
"Bana senden başkası lazım Ece." Sen beni manipüle etmek istersin açık seçik gerçeği söyleyecek birisi lazım, diye geçirdi içinden.
Ebru şaşırmış, kaşlarını çatmıştı:
"Sen öyle fallara falan pek inanmazsın ki..."
Can, durumu sessizce değerlendirerek, az konuşan ama anlamlı bakışlarla sevgilisine döndü;
"Kahin arıyor o, falcı değil," dedi sakin bir tonda. Azra, Can’ın tahminini içten onayladı; güvenilir bir kahinle iletişim kurmak istiyordu, çünkü kehanetin detaylarını öğrenmek önemliydi.
Arda hâlâ Meryem’in kıyafetine takılmıştı, kaşlarını hafifçe kaldırarak:
"Tamam yakışmış ama ne bileyim, tuhaf biraz işte..." Sonra yüzünü çevirip Azra’ya baktı.
"Azra, ben falcıya falan gelmiyorum."
Azra, kararlı bir ifadeyle Arda’nın kolundan tutup hafifçe çekiştirdi.
"Dışarıda beklersin." Sonra gruba dönerek, sesi kesinleşti:
"Gelmek istemeyen var mı başka?"
Ebru, Can’a bakarken biraz çekingence konuştu.
"Biz de sinemaya gitmek istiyorduk aslında."
Azra, Ece ve Aslı’ya baktı; yüzlerinde karar alma anının ağırlığı vardı.
"Siz?"
Ece heyecanla başladı, ellerini biraz oynatarak dudaklarını heyecanla yukarı kıvırdı.
"Biz de şu aksiyon filmi..."
Azra, kafasını hafifçe aşağı yukarı salladı.
"Tamam. Arda, sen benimle geliyorsun. Siz dördünüz sinemaya gidin. Saat dörtte Su Heykelleri Parkı'nda buluşuruz."
Arda, burun kıvırmıştı ama Ceri, komutun sonunda yavaşça Falcılar Sokağı’na yanaşırken, metalik kapılar sürtünme sesiyle açıldı. Azra, Arda’nın kolunu sıkıca tuttu onu çekiştirerek indi. Diğerleri sanat sokağına devam edecekti.
Arda, cebindeki elleri sıkıca yumruk yapmış halde Azra’nın hemen yanında yürürken suratı asıktı. Kaldırımda her adımı biraz daha isteksizleşiyordu.
“Bak, baştan söylüyorum,” diye homurdandı. “Ben fal falan baktırmam.”
Azra gözlerini devirerek topuklarının değerli taş döşeli kaldırımda çıkardığı sesi bastırmaya çalıştı. Gökyüzünde süzülen ışıltılı balon lambalar kafe tentelerine renkli gölgeler düşürüyordu.
“Sana fal baktır diyen mi var?” dedi, başını hafifçe ona çevirerek.
“İyi,” dedi Arda, mırıldanarak.
Falcılar Sokağı’nda ilerlerken sağlı sollu dizilmiş kafelerin önünden geçtiler. Vitrinlerin arkasında cam masalarda tarot kartları açılıyor, kahve fincanları narin ellerce ters çevriliyor, başka bir köşede su dolu kâselere gözlerini diken insanlar geleceği görmeye çalışıyordu. Rengârenk lambaların altında sokağın üstü adeta bir festival gibi parlıyordu. Her adımda havaya karışan baharat ve taze demlenmiş çay ve kahve kokusu birbirine karışıyor, sokak ezoterik bir panayır gibi uğulduyordu.
Arda kafasını çevirdi, sabırsızca dudaklarını büktü. “E geçiyorsun kafeleri,” dedi alayla. “Gir işte birine.”
Azra cevap vermeye hazırlanırken, Meryem kollarını kavuşturup aniden araya atladı.
“Ben de fal baktırmak istiyorum!” dedi heyecanla. Yüzünde çocukça bir heves parlıyordu.
Azra bir an durup ikisine döndü. Gözleri belirgin şekilde netleşmişti.
“Empat ya da telepatların çalıştığı bir kafe istemiyorum,” dedi, sesi keskin ama sakindi. Arda’ya ve Meryem’e birden hitap ediyordu. “Bana gerçek bir Kahin lazım.”
Sonra Meryem’in gözlerine baktı. “Ayrıca Meryem, sana fal bakamazlar çünkü… sen bu âleme ait değilsin.”
Meryem’in yüzü düşerken, Arda bunu kaçırmamıştı. Hemen öne atıldı, gözlerini bir kafeye dikip konuştu.
“Oo, şu kafeye girelim! Hatunlar çok güzel burada,” dedi, kafasını çevirip Meryem’e yan bir bakış fırlatarak.
Meryem gözlerini kısıp, kaşlarını çatarken etrafındaki ışıltılı atmosfer sanki bir anlığına silinmiş gibiydi.
“Kahin arıyorduk, hatun değil!” dedi dişlerinin arasından, sesi öfkeyle titriyordu.
Azra işaret edilen kafeye kısa bir bakış attı. Camın ardındaki kadınlara odaklandığında içlerinden yayılan titreşimleri anında sezdi. Aura algısı bir anlık parladı.
“Burası da olmaz,” dedi kesin bir tonla. “Bunlar Empatlar.”
Arda dudaklarını sarkıtarak sırıttı.
“Ama Empatlar çok güzellerdi,” diye üsteledi, sesi bu kez çocuksu bir eğlenceyle doluydu.
Meryem’in yüzü iyice gerildi, kafedeki mini etekli, dikkat çekici makyajlar yapmış kızlara nefretle baktı.
“Bunlar mı güzel? Her yerleri ortada!” diye homurdandı. Gözlerinde beliren kıskançlık, utanca karışıyordu.
Arda kıkırdayarak yanına yaklaştı, gözlerini Meryem’in üzerinde gezdirirken sesini alaya sardı.
“Senin gibi siyah beyaz fotoğrafta resmi olan nenem gibi olacak değillerdi herhalde! Hangi çağda öldün sen?”
Meryem’in yanaklarına birden yayılan kırmızılık, öfke ve aşağılanmanın karmasıydı.
Arda durmadı, sokak boyunca ilerlerken bir başka kafeyi işaret etti. Bu kez sesi iyice neşelenmişti.
“Azra, şu kafeye girelim bari! Buradaki kızlar da baya güzelmiş!”
Meryem’e son bir bakış daha fırlattı. Onun öfkeyle dudaklarını ısırdığını görünce gözlerinde zafer parıltısı belirdi.
Azra, Arda'nın son lafıyla morali bozulan Meryem’e bir an bakakaldı; kızın gözlerinde yutkunmuş bir öfke, sessiz bir kırgınlık titreşiyordu. Ardından, Arda’nın işaret ettiği kafeye doğru başını çevirdi. Camların ardından içeriye göz gezdirdi: Telepatlar, ışıltılı aynalar gibi gülümsüyor; onların cazibesine kapılmış genç adamlar sıraya girmişti. Bazılarının sabırsız adımları, bazılarınki ise hayran bakışlarla donmuştu.
“Aptal çocuk,” diye geçirdi içinden, Arda’ya dişlerini sıkmadan bakarak. Meryem bunların hepsinden güzel. Kör müsün acaba? Sana küçük bir ders lazım, Arda.
Gözlerinde soğukkanlı bir kararlılıkla ona döndü. Omzunu hafifçe silkerek sokağın taş zemininde bir adım attı; topuklarının sert vuruşu, arka plandaki kahkaha ve fincan çınlamalarının arasından yankılandı.
“Tamam,” dedi, sakin ama ölçülü bir sesle. “Sen boş bir masaya geç. Ben de tuvalete gidiyorum, sıkıştım.”
Ardından Meryem’e döndü; sesi yumuşadı, ama gözleri bir an bile gevşemedi. “Sen de benimle gel.”
Meryem aniden irkildi. Gözlerini kaçırıp başını iki yana salladı. “Yok, ben burada Arda’yla otururum,” dedi, dudaklarını bükerek. Sonra kendini belli belirsiz Arda’nın yanına kaydırdı; sanki onu koruyan bir duvar gibi dikiliyordu. Kıskançlığı, sokaktaki tütsü dumanı gibi tenin altına işliyordu.
Azra, onun bu dirençli inadını umursamaz bir ifadeyle süzdü. Kaşlarının arasındaki çizgi belirginleşti. Bir saniyeliğine Arda’nın aurasına odaklandı ona görünmeyen bir el, güçler dünyasında hafifçe dokundu. Ardından sesi değişti; buz gibi bir netlik vardı içinde.
“Benimle gel dedim,” diye tekrarladı. “Çocuk değil ya Arda, kimse kaçırmaz.”
Meryem’in bakışları kısılıp dondu. Gücün sessiz baskısıyla omuzları düştü; itiraz etmeden başını eğdi. “Tamam,” diye mırıldandı, sesi neredeyse dudaklarının arasına sıkışmış gibiydi.
İkili, parlak taş döşemelerin arasında yürümeye başladığında kalabalık hâlâ canlıydı. Değerli taşlarla bezenmiş yolun kenarındaki küçük kafelerden birinde, Arda çoktan hedefini belirlemişti. Kafedeki esmer Telepat kızla konuşmaya başlamıştı bile; kızın üzerinde kan kırmızısı, dekolteli, mini bir elbise vardı. Ayaklarındaki altın sarısı topuklular taş zeminde birer kıvılcım gibi parlıyordu.
Meryem, istemsizce geriye dönüp bu sahneye göz attı. Bakışı, adeta içine bir iğne batırdı. Esmer kızın gülüşü, Arda'nın gevşek beden dili… Hepsi boğazına bir yumru gibi oturdu. Gözleri doldu ama gözyaşlarının düşmesine izin vermedi; başını aniden başka yöne çevirdi. Azra’nın görmesini istemiyordu.
Ama Azra, bunu zaten görmüştü. Kaşları çatıktı, sesi keskinleşti.
“Yürü,” dedi, yürüyüşünü hızlandırarak. “Boynun kopacak, bırak bakmayı.”
Meryem, Azra'nın topuk seslerini taş zeminden yankılanarak takip ederken, başını son bir kez geriye çevirdi. Sesindeki ince çatlak gizlenememişti: “Kim o konuştuğu kız?”
Azra göz ucuyla ona baktı, dudaklarını belli belirsiz büzdü. Gözlerinde Arda’ya duyduğu sabırsız bir öfke parladı. “Tanımıyorum,” dedi kısa ve keskin bir tonda.
Kafenin lavabosuna açılan beyaz kapıya geldiklerinde, içeriden hafif bir müzik ve kadın kıkırtıları sızıyordu. Meryem kapının önünde duraksadı, ayaklarını sürüyerek geri çekildi. “Tamam, ben burada bekliyorum, sen hallet işini,” dedi, ellerini sarı saçlarının ucunda oyalayarak.
Azra, gözlerini devirip sabırsızca onun kolundan tuttu. “Gir içeriye be!” Sesi hafifçe yükseldiği anda, eliyle Meryem’i içeri doğru ittirdi.
Meryem gözlerini irice açtı, şokla arkasını döndü. “Töbe! Benim yanımda mı abdest bozacaksın kız?” Dudakları titredi, ama bakışları ciddi bir mahremiyet krizine tutulmuş gibiydi.
Azra bir an durdu, sonra kahkahasını yutmaya çalışarak dudağını ısırdı. Omzunu hafifçe silkerek başını eğdi. Bir gün şu kıza düzgün konuşmayı öğretmem gerekecek. “Yahu yok, tuvalete gitmeyeceğim,” dedi gülerek. “Senin üstüne başına bir çeki düzen vereceğim, gel.”
Meryem kuşkuyla kaşlarını çattı, gözlerini kısmıştı. “Ne yapacaksın ki bana?” Sesi güvensizce çatallanmıştı, ama merakı gözlerinden taşmıştı.
Azra cevap vermek yerine içeri girdi, kapıyı kapatıp kilitledi. Arkalarında uğultu ve kahkahalar boğuklaştı. Lavabonun aynasında ikisi birden yansıdı: biri savaş alanına gider gibi dik, diğeri itaatle çekilmiş omuzlarla arkasında.
Azra avucunu açtığında parmaklarının arasından bir ışık titreşti, ve yumuşak bir deniz yeşili şifon kumaş belirdi. Elbise hafifçe dalgalanarak form aldı: kısa kollu, kruvaze yaka, belden oturtmalı ve kloş etekli bir mini.
“Al,” dedi kararlı bir tonla. “Bunun aynısını üstüne giy.”
Meryem’in gözleri irileşti, nefesi bir an tutuldu. “Aa, yok! Ben giyemem bunu!” Elini ürkmüş gibi elbiseye uzatıp geri çekti.
“Neden giyemezmişsin?” Azra, sesi hala sabırlı ama her kelimesi yerini bilen bir sabırsızlığa dönüşüyordu.
Meryem elbiseyi işaret etti, sesi bu kez daha yüksekten geldi. “Ee, yatak kıyafeti bu! Baksana! Bacaklarım, kollarım hep açık olur. İman tahtam da açık! Olmaz!”
Azra gözlerini devirdi. Avuçlarını kalçalarına bastırarak bir adım öne çıktı. “Meryem Allah aşkına… Dünya’da değilsin. Burası Medeiros. Burada günah falan yok. Giy şunu üstüne!”
Meryem, kollarıyla çıplakmış gibi kendini sararken geri adım attı. “Niye giyiyorum ben şimdi bunu? Benim entarim gayet güzel!”
Azra’nın sabrı bu kez incecik bir çizgiye dayanmıştı. Kaşları çatıldı, sesini bir oktav alçalttı. “Sen Arda seni beğensin istemiyor musun?”
Meryem’in yüzü o anda şarap gibi kızardı, nefesi burnunda düğümlendi. Ama yine de, inadı kolay kolay düşmeyecek kadar yerleşikti. “Böyle cıbıldak olunca mı beğenecek? Varsın beğenmesin o zaman!”
Azra gözlerinin içini kıstı, sesi bu kez emir gibi indi: “Kes be. Giy.”
Meryem, Azra’nın çevresinde titreşen gece mavisi aurayı fark ettiğinde, irkildi. Aura bir anlığına varlığını hissettirmişti; bir hüküm gibi, karanlıkta parlayan bir güç. Kız istemsizce elbiseyi zihninde hayal etti ve bir anda bedenine oturdu. Kumaş, üzerinde titreyerek yerini buldu. Ama ifadesi hâlâ zorlanmış bir çocuğu andırıyordu. Dudakları sarkmıştı, aynaya buruk bir bakış attı. “Oldu mu?”
Azra gözden geçirdi onu, bir baştan bir ayağa kadar. “Çok güzel oldu,” dedi onaylayarak.
Sıra ayakkabılardaydı. Elinde ince topuklu, ten rengi bir çift d’orsay ayakkabı belirdi. Parlak derisi hafif ışıkta yansıdı.
“Şimdi de bunları giyiyorsun.”
Meryem ayakkabılara korkuyla baktı, gözleri büyüdü. “Yürüyemem ki ben onlarla!”
Azra, sesiyle birlikte kaşlarını da kaldırdı. “Meryem.”
Meryem başını iki yana sallayarak pes etti. “Tamam tamam,” dedi, gözlerini kaçırarak. Ayakkabılar da ayağında belirdi. Yükseldiği anda bir dengesizlik bekledi, ama bedeninin buna hazır oluşu onu şaşırttı. Dizleri titrememişti bile.
Azra, son dokunuş için Meryem’in yanına bir adım attı. Parmaklarını dalgalı saçların arasına daldırdı ve başörtüsünü nazikçe çekip çıkardı. Meryem’in altın sarısı saçları omuzlarına döküldü; sanki ışık altında parıldayan ipeksi şeritler gibi.
Azra, saçları yana doğru ayırdı, ardından avuçlarının arasında yaprak formunda bir toka belirdi: sarı altın kaplama, kenarlarında minik pırlantalarla bezeli.
Tokayı, dikkatle Meryem’in saçlarının yanına yerleştirirken dudaklarında fark edilmeyen bir tebessüm vardı. Küçük zaferinin son fırçasıydı bu.
Azra'nın parmaklarının arasından beliren makyaj çantası, metalik bir şakırtıyla lavabonun üstüne açıldı. Kalabalık fal kafenin tuvaletinde mentollü sabun ve parfüm kokuları, hafif rutubetle karışmıştı; kapının dışından gelen kahkahalar, çay karıştıran kaşık seslerine karışıyordu. Azra aynaya bir göz attı, sonra başını Meryem’e çevirdi.
Kaşlarını hafifçe kaldırarak, “Şimdi sıra geldi makyaja,” dedi, sesi alışıldık kendinden emin tonunda.
Meryem, ellerini karnının önünde birleştirerek geri çekildi. Gözleri irileşmişti. “Ay! Bir de boyanacak mıyım?” diye sordu, sesi biraz titrek çıkmıştı.
Azra gülümsedi, ama ifadesi ince bir oyunbazlık taşıyordu. “Hı evet, boyanacaksın,” diye kıkırdadı. “Ben boyayacağım seni.”
Meryem derin bir iç geçirdi, sonra gözlerini kapatıp parmaklarını kıvırarak malzemelerin aynısını önünde var etti. Azra kendi çantasını bir el hareketiyle ortadan kaldırdı. Ardından kollarını sıvayarak işe koyuldu.
Azra’nın elleri, sanatını icra eden bir ressamın titizliğiyle hareket ediyordu. Önce kaşlarını hafifçe şekillendirdi; ince bir fırça darbesiyle kaşlarının arasındaki dengesizliği giderdi. Ardından bronz tonlarda farlarla göz kapaklarına sıcak bir derinlik kazandırdı. Kalabalığın uğultusu arada kesiliyor, lavabonun yanındaki küçük hoparlörden gelen hafif ney sesi tekrar sarmaya başlıyordu etrafı.
Kirpik diplerine kuyruklu kahverengi bir eyeliner çektiğinde Meryem istemsizce gözlerini kırptı. Azra başını yana eğdi, sabırla bekledi. Uzun kahverengi kirpikleri daha belirgin hale getirmek için koyu kahve bir rimelle üstünden geçti.
Dudaklarına sürülen canlı kırmızı rujla Meryem’in ifadesi daha önce kendisinde hiç görmediği bir güce bürünüyordu. Son dokunuş olarak, yanaklarına şeftali tonlarında hafif bir allık sürdü. Geriye çekilerek başını hafifçe eğdi ve ortaya çıkan görüntüyü inceledi.
“Bitti,” dedi kısa bir duraksamanın ardından. Sonra omzunun üstünden aynayı işaret etti. “Bak kendine.”
Meryem aynaya döndü. Gördüğü karşısında nefesi kısa süreliğine kesildi. Yeşil gözleri kocaman açılmıştı, bakışları yansımasında takılı kalmıştı. Eli, utangaç bir refleksle elbisesinin yakasına gitti, diğeri mini eteğini aşağı çekmeye uğraşıyordu.
“Ben miyim bu?” diye fısıldadı, sesi neredeyse duyulmaz bir şaşkınlıkla titreşiyordu.
Azra arkasında dikilip, kollarını göğsünde birleştirdi. “Sensin tabii! Çekiştirme üstünü başını. Şimdi dışarı çıkacağız ve seni herkesin görmesini sağlayacağım.”
Arka fonda klozette sifon çekilirken, kapı dışındaki bardaktan gelen çay şıngırtısı içerdeki gerginliği kısa süreliğine bastırdı. Azra devam etti: “Seninle tanışmak isteyen birileri olursa, sen de onlarla sohbet et.”
Meryem’in yüzüne dehşet dolu bir ifade yerleşmişti. Gözlerini kaçırarak, “Erkeklerle mi yani?” dedi, sesi sanki kendisine ait değilmiş gibi çıkıyordu.
Azra başını hafifçe yana eğip gülümsedi. “Evet, erkeklerle.”
Meryem adeta geri çekildi, omuzları düştü. “Yapamam öyle bir şey ben!”
Azra'nın bakışları bir anda keskinleşti, sesi de aynı ölçüde sertleşti. “Yapacaksın,” dedi duraksamadan. “Yap Meryem!”
O an, Meryem’in içinde görünmeyen bir düğme çevrildi. Azra'nın varlığı, üzerine ağırlıklı bir aura gibi çökmüştü. Başını eğdi, dudakları aralandı. “Tamam,” dedi kısık bir sesle.
Birlikte tuvaletten çıktılar. Kafenin içi hâlâ yoğun bir uğultuyla çalkalanıyordu. Buhar içinde kaybolmuş bardak camlarının arkasında bir çift kadın kahkaha attı; içerideki sandalyeler gıcırdarken garson, tepsisinde fincanlarla yanlarından geçti.
Azra'nın halesi genişleyerek etrafa yayıldı, bu kez yalnızca Meryem’i çevresindekilerin fark etmesini sağlıyordu. Meryem’in yüzü ışıldıyor, gözleri parlıyor, yürüyüşü ise kısa topukların tereddütlü adımlarıyla gölgeleniyordu.
Kafenin dış kısmına, kaldırımın kıyısına yerleştirilmiş renkli masa ve sandalyelerin arasına yöneldiler. Sokaktan geçen insan kalabalığının arasında, fonda bir falcı kadının bastırılmış kahkahası yükseldi.
Azra’nın topukları taş zeminde yankılandı. Kalabalığın arasında, hâlâ esmer Telepat kızla gülerek sohbet eden Arda'nın masasına doğru ilerliyorlardı. Meryem, üzerine dikildiğini düşündüğü bakışlardan öylesine rahatsız olmuştu ki Azra’nın koluna girip başını iyice eğdi. Neredeyse Azra’nın gövdesine saklanmış gibiydi.
Azra durdu, kolunu sertçe geri çekti. “Çık şu arkamdan!” diye tısladı. “Kaldır kafanı, dik yürü!”
Meryem’in adımları sendeledi. “Herkes bana bakıyor,” diye fısıldadı, sesi panikle boğuluyordu.
Azra derin bir nefes aldı. “Çok güzelsin, o yüzden bakıyorlar.”
Meryem başını iki yana salladı. “Bakmasınlar ama…”
“Sus dedim. Dik yürü!”
Bir an duraksayan Meryem’in gözleri dolacak gibi oldu ama Azra’nın kararlılığı karşısında direnemedi. “Tamam,” dedi ve başını kaldırıp Azra’nın yanına hizalandı.
Masanın yanına vardıklarında, Azra tüm özgüveniyle sandalyeye oturdu. Göz ucuyla Arda’yı süzerken saçlarını hafifçe savurdu. Meryem, ürkekçe diğer yan sandalyeye ilişti, parmaklarıyla eteğinin kenarını buruşturuyordu.
Tam o sırada Arda, Telepat kıza bir şey söylemek üzereyken başını çevirdi. Azra’nın geldiğini fark etmişti ama gözleri hemen ardından gelen Meryem’e takıldı.
Bakışı dondu. Kaşları çatıldı. Ağzı hafif aralanmıştı. Gözleri Meryem’in yüzünde gezindi; tanımaya çalışır gibi.
“Bu kim?” diye sordu şaşkınlıkla, sesi normalden bir ton daha düşük çıkmıştı.
Azra'nın dudaklarının kıyısındaki muzır gülümsemeyi gören Arda, bakışlarını ondan kaçırmadı ama yorumsuz kaldı. Gözleri hâlâ yanındaki sandalyede tedirgince oturan Meryem'e kilitlenmişti.
Kaşları hafifçe kalktı. “Meryem?” dedi, sesi hem şaşkın hem de kuşkulu bir tonda.
Azra, elini beline koyarak abartılı bir şekilde başını yana eğdi. “Kör müsün sen?”
Arda, kısa bir sessizlikle başını iki yana salladı. Şaşkınlık yüzünden çekilirken başka bir şey, daha karmaşık bir his yerleşiyordu içeri. Göz kapakları yarı aralık, bakışlarında farkında olmadan oluşan bir hayranlık parıltısı vardı.
Vay canına... Bu gerçekten Meryem mi? İçinden geçen bu düşünceye kendisi bile inanmakta zorlandı.
Azra ne yapmıştı ona böyle? O aptal, o sinir bozucu kız... ama şimdi… büyüleyiciydi.
Yutkundu. “Yok... görüyorum,” dedi sesi biraz kalınlaşarak. “Ne oldu sana? Çok güzel olmuşsun.”
Meryem’in gözleri kocaman açıldı, yanaklarına hızla yayılan pembelikle birlikte başını utangaçça yana eğdi. Elini etek ucuna götürüp hafifçe çekiştirdi. “Beğendin mi? Teşekkür ederim,” diye fısıldadı, sesi yeni bir hissin tedirginliğiyle doluydu.
Azra, gözlerini kısıp çakmak çakmak parlayan bakışlarla Arda’yı süzdü. Sonra masadaki diğer kişiyi işaret ederek söze girdi. “Ee Arda, arkadaşınla tanıştırmayacak mısın bizi?”
Sesi yumuşaktı ama altında kıvrılan bir diken gizliydi.
Arda, gözünü Meryem'den zor ayırarak yanındaki esmer kıza döndü. “Ha, evet,” dedi biraz dalgın. “Melike. Burada fal bakıyor.”
Azra, taş zemine topuklarının tiz bir tınıyla vurduğu bir adımla Melike’ye hafifçe eğildi. “Merhaba, memnun oldum. Ben Azra.”
Melike, narin bir tebessümle başını salladı. “Ben de memnun oldum, hoş geldiniz. Ne falı istersiniz?”
Azra göz ucuyla Arda’yı izlerken, Arda hâlâ Meryem’in üzerine düşen ışığın teninde bıraktığı sıcak yansımaya kilitlenmişti. Dudaklarının kenarı belli belirsiz aralanmıştı; bir kelime değil, sadece hayranlık taşıyordu.
“Yok, fal istemiyorum,” dedi Azra dikkatlice Melike’ye yönelerek. “Buralarda bildiğin... gerçek bir Kahin var mı, Melike?”
Melike hafifçe başını eğdi. “Sokağın sonunda bir tane var ama söyledikleri ya hiç çıkmıyor ya da çok geç çıkıyor. Bu yüzden pek tercih edilmiyor.”
“İyi,” dedi Azra hafifçe gülümseyerek. “Bana pek tercih edilmeyen biri lazım zaten. Kuyruk bekleyecek zamanım yok.”
Melike başını salladı. “Orası o zaman.” Sonra bir an duraksadı. “Hemen kalkacak mısınız? Kahve ister misiniz?”
Azra, başını onaylar şekilde eğdi. “Olur. Ama sen bize biraz müsaade edebilir misin?”
Melike önlerine iki fincan kahve bıraktı. Buharı, Meryem’in yeni makyajına karışarak narin bir perde gibi yüzüne süzüldü. Ardından yavaşça uzaklaştı. Giderken Arda’ya belli belirsiz bir “hoşça kal” mırıldandı ama Arda’nın dikkatinin ucu bile ona dokunmuyordu.
Tam o sırada masaya, üzerinde hafif bir özgüven taşıyan genç bir adam yaklaştı. Dış bahçedeki hafif müzik sesinin arasında, çevredeki uğultuyla harmanlanmış kafenin kalabalığında dikkat çekecek kadar net bir tonda konuştu:
“Merhaba.” Gözleri doğrudan Meryem’e kitlenmişti. “Boş yer yok da… buraya oturabilir miyim?”
Arda'nın yüz ifadesi anında değişti. Omuzları hafifçe kalktı, çenesi kasıldı.
Bu da kim şimdi? Ne cüretle bu kadar rahat bakabiliyor ona?
Sesinde bastırılmış bir öfke vardı. “Oturamazsın! Yer yoksa ayakta dur!”
Azra, gözlerini devirdi ve fincanı yavaşça masaya bıraktı. “Çok kabasın Arda. Buyurun, oturun tabii,” dedi çocuğa sıcak bir gülümsemeyle.
Çocuk, sandalyeye otururken bakışları hâlâ Meryem'deydi. Arda’nın tepkisini umursamadan, sakin ve etkileyici bir ses tonuyla elini uzattı. “Ben Enes.”
Azra’nın gözleri hızla Arda’ya kaydı. Bir kıvılcım parladı içinde.
Ama daha Meryem elini uzatamadan Arda, ani bir hamleyle Enes’in bileğini yakaladı. Parmakları bir mengene gibi sıktı.
“Çek o elini ondan,” diye geçirdi içinden. Dişlerinin arasından, sesi tehditkâr şekilde alçalmıştı. “Sorduk mu Enes, kimsin diye? Ben de Arda!”
Enes, kısa bir şaşkınlık yaşadı ama gülümsemeyi bırakmadı. “Seninle tanışmaya çalışmıyorum,” dedi sakince ve yüzünü tekrar Meryem’e döndü. “Siz peki? Sizin adınız ne?”
Meryem, korkuyla Arda’ya baktıysa da sesi yumuşak çıktı. “Meryem.”
Enes hafifçe başını eğdi. “Çok memnun oldum. Çok hoş görünüyorsunuz.”
Meryem yanaklarına kadar kızardı. Dudaklarında mahcup ama içten bir tebessüm belirdi. “Teşekkür ederim.”
Arda’nın sabrı son kırılma noktasına gelmişti. Dişleri kenetlendi. İçinde fokurdayan kıskançlık, onu daha fazla tutamayacaktı. Biraz öne eğildi, sesi alaycıydı ama içinde saf bir hiddet taşıyordu.
“Bana bak sen!” dedi Enes’i işaret ederek. “Şurada boş bir Telepat var, git ona falını baktır. Bu masada falcı yok!”
"Ben fal için gelmedim, arkadaşlarımı bekliyorum," dedi Enes sakince, ama gözleri hâlâ Meryem’in yüzünde geziniyordu. Sonra kibarca, "Meryem Hanım, müsaitseniz sizinle şu ilerideki parkta bir şeyler içelim mi?" diye sordu.
Meryem’in gülümsemesi aniden dondu. "Yok, teşekkür ederim," dedi hemen, sesi zayıf ama netti.
Azra tam araya girip Meryem’i nazikçe Enes’le gitmeye teşvik edecekti ki, Arda aniden öne atıldı. "Yürü, çıkalım," dedi, sesi itiraz götürmez bir netlikteydi.
Azra kaşlarını çattı. Sandalyede çayın buharı hâlâ ince ince yükseliyordu. "Tamam, Meryem sen kal," dedi, sesine hafif bir meydan okuma sinmişti. "Arkadaş edin, sonra görüşürüz."
"Gel dedim!" diye tekrarladı Arda, sesi sertleşmişti.
"Kalacak!" Azra’nın sesi daha da yükseldi.
Meryem şaşkınlıkla bir ona bir diğerine baktı. Gözlerinde kararsız bir telaş vardı. "Aa! Kafam karıştı! Geleyim mi, kalayım mı?"
Arda, su yeşili gözlerini Meryem’e kilitledi. Gözlerinin içi öfke kadar sahiplenmeyle de yanıyordu. İçinde kabaran dürtü, başka birinin Meryem’e yaklaşmasına tahammül edemeyeceğini haykırıyordu. "Yürü diyorsam yürü!" diye gürledi.
Sonra hızla Enes’e döndü. "Sen de başka birisini bul!" Meryem’in bir cevap vermesine bile fırsat tanımadan, kolundan tuttuğu gibi onu sandalyeden kaldırdı ve tek bir hareketle dışarıya doğru sürüklemeye başladı.
Ahşap sandalyeler hafifçe gıcırdadı, etraftaki birkaç baş dönüp onlara baktı.
"Senin sorunun ne be! Bıraksana kızı!" diye bağırdı Enes, sinirle yerinden kalkarak.
Arda öfkeyle geriye döndü. Çocuk gerçekten haddini aşıyordu artık. Meryem’e her bakışı Arda’nın zihninde bir savaş davulu gibi çarpıyordu. Kıskançlığı ve içgüdüsel sahiplenme dürtüsü kontrolünü ele geçirmişti. "Sen sorun mu olsun istiyorsun? Al sana sorun!" diye kükredi.
O an, etraf aniden gece mavisi bir karanlığa gömüldü. Masaların üstündeki ışıklar cılızlaştı, fısıldaşmalar kesildi. Enes, neye uğradığını bile anlayamadan görünmez bir güçle geriye doğru savruldu ve sırt üstü yere düştü.
"Kes şunu!" Azra'nın sesi araya yıldırım gibi girdi, keskin ve buyurgandı.
Arda istemsizce irkildi, Azra'nın sesi sanki içindeki güce direkt komut vermişti. Gölge çekildi, kafe tekrar gündelik ışığına kavuştu.
Azra hızla Enes’in yanına eğildi, kolundan tutup ayağa kaldırdı. Göz ucuyla Arda’ya sert bir bakış attıktan sonra, Enes’in kulağına eğilip alçak sesle fısıldadı: "Kusura bakma Enes, kız arkadaşını kıskandı sanırım."
Enes’in yüzündeki şaşkınlık yerini anlayışa bıraktı. Üstünü başını düzeltirken, dudakları titrek bir gülümsemeyle kıvrıldı. "Ah, ben bilmiyordum… Özür dilerim."
"Önemli değil. Hoşça kal," dedi Azra, gülümseyerek. Ardından hızlı adımlarla Arda ve Meryem’in peşinden çıktı.
Arda hâlâ Meryem’in elini sıkı sıkı tutuyordu. Azra onlara yetiştiğinde ilk fark ettiği de bu oldu.
"Ne yapıyorsun sen?" diye sordu sinirle. "Niye kavga çıkarıyorsun?"
Arda başını kaldırdı, gözlerinde hâlâ öfkenin solgun izleri vardı. "Görmedin mi? Resmen asıldı kıza!" dedi, sesi çatallaşmıştı. İçinden hâlâ geçirdiği tek şey vardı: Meryem benimleyken kimse ona öyle bakamaz.
"Sana ne bundan?" dedi Azra meydan okurcasına. "Belki Meryem hoşlandı çocuktan? Arkadaş olacaktı."
Bu düşünce Arda'nın sinirini daha da artırdı. İçini kaplayan düşünceyi, neredeyse öfkeyle tükürürcesine söyledi: "Meryem çocuktan falan hoşlanamaz!" Ardından birden Meryem’e döndü, sesi sorgulayan değil, neredeyse yalvaran gibiydi. "Hoşlandın mı çocuktan?"
Meryem’in yanakları kıpkırmızı kesildi, başını utangaçça iki yana salladı. "Hayır..."
Arda’nın dudaklarında zafer kazanmış bir gülümseme belirdi. Azra’ya döndü, bakışları "gördün mü?" der gibiydi. "Bak, hoşlanmamış işte. Gidelim hadi." Elini Meryem’in bileğinden çekmemişti. "Sen de yanımdan bir yere ayrılma," diye ekledi, sesi bir kez daha sahipleniciydi.
Azra gözlerini devirdi, alayla gülümsedi. "Elini o kadar sıkı tutmaya devam edersen ayrılamaz zaten, merak etme."
O an Arda, hâlâ Meryem’in elini tuttuğunu fark etti. Parmaklarının arasındaki ısının, sıkılığın farkına ancak şimdi varıyordu. Yüzü hafifçe kızardı. Kahretsin... fark etmemişim bile.
Meryem’e döndü, sesi yumuşamıştı. "O anda sinirle fark etmemişim. Özür dilerim."
Meryem gözlerini kaçırdı, yanakları hâlâ yanıyordu. "Önemli değil..." diye mırıldandı.
Azra dudaklarında ince bir tebessümle ikisine baktı, sonra Meryem’e göz kırptı. “İyi hadi, gidelim bakalım şu kahine,” dedi ve adımlarını taş döşeli yola bırakarak öne geçti.
Topuk sesleri, kalabalığın uğultusuna karışarak büyülü bir ritimle yankılanıyordu. Falcılar Sokağı, vitrinlerde parlayan kristal kürelerin, çini fincanlardaki telvenin ve kadife örtülü tarot masalarının arasında kıvrılan dar bir geçitti. Kimi masalarda su çanakları parlıyor, kimi yerlerde tütsüler spiral dumanlar halinde havayı sarhoş ediyordu. El falı bakan bir kadın, yan masadaki müşterisine bakarak cümlesini tamamladı: “Kalbin kırık ama kader çizgin hâlâ güçlü.” Azra bu cümleyi işitirken başını hafifçe çevirip gülümsedi.
Arda, Azra’nın birkaç adım arkasından yürürken bir an duraksadı; gözleri istemsizce Meryem’in üzerinde gezindi. Elbisenin belindeki kuşak, rüzgârla kıpırdayan etek ucunu öne çıkarıyordu.
“Sen nereden buldun bu elbiseyi?” diye sordu, sesi sıradan görünmeye çalışsa da kıskançlık iç sesini kemiriyordu.
Meryem, yürürken bir omzunun üzerinden baktı. “Azra verdi.”
Arda istemsizce homurdandı. “Niye her verileni giyiyorsun üstüne sen?” Tonu biraz fazla sivriydi. Ağzından çıkan kelimeleri hemen geri almak istedi ama artık çok geçti.
Meryem’in yüzü bir anda düştü, adımları yavaşladı. “Beğenmedin değil mi? Ben de dedim çok açık...”
Arda afalladı. Gözlerini kaçırdı, eliyle ense kökünü kaşıdı. “Yok, beğendim, çok güzel de...” Kekeledi. “Ne bileyim, farklı geldi işte.” Güzeldi işte… fazlası değil… belki biraz fazlası...
Meryem’in gözlerinde ışık çaktı. “Sen beğendiysen dursun o zaman,” dedi neşeyle ve bir an için omuzları gururla dikleşti.
Azra bu minik oyunu arkası dönük şekilde dinliyor, yüzünü görmedikleri bir sırıtışla yürümeye devam ediyordu. Arda’nın tüm “sözde ciddiyetine” rağmen nasıl kıpkırmızı kesildiğini hayal etmek eğlenceliydi.
Birden durdu, arkasına döndü. “Meryem,” dedi, sesi bu kez net ve yönlendiriciydi. “Git kendine birkaç arkadaş edin. Yeni çocuklarla tanış. Bizim Arda ile işimiz var.”
Meryem durakladı. “Gide...” dediği anda görüntüsü silikleşmeye başladı, bedeni saydam bir buğuya dönüşürken gözlerinde tereddüt parlıyordu.
Arda bir adım öne fırladı. Gözleri Azra’ya öfkeyle döndü. “Azra, ne yaptığını sanıyorsun sen? Bizden başka kimseyi tanımıyor!” Dudakları sıkıca birbirine bastı, yumruğunu sıktı. Sonra gözlerini kapattı, alnında mavimsi bir gölge belirdi. Gücünü çağırdı ve tek bir odaklanmayla Meryem’i bulunduğu yere geri çekti. Azra olmadan onu kimsenin göremeyeceğini çoktan unutmuştu. Hayalet kız, bir ışık kıvılcımıyla yeniden bedenlendiğinde Arda’nın karşısında belirdi.
Arda göz göze geldiği Meryem’e doğru sertçe döndü. “Ben sana git dedim mi? Nereye gidiyorsun?”
Meryem gözlerini kaçırdı, sesi hafifçe yükseldi. “Azra dedi ya!”
Arda’nın sesi çatallı ve buyurgandı. “Ben varken beni dinleyeceksin. Asıl itaat etmen gereken kişi benim.”
Meryem kaşlarını çatıp, kollarını göğsünde kavuşturdu. “Dinlemiyorum işte.”
Arda geri adım atmadan karşılık verdi. “Dinleyeceksin.”
Azra bu sözlü çekişmenin içine girmedi. Omzunun üzerinden bakıp alaycı bir kahkaha attı. “Çocuklar gibi kavga etmeyi bırakın da yürüyün,” deyip yoluna devam etti.
Sokağın daha tenha bir ucuna gelmişlerdi. Melike'nin tarif ettiği mekânın önünde durdu. Diğer fal kafelerinin aksine, burası daha küçük ve loştu; vitrininde yalnızca iç içe geçmiş dairelerle süslenmiş bir sembol vardı. İçerisi sessizdi, içeriden sadece ince bir buhar çizgisi cama çarpıyor, ardından buğuya karışıyordu.
Azra arkasına döndü. “Siz şu masaya oturun, ben bir bakıp geleyim,” dedi.
Arda bir sandalye çekti, Meryem'e de işaret etti. “Gel bakalım, kıpırdamadan otur orada,” diye mırıldandı ama sesi artık daha yumuşaktı.
Azra, kapının tokasını kavrayıp içeri girdiğinde, içeriden yükselen tarçınlı tütsü kokusu ve gölgelerin arasında belli belirsiz parlayan bir avuç taş ilgisini çekti. Hava ağırdı ama dikkat çekici bir gizem taşıyordu.
İçerisi loş ve otantik bir havaya sahipti. Tavandan sarkan kırmızı, yumuşak ışık saçan top lambalar, bodur ağaç dallarına yerleştirilmişti; salon, neredeyse başka bir âleme açılmış gibiydi. Yer yer tütsü kokusu sinmişti duvarlara, sessizlikte yalnızca lambaların cızırdayan sesi duyuluyordu.
"Merhaba? Kimse yok mu?" diye seslendi Azra, sesi mekânın içindeki huzurlu uğultuyu delip geçti.
Kırmızı kadife perdelerin arasından biri göründü. Uzun, masmavi saçları omuzlarından akıyor, çelik gibi keskin gümüş grisi gözleri mekânın loşluğunu yararak Azra'yı süzüyordu. Gençti. Ve fazlasıyla sakin.
"Buyurun. Nasıl yardımcı olabilirim?" dedi, neredeyse fısıltıya yakın bir tonla.
İşte bu... Gerçek bir Kahin, diye geçirdi içinden Azra. "Ben bir fal baktırmak istiyorum."
Kahin bir süre hiç konuşmadan ona baktı. "Gelin, oturun. Hangi tür olsun? Kahve, tarot, su?"
"Hangisinde en iyiseniz o olsun," dedi Azra kararlılıkla, tereddüt etmiyordu.
Gümüş gözler bir an dondu; sonra dikkatle Azra'nın yüzünü taradı. "El falınıza bakalım öyleyse."
"Olur," dedi Azra ve sol elini uzattı. Kahin, onun elini iki avucu arasına aldığında göz bebekleri büyüdü. Sanki içeride bir şey görmüştü. Nefesi tutuldu.
"Bir... İletkensin sen!" diye fısıldadı hayretle.
"Evet," dedi Azra sakince, bakışları dimdikti.
Kahin, nefesini geri kazanmaya çalışarak kendini toparladı. "Uzun zamandır bir İletken gelmemişti. Hoş geldin."
"Hoş buldum. Ee? Bak artık bakalım," dedi Azra, sesinde sabırsız bir alaycılık vardı.
Kahin başını sallayıp tekrar eline odaklandı. Yüzüne gölge düştü, dudakları yavaşça aralandı. "Adın ne, İletken?"
"Azra."
"Azra..." Kahin’in bakışları donuktu artık. El çizgilerine daha da yakından eğildi. Derin bir iç çekti. "Ölüm etrafında dolaşıyor. Kendine çok dikkat etmelisin." Duraksadı. Parmakları titredi. "Seni çok seven birisi… seni korumak için kendini feda edecek."
Azra'nın kalbi aniden hızlandı. İçine garip bir ürperti çöktü. "Kim o? Beni çok seven birkaç kişi var... Kim feda edecek kendini?"
Kahin’in gözleri kırpıştı, sesi neredeyse bir rüyadan fısıltı gibi geldi. "İsminde... R harfi var..."
Azra öne eğildi. "Daha net olamaz mısın?"
"Maalesef... her şey çok karışık," dedi Kahin, alnındaki teri sildi. "Zaaflarının seni yönetmesine izin verme, Azra."
Azra sessiz kaldı bir an, sonra daha da alçak sesle sordu: "Peki ya pazarlık? Hakkımda söylenen bir kehanete göre, biri pazarlık yapacakmış. Bu doğru mu?"
Soru havada asılı kaldı.
Kahin birden Azra’nın elini bıraktı. Gözlerinde panik vardı artık. "Çok kayıplar var... sen..." Nefesi düzensizleşti. "Sen ölümle kardeşsin Azra. Üzgünüm. Bu... bu bir felaket. Seninle patlak veren bir felaket bu. Çevrendeki herkes..." Boğazı düğümlendi. Nefes almakta zorlanıyordu.
Azra öne eğildi, sesi daha yumuşaktı şimdi. "Ama daha tam öğrenemedim—"
"ÇIK İLETKEN!" diye bağırdı Kahin, sesi titreyip mekânın her köşesini titretti. Eliyle kapıyı gösterdi. "Senin yerinde olsam... bir daha bu aleme geçmezdim. Git buradan! Hemen!"
Kadının gözleri dehşetle büyümüş, nefesi kesilmişti. Azra, içgüdüsel bir ürpertiyle geriye çekildi. Sorduğu sorular boğazında kaldı. Ve bir kelime daha edemeden hızla kapıya yöneldi.
Kapıdan çıktığında gün ışığı gözlerini kamaştırdı. Ardında kalan loşlukta kırmızı kadife perdeler yeniden kapanırken, içeriden bir fısıltı daha geldi mi, emin olamadı.
Kahin'in uğursuz sözleri hâlâ zihninde yankılanıyordu:
Ölüm... kendini feda edecek... R harfi... Savaş... Zaman kaybolacak aşkının çığlığında... Ruh sevdiği için satılacak... Sen ölümle kardeşsin... Felaket...
Azra'nın kaşları çatılmıştı; yüzünde tedirginliğin keskin çizgileri vardı. Özellikle iki kelime beyninde şimşek gibi çaktı:
‘R’ harfi ve ‘Zaman kaybolacak aşkının çığlığında’.
Göz bebekleri panikle büyüdü.
Zaman... Zaman Yolcusu... Can!
Ve onun aşkı... Ebru!
Aniden nefesi sıklaştı.
O kadar anaç ki... hepimizi korumaya çalışır... kendini bile unutur...
Kalbi göğsüne sığmıyordu artık. Gümüş halesi iradesinden bağımsızca titreşti; etrafını endişeli bir ışıltıyla sarmalamaya başlamıştı. Bastığı taş zeminde topukları yankılandı, aniden yerinden fırladı.
Sokağa çıktığında fal kafelerin uğultusu, ışıklı kaldırımlardan üzerlerine dökülüyordu. Havanın içindeki tütsü kokusu, sinirlerini daha da geriyordu.
Arda, Meryem’e sokulmuş, alaycı bir gülümsemeyle bir şeyler söylüyordu. O anda Azra'nın yaklaşan telaşını ve ışıkla titreyen aurasını fark ettiler. İkisi de bir anda susup yerinde dikildi.
Arda, gözleri irileşerek Azra’nın bembeyaz kesilmiş yüzüne baktı. "Ne oldu?" diye sordu, sesi farkında olmadan tizleşmişti.
Azra, nefesi boğazına düğümlenmiş gibi bağırdı:
"Ebru! Onu korumamız lazım!"
Meryem'in gözleri kocaman açıldı. Arda ise, bir anlığına tüm vücut ısısını kaybediyormuş gibi hissetti. Dondu.
Ebru... Can...
Kehanetlere inanmazdı. Ama... Azra’nın hâli... Bu bir hezeyan değil, gerçek bir uyarıydı.
Yine de derin bir nefes aldı, içindeki korkuyu bastırıp yüzüne soğukkanlı bir ifade yerleştirdi.
"Tamam Azra," dedi sakin olmaya çalışarak. Omzunu yavaşça tuttu. "Sakin ol. Şimdilik kimseye söylemeyelim bunu, olur mu? Gereksiz bir panik yaratmayalım. Belki de Kahin yanılmıştır."
Azra başını iki yana salladı, gözleri büyümüştü, sesinde hala titrek bir öfke vardı:
"Hayır! Kehanetlerle uyuyor Arda!"
Gözleri Meryem’e döndü, sesi daha kararlı ve keskinleşmişti.
"Meryem! Sen hâlâ iletkeni bulamadın mı?"
Meryem irkilerek bir adım geri çekildi, sesini alçaltarak cevap verdi:
"Hayır... Evine dönmedi ki."
"Git tekrar bak!" Azra'nın sesi bu kez emir gibi çıktı. Parmakları yumruk halindeydi. "Mutlaka bul ve getir!"
"Tamam!" dedi Meryem ve göz açıp kapayana dek yok oldu.
Arda yeniden Azra’ya döndü. Sesini daha da yumuşattı, neredeyse fısıldar gibi konuştu.
"Azra... Lütfen. Sakin ol."
Elini Azra’nın koluna koydu, göz teması kurdu.
"Gelecek dediğin şey... net değil. Zaman dediğimiz şey... değişken."
Azra gözlerini kaçırdı. Çenesindeki kaslar hafif titriyordu.
"Ben bunu Can’a söyleyemem Arda..." dedi; kelimeler sanki boğazına takılmıştı, sesi zar zor çıkıyordu.
"Kimseye söylemene gerek yok," dedi Arda. Gözlerinde kederli bir kararlılık vardı. Yalan söylüyordu belki ama bunu Azra’nın ruhunu korumak için yapıyordu.
"Bütün bunlar... bir yığın saçmalık. Ciddi olamaz. Bence inanma."
Ama ya doğruysa?
Azra’nın iç sesi fısıldıyordu.
Ya biri gerçekten benim için ölürse? Ya onları ben mahvedersem...
Omuzları çöktü. Dudakları kıpırdadı, ama kelimeler bir türlü dökülmedi. Sonunda sadece bir fısıltı geldi:
"Ben ne yapacağım Arda? Size zarar verirsem... birinizi bile kaybedemem..."
Arda’nın gözlerinde acı bir yumuşaklık belirdi. Azra'nın omuzlarına iki eliyle sarıldı, onu sabitleyip gözlerinin içine baktı.
"Şşş. Azra... bak bana," dedi, sesi neredeyse bir büyü gibi teskin ediciydi.
"Unut şimdi duyduklarını. Kehanetmiş... kadermiş... hepsinin canı cehenneme. Biz buradayız. Hep yanında olacağız. Birbirimizi koruyacağız. Hiçbir şey olmadı, olmayacak."
O an... Neriman’ın rüyası yankılandı Azra’nın zihninde:
"...sevdiklerimiz hep bizimledir... kendimizi kaybetmezsek..."
Nefesi düzensiz bir şekilde dışarı çıktı, ama gözlerinde bir nebze olsun netlik belirmişti.
İçinde hâlâ korku vardı, ama artık yalnız değildi.
Başını hafifçe salladı. "Hadi gidelim buradan," dedi. "Parka gidip bizimkileri bekleyelim."
Arda rahatlamış bir nefes verdi.
"Tamam," dedi hemen, sesi neredeyse neşeyle doluydu.
"Gel, şuradan Ceri’ye binelim."
Kaldırımda adımları birbirine eşlik ederken, sokaktaki fal kafelerden gelen buğulu sesler, günün içine karışan bir başka kehanet gibi üzerlerine sinmişti.
Güneş ışığı, gökkuşağı gibi parıldayan havuzun suyunda kırılırken, Azra topuklarının taş zeminde çıkardığı tıkırtıyla ağır adımlarla ilerledi. Arda’yla birlikte gölgeli bir bankta oturdular. Çevredeki ağaçların mor ve altın sarısı yaprakları rüzgârla kıpırdanıyor, heykelin ucundan dökülen su ince bir melodi gibi akıyordu. Park kalabalıktı ama onların arasında yalnızca ağır bir sessizlik geziniyordu.
Bir süre konuşmadan oturdular. Arda gözlerini karşıya dikip dudaklarını ısırdı, sonra bakışlarını Azra'ya çevirerek başını hafifçe eğdi. Sesi kısık ve tedirgindi:
"Azra... benim bitkisel hayatta olduğumu kimseye söylemediğin için... teşekkür ederim."
Azra yavaşça ona döndü, omzunu bankın arkalığına yaslayarak başını hafif yana eğdi. Gözlerinde yumuşak bir şefkat vardı ama sesi sabitti, çizgisi belliydi:
"Arda, bunu senin söylemen gerekiyor. Bilmeleri lazım. Bu, sır olacak kadar küçük bir şey değil."
Arda bakışlarını kaçırarak alnını kırıştırdı. Parmak uçları bankın tahtasında geziniyordu.
"Biliyorum ama..." dedi kararsızca, sesi iyice kısıldı. "Ben bunu anlatmaya hazır değilim."
Nasıl anlatırım? İçinde bastırılmış bir çığlık gibi yankılandı o anıların karanlığı. O günü... babamı... annemin gözlerindeki o kırılmışlık... Mümkün değil.
Azra’nın sesi bir kez daha yükseldi, ama bu kez içinde bir sitem taşıyordu:
"Anlatman lazım ama. En azından sadece bitkisel hayatta olduğunu bilmeye hakları var!"
Arda dişlerini sıkarak kaşlarını çattı. Suyun üstüne yansıyan heykelin siluetine bakarken, içinden bir huzursuzluk geçti.
"Biliyorsun Azra," dedi sıkıntılı bir tonla. "Sadece 'bitkisel hayattaydım' dersem, asla sebebini öğrenmeden rahat durmazlar."
Azra kollarını göğsünde kavuşturdu, ama gözlerini ondan ayırmadı.
"Arda, bugün ya da en geç yarın anlatmak zorundasın."
"Olmaz Azra," dedi Arda başını iki yana sallayarak, sesi bu kez sertti.
Azra bir an sustu, sonra kelimeyi fısıltıya çevirerek yineledi:
"Lütfen..."
Arda gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı, suyun kokusunu, yaz güneşinin sıcaklığıyla birleşen taş zeminin tozlu kokusunu içine çekti.
"Biraz düşüneyim bunu," dedi sonunda, sesi yumuşamış ama yorgundu. "Israr etme, lütfen... şimdi değil."
Azra onun ne kadar zorlandığını görmüştü. Yavaşça başını salladı. Şimdilik üstelemeyecekti. Dudaklarının kenarında beliren hafif bir gülümsemeyle konuyu değiştirdi:
"Meryem hakkında ne düşünüyorsun?"
Arda’nın ifadesi anında değişti. Gözleri hafif kısıldı, dudaklarında o bildik alaycı gülümseme belirdi.
"Şapşal bir şey işte."
Azra kaşlarını kaldırdı, sesini sakince alçaltarak ama doğrudan sordu:
"Güzel mi sence?"
Arda'nın bakışları bir an dalgınlaştı.
"Sevimli... daha uygun ona," dedi, sonra hemen savunmaya geçer gibi ekledi: "Vır vır vır konuşmasa bir de! Ne kadar çok konuşuyor biliyor musun? Bütün gece tepemdeydi!"
Sevimli... evet, sevimli, diye geçirdi içinden Arda. Hatta güzel. Ama bunu Azra’ya mı söyleyeceğim? Hem o çenesi yok mu...
Azra hafifçe gülümsedi, sesine muziplik bulaşmıştı:
"E madem bu kadar rahatsız oldun, niye bırakmadın onu Enes’le? Arkadaşlık ederdi, sen de kurtulurdun."
Arda birden dikleşti, kaşları çatıldı.
"Çocuğu gözüm tutmadı," dedi savunmaya geçerek.
Azra, güneşin ışığında hafifçe parlayan saçlarını geriye attı ve Arda’ya yandan bakarak alaycı bir ifadeyle konuştu:
"Hee... Ben de Meryem’den hoşlanıyorsun sandım."
Arda'nın yüzü bir anda gerildi, göz bebekleri büyüdü.
"Ben mi?" dedi öfkeyle. "Neyinden hoşlanacağım o çenesi düşük Rönesans kaçkınının?"
Kalbi hızla atmaya başlamıştı. Sadece sinir bozucu. Sadece bu. Kahretsin kendimi kandırıyorum. Azra anlamamalı.
Azra kaşlarını çattı, sesi biraz yükseldi:
"Ay iyice öküze bağladın Arda! Ne biçim şeyler söylüyorsun kıza?"
Arda omuzlarını silkti, ama bakışlarında küçük bir pişmanlık dolaştı.
"Doğru değil mi? Kıyafetlerini görmüyor musun?"
Bir an durdu. Sonra dudaklarının kenarı belli belirsiz kıpırdadı ve sanki istemeden çıkan bir itiraf gibi geldi kelimeler:
"İyi ki sen varsın da... bir şeye benzemiş biraz."
Azra başını yana eğdi, bakışları meydan okurcasına dikildi ona.
"İyi o zaman. Madem hoşlanmıyorsun, bir dahaki sefere biri tanışmak isterse kızı kaçırıp götürme!"
Arda ellerini iki yana açtı, sesini yükseltti:
"Ben kimseyi kaçırmadım! Çocuğu sevmedim."
"Sen değil, Meryem sevecek!"
"Aman Azra ya!" diye patladı Arda ve tam o sırada gözleri havuzun diğer ucuna kaydı. Bakışları yumuşadı.
"Hadi bak... bizimkiler gelmiş."
Ayağa kalktılar. Azra yürürken topukları taş zeminde yankılanıyor, havuzun sularından sıçrayan ışık, göz bebeklerinde kıvılcımlar gibi parlıyordu. Heykellerin gölgesi altına oturmuş grubun yanına vardıklarında, Aslı'nın neşeyle elinde bir avuç çekirdek belirdi.
Gülümseyerek Azra ile Arda’nın avuçlarına bıraktı.
Grup, avuçlarındaki çekirdekleri çitlerken, parlak taşlı yolda kol kola yürüyen altı kızı fark ettiler. Ağaçların arasından yaklaşan silüetler netleştiğinde Azra'nın kaşları çatıldı, gelenlerin üçü, sinema salonundaki olaydan tanıdığı kızlardı. Yüzlerindeki o tanıdık küçümseme, kıvılcımlı bir gerilim gibi yayılıyordu havaya.
İlk konuşan, bonus saçlı, enerjik yapılı siyahi kız oldu. Sesi suçlayıcıydı:
"Siz mi çağırdınız bizi görüşmeye?"
Ebru hemen yerinden doğruldu, sesi savunmada ama meydan okumaya da açık:
"Evet, biz çağırdık ama... görüşmesek de olur yani!"
"Bence de gidelim!" diye eklendi Ecrin, mavi gözlerinde öfke parıldıyordu.
Tam ortam kaynamaya başlamışken, aynı anda iki ses daha duyuldu. Biri Azra’dan, diğeri karşı grubun lideri gibi duran, kıvırcık siyah saçlı, şeftali rengi gözlü kızdan:
"Kesin!"
İki liderin bakışları havada çarpıştı. Azra, çekirdek kabuklarını bir kenara savurup birkaç adım öne çıktı. Konuşurken sesi sakindi ama keskin bir kararlılık taşıyordu:
"Merhaba, ben Azra. Sizinle önemli bir kehanet hakkında konuşmak istiyorum. Ama istemezseniz gidebilirsiniz tabii."
Kız gözlerini kısmıştı, Azra'nın elini sıktığında tutuşu sıkıydı.
"Ben Rosarin. Memnun oldum, Azra." Tonu, Azra'nınkini yansıtırcasına dengeli ama tetikteydi.
"Ben de memnun oldum, Rosarin. Rahat konuşabileceğimiz bir yere geçebilir miyiz?"
Ağaçların arasından geçen rüzgâr, konuşmayı kısa bir süreliğine yutmuştu. Diğer kızlar hâlâ aralarında homurdanıyordu. Rosarin ve Azra, aynı anda dönüp kendi gruplarına kısa ama etkili bakışlar fırlattılar, “Susun artık” bakışı.
"Ros de lütfen," dedi Rosarin, gözlerini kısmadan. "Şurada sakin bir kafe var, oraya geçelim mi?"
Azra başını iki yana salladı.
"Kafe olmaz. Ne kadar sakin olsa da etrafta insanlar oluyor. Bizim bir alanımız var biraz ileride, oraya geçelim."
"Neden onların alanına gidiyoruz?" diye itiraz etti Ecrin, dudaklarını büzerek.
Aslı hızla müdahale etti.
"Çünkü başka sakin yer yok şu anda."
Rosarin sabrını zorlayarak döndü arkadaşına.
"Ecrin, susar mısın? Hadi, Azra."
Tam yürümeye başlamışlardı ki, Karius grubundaki sarışın, pembe gözlü Leyla adımını yavaşlatıp Azra’ya bakarak çıkıştı:
"Onların dediklerini yapmak zorunda mıyız?"
Rosarin, alnındaki çizgileri bastırmak ister gibi gözlerini ovuşturdu.
"Kızlar, sizin sorununuz ne?" dedi sesini yükseltmeden ama keskin bir tonla. Gözleri, birer birer Leyla, Ecrin ve Lily üzerinde gezindi.
Leyla omuz silkti.
"Bunlar sinemada kavga ettiğimiz grup! Sorun bu yani."
Yeşil gözleriyle parlayan Elis atıldı hemen:
"Sizi o hale bunlar mı getirdi?"
"Evet. Ben Azra’yla kavga ettim," diye onayladı Leyla. Kaşlarını kaldırarak Azra’ya baktı, sanki hâlâ bir cevap bekliyormuş gibi.
Lily, ellerini beline koyup Rosarin’e döndü.
"Onlarla konuşmayacaksın herhalde?"
Rosarin dişlerini sıktı.
"Şu kavga olayını birazdan çözeriz Lily. Ama önce konuşmamız lazım."
Ebru ellerini iki yana açtı, sabrı tükenmişti:
"Çözülecek ne var? Siz saldırdınız bize!"
Müge ileri atıldı.
"Siz de sinemada insan içinde öpüşüp durmasaydınız!"
Can’ın sabrı da tükenmişti.
"Kimseyi rahatsız etmedik! Arkadaşların geldi, hakaret etti!"
Rosarin, bu sefer doğrudan olaya girmeyi seçti:
"Öpüşüyormuşsunuz, konuşuyormuşsunuz. Uyarılmışsınız, sonra işler büyümüş."
Ebru’nun yüzü kıpkırmızı oldu.
"‘Sevişecek başka yer bulun’ diyerek mi uyarılır insan?!"
"Siz de insan içinde..." Müge'nin cümlesi tamamlanamadı.
"Müge, kapa çeneni!" diye patladı Rosarin. Sesindeki öfke nihayet dışarı taşmıştı. Sonra, toparlanmaya çalışarak Azra’ya döndü.
"Azra, o gün ne oldu, gerçekten anlatır mısın?"
Azra, durumu kontrol altına almak için birkaç adım attı, kenarda bir araya getirilmiş taş masaları işaret etti.
"Gel, şuraya oturalım. Önce konuşalım. Sonra herkes birbirini tanır."
Ağaçların altında gölgelenmiş masaların etrafında kuş cıvıltıları yükseliyordu. Rüzgârın savurduğu yapraklar çimenlerin üzerinde kıpır kıpırdı. Su heykellerinden uzak ama parkın içindeki bu küçük açıklık, konuşmak için tam yeriydi. Azra masaları birleştirerek karşılıklı bir düzen oluşturdu.
İki grup da, birbirlerine bakarak ama itiraz etmeden, yavaşça sandalyelere yerleşti. Azra ve Rosarin tam karşı karşıya oturdular, iki farklı dünyanın temsilcisi gibi.
Gökkuşağı gibi parlayan havuzdan yükselen su sesleri, parkta yankılanan öğrencilerin kahkahalarına karışıyordu. Cerilerin süzülen tiz ezgileri ağaçların arasında yankılanıyor, sanat okulundan birkaç öğrenci banklara serilmiş resim yapıyor, asker okulundansa kimi oğlanlar gölgede çekirdek çitliyordu. Azra ve Rosarin, su heykellerinin uzağında bir köşede gruplarıyla birlikte karşılıklı durmuş birbirlerini ölçüyorlardı. Taş zemine basan Azra’nın topuk sesleri arada bir havaya karışıyor, sessizliği bir anlığına deliyordu.
Rosarin dik durdu, omuzlarını gerdi. Gözleriyle grubunu tek tek göstererek konuştu.
“Önce kendi grubumu tanıtayım: Müge, Lily, Elis, Leyla ve Ecrin.”
Azra hafifçe başını salladı, ardından yanına dönüp arkadaşlarını işaret etti.
“Biz de böyleyiz: Can, Ebru, Aslı, Ece ve Arda.”
Sonra Rosarin'e döndü, gözlerinde belli belirsiz bir sabır parıltısı vardı.
“Şimdi... o gün Can, Ebru’ya duygularını açıklayacaktı. Biz de bir plan yaptık; onları sinemada çiftli koltukta yalnız bıraktık, kendimiz başka yerlere oturduk. Ama... senin arkadaşların, Ecrin, Lily ve Leyla, tam arka koltuklarına denk geldi.” Dudakları belli belirsiz kıvrıldı. “Can, Ebru'ya aşkını ilan edip onu öpünce... Ecrin delirdi ve, ‘Birbirinizi vakumlamayı kesin, gidin kendinize sevişecek yer bulun!’ falan dedi…”
Azra'nın sesi daha yeni sönmüştü ki Ecrin öne atıldı, gözlerini kısıp sesini yükseltti.
“Hayır, öyle olmadı! Onlar baya baya sevişiyorlardı içeride!”
Ebru’nun kaşları çatıldı, yüzü bir anda öfkeyle gerildi.
“Ne sevişmesi be! Alt tarafı bir öpücüktü!”
Lily gözlerini devirerek, omzunu geriye attı.
“Ne öpücük ama! Birbirinizin ağzının içine girdiniz.”
Can’ın bakışları bir anda keskinleşti, sesi tok ve netti.
“Terbiyesizleşme. Sadece normal bir öpücüktü o.”
Leyla bir adım öne çıktı, dudaklarında küçümseyici bir gülümseme belirdi.
“Sen kime terbiyesiz diyorsun da...”
“Kesin be!” dedi Azra, sesi keskin ama sarsılmazdı. Gözleri bir bir hepsini taradı, hava bir anda durulmuştu.
Aslı’ya döndü, sesi bu sefer sakindi. “Aslı, o günü bize gösterir misin? Böyle daha iyi olacak.”
Ecrin’in yüzü bir anda gerildi, göz kapakları titredi.
“Nasıl gösterecekmiş?” dedi, sesi küçümseyici ama tedirgin.
Azra hafifçe başını yana eğdi, sesi hem sabırlı hem vurguluydu.
“O bir telepat.” Sonra Aslı’ya döndü, sesi daha netti. “Ecrin’in kafasının içinden o anıyı çekip göster, kavga dahil olmak üzere.”
“Neden ben? İzin vermiyorum böyle bir şeye!” diye bağırdı Ecrin, bir adım geriye çekildi.
Rosarin’in sesi ani bir kırılma gibi yükseldi.
“Ecrin, fikrini sormadık. Bu olayda sizin suçlu olduğunuz düşünülüyor, o yüzden senin bakış açınla görmek istiyoruz. Evet Aslı, göster.”
Aslı sessizce başını eğdi, sonra gözlerini Ecrin’e odakladı. Etrafı bir anda parlak turuncu bir ışıltıyla sarıldı. Ecrin’in mavi gözleri büyüdü, sanki içinden biri anılarını çekip alıyormuş gibi başını tuttu. Aynı anda iki grubun zihninde, sinema salonunun iç görüntüsü canlandı.
Can ve Ebru, çift kişilik koltukta oturuyordu. Arkalarında Ecrin, Lily ve Leyla... Salonun loş ışıkları, hafif bir uğultu ve patlamış mısır kokusuyla sahne gözlerinin önünde dans ediyordu.
Azra gözünü kırpmadan izliyordu.
“İlerle Aslı,” dedi. “Can’ın itirafının hemen öncesine gel.”
Görüntü ilerledi. Can, Ebru’nun elini tutuyordu.
Ecrin’in sesi net biçimde duyuldu:
“Heh, başka yer yokmuş gibi şimdi sinemada aşkını ilan edecek...”
Leyla fısıldadı:
“Bırak, ne güzel işte... âşıklar.”
Ecrin’in yüzü hafifçe buruştu.
“Yeri mi burası Leyla? Gitsinler başka yerde yaşasınlar aşklarını!”
Lily’nin sesi netti.
“Rahat bırak insanları.”
Rosarin’le göz göze gelen Azra, kaşlarını çattı. Rosarin’in dudakları sıkılıydı. Görüntüde Can, “Senden hoşlanıyorum. Benim sevgilim olur musun?” diyordu.
Ecrin’in sesi yine araya karıştı:
“Bunlar da bizi buldu. Filmi mi izleyeceğiz, bunları mı?”
Leyla iç geçirdi.
“Çok romantikler ama…”
Ecrin, Can’ın Ebru’yu dudaklarından öptüğü anı izleyip küçümseyerek söylendi:
“Ne demezsin…”
Can gözlerinde umutla, “Cevap yok mu?” dediğinde, Ebru onu dudağından öptü.
İşte o anda, Ecrin sandalyeden fırlamıştı.
“Yeter be! Birbirinizi vakumlamayı kesin! Kendinize sevişecek başka bir yer bulun!”
Görüntü dondu. Cerilerin sesi parkta hâlâ tınlıyordu.
Rosarin, ifadesiz bir suratla Ecrin’e döndü.
“Ecrin! Hemen Ebru ve Can’dan özür dile!”
Ecrin gözlerini devirdi, sesi hâlâ inatçıydı.
“Nedenmiş?”
Rosarin’in gözleri karardı, sesi buz gibiydi.
“Çünkü sen sataştın. Ve onların gününü mahvettin.”
Azra elini Aslı’ya doğru kaldırdı.
“Kavgayı da görmek ister misin?”
Rosarin gözlerini kısıp başını salladı.
“Lütfen.”
Aslı bir kez daha konsantre oldu. Ağaçların yapraklarından bir damla o an süzülüp taşa çarptı. Anı yeniden canlandı. Kavga başladı.
Görüntüler bittiğinde Rosarin, grubuna döndü. Gözleri sertti, sesi emreder gibiydi:
“Hemen Azra ve arkadaşlarından özür dileyin.”
Sonra yüzünü Azra’ya çevirdi. Yüzüne bir gölge düşmüştü.
“Azra… Ben onlar adına özür dilerim. Normalde böyle kızlar değillerdir. Ecrin o gün sevgilisinden yeni ayrılmıştı… Kötü bir gündeydi. Sinirini sizden çıkardı galiba.”
Arda kollarını bağladı, alaycı bir sırıtmayla araya girdi.
“Çıkaramadı demek daha doğru olur.”
Rosarin, hafifçe başını eğdi.
“Evet… Neyse… Özür dileyin!”
İlk Leyla ayağa kalktı. Çimlerin üstünde duruşu bile isteksizlikle doluydu.
“Hepinizden özür dilerim kendi adıma,” dedi yarı iç çekerek. “Siz arkadaşıma saldırınca mecburen...”
“…korumak zorunda kaldık,” diye tamamladı onu Lily, bir yandan ayakkabısına yapışan otları silkeleyerek.
“Ben de özür dilerim,” dedi Ecrin, dudakları hâlâ aşağı doğru bükülmüş şekilde. Gözlerini kaçırıyordu, uzaktaki iki öğrencinin gitar eşliğinde söylediği şarkının sesine odaklanmış gibiydi.
“Biz de özür dileriz, ağzınızı burnunuzu kırdığımız için!” dedi Arda, sesinde taşlamaya doymamış bir neşeyle.
Birkaç metre ötede çimenlere serilmiş bir çift, kahkahalarla gülerken Lily başını çevirdi. “Seni en son gördüğümde bir kafeste kapalıydın!” dedi Arda’ya ters ters bakarak.
Arda'nın dudakları kıvrıldı. “Ben de seni en son gönderdiğim hayalet tarafından parçalanırken görmüştüm. Kim birleştirdi seni? Yap-boz gibiydin en son.”
Keman tınısı uzaktan dalga dalga yayılırken, Azra ve Rosarin aynı anda bağırdı: “Kesin!”
Azra derin bir nefes aldı. Çimenlerin arasından çıkan nane kokusu anlık bir serinlik gibi içini doldurdu.
“Sorun çözüldü. Özür dilendi ve kabul edildi,” dedi net bir şekilde. Gözleri hâlâ Arda'nınkini yakalamıştı. “Şimdi asıl konumuza geçelim.”
“Evet Azra,” dedi Rosarin ciddiyetle, etraflarındaki genç kalabalığı süzdü. “Anlat bakalım, neymiş o kehanet?”
Gruplar arasında gerilim hâlâ kıpır kıpırdı, fısıltılar çimenlerin arasında gezen bir rüzgâr gibi uğulduyordu. Uzaktan bir flüt sesi yükseldi; parkın diğer ucundaki öğrenciler kısa bir melodiye tempo tutuyordu.
Azra çantasından not defterini çıkardı. Piknik masasının kenarına yerleşmiş kalabalığın uğultusu, uzaktan gelen keman ve flüt seslerine karışıyordu. Defteri dikkatlice açtı, ilk iki kehanetin yazılı olduğu sayfaları Rosarin’e uzattı. Can, Ebru, Aslı, Ece ve Arda, Azra'nın son kehaneti göstermediğini fark etmişti ama hiçbiri bunu dile getirmedi; kararına güveniyorlardı.
Rosarin defteri aldı. Yakınlarında çimlere serilmiş bir çiftin kahkahası yükseldiğinde başını kaldırıp kısa bir an göz gezdirdi arkadaşlarına. Ardından dikkatini tekrar yazıya verdi, dudaklarını kıpırdatarak sessizce okumaya başladı. Sonra başını kaldırdı, gözlerini Azra’ya dikti.
"Azra, bu kehanetler... bizden bahsediyor olabilir," dedi, sesi biraz uzaklara dalmış gibiydi.
“Evet, olabilir,” diye onayladı Azra. “Siz de altı kişisiniz. Anteres’te de altı kişilik bir grup var. Biz de altı kişiyiz.” Sözleri bir an havada asılı kaldı, sonra bakışlarını Karius grubuna çevirdi, hafif bir gülümsemeyle: “Sizin nasıl yetileriniz var? Üçünüzü sinema olayından biliyorum tabii.”
Bakışları Ecrin, Lily ve Leyla üzerinde kısa bir tur attı. Bu sırada yan masada biri önündeki çayı karıştırıyor, metal kaşığın sesi havayı dolduruyordu.
Rosarin söze girdi. “Biliyorsun, Karius bir sanat okulu,” dedi. Sesi, uzaktan gelen gitar tınısıyla harmanlandı. “Bizim güçlerimizi kullanma şeklimiz genellikle sanattan geçiyor. Sizin gibi düşünce gücüyle de elde edebiliyoruz tabii ama... zor oluyor. Çoğumuzun sanatsal yetileriyle birleşmiş özel güçleri var.”
Gruptan yükselen ilgili bakışlar arasında Rosarin anlatmaya başladı:
“Ecrin bir heykeltıraş; aynı zamanda bir ‘Değiştiren.’ Dokunduğu ya da odaklandığı şeylerin fiziksel formunu sanatsal dokunuşla başka bir şeye dönüştürebilir.”
Ecrin bu sırada göz devirdi ama bir şey demedi. Yanlarından geçen çocukların bağrışları çimenlikte yankılanıyordu.
“Lily bir ressam ve ‘Doğacı.’ Ebru gibi doğaya hükmediyor ama gücünü genelde fırçası aracılığıyla, çizdikleriyle veya boyadıklarıyla yönlendiriyor.”
“Leyla müzisyen,” dedi Rosarin. “Keman çalıyor. Yarattığı ses dalgalarını silaha dönüştürebilir.”
O sırada parkın öbür ucundan cılız bir trompet sesi ulaştı, bir sanat öğrencisi provasını yapıyordu.
“Elis sahne sanatçısı; ‘Değişen.’ Herhangi bir canlı ya da nesnenin görünümünü birebir alabilir.”
“Müge ise ateşe hükmediyor,” dedi Rosarin, ona dönerek gülümsedi. “Aynı zamanda bir moda tasarımcısı. Tasarladığı her şeyin kıyafet, aksesuar ya da başka nesneler düşünce gücüyle gerçeğe dönüştürebiliyor.”
Azra sessizce dinlemişti. “Sen peki?” diye sordu Rosarin’e.
“Ben fotoğrafçıyım,” dedi Rosarin. “Çektiğim ya da var olan bir fotoğrafın içine seyahat edebilirim. Yanımda birilerini götürebilir, onları oraya hapsedebilir ya da oradan birilerini bu dünyaya getirebilirim. Zamanın akışıyla da oynayabilirim.”
Azra başını salladı. “Sen de bir tür zaman/mekân yolcususun yani,” dedi. “Can gibi, sadece kullanım şeklin farklı.”
Rosarin’in gözleri hafifçe parladı. “Peki sizin yetileriniz?” diye sordu merakla.
Azra grup arkadaşlarını gösterdi: “Ece kahin. İlk kehaneti o söyledi. Aslı telepat. Can zaman yolcusu. Arda ruhlara hükmeder. Ebru da doğaya.”
Parkın diğer köşesinden gelen alkış sesi, bir öğrencinin başarılı performansının ardından yükselmişti. Kalabalık birkaç saniyeliğine bu sesi dinledi, sonra Rosarin tekrar Azra’ya döndü.
“Sen peki?” dedi beklentiyle.
Azra derin bir nefes aldı. “Ben bir iletkenim.”
Rosarin’in şeftali rengi gözleri büyüdü. “İletken mi?” dedi heyecanla. “Sen… sen Seperius’a gelen o meşhur İletken misin?”
“Meşhur muyum bilmiyorum ama… öyleyim, evet,” dedi Azra sakince.
Rosarin’in yüzü aydınlandı. “Çok çok memnun oldum Azra! Gerçekten çok merak ediyorduk seni.”
Leyla da öne eğildi. “Evet, neler yapabiliyorsun? Anlatsana biraz bize.”
Daha Azra cevap veremeden Arda araya girdi. “Tam bir kopyacı işte,” dedi; sesindeki alay, göz ucunda sakladığı gururla çatışıyordu. “Siz ne yapabiliyorsanız aynısını, hatta bazen daha iyisini yapabilir.”
Müge gözlerini şaşkınlıkla açtı. “Nasıl yani? Herkesin yaptığı şeyleri mi?”
Bu kez Aslı devreye girdi. “Evet. Okulunuzda ne kadar özel yetenek varsa… Azra için hepsi sıradan!”
Bir süre daha Azra’nın yetenekleri etrafında dönen konuşmalar, parkın içinde dalgalanan keman ve flüt melodileriyle yumuşadı. Çimenlere yayılmış gençlerin kahkahaları, çay termoslarının metalik tıkırtıları arasında, Azra nihayet konuyu toparlamak için Rosarin’e döndü. Sesi önce yumuşak, ardından kararlıydı:
“Peki, sen ne yapmayı düşünüyorsun bu kehanetler hakkında?”
Rosarin, bir an gökyüzüne bakıp derin bir nefes aldı. Hafif bir rüzgâr çimenleri hışırdattı, ayak ucundan geçen bir topun yuvarlanması araya karıştı. Sonra Azra’ya döndü, gözleri ciddiyetle donmuştu.
“Kehaneti okulumuzdaki herkese ulaştıracağım,” dedi. “Olası bir savaşa karşı hazırlıklı olmamız gerekiyor. Bir eğitim grubu kuracağım. Ne kadar güçlenirsek, o kadar iyi.” Gözleri kısa bir an Azra'nınkinden kaydı, ardından iç çekerek ekledi: “Keşke sen de bizimle olsaydın. Biliyor musun, ilk İletken bizim okulumuzun öğrencisiymiş.”
Azra tam yanıt verecekken, Arda sandalyesinde hafifçe doğrulup araya girdi. Sesi sakin ama ezber bozmaz bir kesinlikle çıkmıştı:
“Ama Azra bizimle.”
Sözler bir anlık sessizlik yarattı; ardından bu kez Azra'nın bakışları çevresine döndü. İki grup da artık gevşemişti. Gerginlik yerini alaycı fısıltılara, hafif kahkahalara bırakmıştı. Daha önce karşı karşıya gelenlerin şimdi birbirlerine laf attığı bir oyun havası seziliyordu. Yakındaki bir bankta oturan genç çiftin müziğe tempo tutan ayak sesleri duyuluyordu.
Bu sırada Rosarin tekrar döndü Azra’ya. Gözlerini kısarak, sesi bu kez daha meraklı bir tona büründü:
“Bu arada... Anterius’tan kime ulaşmaya çalışıyorsun?”
“Sanırım,” dedi Azra, hafifçe kaşlarını çatıp bir an düşünerek, “liderleri Böke’ye ulaşmam gerekiyor.”
Rosarin’in yüzü hemen tanımış bir ifadeyle aydınlandı. “Ah! Efe’nin arkadaşları!” dedi. “Genelde akşamları barlar sokağındaki Gölge adındaki gece kulübünde takılırlar. Belki orada bulabilirsin onları.”
Azra başını salladı, yanaklarına hafif bir gülümseme yerleşti. “Teşekkür ederim bu bilgi için.”
Çantasına yöneldi, oradaki küçük not defterinin kenarını düzeltti. Ece eğilmiş ayakkabısının bağcığını çözüp bağlıyordu; Can kafasını güneşe kaldırmış, gözlerini kısmıştı. Zaman ilerliyordu.
“Biz kalkalım artık,” dedi Azra. “Eğer bir gelişme olursa... sizden ya da bizden... yine görüşelim, olur mu?”
Rosarin, Azra’nın içten ama mesafeli tonunu dikkatle dinledi. Başını salladı ve cebinden küçük bir kâğıt çıkarıp bir şeyler karaladı.
“Tamam Azra,” dedi. “Burada oda numaram var. Haberleşiriz.”
Kağıdı uzattığında Azra bir an göz göze geldi onunla, sonra notu alıp çantasına dikkatlice yerleştirdi. Vedalaşmalar kısa ama sıcak geçti. Karius grubu çimenler arasından geçip parkın yavaş yavaş gölgelenen patikasına yöneldiğinde, rüzgar yeniden esmeye başlamıştı.
Aslı, masadan aniden doğruldu. "Ee, gelmişken bir yarış yapmasak mı?" dedi, gözlerinde kıvılcımlar parlıyordu.
Ece burnunu hafifçe kıvırarak başını iki yana salladı. "Yarışı okulda da yaparız," dedi tembelce esneyerek. "Başka bir şey yapalım."
Ebru, güneşte ışıltı yansıtan su şişesini bir kenara bırakıp gülümsedi. "İlerideki kafede yeni bir grup çıkacakmış, canlı müzik yapacaklar. Oraya gidelim?"
Arda, elini göğsüne vurup başını salladı. "Bak bu güzel fikir," dedi, belli belirsiz bir çapkınlıkla.
Can ise dirseğini dizine dayayıp, yüzünü hafif yana çevirerek daha yumuşak bir ses tonuyla öneride bulundu. "Akvaryuma gidelim bence. Hem sakin olur, dinlendirici de."
Azra çantasının askısını omzunda düzeltti, gözlerini Can’a çevirdi. Gözlerinde kısa bir düşünce molası vardı. "Evet, akvaryum iyi fikir," dedi sonunda. "Akşam kulübe gideceğiz zaten, öncesinde müzikle kafa şişirmeyelim."
Ece, heyecanla ellerini birbirine çarptı. "Kulüp varsa şarap da var demektir!" dedi, sesi biraz fazla tiz çıkmıştı.
Aslı hemen lafa atladı, dudağındaki sırıtış daha da genişledi. "Evet! İçeriz, dans eder, eğleniriz!"
Can, başını hafifçe öne eğerek ikisine baktı, yüzündeki kaygı ifadesi ince çizgilerle derinleşmişti.
Ebru, gülerek ona döndü, sesi alayla karışık bir sıcaklık taşıyordu. "Kızlara sözün var... Mecburen tutacaksın."
Azra, bir kaşını kaldırıp hafifçe gülümsedi. "Ben de içerim onlarla bir şeyler."
Can göz ucuyla Arda’ya baktı, yardım bekler gibi. "Arda, biz seninle içmesek iyi olur. Kızlar içecek ya… onları taşımak var şimdi."
Arda kolunu serbestçe salladı, sanki hiçbir şey umurunda değilmiş gibi. "Benim kafam hep güzel," dedi alayla gülerek. "Hem bırak, ne olursa olsun ya. Birlikte içeriz. Alt tarafı bir Ceri’ye binip okula döneceğiz. Olmazsa Ceri’de yatarız, fena mı?"
Azra, bir adım geri çekilerek rüzgârda savrulan saçlarını arkaya attı. "Evet Can, biraz rahat ol. Sen de iç bizimle."
Can başını hafifçe eğdi, dudaklarının kenarında çaresizce kabullenmiş bir ifade belirdi. "Tamam… Öyle olsun bu seferlik."
Gülüşmeler, söz birliği içinde alınan kararın ardından çimenlerin üstünde yankılandı. Ardından hep birlikte parkın dışındaki alana geçtiler. Ceri’ler burada diziliydi; devasa metal gövdeleri ışıkta parlıyor, altlarındaki kızak çıkıntıları yere gölge düşürüyordu.
Azra’nın adımları kaldırımın taşlarında yankılandı. İçlerinden biri sesli komuta cevap verdiğinde gövdesinden gümüş rengi bir merdiven yavaşça yere indi. Ceri’nin yuvarlak camları, göz gibi dışarı bakıyordu.
İçeri girdiklerinde kompakt ama rahat, aşina oldukları düzen karşıladı hepsini. Ceri’nin motoru sessizce çalıştı, gövdesi hafifçe sarsıldı ve ardından havalanarak gökyüzüne süzüldü.
Bir süre sonra, şehre uzaktan bakan saydam kubbelerin içinden geçerek akvaryuma ulaştılar. Araç yere usulca indiğinde, dışarının rüzgârı serin bir karşılama sundu.
Azra önde yürürken, içeri adım attıklarında herkesin yüzünde aynı hayret ifadesi belirdi. Giriş kapısı ardında yumuşak pembe tonlarda parlayan dev bir su tüneli uzanıyordu. Sular alıştıkları gibi mavi değil, neredeyse romantik bir gün batımının yansıması gibi tatlı pembe ve mor tonlarında dans ediyordu.
Tavandaki ışık huzmeleri suda süzülen yaratıkların üzerini renkten renge boyuyordu. Tropik görünümlü, neredeyse yapay gibi duran rengarenk balıklar sağa sola dalıyor; fener gibi yanıp sönen, her biri birer dev deniz anasına benzeyen varlıklar ağır ağır tünelin camlarına yaklaşıp uzaklaşıyordu.
Aslı, ellerini cama dayayıp büyülenmiş gibi baktı. “Bunlar... gerçek mi?” diye mırıldandı.
Arda, başını geriye yaslayarak yukarıdaki bir deniz kurbağasını işaret etti. “Şu kafayı bulmuş gibi gülümsüyor, bak hele şuna!”
Ece, burnunu cama dayamaktan çekinmeyerek balıklarla burun buruna geldi. “Bunları okul havuzuna istiyorum.”
Ebru kıkırdayarak onun yanına geldi. “Senin havuz dediğin plaj canım.”
Can hafifçe güldü, ama bakışları hâlâ çevredeydi. Azra ise tünelin ortasında durmuş, gözlerini sabit bir noktaya kilitlemişti. Sanki o camların ardında, kendisine fısıldayan bir şey vardı.
Akvaryumun loş, pembe ışıklarla yıkanmış koridorlarında yürürlerken, tavan boyunca uzanan cam tünelin üzerlerinden geçen dev deniz anaları kısa aralıklarla yanıp sönüyor, karanlık suya rüya gibi dalga desenleri serpiyordu. Etraftaki ayak sesleri yumuşak bir uğultuya karışmıştı, yankı yoktu, her şey sessizliğin içinde yüzüyordu.
Ece, ellerini arkasında kavuşturup camlara yaklaşırken göz ucuyla Azra’ya döndü. "Azra, neden üçüncü kehaneti vermedin Ros'a?" diye sordu, sesi akvaryumun sessizliğinde su altı gibi yankısızdı.
Azra, yürürken başını hafifçe çevirdi; bakışları çevredeki birkaç ziyaretçiyi taradı, sesi doğal bir sezgiyle kısıldı. "Birincisi, Sare kehaneti aldığımı bilmiyor," dedi, dudakları zar zor kıpırdayarak. "Eğer Rosarin konuşursa ve bu Maral’ın kulağına giderse, başımız derde girebilir." Sözlerine ara verdi, sonra omuzlarını gererek konuşmasına devam etti: "İkincisi... üçüncü kehanet doğrudan bizi, özellikle beni işaret ediyor. Diğer öğrencilerin de bu işi ciddiye alması gerek. Genel bir tehdit algısı onları motive eder."
Can, yanlarında ilerlerken omzunu Azra’ya yaklaştırdı. Kaşları çatılmıştı, ama ses çıkarmadı; sadece mantıklı bulsa da riskli olduğunu içinden geçirdi. Yanlarında yürüyen Ebru ise içinden Azra'nın her zamanki gibi kontrolü elinde tutma çabasını not etti, ama ses etmedi. Elini akvaryum camına koydu; camın ardında yüzen, fener gibi parlayan bir balığa odaklandı.
Aslı, adımlarını biraz yavaşlattı, gözlerini yere indirdi. "Anterius’a da söylemeyeceksin o zaman," dedi, sesi yumuşaktı ama içinde bir merak vardı.
"Evet," dedi Azra kararlı bir tonla. Omzunu hafifçe silkti, yürüyüşünü sürdürdü. "Gece kulübünde onları görebilirsem sadece ilk iki kehaneti anlatacağım. Üçüncüyü es geçeceğim."
Can ellerini cebine soktu, gözlerini tünelin sonundaki döner kapıya dikti. "Güzel fikir... ama," dedi düşünceli bir sesle, "Anterius’taki askerler bu kehanetleri hafife alırsa? Güçlerine çok güveniyor olabilirler."
Azra'nın dudakları alaycı bir gülümsemeyle kıvrıldı. Gözleri hafifçe daraldı. "O zaman doğrudan onları hedef gösteren yeni bir kehanet uydururum," dedi umursamazca. "Sonuçta sanat okulundan daha önemli olan askeri güç."
Arda gözlerini devirdi, başını hafifçe yana çevirdi. "Kızları da hafife alma Azra," dedi, sesinde ince bir ciddiyet vardı.
Azra hafifçe güldü, elini beline koydu. "Almıyorum canım, seni kuş gibi kafese soktular sonuçta, unutmadım." Sesi iğneleyiciydi ama bir yandan da neşeyle parlıyordu.
"Haha, çok komik!" diye homurdandı Arda, ama yüzündeki gülümseme bastırmaya çalıştığı bir kabullenmeyle yayıldı.
Azra bir anda durdu, gözleri farklı bir kararlılıkla parladı. "Bana Anteres’in haritası lazım aslında."
Ece gözlerini kısarak yanına yaklaştı, kaşlarını eğlenceli bir şekilde kaldırdı. "Ne yapacaksın haritayı? Sınırları baştan mı çizeceksin?"
"Evet," dedi Azra, bu kez ciddi. "Zayıf yerlerine bakacağım."
Aslı başını onaylar şekilde salladı. "Okulda vardır harita, bakarız," dedi, pratik bir tonda.
"Oo, strateji diyorsun," diye mırıldandı Can, gülümseyerek Azra’ya yan baktı.
"Evet, öyle diyorum," dedi Azra kararlı bir tonda. Sonra aniden konuyu değiştirdi, kaşları hafifçe çatıldı. "Ama önce şu diğer grupla konuşalım. Bu arada siz yemek yediniz mi? Ben acıktım biraz."
Ebru gözlerini büyüterek yaklaştı. "Biz de yemedik," dedi hemen. Elini karnına götürdü. "Ben de acıktım."
Bir süre daha akvaryumun büyüleyici koridorlarında dolaştılar. Dev deniz canlıları üzerlerinden geçerken sanki zaman yavaşlıyor, her şey bir hayalin içindeymiş gibi hissediliyordu. Pembe ışıkların altında, suda süzülen yaratıkların büyüsü zihinlerini yavaşça uyuşturuyordu. Zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişlerdi.
Sonunda çıkış kapısına vardıklarında akşam çoktan düşmüştü. Hava serinlemişti, gökyüzü lavanta tonlarında süzülüyordu.
Aslı, elindeki kuru yemiş paketinden bir avuç alıp ağzına tıkarken mırıldandı: "Ben çok aç değilim." Ama leblebi tozları dudak kenarlarından dökülürken bu cümle epey inandırıcılıktan yoksundu.
Ece gözlerini devirdi, ardından sertçe bir nefes verdi. "Gidip yemek yiyelim," dedi Azra net bir tonla. "Saat zaten yedi buçuk. Sonra da gece kulübüne gideriz."Kimse itiraz etmedi. Dışarı çıkar çıkmaz, pembe neonlarla aydınlanmış akvaryum binasının önünde park etmiş Ceri’ye doğru yürüdüler. Taş zemine vuran topuk sesleri serin havada yankılandı.
Gümüş rengi Ceri’nin gövdesinden spiral bir merdiven yavaşça yere indi. Her biri sırayla bindi. İçerideki hafif mor ışıklar, metalik gövdeyle birleşince araca bilim kurgu tadında bir sıcaklık katıyordu. Araç içi uğultulara yumuşak bir fon oluşturuyordu.
Az sonra, kafe ve restoranların sıralandığı kalabalık bir sokağa girdiler. Cam vitrinlerin ardında insanlar kahkahalar atıyor, müzikler birbirine karışıyordu. Dolu masaların arasından sıyrılıp, caddeye bakan bir kafede boş masa buldular.
Sandalyeler gıcırdayarak çekildi, siparişlerini verdiler. Fast food tarzı yemekler masaya dizildikçe gözler büyüdü. Kızarmış patatesin kokusu, açlığı daha da belirginleştiriyordu.
Kafedeki masa, sokağa bakan açık alandaydı. Etraftan kahkahalar, çatal bıçak sesleri, tabakların birbirine değdiği tok tınılar yükseliyordu. Hava iyice kararmış, lambaların altın rengi ışığı sokak taşlarında yumuşak gölgeler bırakmaya başlamıştı. Caddeden gelip geçenlerin uğultusu fonda kesintisiz bir fon müziği gibi çalarken, bahçedeki fenerlerden biri Azra’nın saçına pembe bir ışık düşürüyordu.
Grup, masalarına yayılan sıcak patates kokusu eşliğinde yemeklerini yerken, konular Karius kızlarına kaymıştı.
"Sonradan sevdim ben onları," dedi Ebru, patates kızartmasını ketçapa batırırken dudaklarında küçük bir tebessüm belirdi.
"Elis eğlenceli birine benziyor," diye ekledi Ece, eliyle plastik pipeti bardağında çevirerek.
"Müge de öyle," dedi Aslı, bir yudum kolasını içip cam bardağı masaya tık diye bırakarak.
Can ağzında son lokmayı çiğnerken başını salladı. "Ben de başta uyuz olmuştum ama Leyla fena değilmiş aslında," dedi, dürüstlükle.
"İyi kaynaştınız sonradan desene," dedi Arda, konuyu dışarıdan izleyen biri gibi bir mesafeyle.
"Evet, eğlenceli kızlar genel olarak," diye yineledi Ebru, peçeteyle ağzını silerken gözleri kısa süreliğine masadan uzaklara, kafenin girişine kaydı.
Aslı, kıkırdayarak Azra’ya döndü. "Azra, sen ne düşünüyorsun?" Sesi hafif bir merak tonuyla titreşiyordu.
Azra omuz silkti, önündeki soğan halkasından birini alıp kemirerek cevap verdi. "Ben Ecrin’i pek sevmedim. Onun dışında iyi kızlar."
"Sataşmayı o başlattığı için sevmedin, değil mi?" diye sordu Ece, onu iyi tanıyanların netliğiyle.
"Evet," dedi Azra, gözlerini kaçırmadan. "Ve özür dilemesi çok üstün körüydü. Sırf geçiştirmek için."
"Al benden de o kadar," diye katıldı Can, çatalını tabağına bırakıp geriye yaslandı.
Azra’nın gözleri o sırada, yanındaki Arda’ya kaydı. Genç adam yemeğini karıştırırken kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu.
"Ne yapıyorsun sen?" diye sordu Azra, kaşlarını kaldırarak.
Arda irkildi, sanki yakalanmış gibi. "Can’a katılıyorum diyorum yahu, ne yapacağım," dedi, sesi bir nebze savunmacıydı.
Azra gözlerini kısarak baktı. "Meryem mi geldi?"
Arda’nın bakışları bir anlığına kaçtı. "Yoo, gelmedi," dedi hızlıca. Ama Azra onun yalan söylediğini anlamıştı. Sandalyede hafifçe doğrulup zihnini odakladı. Etrafında titreşen gümüş halesi gece mavisine bulanıp masaya dağılırken yanındaki boş sandalyede siluet gibi oturan Meryem’in bedenini masadaki herkesin görebileceği hâle getirdi.
Aslı kahkahasını tutamadı. "Aa, otantik giyinmemişsin bugün!" dedi şakacı bir tonla.
Meryem şaşkınlıkla etrafına bakındı, gözleri irileşti. Üzerinde hala Azra'nın giydirdiği kıyafetler vardı.
Can ona gülümsedi, sesi içten ve yumuşaktı. "Çok güzel olmuşsun Meryem."
Meryem’in yanakları bir anda alev aldı, utangaçça başını öne eğdi. "Beğendiniz mi?" diye sordu, sesi neredeyse fısıltıydı.
"Ben bayıldım!" dedi Ece, çatalını bırakıp hayranlıkla. "Çok hoş olmuşsun."
Arda ellerini çaprazlayıp kollarını önünde kavuşturdu. "Abartmayın siz de," dedi homurdanarak. "Normal kıyafet işte. Bir türlü günümüze dönemediği için tuhaf geliyor tabii size..."
Azra alaycı bir ifadeyle ona döndü. "Sana normal geliyor yani?"
"Evet, normal. Sıradan bir kız işte!" Arda cümlesini biraz fazla sert söyledi, sanki kendine de inandırmaya çalışıyordu.
Ebru, çatalını bıraktı, bakışlarını Meryem’e çevirdi. "Bence birçok kızdan daha güzel görünüyor," dedi sakince.
"Teşekkür ederim Ebru," dedi Meryem, sesi titrek ama mutluydu.
Azra’nın gözleri parladı; içindeki küçük şeytani fikir devreye girmişti. "Ee o zaman..." dedi, sesi kurnazca uzayarak, "Gece kulübüne gidiyorsak hadi üstlerimizi değiştirelim, ortama uygun olsun!" Bakışlarını kızlara çevirdi, birine bir, diğerine bir göz kırptı.
Aslı hemen ayağa fırladı, bir yandan kahkahasını tutmaya çalışarak. "Evet hadi gidelim! Meryem, sen de bizle gel!" dedi, kolunu Meryem’in bileğine dolayarak çekmeye başladı.
Meryem gözlerini büyüttü. "Ama… ben… şey…"
Ece onun dirseğinden yakalayıp ayağa kaldırdı. "Hayır, ama’sı yok. Şimdi seni dans etmeye uygun hale getiriyoruz!"
Bahçedeki masaların üstünde yanan mumlar titredi, gecenin serinliği caddenin neşesine karıştı. Kahkahalar, garson çağıran parmak şıklatmaları ve uzaklardan gelen müzik sesleri arasında, kızlar masadan kalktı.
Kafenin bahçesinden ayrılan kızlar, içeriye yönelip koridorun sonundaki tuvalete girdiler. İçerisi genişti; loş ışık, büyük aynalar, lavaboların üstünde birikmiş sabun köpüğü ve fonda çalan hafif elektronik müzik, mekâna kulüp gecesi havası katıyordu. Lavabolardan birinin üstünde, biri az önce ruj tazelemiş gibi duran dudak izli bir bardak duruyordu.
İçeri girer girmez Azra'nın üzerinde hiç vakit kaybetmeden siyah kısa üstünü ve pileli mini eteği belirdi. Üzerini düzeltirken sesi yankılı bir ciddiyetle konuştu. “Aslı, saçlarını sen yap, ben giydiririm,” diyerek Meryem’i işaret etti.
Aslı saç tokasını ağzına alıp başını salladı. "Aynen öyle," dedi ve Meryem’in arkasına geçip saçlarını incelemeye başladı.
Azra'nın parmakları havada bir hareketle kıvrıldı. Düşünce gücüyle, avuçlarının arasında parlayan bir dergi belirdi. Sayfalar kendi kendine çevrildi ve kıyafetler göz alıcı biçimde ortaya çıktı. Seçimini yaptı: Siyah deri, mini kalem bir etek; üstüne siyah deri bir büstiyer; omuzlarında taşlı detaylar olan kısa bir kot ceket.
"Al bakalım, giy şunları," dedi Azra, sesi neredeyse emrediciydi.
Meryem geri çekildi. Gözleri korkuyla büyüdü, kıyafetlere bakarken yutkundu. "Bunlar... kötü kadın kıyafeti gibi..." diye fısıldadı.
"Sus kız, giy dedim!" Azra'nın sesi tuvaletin fayanslarında yankılandı. Eteğin dikiş yerleri, Meryem'in bedenine uyarak beliriverdi. Ceket omuzlarına düştü, file çoraplar ve sivri topuklu siyah deri botlar ayaklarında yerini aldı. Meryem kımıldamadan durdu, yüzü utanç ve şaşkınlık arasında gidip geliyordu.
O sırada Ece, aynanın önünde dönerek kendi elbisesini düzeltti. Kırmızı, derin göğüs dekolteli mini elbisesinin omuzlarından zincirler sarkıyordu. Parfümünü sıktıktan sonra döndü. "Makyaj da benden olsun," diyerek elinde bir anda beliren makyaj malzemelerini lavabonun kenarına dizdi. Farlar, rimeller, parlatıcılar... Hepsi sıralandı.
Meryem önüne bakarak homurdandı. "Yine mi boya..."
Ece, gözlerini devirdi. "Sanat bu, kızım," deyip fırçayı aldı.
Ebru, o sırada etek yırtmacını kontrol ediyordu. Koyu kahve süet kalem eteği, yürürken her adımda dizinin üstüne kadar açılıyordu. Üzerine giydiği krem rengi dantelli büstiyer, tenini zarifçe ortaya çıkarıyordu. Süet topuklularını giyerken, bir yandan da elinde beliren çeşitli küpeleri seçti. Kulaklarına taktığında Meryem’e döndü.
Kot ceketin kollarını yukarı sıyırırken alaycı bir ıslık çaldı. "Vay... Ateş ediyorsun!" dedi, göz kırparak.
Meryem’in yanakları neredeyse parlıyordu utançtan. Omuzlarına dökülen at kuyruğu, Aslı’nın özenli ellerinden çıkmıştı. Ece gözlerine mor-siyah dumanlı bir far uygulamış, dudaklarına hafif ama parıltılı bir ruj sürmüştü. Meryem, aynaya baktığında kendi yansımasını bir an tanıyamadı. Çekinerek, kaşlarını çatıp gözlerini kısıp tekrar baktı. Ve istemsizce dudakları aralandı: İlk kez güzel olduğunu düşündü.
Kızlar bir an aynanın karşısında yan yana durup birbirlerine baktılar. Her biri, bambaşka bir tarzın ışıltısını taşıyordu ama ortak olan bir şey vardı: Kendi güçlerini sahneye taşıyorlardı, başka bir arenada savaşa hazırlanır gibi.
"Hadi gidelim," dedi Azra, saçlarını geriye atarak.
Topuk sesleri tuvaletin fayanslarında yankılandı. Kapıyı açtıklarında içeriden çıkan parfüm ve makyaj kokusu dışarı taştı. Bahçeye doğru yürürlerken sokak lambalarının sarı ışığında adeta podyum yürüyüşü yapıyorlardı. Masada bekleyen erkeklerin yüzleri, bir anlık duraksamayla birlikte hayranlık ve şaşkınlığın ince bir karışımına döndü.
Kızlar, topuk sesleri eşliğinde kafenin loş bahçesinden geçip masaya döndüler. Bahçedeki lambaların solgun ışığı üzerlerinde titreşirken, mekânın uğultusu bir anlığına durakladı sanki. Can’ın yüzü, kızları görür görmez aydınlandı. Bakışları tek tek üzerlerinde gezindi, ama en çok Meryem’de durdu.
“Vay…” dedi, gülümsemesi içtendi. “Kızlar, harika görünüyorsunuz.”
“Teşekkürler,” dedi Azra ama sesi aceleciydi. Çantasını omzuna alırken göz ucuyla Arda’ya baktı. “Hadi, çıkalım artık.”
Ama Arda'nın gözleri Meryem'e takılı kalmıştı. Azra'nın üzerindeki siyah file detayları bile dikkatini dağıtamamıştı. Meryem’in deri eteği, büstiyeri, topuklu botları ve gölgeli göz makyajı... Arda'nın ifadesi anında sertleşti.
“Sen mi giydirdin onu?” diye sordu Azra’ya, sesi kısık ama keskin.
Azra hiç geri adım atmadan gülümsedi. “Evet. Neden?”
Arda'nın bakışları hala Meryem’deydi. “Daha düzgün bir şey yok muydu?” Omzunu silkti. “Dikkat çekecek şimdi," diye geçirdi içinden.
Aslı, iç geçirerek Meryem’in koluna girdi. “Ne varmış? Gayet güzel olmuş.”
Ece de hemen atıldı. “Makyajını da ben yaptım, hem de harika yaptım.”
Arda yüzünü buruşturdu. “Karga gibi boyamışsın gözlerini…”
Meryem’in omuzları bir anda düştü. Dudakları titredi. “Beğenmedin sen beni…” diye fısıldadı, gözleri dolmuştu.
Azra gözlerini devirdi, sesi alayla karışık sevecenlik taşıyordu. “Yok canım, kıskançlıktan kudurdu o.” Sonra içinden geçirdi: Tam tahmin ettiğim gibi. Kıskandı işte.
“Kim kıskanıyor? Yok öyle bir şey!” diye homurdandı Arda. Kaşları çatılmış, sesi normalden daha yüksekti.
Tam o sırada Can, Arda’nın sırtına dostça bir şaplak indirdi. “Bu ikisi yine başlıyor…” diye içinden geçirdi, gülümseyerek başını iki yana salladı.
Grup, birlikte kafenin önünden ayrıldı. Gecenin serinliği, kafenin sıcak ışıklarının ardından bir anlığına ürpertti hepsini. Cadde boyunca, sokak lambalarının altında yürürken aralarından geçen birkaç insan başlarını çevirip kızlara tekrar tekrar baktı.
Gece kulübünün girişi, koyu metalik duvarları ve neon mor tabelasıyla sokaktaki diğer yapılardan keskin şekilde ayrılıyordu. Kapıdaki görevli onları tek tek süzdü ama bir şey demeden içeri aldı.
Kapıdan adım attıkları anda müziğin bası göğüslerine çarptı. Kulübün içi karanlıktı; tavan boyunca dönen ışıklar mor, yeşil ve mavi lazer çizgileriyle dans ediyordu. Sis makineleri zeminden duman püskürtüyor, kalabalığın içinde bedenler gölgeler gibi kıvrılıyordu. Her ışık patlamasında insanların silüetleri bir an parlayıp yeniden karanlığa karışıyordu.
Kulübün tam ortasında kalabalık bir pist vardı; insanlar birbirine sürtünerek dans ediyor, kollar havada savruluyordu. Duvar diplerinde ise şeffaf camlı kutular gibi ayrılmış masalar vardı. Grup, biraz kenarda ama manzarası iyi bir masaya oturdu. Siyah deri koltuklara gömülürken üzerlerinden lazer ışıkları geçiyor, yüzlerine anlık renk oyunları vuruyordu.
Garson hemen yanlarında belirdi, siyah tişörtü ter içindeydi, yüzü gergin ama profesyoneldi.
“Ne içeceksiniz kızlar?” diye bağırdı Can, sesi müziğin arasında zor seçiliyordu.
“Şarap!” diye bağırdı Aslı, Ece ve Ebru aynı anda, kahkahalarla.
“Malibu,” dedi Azra, gözlerini kısmış, dans pistini inceliyordu.
Arda, bir an tereddüt etti. Sonra kısa bir iç çekip “Vodka-bira,” dedi.
Can kendine de viski söyleyerek siparişi tamamladı. Garson başını sallayıp uzaklaştı. Bir süre masada oturup etrafı izlediler. Ortamın kalabalığı, basın titrettiği masa ve ışıkların durmadan göz kırptığı duvarlar arasında zaman neredeyse akmıyordu.
Azra eğilerek Ebru’nun kulağına bir şeyler fısıldadı, ikisi birlikte güldüler. Ece, ritme ayak uydurmuştu, parmaklarını masaya vurarak müziği takip ediyordu.
Masadaki en sessiz kişi Meryem’di.
Arda, yanına dönüp bir şeyler anlatmaya başladı. Meryem başını sallayıp kısa cevaplar veriyordu. Arda bir an elini havaya kaldırdı, parmakları arasında kendi ceketini var etti. Meryem’in çıplak bacaklarına dikkatle bakıp yüzünü buruşturdu. Sessizce ceketi onun üzerine örttü.
Oturuşa bak… Her yeri görünüyor... diye geçirdi içinden. Başkası görmesin bari.
Meryem şaşkınlıkla ona döndü ama Arda gözlerini kaçırdı, konuşmaya devam etti. Bir yandan da eliyle ceketin ucunu düzeltti. Azra bu küçük ama anlamlı hareketi fark etmişti. Gözleriyle Arda’yı süzdü, dudak kenarında beliren alaycı bir gülümsemeyle hiçbir şey söylemedi.
Ama aklında sadece bir cümle yankılanıyordu: Kıskançlık, saklanacak şey değil Arda. Hele bu kadar belli ediyorsan... Üstelik onu bizden başka kimse göremez şapşal çocuk...
Garson içkileri masaya bıraktığında, bardakların cam sesi gece kulübünün uğultusuna karıştı. Renkli lazerler tavanı tararken Azra, Malibu'sunu dudaklarına götürüp tek yudumda bitirdi. Dudaklarının kenarında kalan tatlı hindistan cevizi aroması kısa bir an için geçmişten bir sahneyi anımsattı. Görevi vardı.
Ayağa kalkarken eteği dizlerinin üzerinde kıpırdadı, topuklarının taş zemindeki tıkırtısı müzikle yarıştı. Bar tezgâhına yaklaştı; karşısında ışıkların altında terlemiş barmen, havalı ama yorgun bir robot gibiydi.
Başını hafif eğip net bir sesle konuştu:
“Bakar mısınız?”
Barmen göz ucuyla onu süzdü, sonra doğrudan baktı. “Evet?”
“Böke diye birisi varmış, tanıyor musunuz?”
Adam kısa bir duraksamayla etrafı kolaçan etti. Bir anlığına kıpırdayan ışığın ardında başka yüzleri taradı. “Evet, tanıyorum,” dedi sonunda.
“Burada mı şu anda?” diye sordu Azra, sesi sabırlı ama baskındı.
“Yok, gelmedi daha. Ama bak,” dedi barmen, başını çevirerek ilerideki masalardan birini işaret etti. “Şu masada arkadaşları oturuyor. Onlarla konuş istersen.”
Azra gözlerini daraltarak işaret edilen yöne baktı. Uzaktaki masa, neon ışıkların altında neredeyse bir sahne gibiydi. "Tamam, teşekkür ederim," dedi ve döndü. Tezgahtan uzaklaşırken etek kenarına asılan birkaç bakışın soğukluğunu omuzlarından silker gibi yürüdü.
Pistin yanından geçerken Aslı, Ece ve Ebru'nun ritme kapılmış coşkusu dikkatini çekti. Omuzlarıyla dalga geçer gibi dans ediyor, müziğin her vuruşunu saçlarında titretiyorlardı. Masaya yöneldiğinde Can ve Arda'nın baş başa konuştuğunu fark etti; Arda bir yandan bardağını döndürürken Can onu dinliyordu.
Azra elleriyle kısa bir işaret yaptı, başıyla barmenin gösterdiği yönü belirtti. “Biraz bekleyin,” der gibi bakış attı. Sonra derin bir nefes alıp neon ışıkların altında parlayan deri çizmeleriyle belirlenen masaya doğru yürümeye başladı. Her adımı pistin kenarındaki cam zeminde yankılanıyordu, sanki bir şeyleri çağırıyordu.
Üç genç adamdan ilki, koyu renk saçlı ve mavi gözlü olan, Azra’nın yaklaşmasıyla dikleşti. Bakışları hem sorgulayıcı hem tetikteydi. Onun yanındaki kumral çocuk ise dudaklarında alaycı bir sırıtışla gözlerini Azra'nın bacaklarında gezdirdi. Üçüncüleri ise karanlık bir köşeye yaslanmış, esmer teniyle daha da gölgelenmişti; başını bile kaldırmadan içkisini içiyordu. Belli ki o, göz temasıyla vakit kaybetmeyen cinstendi.
Azra durdu. Vücudu dimdik, omuzlarında gergin ama kararlı bir duruşla konuştu:
“Merhaba. İsmim Azra. Acaba Böke ne zaman gelir, biliyor musunuz?”
Kumral olan hemen araya girdi, göz kırpar gibi konuştu.
“Böke yok ama Mete verelim sana?”
Sesi, dalga geçmenin sınırında salınıyordu.
Azra dudaklarını bir milim bile kıpırdatmadan yüzüne baktı.
“Mete sen misin?”
“Evet benim,” dedi Mete, sırıtışı biraz daha yayıldı. “Olur mu Böke yerine?”
“Olmaz,” dedi Azra net bir tonla. Sesi yumuşak ama içindeki çelik açıktı. “Daha doğrusu sadece Böke de değil... bana hepiniz lazımsınız.”
Bu cümle masadaki havayı bir derece düşürdü. Mavi gözlü genç adam öne doğru eğildi, göz bebekleri Azra’nınkileri yakalamaya çalıştı.
“Nasıl yani?”
Azra hafifçe çenesini kaldırdı, sesi sakinliğini korurken gözleri meydan okuyordu.
“Böke’ye ulaşırsam anlarsınız.”
Mavi gözlü başını hafifçe yana eğerek kendini tanıttı.
“Benim adım Anıl. Böke’nin arkadaşıyım. Bana söyle, acil bir şeyse ben ulaşayım ona.”
Azra bir adım daha yaklaştı. Sesindeki sükûnet kararlılıkla iç içe geçmişti.
“Dedim ya, hepiniz bir arada olmalısınız, Anıl. Sadece sana söyleyemem.”
Cenk, şimdiye dek sessizce içkisini yudumlamıştı. Ama Azra’nın sözleri masadaki havayı değiştirmişti. Başını nihayet kaldırdı; gözleri geceyi yaran bir çift bıçak gibi Azra’ya kilitlendi. Dudaklarının kenarından silinmemiş alkol parıltısı bile bakışlarının ciddiyetini yumuşatamıyordu.
“Azra demiştin, değil mi?” diye sordu. Sesi, kalın ve tok bir kaya gibi oturdu masaya.
Azra başını eğdi. “Evet.”
“Azra…” diye yineledi Cenk, bardağını hafifçe masaya bırakarak, “…Böke bugün gelmeyebilir. Uraz ve Efe’yle birlikte ailelerine yemeğe gittiler.”
Azra’nın zihni hemen not aldı bu bilgiyi.
Demek üçü birlikte. Uraz ve Efe. Ve bir aile meselesi.
Cenk’e döndü, müziğin uğultusu arasında sesini yükseltmek zorunda kaldı.
“Ailesine mi? Ailesi burada mı? Anlamadım.”
Boğazında bir kuruluk hissetti, bardağını alıp büyük bir yudum aldı; tatlı içki damağında kısa bir ferahlık bıraktı ama kafasındaki soruları susturamadı.
Mete iki parmağıyla masaya ritim tutarken sırıttı. “Ohoo, bu hiçbir şey bilmiyor ki! O zaman bir Böke fan club üyesi değil.”
Anıl hafifçe güldü, ama sesindeki ton dostaneden çok açıklayıcıydı:
“Böke ve Uraz kardeşler. Evet, ailesi burada. Yani hepsi burada yaşıyor aslında.”
Azra başını salladı. “Anladım,” dedi kısa ve öz. “Bugün yoklar üçü de. Peki yarın? Müsait olurlar mı? Hepinizle aynı anda konuşmam gerek.”
Cenk kolunu sandalyenin sırtına attı, gevşek görünen duruşunun altında tetikte bir dikkat vardı.
“Yarın için bir şey diyemem şimdi,” dedi. Gözleri hâlâ Azra’yı tarıyordu. “Konu çok acilse çağıralım. Ya da... istersen seni evine götürebiliriz.”
Azra hafifçe gülümsedi ama gözlerinde bir mesafe vardı.
“Ben yalnız değilim, arkadaşlarım da var. Ve evet, konu acil,” dedi. Sözleri yumuşak ama keskin bir reddediş taşıyordu.
Mete hafifçe başını salladı, iç cebinden küçük bir kâğıt parçası çıkardı. Kalem kullanmadan, yalnızca parmaklarıyla harfleri havaya çizer gibi yaptı. Yazı kâğıtta belirdi, ardından o tanıdık büyülü hamle: Kâğıdı avuçladı, üfledi ve kâğıt buharlaşarak yok oldu.
Sonra, yine o sırıtışıyla Azra’ya döndü.
“Ee Azra, Böke gelene kadar biz dans edelim mi seninle?”
Azra bir kaşını hafifçe kaldırdı.
“Hayır, teşekkür ederim,” dedi; kelimeleri dans teklifinden daha ritmik ve kesindi.
“Oo, reddedildin,” diye takıldı Anıl, Mete’ye sırıtarak.
Tam o anda, masanın üzerinde bir başka kâğıt beliriverdi. Hafifçe titriyordu, üzerindeki mürekkep canlıymış gibi kıpırdanıyordu. Mete kâğıdı hemen açtı, gözleri satırları tararken ifadesi ciddileşti.
“Böke bugün gelemeyecekmiş. Yarın da işi varmış,” dedi ve Azra’ya döndü.
Azra’nın kaşları çatıldı, gözleri hafifçe daraldı.
“Ona nasıl yazdığını bana söyler misin?”
Mete, cevabı fazla umursamadan hafifçe güldü.
“Hayran mektuplarından pek hoşlanmaz. Sen söyle, ben yazayım.”
Azra birkaç saniye durdu. İçinde kehanetin yankısını, ilk duyduğu anı hatırladı. Bedeninde o anki ürpertinin izleri yeniden dolandı.
Kararlılığını toplayarak konuştu:
“Peki. Aynen şöyle yaz:
Altı dost çağrılınca göreve, içlerinden biri gidecek bilinmeze.
Son nefesini verirken bir diğeri, ölümü pahasına göze alacak düşmanını yenmeyi.
Düşmanlar dayanınca Anteres’in surlarına, yok olacak her şey birinin çığlığında.
Bu kehaneti geçen gün Seperius’tan bir kahin söyledi. Kehanet sizinle ilgili olabilir. Acilen gelmeli ve kehanet hakkında konuşmalıyız.”
Azra sözlerini bitirdiğinde çevredeki ışıklar bile bir anlığına sanki soldu. Masadaki havadaki tüm hafiflik buhar olup uçmuştu. Mete’nin yüzündeki sırıtış donmuştu. Anıl’ın gözleri Azra’yı incelerken ciddiyetle dolmuştu. Hatta en başından beri tek kelime etmeyen Cenk bile, şimdi bardağını masaya bırakmış, Azra’nın boş bardağını fark edip kendi şişesinden içki dolduruyordu.
“Bu kehanetin neden bizimle ilgili olduğunu düşünüyorsun?” diye sordu Cenk, sesi hâlâ sakindi ama bakışları Azra’nın içine işliyordu.
Azra omuzlarını hafifçe kaldırarak konuştu.
“Anteres’in adı geçiyor kehanette.”
“Doğru,” diye mırıldandı Anıl, gözleri düşünceye dalmıştı. “Bir savaştan bahsediyor…”
Mete başka bir şey söylemeden ikinci kez kâğıdı yazdı. Bu kez hareketleri daha temkinliydi. Üfledi. Bekleyiş sessizdi, sanki masa bir mahkeme salonuna dönüşmüştü. Nihayet bir kâğıt daha belirdi. Mete açıp okudu:
“‘Beklesin,’ diyor. ‘Biraz geç olabilir ama mutlaka geleceğim.’”
Azra içindeki gerilimin biraz çözüldüğünü hissetti. Omuzları hafifçe indi. “Tamam,” dedi ve ayağa kalktı. Elindeki içki bardağını hafifçe kaldırarak, eliyle arkadaşlarının oturduğu masayı gösterdi. “Şu masadayım.”
Cenk, Anıl ve Mete başlarını çevirip işaret ettiği yöne baktılar. Arda ve Can’ın gölgeleri, loş ışıkta silik ama belirgindi.
Azra yürümeye başladı. İçkisini yudumlamadı artık, elinde taşıyordu yalnızca. Ayaklarının altındaki zemin hafifçe kayıyor gibiydi. Gözleri kısa bir süreliğine karardı.
Malibu ve yorgunluk... Başım mı dönüyor yoksa içim mi bulanıyor?
Adımlarını yavaşlattı, dengesini toparlamaya çalıştı. Can ve Arda’nın yanına vardığında, yüzündeki ifade bir şey söylemese de gözleri, konuşmaya hazırdı.
Azra masaya geri döndüğünde Arda hemen eğildi, sesi aceleyle çıkmıştı.
“Ne oldu? Konuştun mu?”
Azra sandalyesine yerleşirken içkisinden bir yudum aldı, boğazından geçen serinlik kısa bir süreliğine baş dönmesini bastırmıştı.
“Hayır,” dedi gözlerini devirmeden. “Sadece üçü buradaymış. Diğer üçü yok. Bekleyeceğiz.”
Loş ışıkta Can'ın kaşları çatıldı, Azra’nın elindeki bardağa baktı.
“Azra, bu üçüncü içkin değil mi? Hızlı gidiyorsun biraz,” dedi, sesi kaygılıydı ama dozunda.
Azra dudaklarını bardağın kenarına bastırdı, bir an durakladı, sonra omuz silkti.
“Sen bana göz kulak olursun Can. Bir şey olursa.”
Masa lambasının loş ışığı altında Can gözlerini devirdi, ardından başını pistte deli gibi dans eden Aslı, Ece ve Ebru’ya çevirdi. Renkli ışıklar kızların üzerine vurdukça gölgeleri duvarda eğri büğrü danslar çiziyordu.
“Hangi birinize olayım acaba?” diye mırıldandı. Gerçekten de üçü de çılgın gibi kahkahalar atıyor, kollarını birbirlerine dolamış dönüyorlardı.
“Sen keyfine bak Azra,” dedi Arda. Sesi yumuşak ama netti. “Ben buradayım. İç biraz, rahatla.”
Azra içten bir teşekkürle başını salladı.
“Teşekkür ederim.”
Ama ardından gelen dans teklifini aynı kesinlikle geri çevirdi:
“Hiç havamda değilim, Arda.”
Azra gözlerini salondaki kalabalıkta gezdirdi.
“Meryem yok mu?” diye sordu, sesi ilgisiz görünse de bakışında belli belirsiz bir huzursuzluk vardı.
Arda bakışlarını ondan ayırmadı.
“Böyle ortamlardan hoşlanmıyormuş, gitti,” dedi.
Azra hafifçe kaşlarını çattı ama konuşmadı. Sadece içinden geçirdi.
Gitti mi gerçekten? Yoksa sen mi gönderdin, Arda?
Bir anlık sessizliği, müziğin ritmi doldurdu. Parça bittiğinde pistteki ışıklar kısmen değişti, renkler yer değiştirdi. Aslı, Ece ve Ebru kahkahalarla masaya döndüler. Terliydiler; saçlarının bazı tutamları yüzlerine yapışmış, rujları hafifçe dağılmıştı ama neşeleri eksilmemişti.
“Biraz dinlenelim,” dedi Aslı, sandalyesine düşer gibi otururken. Sözleri yuvarlanıyordu, sanki dili tam hükmetmiyordu kelimelere.
“Evet, çok yoruldum,” diye ekledi Ece, yanındaki şarap kadehini şıkırtıyla masaya bırakarak.
Ebru ise direkt Can’ın yanına sokuldu, omzuna başını yasladı.
“Can,” dedi hafifçe kıkırdayarak, “bir sonraki slow müzikte dans edelim mi?”
Azra gözlerini kısa bir süreliğine devirdi, içini çekti. Ardından yanındaki Arda’ya hafifçe dirseğiyle dokundu.
“Ee, bunlar olmuş,” dedi, yüzünde yorgun ama içten bir gülümsemeyle.
Arda kahkaha attı. “Ne ara sarhoş oldunuz siz?”
Aslı gözlerini kocaman açarak işaret parmağını havaya kaldırdı.
“Biz sarhoş değiliz!” dedi ciddi bir tonla ama gözleri ışıl ışıldı.
“Evet,” diye atıldı Ece, kahkahayı patlatmadan önce, “sensin sarhoş, hem de hep!”
Masa bir anlığına festival gibi olmuştu; ışıklar titriyor, müzik nabız gibi atıyor, kahkahalar aralıklarla salonun diğer köşelerinden bile duyuluyordu. Ama Azra, kendini o gürültünün dışından izliyormuş gibi hissediyordu. Ebru hâlâ Can’ın kulağına bir şeyler fısıldıyordu; Can’ın gülümsediğini görmemek imkânsızdı.
Azra gözlerini başka yöne çevirdi, boşalan bardağına baktı.
Şu Böke çok geç gelmese bari...
Bir anlık duraksamanın ardından garsona el kaldırdı.
Garson hafifçe eğildiğinde Azra içten ama kısa bir baş hareketiyle bir içki daha sipariş etti.
Loş ışıkta, masaya düşen renkli ışık kırıntıları yüzlerine dans ederken, gece hâlâ uzuyordu.
İşte Part 28, belirttiğin kurallara uygun şekilde düzenlendi:
• Atmosfer diyalogların arasına organik olarak yedirildi, ışık, ses, kalabalık, içkiler ve beden halleriyle desteklendi.
• Alt metin olarak Arda’nın kıskançlığı, Can’ın sorumluluk kaygısı ve Azra’nın savrulmuş hâli işlendi.
• Gerilim yavaşça yükselerek bölümü yumruk sahnesine taşıyor.
PART 28 – Tatlı Ateş
“Azra sen bari yapma,” dedi Can, göz ucuyla boşalan kadehe bakarak. Sesinde yalnızca dostane bir uyarı değil, gerçek bir endişe vardı.
Azra başını hafifçe yana eğip gülümsedi. Işıklar tenine kırmızı bir perde gibi vurmuştu.
“E ama farklı frekanstayım kızlarla,” dedi, sesi neşeyle çınladı. “Onlara yetişmem lazım.”
“İşimiz var Azra!” Can’ın sesi bu kez daha keskin çıkmıştı. Gürültülü fonda söylediklerini duyurmak için biraz daha öne eğilmişti.
Tam o anda Arda devreye girdi. Geriye yaslanmış, eliyle ritim tutuyordu.
“Bırak içsinler! Bir şey olmaz,” dedi umursamaz bir tonla.
Azra yeni gelen içkiyi dudağına götürürken Aslı ve Ece, birbirlerine sarılıp kahkahalarla öpüşüyor, kendilerini överek coşuyorlardı. Yüzleri terle parlıyordu, sanki her kahkahalarıyla biraz daha sarhoşlaşıyorlardı. Mekânın ortasında dönen disko topunun yansımaları onların üzerine titrek ışıklar yağdırıyordu.
Yarım saat kadar sonra tempo birden yükseldi, sert bir elektronik ritim mekânı doldurdu. Kızlar sandalye minderlerinden adeta fırladılar. Topuk sesleri masanın altındaki zeminde yankılanarak pistin kalabalığına karıştı. Ebru Can’ı kolundan çekip sürüklerken, bir şey söylemesine bile fırsat tanımadı.
Azra yerinden kıpırdamadı. Gözlerini kalabalığın içine bırakmıştı; insanların elleri havada, terli vücutlar birbirine çarpıyor, müziğin ritmi kulak zarını titretiyordu. Arda yanına yaklaşıp tekrar elini uzattı.
“Dans edelim mi?” dedi, sesi kalabalığın uğultusunda ancak duyuluyordu.
Azra başını sağa sola salladı. Gözleri pistteki figürlerin üstündeydi.
“Havamda değilim.”
Ama bedeninin verdiği sinyallerle yüzleşmekten kaçamadı. Oturduğu yer sallanıyor gibiydi, başının içi uğulduyordu. Oturduğu minderli banktan kalktı ama ayakları ona ait değilmiş gibi hissettirdi. Yer çekimi, sıvı bir şey olmuştu sanki.
Tuvalete yöneldi. Mermer zeminde yürürken adımları bocalıyordu, birkaç adımda bir duvara yaslandı. Tuvaletin içindeki soğuk fayans ve floresan ışığı ona gerçekliği hatırlattı. Lavaboya yaslanıp elini yüzünü yıkadı. Su yüzünden süzülürken aynadaki yansımasına baktı—gözleri parlaktı ama odaklanamıyordu. “Toparlan, Azra,” diye fısıldadı kendi yansımasına.
Masasına döndüğünde, önünde taptaze bir içki daha duruyordu. Bardağın camı, renkli ışıkların altında cam kırığı gibi parlıyordu.
“Ben sipariş vermedim ki?” dedi garsona dönerek, şaşkınlıkla.
Garson, sanki daha önce defalarca böyle anlara tanık olmuş gibi, nazikçe gülümsedi.
“Mete Bey gönderdi, afiyet olsun.”
Azra refleksle başını çevirip salonun diğer ucuna baktı. Mete, gölgelerin arasından hafifçe kadehini kaldırıyordu. Gülümsüyordu; o türden kontrollü, kibar ama içi boş bir gülümseme. Azra, tereddütle başını eğdi.
“Teşekkür ederim,” diye mırıldandı ve içkiden bir yudum aldı. Tatlıydı. Yoğun çilek aroması dudaklarına yapıştı, serinliği boğazından geçerken alkol neredeyse fark edilmezdi. Hoşuna gitmişti.
Ne zararı olabilir ki?
Farkına varmadan bardağı bitirdi. Kalabalık pistte hâlâ kıpır kıpırdı. Renkli spotlar dönerken bir ritim hâlinde sesler yankılanıyor, insanların gölgeleri duvarlara karışıyordu. Saatler geçiyor gibiydi. Ama Azra’nın zihninde zaman gevşemişti, yay gibi.
Bir anda slow bir parça çalmaya başladı. Ritim ağırlaştı, ışıklar soldu. Azra başını kaldırdı, pistteki hareketler değişmişti. Aslı ve Ece artık birbirlerinden ayrılmış, tanımadığı erkeklerle dans ediyorlardı. Sarılmışlardı. Erkeklerin elleri onların beline yerleşmişti. Bir huzursuzluk Azra’nın midesine indi. Oturduğu yerde kıpırdandı.
Gözlerini pistten ayıramazken Arda yeniden yanına geldi. “Hadi gel! Biz de dans edelim!” dedi bu kez daha kararlı.
Azra ayağa kalkmak istedi ama bacakları onu dinlemiyordu. Sanki dizlerinin içi boşalmıştı.
“Sesi… kafamın içinde büyüyor gibi,” diye mırıldandı.
Ayakta duramadı. Sandalyesinde düşecek gibi oldu. Ardından kendi haline gülmeye başladı, sesi tiz ve kontrolsüzdü.
Arda hızla eğilip belinden kavradı, düşmesini engelledi.
“Aa, ne içtin ki sen? Sarhoş olmuşsun!” dedi panikle.
Azra başını sağa sola salladı.
“İçmedim… çilek suy… sevsek... sırtak... Mete…”
Dili çözülemeyen bir düğüm gibi olmuştu. Kelimeler ağzından sürünerek çıkıyordu.
“Çilek suyu mu?” Arda Azra’nın önündeki bardağı alıp içinde kalan son damlayı tattı. Yüzü ekşidi.
“Ah, bu Tatlı Ateş! İçerken meyve suyu gibidir ama sonra fena çarpar! Niye içtin bunu Malibu’nun üstüne?”
Azra gözlerini kocaman açtı, parmağıyla uzakları gösterdi.
“Ben… diiil... şu sevsek... sırtak Mete!”
Arda derin bir iç çekti. “Bir de konuşabilsen... Gel benimle dans et. Yalnız kalma burada artık,” dedi ve dikkatlice Azra’yı ayağa kaldırdı.
Piste götürürken Azra’nın adımları neredeyse sürünüyordu. Arda belinden sımsıkı tutarak onu yavaşlatılmış bir film sahnesi gibi döndürdü. Azra'nın başı göğsüne düşmüştü, vücudu adeta pelte gibiydi.
O sırada Mete, pistin kenarından yaklaşmaya başladı. Üzerinde şık bir ceket vardı ama bakışları fazla rahattı.
“Eşini biraz alabilir miyim?” diye sordu, gözleri yalnızca Azra’ya kilitlenmişti.
Arda bir anda sertleşti. Kaşları çatıldı, sesi soğuk ve netti:
“Alamazsın! Git başkasını bul!”
Mete geri adım atmadı.
“Ben onunla tanışmak istiyorum,” dedi ısrarla.
Azra başını kaldırdı, gözlerini güçlükle odakladı.
“Böke?” diye sordu, umutla.
“Gelmedi daha Böke, ama eli kulağındadır,” dedi Mete, gülümseyerek. “Gel, biz dans edelim.”
Azra başını iki yana salladı.
“Hayıy!”
“Aa, amma nazlı çıktın! Yemem seni Azra, sadece konuşmak istiyorum,” dedi Mete. Eli yavaşça Azra’nın koluna uzandı.
Birden Arda’nın eli şimşek gibi hareket etti. Azra’nın kolunu Mete’nin elinden çekti.
“Bırak!” diye kükredi. “Bir daha ona dokunma!”
Ses yükselince çevredeki birkaç kişi dönüp baktı ama müzik onları yeniden içine çekti. Azra, sanki zaman yavaşlamış gibi, Arda’nın yumruğunun Mete’nin yüzüne inmesini izledi.
Gürültünün ortasında yankılanan o ses, içkilerin, müziğin ve kahkahaların üzerine kırık bir nota gibi çarptı.
O anda ortalık bir anda cehenneme döndü.
Mete’nin masasındaki askerler sandalyeleri devire devire ayağa fırlarken, yüzü kan içindeki Mete öfkeyle Arda’ya saldırdı. Mekândaki neon ışıklar kıpkırmızı çakıyor, kalabalığın arasında itiş kakış büyüyordu. Barın diğer ucundan kopan sandalyelerin gıcırtısı, bağırışlar ve cam kırılmaları bir çığlık gibi yükseliyordu.
Anıl, Arda’yı Mete’nin üzerinden tutup savurduğu anda Can neredeyse gözle takip edilemeyecek bir hızla geldi—kasları gerildi, suratına düşen bir tutam saç titredi. Anıl’ı kaptığı gibi bar tezgâhının üstünden öte yana fırlattı. Vücudu havada dönerek düştü, birkaç masa devrildi, cam bardaklar patladı. Kulübün sesi kesildi sanki bir an. Sonra tekrar infilak etti: herkes birden kavgaya karıştı.
Azra, olduğu yerde bir an dondu kaldı. Gözleri Arda ile Mete’nin yumruk yumruğa kavgasına kilitlenmişti; göz bebekleri büyümüş, nefesi düzensizleşmişti. İçinde bir şey koptu sanki ölçüsüz, kaynayan bir öfke yükseldi. Panik ve sarhoşlukla kimin gücünü nereden aldığına bile dikkat etmeden Mete’yi tişörtünden yakaladığı gibi kolayca havaya kaldırdı, sonra öfkeyle yere fırlattı. Mete yere serildiğinde çıkan ses neredeyse pistin baslarını bastırdı.
Gözleri o sırada pistin diğer ucuna kaydı Aslı, tanımadığı bir çocuğun kucağındaydı, çırpınıyor, bağırıyordu. Azra yumruklarını sıktı, gözünde bir şimşek çaktı. Koşarak fırladı. Kalabalığın arasından geçtiği her anı geride silerken, çocuk daha ne olduğunu anlayamadan Azra’dan kocaman bir yumruk yedi. Genç adam sendeleyip yere kapaklandı. Azra, Aslı’yı kolundan çekip kenara aldı.
"Burada dur! Hiçbir şey yapma!" diye emretti, nefesi hızlanmış, gözleri neredeyse gümüşe çalıyordu.
Aslı itiraz etti, sesi kısıktı: "Bırak, kendimi korurum!"
"Hayır!" Azra’nın sesi tok, kesindi. Sanki liderliği o anda üzerine geçmişti.
Kavga büyüdükçe büyüyor, kulübün her köşesinden çığlıklar yükseliyordu. Can ve Cenk, barın ortasında birbirlerini duvara çarparken göz göze geldiler. Ebru, Ece’yi başka bir kızın saçlarından çekip alıyordu. Masalar devrilmişti, ışıklar kararıp yanıyordu; güvenlik görevlileri çoktan olayın dışında kalmıştı.
Arda koşarak Azra’nın yanına geldi. Omuzlarındaki ceket düşmüştü, gözlerinin içi kararmıştı. Azra midesindeki safrayı bastırdı."Herkesi topla, gidelim!" dedi, sesi solukla karışıyordu.
Tam o anda bir el yeniden Azra’nın kolunu yakaladı.
"Azra..." dedi Mete, ağzının kenarından kan sızıyordu.
Azra hızla kolunu çekti. Arda Mete’ye yeniden yaklaştı, çenesindeki kaslar kasılıydı.
"Dokunma dedim sana!" diye bağırdı, sesi mekânın ses sistemini bastırdı.
Ve bir şey oldu. Arda’nın öfkesiyle birlikte etrafta görünmeyen bir güç dolaşmaya başladı. Kulübün ışıkları sönüp yanıyor, hava ağırlaşıyordu. Tavandan sarkan lambalar titredi. Bazı insanlar korkuyla yere çömeldi.
Azra kalabalığın içine bakıp herkesi tek tek düşündü. Panik, koruma içgüdüsü ve artık patlamaya hazır güç birikimiyle içindeki gücü dışarı saldı. Bedeninden yayılan parlak, gümüş rengi bir aura mekânı sardı. "Durun!" diye bağırdı, sesi yankılandı.
Aura bir darbe gibi yayıldı. İçerideki herkes birkaç saniyeliğine yerinde dondu kaldı. Havadaki tozlar bile ağırlaşmış gibiydi. Fakat bu güç Azra’dan çok şey götürmüştü. Başı dönmeye, kulakları uğuldamaya başladı.
"Hayır... şimdi değil!" diye mırıldandı, Aslı’nın telepatisini çekmeye çalıştı ama başaramadı. Enerjisi tükeniyordu. Gözleri Arda’yı aradı ama karanlık her yeri örtmeye başlamıştı. Bacakları titredi.
Nereye düşeceğim acaba? Bu son düşüncesi oldu.
Sonra...
Bir ışık patladı.
Mor bir parıltı, kulübün ortasında bir yıldız gibi parladı. Herkesin gözünü kamaştıran o ışığın içinden bir siluet çıktı. Sanki zaman yavaşladı. Sesler önce boğuklaştı, sonra uğultuya dönüştü.
"Böke!" diye bağırdı Anıl, sesi kulaklarında yankılandı.
Azra o mor ışığın içinde bir çift göz gördü delici, parlak mavi. Bacaklarının bağı çözüldü. Geriye sadece düşüş kaldı. Fakat yere değmedi. Onu kavrayan güçlü kollar sarsılmazdı. Kalbi hâlâ atıyordu ama dünya yerinden oynamıştı.
Sesler yeniden kafasında patlamaya başladı. Karışık, bulanık bir tartışma:
"Asıl sen bırak, ben taşırım!" dedi derin bir ses.
"Bırak dedim!" Arda’nın sesi bu kez sertti, neredeyse hırlıyordu. Tona öfke değil, başka bir şey sinmişti: sahiplenme. Koruma.
Azra, hâlâ düşerken onun kollarında güvendeydi. Burnuna gelen sandal ağacı ve limon kokusu tanıdıktı. Arda'ydı. Ama Böke de oradaydı. Onlara bir şey anlatmalıydı, söylemesi gereken bir şey vardı.
Ne içirdi bu gerizekalı Mete bana! diye geçirdi içinden, öfkeyle. Ama artık her şey çok uzaktaydı.
Sonra... tamamen karanlık.
Soğuk iliklerine kadar işliyordu. Azra göz kapaklarını araladığında başucunda Arda'nın su yeşili gözlerini gördü; net, sert ve uyanık.
Arda'nın sesi, buğulu banyonun içinde yankılandı. “Heh! Geldin mi kendine, ayyaş seni!”
Sesiyle birlikte yüzünde hem kaygı hem de alaylı bir gülümseme vardı; ama gözleri ciddiydi. Yanağının üzerinde mora çalmaya başlayan bir kızarıklık göze çarpıyordu.
Azra titreyerek dizlerini karnına çekmeye çalıştı. “Don-dondum Arda! Ne yapıyorsun?”
Suyu sırtında buz gibi gezdiren Arda, duş başlığını Azra’dan uzak tutmadan konuştu. “İki dakika daha dur. Seni ayıltıyorum.”
Sırtındaki su omurgasına saplanan bir bıçak gibiydi. Azra, hırçın bir nefesle yutkundu.
“Tamam, iyiyim ben, çıkart artık!” diye bağırdı, sesi çatallı ve sabırsızdı.
Arda, nihayet suyu kapatıp onu yumuşak ama sert bir hareketle havluya sardı. Avuçları kararlılıkla Azra'nın sırtında gezinirken, sesi daha yumuşaktı. “Ben dışarıdayım. Kıyafetlerini değiştir, sıkı bir şeyler giy. Üşütme.”
Arda’nın ayak sesleri taş zeminde yankılandı ve banyonun buğulu aynasında geriye sadece buharın içinden süzülen gölgesi kaldı.
Azra, başını sarsarak kendine gelmeye çalıştı. Ne ara böyle düştüm?
Saçlarını hızla kuruttu, yandan ayırdı. Üzerine kalın, tunik boy siyah bir sweatshirt, altına siyah tayt geçirdi. Ayağına giydiği topuklu çizmelerin sesi odada yankılanarak ilerliyordu. Kapıyı açtığında karşısında Arda’yı elinde bir tost ve bir kahveyle dikilirken buldu.
Arda, yüzüne bakmadan uzattı. “Şunu ye hemen.”
Azra, bu kez itiraz etmedi. Tostu alıp sessizce yemeye başladı. Parmakları titrerken Arda kahveyi de eline tutuşturdu.
“İç şunu,” dedi, gözleri hâlâ gözlerinin içini yokluyordu.
Azra, büyük bir yudum aldı. Acı kahve boğazından geçerken gözleri hafifçe kısıldı ama ayılmaya başladığını hissetti.
Arda, kısa bir sessizliğin ardından, “Herkes bizi bekliyor,” dedi. Sesi daha kararlıydı bu kez. “Meşhur Böke de geldi. Hadi gidelim.”
Azra'nın adımları taş zeminde yankılandı, yürürken hafif sendeledi ama Arda koluna girerek destek oldu. Koridorun sonunda, kulübün daha sakin, loş ışıklı bir bölümüne geçtiler. Eskiden neşe akan o yer, şimdi gerilmiş yay gibi sessizdi.
İçerideki masalarda sadece kendi arkadaşları ve Anterius askerleri vardı; aralarındaki mesafe, görünmez bir çizgi gibiydi. Azra'nın bakışları odayı süzerken, Anterius grubundan iki kişinin eksik olduğunu fark etti. Sessizlik, kahve buharı gibi havada asılıydı.
Masaya yaklaştıklarında Can’ın yarılmış kaşı, karşısındaki Cenk’in patlamış dudağı ve biraz ilerideki Mete’nin kanamış burnu dikkatini çekti. Kanın demir kokusu hâlâ ortamda asılıydı.
Azra tam oturmuştu ki, Mete usulca yaklaştı. Arda’nın hâlâ diken üstünde olduğunu fark edince daha temkinli bir tonla konuştu.
Omuzlarını düşük tutmuş, yüzüne mahcup bir ifade yerleştirmişti. “Azra! Arkadaşın bir türlü izin vermedi senden özür dilememe...”
Bir adım daha attı, sesi titriyordu. “Sadece seninle konuşmak istemiştim, niyetim seni taciz etmek değildi. Gerçekten özür dilerim.”
Arda'nın kasları gerildi, çenesini hafifçe sıktı.
Sözünü patlayacak gibi keserek, “Neyse ne!” dedi. “Bir daha önüne gelen kızın orasını burasını tutmazsın!”
Mete’nin bakışları anında sertleşti. “Ya sen ne kalın kafalı adamsın!”
Arda sandalyesinden hışımla kalkarken gözleri kısıldı. “Sen kime kalın...” diye kükremeye başlamıştı ki...
Kapıdan içeri dolan otoriter bir ses havayı yararak geldi:
“Rezalet çıkarttığınız yeter, kesin sesinizi!”
Birdenbire hava ağırlaştı. Herkesin bakışları aynı anda kapıya döndü.
Geniş omuzlu, sert çene yapılı bir adam adımlarını taş zemine vura vura içeri girdi. Patlıcan moru saçları jilet gibi geriye taranmıştı, yüz ifadesi bir bıçak gibi keskin. Adam, masalara doğru yürürken ortamın sıcaklığı birkaç derece düşmüş gibiydi.
Cenk hızla ayağa fırladı, gözlerinde sabırsızlık vardı. “Böke nerede, Uraz?”
Adam, tok ve pürüzsüz bir sesle yanıtladı. “Gelecek şimdi.” Elini sakin ama kesin bir hareketle Cenk’e uzatıp oturmasını işaret etti. Ardından, Arda'nın tam karşısındaki sandalyeye oturdu. Gözleri, masadaki kimseye aldırmadan Azra'ya çevrildi soğukkanlı bir dikkatle süzüyordu onu.
Tam o sırada kapı yeniden açıldı.
Ayak sesleri kararlıydı; boylu poslu, sarı dalgalı saçlarını arkaya atmış genç bir adam girdi içeri. Yüz hatları Uraz’ı andırsa da ifadesi daha yumuşaktı. Gözleri, salonun her köşesini taradı ve Azra’yla buluştuğu anda sabitlendi. Gözleri mavi... ama donuk değil, delici.
Azra’nın boğazı kurudu. Nefesi göğsünde sıkıştı. Bu imkânsız…
Genç adam, Uraz’ın yanına, Azra’nın tam karşısına oturdu. Bakışları hâlâ Azra’da kilitliydi.
Azra’nın iç sesi yankılandı: Mert... bu Mert! Ama herkes ona Böke diyor. Bu nasıl olur?!
Gözleri büyüdü, dudakları titredi. Zihninde hatıralar çakışıyor, gerçeklik paramparça oluyordu.
Karşısındaki genç adam da donup kalmış gibiydi. Gözleri Azra’ya saplanmıştı, nefes almayı unutmuştu sanki.
Can, masadaki gerginliği sezmişti. Azra'nın bembeyaz kesilen yüzüne dikkatle baktı. “Azra, iyi misin?”
Endişesi, ses tonunda su yüzüne çıkıyordu.
Ama Azra çoktan ayağa fırlamıştı. Sandalyenin sesi taş zeminde tiz bir tınıyla kayboldu. Havadaki yoğunluk boğazına yapışmıştı. Soluk alması gerekiyordu. Mekân, artık dar bir kafes gibi geliyordu ona.
Mert Böke de eşzamanlı olarak yerinden kalktı. Bakışları Azra’nın her adımını izliyor, bir an bile tereddüt etmeden peşine düştü.
Uraz, soğukkanlı bir edayla başını çevirdi. “Siz oturun,” dedi içeridekilere, sesindeki ton tartışmaya kapalıydı.
Dışarı çıktıklarında rüzgâr hafifçe esiyor, kulübün taş duvarlarına çarpıp geri dönüyordu. Azra, biraz uzaklaşıp arkasını döndü.
Mert Böke birkaç adım gerisindeydi. Tam konuşmak için ağzını araladığında, Azra önce davrandı. Omuzlarını dikleştirmiş, sesi titrek ama netti.
“Mert!”
İkisi birden şaşkınlıkla patladı:
“Senin ne işin var burada?!”
İlk toparlanan Azra oldu. Gözleri hâlâ hayretle açılmıştı. “Ben Seperius’tanım… ve senin adın neden Böke?”
Mert, hâlâ kendini toplamaya çalışıyordu. Kaşları çatılmıştı. “Benim adım Mert Böke Haznedar. Asıl sen nasıl Seperius’tansın?!”
Azra dudaklarını büzdü, bir an başını iki yana salladı. “Sen nasıl Anterius’tansan, öyle.”
Mert’in gözleri kısıldı. Bakışları Azra'nın yüzünde gezinirken, kafasının içinde sorular dönüyordu. “Tesadüf mü bu şimdi?”
Azra bir adım ona yaklaşarak, “Sanmıyorum,” dedi, sesi buz gibiydi. “Ailen kim senin? Annenin, babanın adı ne?”
“Annem… sizin okulun müdüresi Azra. İsmi Sare. Babam da Anterius’un komutanlarından, Atilla.”
Bu sözler Azra'nın dizlerinin kesilmesine sebep oldu. İçinde uğuldayan bir rüzgâr vardı, boşlukta savrulan düşünceler gibi. Gözleri karardı, adım atmaya çalışırken sendeledi.
Sare… bu bir tesadüf olamaz. Beni Mert’le Dünya’da bilerek mi tanıştırdı? Bu… onun oyunu muydu?
Azra’nın sesi boğuk çıktı. “Sana… Böke mi diyeyim, Mert mi?”
Genç adam, bakışlarını kaçırmadan konuştu. “Burada Böke. Dünya’da Mert.”
Azra kaşlarını çattı, şüphe dolu gözlerle yüzüne baktı. “Neden Böke diyorlar sana?”
“Annem ve babam burada bu ismi kullandığı için herkes öyle biliyor.”
Azra, gözlerini yere indirip derin bir nefes aldı. Sonra başını kaldırdı, sesi daha sertti bu kez. “Annenle konuşmamız lazım! Eğer senin de gerçekten haberin yoksa… bizim tanışmamız bir tesadüf değil. Sevgili annenin ayarlaması.”
Mert’in gözleri büyüdü, dudaklarını araladı. “Senin kadar ben de şaşkınım. Gerçekten haberim yoktu.”
Azra, bir adım geri çekilerek toparlandı. İçinde hâlâ bir fırtına dönüyordu ama yüzü daha sakindi.
“İçeri dönünce, birbirimizi tanımıyormuş gibi yapalım.”
“Hayır!” dedi Mert Böke aniden. Gözleri kararlıydı. “Bilsinler kız arkadaşım olduğunu!”
Azra geri dönüp ellerini iki yana açtı. “Şu anda bu konuşulsun istemiyorum! Kehanet daha önemli!”
Mert bir an duraksadı. Gözlerinde hâlâ savaş vardı ama başını eğdi. “Tamam. Kehaneti konuşunca söyleriz herkese.”
Azra gözlerini devirdi, yorulmuş gibiydi. “Şimdi değil. Konuşacağız,” diyerek tartışmayı sonlandırdı.
Aralarındaki hava hâlâ yüklüydü, ama sessizlikte gerilim yerine gizli bir söz vardı artık. İçeri dönerken ayak sesleri taş zeminde birbirini takip etti ama henüz yan yana yürümüyorlardı.
Mekânda aniden bir sessizlik oldu; masadaki herkesin bakışları Azra ve Mert Böke’ye dönmüştü. Azra’nın yüzü hâlâ solgundu ama adımlarında kararlılık vardı. Böke, sandalyesine oturur oturmaz yanındaki abisi Uraz’a eğildi, alçak sesle bir şeyler fısıldadı. Cümleler çabuk ama yoğundu. Uraz’ın kaşları ilk anda kalktı; gözleri kocaman açıldı, sonra ağır ağır başını salladı.
Bakışları tekrar Azra’ya döndü. Bu kez gözlerinde başka bir şey vardı merak değil, dikkat. Sorgulayıcı ama aynı zamanda saygılı bir ilgi.
Masada sessizlik tam anlamıyla dağılmamıştı. Kavganın tortusu hâlâ yüzlerdeydi. Dudaklarda çatlak, bakışlarda bir tutukluk…
Böke'nin hemen yanındaki Efe, aralarındaki havayı sezmiş gibiydi. Dirseğini masaya yaslayarak sordu:
“Ne oldu Böke? Bir sorun mu var?”
Mert Böke, yüzünde ifadesiz bir tebessümle elini havada salladı. “Bir şey yok,” dedi geçiştiren bir tonla. Gözlerini doğrudan Azra’ya çevirdi. “Evet. Neymiş şu kehanet?”
Azra gözlerini kaçırdı, kısa bir an nefes aldı. Etrafta dolaşan bakışları toplamak istercesine sordu:
“Herkes tanıştı mı?”
Aslı hemen cevapladı, sesi biraz gergindi:
“Evet. Arda seni ayıltmak için duşa soktuğunda tanıştık biz.”
Bu söz masaya yayılan gizli bir akım gibi oldu.
Böke’nin gözleri bir anda Arda’ya çevrildi. Sert, neredeyse kıskanç bir bakış fırlattı. Arda hiçbir şey olmamış gibi omuz silkti. Azra, ikili arasındaki gerilimi fark etti ama göz devirmekle yetindi.
“İyi o zaman,” dedi. Sesi toparlanmıştı. “Kehanetler, Ece!”
Ece, minderinin altındaki defteri çıkardı. Işığın altında sayfayı açarken çay buharı masada dağılmaya devam ediyordu. Sesi yumuşak ama netti:
“İlk iki kehaneti tekrar okuyorum…”
Azra başını hafifçe çevirdi. Uraz, gözlerini ondan ayırmıyordu. Derin bir ilgiyle ama bu kez yargılamadan dinliyordu. Azra göz temasını bozdu.
Ece cümleleri bitirmeden Cenk, yerinde hafifçe doğrulup araya girdi.
“Çok açık! Bizden bahsediyor bu kehanet!”
Aslı hemen atıldı, sesi kuşkulu:
“Nasıl bu kadar emin oldun?”
Azra ellerini iki yana açarak araya girdi. “Önce yeteneklerinizi öğrenebilir miyim?” dedi Anterius grubuna dönerek.
Cenk ilk konuşandı. Omuzlarını dikleştirerek kendini tanıttı.
“Ben Cenk. Özel gücüm, doğada gördüğüm her şeyi bir silaha çevirebilmek.”
Değiştiren, diye geçirdi Azra içinden. Gözleri bir an not alır gibi kıpırdadı.
“Ben Anıl,” dedi koyu saçlı, geniş çeneli genç. “Hiçbir zaman hedefi kaçırmam. Ne kadar uzak olursa olsun, fırlattığım şey mutlaka hedefe ulaşır!”
Kontrollü... nesnelere hükmediyor.
Sonraki, kaşları kalkık, gülümsemesi rahat bir gençti.
“Ben Mete. Düşmanın zihnini karıştırıp hedefini saptırabilirim.”
Azra'nın iç sesi fısıldadı: Telepat!
Sıradaki Efe’ydi. Diğerlerine göre daha sessizdi ama sesi kendinden emindi.
“Ben Efe. Kamuflaj gücüm var. Ortama göre şekil ve renk değiştirebiliyorum.”
Azra gözlerini kıstı. Değişen.
Sonra Uraz konuştu. Otoritesi, oturduğu yerde bile hissediliyordu.
“Ben Uraz. Her türlü sesi bir silaha çevirebilirim. Patlama, dalga, kesici titreşim hepsi mümkün.”
Ses dalgaları... oldukça nadir bir güç, diye düşündü Azra.
En sona Mert Böke kalmıştı. Azra’nın gözleri çoktan onun üzerindeydi.
“Ben Böke,” dedi net ve kontrollü bir tonla. “Özel gücüm, zamanı değiştirmek. Işınlanmak.”
Azra’nın kalbi sanki aniden durdu. Vücudundan soğuk bir dalga geçti. İç sesi çığlık gibiydi:
Zaman yolcusu… Can gibi…
Kehanetin o dizesi kafasında yankılandı:
“Zaman kaybolacak, aşkının çığlığında…”
Tüm vücudu ürperdi. Sesi sadece bir fısıltı kadar yükselebildi:
“Sen… bir zaman yolcususun.”
“Evet,” dedi Böke. “Can da öyleymiş.” Gözleri, Arda ile Azra arasında bir şeyler tartmaya çalışıyordu. “Diğerleri de kendini tanıttı. Arda ve sen? Sizin gücünüz ne?”
Arda koltuğa yaslanarak konuştu, gözleri hâlâ yarı alaycıydı.
“Ben ruhlara hükmediyorum.” Sonra Azra’ya döndü, hafifçe sırıtıp ekledi:
“Her türlü cenaze işlemleri benden sorulur.”
Mert Böke ona bir bakış daha attı—bu kez neredeyse diş gıcırdatan cinstendi.
Azra hemen söze girerek gerginliği kesti.
“Ben… bir iletkenim.”
Masada hafif bir dalga yayıldı. Anterius askerleri aynı anda mırıldandı:
“İletken mi?!”
Azra başını öne eğdi. Üzerine yönelen bakışlar sırtında gerçek bir ağırlık gibiydi.
“Evet,” dedi tekrar. “İletken.”
Masada kısa bir sessizlik oluştu. Herkes Ece'nin defterindeki satırları yeniden kafasında çeviriyor, kendi aralarında alçak sesle yorumlar yapıyordu. Fısıldaşmaların arasında bardakların birbirine değen sesi, uzaktan gelen bir müzik ve pencerelerden sızan ışığın gölge oyunları vardı.
Azra, göz ucuyla Ece'ye baktı. Ece’nin bakışları fark edilmemesi imkânsız bir hayranlıkla Efe’nin üzerinde geziniyordu. Azra’nın dudağında belirsiz bir tebessüm belirdi.
Sözcükler yavaş yavaş dağılırken, Mert Böke doğruldu. Gözleri masadakilerden tek birine kilitlenmişti: Azra’ya.
“Siz bu kehanet için ne yaptınız bu zamana kadar?”
Sesinde merakla karışık bir sorgu vardı, mavi gözleri gözlerinin içine çivilenmişti.
Azra bir an durdu. Sonra kısa ama net bir özet verdi; Karius kızlarıyla olan buluşmalar, kehanetlerin takibi ve grubuyla yaptığı çalışmalar… Sözleri bilgi verir gibi görünse de altında hâlâ bir temkin vardı.
Cümlesi biter bitmez, yönü değiştirdi:
“Asıl siz ne yapacaksınız?”
Böke geriye yaslandı, başını hafifçe sallayarak konuştu:
“Kuzey bölgesini kontrol edeceğiz. Orada bir anormallik var mı diye bakacağız. Kehaneti komutanlara bildireceğiz ve gerekirse özel bir tim kuracağız.”
Azra, sandalyeden doğruldu. Sırtındaki gerginlik hâlâ çözülmemişti.
“Peki öyleyse. Size kolay gelsin. Aksi bir durum olursa, göreve çağırılmanız gibi, bize de haber verin.”
“Tamam, iletişimde olalım,” dedi Mete hemen, sesinde samimi bir istek vardı.
Grup toparlanmaya başlamıştı ki, Mert Böke bir adım öne çıktı.
“Azra, özel olarak birkaç dakikanı alabilir miyim?”
Sözlerini söylerken gözleri istemsizce Arda’ya kaydı. Azra bunu fark etti, fazlasıyla fark etti. Gözlerini kıstı ama hemen kendini toparladı.
“Tabii, Böke,” dedi, ismini özellikle vurgulayarak. Tınısında ince bir ironi gizliydi. Kapıya yöneldiler, adımları ahşap zeminde yankılandı.
Bahçeye açılan verandaya çıktıklarında hava, içeridekinden daha serin ve hareketsizdi. Sarımsı akşam ışığı sokağın ucunda yankılanıyordu.
Mert Böke hiç zaman kaybetmeden konuya girdi:
“Annem evde. Tatil olduğu için. İstersen şimdi bize gidip bu durumu çözelim!”
Azra durdu. Yüzü ifadesizdi ama ses tonu kararlıydı:
“Mert, bu durumu Dünya’da çözelim. Burada arkadaşlarımı bırakamam. Okula dönmem gerek.”
Böke’nin yüz hatları sertleşti. Kaşları çatıldı, bakışları gölgelendi.
“Şu Arda…” diye başladı.
Azra hemen sertçe kesti:
“Evet!?”
Mert’in dili tutuldu, gözleri birkaç kez kırpıştı.
“Evet?” diye tekrarladı, kaşları çatılarak.
Azra, bir adım geri attı.
“Ne var Mert?”
Böke bir şey söylemek ister gibi dudaklarını araladı ama kelimeler gelmedi. Sonunda derin bir nefes aldı.
“O… yani siz burada… şey...”
“Değiliz,” dedi Azra. Net, kısa ve keskin. Sadece o kadar.
Mert Böke başını eğdi, sanki hazırladığı cümlelerin hepsi boşa gitmişti.
“Tamam. Dünya’da görüşürüz. Bu arada bana ulaşmak istersen…”
Azra gülümsedi.
“Mete’den gördüm. Kağıda ‘Böke’ yazıyorum, altına da adımı. Ne diyeceğimi yazıp bırakıyorum. O kadar.”
Böke hafifçe güldü, içindeki hayal kırıklığı gülüşüne karışmıştı.
“Beni düşünerek yapıyorsun.”
“Tamam,” dedi Azra, gülümsemeden. “Şimdi çok yorgunum. Gitmem lazım. Bu işi çözene kadar kimseye bir şey söyleme, tamam mı?”
“Tamam, öyle olsun,” dedi Böke. Ama sesindeki keyifsizlik, hâlâ yüzeyde geziniyordu.
Azra arkasını döndü. Loş verandadan içeriye adım attığında yüzünde ifadesiz bir maskeyle yürüyordu. Kalbinin içindeki karmaşayı ise kimse göremiyordu.
Mert Böke arkasından baktı, sonra ağır adımlarla geri döndü. İçeri girer girmez abisi Uraz’ın yanına gitti, kulağına eğildi ve hızlıca bir şeyler fısıldadı. Uraz’ın gözleri bir kez daha şaşkınlıkla açıldı. Ardından alışılmış o yavaş baş sallamayla onayladı. Gözleri Azra’nın yeniden masaya katıldığı anı dikkatle izliyordu.
Azra planların üstünden son bir kez daha geçtikten sonra askerlerle kısaca vedalaştı ve grubu ile birlikte kalktı. Hepsinin omuzlarına günün yorgunluğu çökmüştü. Gece kulübünün önündeki bir Ceri'ye sarsak adımlarla bindiler.
Ceri'nin metalik gövdesi, gökyüzünü yırtarcasına Vega semalarında ilerliyordu. Yuvarlak camlardan görünen manzara, ışıklarla donatılmış bir yıldız şehrini andırıyordu; devasa kuleler, uçan ışıklar ve aşağıda kıpırdayan caddeler... İçerideyse kızlar yorgunluktan bitap düşmüş, koltuklara kıvrılmış halde uyuyordu.
Azra başını cama yaslamıştı; göz kapakları ağır, zihni bulanıktı. Dışarıda Vega'nın ışıkları akıp geçerken, camın yansımasında kendi gölgesine baktı bir an. Derin bir iç çekişi susturdu motorun uğultusu.
Can, koltuğunda öne eğilerek fısıldadı. Göz ucuyla uyuyanları kontrol etti.
"Azra, iyi misin?"
Azra gözlerini kırpıştırdı, başını hafifçe çevirdi ama cama yaslı duruşunu bozmadı.
"İyiyim Can," diye mırıldandı, sesi buğulu çıktı. "Siz... askerlerle barıştınız mı?"
Can omzunu hafifçe silkerek arkasına yaslandı.
"Mete geldi. Arda ve bana bazı şeyleri yanlış anladığımızı söyledi, özür diledi."
Azra başını salladı, ama gözleri hâlâ uzak bir noktaya bakıyordu.
"İyi o zaman..." Sesi kayıtsızdı; içinden gelen koca bir boşluk vardı, büyüyordu.
Can ifadesini ciddileştirdi, onun dalgınlığını sezmişti.
"Sen ne düşünüyorsun?"
Azra gözlerini yumdu, uzun kirpikleri titredi.
"Birçok şeyi... kehaneti..."
Ceri, alçak irtifaya geçerken hafifçe sarsıldı. Camdan aşağıda beliren pembe çam ormanları, Altair’in kıyısındaki tanıdık sessizlikle birleşiyordu.
Can gözlerini kaçırmadan konuştu, sesi titrekti.
"Ebru ve benim için endişelenme. Çok çalışacağız, tamam mı?"
Azra dönüp ona baktı. Yorgun bir tebessümle başını salladı.
"Söz ver… çok çalışacaksınız." Ama içinden geçen bambaşkaydı: Bu, Mert’in bir zaman yolcusu olduğunu öğrenmeden önceydi... Şimdi hiçbir söz yeterli değil.
"Söz!" dedi Can, elini kalbine götürerek.
Ceri'nin camına yansıyan ışıklar bir anda kayboldu, araç ormana girmişti. Dışarıda kızıl deniz, ay ışığında pırıldıyor; Seperius’un kıyısında usulca yayılıyordu.
Azra, sessizliğe gömülmüş Arda’ya baktı. Omuzları düşüktü, gözlerini kucağına dikmişti.
"Arda, sen niye sessizsin?"
Arda kaşlarını çatarak hafifçe homurdandı.
"Şu Böke denen herif pek hoşlanmadı benden. Arkadaşını dövdüm diye mi acaba?"
Azra gözlerini kırpıştırarak ona döndü.
"Nereden çıkardın bunu?"
"Ee..." dedi Arda omzunu kasıp dudak bükerek, "kötü kötü baktı hep bana."
Azra dudaklarını büzerek içini çekti, başını yana eğdi.
"Gergin olabilir belki. Seni tanıyınca sever, eminim."
Arda koltuğuna gömülerek eliyle havayı itti.
"Aman, sevmesin! Ben de bayılmadım ona zaten."
Azra gülmeden sadece iç geçirdi. Bir bilsen kim olduğunu... gerçekten düşer bayılırsın.
Ceri yumuşak bir frenle süzülerek durdu. Pervaneler yavaşladı. Altlarında, yuvarlak renkli fenerlerle aydınlatılmış ön bahçenin taş yolları göz kamaştırıyordu. Kulübeler sessizce dizilmiş, verandalarında sarmaşıklar rüzgârda kımıldıyordu.
Gövdesinden inen gümüş renkli merdiven yere uzandı. Arda esneyerek yerinden kalktı, uyuyan Aslı’yı kucağına aldı. Aslı, başını onun omzuna yaslamış, uykusunda mırıldanıyordu.
"...Pasta... mmm..."
Azra kahkahayı bastırarak fısıldadı.
"Obur şey seni!"
Can da Ebru’yu usulca kaldırdı. Azra, Ece’yi kolundan dürttü.
"Ece, hadi... evine geldik."
Ece gözlerini açmadan homurdandı ama yürümeye başladı. Azra onunla birlikte yürüdü, evine kadar eşlik etti. Kapıda ayakkabılarını çıkarıp içeri girdiler.
Ece’nin barok tarzda dekore edilmiş yatak odasında yumuşak mor perdeler dans ediyordu. Azra, Ece’nin kıyafetlerini dikkatle çıkarıp onu yatağa yatırdı. Üzerini örttü, saçlarını nazikçe düzeltti. Ece’nin nefesi kısa sürede düzene girmişti.
Fısıltılar içinde odadan çıkıp kapıyı kapattı. Gece, bahçeyi yavaşça yutuyordu. Azra, pembe mor ağaçların gölgesinde yürürken, dallara asılmış top şeklindeki fenerler önünü aydınlatıyordu. Kulübesine doğru ilerlerken topuklarının taş zeminde yankılanan sesi yalnızlıkla çarpıştı. Evin önündeki göl gecenin moruna bürünmüştü. Ahşap veranda ayaklarının altında esnedi. Kapıyı açarken ayağı bir zarfa takıldı. Eğildi, zarfı yerden aldı. Sert kağıdın üstünde mühür gibi parlayan yazı:
“Kurul Kararı”
Kaşlarını çatarak içeri girdi, kapıyı kapattı. Loş salonun içindeki sessizlik aniden ağırlaştı. Mavi L koltuğun köşesine ilişti. Zarfı iki eliyle titreyerek açtı.
Sayın Azra Yıldırım,
Okulumuzda işlemiş olduğunuz izinsiz güç kullanımı, okul içerisinde kuralları yok saymak ve yasak alana izinsiz, zorla girme suçlarından ötürü cezanız, Seperius Akademisi Okul Kurulu tarafından okuldan atılma olarak kesinleşmiştir.
Ancak, Karius Güzel Sanatlar Akademisi müdüresi ile yapılan görüşmede, eğitiminize gelecek dönemde orada devam edebileceğiniz uygun görülmüştür. Karius müdüresi sizi yeni dönemin başında almak için gelecektir. Bilgilerinize.
İmza:
Okul Müdüresi: Sare Haznedar
Mektup elinden kayıp yere düştü.
"Kahretsin..." diye fısıldadı, sesi havada asılı kaldı.
Sarsılmıştı. Nefesi kesilmişti. Gözleri satırlarda takılı kaldı ama beynine işlemiyordu.
Atıldım. Gerçekten atıldım... Sare beni okuldan attı!
Yavaşça masaya yürüyüp zarfı bıraktı. Ellerini başına götürdü. Ben bunu çocuklara nasıl söylerim? Herkes kahrolacak...
Bir an sonra derin bir nefes aldı. Titreyen parmaklarıyla kalbini bastırdı.
Hayır. Bu böyle kalamaz. Yarın Sare ile konuşmam lazım.
Üzerini sessizce değiştirip yatak odasına geçti. Pencereden gölün yüzeyine düşen ay ışığı, beyaz peluş halının üzerine ince bir parıltı saçıyordu. Beyaz yatak takımına uzandı, günlüğünü aldı. Kalemi eline aldı ama...
Parmakları kalemi tutamayacak kadar yorgundu.
Mert... kehanet... Arda... okul... her şey üstüme üstüme geliyor...
Kalem parmaklarının arasından kayarken gözleri ağırlaştı. Ve gece onu sessizce içine çekti.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |