
Göz kapakları ağırdı. Azra, yavaşça gözlerini araladığında, odasının tavanına baktı. İnce perdelerin arasından sızan sabah ışığı duvara solgun bir leke gibi vuruyor, çarşafın kırışıklıkları arasında kayboluyordu. Tanıdık... ama yabancı gibi. Kalbi hâlâ gece gördüğü kabuslardan arınmamıştı.
Bir anlığına nefesini tuttu. Medeiros... Dünkü karmaşa, okuldan atılması, Mert’in orada olması, hepsi birden zihnine hücum etti. Alnını buruşturarak yatağın ucuna doğru kaydı. Sanki başının içi hâlâ uğulduyordu, ruhu yerinden sökülmüş gibiydi. Parmaklarıyla şakaklarına bastırıp birkaç saniye durdu. Sonra derin bir nefes alarak kalktı.
Yerdeki ahşap döşemeler çıtırdayarak uyanışına eşlik etti. Üzerine geçirdiği günlük kıyafetlerin arasında adımları mutfağa yöneldi, ama zihnindeki uğultular peşini bırakmıyordu. Bugün Dünya’dayım. Bugün buraya ait bir meselem var.
Saat dokuza yaklaşırken, komodinin üzerindeki telefon titredi. Azra irkildi. Ekrana göz gezdirdiğinde Mert’in ismi parlıyordu. Dudaklarını sıkarak aynanın karşısında yarım bıraktığı makyaj fırçasını usulca masaya bıraktı. Telefona uzanırken yüzüne nötr bir ifade yerleştirdi.
"Alo," dedi, sesi dengede kalmaya çalışıyordu.
Mert’in sesi hattın diğer ucundan geldi, alışıldık ama tonunda bir gerilim vardı. "Günaydın. Hazır mısın? Birazdan orada olurum."
"Günaydın Mert," dedi Azra, aynadaki yansımasına kısaca göz gezdirerek. "Hazır sayılırım."
"Tamam, çıkıyorum o zaman."
"Tamam, görüşürüz."
Telefon kapanınca elindeki fırçayı tekrar aldı ama bakışları aynada donmuştu. Rimelini sürerken aklı yeniden geceye kaydı. Mert’in bir Böke olduğu gerçeği... Sare’nin manipülatif oyunları, kehanet hakkında suskunlukları... Azra’nın içindeki sorular giderek derinleşiyor, kalbinin kıyılarına çarpıyordu.
Son katı da sürdü, çantasını omzuna aldı. Koridora çıktığında evin içindeki hafif sabun kokusu dikkatini dağıttı. Kapıya yöneldi. Ayakkabılarını giyerken bir an duraksadı. Parmakları bağcıklarla oyalanırken iç sesi fısıldadı:
“Medeiros ve Dünya iyice iç içe girdi.”
Bahçe kapısını araladı, sabah güneşi yüzüne vurdu. Serin bir rüzgâr ince saçlarını kıpırdattı. Sokağın ucundan çocuk sesleri ve uzaktan bir martı çığlığı yükseldi.
Mert arabasından inmişti. Ceketinin yakasını düzelterek ona doğru yürürken yüzündeki o rahat, umursamaz ifade silinmişti. Yerini, bir şeyleri ölçüp tartan o mesafeli bakış almıştı. Yolcu kapısını açtı, alışkanlıktan... ama bu kez Azra’nın içini burkan bir alışkanlıktı bu. Tanıdık hareketin altında yabancı bir anlam gizliydi artık.
Azra arabaya oturduğunda çantasından çıkardığı kâğıdı Mert’e uzattı. "Adres burada," dedi, sesi net ama içten içe dikenliydi.
Mert başını eğerek adresi aldı, navigasyona girdi. Bir yandan da Azra’ya göz ucuyla baktı; o bakışta sadece merak değil, kuşku da vardı. Motorun sesiyle birlikte araba hareket etti. Ancak içlerini saran sessizlik, motor sesinden daha baskındı. Direksiyon başındaki Mert’in parmakları sertçe direksiyonu kavramıştı, Azra ise camdan dışarıya bakıyordu; ama hiçbir şeyi görmeden.
Bir süre sonra Mert’in sesi, sessizliği yırtarcasına araya girdi. "Nasılsın?"
Azra kaşlarını hafifçe çatıp dönmeden cevapladı. "Karışığım," dedi, dürüstlüğün dozunu kontrol ederek. "Sen nasılsın?"
Mert başını hafifçe yana çevirdi, sesi keskinleşti. "Benim de kafam karışık. Medeiros’ta seni görünce... açıkçası çok şaşırdım." Sustu. Ama bakışları hâlâ Arda'nın hayalini içinde taşıyordu. "Şu yanındaki çocuk... Arda mıydı? Kim o?"
Azra içinden gelen bir iç çekişi bastırdı. Camdan dışarı bakmayı sürdürerek omzunu hafifçe silkti. "Arkadaşım," dedi kısaca.
"Nasıl bir arkadaş?" diye üsteledi Mert, göz ucuyla Azra’nın yüzünü süzerek. Sarı kaşları çatılmış, sesi çatallaşmıştı.
Azra gözlerini hafifçe devirdi ama belli etmedi. "Yakın bir arkadaş."
Mert'in sesi bu kez belirgin bir kıskançlıkla doluydu. "Ne kadar yakın?"
Azra başını yavaşça çevirdi, sonunda göz göze geldiler. Sözlerini seçerken sesi donuktu ama içinde sabırsız bir titreşim vardı. "Her şey bitti. Onca olay yaşandı. Tek sorunumuz Arda mı kaldı Mert?"
Mert sertçe direksiyona bastı. "Şu anda benim daha büyük bir sorunum yok Azra!" dedi, gözlerini yoldan ayırmadan. "Bilmek istiyorum. Erkek arkadaşın mı? Ya da... onun gibi bir şey mi?"
Azra bir an sustu. Mert’in sözleri kafasında yankılandı. Kendisini sorgulanıyor gibi değil de, yargılanıyor gibi hissetti. Derin bir nefes aldı, sesini yumuşatmadan net konuştu. "Hayır. Daha çok kardeşim gibi."
Arabanın içinde görünmez bir ip koptu sanki. Mert’in omuzları fark edilir şekilde gevşedi, direksiyona bastığı parmakları hafifledi. Burnundan derin bir nefes verdi.
“Kardeşi gibi…” İçinden geçirdiği bu düşünce, onun için küçük ama acil bir zafer gibiydi.
Mert, vitesi yumuşakça değiştirdi, direksiyonu çevirirken göz ucuyla Azra’ya baktı. Sesi bu kez daha yavaş ve dikkatliydi.
"Eğer sana Anterius'tan olduğumu söylemedim diye kızıyorsan," dedi, sesi biraz yumuşak ama temkinliydi. "Okul kuralları gereği—"
Azra hızla başını çevirdi, onu sertçe böldü. "Kuralları biliyorum!" dedi. Gözlerini bir an camdan çekip Mert'e dikti. "Aynısı bizim okulda da var." Omuzları gerildi, kelimeler dudaklarından hızlı ve keskin çıkıyordu. "Benim sana 'bolca yalan söylerim' dememin sebebiydi o kurallar zaten..."
Dışarıda şehir uyanmıştı. Kaldırımlarda hızlı adımlarla yürüyen insanlar, açılan dükkanların metal kepenk sesleri, sabah servislerinin korna çığlıkları arasında araçlar ilerliyordu. Camdan geçen gölgeler, Azra’nın sinirli ifadesini bir anlık aydınlatıp ardından tekrar gölgeye boğuyordu.
Mert bir an sustu, gözlerini yola dikti ama içinde bir es vermek istemedi. Derin bir nefes aldı ve bu kez dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm belirdi.
"Anlatamayacağın için yalan söylerim dedin," dedi, Azra'nın cümlesini kendi yorumuyla tamamlayarak. "Yani... artık yalan söylemeni gerektirecek bir durum kalmadı aramızda..."
Azra'nın bakışları hâlâ camdaydı ama göz bebekleri bir anlığına dalgalandı. İçinde bir uyarı sesi yankılandı: “Her şey bu kadar denk gelemez.” Dudaklarını sıkarak döndü, sesi soğuktu.
"Evet," dedi donuk bir tonla. "Sen de yalan söylemeyeceğini söylemiştin, yanlış hatırlamıyorsam!"
Mert şaşırdı. Direksiyonu kavrayan elleri kısa bir an kasıldı ama yüzünde o tanıdık umursamaz gülümsemeyi takınmaya çalıştı.
"Yanlış hatırlıyorsun," dedi gülerek, ama sesinin kıvrımlarında ince bir panik dolaşıyordu. "Olabildiğim kadar dürüst olacağımı söyledim... ve öyle de yapacaktım."
Azra gözlerini kapattı, nefesini burnundan verdi. Göz kapaklarının altında bile öfke çırpınıyordu.
"Her neyse!" diye patladı sonunda. "Benim asıl sorunum annen zaten!"
Mert’in kaşları kalktı, şaşkınlıkla başını ona çevirdi. Yüzüne yayılmaya çalışan ciddiyetsizlik maskesi yerle bir olmuştu.
"Annem mi?" dedi, deniz mavisi gözleri Azra'nın suratında anlam arıyordu.
"Evet, annen!" Azra hızla başını çevirdi, gözleri Mert’in üzerine kilitlendi. "Sizin buraya taşınmanız... benim annenle tanışmamdan hemen sonra oldu. Bu tesadüf değil." Camdan hızla geçen taksinin ardından gözleri geri döndü. "Neden taşındınız buraya?"
Trafikte kısa bir an durmuşlardı. Bir simitçi arabasını yolun ortasından çekerken klaksonlar arka arkaya çalmaya başladı. Mert kaşlarını çattı, vitesi boşa aldı ama zihni başka yerdeydi.
"Annem istedi diye taşındık," dedi savunmaya geçen bir ses tonuyla. "Ama öyle bir niyeti olsa bizi Medeiros’ta da tanıştırabilirdi, değil mi?"
"Orada zaten gözünün önündeyim," dedi Azra, sesi daha sessiz ama daha kuşkuluydu. "Bence o beni Dünya'da da kontrol etmek istiyor."
Mert başını iki yana salladı, bu iddiaya hâlâ inanmak istemiyordu.
"Neden istesin ki bunu?"
Azra gözlerini kıstı, yüz ifadesi sertleşti.
"Kendisine sorarız bunu daha sonra," dedi, sesi giderek kapanıyor gibiydi. "Önce işimizi halledelim."
Arabanın içinde sessizlik yeniden ağırlaştı. Camdan yansıyan dış dünya, sabahın tüm aceleciliğiyle akıyordu: gazete bayilerinin önünde kuyruklar, poğaça kokusuyla dolmuşlar, elinde kahvesiyle yürüyen gençler... Ama o kalabalığın ortasında, bu arabada sıkışıp kalan hava hâlâ gergindi.
Mert, gözlerini bir an navigasyona kaydırdı. "Yaklaştık," dedi kısaca.
Yutkundu ve ardından yavaşça sordu:
"Ne yapacaksın bu kadını bulunca?" Sesinde yalnızca merak değil, açık bir endişe de vardı. "Aslı'nın bakıcısına yaptığın şeyi mi?"
Azra hemen döndü, bu soruyu kişisel bir saldırı gibi algılamıştı.
"Hayır!" dedi sertçe. "Öyle bir şey değil." Parmaklarını avuç içine bastırdı. "Bu kadınla... sadece konuşmam gerekiyor. Kızını görmeye ikna etmek istiyorum."
Ellerinin titrediğini fark edince, onları dizlerinin üzerine koydu. Sesi biraz titremişti ama kelimeleri netti.
"İkna olmazsa peki?" dedi Mert, bakışları direksiyona takılı kalmıştı.
Azra'nın çenesi kilitlendi.
"Mutlaka ikna etmem gerekiyor."
Mert bu yanıtla yetinmiyor gibiydi.
"İkna olsa... ne olacak? Ne bekliyorsun?"
Azra gözlerini tekrar cama çevirdi. Dışarıda yürüyen bir anne ile elindeki küçük çocuğa takıldı gözleri. Birkaç saniye sonra sessizce cevapladı:
"Belki... belki iyileşir Nihal."
Mert’in gözleri daraldı, dudaklarının kenarı gerildi. Direksiyonun üstüne daha sıkı bastı.
"Nereden tanıyorsun Nihal’i?" diye sordu yine. Bu sefer sesi daha sertti, bakışları keskinleşmişti.
Korna sesleri arasında araç ilerlerken Azra gözlerini kaçırdı. Önlerinden geçen bir otobüs, cadde kenarındaki simitçinin buharına gölge düşürdü.
"Ne çok soru soruyorsun bugün!" dedi, sesi öfkeyle titriyordu. "Sorulardan sıkılıyorum ben, haberin olsun!"
Mert’in sesi bu defa daha sakin ama sorgulayıcıydı.
"O cevap vermek istemediğin sorulardır."
"Evet!" diye patladı Azra. Gözleri sinirle parladı, elleri yumruk olmuştu. "Cevap vermek istemediğim sorular bunlar! Yollarımız bir yerde kesişti işte, ve ben de onun iyileşmesine yardımcı olmak istiyorum, hepsi bu!"
Mert çenesini kasarak içini çekti, bir an gözlerini yoldan kaçırdı.
"Hoşlanmıyorum bu durumdan Azra."
Azra gözlerini ona dikti. Göğsünden çıkan öfke artık dizginlenemez bir hâl almıştı.
"İndir beni! Çek sağa!" diye bağırdı, sesi arabanın camlarını titretti.
Mert’in başı birden ona döndü. Kaşları çatılmıştı ama hâlâ kontrolü korumaya çalışıyordu.
"Saçmalama!"
"Çek dedim! Sensiz giderim madem hoşlanmıyorsun, Mert Böke!"
Araba kırmızı ışıkta yavaşlamıştı ama Mert frene tam basmadı.
"Azra, gidemezsin," dedi kararlı bir sesle. "Eğer inersen peşinden gelirim. Adresi bana da verdin, unuttun mu?"
Azra yüzünü buruşturdu, sesi çatallaşmıştı.
"İstemiyorum seninle gitmek! Durur musun?!"
"Hayır duramam," dedi Mert net bir şekilde. “Önce kahvaltı yapalım. Kahvaltıda konuşuruz, olur mu?”
"Aç değilim ben!" diye bağırdı Azra ama tam o sırada midesinden gelen gurultu sessizliği paramparça etti.
Mert'in dudaklarının kenarı kıvrıldı, gözleri kısa bir an parladı.
"Evet, miden aksini söylüyor. Niye bu kadar öfkelisin?"
Azra, öfkeyle camı yumruklamamak için yumruğunu dizine bastırdı.
"Bana hesap sorar gibi sorduğun sorulara öfkeleniyorum!" dedi ve ardından içindeki en büyük şüphe patladı:
"Annen mi taktı seni benim peşime?!"
Bu kez Mert’in yüzü düştü. Gözlerindeki sıcaklık sönmüş, yerini yorgun bir hayal kırıklığına bırakmıştı.
"Azra, yapma lütfen," dedi sessizce. "Benim de haberim yoktu senden. Hem... annemin de haberi yoktur belki. Bu kadar önyargılı olma."
Azra'nın sesi hâlâ keskin ve hırçındı.
"Nedense inanmıyorum!" dedi hışımla. "Bana Nihal hakkında soru sorma. Çünkü artık sana yalan söylemek istemiyorum. Beni buna mecbur bırakma!"
Trafik yoğunlaşmıştı. Işıklar değiştikçe arabalar birikiyor, sinirli kornalar art arda patlıyordu. Yoldan geçen bir okul servisinin içindeki çocuk kahkahaları, Azra’nın içine işlemedi bile.
Mert, direksiyona dönerek gözlerini yola dikti, sesi biraz daha yumuşaktı ama altında hâlâ umut vardı.
"Azra, sadece yardım etmek istiyorum. Olayı bilirsem... belki yardımcı olabilirim."
Azra'nın sesi yükseldi, artık hiçbir şeyi içinde tutmuyordu.
"Yardım istersem söylerim, Mert!" diye bağırdı. Gözleri dolu dolu olmuştu ama geri adım atmıyordu.
"İstemediğim konularda gereksiz şövalyeliğe ihtiyacım yok benim!"
Mert çenesini sıktı, yüzünde sabırla çizilmiş bir ifade belirdi.
Derin bir nefes aldı, gözleri tekrar yola dönerken çenesi fark edilir şekilde kasıldı.
Cevap vermedi.
Parmakları müzik sistemine uzandı ve radyoda yumuşak, neredeyse melankolik bir şarkı açtı.
Kadın vokalin sesi, arabanın içini sessizce doldurdu.
Azra, dudaklarını ısırdı ve başını hızla cama çevirdi. Camın ardında dünya akıp gidiyordu:
Bir adam köpeğini gezdiriyor, köşedeki fırından taze ekmek kokusu çıkıyor, yağmur yağmamış ama kaldırımlar hâlâ gece serinliğini tutuyordu.
Ama arabanın içinde, o sabah sıcağında bile üşüyen bir sessizlik vardı.
Ve bu defa, müzik bile ısıtamıyordu o sessizliği.
Arabada ilerlerken, aralarındaki sessizlik kalın bir cam gibi ikisinin arasına yerleşmişti. Dışarıda sabah trafiği kıpır kıpırdı; kaldırımlarda aceleyle yürüyen insanlar, gürültülü minibüs kornaları ve yeni açılan dükkânlardan yükselen kepenk sesleri... Her şey Dünya'daydı ama ikisinin içinden geçenler çok başka yerdeydi.
Mert, direksiyon başında yan gözle ona baktı. “Güzel olduğunuz kadar agresifsiniz de küçük hanım,” dedi, sesi iğneleyici ama içinde saklayamadığı bir hayranlık vardı.
Azra, aniden başını çevirip baktı. Kaşları çatılmıştı. “Ben agresif değilim. Sadece istemediğim sürece işime karışılmasından ve yardım edilmesinden hoşlanmıyorum. Fikir almak istersem sorarım, yardıma ihtiyacım olursa söylerim, bu kadar basit.”
“Tamam Azra,” dedi Mert yumuşak bir tonda, tartışmayı büyütmemek istercesine. Direksiyonu kırdı ve yol kenarındaki salaş bir kafenin önünde durdu.
Kafeye girdiklerinde, içerideki loş ışık ve hafif caz müziği karşılamıştı onları. Ahşap masaların üzerindeki yapay sarmaşıklar, bir köşeye iliştirilmiş içi boş gibi görünen minik bir akvaryum ve duvardaki rastgele asılmış posterler, mekâna nostaljik bir hava katıyordu. Birkaç müşteri kendi halinde kahvaltısını ediyordu. Tezgâh arkasından yükselen tost ve kızarmış simit kokusu havayı sarıyordu. Azra ve Mert, arka bahçeye açılan cam kapıdan geçerek açık alandaki bir masaya oturdular.
Garsona sipariş verdiler: içi bol dolu, çıtır büyük bir simit sandviç ve iki büyük çay. Masaya bırakılan çay bardaklarından yükselen buhar, sabahın serinliğine karşı bir siper gibi yayılıyordu.
Bir süre hiçbir şey demeden yediler. Azra, bir yudum çay aldıktan sonra sessizliği bozdu, sesi daha sakindi artık.
“Mert… seni Medeiros’ta görmek beni biraz sarstı,” dedi, gözlerini çay bardağının içine dikmişti. “Ayrıca... okuldan da atıldım. Artık Seperius’a gitmeyeceğim ve arkadaşlarım orada. Bir de kehanet meselesi var… Yani anlayacağın, zaten gerginim ve kafam çok karışık.”
Mert kaşığını karıştırmayı bıraktı, bakışları Azra’nın yüzüne kilitlenmişti. “Seperius’tan neden atıldın?”
Azra, dudağını büktü. Sesi tekrar keskinleşmişti. “Annen beni attı!”
“Neden ama?”
“İzinsiz güç kullanmışım, okul kurallarını yok saymışım… Bir de kütüphanede girilmesi yasak bir oda vardı, oraya girdim… O da beni attı işte!”
Mert’in yüzündeki şaşkınlık giderek büyüyordu. “Annem neden böyle bir şey yapsın ki?” diye düşündü içinden. Bu kız... Alemdeki tek İletken. Attığı şey öğrenci değil, devrim. Yine de sesli şekilde yalnızca hafif bir alayla konuştu: “Okuldaki tek iletken, hatta alemdeki tek iletkensin sen. Suçların güzel bir cezayı hak etse de annem biraz sert davranmış. Tek iletkeni atacağını sanmazdım, şaşırdım buna.”
“Güzel ceza mı?” Azra’nın sesi aniden yükseldi. “Ne yapmışım ki? Alt tarafı birkaç ufak tefek formalite kuralı, bazı minik yeti dokunuşları ve girilmemesi gereken bir yer yani! Sanki okulu başına yıktım! Annen beni atmak için dört gözle bekliyormuş zaten.”
Mert, onun öfkeli haline hafifçe gülümsedi. “Evet canım, alt tarafı bir şeyler işte, doğru diyorsun,” dedi iğneleyici bir tonda. “Bak sen şu anneme, ne kadar bencilce davranmış.”
“Dalga geçme ama benimle!” dedi Azra, bardağını masaya bırakırken kaşları çatıldı.
“Tamam, bir şey demedim,” dedi Mert, yüzünü ciddileştirerek. “Onunla konuşmamı ister misin?”
“Hayır Mert,” dedi Azra hemen, göz temasından kaçınarak. “Ben annenin amacından emin olmak istiyorum ve senin ona benden veya yaptıklarımızdan bahsetmeni istemiyorum.”
Mert, önündeki bardağa baktı. “Bunu annemle konuşmadan öğrenemeyiz ki ama…”
Azra öne eğildi. Gözlerinde hem hırs, hem oyunbazlık vardı. “Ona bir oyun oynamayı düşünüyorum ve sen de bana yardımcı ol, olur mu?”
Mert kaşlarını kaldırdı. Gözlerinde bir parça tedirginlik, bir parça merak belirmişti. “Ne geçiyor yine kafandan?”
Azra, bardağın kulpuyla oynamaya başladı. “Ona benden bahsetmedin henüz, değil mi?”
Mert çayından bir yudum aldı, gözleri Azra’nınkine ilişti. “Hayır, sadece abime anlattım.”
Azra başını salladı. Sesi alçaktı ama tonu netti. “Tamam. Şimdi iyi dinle…” Sandalyeye biraz daha yaslanıp planını anlatmaya başladı: “Bugün beni evine götüreceksin. Annenle tanışacağım ama onu hiç tanımıyormuş gibi davranacağım. O beni tanıyacaktır zaten. Sen bir bahaneyle fotoğraf albümünü getireceksin. Gençlik fotoğraflarını görmem lazım, çünkü Medeiros’ta çok genç görünse de… Dünya’da yaşlıdır. Ben de fotoğraflardan birini birine benzettiğimi söyleyeceğim. Daha önce karşılaşmış olup olmadığımızı soracağım. Eğer anlatırsa ne güzel. Anlatmazsa da ben tanımış gibi yapıp doğrudan soracağım.”
Tam o sırada garson geldi. Simit sandviçlerin boş tabaklarını toplarken yerlerine taze çayları bıraktı. Sıcak buhar cam bardağın yüzeyinden ince bir tül gibi yükseldi. Bahçenin arka tarafında bir akvaryumun içinden süzülen balıklar loş ışıkta yavaşça kıpırdıyordu; yapay bitkilerin arasındaki sessizlikte tek belirgin ses, fondaki hafif caz melodisinin ritmiydi.
Mert, şüpheli bir ifadeyle Azra’ya döndü. “Bunu neden yaptığımızı hâlâ tam anlamıyorum.”
“Annene güvenmediğim için yapıyoruz,” dedi Azra, bakışlarını doğrudan Mert’e dikerek.
Mert derin bir iç çekti, çay kaşığını karıştırmadan bırakıp kenara koydu. “Genelde öğrenciler annemi çok otoriter bulur, ona mesafeli dururlar ama... tanısan seversin onu Azra. Bence doğrudan sormak daha mantıklı.”
Azra’nın bakışları yumuşadı. Bu sefer sesi daha samimiydi. “Mert, ben anneni zaten çok seviyorum. Gerçekten. Ama bu aralar, özellikle şu kehanet konusu yüzünden... ona güvenemiyorum. Bir şeyler çeviriyor gibi hissediyorum.”
Mert başını iki yana salladı, sonra gülümsedi. “O zaman doğrudan soralım: ‘Merhaba, ben Mert’in sevgilisiyim. Bu kehanet işinde parmağın var mı acaba?’”
Azra gözlerini devirip alayla iç çekti. “Zaten varsa, anlatır herhalde...”
Mert pes etmiş gibi ellerini havaya kaldırdı. “Tamam, nasıl istiyorsan öyle olsun.” Ardından yüzüne daha sıcak bir gülümseme yayıldı. “Ama ne olursa olsun, Medeiros’ta olman beni gerçekten sevindirdi.”
Azra, hafifçe yan döndü. Çayından bir yudum aldıktan sonra dudaklarının kenarı alaycı bir tebessümle kıvrıldı. “Ya evet, çok güzel oldu. Bakalım senden ne zaman sıkılacağım. Çok uzun sürecek gibi gelmiyor bana…”
Mert’in kaşları kalktı, gözleri şaşkınlıkla büyüdü. “Sıkılmak mı?”
Azra gülerek devam etti. “Evet ya! Dünya’da sen, Medeiros’ta sen… bir rahat bırak. Zamk gibi yapıştın bana!”
Mert bir an duraksadı, sonra kahkahasını tutamadı. Öyle içten bir kahkahaydı ki, Azra bile gülümsememek için dudaklarını ısırdı. “Demek zamk gibiyim, öyle mi?”
Azra omuz silkti, neşesi gözlerinden taşmıştı. “Aynen öyle. Neyse, asıl konuyu söyle—burada askere ne zaman gidiyorsun sen?”
Mert, çayını karıştırarak kurnazca baktı. “Sen beni başından atmaya mı çalışıyorsun yoksa?”
Azra gözlerini kısıp dramatik bir şekilde başını salladı. “Evet. Birkaç ay kafamı dinlerim diye düşündüm.”
Mert omuzlarını silkti, sesi sakindi. “Bir buçuk ay sonra.”
“İyi, iyi... az kalmış şükür,” dedi Azra, abartılı bir rahatlama taklidiyle.
Mert bu kez masaya hafifçe eğildi, gözlerinde muzur bir pırıltı vardı. “Aa, başından atmaya çalışıyor beni. Hiçbir şekilde kurtulamazsın. Seperius’taki ev numarana kadar biliyorum artık.”
Azra irkildi. “Ne?! Nereden biliyorsun?!”
Mert gururla sırıttı. “Dün seni okulda görünce merak ettim. Annemin öğrenci dosyalarını biraz kurcaladım.”
“Annene söyle de seni de okuldan atsın. Yaramazlık bu!” dedi Azra kahkahasını bastırarak.
“Kıyamaz o bana,” dedi Mert, güven dolu bir sesle. “Hem… her gece yanındayım artık.”
Azra’nın kahkahası bir anda kesildi. “Her gece gelmezsin değil mi? Şaka yapıyorsun…”
“Hiç de yapmıyorum. Işınlanabildiğimi unuttun galiba?”
“Annen görürse—”
“Ne yapacak? Bir daha mı okuldan atacak?” dedi Mert, gözlerini kırparak ve kahkaha atarak.
“Anterius fark edip atarsa? Hiç korkmuyor musun?”
“Atmazlar,” dedi Mert, kendinden emin bir ifadeyle. “Hem, seninle aynı evde kalmanın bir cezası varsa da değer.”
Azra başını iki yana salladı, gülümseyerek çayını bitirdi. “Peki… Hadi kalkalım. Annem gelmeden eve dönmem lazım.”
Mert hesap fişine uzanıp masaya birkaç madeni para bıraktı. Sonra birlikte ayağa kalktılar, yavaş adımlarla kafeden çıkıp arabaya yöneldiler. Loş bahçede kalan son çay buharı hâlâ masanın üstünde tütüyordu.
Öğle öncesinin ilk ışıkları gökyüzünü usulca renklendirirken, sahil yoluna paralel ilerleyen araba, deniz kenarındaki sabah sakinliğini geride bırakıyordu. Camdan dışarı bakan Azra’nın gözleri, martıların süzülüşüyle birlikte dalgaların kıyıya çarpışını izliyor, yol kenarındaki balıkçıların attığı oltalarla zaman yavaşlıyormuş gibi hissediliyordu. Kaldırımda sabah sporunu yapanlar, bisikletliler ve çöp toplayan bir kedi, kısa süreli yol arkadaşlıkları gibi geçip gidiyordu.
Arabada ise bir süredir sessizlik hakimdi. Mert sonunda ciddileşerek Azra’ya döndü.
“Azra... şu kehanet hakkında ne düşünüyorsun?”
Azra gözlerini yoldan ayırmadan, hafifçe kaşlarını çattı.
“Dün anlattım ya.”
Mert’in sesi, onun blöfünü çoktan fark etmiş birinin tonunu taşıyordu.
“Azra, o bizi uyarmak, motive etmek için yaptığın konuşmaydı. Ben senin gerçek düşüncelerini merak ediyorum.”
Azra, Mert’in bu kadar kısa sürede onu çözebilmiş olmasına şaşırarak mavi gözlerine baktı. Arabanın içini deniz kokulu bir sabah havası doldururken, derin bir nefes aldı.
“Ben... ilk kehanetin bizimle ilgili olduğunu düşünüyorum. Yani benim ve arkadaşlarımla. Altı dostun göreve çağrılması, içlerinden birinin bilinmeze gitmesi, diğerinin ölmesi... Anterius tehlikede olabilir. Bir savaş geliyor gibi. Bu yüzden herkesin daha sıkı çalışması gerek.”
Kısa bir duraksamadan sonra gözlerini tekrar Mert’e çevirdi.
“Ve... Can, Ebru ya da... sen ve ben... hayati tehlike altındayız.”
Mert dikkatle dinledi. Azra’nın sesindeki endişeyi hissediyordu ama biraz olsun yükünü hafifletmek istiyordu.
“Bana kalırsa Mete'nin yazdığı kehanet bizi daha çok anlatıyor gibiydi. Altı dostun göreve çağrılması... Bence bir savaş çıkacak ve bizi çağıracaklar. Bilinmeze gidecek olan belki Efe’dir. Kamuflaj yeteneği var, istediği şekle bürünüyor. Ölüm riskini hepimiz alabiliriz zaten, biz savaşçıyız.”
Azra dudaklarını büzüp hafifçe alayla başını salladı.
“Gerçekten içimi rahatlattın, teşekkür ederim!” dedi iğneleyici bir tonla. “Efe ölürse, çığlık Ece’nin olabilir. Can giderse, Ebru’nun. Sen gidersen...”
Bakışlarını kaçırmadan tamamladı:
“...benim ya da abinin olabilir.”
“Ece mi?” dedi Mert şaşkınlıkla.
“Evet. Efe’ye hayran.”
Mert başını salladı. “Peki, diyelim ilk kehanet sizsiniz. İkinciyi düşünelim: Kara bulutlar, ruh avcıları, ordular… En sevilen kişi arkadaşlarını korumak için can verecek diyor. Bu kim olabilir?”
“Bizim grupta herkes birbirini çok sever Mert.”
“Ama en çok kimi?”
Azra duraksadı.
“Ben Arda’yı… Ece ve Aslı birbirini… Can ve Ebru birbirini…”
“Arda’yı demek,” diye mırıldandı Mert, yüzünde kısa bir gölge belirdi ama hemen toparladı.
“Grup olarak en çok kimi?”
“Beni,” dedi Azra gözlerini kaçırmadan.
Mert başını salladı.
“Bu sen olacaksın diyelim. Sonra bir fırtına kopuyor… Bunu kim yapabilir?”
“Ebru yapar. Doğa gücü var.”
“Fakat sonunda 'Zamanın çığlığı' diyor. Zaman Can’da. Neden Ebru çığlık atsın?”
Azra sustu. Mert bir an düşündü.
“Peki Karius uyar mı bu kehanete?”
Azra omzunu silkti. Yol artık şehir dışına, otobana çıkmıştı. “En sevilen kişi Rosarin sanırım.”
“Fırtına çıkarabilecek?”
“Lily olabilir. Çizdiklerini gerçeğe dönüştürebiliyor.”
“Zamana hükmeden?”
“Rosarin,” dedi Azra. “O da zaman yolcusu.”
“Bak, bu oturdu işte,” dedi Mert, sanki bir çözüm bulmuş gibi. “Canını veren kişi Lily’nin sevdiği biri olabilir. Fırtınayı Lily çıkarır, Rosarin yani zaman da çığlık atar. Bu durumda her iki kehanet de sizinle doğrudan bağlantılı olmayabilir.”
Azra sessiz kaldı. Sözleri mantıklıydı, ama içini saran o rahatsız edici his gitmemişti. Kürede duyduğu üçüncü kehaneti ona söyleyip söylememekte kararsız kaldı. Henüz zamanı değildi.
“Evet, dediğin gibi olabilir,” dedi sadece.
Mert fazla zorlamadı.
“Yaşanmadan göremeyiz zaten. Ben kehanetleri üstlerle paylaşacağım. Belki özel bir tim kurulur. Biz de elimizden geleni yaparız.”
“Ben de önümüzdeki dönem Karius’a başlıyorum,” dedi Azra. “Rosarin ve grubunu gözlemleyeceğim.”
“İyi olur,” diye onayladı Mert. O sırada navigasyona göz attı. “Adrese geldik.”
Sitenin demir kapısından geçerken, çevre sessizliğe büründü.
Arabayı park ettiğinde Azra kapıyı açmadan Mert’e döndü.
“Mert, sen beni arabada bekler misin? Kadın kadına konuşmak istiyorum.”
Mert kaşlarını kaldırdı.
“Emin misin?”
“Evet. Beni yiyecek değil herhalde.”
Mert tebessüm etti.
“Tamam. Bir şeye ihtiyacın olursa hemen ara. Buradayım.”
“Tamam,” dedi Azra ve kapıyı açtı.
Azra, arabanın kapısını kapatırken kısa bir nefes aldı. Alçak topuklu ayakkabılarının taş zemine her değdiğinde çıkan tok ses, sabah sessizliğini bölüyordu. Girişteki güvenliğe yaklaştı; omuzlarını dikleştirmiş, çenesini hafifçe yukarı kaldırmıştı.
“Erenköy'den gelen bir doktorum,” dedi kendinden emin bir ifadeyle. “Şermin Hanım’la görüşeceğim. Konu acil.”
Görevli, bir an tereddütle baksa da telefonuna uzandı, içeriyi arayıp birkaç cümle fısıldadı. Ardından Azra’ya dönerek başıyla onay verdi.
“Geçebilirsiniz. Üçüncü villa, sağdan.”
Teşekkür edip ilerlemeye başladı. Rüzgâr saç uçlarını savururken, çantasını kavrayan parmakları biraz daha sıkıldı. Bahçeler, budanmış çalılar ve ince uzun palmiyelerle çevriliydi; villalar muntazam dizilmişti. Yüksek duvarların ardında kalan havuzdan çocuk sesleri geliyordu. Kapının önünde durdu, kalbi hafifçe hızlandı. Tokmağı çalarken yüzünü toparladı.
Kapı açıldığında, karşısında beyaz önlüklü orta yaşlı bir kadın duruyordu. Saçları topuz yapılmış, gözlükleri alnına itilmişti.
“Buyurun?” dedi kadın, kaşlarını çatmadan ama temkinli bir sesle.
Azra hafifçe başını eğerek konuştu. “Merhaba, ismim Azra. Şermin Hanım’la görüşmek istemiştim.”
Kadın bir an baktı, sonra başını sallayarak kapıyı ardına kadar açtı. “Buyurun, kendisi bahçede. Ben çağırayım.”
Azra, salona geçerken gözleri yer yer kaydı. Derin koltuklar, krem tonlarında modern mobilyalar ve yüksek tavanın ortasında sarkan cam avize... Amerikan mutfağın ada tezgâhı, bar sandalyeleriyle birleşmişti. Camla kaplı duvarın arkasında, palmiyelerle çevrili yemyeşil bir bahçe ve maviliği parlayan havuz görünüyordu. Yardımcı kadının eliyle işaret ettiği koltuğa ilişti. Avuçlarını dizlerinde birleştirirken göz ucuyla kitaplıktaki felsefe kitaplarını süzdü.
Çok geçmeden topuk sesleri salonun mermer zemininde yankılandı. Girişten süzülen kadın, sabahlığın altına geçirdiği ipek elbisesiyle hâlâ zarif görünüyordu. Saçları kusursuz fönlü, ojeleri taze sürülmüştü. Kadın Azra’ya gözlerini kısıp dikkatle baktı.
Azra ayağa kalktı ve elini uzattı. “Merhaba Şermin Hanım, ben Azra.”
Kadın uzatılan eli görmezden geldi. Dudaklarını zar zor oynatarak konuştu. “Evet. Ne istiyorsunuz?”
Azra, elini yavaşça geri indirirken kaşlarını belli belirsiz çattı. “Ben sizinle Nihal hakkında konuşmak istiyorum.”
Şermin’in göz bebekleri anında küçüldü, dudak kenarı sertleşti. “Öyle birisini tanımıyorum,” dedi, sesi buz gibiydi.
Azra’nın bakışları bir an onun gözlerine takıldı. İçinde belli belirsiz bir kıpırtı… belki geçmişin çürük bir dalı. Yine de sesini yumuşak tuttu. “Tanımıyor musunuz? Yıllar önce ardınızda bıraktığınız bebekten bahsediyorum. Hatırlatmamı ister misiniz?”
Kadın birden başını çevirdi, uzun kestane saçlarını sinirle omzunun arkasına savurdu. Burnundan hırsla nefes alırken sesi yükseldi. “Bu ne cüret! Siz kimsiniz ki—”
Tam o sırada, yukarıdan genç bir kızın sesi duyuldu. “Anne ben çıkıyo... Aa, misafirin mi var?”
Merdivenlerden inen kızın görünüşü Azra’yı kısa bir anlığına dondurdu. Gözleri, Nihal’in yüzünün silinmiş bir yansıması gibiydi.
Şermin hızla döndü, omzunu dikleştirip kızına sıcak bir gülümsemeyle yaklaştı. Aynı anda Azra’ya keskin bir bakış gönderdi.
“Evet kızım, burs verdiğimiz bir öğrenci uğradı,” dedi, sesi zoraki bir şenlikle kaplanmıştı.
Arzu'nun ayakları zarifçe basıyordu yere. Genç kız, Azra’ya dönüp içtenlikle gülümsedi. “Merhaba, hoş geldiniz! Ben çıkıyorum anne, arkadaşlarla buluşacağım. Bu akşam da bir sürprizim var; babamla seni yemeğe çıkaracağım! Hazır olun, altıda!”
Şermin’in kaşları bir an için seğirdi. “Arzu, gerek yok böyle şeylere şimdi,” dedi, sesi sabırsızdı.
“Tamam, ben sizi bölmeyeyim,” dedi Arzu, neşeyle annesini yanağından öpüp evden çıktı. Kapının kapanışıyla birlikte evdeki hava birden bire soğudu.
Şermin’in yüzündeki sahte tebessüm yavaşça silindi. Gözleri, tekrar Azra’ya dönmüştü, bu kez donuk ve savunmada. “Evet! Siz... üstünüze vazife olmayan şeylere burnunuzu sokmayın. Öyle birisini tanımıyorum! Lütfen evimi terk edin.”
Azra, gözlerini kaçırmadan konuştu. Sesi dingin ama netti. “Şermin Hanım… kızınız Arzu bir ablası olduğunu biliyor mu?”
Kadının yüzündeki tüm renk çekildi. Dudakları ince bir çizgiye dönüştü. “Benim bir kızım var. O da Arzu. Bahsettiğiniz kişiyi tanımıyorum.”
Azra, çantasını omzunda düzeltip ayağa kalktı. Gözleri kararlı ama içinde bir sızı saklıydı.
“Demek bilmiyor. Belki de bir kardeş, Nihal’e tutunacak bir dal olur. Belki Arzu da tanımak ister.”
Dönmüş, adımını atmak üzereydi ki, arkasından gelen tiz bir ses onu yerinde durdurdu.
“Bir saniye! Ona bunu söyleyemezsiniz!”
Şermin’in çatılmış kaşlarının altından yükselen telaş, salonun gergin sessizliğini yarıp geçti. Azra, durduğu yerde kalırken omuzları gevşemedi.
“Kime neyi söyleyeceğimi size soracak değilim,” dedi, sesindeki soğukkanlılık keskin bir bıçak gibiydi. “Hoşça kalın.”
“Durun! Oturun, konuşalım!”
Azra bir an tereddüt etti. Parmakları çantasının sapını sıkarken başını çevirmedi.
Az önce "konuşacak bir şey yok" diyen kadının sesinde bu kez titrek bir yalvarış vardı.
“Konuşacak bir şey olmadığını söylemiştiniz,” dedi, yavaşça dönerek kadının gözlerine baktı.
Şermin’in sesi bu kez çatısız, neredeyse kırılgandı. “Oturun, lütfen.”
İçeriye doğru seslendi: “Mesude, bize birer kahve yap.”
Azra yavaşça koltuğa döndü, çantasını yanına bıraktı.
“Peki… konuşalım.”
Şermin Hanım derin bir nefes aldı; burnundan çıkan hava bir an için odadaki kahve kokusuna karıştı. “Ne istiyorsunuz benden?”
“Diğer kızınıza da biraz olsun annelik yapmanızı.”
Salonun geniş penceresinden bahçeye düşen loş ışık, duvardaki tabloya eğri bir gölge vuruyordu. Şermin Hanım’ın yüzü yeniden taşlaştı.
“O benim kızım değil! Onun... onun hayatta bile olmaması gerekiyordu!”
Azra’nın içini bir öfke dalgası yaktı ama sesi çatallanmasın diye kendini zor tuttu.
“Maalesef ki hayatta ama. Hem de sayenizde çok zor bir hayatı olmuş.”
Şermin Hanım, gözlerini kaçırarak koltuğa yaslandı. Perdelerin arasından salınan ağaçların gölgeleri, halının üstünde kıpır kıpır oynuyordu.
“Bakın,” dedi kendini savunurcasına, “ben Nihal’e isteyerek sahip olmadım... Mecbur kaldım!”
“Kesin lütfen!” Azra, bastırdığı öfkenin artık sızmasına engel olamadı. “Doğurmasaydınız o zaman!”
“Doğurmak istedim mi sanıyorsunuz? O zamanlar ondan kurtulmak istedim! Yaşamasını bile istememiştim... Sonra da hep öldüğünü düşündüm!”
Azra dehşetle ona bakarken kolundaki tüyler diken diken olmuştu. Bahçedeki küçük havuzun yüzeyinde ışık yansıyor, salonun tavanında dalgalı desenler oluşturuyordu.
“Siz ne biçim bir insansınız?! Hatta insan mısınız? Ne günahı vardı o küçücük yavrunun? ‘Ölsün istemişmiş’...” Sesindeki titreşim, boğazına oturan öfkeye karışıyordu. “Ben yanlış yaptım buraya gelmekle!” diye söylendi.
“Beni bu şekilde yargılayamazsınız!”
Azra artık kendini tutamadı. Günün ve gecenin bütün yükü, Nihal’in hali, Zeynep'ten duydukları, şu kadının karşısındaki vurdumduymazlığıyla birleşmişti.
“Kes sesini be! Birisine annelik yapabildiğine göre diğerine de yapabilirdin! Sen o günahsızı terk ettin, kendi kaderine bıraktın! Nasıl bu kadar kalpsiz olabildin?! O zavallı kadına, Nihal’e iyi geleceğini düşünmesem, karşına geçip değerli nefesimi harcamazdım bile!”
Şermin Hanım afallamıştı. Dudakları kıpırdadı ama ses çıkmadı. Tül perdeden süzülen ışık, yüzündeki makyajı solgunlaştırıyordu.
“Hasta mı?” diye sordu şaşkınlıkla.
“Evet hasta!” Azra’nın sesi daha da sertleşmişti. “Seni gördükten sonra kolu kanadı kırılmış! Ne dediysen, ne yaptıysan artık, aklını oynatmış zavallı!”
“Nasıl yani... aklını oynatmış?” Gözleri yuvalarından fırlayacak gibi açıldı.
“Ne söyledin ona bilmiyorum,” dedi Azra. “Ama seninle görüştükten sonra işini bırakmış, depresyona girmiş, en sonunda da şizofreni teşhisi konmuş. Bütün dünyasını başına yıkmışsın!”
Şermin Hanım’ın yüzü soldu. Salonun loşluğunda dudaklarının rengi kaybolmuş gibiydi. Kahve fincanlarının buharı aralarındaki gerginliğe eşlik ediyordu.
“Ben... ben bilmiyordum böyle olacağını,” diye kekeledi. “Sadece... sadece hayatımdan çıksın istedim...”
Azra duraksadı. Bu pişmanlık, geç kalmış da olsa, Nihal için bir umut ışığı olabilirdi. Koltuğuna biraz daha yaklaştı.
“Daha bebekken, sana muhtaçken onu terk ettin,” dedi. Sesi suçlayıcıydı ama yargıdan çok gerçekle yüklüydü. “Hiç vicdanın sızlamadı mı bilmiyorum ama o şu anda sana yine muhtaç. Sevgine, ilgine ihtiyacı var. Yıllarca içinde büyüttüğü, kavuşacağı günü beklediği, ona ev yapmak için çok çalışıp mimar olduğu annesine... O evde annesiyle yaşayacağının hayallerini kuran o kızın şu anda her şeyden çok annesine ihtiyacı var. Eğer kalbin tamamen taştan değilse, onu bir kere daha yüzüstü bırakma.”
Duvardaki saat tik tak ederken Şermin paniklemişti. Avuç içlerini ovuşturuyor, gözleri Azra’nın yüzünde yalvarıyordu.
“Ben onu hayatıma alamam! Kocamın, kızımın ondan haberi yok.”
Tam o sırada içeri giren Mesude, ince porselen fincanlarla iki kahve bıraktı. Kahve kokusu taze ve yoğundu, odadaki havayı kısa süreliğine değiştirdi.
Azra hemen fincanı eline aldı, bir yudum aldıktan sonra gözlerini kısmıştı.
“Sorun buysa, ben en kısa zamanda onları haberdar ederim!” dedi, sesinde alaycı bir tehdit gizliydi.
“Hayatım altüst olur! Böyle bir şey yapamazsın!”
“Gayet de yaparım.” Azra fincanını masaya bıraktı, bakışları donuktu. “Madem hayatının altüst olmasını istemiyorsun, madem çenemi kapalı tutmamı istiyorsun, o halde haftada bir gün Nihal’i ziyaret edeceksin. Ona annelik yapacaksın! Yoksa onun hayatını senin altüst ettiğin gibi, senin de hayatını ben altüst ederim!”
“Yapamam!” diye fısıldadı Şermin çaresizlikle.
Azra ayağa kalktı. Perdelerin arasından süzülen ışık gövdesini yarıya kadar yutmuştu.
“Peki, sen bilirsin. Günah benden gitti!” dedi ve çantasını aldı. “Kahve için teşekkürler, görüşmek üzere.”
“Dur!” diye bağırdı Şermin arkasından. “Kahretsin! Tamam... Tamam, göreceğim onu. Ama kimseye bir şey söylemeyeceksin, söz ver!”
Azra içinden, Heh! Şöyle yola gel, diye geçirdi ve gülümseyerek arkasını döndü.
“O zaman hazırlan, gidelim.”
Şermin’in yüzü bir anlığına dondu. Tereddütle karışık bir heyecan gölgelenmişti bakışlarında.
“Şimdi mi?”
“Evet, hemen şimdi göreceksin onu.”
Şermin’in omuzları düştü, salondaki duvar lambasının titrek ışığında yaşlı görünüyordu.
“Başka çare bırakmıyorsun... Bekle, üzerimi değiştireyim,” dedi ve salondan çıktı.
Şermin hazırlanırken Azra gözlerini odada gezdirdi. Şık döşenmiş salon, derli toplu ama ruhsuzdu. Bahçedeki palmiye ağacının gölgesi, camdan içeri uzun bir çizgi halinde sızıyordu.
Azra, vitrinde duran fotoğrafları inceledi. Karizmatik bir adam, yanında gülümseyen genç bir kız... Demek Nihal’i herkesten saklamıştı. Annesi ve kız kardeşiyle çekilmiş eski bir fotoğraf dikkatini çekti. Hızla çerçevesinden çıkarıp çantasına attı, boş çerçeveyi görünmeyecek bir yere bıraktı ve sakince yerine oturdu.
Biraz sonra Şermin Hanım salona döndü. Saçları taranmış, üstünü değiştirmişti.
“Gidebiliriz.”
“Yakın zaten buraya, Erenköy’e gideceğiz,” dedi Azra. “Dışarıda arkadaşım bekliyor, birlikte gideriz.”
Şermin tereddüt etti, dudakları aralandı. “Ben kendi arabamla gelirim.”
Azra hemen atıldı, onun karar değiştirmesinden endişelenmişti.
“O zaman ben de size eşlik edeyim.”
“Nasıl istersen,” dedi Şermin, boğuk bir sesle.
Evden çıkarken Azra bir yandan çantasını omzuna yerleştirdi, bir yandan telefonunu çıkardı. Mert’e mesaj attı: “Çıktık. Erenköy’e gidiyoruz. Bizi takip et.”
Mert’ten kısa ve net bir cevap geldi: “Tamam.”
Şermin Hanım’ın arabasına birlikte bindiler. Evin önündeki küçük bahçede taş patika ıslaktı, gece serinliği yaprakları ağırlaştırmıştı. Bahçedeki havuza düşen ışık titreşiyor, her şeyin ardında kalan gerçekler gibi kıpır kıpır bir yalanı andırıyordu.
Arabada bir süre sessizlik oldu. Caddenin iki yanında sıralanmış kafelerden kahkaha sesleri yükseliyor, vitrinleri güneşle parlayan mağazaların önünde insanlar gezinip duruyordu. Arabanın içinde ise sadece motorun homurtusu ve klimanın serin uğultusu vardı.
Sonra Şermin Hanım sordu: “Sen Nihal’in arkadaşı mısın?”
“Sayılırım,” dedi Azra ve hemen konuya girdi: “Sen neden bıraktın onu?”
Şermin Hanım içini çekti. Gözleri, camdan dışarıya, parkta oynayan çocuklara takıldı bir anlığına. “Uzun bir hikayesi var bunun.”
“Olsun, ben dinlerim,” dedi Azra. “Yolumuz kısa ama özetlersin herhalde.”
Şermin Hanım yan gözle Azra’ya baktı, ifadesi hem tetikte hem yorgundu. “İnatçı bir küçük hanımsın sanırım.”
“Nasıl istersen öyle düşünebilirsin.”
“Saygısızsın da.”
“Değilim,” dedi Azra net bir şekilde. Ellerini kucağında sıkmıştı. “Sadece sizin gibi insanlara saygı duymuyorum.”
“Nasıl bir insanmışım ben?”
“İnsan gibi görünen ama olmayan.”
Şermin’in yüzü kasıldı. Gözlerini yoldan çekmeden konuştu: “Bilmiyorsun ki! Bu kadar kolay yargıya varıyorsun hakkımda.”
“Anlat o zaman, bileyim,” dedi Azra meydan okurcasına.
Şermin Hanım, direksiyonu biraz daha sıkı kavradı. Kalabalığın içinden geçerken kaldırımda yürüyen bir genç kıza gözleri ilişti; yüzü anlık bir kederle buruştu. Belki de kendi gençliğini hatırlamıştı.
Bir an sessizlik oldu. Şermin Hanım hem kızgın hem de belki biraz konuşma ihtiyacı duyan bir ifadeyle Azra’ya baktı, derin bir iç çekti. Torpidoyu açtı, içinden bir şişe su aldı. Kapaktaki çıtırtı, arabanın içindeki sessizliği yarıp geçti. Suyu içtikten sonra zorlukla anlatmaya başladı.
“Ben küçük bir yerde büyüdüm... Babam ben bebekken ölmüş. Annem gündeliğe giderdi, anca karnımız doyardı.” Caddeden geçen bir motosikletin sesi içeri uğultu gibi dolarken gözleri boşluğa kaymıştı. “Mahalleli rahat bırakmazdı annemi... Dul kadın olmak zordu o zamanlar...”
Azra, başını çevirmeden dinliyordu. Elinin tersiyle gözüne kaçan bir tozu ovuşturdu.
“Sonra annem eve bir adam getirdi. ‘Baban,’ dedi. Ama ben o adamı hiç sevmedim, korktum ondan.” Duraksadı, sesi titriyordu. Arabanın camından süzülen ışık, yanaklarına düşen gölgeleri kıpırdatıyordu. “Gel zaman git zaman... o adamın davranışları değişti... Bakışları, dokunuşları... Korkunçtu. Kaçmaya çalışırdım ama beni yalnız yakalardı... Küçücüktüm ben... O adam bana yıllarca anlatılması zor, korkunç şeyler yaşattı.”
Şermin Hanım'ın sesi kısıldı. Ellerini direksiyonda sıkarken boğazındaki düğüm sesine yansıyordu. “O yaşta bir kızın neler hissettiğini anlayamazsın belki...”
Azra’nın elleri dizlerinin üzerindeymiş gibi görünse de fark ettirmeden titriyordu. Bakışları, cama yansıyan binaların üstünden kayıp geçiyordu; bakmıyor, kaçıyordu. Gözlerinin dolduğunu gizlemek için göz kapaklarını kırpıştırdı. Şermin’in anlattığı o küçük, çaresiz kızın görüntüsü zihninde canlanmış, içi paramparça olmuştu. Bu kadar derin bir acıyı, bir çocuğun yaşayabileceği bu korkunç ihaneti hayal etmek bile zordu.
Boğazını temizleyip sesini kontrol etmeye çalışarak, fısıltıyla sordu: “Başka su var mı?”
Şermin, direksiyon başında ellerini sıkıca kavramıştı; başparmakları direksiyon simidinin derisinde gezinirken gözleri ileride, ama zihni geçmişteydi. Göz ucuyla Azra’ya dönmeden konuştu:
"Torpido da bir tane daha var."
Azra kemerini hafifçe gevşetip torpidoya uzandı. Plastik şişenin serinliği eline değdiği an hemen kapağını çevirdi, neredeyse bir dikişte içti. Suyun boğazından geçişi içindeki gerginliği silemedi ama en azından dilindeki kuruluğu aldı.
Motorun homurtusu otoyolun uğultusuna karışırken, Şermin’in sesi biraz daha kısıldı ama netti:
"Bu yıllarca sürdü... Anneme söyledim, bana kötü şeyler yapıyor dedim..." Direksiyonu hafifçe sıktı, sesindeki titreşim ellerine geçti. "İnanmadı bana. Belki de korktu, bilmiyorum... Ama nasıl duymazdı o ağlamalarımı, çığlıklarımı..."
Azra yan koltukta dik oturmuştu; gözleri dışarıdaki refüjlerden geçerken şehir, çarpık silüetleriyle uzaklara doğru akıp gidiyordu.
Şermin, sol şeritte bir kamyonu geçerken frene hafifçe dokundu.
"Sonra... o korkunç olayların sonunda hamile kaldım. Ailem beni bir odaya kapattı. Bir yolunu bulup kaçtım. Nereye gideceğimi bilmeden bir kamyona bindim, İstanbul'a geldim."
Sözcükler boğazından, yol çizgileri gibi aralıksız dökülüyordu. "Kamyoncu... o da farklı değildi. Beni bir eve kapattı... Doğuma yakın da... başka bir yere sattı."
Gözlerini yoldan ayırmadan bir an için burnunu çekti.
"Nihal'i o korkunç yerde, bir tuvalette doğurdum. Doğar doğmaz da... onu geride bırakmak zorunda kaldım. Belki bulunur, kurtulur diye düşündüm ama..."
Fren pedalına hafifçe bastı, sanki hatıraya bir ağırlık koyuyordu.
"Ama daha çok ölmesini diledim. Orada büyümesinden daha iyiydi bu."
Azra’nın su şişesinin kapağına parmaklarıyla bastırması, içindeki bastırılmış öfkenin dışavurumuydu. Gözlerini kadının ellerine kaydırdı; direksiyona tutunmuş bu parmaklar bir zamanlar korkudan tırnaklarını etine geçiren eller miydi?
Boğazını temizledi.
"Peki sen bu duruma nasıl geldin?"
Sesi yavaş ve kontrollüydü ama içinde hâlâ bir titrek damar vardı.
Şermin dudaklarını araladı, hafifçe güldü, acıyla.
"‘O durumdaki kız’ nasıl hanımefendi oldu, değil mi?"
Azra başını salladı.
"Evet."
Şermin virajı dönerken vites değiştirdi, ardından konuşmaya devam etti:
"Eşimle o kötü yerde tanıştım. Turgut... zengin bir ailenin tek oğluymuş. Hayatına hiç kadın girmemiş. Arkadaşları zorla getirmişler. Ben on dokuzdum, o yirmili yaşlarındaydı."
Arka camdan yansıyan ışık, dikiz aynasından gözlerine vurdu. Ama o göz kırpmadı, sadece anlatmaya devam etti:
"Meğer ailesi evlendirmek istiyormuş, o da kızları beğenmiyormuş... Erkeklerden de hoşlanıyormuş aslında. Sonra bana bir anlaşma teklif etti."
Gaza hafifçe bastı, önündeki aracı geçti.
"Evlenirsek ailesi rahat bırakacakmış. Bir de çocuk yaparsak, kimse ses etmezmiş. Şartları vardı: Kocalık beklemeyecektim, dışarıdan normal bir aile gibi görünecektik, ben ona karışmayacaktım... ama ben de dikkatli olacaktım."
Omzunu geriye doğru itti, sanki sözleşmenin yükü hâlâ sırtındaydı.
"E ben zaten erkek görmek istemiyordum. Tek şart koştum: Tek çocuktan sonra o işler olmayacak dedim. O da kabul etti. İyi arkadaş olduk. Yoldaş olduk Turgut’la. İyi bir insandır."
Azra, koltuğun kenarına kaykıldı.
"Ee, Nihal’i niye söylemedin ona?"
Şermin’in gözleri bir an yan aynadan Azra’yla buluştu, sonra tekrar yola döndü.
"Nasıl söyleyeyim? Beni kimsesiz bir kız olarak tanıttı. Ona bile zor ikna oldular. Bir de çocuklu olduğumu öğrenseler, kabul ederler miydi? Turgut da etmezdi."
Sağ eliyle vites topuzuna vurdu, siniri parmaklarının ucunda yankılanıyordu.
"Başka şansım yoktu oradan kurtulmak için. Riske atamazdım. Zaten Nihal çoktan ölmüştür diye düşünmüştüm!"
Azra, camın soğukluğuna yanağını yasladı. Gözkapakları ağırlaştı ama zihni ayakta, aykırı, yorgundu.
"Ben olsam ne yapardım?"
Cevap aramadı. Çünkü o cevabın içinden çıkacak olan kişi, kim olduğunu değiştirebilirdi.
Su şişesini tekrar dudaklarına götürdü. Ama su bile, bu hikâyenin hissini söndüremeyecek kadar sönüktü.
Şermin’in direksiyon başındaki elleri gevşedi, sesi yumuşaklaştı. "Sen... sen çok üzüldün, değil mi?" dedi, göz ucuyla Azra’ya bakarak. Sözleri anaç bir şefkat taşıyordu, sanki bir annenin kızına dokunur gibi.
Azra gözlerini kaçırdı, boğazındaki düğümü yutkundu ama çözülmedi. Caddenin kıyısında yürüyen çocukların şekerli bağırışları kulaklarına karışmıştı, ama hiçbirine odaklanamıyordu. İçinde bir yerlere saplanan diken gibi, bu kadın hâlâ onu şaşırtıyordu.
Şermin bir an sustu, ardından sesi kısık ama kararlı döküldü: "O dik bakışlı kızın içinde yumuşacık bir kalp varmış meğer. Ben geride bıraktım o günleri... Unuttum... Unutmaya çalışıyorum. Ağlama..."
Azra elini burnuna götürüp yüzünü toparlamaya çalıştı. Sırtını hafifçe koltuğa yasladı. Gözlerinde hala öfke vardı ama bu kez yanında bir başka şey daha: anlayışa yaklaşan bir acı.
Başını yana eğerek iç geçirdi. "Çok tuhafsın gerçekten," dedi, sesi biraz daha düzleşmişti.
Şermin'in kaşları kalktı, dudağında hafif bir gülümseme belirdi. "Nedenmiş o?"
Azra'nın dudakları titredi. "Kendi kızına acımamışsın, dünyayı başına yıkmışsın ama şimdi... burada... bir yabancının gözyaşlarına üzülüyorsun."
Şermin omzunu hafifçe kaldırdı, direksiyonun başında dizine vurur gibi sessiz bir iç çekişle başını salladı. "Senin dilin hep ayarsız mıdır böyle?" dedi, ama sesinde kırgınlıktan çok alışkanlık vardı. "Öyle olmadı o iş. O kız büyümüş, çok güzel, ayaklarının üzerinde duran bir genç kadın olmuş. Aramış beni, bulmuş. Yıllarca benimle yatmış kalkmış, hayaller kurmuş... Ne diyecektim ona? ‘Annen kötü yollara düşmüştü’ mü yoksa bu dünyaya nasıl geldiğini mi? Ben onun hayallerinde 'kötü' ama 'temiz' kalmak istedim."
Azra sessizdi. Ellerini kucağında kenetlemişti. Dışarıda seyyar satıcıların bastıran sesleri camın içinden boğuk boğuk geliyordu. Balık kokusu arabaya sızmıştı; sokakla geçmiş arasında bir bağ vardı artık.
Şermin başını yana çevirdi, gözlerini yola dikti. "Biliyor musun Azra," dedi, sesi yavaşça kırıldı. "Nihal’i doğurduğumda ne yüzüne bakabildim onun, ne kokusunu çekebildim içime. Korktum... Bir öpsem, bir koklasam... bırakamam diye. Evet, ben ona hiç sahip olmak istemedim. Her gördüğümde paramparça olacaktım. Ama... bir yanım ‘yavrum’du işte. Aylarca... o ağlama sesi gitmedi kulaklarımdan."
Azra'nın gözleri buğulandı. Göz pınarlarında duran o son damlayı geri itti. İçindeki öfke artık bir çocuk gibi köşeye sinmişti, ama hâlâ vardı.
"Size çok acıdım," dedi, kelimeleri dudaklarından titreyerek döküldü. "Ama... bir yanım hâlâ o terk edilen, anne hayalleri kuran masum bebeğe daha çok üzülüyor. Ne yaparsanız yapın... bunu haklı çıkaramam."
Şermin, dudağında acı bir tebessümle, yola dalgınca bakmaya devam etti. "Fazla dürüstsün," dedi, sesi yorgun ama içtendi. "Ben hak ver demiyorum ki... Sadece sebebini bil, anla istedim."
Azra alnını parmaklarıyla ovdu. Kaldırımda yürüyen bir çiftin çocuklarını çekiştiren hâli gözünün ucundan geçti. "Neden sarılmadın ona?" dedi, sesi içten ama sitemliydi. "Sarılsan belki ikinizin de yaraları sarılırdı. Tamam, onunla gitmeseydin... ama hiç değilse tanımaya çalışsaydın..."
Şermin'in göz kapakları titredi, parmakları direksiyonu sıktı. "Bir sarılsaydım..." dedi, sesi fısıltıya dönmüştü. "...o kokusunu içime çekseydim... bir daha bırakamam diye korktum belki."
Azra ona çevrildi, gözlerinin içiyle sordu: "Bırakmasaydın? Şart mıydı?"
Şermin gözlerini kırpıştırarak dışarı baktı. Işıklarda durmuşlardı, yanlarındaki bankanın önünde insanlar sıra olmuş, bir çocuğun dondurması yere düşmüştü. "Anlattım ama..." dedi sonunda. "Bu duyulursa Arzu her şeyi öğrenir. O da benim çocuğum. Turgut bunu kabul etmez. Herkesin hayatı altüst olur."
Azra derin bir nefes aldı, kolunu camdan dışarı çıkarmak ister gibi bir hamle yaptı ama sonra vazgeçti. "Şimdi ne yapmayı düşünüyorsunuz peki?" diye sordu, bakışlarını tekrar Şermin’e çevirerek.
"Ne hakkında?"
"Nihal hakkında. Eğer haftada bir ziyaret etmezseniz... gerçekten her şeyi altüst edeceğim ben."
Şermin başını eğdi, gözlerini kapadı. "Edeceğim," dedi, sesi ne teslim olmuştu ne direnmiş. "Ama sen beni tehdit ettiğin için değil..."
Azra, kelimelerin altına inmek ister gibi yaklaştı: "İyileşirse... ona iyi gelirseniz ne yapacaksınız?"
Şermin gözlerini kırpıştırdı. "O ne demek?"
"Yani... yine bırakacak mısınız onu?"
Bir anlık sessizlik. Motorun sesiyle caddenin uğultusu birbirine karışmıştı.
"Ona o zaman bakarız," dedi Şermin, kaçamak bir tonda. "Hem... şizofreni iyileşmez ki."
"Evet ama... tedavi edilebilir," dedi Azra, bakışlarını sabitleyerek.
"Onu o zaman düşünürüz... dediğim gibi," diyebildi ancak Şermin.
Azra gözlerini kısmıştı. Son bir kez, kararlı bir ifadeyle, "Onu bir daha bırakma," dedi.
Tam o sırada araba hafifçe yavaşladı, kaldırıma yanaştı. Şermin direksiyon başında aracı durdurdu. "Geldik."
Azra hemen elini kaldırıp onu durdurdu. "Bir dakika, inme hemen," dedi hızlıca. Arabanın dikiz aynasını kendine doğru çevirdi. Yüzü ağlamaktan kıpkırmızıydı, göz kenarlarında makyaj akıntıları, dudaklarında suskunluğun tortusu. Çantasından ıslak mendil çıkarıp yüzünü temizlemeye çalıştı. Parmakları biraz titriyordu ama toparlandı. Kapıyı açtı, hafif bir rüzgar yüzüne vurdu.
O sırada Mert’in arabası yanlarına yanaştı.
Azra, hastane bahçesinin taşlı yolunda yürürken topuklarının hafif tıkırtısı arasına arada soluk alış verişleri karışıyordu. Gözleri biraz donuktu, düşünceler içinde kaybolmuş gibiydi.
Mert, adımlarını hızlandırarak yanına yaklaştı. Kaşlarını hafifçe çattı, sesi alçak ve endişeliydi. "Ne oldu Azra, iyi misin?"
Azra dudaklarını sıkarak kısa bir süre sustu, ardından başını hafifçe salladı. "İyiyim, merak etme," dedi ve Şermin Hanım’a döndü, sesi hafifçe titreyerek: "Bu, Nihal’in annesi."
Mert, şaşkınlıkla Şermin Hanım’a baktı; sonra kendini toparlayıp nazikçe başını eğdi. "Memnun oldum, ben de Mert."
Şermin Hanım, Mert’e hızlı ve ifadesiz bir bakış attı, gözlerini kaçırıp elini uzatmadı. Azra’nın içinden sessizce geçti: Yaralar hâlâ çok derin... Geçmiş orada hâlâ kanıyordu.
Azra hemen telefonunu çıkardı. "Bir saniye," dedi, numarayı tuşlarken, "Nihal’in doktorunu arayacağım." Şeyma açtı telefonu. Ona Nihal'in annesiyle birlikte hastaneye geldiklerini söyledi. Sesi karşıdan şaşkındı. "Azra, odada seni bekliyorum."
Koridorun sonuna doğru ilerlerken sessizlik, üzerlerine bir yük gibi çökmüştü. Duvarlardan yansıyan floresan ışıklarının solgunluğu, Azra’nın yüzünü daha da beyaz gösteriyordu. Temizliğe rağmen sinmiş antiseptik koku ve kapalı pencerelerden gelen tıkanık hava, her adımda içlerini daraltıyordu.
Mert, Azra’nın yanında ağır adımlarla yürürken başını ona çevirdi. Parmaklarını usulca Azra’nın eline kenetledi. Gözlerinde, onun gerçekten iyi olup olmadığını anlamaya çalışan sabırlı bir dikkat vardı.
Azra, göz ucuyla Mert’e baktı ama karşılık vermedi. Gözleri hâlâ Şermin’in çatlamış sesinde, titrek ellerinde takılı kalmıştı. Zihninde hâlâ o ses vardı: “Annem inanmadı... belki de korktu...”
Üçü birlikte durdular. Şeyma’nın odasının kapısı, koridorun ucunda tekdüze beyazlığıyla sessizce bekliyordu. Azra, kapının önünde kısa bir an durdu, derin bir nefes aldı ve sessizce içeri girdi. Ayakkabısının zeminde çıkardığı yumuşak tıkırtı odada yankılandı.
Şeyma, masasının arkasında oturuyordu. Bilgisayar ekranından başını kaldırıp gülümsedi. Ama bakışları Azra’nın arkasındaki silueti fark ettiğinde gülümsemesi kısaldı. Gözleri irkildi, dudak kenarları gerildi. Nihal'in bölük pörçük hatıraları o an zihnine hücum etmişti. Yüzünü bir doktora yakışan şekilde hemen toparladı.
Azra, başını hafifçe eğerek nazikçe konuştu: "Merhaba, müsait misin?"
Şeyma yerinden yarı doğrularak yavaşça başını salladı. "Müsaitim Azra, gel."
Azra, birkaç adım daha atıp masaya yaklaştı. Gözlerini Şeyma’dan ayırmadan yumuşak bir ses tonuyla fısıldadı: "Bak, Nihal’in annesini getirdim. Belki tedaviye yardımcı olur diye düşündüm."
Şeyma’nın gözleri kısa bir an Şermin’e kaydı. Bakışında şaşkınlıkla karışık tereddüt belirdi. "İyi yapmışsın ama... onu nasıl buldun?"
Azra hafifçe omuzlarını silkti, gözlerini yere indirdi. "Uzun hikâye. Nihal’in yaşadıkları... beni çok etkiledi. Elimden gelen bir şey olsun istedim."
Şeyma, hafifçe başını sallayarak sandalyesine geri yaslandı. Bir an düşündü. "Peki... bize biraz müsaade edin. Nihal hakkında konuşmamız iyi olur."
Azra, cebinden çıkardığı telefonu ekranı kapatarak yerine koydu. Gözleri hâlâ Şermin’in donuk bakışlarında takılıydı. "Tabii, konuşun. Ama çok vaktimiz yok. Önce Nihal’i görmek istiyoruz, sonra gideriz."
Şermin, ilk kez sesi daha tok ve net çıkacak şekilde konuştu. "Ben de önce kızımı görmek istiyorum."
Şeyma, hafifçe ellerini kaldırarak araya girdi. "Tamam... ama hep birlikte girmeyeceksiniz içeri."
Azra, kaşlarını çatarak Şeyma’ya döndü. Gözlerinde hem anlayış hem acele vardı. "Mert içeri girmeyecek. Ben sadece bir görüp çıkarım, olur mu? Annesinden önce görmek istiyorum."
Şeyma, kısa bir duraksamayla dudaklarını ısırdı. Ardından resmi bir tonla konuşmaya başladı. "Normalde böyle bir şeye izin verilmez..."
Azra, derin bir nefes alıp başını hafifçe geriye yasladı. Gözleri boşluğa sabitlenmişti, sesi kararlı ama yorgundu. "Evet evet, yasak olduğunu biliyorum!"
Koridorun sonunda bir kapı aralandı, içerden hafif bir sandalye gıcırtısı ve uzak bir fısıltı yankılandı. Akıl hastanesinin dokunulmamış yalnızlığı, üzerlerindeki gerilimi daha da belirginleştiriyordu. Masanın üzerindeki dijital saat sessizce dakikaları sayarken, Şeyma’nın yumuşak ama mesafeli gülümsemesi odadaki buz gibi havayı biraz eritti.
Şeyma, gözlerini Azra’dan ayırmadan hafifçe başını salladı. “Tamam, yine bir istisna yapıyorum sana. Çünkü son geldiğinden beri Nihal seni unutmadı. İnanır mısın, ‘Tekrar gelecek Azra,’ dedi.” Derin bir iç çekişle ekledi: “Hadi gidelim. Ama lütfen onu kızdırmayın, ani hareketlerden kaçının, çok yaklaşmayın!”
Azra, topuklarının sertçe parke zeminde hafifçe tıklaması eşliğinde, “Tamam,” dedi, sesi kararlı ama içinde hafif bir huzursuzluk vardı. Doktor odasının kapısından dışarı adım attıklarında, beyaz duvarlar ve donuk floresan ışıklarının soğuk parlaklığı Azra’nın teninde hafifçe titredi.
Koridora geldiklerinde, demir kapıların arkasından yankılanan kahkahalar ve ara ara çığlıklar gibi gelen rahatsız edici sesler, soğuk havayı daha da ağırlaştırıyordu. Koridorun uzunluğu boyunca, kilitli kapıların ardında, kırılmış ruhların tedirginliği ve karmaşası havaya çarpıyor gibiydi. Duvarlar arası yankılanan bu uğultu, burada herkesin savaş verdiğinin sessiz kanıtıydı.
Şermin’in sesi endişeyle titredi: “Yaklaşmayın derken neden? Isırıyor mu?”
Şeyma, yüzünde sakin ama uyarı dolu bir ifadeyle cevapladı: “Hayır. Ama korkabilir, tepkilerini kontrol edemeyiz. Zarar görmenizi istemem.”
Şermin, beklenmedik bir cesaretle ağır adımlarla öne doğru adım attı. “Ben biraz yaklaşmak istiyorum. Yanımda olun, her türlü riski göze alıyorum!”
Şeyma, kaşlarını çatarak kapıya yöneldi: “Tedbirli olmalıyız yine de,” dedi, kapıyı aralayıp içeri girdi.
Mert ve Şermin kapının dışında beklerken, Azra ile Şeyma odaya sessizce adım attılar.
Nihal, yatağında değildi. Oda içinde, kontrolsüz ve hızlıca sağa sola sallanıyordu. Azra’yı görünce aniden durdu, gözleri birden parladı. “Azra’sın sen! Azra yine geldin!” diye bağırdı heyecanla, sesi odanın soğuk duvarlarında yankılandı. “Söyledin onlara değil mi? Anlattın Karius’u?”
Şeyma hemen araya girdi, sesini sakin ama otoriter tuttu: “Evet, anlattı Nihal. Çok güzel bir yermiş orası.”
Nihal, sevinçle tekrarlandı: “Evet, çok güzel, çok çok güzel! Ee, artık bırakın beni! O da biliyor, oradan geliyor o da! Deli değilim ben!”
Azra, gözlerinde şefkat ve yumuşaklıkla yaklaştı: “Nihal, aslında bugün Karius’tan bahsetmek istemiyorum. Sana birisini getirdim.”
Nihal, şaşkın ama meraklı gözlerle baktı. “Kim? Kimi getirdin? Zeynep mi yoksa?”
Azra hafifçe başını salladı. “Hayır, başka biri. Ama ona Karius gibi şeylerden bahsetmesen olur mu?”
Nihal başını hızlıca salladı. “Evet, yasak, değil mi? Yasak. Tamam. Kim geldi?.. Oo, ne çok da savaşçı var dışarıda! Gelin, gelin!”
Şeyma kapıyı biraz daha aralayıp, dışarıdan Şermin’i içeri aldı. Kapı eşiğinde durduğunda, Nihal annesini görünce donup kaldı. Yüzündeki heyecan aniden kayboldu; yerini derin bir korku ve acı aldı. Dizlerinin üzerine çöktü, elleriyle yüzünü kapattı ve ileri geri sallanmaya başladı. Aklından çıkmayan o eski cümleleri fısıldıyordu: “İstemedi... Atmış beni... Sevmiyormuş... İstemiyor...”
Azra, Şermin’in anlattıklarını hatırladı. O korkunç geçmiş, o yıkılmış hayat... Şermin aslında Nihal’i değil, geçmişin gölgesini reddediyordu. Ama yine de bunca acıya rağmen buraya gelmişti. Belki de bu bağ, Nihal’in iyileşmesinin tek yolu olacaktı.
“Dur...” diyen Şeyma’ya aldırmadan, Azra yavaşça Nihal’in yanına yaklaştı. Diz çöküp nazikçe çenesini kavradı, gözlerinin içine baktı. “Nihal,” dedi, sesi yumuşak ama güçlüydü, “Annen senin için geldi. Seni sevdiği için geldi. Hastalandığını öğrenince çok korktu.”
Nihal, gözleri yaşla dolarken başını iki yana salladı. “Sevmedi... Sevmedi... Attı, geride bıraktı beni...”
“Hayır,” dedi Azra kararlılıkla. “Seni seviyor.”
Kapının önünde donup kalmış Şermin’le göz göze geldiler. Gözleri dolmuş, ama yaşları akmadan kendini zor tutuyordu. Azra, ona yol verip kenara çekildi.
Şermin, titreyen adımlarla Nihal’in yanına yürüdü, diz çöktü. Sesini zorla çıkarıyordu: “Kı... Kızım...”
Nihal, ‘hayır’ der gibi başını iki yana sallamaya devam etti. Fakat birden Şermin onun üzerine atıldı ve onu sımsıkı sardı. Yıllar boyunca içinde tuttuğu tüm acı, pişmanlık ve bastırılmış sevgi, boğazından çıkan hıçkırıklar ve acı dolu çığlıklarla patladı:
“Kızım! Bebeğim! Affet... affet beni!”
Şimdi Nihal de ağlamaya başladı. Gözleri sıkıca kapalıydı ama az sonra yavaşça açtı. Yıllar sonra ilk kez annesinin yüzüne bakıyordu. “Anne?” diye fısıldadı titrek bir sesle. “Geldin... almaya geldin beni sonunda.”
“Ah! Geldim kızım,” dedi Şermin hıçkırıklar içinde. “Geldim.”
Nihal’in donuk ve fersiz bakan gözleri o anda hafifçe parladı. Azra, sarılmış anne-kızın arasından sessizce çekildi, ağır adımlarla odadan çıktı.
Nihal, kapı arkasından bağırdı: “Azra! Mutlaka öderim! Elbet bir gün öderim, teşekkür ederim!”
Koridora adım attığında Azra’nın yanaklarından yaşlar süzülüyordu; yüzünde hafif, buruk ama umutlu bir gülümseme vardı. Mert, endişeyle ona baktı.
Hastane odasından çıkarken Azra'nın adımları ağır, gözleri hâlâ doluydu. Loş ışık altında uzayan gölgeleriyle koridorda sessizce ilerlediler. Kapalı demir kapılar geçilirken, içeriden yükselen boğuk çığlıklar ve anlaşılmaz kahkahalar Azra’nın içini ürpertti. Paslı bir menteşenin iniltisi gibi yankılandı aklında, henüz kapanmamış acıların sesi gibi.
Sert bir nefes alarak başını öne eğdi. “Hadi gidelim,” dedi kısık bir sesle.
Mert, göz ucuyla ona baktı. Elini yavaşça uzatıp Azra’nın soğuk parmaklarını kendi avcunun içine aldı. Dokunuşu nazikti ama içindeki telaş parmak uçlarına sinmişti. Birlikte yürümeye devam ederlerken, Mert dudaklarını araladı.
“Ağlıyorsun.” Sesi yumuşaktı, adımlarını ona uydurmuştu. “Arabada gelirken de fark ettim. Şermin bir şey mi dedi? Neden ağladın?”Azra gözlerini kaçırdı. Yanıtlamadan önce dudaklarını ısırdı, göz kapaklarını bir an sımsıkı kapadı. Mert’in bakışlarındaki samimi endişeyi hissedince içini çekti, sesi neredeyse fısıltıya dönüştü.
“Hikayesini anlattı bana…”
Mert, başını hafif yana eğerek yüzünü inceledi. “Ne üzdü seni bu kadar?”
Azra birkaç adım daha attı, ardından durdu. Bakışları kararsızdı. Sonra başını kaldırdı ve dudaklarında kısa bir titremeyle konuştu.
“Önce tuvalete gideyim. Yüzümü toparlamam lazım… Sonra annenin yanına geçeriz. Yolda anlatırım.”
“Tamam,” dedi Mert, ona zaman tanıyan bir ifadeyle başını salladı.
Azra tek başına koridorun sonunda yer alan kadınlar tuvaletine yöneldi. Kapıdan girerken bir an durup arkasına baktı. O demir kapılar, o sesler, az önceki gözyaşları... İçinde tuhaf bir ürperti dolaştı. “Bir gün buraya hasta olarak dönmek…” düşüncesi ürkütücüydü. Başını çabucak çevirip içeri girdi.
Musluğu açtı, yüzüne soğuk su çarptı. Aynaya baktı. Kızarmış gözleri ve solgun teni, ağlamanın izlerini saklayamıyordu. Çantasından küçük bir makyaj çantası çıkarıp göz altlarına pudra sürdü, kirpiklerini biraz belirginleştirdi. Dudaklarını silip sade bir renkle boyadı.
Aynadaki yansımaya bakarken, dudakları arasından hafif bir iç çekiş döküldü. Yüzü daha toparlıydı ama içinde hâlâ o boşluk vardı. Nihal’in sözleri, Şermin’in çaresiz sarılışı, her şey hâlâ taptazeydi zihninde.
Kapıdan çıkıp yeniden Mert’in yanına döndü. Sessizce koluna girdi. Bahçeye doğru yürürlerken çimenlerin üzerindeki güneş desenleri adımlarına eşlik ediyordu.
Mert, onu uzun uzun süzdü. Arabanın kapısını açıp direksiyonun başına geçti. Motoru çalıştırırken yumuşak bir tebessümle başını çevirdi.
“Daha iyi görünüyorsun,” dedi, ama sesinde hâlâ bir kuşku gizliydi. “Ne yaşamış da bu kadar üzüldün?”
Azra koltuğuna otururken yavaşça emniyet kemerini bağladı. Camdan dışarı bakarak birkaç saniye sessiz kaldı. Sonra hafifçe başını Mert’e çevirdi, dudaklarında kırılgan bir gülümseme vardı.
“Yolda anlatacağım…”
Azra, başını cama yaslamış halde şehrin kalabalığını izliyordu. Camdan yansıyan silueti, gözlerinin çevresinde hâlâ ince bir kırılganlık taşıyordu. İstanbul’un trafiğinde ilerleyen arabada, arka fonda korna sesleri ve uzaktan gelen sokak satıcısının bağırışları vardı. Gözlerini hafifçe kıstı, boğazından geçen cümleleri yavaşça sökmeye başladı.
“Çok zor şeyler yaşamış…”
Sesi neredeyse uğultulu motor sesine karışıyordu. Azra anlatırken yüzü donuktu ama her kelimede dudakları biraz daha titriyordu.
“Fakir bir mahallede büyümüş… Babasını küçük yaşta kaybetmiş. Annesi çaresiz kalınca yeniden evlenmiş. Eve gelen adam, başta sessizmiş. Ama zamanla… davranışları değişmiş.”
Yol, caddelerdeki kafeleri geride bırakıp refüjlerle ayrılmış dört şeritli bir otoyola dönüştükçe, Azra’nın sesi de daha içe döner olmuştu. Parmak uçları dizlerinin üzerinde kenetlenmiş, tırnakları avuç içine gömülüyordu.
“Çocukluğunu elinden almış o adam… Anlatması zor şeyler yaşatmış. Her gece. Yıllarca.”
Boğazı düğümlendi. Göz kapaklarını kapattı. Bir çocuğun çaresizliğini, kapının eşiğinde korkuyla titreyen minik bir bedeni gözünde canlandırdı.
“O yaşta bir kızın ne hissettiğini tam olarak anlatamam Mert, ben de bilmiyorum… ama kendimi yerine koyunca, düşünmesi bile korkunç.”
Direksiyonun başındaki Mert, yoldan gözünü ayırmamıştı ama elleri beyazlamıştı artık. Parmak kemikleri gerilmiş, çenesi sıkılmıştı. Şehrin silueti arka planda flu akarken, dudaklarının arasından bastırılmış bir nefret mırıldandı.
“Hangi hayvan… küçücük bir çocuğa bunu yapabilir!”
Azra’nın sesi daha da alçaldı.
“Ve annesi… inanmamış ona. Ya da inanmak istememiş. Belki de korkmuş. Ama ne olursa olsun… duymamış ağlamalarını sözde.”
Araba deniz kenarına doğru kıvrıldığında, martı sesleri ve serin ışık Azra’nın yüzüne vurdu. Ama içindeki sis, bu manzarayı silemeyecek kadar yoğundu.
“Sonra…yıllar sonra, hamile kalmış. O zaman ailesi onu bir odaya kilitlemiş. Kaçmayı başarmış ama… nereye gideceğini bilmeden atlamış bir kamyona. Umutla.”
Bir an sessiz kaldı. Mert kaşlarını çatmış, ön camdan uzaklara bakıyordu.
“Ama o kamyoncu da… başka bir cehenneme taşımış onu. Doğum yaklaşana kadar bir yere hapsetmiş ve kullanmış. Sonra o da satmış. İnsanların kötülüğünü ne içim, ne aklım almıyor...”
Arabada sanki hava eksilmişti. Azra gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. Sesindeki çatlak büyüyordu.
“Nihal’i… çok kötü şartlarda doğurmuş. Ve bırakmak zorunda kalmış. Belki biri bulur kurtarır diye… Belki de sadece… ölmesi için.”
Birden Mert’in öfkesi patladı. Yumruğu direksiyona indi, ama sesi hâlâ kontrollüydü.
“Şerefsiz herifler! O üvey baba… o kamyoncu… bulup gebertmek lazım hepsini!”
Sonra başını yana çevirip Azra’ya baktı. Gözlerindeki alev bir anda yerini hüzne ve derin bir şefkate bıraktı.
“Peki ya Şermin? Daha çocukmuş… Ne yapabilirdi ki? Ona kızmamak lazım...”
Azra başını eğdi, sesi kederle bulanmıştı.
“Bilmiyorum… O da geçmişin pisliği Nihal'miş gibi sıyırmış atmış işte onu. Ama sanırım bir insan, böyle şeyler başına gelince kendini suçlu hisseder. Sanki… kirlenmiş gibi. Ne yaparsa yapsın bir daha temizlenmeyecekmiş gibi hisseder.”
Mert hızla başını iki yana salladı. Sesi, keskin ve netti:
“Hayır!”
Bir an göz göze geldiler. Azra onun kararlılığında yanan saf öfkeyi ve merhameti hissetti.
“Altın çamura düşerse değeri kaybolmaz Azra,” dedi Mert. “Suç bunları yaşayanlarda değil, yaşatanlarda. Asıl pislik onlar.”
Azra cevap veremedi. Boğazındaki yumru biraz gevşemişti. Kalbinin etrafını saran ağır sisin içinde, bir açıklık belirmişti.
Araba dar sokaklara saparken, şehir gürültüsü yavaşça geride kalmıştı. Pencereden sarkan çamaşırlar, boş çocuk parkları ve çiçekli balkonlar eşlik ediyordu sessizliğe.
Mert direksiyonu hafifçe kırarak park yerine yanaştı. Cümleleri daha hafif ama ayakta kalmaya kararlıydı:
“Hadi toparlan,” dedi. “Annemin karşısına böyle çıkma. Ona oyun oynayacağız, yüzünden bir şey anlaşılmasın.”
Azra başını salladı, dudaklarında yorgun ama inatçı bir kıvrım belirdi. Derin bir nefes aldı, yüz ifadesi yavaşça değişti.
“Hazırım.”
Mert direksiyonu yavaşça kırıp arabayı villanın önüne park ettiğinde, ikisi de neredeyse aynı anda kapıyı açtı. Mert, anahtarını cebine koyarken bir yandan da Azra’nın eline uzandı, tereddütsüz ve neredeyse alışkanlıkmış gibi. Azra, kısa bir an onun yüzüne baktı ama bir şey söylemeden başını eğdi. Topuklarının taş zemine çarpan sesi bahçenin sessizliğini delerken, birlikte merdivenlerden aşağı indiler.
Yoldaki çakıllar ayaklarının altında çıtırdadı. Villanın modern demir bahçe kapısına vardıklarında, rüzgâr hafifçe hamağı sallıyor, limon ağacından düşen bir yaprak yere süzülüyordu. Renk renk çiçeklerin kokusu havaya sinmişti. Bir köşedeki rüzgâr çanı, tiz bir ezgiyle titredi.
Kapıyı orta yaşlı, hafif toplu bir kadın açtı. Gözlerinin etrafındaki çizgiler, yapmacıksız bir gülümsemeyle belirginleşti.
"Hoş geldin oğlum," dedi sıcak ama ölçülü bir tonla. Ardından gözleri Azra’ya kaydı. Ne yüzü gerildi ne de yumuşadı. "Azra, sen de hoş geldin."
Azra, başını hafifçe eğdi. Sare onu tanıyordu. Hatta... bekliyordu. Bu, sıradan bir ziyaret olmayacaktı.
Evin içine girip bir alt kata indiler. Zemindeki taş, ayaklarına serinliğini geçirirken geniş camlardan süzülen ışık, perdelerde soluk bir sıcaklık bırakıyordu. Çıktıkları ikinci bahçe, daha mahrem görünüyordu. Yüksek çitlerle çevriliydi, yer karoları tertemizdi, çiçek saksıları simetrik şekilde dizilmişti. Cam sehpanın yanında limon ağacından sarkan meyveler, havaya ince bir turunç aroması yayıyordu.
Sare şık koltukları gösterdi. Gerginliği bedenine yayılmıştı ama sesi ev sahibi gibi sıcaktı.
"Siz oturun, ben içecek bir şeyler getireyim. Aç mısınız?"
Azra, ince deri koltuğun kenarına usulca ilişirken gözlerini Sare’den ayırmadı.
"Teşekkür ederim. Çok kalmayacağım. Aç değilim."
Cümlesi, bahçeyi kaplayan sıcak havaya rağmen buz gibi düşmüştü.
"Peki, hemen geliyorum." Sare'nin topuk sesleri, taş karolar boyunca ritmik bir yankıyla uzaklaştı.
Kısa süre sonra limonata bardaklarıyla döndü. Camların birbirine değdiği tını, kısa bir sessizlikte yankılandı. Sare hiç dolanmadan konuya girdi. Bakışları Azra’ya kilitlenmişti.
"Tekrar hoş geldin, Azra. Beni tanıyabildin mi bilmiyorum..."
Azra gözlerini kısmıştı, içinde bir gerilim titreşiyordu.
"Ben Seperius’un okul müdüresiyim. Yani yalnızca Mert’in annesi değilim."
Sözlerinin ardından bahçede bir yaprak kıpırdadı. Sare, Azra’nın tepkisini ölçmeye çalışırcasına kısa bir duraksama verdi.
"Evet, tahmin ettiğin gibi burada olmam tesadüf değil. Seni izlemek için yaşadığın yere taşındım. Çok güçlü bir iletkensin. Medeiros’la bağlarını ve dünyadaki yaşantını gözlemlemek istedim."
Konuşmasının sonunda sesi çatallaştı, soğukla karışmış bir itiraftı bu.
"Ama tahmin edemediğim bir şey oldu: Mert sana âşık oldu."
Azra’nın kaşları hafifçe çatıldı, dudakları kıpırdamasa da gözlerinde bir kıvılcım yandı.
"Neden beni gözlemlemek istediniz?"
Sare hafifçe güldü ama o gülüş, bahçedeki kuşların şakımasını bile susturacak kadar donuktu.
"Kimse senin bir ruh avcısı olmanı istemez, değil mi? Ve açık konuşacağım, Mert’in sana âşık olması, hiç hoşuma gitmedi."
Mert’in vücudu öne eğildi, boğazı kasıldı. Sesinde parçalanmış bir camın çatlaması vardı.
"Anne!"
Azra’nın sesi bu kez daha doğrudandı. Cümlelerini seçerken, bahçeye yayılan limonata kokusuna rağmen içinde bir metal soğukluğu vardı.
"Neden hoşlanmadınız bu durumdan?"
Sare'nin yüzündeki çizgiler sertleşti, sesi keskinleşti.
"Çünkü bir kehanet var. İki oğlum da, kocam da Medeiros’ta. Ama sen... çevrendekilere zarar veriyorsun. Nasıl yaptığını bilmiyorum ama çok asisin. Ve bu asiliğin oğullarımı tehlikeye atabilir. Bu yüzden birlikte olamazsınız."
Mert ayağa kalktı, öfkesi bahçenin havasını bile ağırlaştırmıştı.
"Buna sen karar veremezsin, anne! Ben onu seviyorum!"
Sare’nin dudakları gerildi, çenesi kasıldı.
"Zaten karar vermiyorum, sadece söylüyorum. Bu ilişkiye asla onayım olamaz. Bunu bil, Mert Böke."
Mert ellerini yumruk yaptı, sesi yükseldiğinde kuşlar irkilmişti.
"Sen iyice saçmalamaya başladın! Abim ve babam nerede?"
Sare, gözlerini hiç Azra’dan ayırmadan yanıtladı.
"Birazdan gelirler."
Azra, içindeki öfkeyi bastırarak alaycı bir tebessümle sordu:
"Demek Mert’le burada karşılaşacağımı hiç düşünmedin, öyle mi?"
Sare kollarını göğsünde kavuşturdu, yüzü taş gibi ifadesizleşti.
"Tabii ki karşılaşacaksınız. Ama âşık olacağınızı düşünmedim."
Tam o sırada bahçenin diğer ucundan Uraz’ın neşeli sesi geldi. Ardından ona daha kalın bir ses eşlik etti. Azra başını çevirdiğinde, gölgeden adım adım çıkan iki figürü gördü. Mert’in babası, sarışın, kısa saçlı, mavi gözlü, heybetli bir adamdı. Diğeri ise buğday tenli, kahverengi gözlü ve gülümsemesiyle aydınlanan Uraz’dı.
Baba figürü önce Sare’ye, sonra Mert’e baktı. Sonunda bakışlarını Azra’da sabitledi ve yüzü alışılmadık bir yumuşaklıkla aydınlandı.
"Hoş geldin kızım," dedi, sesi bir kaya kadar tok ama samimi.
Azra hemen ayağa kalktı. Vücut dili temkinli ama kendinden emindi.
"Hoş bulduk."
Uraz yaklaştı, gülümsemesi yayılıyordu.
"Hoş geldin Azra!"
"Hoş bulduk, Uraz."
"Yiğit," dedi göz kırparak. "Yiğit Uraz. Dünya’da sadece Yiğit. Sen ‘abi’ de istersen sorun olmaz."
Azra hafifçe tebessüm etti. Uraz, Sare’ye benziyordu ama ondan çok daha sıcak bir ışığı vardı.
Gözlerini Sare’ye kaydırdı, sesi duyulacak kadar netti.
"Ben gideyim en iyisi. Müdüre Hanım, biraz önce oğluyla ilişkimize onay vermediğini söyledi."
Mert’in babası bir an Sare’ye döndü, bakışları sertti. Ardından Azra’ya dönerek yumuşak ama net konuştu:
"Kızım, Sare’ye bakma. O bir anne. Küçük oğlunu da çok sever, kıskanmıştır. Ama siz birbirinizi seviyorsanız, bize düşen saygı duymaktır. Hem, evladımın sevdiği kız benim de kızımdır."
Azra başını eğdi. Yüzü kontrol altındaydı ama gözlerinde şaşkınlık kıpırdanıyordu. Sare'nin dudakları gerildi, çenesi kasıldı ama tek kelime etmedi.
Azra, koltuğun kenarından kalkarken ayak bileğinin altındaki taş zeminde ince bir tını yankılandı. Rüzgârda uçuşan birkaç kuru yaprak ayaklarının çevresinde dönerken sesini sabit tutmaya çalıştı.
“Teşekkür ederim,” dedi Atilla’ya dönerek, sesi net ama içten bir hüzünle titrekti. “Ama şu anda fazlalık gibi hissediyorum. İstenmediğim yerde durmak huyum değildir. Gitsem iyi olacak.”
Cam sehpanın üzerindeki limonata bardakları hâlâ buğuluydu; biri Azra’ya uzatılmadan önce yalnızca masanın kenarına bırakılmıştı. Azra, o bardağın farkında olarak ama hiç dokunmadan yürüdü.
Mert, gözlerini büyüterek arkasından hızla ayağa kalktı. Sertçe itilen koltuğun ayakları yer karolarında gıcırdadı.
“Senin olmadığın yerde ben de durmam,” dedi, sesi aniden yükseldi. “Ben de geliyorum seninle!”
Atilla, oğluna bir baba kararlılığıyla döndü, duruşunu dikleştirerek net konuştu.
“Sen otur,” dedi tok bir sesle. Sözlerini duvar gibi kurdu. Ardından Azra’ya dönerken yüzü yumuşadı; rüzgâr çanının arkasından gelen tiz sesi bastıran, dingin ama otoriter bir tonla konuştu:
“Konuşacağız. Ben seni evine bırakayım kızım. Tek gitme.”
Azra duraksadı. Serinlik taşlardan ayak bileklerine doğru yükselirken Sare’yi süzdü; kadın olduğu yerde donup kalmış gibiydi, dudakları kıpırdamıyor, sadece bakıyordu.
Azra’nın bakışları kısa bir şaşkınlıkla Atilla’ya döndü. Teklif ciddiydi, dürüsttü ama aynı zamanda bir sınav gibiydi. Yine de içindeki onur duygusu öne çıktı.
“Çok teşekkür ederim, efendim,” dedi nazikçe. “Ben giderim, zahmet etmeyin.”
Atilla kaşlarını çattı; yanıtı bekleneni vermiyordu. Gömleğinin yakasını düzeltti, ardından göz temasını koruyarak bir adım daha yaklaştı.
“Olmaz. İnat istemem, hadi gel. Ben bırakırım,” dedi. Bu sefer tonunda tartışmaya açık tek bir harf bile yoktu.
Azra hafifçe başını eğdi, dudaklarında kısa bir tebessüm gezindi, itaatten değil, bu dürüst ısrar karşısında duyduğu saygıdandı.
“Peki o zaman,” dedi ve ona katıldı.
Taş merdivenleri birlikte çıkmaya başladılar. Azra’nın topuk sesleri bahçeye yayıldı; arka planda hâlâ ince ince esen rüzgâr, hamağı sallıyor, metal rüzgâr çanı hafifçe titriyordu. Limon ağacından düşen bir yaprak, Azra’nın omzuna çarptıktan sonra yere savruldu. Sare’nin bakışları hâlâ üzerlerindeydi ama artık konuşmaktan çok uzak bir suskunlukla donmuştu.
Tam villanın iç kısmına yönelmişlerdi ki içeriden Mert’in öfkeli sesi duyuldu. Azra başını hafifçe çevirdi ama kelimeleri seçemedi; tonundan, annesine çıkıştığı belliydi.
Arabaya vardıklarında Atilla, kararlı bir adımla öne geçti. Önce Azra’nın kapısını açtı; jestleri zarif ama öğreten bir adamın alışkanlığıydı bu. Azra sessizce oturdu. Oturduğu koltuğun derisi güneşte ısınmış, havada hâlâ limonata ve çiçek kokusu asılıydı.
Atilla direksiyona geçti, göz ucuyla Azra’ya baktı. Arabanın motorunu çalıştırırken iç çekti. Bir süre hiçbir şey söylemeden arabayı yola çıkardı.
Azra, arabanın camından dışarı süzülen ışıklara göz gezdirirken sessizliği yumuşak bir sesle deldi. Gözlerini yoldan ayırmadan konuştu:
“Mert size çok benziyor,” dedi, dudaklarında hafif bir tebessümle.
Atilla yan aynadan bir anlık bakış fırlattı, sesi sabit ama ölçülüydü.
“Evet, Mert bana… Yiğit annesine benzer.” Ardından gözlerini yola çevirdi. “Sen kime benziyorsun? Annene mi, babana mı?”
Azra omuzlarını hafifçe kaldırarak yanıtladı, sesi düşünceliydi.
“İkisine de benzerim ben.”
Araba bir tümseğe yaklaşırken Atilla direksiyonu biraz daha sıkı kavradı. Konuyu ustaca başka bir yöne çekti.
“Mert seninle bir gelecek düşünüyor sanırım. Ama sen kararsız gibisin.” Göz ucuyla dikiz aynasından baktı, bakışlarında yumuşak ama delici bir merak vardı. “Baksana, ilk tümsekte kaçtın.”
Azra kaşlarını kaldırdı, gözleriyle yan koltuktaki adamı süzdü. Camdan yansıyan çocuk kahkahaları kısa bir an dikkatini dağıttı; bisiklet süren bir grup çocuk, kaldırım taşlarının üzerinde yarış yapıyorlardı.
“O engel sizin eşinizdi,” dedi, sesi biraz daha kendinden emindi. “Ben kaçmadım hem… taktik yaptım diyelim.”
Atilla’nın dudak kenarları kıvrıldı.
“Taktik mi?” dedi, başını azıcık yana eğerek.
“Evet,” dedi Azra, gözlerini devirmeden ama hafif bir muziplikle. “Öyle denebilir.”
Atilla gözlerini kısa bir süre yoldan ayırıp, gerçekten ilgileniyormuş gibi sordu.
“Bak sen… Neymiş taktiğin, anlat bakalım, bilelim.”
Azra çenesini hafif kaldırdı, burnunu hafifçe çekti.
“Anlatamam.”
Direksiyon başındaki adamın kaşları çatıldı, sesi biraz daha ciddileşti.
“Neden?”
Azra gözlerini kaçırmadan dürüstçe yanıtladı, sesi kararlıydı.
“Çünkü size güvenmiyorum. Karınızın kocasısınız. Ona yaptığım taktiği sizinle paylaşırsam olur mu hiç?”
Atilla önce şaşırdı, ardından kahkaha atmamak için dudaklarını ısırdı.
“Demek bana, kocası olduğum için güvenmiyorsun...” Yüzündeki ifade eğlenceyle karışıktı. “İyi ama taktik yaptığını söyleyecek kadar güvendin demin.”
Azra hafifçe omuz silkti, arabanın camından dışarıya bakan gözleri bir an yakındaki manavdan çıkan bir kadına takıldı. Kadının poşetinden sarkan yeşilliklerle sokak akşamının ritmi içinde ilerliyorlardı.
“Ee... ileride gelininiz falan olurum belki, beni yanlış değerlendirin istemedim.”
Atilla bu sözle kahkahayı patlattı. O tok, içten kahkaha arabanın içinde yankılandı.
“Peki gidip Sare’ye ‘taktik yapıyormuş bizim kız’ dersem ne olacak?”
Azra, onun eğlencesine katılırken gözlerini kıstı.
“O da ‘Taktiğin alasını ben yapıyorum, hak ettim,’ demeyecek herhalde.” Sonra çenesini hafifçe öne uzattı, sesi hafif meydan okuyordu. “Hem siz söyleyecek gibi değilsiniz bence. Oturup karınızla benim dedikodumu mu edeceksiniz? Kocaman adam sonuçta.”
Atilla tekrar güldü, bu kez direksiyona vurdu parmaklarıyla.
“Demek kocaman adam dedikodu edecek değil, öyle mi? Yanılıyorsun küçük hanım. Eve gider gitmez seni çekiştirip arkandan bir sürü konuşacağım.”
“Ne diyeceksiniz mesela?” diye sordu Azra merakla, gözlerinde bir parıltı vardı.
“Bir de söyleyeyim sana öyle mi?” dedi Atilla, gözlerini yoldan ayırmadan.
Azra gülümsedi.
“Elbette! Günaha girmeyin şimdi durduk yerde. Tamamen sizi düşünüyorum ben, yoksa beni ilgilendirmez karınızla muhabbetiniz.”
Atilla’nın mavi gözleri, kısa bir an için yan aynada durdu. Aynadaki yansıması, yaşanmışlıkla dolu ama eğlenceli bir adamın izlerini taşıyordu.
“Bak sen şu işe… Demek oğlum senin gibi bir kıza aşık oldu.”
Azra’nın yanakları hafifçe kızardı. Gülümsemekle kaçınmak arasında bir yerde takıldı sesi.
“Nasıl bir kıza?”
“Yaramaz bir kıza benziyorsun.”
Azra hemen karşılık verdi, dudakları ince bir tebessümle kıvrıldı.
“Hm, demek bunu anlayacak kadar çok kız tanıdınız... Ben de bunu karınıza söylesem mi acaba?”
“Aa, bunu nereden çıkarttın?” dedi Atilla keyifle.
Azra sanki sohbeti sonuna kadar zorlamaya kararlı gibiydi.
“Ee, yaramaz kızları iyi tanıyorsunuz anlaşılan. Artık ortak birer sırrımız var bence. İkimiz de çenemizi kapalı tutalım. Zira Sare huysuzdur, yaramaz kızlar falan kesmesin sizi gece.”
Atilla bir kahkaha daha patlattı.
“Huysuz, he... Tamam, ben taktiği söylemiyorum, sen de yaramaz kızları. Anlaştık mı?”
“Şimdilik evet,” dedi Azra.
“Nasıl şimdilik?” diye sordu Atilla gözlerini kısmışken.
“Belki ileride gelininiz falan olursam, zavallı kaynanama acır, ağzımdan kaçırabilirim. İşte onun sözünü veremiyorum.”
“Bak sen şu kıza, gelin olacakmış bir de!” dedi Atilla gülerek.
Azra’nın cevabı, yarı ciddi yarı şaka bir tonla geldi.
“Olamaz mıyım?”
Atilla'nın gülümsemesi soldu, sesi bu kez daha içtendi.
“Olamazsın küçük hanım...” dedi, gözlerinde hafif bir nem vardı. “Benim kızım yok... ama olsun çok istedim. Olmadı. Sen benim kızım olur musun?”
Azra, beklenmedik bu teklif karşısında bir an donakaldı. Gözleri yavaşça Atilla’ya döndü, boğazı düğümlendi ama sesini gülerek sakladı.
“Aa, bir babama sorun bakalım, veriyor mu kendi kızını size?”
Atilla bir kahkaha daha attı, gülüşü bu kez daha kısaydı ama sıcaktı.
“Çok alemsin! Uzun zamandır bu kadar gülmemiştim. Ne zaman istersen gelir sorarım babana, izin veriyor mu diye.”
Azra gözlerini kaçırmadan ama içi ısınarak takıldı:
“Ben de biraz düşüneyim o arada, bana uygun bir baba mısınız diye...”
Tam bu tatlı anın içinde Atilla’nın yüzü ansızın ciddileşti.
“Azra... Sen Sare’ye 'Müdüre Hanım' dedin, değil mi?”
Azra’nın gülüşü söndü, bakışları buğulandı.
“Evet.”
Atilla, bir tespitte bulunur gibi konuştu.
“Seperius’tansın o zaman.”
“Öyleydim.” Azra’nın sesi bu kez daha donuktu. “Bir dönem sonra Karius’a devam edeceğim. Karınız beni okuldan attı.”
Atilla'nın kaşları hızla havaya kalktı.
“Nasıl attı?”
Azra omuz silkti.
“Baya böyle dilekçeli falan attı işte.”
“Ne yaptın okuldan atılacak?”
Azra kısa ama öz anlattı: izinsiz güç kullanımı, yasak bölgeye girme… Atilla başıyla onaylarken dikkatle dinliyordu. Ama o mavi gözlerinde, eğlenceden başka bir şey daha belirmişti: tanıdık bir sızı.
“Bu kadar şeyi nasıl yapabildin? Yetin ne senin?”
Azra kısa bir duraksamadan sonra yanıtladı.
“Ben… İletkenim.”
Araba yavaşladı. Atilla’nın yüzünde beliren gölge gözlerini donuklaştırmıştı. Azra’ya sanki ilk defa görüyormuş gibi uzun uzun baktı.
“İletken demek...” diye fısıldadı. “Mert sana aşık olmasa şaşardım zaten. İletkenler... küçük, sevimli baş belaları.”
Azra şaşırmıştı, içinde garip bir ürperti hissetti.
“Daha önce tanışmış gibi konuşuyorsunuz,” dedi hafif bir tedirginlikle.
Tam o sırada araba yavaşladı. Evlerinin önüne gelmişlerdi.
“Şurada durabilirsiniz. Teşekkür ederim.”
Atilla arabayı park etti.
“Çok memnun oldum Azra. Ne zaman istersen gel, olur mu?”
Azra onun samimiyetine rağmen bir adım geri çekildi.
“Söz veremem, Sare beni istemiyor. Tekrar teşekkür ederim. Hoşça kalın.”
Kapıyı açtı ve dışarı adım attığında, bisikletini süren küçük bir çocuğun kahkahası sokağa yayıldı. Göz ucuyla Atilla’ya bir kez daha baktı ve evine yürüdü. Atilla, o girene kadar onu izledi… sonra sessizce arabayı çalıştırdı ve uzaklaştı.
Azra kapının önünde durdu, elindeki anahtarı biraz oyalayarak çevirdi. Sokaktan gelen çocuk çığlıkları, minibüs kornaları ve uzaktan bir köpeğin havlaması, evin içindeki sükûneti dışarıdan zorluyordu. Taş zemine değen topuklarının kısa yankısı verandada sönüp gitti.
Bahçenin kuytusunda bir an durdu, telefonunu eline aldı. Ekrana bakınca içi irkildi. On iki arama...
“Ah, sessizde bırakmışım!” diye mırıldandı kendi kendine, kaşlarını çatarak. Çok kızacak şimdi... Parmakları hızla ekrana kaydı, saat dört olmuştu.
Yavaşça kapıyı açtı. Ev, kekik ve zeytinyağıyla karışmış bir yaprak sarma kokusuyla doluydu. Salonda açık olan televizyonun sesi kısılmış, yalnızca ekrandaki görüntüler duvarlara yansıyordu. Sema Hanım alçak bir sehpanın etrafına yayılmış yaprakların ortasında çalışıyordu. Azra’yı görür görmez yerinden birden kalktı.
Gözleri telaşla doluydu. “Neredesin sen?!” diye seslendi, sesi titrek ve sinirliydi. “Kaç kere aradım, ne kadar merak ettim?!”
Azra ayakkabılarını çıkarırken başını hafifçe eğdi, mahcup bir ifadeyle konuştu. “Özür dilerim anne... Telefonu sessize almışım, unutmuşum. Şimdi gördüm aramalarını.” Uydur bir şey Azra, çabuk...
Gözlerini kaçırarak elini saçlarının arasından geçirdi. “Erken gelmişsin... Ne zaman geldin?”
Sema Hanım ellerini kalçalarına dayayarak ofladı. “Oluyor birkaç saat. Neredeydin sen?!”
Azra, koltuğun köşesine ilişti, omzunu silker gibi yaptı. “Sıkıldım evde. Biraz gezdim. Sinemaya falan gittim işte. Telefon sessizdeydi, sonra unuttum... görmedim.”
Sema Hanım bir adım daha yaklaştı, gözleri dolmuştu. “Niye haber vermiyorsun? Endişeden öldürecek misin beni sen!?”
Azra hafifçe arkasını döndü, annesinin koluna sarılarak yanağına kısa bir öpücük kondurdu. “Özür dilerim... Erken geleceğini bilmiyordum. Sadece biraz dolaşmak istedim. Üzerimi değiştirip hemen geliyorum.”
Odadan çıkarken gözleri, duvarda yıllardır asılı duran annesi ile babasının düğün fotoğraflarına takıldı. Yatağının ucuna oturup, hızlıca eşofmanını giydi, sonra ellerini yıkayıp mutfaktaki sabun kokusuyla burnunu serinletti. Salona döndüğünde Sema Hanım yeniden yaprakların başındaydı.
Kadının yüzü bu kez daha yumuşaktı. “Anlat bakalım. Ne yaptın Mert’le?” dedi, bir yaprağın ucunu pirinçle doldururken göz ucuyla kızını süzerek.
Azra yere çömeldi, yapraklardan birini koparıp incelemeye başladı. “Pek bir şey yapmadım...” Gözlerini kaçırarak ekledi. “Tanımaya çalışıyorum.”
“Nasıl gidiyor tanıma çalışmaların peki?” Sema Hanım, kelimeleri bilerek uzattı, yüzünde hafif bir gülümseme belirdi.
Azra hafif bir iç çekişle cevapladı. “Pek görüşemedik bu aralar. Normal işte.”
Annesi başını eğip kıkırdadı. “Elini çabuk tut, çabuk tanı da hemen evlendirip kurtulayım senden.”
Azra gözlerini devirdi, ama gülümsedi. “Hıh... Ben gidersem bu evin bütün neşesi gider, ona göre.”
Sema Hanım çaydanlığı ocağa koyarken sesini yükseltti. “Hiçbir şey olmaz! Akın Bey üniversiteye, sen de yuvanı kurarsın, ben de kocamı alır bir güzel gezerim!”
Azra kaşlarını kaldırarak karşılık verdi. “Ne o, Türkiye turu mu yapacaksınız?”
“Türkiye olur, dünya olur. Onu o zaman düşünürüz.”
“Sen ciddi misin?” dedi Azra, bir eliyle sarmalardan birini ağzına atarken.
“Ciddiyim elbette. Babanın da benim de emekli olmamıza az kaldı. Akın seneye son sınıfa geçiyor... Sen de evlenirsin belki, yaşın da uygun.”
Azra bir an durdu. Gözleri annesinin yüzünde takıldı, sonra bakışlarını pencereye çevirdi. Perdeden sızan güneş, halının üstünde sarı bir yama bırakıyordu.
Başını çevirip annesine baktı. “Anne... Eğer böyle bir düşüncen varsa, illa ki benim evlenmemi bekleme. Ben kendi başımın çaresine de bakabilirim.”
Sema Hanım yavaşça ona döndü, bu kez sesi daha sakin ve anlayışlıydı. “Onu biliyorum Azra.” Duru bir iç çekişle devam etti: “Biz bir emekli olalım da önce... günü geldiğinde konuşuruz bunu. Belki başka bir şehirden ev alırız, yazı orada, kışı burada geçiririz.”
Azra yavaşça başını salladı. “Neden hareketli bir ev yaptırmayı düşünmüyorsunuz?”
“Karavan gibi mi?”
“Evet, öyle de denebilir.”
“Olabilir ama karavan biraz küçük olmaz mı?” Annesi kaşlarını çatmıştı.
“Tiny house tarzı bir şey olabilir. Taşınabilir ama daha geniş.”
Azra’nın cümlesi bitmeden, mutfaktan babasının öksürüğü duyuldu. Ardından terlik sesi... Kısa süre sonra Mehmet Bey salona girdi, saçları dağınık, gözleri henüz uyanıklığa ikna olmamıştı.
“Ne oluyor burada? Dünya turu mu planlıyorsunuz?” diye mırıldandı, elini başına götürerek.
Sema Hanım kahkahasını tutamadı. “Evet, uyanınca seni alıp kaçacağız. Haberin olsun!”
Mehmet Bey koltuğa yığıldı. “Benim uyanmam için kahve gerek.”
Azra kalkıp mutfağa yöneldi. “Tamam baba, geliyor kahve.”
Kapıdan bu kez Akın girdi. Okul çantasını koridora fırlatır gibi attı. “Açlıktan ölüyorum. Ne var yemekte?”
Azra arkasına bakmadan seslendi. “Sarma! Ama önce çantanı doğru düzgün koy!”
Akın mırıldanarak çantasını yerden aldı. “Tamam yaa...”
Güneş yavaş yavaş perdelerin arasından çekilirken, akşamın huzurlu telaşı evi sardı. Çaylar dolduruldu, tabaklar doldu. Dışarıda hâlâ çocuk sesleri vardı, ama içeride zaman yavaşlıyor gibiydi.
Sema mutfakta çay demlemekle meşguldü. Çaydanlığın altındaki alev hafifçe tıslıyor, salonun loşluğuna mutfağın sıcacık buharı karışıyordu. Bu sırada Azra sessizce telefonunu eline aldı, parmakları alışkanlıkla Mert’in ismine dokundu.
Karşıdan gelen ses yorgun ama sıcak bir tebessüm taşıyordu. “Sesini duymak iyi geldi.”
Azra başını koltuğun arkalığına yaslayıp gözlerini kapadı. “Senin de... Nasılsın? Hâlâ gerginlik var mı evde?”
Karşıda kısa bir iç çekiş duyuldu. Mert’in sesi biraz daha düşük bir tonda devam etti. “Yiğit annem ve babam... Akşam yemek öncesi hararetli bir tartışma yaşadılar. Anneme yükleniyorlar, bizim ilişkimiz üzerinden. Seni okuldan atması falan. İyice karıştı ortalık.”
Azra, parmaklarını kanepe kumaşının dokusunda gezdirdi. Tabii, olaylar dalga dalga yayılıyor... “Çok mu sert davrandılar? Üstüne çok gitmeseydiniz.”
“Babam biraz daha politik tabii. Meseleyi senin etrafından uzaklaştırıp 'genç öğrencilerin' dedi birkaç kere. Ben ortamı yumuşatmaya çalıştım ama... bilmiyorum.”
Azra başını yana eğdi. “İyi misin peki?”
Mert cevap verirken klavye tıkırtıları araya karıştı, bir yandan bilgisayar başında olduğu belliydi. “Ben iyiyim. Kod yazıyordum, dikkatimi dağıttığın iyi oldu.” Hafifçe gülümsedi. “Sen nasılsın?”
Azra'nın yüzünde sıcak bir ifade belirdi. “Bugün annem erken gelmiş. Geç kaldım. Güzel bir azar yedim. Çok uzun sürmedi tabii. Annem beni evlendirip Akın'ı üniversiteye yollayıp, bizden kurtulmayı planlıyor. Emekli olunca babamla dünya turu yapacaklarmış.”
Mert kıkırdadı. “Harika plan yardımcı olayım ona askerlik bitince...”
İkisi de güldü. Ardından kapı zili çaldı. Azra telefonu göğsüne bastırıp seslendi: “Açıyorum!” Sonra Mert'e hızlı bir "sonra görüşürüz," mırıldandı.
Verandaya çıktığında, Selin ve Pelin kapıda gülümseyerek bekliyordu. Selin saçlarını iki yandan örgü yapmış, Pelin her zamanki gibi sade ama canlı renklere bürünmüştü.
Selin kollarını açarak Azra’ya sarıldı. “Yokluğun çok sıkıcı. Resmen iş yerinde içim bayatladı!”
Azra kahkahasını tutamadı. “Yalnızlığı abartma Selin.”
Pelin kapıdan geçip ellerini yıkamak için lavaboya yöneldi. Mutfaktaki Sema'yı gördü. “Teyzeciğim yardım edeyim mi?”
“Olur kuzum, gel hemen. Şu salatayı yap,” dedi Sema Hanım mutfaktan.
Selin koltuğa yayıldı, dizlerini altına aldı. Azra mutfağa girmiş Pelin sayesinde biraz rahatlamıştı. Sesini fısıltıya dönüştürerek Selin’e doğru seslendi. “Bu arada... Nihal’i gördüm.”
Selin kaşlarını kaldırdı. “Ne zaman?!”
“Bugün,” dedi Azra, hafifçe mutfak tarafına göz atarak. Sonra hızlca Şermin'i alıp gitmesini anlattı.
Selin kısa bir sessizlikten sonra dişlerini sıktı. “Sen yalnız mı gittin?!”
Azra gözlerini devirdi. “Hayır Mert'le, Selin. Sakin ol.”
Selin derin bir nefes verdi. “İyi mi bari?”
“İyi. Annesiyle görüştü. Hatta... sarıldılar.”
Selin’in yüzü yumuşadı. “Gerçekten mi? Sarıldılar mı?”
Azra başını salladı, hafifçe gülümsedi.
Akşam ilerledikçe hava biraz daha serinledi. Çaylar içildi, tabaklar toplandı. Sema Hanım başını geriye yaslayarak gerindi. “Ben yatıyorum kızlar..”
Kızlar da ayağa kalktı. “Biz de gidelim yarın iş var.” Onlar kısaca vedalaştıktan sonra Azra, kapıya kadar eşlik edip kızları uğurladı. Kapı kapanınca Azra bir an salona baktı, sonra sessizce Akın’ın odasına yöneldi.
Kapıyı tıklattı. “Müsait misin?”
“Gel abla.” Akın yatağında yayılmış, dizüstü bilgisayarında bir şey izliyordu.
Azra içeri süzüldü, kapıyı arkasından kapattı. “Nasılsın? Dersler nasıl gidiyor?”
Akın omuz silkti. “Fena değil. Biyoloji zor biraz. Ama idare ediyorum.”
Azra başını yana eğerek gözlerini kıstı. “Kız arkadaş ne alemde?”
Akın yüzünü buruşturdu. “Aman abla, sorma... Dünden beri trip atıyor. WhatsApp’ta iki tik var ama cevap yok!”
Azra kahkaha attı. “Ergen dramaları... Ama dikkat et, iki tik’lik ilişki bir anda tek tik’li olur!”
İkisi de güldü. Azra kardeşinin saçlarını karıştırdıktan sonra odadan çıktı. Artık tamamen gece olmuştu. Sessizlik yavaşça evi sarıyordu.
Yatağına uzandığında lambayı kısmış, sadece pencere kenarındaki sokak lambasının sarı ışığı odaya süzülmüştü. Battaniyesini çenesine kadar çektiği anda, telefonunun ekranı aydınlandı. Ekranda Mert’in adı vardı.
Mert: “:( çok özledim ama.”
Azra gözlerini devirdi ama dudaklarının kenarı belli belirsiz yukarı kıvrıldı. Baş parmağı ekranın üzerinde gezinirken mesajını yazdı:
Azra: “Hadi oradan, daha sabah görüştük.”
Cevap anında geldi. Mert, kendi odasında, karanlıkta monitör ışığında yazıyordu. Arkada bilgisayar fanının hafif uğultusu vardı, duvarda Star Wars posteri gölgelenmişti. Kulağında bir tarafı sarkmış kulaklık, klavye başında yarı uzanmıştı.
Mert: “Ne var görüştüysek? Her dakika görmek istiyorum ben seni!”
Azra battaniyeyi biraz daha kendine çekti, gözlerini ovuşturdu.
Azra: “Ben şimdi uyuyorum. Rüyanda görürsün.”
Mert: “Gerçekten mi? :)”
Azra gözlerini devirdi ama yanakları hafifçe ısındı.
Azra: “Ay! Yok hayır! Şaka şaka, ciddiye alma.”
Mert: “Aldım ama! Çok özledim. Sen de beni rüyanda gör!”
Azra: “İyi geceler.”
Mesajı gönderdikten sonra telefonu yerine koyacakken bir titreme daha geldi.
Mert: “Seni çok seviyorum.”
Azra, mesajı okurken başını yastığa gömdü, dudaklarında muzip bir tebessüm belirdi. Bu çocuğun romantik halleri... Parmakları tekrar klavyeye dokundu:
Azra: “Aferin sana, sevmeye devam et hadi. İyi geceler. Gözlerim kapanıyor.”
Mert: “Her daim. İyi geceler bir tanem.”
Azra ekranı kapattı, telefonu komodinin üzerine bıraktı. Yastığına gömüldü. Lambayı söndürdü.
Karanlıkta, her gece kendine sorduğu sorular birer birer zihninde belirdi:
Bugün ne öğrendin Azra?
Cevap hemen geldi: Bir çocuk kaç yaşına gelirse gelsin, annesinin sarılmasıyla iyileşiyor.
Bugün en çok neye mutlu oldun?
Cevap daha da kolaydı: Nihal ve Şermin’in bir araya gelmesine.
İçinden gelen bir huzurla, komodinin üzerindeki kitabına uzandı. Birkaç satır okudu ama gözleri ağırlaştı. Kitabı usulca kapatıp yerine koydu, başını tekrar yastığa gömdü.
Uyku, göz kapaklarına yavaşça yayıldı. Yatağın içindeki sıcaklıkla gülümsedi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |