26. Bölüm

BÖLÜM 25

Aysun Arslan
aysunkayaarslan

BİR DÖNEM SONRA...

Azra, Seperius Akademisi’ndeki son sabahına gün doğmadan uyandı. Yatak örtüsünün üzerinde otururken, ince parmaklarıyla battaniyenin kıvrımlarını düzeltti. Göğsünde ağır, tarif edemediği bir boşluk vardı; bir dönemin kapağını kapatmak üzereydi. Gözlerini odanın camından süzülen loş pembeliğe çevirdi, pembe çam ormanının uyanışı, içinde dalgalanan o tanımsız hissi daha da büyüttü.

Sessizce ayağa kalktı. Beyaz peluş halı çıplak ayaklarının altında yumuşak ama soğuktu. Masasının başına geçti. Günlüğünün kapağını araladı ve kısa ama yük dolu birkaç cümle yazdı. Sonra dikkatle çantasının içine yerleştirdi; bir anlamda son mühür gibiydi.

Valizini açarken yutkundu. Nereye gideceğini, Karius’ta nelerle karşılaşacağını bilmiyordu. Ama ne olur ne olmaz diyerek, dolabındaki neredeyse tüm kıyafetleri, kitaplarını, kişisel birkaç hatırasını yerleştirdi.

Ayrılık kesindi.

Üzerini değiştirdi. Beyaz tişörtünün üzerine koyu gri spor montunu çekti. Valizin fermuarını çekmeden önce bir an durdu, odanın sessizliğine kulağını verdi. Bu kulübede geçirdiği her sabah gözlerinin önünden geçip gitti; her telaş, her kahkaha, her kavga... Valizi kapattı.

Salonun camından, sarı göl sabah ışığında titreşiyordu. Mavi L koltuk, hâlâ dün akşam arkadaşlarıyla ettikleri sohbetin dağınıklığını taşıyordu. Sarı peluş halının üstünde tekli bir çay bardağı ters dönmüştü.

Azra iç çekti, kapıyı açtı ve verandaya adım attı. Teras korkuluklarındaki sarmaşık çiçekler sabah çiyinden ağırlaşmıştı. Ahşap zeminde ayak sesleri yankılanırken, soğuk hafifçe tenine dokundu. Ön bahçeye doğru yürümeye başladı.

Mozaik taşlı yolda ilerlerken ayakkabısının burnuyla minik bir taşı kenara itti. Ağaçlardaki yuvarlak fenerler henüz sönmemişti, puslu sabahta loş ışıklar salıyorlardı. Diğer kulübeler sessizdi, verandalarında kahkaha seslerinin eksik olmadığı günlerin hatırası gibi duruyorlardı.

Ana bahçeye çıktığında gökyüzü daha çok açılmıştı. Kocaman onyx şato her zamanki görkemiyle gökyüzünü deliyor, kırmızı çatısı sabah güneşinde alev gibi yanıyordu. Çimenlerin üzerindeki taş banklarda henüz kimse oturmuyordu; ama her şey hazırdı, sanki her an hayat yeniden başlayacak gibiydi.

Azra'nın adımları hızlandı. Arka bahçeye, idman alanına ulaşınca koşmaya başladı.

Toprak zemine basarken, ciğerlerine dolan serin hava zihnini biraz olsun boşaltır gibi oldu. Temposunu arttırdıkça, içindeki düğüm çözülür gibi… ama her çözülüş, ardından daha derin bir düğüm getiriyordu.

"Bitti."

Kendi iç sesi netti. Koskoca bir dönem, göz açıp kapayana kadar geçmişti.

Kehanetin ağırlığı, yaklaşan savaşın sinsi ayak sesleri, Arda'nın ruhlarla ilgili çalışmalarına yardım etmek, arkadaşlarının gelişimini takip etmek… Zaman akıp gitmişti.

Bugün Seperius'taki son günüydü. Karius Müdüresi Maral onu almak için gelecekti. Sare’nin kararı kesindi, itiraz edilecek bir boşluk bırakmamıştı. Gitmek zorundaydı.

Dizlerinin kasılmasıyla birlikte yüzüne hüzünlü bir tebessüm yerleşti. “Gidiyorum,” dedi kendi kendine, “gerçekten gidiyorum.”

Aslı, Ebru, Ece, Can… Ve elbette Arda.

İsimleri zihninden geçerken nefesi kesilir gibi oldu. Onları bırakmak… özellikle Arda’yı. Hâlâ kabullenmemişti Azra’nın gideceğini. Aylar geçmesine rağmen, onun vedasına kendini ikna edememişti.

Derslerde alaycı sorular sormaktan vazgeçmişti ama… gözleri her seferinde fazladan birkaç saniye daha Azra’nın gözlerinde kalıyordu. Bu, kelimelerden daha çok şey söylüyordu.

“Son dönemde hiç kural ihlali yapmadım,” diye düşündü Azra koşarken, hafif bir gülümsemeyle. “Çünkü bir daha atılırsam Anterius beni almaz.”

Aslı ve Ece onun kadar dikkatli olmamışlardı, elbette. Aslı’nın geçen hafta laboratuvardaki patlama girişimi hâlâ konuşuluyordu.

Koşu temposunu düşürmeden gözlerini kapadı bir an.

Karius’un ne kadar kötü olabileceğini düşündü.

Rosarin ve kızların araştırmalarını gözlemleyebilecek, belki kendi çalışmalarını da ilerletebilecekti. Hafta sonu yaptıkları konuşmada Azra’nın geleceğini duyunca nasıl sevinmişlerdi…

“Azra bizle aynı okulda olacak! Harika bir dönem olacak bu!” demişti biri, gözleri parıldayarak.

Ve Gül…

Azra'nın içinden sıcak bir his geçti.

Belki de Gül’ü tekrar bulabilirdi. O gizemli kız, Karius’un sisli odalarında onu bir zamanlar tanımıştı. Bu dönem boyunca Gül’le hiç irtibat kuramamıştı, ama içindeki his hâlâ onun bir yerlerde olduğunu söylüyordu.

“En azından bu dönemi burada geçirebildim,” dedi kendi kendine.

Adımlarını yavaşlattı, idman pistinin sonuna yaklaşmıştı.

“Seperius bana zaman kazandırdı. Arkadaşlarımla savaşa hazırlanma şansım oldu…”

Ve şimdi…

Derin bir nefes aldı.

Karius’a gidiyorum.

Bir sayfa kapanıyor. Ama belki... diğeri, bambaşka bir hikâyeye açılacak.

Azra, nefesini dengelemeye çalışarak adımlarını yavaşlattı. Arka bahçenin gölgesi içinde koşarken, nabzı hâlâ bileklerinde atıyor gibiydi. Gökyüzü artık tam anlamıyla açılmış, ağaçların arasında gezinen sabah güneşi fenerlerin donuk ışığını bastırmaya başlamıştı.

Koşu parkurunun dış çitlerine kadar geldiğinde durdu. Terden ağırlaşan saçlarını geriye attı, çitlere tutunarak derin bir nefes aldı. Toprak zeminin kokusu hâlâ burnundaydı; sabahın bu saatinde bile taşların arasından hafif buhar yükseliyor gibiydi.

Bitti.

İçinden geçen kelime yine aynıydı.

Bugün gerçekten buradan ayrılıyorum.

Engelli parkurun ortasındaki mavi konilerin gölgeleri uzamıştı. Her şey bıraktığı gibi ama bir daha geri dönemeyecekmiş gibi duruyordu. Sanki bu alan, onun burada geçen zamanının fiziksel bir yansımasıydı: zorlu, hızlı, çetin ama öğretici.

Çitin yanındaki çıkış kapısından ana bahçeye doğru yürümeye başladı.

Geniş taş yol ayaklarının altında hafifçe gıcırdadı. Renkli fenerler ağaçların dallarında hâlâ yanıyordu, sabah rüzgârıyla hafifçe sallanıyorlardı. Azra başını kaldırıp baktı, mavi, pembe, sarı… Sanki bahçeye veda etmek isteyen birileri renkli mendiller sallıyordu uzaktan.

İlerideki taş banklardan biri boştu. Ağır adımlarla yaklaştı, oturdu. Ellerini dizlerine koyup birkaç saniye boyunca etrafı seyretti. Çimenlerin üzerine yayılmış sabah sisi çözülmeye başlamıştı; yer yer bankların ayak hizasında dans eden minik buhar zerreleri güneşle yarışır gibi titreşiyordu.

Okul binasına çevirdi gözlerini.

Seperius’un onyxten oyulmuş dev şatosu, bu sabah daha da ihtişamlı görünüyordu. Sivri kuleleri, gökyüzünü diken gibi delip geçmiş; zarif kemerli pencereleri ışıkla parlıyordu. Camları ve kapıları zümrütten yeşil bir ışıltı yayıyor, yakut kırmızısı çatısı göğün altında yanıyormuş gibi parlıyordu.

Üzerindeki altın hatlar rüzgârla dalgalanıyor gibi… Ama Azra artık bu güzelliğe içeriden değil, dışarıdan bakıyordu. Gidiyordu.

Yaz boyunca burada kaldım...

Gözleri hafifçe kısıldı.

Ve şimdi, yaz sona erdi. Her şey.

Banktan kalktı. Sol eliyle montunun cebini bir şey bulacakmış gibi yokladı.

Mozaik taşların arasından, ön bahçeye doğru yürümeye devam etti.

Yol kenarındaki fenerler hâlâ sönmemişti. Kulübelerin düzenli sıraları arasında ilerlerken, bazı verandalardaki boş salıncaklar, sanki gece boyunca içinde oturan gölgeleri hâlâ taşıyormuş gibiydi.

Her biri bir başka anıya açılan kapıydı. Gülüşler, sessizlikler, göz göze gelişler…

Azra, kendi kulübesine yaklaştı.

Kapının önünde bir an durdu. Parmak uçlarında dönüp, arkasını dönmeden önce tüm bahçeye baktı.

Her şey aynıydı.

Ama artık hiçbir şey aynı değildi.

Azra eve girdiğinde, güneş yavaş yavaş pembe çamların arasında yükseliyor, yatak odasının camına altın rengi bir huzme düşürüyordu. Odadaki her şey yerli yerindeydi ama hepsi de yabancılaşmıştı sanki. Beyaz peluş halının üzerinde ayak izleri yoktu artık. Yatağının bembeyaz örtüsü, dün geceyi hiç yaşamamış gibi dümdüz duruyordu.

Yavaşça banyoya girdi, hızlı bir duş aldı. Sonrasında aynanın karşısına geçip saçlarını toparlarken bir duraksadı. Küçük kararlar bile bugünün ağırlığını taşıyordu. Mavi, kısa kollu elbisesini giydi; manşetlerindeki beyaz inci işlemeler, vedaya yakışacak kadar zarifti.

Son birkaç eşyasını da toparladı. Komodinin çekmecesinden çıkan bir tokayı, makyaj masasının önünde unuttuğu küçük bir not defterini, dolabın altına düşmüş bir çift çorabı… Sanki ev, onun gitmesini istemeyen küçük oyunlar oynuyordu.

Böke…

Gözleri kapıya kaydı.

Dün gece gelmedi. Bu sabah da yok.

İçine bir sızı yerleşti.

Belki de Dünya’da, askeri görevdedir. Yoğunluktandır.

Düşüncelerini toparlayıp evin giriş kapısına yöneldi. Ahşap terasa çıkan kapının dış tarafına, kolayca görülebilecek bir yere not bıraktı:

"Arda’dayım, orada buluşalım."

Sare’nin imzaladığı, artık resmi bir transfer belgesine dönüşmüş olan tasdiknameyi itinayla katlayıp elbisesinin inci detaylı cebine yerleştirdi.

Son bir kez arkasını döndü.

Odasına baktı.

Sarı göl, salonun penceresinden hâlâ pırıl pırıl parlıyor, mavi L koltuk yerinde duruyordu. Sarı peluş halı bile her zamanki gibi yamuk serilmişti. Ama artık burası sadece bir evdi. Azra'nın evi değil.

Derin bir nefes aldı.

Azra kulübesinin kapısını çektiğinde, çıtırtısı sanki kapanan bir dönem gibi yankılandı.

Mozaik taşlı yolda yürürken, ayakkabısının tabanı çimenlere hafifçe bastı. Ön bahçeyi saran ağaçların dallarında hâlâ sabah fenerleri yanıyordu; rüzgârla birlikte minik renkli ışıklar, vedasını izleyen gözler gibi titriyordu. Kulübelerin sıralandığı alan sessizdi.

Arda’nın kulübesi Aslı'nınkinin peşinde yükseliyordu. Diğerlerinden farklıydı; sanki başka bir dünyaya aitti.

Arda çok üzülecek, diye düşündü Azra yürürken.

Benden ayrılırken… En çok o zorlanacak.

Arda’nın evinin kapısı, her zamanki gibi açıktı. Diğer öğrencilerin hayalet korkusuyla önünden bile geçmeye çekindiği bu kasvetli kulübe, Azra’yı sessizce karşılıyordu.

Tahta verandasına adım attığında, ayaklarının altındaki değerli taşlar güneş ışığıyla parladı. Verandanın hemen yanındaki abanoz ağacı, gövdesine oyulmuş insan yüzüyle izliyordu onu. Kırmızı yakut gözler, Azra’nınkilerle kesiştiğinde boğazında bir düğüm hissetti.

Bu ev nefes alıyordu sanki...

Kapıyı usulca itti. İçeride bir tıkırtı bile yoktu.

Tavana kadar yükselen taşlı duvarlar, opal ışıklarla gökkuşağına kesmişti. Adımları peluş halı yerine değerli taşların serin yüzeyinde yankılanıyordu. Salonun bir köşesindeki siyah kadife koltuk bile bu sabah daha sessizdi.

Sessizce yatak odasına yöneldi.

Arda, yatağında yan yatmıştı. Bacaklarının arasına sıkıştırdığı peluş dinozor Dino ile çocuk gibi uyuyordu. Hafifçe horluyordu; yüzünde bu sabahın karanlığı yoktu.

Yatağın ayakucunda Meryem vardı. Üzerine geçirdiği çiçekli pazen gecelik, varlığı kadar uyumsuzdu. Gözleri kapalıydı ama Azra fark etmişti: Kirpikleri az önce kıpırdamıştı.

Ruhlar uyumaz ki…

Meryem sadece Arda’ya eşlik ediyor.

İçini çekti. Hafifçe gülümsedi.

Bu kız hiç değişmeyecek galiba...

Onu giydirme işini Ece'ye vermeliyim.

Sakin ve sessizce geriye döndü, onları uyandırmadan salona geçti.

Mutfak bölümüne yöneldi. Değerli taşlarla süslü dolaplara göz attı. Kahvaltılıkları tezgahın üstüne dizerken, kendini kısa bir anlığına evinde gibi hissetti.

Az sonra arkasında hafif bir kıpırtı duydu. Meryem, hiçbir ses çıkarmadan yanına gelmişti. Gözlerini yeni açmış gibiydi.

Azra mutfağın taş tezgâhında seri hareketlerle çay fincanlarını dizerken, arkasından süzülen Meryem yavaşça seslendi.

“Azra... beni görüyor musun?” Sesinde bir çocuk merakı vardı.

Azra hafifçe omzunun üzerinden baktı. Gümüş saplı bıçağı tereyağına batırırken kaşlarını çattı.

“Görüyorum Meryem,” dedi sakin ama yorgun bir ifadeyle. Gözleri, karşısındaki çiçekli pazenle örtülmüş hayaletin kıyafetine kaydı. “Ve gördüğüm şeyden pek hoşlanmıyorum. Ne giydin yine böyle sen?”

Meryem kollarını arkasında kenetleyip başını eğdi. “Gecelik işte...” dedi çekinerek.

“Evet gecelik ama neden... anneanne modeli?” Azra’nın gözleri üzerinde bir denetmen gibi gezindi. “Biraz yaşına uygun bir şey giysen artık?”

Meryem’in yüzü anında düştü. Yakasına kadar düğmelenmiş pembe çiçekli fistolu pazen geceliğe utançla baktı.

“Yine beğenmedin.”

Azra derin bir iç çekti, gözlerini devirmemek için kendini zor tuttu. “Nesini beğeneyim bunun?”

Meryem tam dudaklarını büzüp bir şey söyleyecekken Azra elini kaldırdı.

“Gel,” dedi hızla. “Arda uyanmadan seni bir giydirelim.”

Meryem irkildi. “Ama o bunu gördü ki… Hatta çok yakışmış, hep böyle giyin dedi.”

Azra başını hafif yana eğdi, gözlerinde kurnaz bir pırıltı belirdi.

“Bak sen şu küçük kıskanç yalancıya!” dedi hınzırca. “Beğendiği için dememiştir onu; kimse seni beğenmesin diye demiştir.”

Meryem gözlerini açtı, içinden gerçekten olabilir mi diye geçiriyordu.

“Gerçekten mi?”

“Gerçekten tabii.”

“Ben de mutlu olmuştum…” diye mırıldandı Meryem, omuzlarını düşürerek. “Tamam. Ne giyeyim peki?”

Azra'nın parmaklarının ucunda mor renkli, kısa kloş kesim bir elbise belirdi. Kumaşı ışıkta hafifçe dalgalanırken, zarif İspanyol kolların ve eteğin ucundaki siyah danteller dikkat çekiyordu.

Elbiseyi eline alan Meryem önce bir hevesle giydi, ardından telaşla göğsünü kapattı.

“Çek şu elini, nasıl durduğunu göremiyorum,” dedi Azra sabırsızca.

Meryem usulca, sanki suç işlemiş gibi, “Ama... memelerim görünüyor bundan,” diye fısıldadı.

“Görünmüyor. O çapraz bantlar kapatıyor,” dedi Azra gözlerini kısarak. “Hem, elbise sana çok yakıştı. Gel, saçlarını da yapalım.”

Meryem bu kez hiç itiraz etmedi. Azra, sarı saçlarını hızlıca dağınık bir topuza topladı, ardından elinde ay taşıyla bezenmiş üç beyaz manolyalı altın taraklı bir toka belirdi. Tokayı dikkatle Meryem’in saçına yerleştirirken, kulağına da küçük beyaz manolya küpeleri taktı.

“Elbisenin altına bunlar,” diyerek uçuk sarı stilettoları uzattı.

“Güzel oldum mu?” diye sordu Meryem, topukluları denerken hâlâ utangaçtı.

Azra elini onun yanağına koydu. “Sen zaten çok güzelsin,” dedi içtenlikle. “Sadece... biraz demode giyiniyorsun.”

Meryem güldü.

Tam banyoya doğru yürümüşken, dış kapı sessizce açıldı. Sert adımlar verandanın taşlarını inletti. Aslı içeri girdi; kaşları çatık, gözleri dolu doluydu.

“Günaydın,” dedi soğuk bir sesle.

Azra hemen tavrını yumuşattı, neşeyle seslendi:

“Günaydın kıvırcık!” Masadan bir patates kızartması kaptığı gibi Aslı’nın ağzına tıktı, diğer elindeki sigara böreği tabağını ona uzatarak göz kırptı. “Hepsini senin için yaptım. Afiyet olsun.”

Aslı bir şey demedi ama gözleri hâlâ nemliydi. Aniden Azra’ya sıkıca sarıldı. Öyle bir sarılmaydı ki, bıraksa düşecekmiş gibi.

“Veda yemeği mi bu?” diye fısıldadı.

Azra, arkadaşının menekşe kokulu saçlarını içine çekerek, beline sarılan kolları nazikçe çözdü.

“Henüz buradayım Aslı. Giderken sarılırsın,” dedi yumuşakça. “Hem hafta sonları görüşeceğiz, söz verdik birbirimize.”

“Peki…” diye mırıldandı Aslı, adım adım geri çekilerek. Gözleri hâlâ buğuluydu. “Arda hâlâ uyuyor mu?”

Cevap beklemeden Arda’nın odasına yürüdü. İçeri girip kendini yatağın üzerine bıraktı.

Banyodan çıkan Meryem manzarayı görünce gözleri büyüdü. Çenesini hafifçe öne iterek Azra’ya doğru yürüdü.

“Söylesene Aslı’ya! Geç uyudu zaten!”

Azra omuz silkti. “Uyanması gerekiyor artık.”

Meryem dudaklarını sıkarak Arda’nın kapısında dikildi. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, içerideki Aslı’ya bir tür ruhani yargıç gibi bakıyordu.

İçeride Aslı, Arda’nın üzerine çıkmış, saçlarını dağıtarak uyandırmaya çalışıyordu.

Azra güldüğünü gizlemek için mutfağa dönmüştü ki, kapı yeniden aralandı ve Ece içeri girdi.

Azra hızla yerinden kalkıp odalarına yürüdü, Arda’ya yaklaşıp kulağına fısıldadı:

“Kalk hadi uykucu, uyan!”

Arda, gözlerini bile açmadan homurdandı.

“Olmaz… Aslı bana bir öpücük verirse uyanırım…”

Aslı hızla geri çekildi, tiksintiyle burnunu kıvırdı.

“Kurbağayı öperim daha iyi!”

Arda mırıldanmayı sürdürdü. “O zaman uyanmam… öpücük…”

Birden yatakta bir hareket oldu. Meryem hızla Arda’nın üzerine atladı, elleri yumruk olmuştu.

“Öpücükmüş! Kazık kadar adam, bebek gibi davranıyor! Kalk! Başlarım şimdi öpücüğüne!”

Şaplağın şiddetiyle Arda anında doğruldu.

“Deli misin sen be?! Böyle adam mı uyandırılır?!” diye bağırdı.

Aslı, bir adım geri çekildi. “Ne yaptım ki? Ben bir şey yapmadım!”

Azra derin bir nefes aldı. Ellerini kenetledi ve kendi aurasına karışmış gece mavisi haleyi odaya yaydı.

Bir anda Meryem herkes tarafından görünür hale geldi. Kolları göğsünde, şimşek gibi çakan yeşil gözleriyle bir Arda’ya, bir Aslı’ya bakıyordu.

Aslı ve Ece’nin ağızları açık kalmıştı.

Aslı, Meryem’in delici bakışlarını fark edince ellerini savunurcasına kaldırdı. “O o! Niye öyle bakıyorsun bana, sanki Arda’yla bizi bastın? Kardeşim o benim, kardeşim!”

Yakut taşlı pencere kenarından süzülen solgun ışık, Meryem’in yüzünü daha da sertleştiriyordu. Kaşları hâlâ çatılı, sesi keskin ama kırılgandı.“Sana bakmıyorum ben!”

Ama gözleri hâlâ Arda’daydı. Abanoz ağacının gölgesi içerideki loşluğu daha da derinleştirirken, Arda yatakta doğruldu, saçları dağılmış, gözlerinde uykuyla karışık öfke vardı.

“Bana da bakamazsın!” diye patladı. “Hem... hem benim kimi öpeceğim seni ilgilendirmez!” Dudakları titriyor, sesi kelimelere yetişemiyordu.

Aslı bu gerginlikten usulca sıyrıldı, zemin taşlarının arasından yansıyan opal ışıkların üzerinde yürüyerek Ece’nin yanına geçti. Göz ucuyla Meryem’i süzdü. O sırada kapı açıldı, içeriye Ebru ve Can girdi. Kapının üzerindeki obsidyen kuru kafa, sanki onları izliyormuş gibi tedirgin ediciydi.

Can kaşlarını kaldırarak ortamdaki havayı kokladı adeta. “Ne o, sabah sabah kavga mı var?” dedi, başını hafif yana eğerek.

Cevap gelmeden Meryem bir anda Can’ın dibinde belirdi. Gözleri meydan okuyordu. Hiç tereddüt etmeden yanağına sesli bir öpücük kondurdu.

Zemin taşlarına yansıyan renkli ışıklar o anda bile dalgalanmayı bırakmıştı. Ebru’nun gözleri irileşti, Can ise kulaklarına kadar kızardı. “Ne oluyor be?!” dedi içinden, afallamıştı.

Arda, değerli taşlarla süslenmiş duvarın önünde birden ayağa fırladı. “Ne yapıyor—”

“Ne yaptığım seni hiç ilgilendirmez!” Meryem’in sesi salonun duvarlarında yankılandı. Sonra hızla salonun kadife koltuğuna yürüyüp kendini hışımla bıraktı.

Can hâlâ boşlukta takılı kalmıştı. “O... demin beni kullandı mı?”

Ebru çenesini sıkarak başını ona çevirdi. “Evet, öyle yaptı galiba.”

Arda, yer yer ametist parçalarıyla süslenmiş kapı eşiğinden geçti. Kaşları çatılmış, sesi sertti. “Bana baksana sen! Önüne gelen her erkeği öpemezsin!”

Can, omuzlarını düşürüp kafasını iki yana salladı. “O ‘önüne gelen her erkek’ derken... benden mi bahsediyor acaba?”

Meryem koltukta yayılmış, gözlerini bile kaldırmadan bağırdı: “Sana ne?!”

“Sana ne mi?!” Arda üzerine yürüyordu ki...

“Şşşt!” dedi Azra. Masada oturanları işaret etti, sesi kadife gibi yumuşak ama buyurgandı. Arkasında duran siyah kadife koltuk, loş taş duvarlara sanki gölge gibi yayılıyordu.

Azra, Ebru’nun gerilmiş omuzlarına dokundu. “Sadece Arda’yı kıskandırmak istedi, biliyorsun,” dedi alçak sesle. “Can’ı abisi gibi görüyor.”

Ebru derin bir nefes aldı, elleri avuç içinde kenetlendi. Ama bakışları hâlâ Meryem’deydi. “Biliyorum… neyse.”

Aslı, tam o sırada bir patatesi ağzına tıktı, dişlerinin arasında konuştu. “Şu aşık kavgasını keser misiniz artık? Akşama kadar sizi dinleyemem!”

Ece kıkırdadı, ellerini göğsünde kavuşturmuş izliyordu. “Bırak ya, çok komikler.”

“Aşık değiliz biz!” diye aynı anda bağırdı Arda ve Meryem.

Ece kahkahasını zor tuttu. “Hıı! Karı koca gibisiniz daha çok.”

“Tamam, yeter bu kadar,” dedi Azra, nazik ama kesin bir tonla. Opal ışıltılar onun gözlerini olduğundan daha soğuk ve kararlı gösteriyordu. “Arda, hadi giyin de kahvaltı edelim.”

“İyi!” dedi Arda, banyoya yönelirken Meryem’e bir bakış attı. “Sen de üzerine düzgün bir şey giy!”

Meryem gözlerini onunkine dikti. “Üzerimdekinin nesi var?”

Arda, kapıdan girerken dudaklarını büzdü, gözlerini kaçırmadan konuştu: “Akşamki çiçekli geceliğin daha güzeldi. Yakışmamış bu sana.” Aslında yakışmıştı ama söyleyemezdi.

Meryem başını hafifçe eğdi. Azra gözlerini onların üzerinden ayırmadan izliyordu. İçinde bir tebessüm kabarıyordu. Gerçekten... belki de bu evin içindeki tek kahkahamız bu ikisi.

Masadakiler bir anda kahkahaya boğuldu. O an, Seperius’taki son kahvaltıları olduğunu kimse hatırlamıyordu.

Azra, boş sandalyeyi işaret etti. “Meryem, hadi sen de gel, bizimle kahvaltı yap.”

Meryem tereddütle masaya ilerledi. Azra’nın yanına oturdu. Azra dudaklarını kıpırdattı, mırıldandığı dua, sanki değerli taşlardan yayılan titreşimle birleşti. Yiyecekleri Meryem’in yemesini sağlamak için fısıltıyla ritüelini tamamladı.

Bir süre sonra Arda banyodan çıktı. Kaşındaki kuru kafa piercingi, opal ışığın altında parlıyordu. Lila gömleği ve camel pantolonu adeta onun derisine dikilmiş gibiydi. Sessizce Azra’nın diğer yanına oturdu, önce Meryem’e kısa bir bakış attı. Evin içi, bu defa sessizliğin yankısıyla doluydu.

Çaylar karıştırılıyor, çatalların tabağa değdiği tıkırtılar cam kenarındaki yakutlara yansıyordu. Çayın buharı hâlâ masa üstünde süzülüyor, zeytin ve domatesin kokusu sıcak bir sabahı taklit ediyordu. Ama sanki o sabah geçmişte kalmıştı.

Sessizliği ilk bozan Meryem oldu. Çatalını bıraktı, gözlerini Azra’ya çevirdi. “Neriman Atik,” dedi. “Bana haber göndermiş. Kendisi istediğinde seni bulurmuş, öyle demiş.”

Azra içini çekti, dudaklarını büzdü. “Ondan şüphem yok ama ben istediğimde onu bulmak istiyorum. O beni bulsun istemiyorum!”

“Öyle demiş ama... Henüz gelmedi. Gelse kolundan tutup getiririm zaten.”

Can çatalını bıraktı, gözlerini kısarak sordu. “Hâlâ onu mu arıyorsun?”

“Evet,” dedi Azra. Gözleri kararlıydı. “Yapabildikleri, savaşta neden öldüğü, Karius’ta gücünü nasıl kullandığı... bunları burada öğrenemiyorum!”

Ece dudaklarının kenarında alaycı bir gülümsemeyle araya girdi. “Ne de olsa yeni okulunun efsane öğrencisi...”

Aslı tamamladı: “Gittiğinde öğrenirsin ne merak ediyorsan.”

Azra başını iki yana salladı. “Doğrudan ondan öğrenmem daha iyi olur.”

Sözler gökkuşağı gibi yansıyan taşlarda yankılandı. Kahvaltı sona ermişti. Azra tabakları toplarken mutfağa geçti, sonra herkese kahve bıraktı. Kahve kokusu, çayın yerine geçmişti. Döndüğünde Arda’ya baktı.

“Arda,” dedi net bir sesle. “Yakında seni uyandırmak için Urfa’ya geleceğim.”

Arda’nın yüzü bir anda soldu. Göz bebekleri büyüdü, sesi çatallandı. “Yapmayacaksın Azra!” diye bağırdı. “Annemi kaybederim! Söyledim sana!”

“Ölmeyecek,” dedi Azra. Sesi alçak ama tartışmaya kapalıydı. “Sana söz veriyorum. Bana güven.”

“Azra olmaz! Asıl ona bir şey olursa... ben yaşayamam!” Arda’nın gözleri karardı, solukları hızlandı. Bütün hücrelerine korku işlemişti.

Kızlar bir anda onu sardı. Safir sandalyenin yanında, parmakları Arda’nın omzunda birleşti. Sevgi içgüdüsel, sessiz ve derindi.

“Olmayacak dedim, Arda...” Azra’nın sesi yumuşadı. “Hadi, adresini yaz bana.”

Arda’nın avuçlarında küçük bir kâğıt parçası belirdi. Omuzları titreyerek Azra’ya uzattı. “Kızlar,” dedi, sesi kısıldı. “Beni boğmayı keser misiniz artık? Sevgi yumağına döndüm burada!”

Kahkahalar zayıf ama içten geldi. Arda toparlanmaya çalıştı. Zoraki bir gülümsemeyle ekledi: “Azra olaya el koydu. Uyandıracak beni işte.” Ardından Azra’ya gergin ama kabullenen bir bakış attı.

Azra hemen pası Can’a attı. “Başka hayati tehlikesi olan var mı aramızda? Can?”

Can, başını dik tutarak yanıtladı. “Hayır. Benim hayati tehlikem yok.”

Azra masadaki arkadaşlarına dönmeden önce yanındaki Meryem’in kulağına eğilip aceleyle birkaç kelime fısıldadı. Meryem hızla kalktı ve hiç bir söz etmeden buharlaştı, Azra boğazını temizleyip kahvaltı masasındaki gruba döndü. Arda’nın kulübesindeki masada, yarısı içilmiş çay bardakları, peynir tabakları ve yarım kalmış sohbetlerin ağırlığı vardı.

“Bugün gidiyorum, biliyorsunuz çocuklar...” dedi, sesi yumuşak ama zoraki bir dinginlik taşıyordu.

Ancak bu sözlerin ağırlığı, masadaki sessiz öfkeyi delip geçemedi. Arda ile Can, sandalyelerinde dik oturmuş, kollarını göğüslerinde bağlamışlardı. Sert bakışları masanın üstünde donmuş gibi duruyordu. Aslı'nın alt dudağı titredi, gözleri çoktan dolmuştu. Ece başını önüne eğmiş, çay kaşığını bardakta çevirmeye devam ediyordu.

Aslı yerinden birden fırladı, mercan sandalyesi geriye itildiğinde halının desenleri arasında hafifçe kaydı. Azra’ya sıkıca sarıldı. Ardından diğerleri de ayağa kalkarak ona doğru yaklaştılar.

“Biz senden ayrılmak istemiyoruz!” dedi Aslı, sesi çatallaşmıştı. “Bir sene nöbet tuttuk! Seni Karius’tan biri bulmasın diye!” Bu, Azra’nın son zamanlarda ondan sıkça duyduğu ama her defasında sustuğu bir sitemdi.

Azra içten içe sarsılsa da ifadesini kontrol etmeye çalıştı. Gözleri bir an boş bir tabağa takıldı. “Benim için de kolay olmayacak,” dedi, sesi sakinlik için çırpınıyordu. “Ama zorlaştırmayalım olur mu? Ölüm değil sonuçta bu.”

“Benim için ölüm!” diye bağırdı Arda aniden ayağa fırlayarak. Sandalyesi yere devrildi, çaydan kalan son damlalar halıya sıçradı. Gözleri öfkeyle parlıyordu, ama o öfkenin arkasında çaresizlik ve terk edilme korkusu vardı. “Sare’yle konuşacağım! Gerekirse okulu yıkarım başına ama seni gönderemem!”

Arda bir anda yönünü değiştirdi ve evin kapısını hızla açıp dışarı fırladı. Verandayı saran sabah serinliği, içeridekileri kısa bir an susturdu.

Azra, gözleri büyüyerek ardından koştu. “Bekle!”

“Gelme Azra!” diye bağırdı Arda, mozaik taşların üstünde hızla ilerlerken.

“Dur diyorum sana!”

Ancak Arda, öfkesinin içinden dönmedi. O an etraf birden bire zifiri karanlığa boğuldu. Bahçeyi aydınlatan renkli fenerler sönmüş gibi oldu. Azra bir an onu gözden kaybetti.

Derin bir nefes alıp avuçlarını yumdu, gümüşî bir ışık çevresini sardı, karanlığı yaran aura parıltısıyla Arda’yı tekrar görüş alanına aldı. Arda hâlâ koşuyordu. Azra refleksle ayağını yere vurdu, yerden fırlayan toprak parçası Arda’nın ayağına takıldı. Genç adam sendeleyerek yere düştü.

Arda hızla kalktı, öfkeyle göz göze geldiler. “Tutun onu!” diye bağırdı etrafında görünmeyen ruhlara.

Azra, Arda’nın gücünü içgüdüsel olarak kendine çekti etrafı gece mavisi bir hale ile titreşti. Ruhlar etrafında belirir gibi oldu ama Azra’nın dikkati başka bir noktaya kaydı. Can’ın zaman yolculuğu yeteneğine odaklandı. Mor bir ışıkla etraf parladı ve bir anda Arda’nın tam karşısında belirdi.

“Çekil!” diye bağırdı Arda, elini savurarak. Görünmez bir güç Azra’yı yere savurdu. Çimenlerin üzerine düştü ama hemen ayağa kalktı.

“Rüzgâr!” diye bağırdı.

Parlak yeşil bir ışık etrafı sardı, ardından sert bir rüzgâr Arda’yı geriye savurdu. Bahçeden yükselen telaşlı bir ses duyuldu.

“Kavga ediyorlar!” diye bağırdı Ebru.

Arda bağırarak direndi. “Ruhlar, durdurun!” Görünmez bir kalkan Arda’nın önünde belirdi, rüzgârı engelledi.

Azra, bu kez Aslı’nın gücüne uzandı. Turuncu ışık etrafını sardı. Zihinsel bir komut yolladı: “Arda! Dur ve buraya gel!”

Ama Arda’nın çevresinde gece mavisi, parlak bir kalkan yükseldi. Telepatik enerji kalkana çarpıp sekti.

Kahretsin, diye geçirdi Azra içinden. Geçen zamanda epey güçlenmiş.

Son bir umutla Ece’nin gücüne uzandı. Buz mavisi bir ışık parladı ve Arda’nın zihnine bir illüzyon gönderdi: Sare, ona Azra’nın gitmeyeceğini, bir yanlışlık olduğunu söylüyordu. Arda’nın yüz ifadesi bir an duraksadı.

O sırada Azra bir kez daha mor ışıkla ışınlandı, Arda’nın kolunu tuttuğu gibi onu Vega şehir merkezine, su heykelleri parkına çekip götürdü.

Renkli yapraklar yere serilmişti. Işıkla yıkanan parkta sular zarifçe dans ediyordu. Ağaçların dallarında mor ve altın sarısı yapraklar titreşiyor, park adeta düşten fırlamış gibi görünüyordu.

“Kes şunu Arda!” dedi Azra, hâlâ nefes nefeseydi.

Arda'nın gözleri buharla dolmuştu. “Gidemezsin! Buna izin veremem!”

“Yapma Allah aşkına!” dedi Azra, sesi yorgunlukla karışık sitem taşıyordu. “Daha önce konuştuk bunları. Sanki ilk defa duyuyorsun gideceğimi! Ne yapacaksın, okuldan mı attıracaksın kendini? Hepinize bir arada ihtiyacım var benim! Arda, lütfen yapma!”

Arda birden durdu. Omuzları düştü, gözleri yavaşça doldu. Küçük bir çocuk gibi Azra’ya sarılıp hıçkırdı. “Olmaz... Daha yeni geldin sayılır... Ne kadar özledim seni biliyor musun? Gidemezsin şimdi!”

Azra kollarını ona doladı, sırtını yavaşça sıvazladı. “Arda, güven bana,” dedi yumuşakça. “Söz veriyorum, bir yolunu bulacağım, geri döneceğim. Ama biraz zaman ver bana...”

Arda geri çekildi, yaşlı gözleriyle ona baktı. “Söz mü?”

“Azra sözü.”

Arda başını eğip burnunu çekti. “Benim tanıdığım Azra, sözünü mutlaka tutar,” dedi, biraz daha sakinleşmişti. “Çok uzamasın o zaman, tamam mı?”

“Elimden geleni yapacağım Arda.”

Arda bir kez daha sarıldı. Sonra etrafına bakındı, tedirgin bir ifadeyle eğildi. “Azra...” dedi alçak sesle, “Gücümü alsana.”

Azra kaşlarını çattı. “Neden?”

Arda gözleriyle bir yeri işaret etti. “Bir bak etrafına.”

Azra içinden homurdandı. “Şu an bir bilinmeyenle uğraşmak istemiyorum.” Derin bir nefes alıp başını salladı. “Tamam... Ama önce Ceri’ye binip döneceğiz. Çocuklar da biraz sakinleşsin.”

Arda sabırsızca dişini sıktı. “Işınlanalım. Hafta sonu şehirde bir sürü zaman yolcusu vardır!”

“Yok,” dedi Azra, kararlıydı. “Sakince döneceğiz.”

Arda iç çekti, teslim olmuş gibi başını salladı. “Tamam.”

Azra ve Arda, parkın dışına doğru omuzlarına çöken kasvetle ilerlediler. Azra, arkasına bile bakmadan yürürken içinden geçirdi: "Arkamdan dağılırlarsa nasıl toparlarım onları..." Arda ise gözlerini göğe devirdi, yanlarında hâlâ tartışan hayaletleri görmezden gelmeye çalışıyordu.

Park çıkışında, gövdeleri güneş altında metalik bir parıltıyla ışıldayan Ceri’lerden birine yaklaştılar. Azra, hızlıca "kapıyı aç," komutunu verdi. Kapı, içeriye geçit verircesine sessizce açıldı. Ceri'nin dış yüzeyinde yuvarlak göz gibi duran camların altından, gümüş rengi bir merdiven yavaşça yere indi.

Metal zemine ilk adımı atan Azra, hafifçe tökezledi, ardından toparlandı ve içeri girdi. Arda onu sessizce izleyerek peşinden geldi. Ceri'nin içi, dar ama düzenli bir karavanı andırıyordu; renkli düğmelerle dolu ön konsolun yanında, D harfi şeklindeki kol komuta merkezinde duruyordu. Azra içeri girdiklerinde ikinci komutu da verdi. "Seperius Ruh Akademisi." Ceri'den robotik bir ses yükseldi. "Komut alındı. Rota oluşturuluyor." Masaya karşılıklı oturduklarında, Ceri havalanmaya başladı. Camlardan Vega’nın düzenli caddeleri, çiçekli bahçeleri ve renkli kafeleri tablo gibi süzülüyordu.

Azra, göz kapaklarını yarı indirip derin bir nefes aldı. Arda'nın gece mavisi aurası kendi gümüşi halesine karışırken etrafı kontrol etti. Meryem görünmüştü. Yanında getirdiği ruhla birlikte bekliyordu. Meryem, kadının koluna sıkıca yapışmıştı; bıraksa kaçacakmış gibi.

Azra boğazını temizledi, sesi keskin bir resmi tonla yankılandı:

"Benim adım Azra. Şimdi Aslı'nın yanına gidiyoruz!"

Arda göz ucuyla onlara bakarken sessiz kaldı. Meryem, Menekşe'nin kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Kadınsa, camdan dışarıyı izliyor, altlarında Vega'nın renkli parkları akarken yüzündeki kasvet Azra’yı tamamen yok sayıyordu. Kaşları çatık, duruşu dikti. Kızıl saçları, Aslı’nınkiyle neredeyse birebir aynıydı. Aynı dalga, aynı ton. Yüz hatları bile… Azra bir an ürperdi; neredeyse ikiz gibiydiler. Konsolda yanıp sönen düğmeler, Azra'nın kafasında çakan düşüncelerle yarışıyordu. Arda ise kafasını cama çevirmiş aşağıdaki denizi izliyordu. Azra gözlerini kadından ayırmadan kasten konuya girdi. Belki de dikkatini çekmenin tek yolu buydu.

"Aslı zor şartlarda büyümüş," dedi doğrudan Menekşe’ye bakarak.

Konuşurken sesi çatlamadı ama gözlerinde bastırılmış öfke titriyordu.

"Ece ile kardeş gibiler. Biliyor musunuz Aslı'nın nasıl büyüdüğünü? Babasının emanet ettiği kadın tarafından işkenceye uğrayarak. Vücudunda sigara izleriyle, çoğu zaman aç bırakılarak!"

Menekşe, bu sözler karşısında istemsizce geriye çekildi. Gözleri Azra’ya döndü; ilk kez gerçekten baktı.

"Nasıl... işkence?" diye sordu sesi titreyerek. Gözlerinde hem inanmama hem suçluluk dolaşıyordu. Azra gözlerini kısmadan konuştu.

"Söylediğim gibi!"

Menekşe bir anda dikleşti, sesi beklenmedik şekilde yükseldi:

"Düzgün anlat şunu!"

Azra istifini bozmadı. Gözlerini altından geçen düzenli yerleşim yerlerine dikti. "Önce senin adın ne?" Kadın ona gözlerini devirdi.

"Menekşe."

Azra bu ismi duyunca içi altüst oldu. Menekşe... Aslı'nın en sevdiği çiçek. Kaşları hafifçe çatıldı. Kontrol panelinden kısa bir yükseklik bilgisi sesi çıktı.

Kadın sabırsızca kıpırdandı. "Evet Menekşe! İlk defa mı duyuyorsun!" Azra geriye yaslanıp sırtını dikleştirdi.

"Hayır," dedi kendini toparlayarak. "Şaşırdım sadece. Aslı'nın en sevdiği çiçektir menekşe."

Menekşe'nin kahverengi gözleri hayretle açıldı. Farkında olmadan eli karnına gitti, sonra hızla geri çekti. "E ne yapayım, olabilir! Buna mı şaşırdın bu kadar? Bırak boş konuşmayı da ne olduğunu anlat."

Azra'nın bakışları çakmak gibi çakıldı. Etrafında hafif gece mavisi bir aura kıpırdadı.

"Hoşlanmadım üslubundan!" dedi sesi sakin ama deliciydi. "Beni hafife alma ve benimle düzgün konuş!" Etrafındaki gece mavisi aura hafifçe titreşti.

Menekşe irkildi, omuzları istemsizce kalktı.

"Oo... özür dilerim. Tamam," diye mırıldandı boğukça. Sonra sabırsız bir bekleyişle gözlerini Azra'ya dikti.

"Sen kızını niye bıraktın, onu anlat," dedi Azra tekrar, bu sefer sesi daha yumuşaktı ama içinde merhamet değil, hesap vardı.

Menekşe başını yeniden cama çevirdi, altlarından pembeden mora renk cümbüşüyle bir orman geçerken dudakları sıkıca birbirine bastırılmıştı. Kaşlarının arasındaki çizgi derinleşti. Sorusunun yanıtı gibi o da sessizliğe sığınıyordu.

Azra hafifçe başını Arda’ya eğdi. Arda kadını göz hapsine almıştı; bir şeyler arar gibi dikkatle izliyordu, ama ne olduğunu söylemiyordu.

Azra'nın parmakları oturduğu koltuğun kenarına sertçe bastı. Ardından bakışlarını Meryem’e çevirdi.

"Meryem, bırak kolunu Menekşe’nin. Gitmek istiyorsa gitsin!"

Meryem tereddüt etti. Gözleri Azra ile Menekşe arasında gidip geldi. Sonunda titreyen elini yavaşça kadının kolundan çekti.

Menekşe bakışlarını Azra’ya çevirdi, içinde hem tehdit hem utanç karışımı bir şey vardı. Ama kıpırdamadı. Camdan süzülen ışık, kırmızımsı kadifemsi gölgeler halinde üzerine düşerken, sessizlik içindeki gerginliği artırdı.

Arda tek kelime etmeden oturduğu yerden kadını izlemeye devam etti. Ceri'nin içindeki hava ağırlaşmıştı, dışarıdan gelen pervanelerin sesi ortamın içsel gerilimini daha da görünür kılıyordu.

Arda ve Azra, koltuklarında hafif yana dönmüş, sanki sıradan bir muhabbet ediyorlarmış gibi Ece hakkında konuşmaya başladılar. Koltukların üstüne düşen ışık, dışarıdaki turuncu bulutların titreşimiyle şekil değiştiriyor, atmosferin görünmez bir baskı kurmasına neden oluyordu.

Menekşe'nin gözleri dışarıya çevrilmişti ama yüzünün çizgilerinde bir dikkat yoğunluğu vardı. Parmak uçları camın kenarında hafifçe gerilmiş, dudakları tek bir çizgi hâlinde sıkılmıştı. Azra konuşurken kıpırdamayan başı, kulak kesildiğini ele veriyordu. Ece'nin kim olduğu... Belli ki parçaları birleştirmeye çalışıyordu.

Bir süre sessizlik hâkim oldu. Ardından Menekşe başını çevirip gözlerini Azra’ya dikti.

“Anlatmayacak mısın Aslı’ya ne olduğunu?”

Azra gözlerini kısmadan yanıtladı. “Geleceksen, kendisine sorarsın.”

Menekşe bakışlarını kaçırdı, sesi ilk kez biraz daha kırılgandı. “Ben... bana anlatacağını sanmıyorum.”

Azra’nın sesi soğuklaştı. “Haklı olarak. Çünkü seni tanımıyor.” Sonra sesi bir bıçak gibi keskinleşti. “Sen onu neden bıraktın?”

Menekşe'nin yüzü taşlaştı. Camdan yansıyan silik kendi görüntüsüne bakarken tiksintiyle burun kıvırdı. “Babası zengin piçin tekiydi çünkü! Ona iyi bakar diye düşündüm.”

Azra'nın kaşları çatıldı. “Ağzın da bozuk!” dedi, sesi keskin ama kontrollüydü.

Menekşe, yorumun üzerinden geçip camdan dışarıya bakmaya devam etti. Şimdi Altair'in dağlarla çevrili yüzeyi gözlerinin önünden bulanıklaşarak geçiyordu. “Öyle olmamış ama... öyle diyorsun.”

Arda yerinden hafifçe öne eğildi, sesi buz gibiydi. “Evet, olmamış. Babası onu bir kadına teslim etmiş, sonra da arkasını dönüp gitmiş. Senin kızın işkence görerek büyümüş. Dövülerek, aç bırakılarak, ağlayarak... yıllarca!”

Ceri'nin camından geçip giden renkli Altair sokakları, içerdeki karanlığı aydınlatmaya yetmiyordu.

“Sen onu hiç ziyaret etmedin mi?” diye sordu Arda, gözlerini Menekşe'ye kilitleyerek. “Görmedin mi başına gelenleri?”

Kadının omuzları hafifçe yükseldi, sonra indi. “Benim öyle bir hakkım yoktu... onu görmek gibi.”

Azra gözlerini kısmıştı. “O ne demek şimdi?”

“Öyle işte,” dedi Menekşe, yine kaçamak. Cama çarpan gün ışığı gözlerinin kenarındaki kırışıklıkları belirginleştiriyordu.

“Ne zaman öldün?” diye sordu Arda, bu sefer doğrudan.

“Uzun zaman önce.”

Azra iç çekti, gözleri camdan geçip mora çalan ormana daldı. “Hiç net cevaplar vermiyorsun.”

Bir anda Menekşe konuyu değiştirdi. “Bana Aslı’yı anlat... nasıl biri o?”

Azra’nın bakışları yumuşadı. Sırtını geriye yasladı, parmak uçları dizlerinde bir ritim tutuyordu. “O çok iyi biri. Güzel... Sana benziyor aslında. Kızıl, kıvırcık saçları var. Medeiros’ta gözleri turuncu… Çilli, sevimli bir yüzü var. Sevgi dolu, neşe dolu, hayat dolu... Tüm yaşadıklarına rağmen.”

Menekşe’nin gözlerinde bir parıltı oluştu. Dudakları aralandı. “Turuncu gözler mi?”

“Dünya’da kahverengi,” diye açıkladı Azra.

Menekşe yutkundu, bir an için sesi kısıldı. “O bakıcısı olan kadın... hayatta mı?”

Arda başını hafifçe salladı. “Hayatta.”

“Anladım...” dedi Menekşe, ve yine cama döndü. Bu kez yansımasına daha uzun baktı, sanki içindeki boşluğu ilk kez fark ediyormuş gibi. Yanından geçen bulut yüzünü kısa bir an gölgelendirdi.

Azra pes etmeyecek gibiydi. Bakışları keskindi. “Hiç merak etmedin mi onu?” Menekşe'nin kaşlarının arasında bir çizgi belirdi.

“Etmedim.”

Arda ona gözlerini devirdi. “Neden?”

Menekşe’nin sesi bir çentik yükseldi. “Etmedim işte! Öyle bir kızım yok benim dedim, bitti!”

Ceri'nin içindeki havanın basıncı sanki değişmişti. Uğultu yankı gibi büyüyordu.

Azra'nın sesi soğuk bir rüzgar gibi esti. “Neden hâlâ buradasın o zaman? Gidebilirsin, özgürsün.”

Menekşe başını dikleştirdi. “İstemediğim için gitmiyorum. Sen söylüyorsun diye gidecek değilim.”

“Nasıl öldün?” diye sordu Arda yeniden. Sessizlik.

“Ne zaman öldün?” diye ekledi Azra. Yine cevap yok.

“Aslı’nın babasıyla nasıl tanıştın?” dediğinde Menekşe hızla döndü. Gözlerindeki öfke, tanıdık bir şey taşıyordu; Aslı’yı andırıyordu bu ifade. Azra bir adım bile geri atmadı.

“Arka tarafa geçip özel olarak konuşalım mı?” diye teklif etti.

Menekşe tereddüt etti. Meryem’e kaçamak bir bakış attı. Azra, sesi sakince ama tehditkâr bir şekilde konuştu. “İstersem seni bülbül gibi öttürürüm ben. Ama güzellikle olsun istiyorum. Sabrımı zorlamaya devam edecek misin?”

Menekşe’nin yüzü gevşedi. “Aslı’nın gücü ne?” dedi, bir anda tonu değişmişti.

“O bir telepat,” dedi Azra. “Zihinlere hükmediyor.”

Bu söz, Menekşe’nin yüzüne ilk kez gerçek bir gurur ifadesi kondurdu. Dudaklarının kenarı seğirdi, gözleri doldu dolacak gibiydi. “Tamam,” dedi hafifçe. “Gel, ayrı bir yere geçelim.”

Azra'nın el hareketiyle Ceri’nin arka bölümünde iki koltuk beliriverdi, yatak geri çekildi. Göz açıp kapayıncaya kadar kahve kokusu sardı ortamı. Azra, beliren fincanlardan birini alıp diğerini Menekşe’ye uzattı.

Kadın fincanı alırken eli titredi. Ağzına götürdü, dudaklarını ıslattı, sonra gözlerini Azra’ya dikti.

“Sen de onun yakın arkadaşı mısın?”

“Evet.”

“Seviyor musun onu?”

Azra gülümsedi, yorgun ama içten. “Çok inatçı bir küçük hanım o. Bazen beni delirtiyor ama evet, seviyorum.”

Menekşe başını hafifçe eğdi. “Bana çekmiş demek ki...” Sonra bir şey hatırlamış gibi içine döndü, yüzü karardı. “Gerçi inatçı olacağı, hayata bu kadar sıkı tutunduğu daha o zamandan belliydi.”

Azra, bu cümlede gizli bir suçluluk ve pişmanlık sezinledi. Boğazı düğümlendi. Etrafında gece mavisi bir titreşim belirdi, bastırmaya çalıştığı öfke aurasından dışarı sızıyordu.

“Anlat!” dedi, sesi kırılgan bir sabırla bastırılmıştı.

Menekşe derin bir nefes aldı. Camın ötesinde pembe ormanların arasından geçerken, içini ilk kez açmaya hazır görünüyordu.

“Tamam...”

Menekşe kahve fincanını tereddütle dudaklarına götürdü, küçük bir yudum aldı. Fincanın buharı gözünün önünü buğulandırırken gözlerini Azra’ya dikmişti, sanki nereden başlayacağını bilemiyordu.

Kontrol panelinden gelen yumuşak bir bip sesi aralarındaki sessizliği usulca kesti.

Derin bir nefes aldı, sonra zorlanarak konuştu:

"Ben Hristiyan bir ailenin kızıydım... İngiltere’de yaşıyordum."

Sesi düşük, boğuktu. Ceri'nin penceresinden süzülen sabah ışığı, karşı kıyıda sıra sıra dizilmiş rengârenk boyalı evlerin üstünden geçiyor, uzaktaki akarsu metalik bir parıltıyla kıvrılıyordu.

"Türkiye’ye bir arkadaşımın yanına tatile gelmiştim. Birlikte gezilere çıktık. Antalya’dayken... Aslı’nın babasıyla tanıştım."

Yüzünde geçmişin solgun gölgesi belirmişti. Parmakları fincanın kulpunda gerilmişti, hafifçe titriyordu.

"Kısa sürede kaynaştık. O ve bir arkadaşı da bize katıldı. Meğer köklü, zengin bir ailenin çocuğuymuş... Ben bunu bilmiyordum. Bana kendini şoför olarak tanıttı."

Dışarıda, camın hemen arkasında bir Ceri daha geçerken sesi çok hafif titrettiği zemine yankılandı. Azra bir anlığına göz ucuyla dışarıya kaydı; ağaçların arasından geçip giden insanların yüzleri, camda bulanık bir tablo gibi süzülüyordu.

"Aşık oldum... ya da öyle sandım. Onun da öyle olduğunu düşündüm. Aileme dönmeyeceğimi, Türkiye’de kalacağımı söyledim. Abim Türk biriyle evliydi, dilim iyiydi. Daha da pekişti."

Menekşe yine sustu. Kontrol panelinden ardı ardına gelen üç kısa bip, atmosferde sinir bozucu bir sabırsızlık hissi doğurdu.

"Aslı’nın babası... bana aşık olduğunu, beni çok sevdiğini söyledi. Evlenme teklifi etti. ‘Müslüman ol’ dedi bana."

Kahvesinden bir yudum daha aldı. Bu defa bakışları camın dışında süzülen nehrin üzerinden kaydı. Suya yansıyan şehir silueti titreşiyordu.

"Ailem deliye dönerdi böyle bir şeyi duysa. Ama ben... düşündüm. Belki evlenirsek Müslüman olurum dedim. İçimde bir şey diyordu: 'Neden olmasın?'"

Acı bir tebessüm geçti dudaklarından.

"Hamile kaldım. Bunu öğrenince... ortadan kayboldu."

Azra'nın çenesi hafifçe gerildi. Arda ön tarafta Meryem'le konuşuyordu gözleri kısa bir an ona takıldı.

"Ne işim vardı ne param... Arkadaşımın yanında kalıyordum. Geri dönemiyordum. Ailem beni bu hâlde asla kabul etmezdi. Kötü düşünmek istemedim başta... 'İşi çıktı, sonra gelir' dedim. Ama... gelmedi."

Dışarıdan geçen bir kuşun sesi camın ardında yankılandı.

"Sonra öğrendim ki... zengin bir ailenin oğluydu. Nişanlıymış. Yakında evlenecekmiş."

Bir anlığına sessizlik oldu. Sadece panelden yükselen ritmik tıııkk... bip... tıııkk sesleri duyuluyordu. Azra’nın avuçları koltuğun kenarını sıkmıştı, Arda'nın ise duruşu kaskatıydı gözlerini bir an onlara dikmişti.

"Dünya başıma yıkıldı. Onun için her şeyden vazgeçmiştim. Doktora gittim... yardım istemeye. Beni azarladı, gönderdi. Hamileydim. Param yoktu. Birkaç turist grubuna tercümanlık yaparak geçindim bir süre."

Yüzünü buruşturdu. Gözlerinin kenarında yaş birikmişti ama akmasına izin vermedi. Dışarıda pembe renkli bir bina yanında duran kırmızı ağaçlarla çarpıcı bir kontrast oluşturuyordu.

"O hamilelik... yalnızlık... intiharı bile düşündüm. Kendime zarar vermeye çalıştım. Ama... bebek gitmedi. Ben de gitmedim. İnatçıyız biz, ikimiz de."

Azra başını eğdi. Birkaç saniyelik sessizlikte Ceri’nin motorundan gelen sabit uğultu, içlerinde bir nabız gibi atmaya başladı.

"Doğdu. Mecbur doğdu. Ama sütüm yoktu... mama alamıyordum çoğu zaman. Arkadaşım yardım ediyordu ama geceleri bebeğin ağlamasından rahatsız oluyordu."

"Çocuk ağladıkça içim parçalanıyordu. Ailem hâlâ bana 'tatil nasıl geçiyor?' diyordu mektuplarında. Dönersem her şey bitecekti. Ama dönmesem... bebeği de, beni de yavaş yavaş tüketen bir belirsizlik vardı."

Birkaç saniye camın dışına baktı. Altair’in ağaçlı caddeleri, birbirine simetrik sıralanmış lambalarla parlıyordu. Renkli tentelerin altında oturan insanlar, uzaktan huzurlu bir tablo gibi görünüyordu.

"Onun... evleneceğini duydum. İçimden bir ses 'onun da hayatı mahvolsun' diyordu. Ama bir yanım hâlâ... umut ediyordu. 'Belki bebeği görür, belki bizi kabul eder' diye düşündüm."

Yutkundu. Sesi çatallaştı.

"Kapısına gittim. Bebeği gösterdim. Yalvardım. Ama o bana... sanki hiç tanımamış gibi baktı."

Azra’nın gözleri bir anlık parladı, sonra kendini geri çekti.

"Ben o bebeğe bir hayat veremezdim... ama o verebilir sanmıştım. Zengindi. Belki güzel bir hayatı olurdu."

Derin bir nefes aldı, sesi fısıltıya döndü.

"Portakal..."

Azra bir an duraksadı. Menekşe’nin dudaklarından dökülen bu lakap, içini tuhaf bir sıcaklıkla doldurdu. Ama yüzüne yansıtmadı.

Menekşe gözlerini silerken başını öne eğdi. "Babasının evine bıraktım onu. Sonrası... bilmiyordum. O kadının ellerine bırakacağını... işkence edeceğini, aç bırakacağını, döveceğini nereden bilebilirdim?"

Ceri’nin panelinden yükselen biiip sesi bu kez tiz ve uzun geldi. Azra bir süre cevap vermedi, sadece camın dışında akan hayatı izledi. Altair ışıl ışıl parlıyordu; ama içeride bir kadın, yıllarca sustuğu karanlıkları döküyordu.

Menekşe fincanı avuçladığında elleri hafifçe titredi. Serin porselen, parmak uçlarında istemsiz bir sızı bıraktı. Küçük bir yudum aldı ve gözlerini Azra’ya dikti.

Azra, başını hafif yana eğerek onun devam etmesini bekledi.

“Hiç merak etmedin mi?” diye sordu sessizce. Sesi bir tül gibi inceydi ama içinde saklı bir sarsıntı taşıyordu.

Menekşe'nin bakışları cama kaydı. Gözleri, Altair’in aşağısında kıvrılarak akan nehrin üzerinde süzülen küçük bir tekneye takıldı.

“Ettim,” dedi boğuk bir sesle. “Hem de nasıl...”

Elindeki fincanı yavaşça masaya bıraktı. Ceri’nin üst panelinden gelen bir ikaz sesi kısa bir titreşimle havayı yardı.

“Önce ülkeme, İngiltere’ye döndüm. Çalıştım ama aklım hep buradaydı. Çok ağladım,” dedi, gözlerinin kenarındaki yaş çizgileri belirginleşirken. “O pembe bebek gözümün önünden hiç gitmedi. Sonunda... hasta oldum. Ağlamaktan, susmaktan, susarken içimde çürümekten.”

Omuzlarını kamburlaştırdı, sesi biraz daha kısıldı.

“Annem anladı bir şey olduğunu. ‘Ne oldu?’ dedi. Artık tutamadım içimde. Anlattım. Bir bebeğim olduğunu, her şeyi. Önce çok kızdı… ama sonra yengem, abimin Türk eşi, onları sakinleştirdi. ‘Al getir o zaman,’ dediler. İnanamadım. Bir umut sızdı içime.”

Azra’nın yüzüne vuran gün ışığı, Ceri’nin camından yansıyan sarı-mavi gölgelerle dalgalandı.

“Uçakla hemen Türkiye’ye döndüm,” dedi Menekşe. Dudaklarını sıkınca çenesi hafifçe titredi. “Babasıyla konuştum. ‘Çocuğu ver, gideyim,’ dedim. O zaman evlenmişti. Hatta kendi çocuğu da olmuştu. Bana ne dedi biliyor musun?” Azra’ya dönerek yüzünü buruşturdu. “‘Çocuk yok. Unut,’ dedi. Kapıyı yüzüme kapattı.”

Dışarıda süzülen bir kaç paraşütlüye Azra'nın gözleri takıldı.

“Pes etmedim. Her gün gittim. Kapısında bekledim. Yalvardım. Mahallesindeki herkese sordum. Tanıyanlara ulaştım. Kimse görmemişti. Kimse bilmiyordu. Sanki... yer yarıldı da içine girdi. Portakal... yoktu.”

Başını iki yana salladı, gözleri boşluğa baktı. Camdan görülen şehirde, kırmızı çatılı bir evin avlusunda rüzgar gülleri dönüyordu.

“Karısına gittim. ‘Benden bir çocuğu var, saklıyor,’ dedim. Kadın yüzüme bile bakmadı. Ona da yalanlar söylemiş. Kadıncağız beni 'deli' ilan etti. ‘Kocasına aşıkmışım da yuvasını yıkmak istiyormuşum’... Böyle dedi. Buldurmadı bana. Türkiye’de çok kalamıyordum, vizem bitiyordu. Geri döndüm. Sonra tekrar geldim. Yıllarca… Yıllarca kapısında git gel ağladım. Ama o hep aynıydı. ‘Bırakmasaydın o zaman,’ dedi bana.”

Azra, başını hafifçe önüne eğdi. Tınısı yumuşak ama keskin bir söz geldi dudaklarından.

“İstememişsin önce ama.”

İçindeki empatiyle sarılmak isterken, aklındaki Aslı çığlık atıyor, “geç kaldı” diyordu.

Menekşe içini çekti. “Doğru,” dedi fısıltıyla. “Çok korktum... kandırıldım. Dünya başıma yıkıldı. Ama sonra… onu kucağıma aldığım an…” Gözleri aniden parladı, dudakları titredi. “Pembe bir bebekti. Mis gibi kokuyordu... Sadece iki ay benimle kaldı. Aç kaldı yavrum. Babası iyi bakar sandım. Evindeki koltuğa bıraktım. Kaçtım.”

Sözleri boğazında düğümlendiğinde Ceri’nin panellerinden gelen bir uyarı ışığı parladı. Sistem inişe hazırlık yapıyor gibiydi.

“Bilseydim... ailem sonunda kabul edecek. Bırakır mıydım hiç?”

Azra, göz ucuyla onu süzdü. “Kaç yaşındaydın o zaman?” diye sordu.

Menekşe ellerini dizlerine bastırarak cevap verdi. “O şerefsizle tanıştığımda on sekiz.”

Bir sessizlik anı doğdu. Ceri’nin içindeki metalik sessizlikte, sadece uzak bir titreşim duyuluyordu. Azra gözlerini kısmıştı.

“Senin adın neden Menekşe?”

Kadın şaşkınca başını kaldırdı. “Benim adım Violet aslında. Türkçesi Menekşe. Müslüman olunca bu ismi aldım.”

“Ne zaman Müslüman oldun?”

Cama doğru baktı, sesi bir dua gibi yavaşladı. “Aslı’yı bulamayınca... yine hastalandım. Umutsuzluktan. Yengem bana Kur’an okurdu. O zamanlar içim biraz rahatlardı. Sonra ben de okumaya başladım, mealini... Araştırdım... öğrendim. Müslüman oldum işte.” Bir an duraksadı. “Kur’an’ı anlayabilmek için Arapça bile öğrendim.”

Azra başını hafifçe salladı, ama içinden geçenleri göstermek istemedi. Sessizce dinliyordu; sanki karşısında bir anne değil, yıllar boyunca kendi kendini affetmeye çalışmış bir hayalet vardı.

Ceri’nin içindeki titreşimler biraz daha yoğunlaşmıştı; aşağı doğru inişin verdiği hafif bir basınç kulaklarda dalga dalga yayılıyordu. Camların ardında şehir merkezinin düzenli sokakları yavaşça geride kalıyor, yerini doğanın kalbine açılan geniş bir ovaya bırakıyordu. Altair’in uçsuz bucaksız çiçek tarlaları ve mor ağaçlarla dolu tepeleri gökyüzünden dev bir tablo gibi görünüyordu.

Azra bir süre sessiz kaldı. Gözlerini Menekşe’den kaçırmadan, duyduklarını sindirmeye çalıştı. Sonra sordu:

“Nasıl öldün?”

Ceri'nin camından dışarı baktı Menekşe. Gözleri, ufuktaki eflatun çınarların serinliğine saplanmıştı. “Ben bir kış yine hastayım…” dedi. Sesi hem titrek hem kırgındı. “Bebek aklımdan hiç çıkmıyor. Kendimi avutmaya çalışıyorum... ‘Babası zengin, iyi bakıyordur, güzel bir hayatı oluyordur,’ diyorum. Ama... kokusu burnumdan gitmiyor hiç.”

Sözleriyle birlikte cama ince bir buğu düştü; Ceri, atmosferin nemine yaklaştıkça içerdeki sıcaklıkla dışardaki serinlik çarpışıyor, camda solgun bir örtü oluşuyordu. Aşağıda pembe çam ağaçlarının arasında kıvrılarak akan ince bir şelale görünmeye başladı.

“Dayanamadım, yine geldim Türkiye’ye. Hava çok soğuktu, kar yağıyordu. Cebimde az param vardı. Annem de kızıyordu artık... ‘Unut,’ diyordu. ‘Baba zengin, bırak çocuğun yakasını. Kendine işkence ediyorsun.’ Ama unutamadım. Unutulur mu hiç?”

Menekşe’nin sesi çatallandı. Parmakları dizinin üstünde sıkıca kenetlendi. Gözlerinden yaş süzülmese de sesi hep sulu bir şey taşıyordu.

 

“Kapısına yine gittim. Yalvardım. Kovdu beni. Oturdum kapının önüne. Gitmedim. ‘Bebeği ver,’ dedim. Yine kovdu. Çok hastaydım… kar yağıyordu… donuyordum. Sabaha kadar ağladım kapısında. ‘Tamam, verme,’ dedim. ‘Bir kere göreyim. İyi olduğunu bileyim yeter…’ diye yalvardım.”

Ceri, şelalenin biraz üzerinde süzülüyordu artık. Ağaçların arasından geçen taş bir patika görünüyordu aşağıda, beyaz sarmaşıklarla örtülmüş. Küçük bir ahşap köprü, suların üzerinden zarifçe uzanıyordu.

“Sabah çıktı dışarı. Beni kolumdan sürüklediği gibi evin bahçesinden attı. Çamura battım. Islandım. Ama gitmedim. O demir kapıya dayadım sırtımı. Direndim.” Kederli bir kahkaha döküldü boğazından. “Neymiş efendim, şimdi mi gelmiş aklıma anne olduğum? Piç işte! Sanki isteyerek bıraktım ben o bebeği! Sanki kolaydı…”

Azra başını eğdi. Boğazında bir yumru hissediyordu. Aşağıda kıvrılan nehrin kenarında mor ağaçların gölgesine sığınmış kuşlar uçuştu.

“Sonra hastalandım. İngiltere’ye döndüm. Ciğerlerim iflas etti. Geri döndüğümde yataktan kalkamıyordum. Yengem... abimin karısı... başımda Kur’an okuyordu. Allah’ı anlatıyordu. ‘Çok güzel Allah, çok iyi,’ diyordu. ‘Bir gün portakalla kavuşacaksın...’ diyordu bana.”

Ceri’nin kontrol panelinden yumuşak bir uyarı sesi duyuldu. Sistem, iniş yaklaşımına geçtiğini belli ediyordu. Sarsıntısız ama sürekli bir titreşim, kabinin içini sardı.

“O zamanlar Kur’an okununca içim biraz yumuşardı. Önce gizli gizli meal okumaya başladım. Sonra yengeme sordum… ‘Müslüman nasıl olunur?’ O da anlattı bana. Kelime-i Şehadet... oruç... namaz…”

Gözlerini yumdu, göz kapakları titriyordu.

“Zaten yiyemiyordum. Oruç kolaydı. Sadece hava kararınca bir yudum su içerdim. Yengem fark etti bir gün. ‘Sen oruç mu tutuyorsun?’ dedi. Anladı. Sonra bana namazı da öğretti. O da eklendi.”

Aşağıda, pembe çamların arasındaki boşlukta berrak bir gölet beliriyordu. Ceri inişe geçtiğinde, suya yansıyan gökyüzü pürüzsüz bir ayna gibiydi.

“Gece içim daralırdı. Kalkar namaz kılardım. Seccadede ağlardım. Sonra oracıkta uyuya kalırdım. ‘Beni sev,’ derdim Allah’a. ‘Kızımı bana ver…’ Hep onu istedim. Ama hep düşündüm... Allah bana ceza mı verdi? Onu bıraktım diye mi?”

Azra’nın sesi çatladı. Daha fazla tutamadı.

“Bırakmasaydın keşke...”

Menekşe birden doğruldu. Gözleri büyüdü. “Küçüktüm ben de!” diye haykırdı. Sesi öfke yüklüydü ama çaresizdi de. “Korkmuştum! Kandırıldım! Babasına güvendim, yalan söyledi! ‘Evleneceğiz’ dedi, portakal oldu! Meğer nişanlıymış!”

Türkçesi çatallaşmıştı; İngilizce aksanı kırılmış cümlelerin arasına yerleşen bozukluklar, öfke arttıkça artıyordu.

Azra, Menekşe’ye bakarken içinde Aslı’ya ait hayalet gibi bir görüntü belirdi. Aynı çene yapısı. Aynı gözler. Aynı hırsla karışık kırılganlık. İçinden gelen öfkeye rağmen, kadının bu paramparça hali bir an için ona Aslı’yı anımsatıyordu. Bu da daha fazla canını yakıyordu.

Bir yutkunma. Bir nefes.

Kendisini toparladı. Sırtını biraz geriye yasladı. Mesafesini geri kazandı.

Ceri, Seperius’un üzerindeki göğü delercesine süzülerek yaklaştı. İnip tam duvarın önünde durduğunda, gümüş dış kaplamasına yansıyan gün ışığı Menekşe’nin yüzüne ürkek bir parıltı düşürdü. O hâlâ olduğu yerde, ellerini karnında birleştirmiş halde, göz ucuyla Azra’ya bakıyordu.

Azra ona döndü, sesi beklenmedik bir yumuşaklık taşıyordu. “Aslı sana çok kırgın,” dedi. “Bunu unutma, olur mu?”

Menekşe başını yavaşça salladı. Göz kapakları bir an titredi. “Biliyorum… Dinlemeyecek beni,” diye fısıldadı. Nefesi sanki dışarı çıkarken utançla çarpılıyordu. “Hiç görmese miydim? Sadece… uzaktan bir görsem?”

Azra, kaşlarını hafifçe çattı. Cevabı netti. “Olmaz. Dinler seni ama… elinden çekeceğin var!”

Menekşe’nin gözlerinde kısa süreliğine bir umut parıltısı belirdi. Dudakları usulca aralandı. “Sarılır mı bana?”

Azra bir omuz silkti. Belirsizliği sertçe kabullenmişti. “Bilmiyorum. Şu an için seni yok sayıyor.”

Menekşe başını eğdi. Kırılmış bir çocuk gibi, “Anladım,” dedi kısık sesle.

Ceri’nin kapıları bu sırada ağır bir sesle yana açıldı. Metalin rayda kayma sesi, kısa bir uğultuyla ormana yayıldı. Menekşe, içgüdüsel bir refleksle geri çekilir gibi oldu. Arda adımını attı, Azra onu takip etti. Ama Menekşe neredeyse görünmeyen bir sis gibi sızdı dışarıya. Gölgeyle yarışır gibi, Meryem’in ardından süzüldü.

Yolun iki yanında uzanan pembe çam ağaçları, öğle güneşinde titreşen masalsı gölgeler bırakıyordu. Rüzgar, iğne yapraklarını hafifçe kıpırdatıyor, hava serin ama bahar kokuluydu. Seperius’un devasa duvarı, göğü yararcasına yükselmişti.

Azra, hafifçe iç geçirdi. “Annesi sürpriz olacak ona,” diye mırıldandı. Bakışları Arda’ya dönüktü ama sesi daha çok kendineydi.

Arda dudaklarını aralayarak gülümsedi; o gülümseme içinde ciddi bir tedirginlik barındırıyordu. “Evet… gazabından korkuyorum açıkçası.”

Okul duvarına sembolü çizip geçtiklerinde Azra’nın elinde aniden bir moda dergisi belirdi. Sayfalar parlak, köşeleri hala yeni gibiydi. Hiç duraksamadan Meryem'e uzattı.

Meryem’in kaşları hafifçe kalktı. “Ne bu?” diye sordu, merakı gözbebeklerine yansımıştı.

Azra birkaç adım atarak Meryem’in önünde durdu ve gözlerini onun heyecanlı yüzüne sabitleyerek, konuştu:

“Al bunu.” Sesinde tuhaf bir ciddiyet vardı. “Bak, içinde bir sürü güzel kıyafet var. Bundan sonra bunlar gibi giyineceksin, tamam mı? Hepsi kombin; aynısını giyeceksin, ayakkabılara kadar.”

Meryem dergiyi iki eliyle kavrayarak aldı, gözleri parladı. Genişçe bir nefes alarak, Azra’nın gözlerinin içine baktı. “Teşekkür ederim, Azra!” dedi içtenlikle.

Taşların üstünde yürüyüşünü hızlandıran Arda, dudaklarını büzerek onlara yetişti. Omuzlarını gerip, sert bir bakışla Azra’ya döndü. “Yani giderken düşündüğün tek şeyin beni delirtmek olması çok tuhaf, Azra.”

Azra, renkli fenerlerin titreşen ışığında yüzüne düşen gölgelerle hafifçe gülümsedi. “Aa, sen niye deliriyormuşsun?”

Arda ellerini iki yana açtı. “Ne verdin Meryem’e?”

Azra yanıtlamadan önce gözlerini bir an gökyüzüne devirdi, sonra sanki en doğal şeymiş gibi omzunu silkti. “Kıyafet dergisi.”

Arda'nın kaşları çatıldı. Gırtlağından alaycı bir homurtu koptu. "Allah bilir neler var içinde!" Moda takıntın eksikti zaten, diye geçirdi içinden.

“Hem sen niye deliriyorsun ki?” diye üsteledi Azra. “Anası mısın, babası mısın? Yoksa kardeşi ya da kocası mısın? Sana ne?”

Meryem, Azra’ya bir kahkaha atarak onay verdi. “Hiç!”

Arda'nın dudak kenarı istemsizce seğirdi. Yumruk yaptığı elini gevşetirken dişlerini sıktı. “Ne demek sana ne? Ben şeyiyim... ee... arkadaşıyım işte! Hatta efendisi sayılırım!”

Meryem gözlerini kocaman açıp, hemen karşılık verdi. “Töbe! Efendi diye kocaya derler bizim oralarda.”

Arda'nın suratındaki ifade tam anlamıyla dağılmıştı. “Her neyse!” diyerek öfkesini bastırmaya çalıştı.

Azra hafifçe eğilerek Arda’nın saçlarını parmaklarının arasına alıp karıştırdı. “Sen benim kıyafetlerime nasıl karışamıyorsan, onun kıyafetlerine de karışamazsın, küçük efendi.”

Arda, Azra’nın elini hızla itti. “Heh! Sen gidince sanki seni dinleyecek!”

Tam o sırada Meryem, az önceki neşesini hâlâ koruyarak araya girdi. “Seni de dinlemeyeceğim!”

Arda başını ona çevirip sertçe tısladı. “Sus kız!”

Meryem hemen sustu ama gözlerinin içi gülüyordu. Azra, ikisini de izleyerek kahkaha attı. Topuk sesleri taş zeminde yankılandı, ardından bir sessizlik çöktü.

Arkalarında iç sesini bastırmaya çalışan biri vardı: Menekşe. Sessizce yaklaşıp Azra’nın yanına geldiğinde dudakları titriyordu. Gözlerini kaçırarak fısıldadı: “Çok gerginim şu anda.”

Azra, onun bu kırılgan haline şefkatle baktı. “Anlıyorum seni,” dedi sakin bir tonla. “Açıkçası ben de Aslı’nın ne yapacağını hiç kestiremiyorum şu anda.”

Menekşe çenesini düşürdü, sesi iyice inceldi. “Sen de iyice korkutuyorsun beni.”

Azra başını yana eğdi. “Sen ne yapacaksın onu görünce?”Menekşe kollarını göğsünde sıkıca kavuşturdu. “Hiç bilmiyorum... Çok heyecanlıyım, çok mutluyum, çok kaygılıyım... Bilmiyorum ne yapacağım.”

Azra durdu, gözlerini ona sabitledi. Sesi yavaşladı, ama içine yerleşmiş acı netti: “Aslı ne derse desin, onu anlamaya çalış olur mu? O senin onu küçükken bırakıp gittiğini düşünüyor. Unutma... Bir kere bile saçı okşanmamış, sevgi, güler yüz görmemiş bir çocuk o. Görmemesi bir yana... yemek, tuvalet gibi en temel ihtiyaçlarında bile... çok dayak yemiş.”

Menekşe’nin gözleri yavaşça kararırken, bakışlarının içindeki parıltı karanlık bir nefrete dönüştü. Tırnaklarını avuç içine geçirerek dişlerinin arasından konuştu: “O kadının öleceği günü sabırsızlıkla bekliyorum.”

Azra sessizce yön değiştirdi, bakışlarını Aslı’nın kulübesine çevirdi. Gün ışığı, verandanın gölgesini taş zemine uzatmıştı. “Geldik sayılır,” dedi. Sonra Menekşe’ye dönerek devam etti: “Bir sonraki ev. Yalnız... Aslı seni normalde göremez. Sadece Arda görebilir. Ben güçleri yansıtabiliyorum, bu yüzden bugünlük seni görüp, dokunup, konuşabilir. Ama sonrası olmayacak. Çünkü ben okuldan atıldım. Artık burada olmayacağım.”

Menekşe, yüzünde donuk bir gülümsemeyle başını eğdi. “Sen yokken beni göremez yani? Bundan sonra geldiğimde görmeyecek mi?”

Azra, başını hafifçe salladı. “Ben artık burada okumayacağım,” dedi tekrar. “Bu yüzden Aslı ayrıca üzgün, haberin olsun. Sadece beni değil, Arda’yla beni birlikte bulman gerekiyor onunla tekrar konuşmak için.”

Menekşe, gözlerini kaçırarak fısıldadı: “O niye şimdi?”

Azra birkaç saniye duraksayıp açıklamaya başladı: “Sizi çağırma, yönetme gücü ona ait. Ben de onun gücünü yansıtma, diğerleriyle paylaşma gücüne sahibim.”

Menekşe kaşlarını çattı. “Nasıl yani?”

Azra omuz silkerek konuyu kapattı. “Aman neyse... Aynı anda ikimiz yoksak, seni göremez, konuşamaz, hissedemez. Seni sadece Arda görebilir, söylediklerini de sadece o iletebilir. Anlaşıldı mı?”

Menekşe başını yavaşça salladı. “Evet... anlaşıldı.”

Sonra birlikte taş yolda ilerlemeye devam ettiler. Arda’nın kulübesinin verandasına vardıklarında, renkli fenerlerin altında uzayan gölgeleri sanki onlardan bir adım öndeydi.

Arda'nın kulübesinin kapısı açıldığında içeriden yayılan loş opal ışık, Azra’nın yüz hatlarını gökkuşağı gibi boyadı. İçeri adımını atar atmaz siyah kadife koltukta oturan Ece hızla doğruldu. Ebru zümrüt sandalyesini gıcırdatarak kenara itti, Can gölgeli duvar dibinden çıktı, Aslı ise tavanın altından süzülen ışığa aldırmadan öfkeyle doğruldu.

Dört bir yandan onu saran arkadaşlarının arasında Azra bir an durdu. Sonra derin bir nefes alıp Arda’nın gücünü bıraktı. Omzundaki ağırlık bir anda kalkmış gibiydi.

Aslı, kollarını göğsünde kavuşturarak gözlerini kısalttı. “Nereye gittiniz siz?” Sesinde sabırsız bir gerginlik vardı.

Azra, yüzüne hafif bir tebessüm yerleştirip yanıtladı. “Vega’ya, kıvırcık.”

Ama Ebru sözünü kesti, sesi tiz ve telaşlıydı. “Kavga ediyordunuz, gördük biz!”

Azra bir adım geri atarak abartılı bir şekilde ellerini havaya kaldırdı. “Olur öyle kardeşler arasında,” dedi, sesi neşeli ama gözleri temkinliydi.

Cam kenarındaki koltuğun arkasında ayakta bekleyen Ece, yüzündeki kaygıyı bir iç çekişle dağıttı. “Neyse... ikiniz de iyisiniz ya.” Sesi rahatlamıştı ama hala temkinliydi.

Köşede sessizce bekleyen Can ise dudaklarını bastırarak düşündü, sonra öne doğru bir adım atıp gözlerini kısmadan Azra’ya baktı. “Azra, biz düşündük. Gidip Sare’yle konuşacağız! Atıyorsa hepimizi atsın!”

Azra'nın yüzü bir anda karardı. Bakışlarını dikleştirdi, sesi ilk kez bu kadar keskin çıktı. “Saçmalamayın!” diyerek bağırdı. “Sare’nin ekmeğine yağ sürersiniz o zaman!”

Işıkların renkli parıltısı altında donakalan grup, Azra’nın beklenmedik çıkışıyla şaşkınca sustu. Sessizlik, duvarlardaki değerli taşların hafif titreşimiyle yankılandı. Azra ise netti. Parmaklarıyla masayı göstererek devam etti:

“Oturun şuraya. Konuşalım.”

İçlerinde ilk kıpırdayan Ece oldu. Kaşlarını kaldırarak çekingen bir sesle sordu: “Niye yağ sürüyormuşuz?” dedi. Akuamarin sandalyeye oturarak.

Aslı burnundan homurdanarak mercan sandalyesine çöktü. “Ben yerim onun ekmeğini de yağını da,” diye mırıldandı, ama sesi sert değil, savunma mekanizması gibi çıkmıştı.

Azra, parmaklarını masanın kenarına bastırarak öne eğildi. Sesini yükseltti, ama çatık kaşlarının ardında gözleri dolu gibiydi: “Beni dinleyin! Böyle bir şey yaparsanız... tamamen ayrılırız!”

Odada hava neredeyse çatırdıyordu. Tavanın opal ışıkları, Azra’nın yüzündeki kararlılığı vurguluyordu. Herkesin gözleri ona kilitlenmişti.

“Bence zaten Sare beni gönderirken bunu amaçlıyordu. Bizi ayırmak istiyor. Kehanet yüzünden yapıyor bunu!”

Bir süre kimse nefes almadı. Azra derin bir iç çekerek devam etti: “Bir aydır çok iyi dayandınız. Bugün her şeyi mahvetmeyin. Ben... ne yapıp ne edip... en kısa zamanda dönmeye çalışacağım. Söz veriyorum hepinize.”

Bakışlarını tek tek hepsinin gözlerinde gezdirdi. “Bana güvenin.”

Sözcükler odada yankılanırken, değerli taşlarla bezenmiş duvarlar bile bu sözü tutacak gibiydi. Arda’nın evindeki kasvetli aura, Azra’nın kararlılığıyla birkaç saniyeliğine dağılmıştı.

Sessizlik uzadı. Hiçbiri tek kelime etmedi. Sadece göz göze gelip, sonra başlarını salladılar. Çünkü ne kadar korksalar da... güvenmekten başka çareleri yoktu.

Can, ametist sandalyeden doğrulurken dizini silkeledi, gözlerini Azra’ya dikti.

“Azra, biz kendimizden daha çok güveniriz sana,” dedi samimiyetle. Gözleri yumuşak ama altında bastırılmış bir panik vardı. “Ama neden böyle düşünüyorsun?”

Azra kısa bir sessizlikle yanıtladı onları önce. Bakışları sırayla Ebru, Ece, Aslı ve Can’ın gözlerinde dolaştı. Her biri bir cevap bekliyordu; Aslı tırnaklarını kolçağa bastırmış, Ece saçlarını kulaklarının arkasına attı.

“Çünkü sizi doğrudan atamadı,” dedi Azra, bir adım öne çıkarak. Sesi sakin ama içinde sert bir gerçek vardı. “Ben her şeyi üstüme aldığım için ceza sadece bana kesildi. Ama biliyor ki, beni atmak sizi kızdıracak.”

Cümlesi bitince camdan sızan ışık, siyah kadife koltuğun sırtlığına vurdu; Azra'nın gölgesi duvarda büyüdü.

“Belki öfkeyle bir hata yapıp ortak olduğumuzu itiraf edeceğinizi umuyor. Böylece Arda için Anterius’u bile ikna edebilir.”

Can kaşlarını çatıp başını eğdi. Azra’nın düşüncelerini adım adım izliyor gibiydi. Azra konuşmaya devam etti. Gözlerini Can ve Arda’ya çevirdi, “Böylece siz ikiniz Anterius’a gidebilirsiniz.” Ardından döndü, Ebru ve Ece’yi gösterdi. “Ece ve Ebru’yu kolay kolay atamaz. Olayların çok dışındaydılar." Başını zümrtüt sandalyesinde kaskatı oturan Ebru’ya eğdi. "Ayrıca biri öğrenci temsilcisi...” Sonra gözleri bu kez Ece’ye odaklandı. “...diğeri okulun birincisi ve en güçlü Kahini.”

Ece, alnındaki teri eliyle silerken hafifçe başını salladı. Sözleriyle onaylamasa da, gözleri bu çıkarımın haklılığını kabul ediyordu.

Azra ardından Aslı’ya döndü. Omuzlarını gererek dikkatini onun üzerinde topladı.

“Ama Aslı... sen onlardan daha fevrisin. En ufak hatanda seni de atıp benim yanıma, Karius’a yollayabilirler. Ve böylece grup tamamen dağılmış olur.”

Aslı dudaklarını birbirine bastırıp sol gözünü kısarak bakakaldı. Tepki vermemesi, Azra’yı haklı bulduğunu gösteriyordu.

“Anladınız mı?” dedi Azra, gümüşten oyma sandalyesinde dikleşerek. Bu kez sesi daha sertti. “Asla bir şey yapmayacaksınız! Ben tek gideceğim ve en kısa zamanda da döneceğim. Tamam mı?”

Verandaya vuran rüzgâr abanoz ağacının dallarını hafifçe gıcırdattı. İçeride bir sessizlik çöktü. Kimse ilk konuşan olmak istemiyordu.

Sonra hepsi birden, farklı tonlarda ama aynı anda sordular:

“Söz mü?”

Azra'nın gözleri bu anı kazımak ister gibi onların her birine tek tek baktı. Dudaklarında titremeyen net bir ifade vardı.

“Söz veriyorum,” dedi. “Bir yolunu bulacağım. Ama siz de bana zaman vereceksiniz. Hem Karius’ta da yapmam gereken şeyler var, bir bakıma iyi oldu. Halledip en kısa zamanda geleceğim, söz.”

Ece başını eğip burnunu çekti, Aslı hızla gözlerini kırpıştırdı. Can ve Ebru bir anlık tereddütten sonra Azra’ya doğru bir adım attılar.

Ve sonra hepsi dört koldan Azra’ya sarıldı. Abanoz gövdenin dışarıdaki yakut gözleri loş ışıkta sanki bu veda anını sessizce izliyordu.

Kızların gözyaşları yine başlamıştı.

Azra onları nazikçe ama kararlı bir şekilde susturdu, iki avucunu kaldırarak biraz geri çekildi.

“Ay yeter ama! Kesin ağlamayı,” dedi bir kahkahayla değil, ama içinde sıcak bir gülümsemeyle. “Hafta sonları mutlaka Vega’da, Su Heykelleri’nin orada buluşalım. Her hafta sonu, anlaştık mı?”

“Tamam,” dediler hep birlikte. Bu kez biraz daha hafif bir tonda.

Ve içeri, taşlardan yansıyan ışığın yanında, bir nebze umut da doldu. Herkes sandalyesine geri dönerken, Azra bileğindeki saate göz attı; opal ışığın altındaki metal yaldızlı cam, soluk bir yıldız gibi parladı.

"Saat geç oluyor," dedi, sesi taş duvarlarda yankı gibi çoğaldı. "Karius müdüresi Maral gelmeden önce size bir sürprizim var. Ama önce bazı şeyler hediye edeceğim."

Tahta verandadan gelen hafif gıcırtılar, abanoz ağacının dallarındaki taşların rüzgârla şıngırtısını bastıramıyordu. Kapının üstündeki kuru kafanın akuamarin gözleri kapının üstünde titreşiyor, içeriyi gözetliyormuşçasına bir huzursuzluk yayıyordu.

Aslı birden öne eğildi, sandalyedeki gölgesi arkasında büyüyüp sarktı. Gözleri doluydu, sesi çatladı: "Ne hediyesi? Sanki temelli gidiyorsun!"

Azra ona dönüp hafifçe gülümsedi, gözü pencere kenarındaki renkli taşlarla süslenmiş çerçevelerde kısa bir an takıldı. "Temelli gitmiyorum," dedi yumuşakça. "Sadece yanınızda olduğumu, hep benimle olduğunuzu bilin istiyorum."

Parmakları arasında ince bir ışıltı belirdi. Göğüs hizasında tuttuğu avucunun içinde, birbirine sarılmış iki kız figüründen oluşan zarif bir kolye parladı. Figürlerden biri Azra’ya, diğeri Ece’ye benziyordu. Değerli taşlar gölgede hafifçe dans etti; odanın opal ışığında figürlerin etrafı kısa süreliğine bir gökkuşağı gibi parladı.

Azra gözlerini Ece’ye dikti ve kolyeyi ona uzattı. Ece’nin gözleri ışığın içinde buğulandı. Titreyen parmaklarla uzanıp kolyeyi aldı. "Teşekkür ederim Azra," diye fısıldadı ve ona sıkıca sarıldı. O an kolyenin zinciri omuzlarına değdiğinde, sandalye arkasındaki gölge bir an şekil değiştirir gibi oldu.

Azra başını eğip gülümsedi, sonra yeni bir kolye belirdi elinde, bu kez salıncakta oturan, sarmaşıklara sarılı iki kız figürü. Kolyeyi Ebru’ya uzattığında, ışık taşın kıvrımlarında mor ve yeşil tonlarda çakıldı. Ebru kolyeyi kalbinin üstünde tuttu bir an, sonra öpüp boynuna geçirdi. "Hiç çıkarmayacağım Azra! Teşekkür ederim."

Azra, Ebru’nun ardından Can’a döndü. O anda taş tavanın ortasında asılı duran opal ışık, Can’ın yüzüne vurdu. Azra’nın avucunda bu defa küçük bir defter belirdi kapağı değerli taşlarla süslüydü ve Azra’nın terasta Can’ın omzuna yaslandığı bir sahne işlenmişti üzerine.

Can defteri aldı, birkaç saniye sessiz kaldı; yüzü ciddi ama gözleri nemliydi. Sonra yavaşça göğsüne bastırdı. "Teşekkürler Azra! Kullanmaya kıyamayacağım kadar güzel… ama hep yanımda olacak!"

Loşluk yerini anlık bir sessizliğe bıraktı. Opal ışık bir anlık sönüp yanar gibi oldu. Azra şimdi Aslı’ya döndü. Onun için beliren ilk kolye, yan yana duran iki yarış arabasını taşıyordu.

Aslı’nın ifadesi yumuşadı, gözlerinde bir an geçmişten gelen neşe kıvılcımı çaktı. "Teşekkür ederim," diyerek kolyeyi boynuna taktı. Zincirin değdiği yerde opal ışık kıvıl kıvıl dolaştı.

Ama hemen ardından Azra’nın elinde bir başka kolye daha şekillendi. Daha büyük, daha ağır ve daha keskin çizgilere sahipti. Kolyenin ucunda, hamile karnını örten kızıl kıvırcık saçlı bir kadın figürü vardı; saçında hercai menekşe tokası, kalp şeklinde karnının içinde portakal tutan kızıl kıvırcık saçlı bir bebek… Üzerine düşen opal ışık kırmızıya çalıyordu sanki canlıydı.

Sandalyede sırtını dikleştiren Aslı, kolyeyi eline alıp dikkatle inceledi. Kasvetli taş duvarlardan yansıyan ışık gözlerinin içinde titriyordu. Kaşları çatıldı, sesi hem alaycı hem kırgındı: "Benden bana benzeyen bir bebek bekliyorsun sanırım!"

Azra yaklaşarak başını eğdi. "Aslı," dedi neredeyse fısıltıyla, "sen onun ne olduğunu bilecek kadar zekisin."

Aslı’nın yüzü gerildi. Kadife koltuğun kenarını sıkarken tırnakları kumaşa gömüldü. "Bu benim annem olamaz!" diye çıkıştı. "Çünkü ben hiçbir zaman onun kalbinde değildim! Eğer bu benim annemse… istemiyorum!"

Kuru kafanın akuamarin gözleri, kapının üstünde daha da kararmış gibiydi.

"Ben bunu almanı istiyorum ama… neden istemiyorsun?" diye sordu Azra, gözlerinde kırılgan bir ısrarla.

Aslı kolyeyi Azra’ya uzatırken sesi acı içinde titredi. "Beni istemeyen birisinin hiçbir şeyini istemem de o yüzden!"

Azra tek kelime etmeden kolyeyi aldı, elbisesinin cebine yavaşça yerleştirdi. Parmakları cebin kenarında bir süre kıpırdamadan durdu. "Peki," dedi sadece.

Derken Arda’ya döndü. Safir sandalyesinin önünde Azra'nın tam karşısında ayakta dikilen Arda’nın yüzü yarı gölgede, yarı renkli taş ışıkları içindeydi. Azra’nın avucunda beliren kolyede, kafa kafaya vermiş, el ele tutuşmuş iki figür yer alıyordu. Figürler birlikte büyük bir 'A' harfi oluşturuyordu.

Arda kolyeyi gördüğü an yüzü aydınlandı. Bir şey söylemeden hızla aldı, boynuna geçirdi ve gömleğinin altına gizledi. "Teşekkürler," dedi kısık bir sesle.

Azra ona doğru eğildi, sesi yumuşaktı: "En çok senin bana ihtiyacın var biliyorum," dedi. "Hep yanında olacağım. Bu kolyeye baktıkça bunu hatırla."

"Teşekkür ederim," diye fısıldadı Arda.

Azra derin bir nefes aldı. Göğsü hafifçe indi, omuzları bir gölge gibi düşerken gözleri tavandaki opal ışığa kaydı. "Şimdi gelelim diğer sürprizime," dedi.

Sonra gözlerini Arda’ya dikti. Etrafındaki gümüş hale titrek bir ışıkla var oldu ve Arda'nın gece mavisine bulandı. Taş duvarlar kısa bir an titreşti, sanki yerin altından gelen yankılar kulübeyi dolaştı.

Azra bakışlarını Aslı’nın sandalyesinin arkasına çevirdi. O anda Menekşe, duvar ve mercan sandalye arasında öne doğru eğilmişti. Azra hafifçe öksürdü, sesi kadife gibi yankılandı taş duvarlardan. "Öhhö... Birazdan seni görecekler. Yanına ya da karşısına geç," dedi Menekşe’ye, gözlerini kırpmadan bakarak.

Siyah kadife koltuğun yanında bekleyen Menekşe, Aslı'nın kıvırcık saçlarının kokusunu içine çekmeyi bir anlık suçlulukla kesti. Derin bir nefes alıp geriye doğru birkaç adım attı; abanoz ağacının dallarını andıran gölgeler üstüne düşüyordu. Azra, gözlerini kıstı, ardından Arda’nın gece mavisi ışığı odayı sessizce sardı. Değerli taşlarla kaplı duvarlar bir an titreşti, yerin altından gelen bir fısıltı gibi yankı, kulübeyi dolaştı.

Menekşe artık görünürdü.

İlk fark eden Ece oldu. Akuamarin sandalyenin kenarına hafifçe kayarak yerinden doğruldu; buz mavisi aurası içgüdüsel bir biçimde etrafında titreşti. Aslı'nın arkasında beliren kadını görünce gözleri büyüdü. Kadın... Aslı'ya benziyordu. Ece hemen bakışlarını Azra’ya çevirdi. Azra'nın kaşlarının arasındaki ince çizgi ve göz ucuyla yaptığı minik bir el hareketi, Ece’ye her şeyi anlatmaya yetti: "Sakın konuşma."

Ebru da dönüp bakınca Aslı'nın arkasındaki kadını fark etti. Zümrüt sandalyede biraz geriye yaslandı, gözleri büyüdü. Yüzünde kıskanılacak kadar sakin bir ifade vardı ama gözlerinin içi... titriyordu. Bakışları Azra’ya takıldı. Azra bu kez başını hafifçe salladı, elini bir an göğsüne koyup geri çekti. Ebru, yeşil aurasını dizginleyip, sessizce durdu.

Can, en son dönmüştü. Ametist sandalyesinde hâlâ defterine bakıyordu. Birden çevresindeki havada garip bir titreşim hissetti, mor aurası içgüdüsel olarak dalgalandı. Başını kaldırdı ve Menekşe’yle göz göze geldi. Kadının yüzündeki mahcup ama derin sevgi ifadesi, onu bir an duraklattı. Gözleri hızla Azra’ya kaydı. Azra gözlerini hafifçe devirdi, sonra kaşlarını kısa bir an kaldırıp "evet, doğru gördün" dercesine baktı.

Tüm oda, görünmeyen bir gerilim ipinde asılı gibiydi. Opal ışıklar tavandan süzülüyor, gökkuşağı yansımaları yerdeki taşların üstünde geziniyordu. Herkes duruyordu.

Herkes... Aslı hariç.

Aslı, sandalyede kolyesini ovuşturuyor, sesi çıkmasa da yüzündeki sıkıntı bütün odaya yayılıyordu. Gözleri kadife koltukta oturan Meryem'i buldu. İç çekti. "Meryem bana sürpriz olmadı," dedi, sesi kuru ama kızgın.

Bir elini masaya dayayıp sandalyesini itti. Taş zeminde ayakların çıkardığı sürtünme sesi, ürkütücü bir yankı gibi kulübeye yayıldı. Ayağa kalktı. "Hava almam lazım," diyerek döndü. Saçları, omzundan savrulurken o anda gözleri Menekşe’ye takıldı.

Ve olduğu yere çakıldı.

Sanki zaman bir anlığına donar gibi oldu. Opal ışıklar sabitlendi. Taş duvarlar sessizleşti. Gözleri büyüdü, ağzı hafifçe aralandı. Menekşe'nin kıpırdamayan, ama gözleriyle her şeyi söyleyen siluetine bakıyordu. Aslı, derin bir içgüdüyle tanıdığı o yüzü gördüğünde kalbi, zihninden çok daha önce tepki vermişti.

Annesi oradaydı. Gözleri yaşlı, elleri iki yana açık, utançla titreyen bir gövde…

Aslı’nın bakışları kadının gözleriyle buluşunca zaman durdu.

“Sen!” diye fısıldadı Aslı, dudakları kurumuş, sesi boğazına takılmıştı.

“Kızım!” dedi Menekşe, çatlayan bir sesle, ona doğru bir adım atarken. Ayakları değerli taşlı zemin üstünde çekinerek süzüldü, adım atmaya cesaret edemiyor gibiydi.

Aslı, ani bir hareketle elini kaldırdı, avucu havada 'dur' emrini haykırdı. Gözleri turuncu bir öfkeyle parladı, dudaklarını kıstı ve omuzları gerildi.

“Sus! Ne kızı?! Tanımıyorum seni! Hangi yüzle, hangi hakla gelirsin?! Defol buradan!”

Sesi, kulübenin taş duvarlarında yankılandı. Abanoz ağacının gövdesindeki yakut gözler bile sanki titredi.

“Kızım beni bir din...” dedi Menekşe, sesi sönük bir mum gibi titriyordu.

“Asla! Sesini duymak, yüzünü görmek istemiyorum! Benim annem yok!”

Aslı’nın sesi çatlamıştı. Boğazı düğümlendi ama gözlerinden yaş akmıyordu. O kadar çok yanmıştı ki, kurumuştu içi.

“Deme öyle, bir dinl...”

Menekşe, dizlerinin çözülmesine ramak kala yine de direnerek ileri uzandı.

“Neyini dinleyeceğim?! Minicikken beni terk edip gidişini mi? Senin burada olmaya, bana ‘kızım’ demeye bile hakkın yok! Defol gözümün önünden! Defol!”

Aslı’nın sesi bu kez çatladı. Nefesi kesilir gibi oldu ama dik durmaya devam etti.

Menekşe, Azra’ya kısa bir bakış atıp çırpınan bir nefes aldı. Gözyaşları yere dökülürken, gölgesini bile geride bırakmadan sessizce silindi, geldiği gibi kayboldu.

Odada buz gibi bir sessizlik kaldı. Taş duvarlar bile susmuştu.

Aslı, tüm öfkesiyle Azra’ya döndü. Turuncu gözleri parlıyordu, içindeki çocuk ağlıyordu ama sesi çelik gibiydi.

“Sen! Nasıl yaparsın bunu bana?! Nasıl benim yaramı böyle kanatırsın?! Bu kadar mı nefret ediyorsun benden?!”

Omzunu ileri atarak yürüdü. Parmakları titreyerek boynundaki araba figürlü kolyeye uzandı. Bir hışımla çekip kopardı, değerli taş zemine metalin çarpan sesi tok bir “tang!” gibi yankılandı.

Cevap beklemeden, ayak seslerini taş zemine vura vura odadan çıkıp gitti. Veranda kapısı sertçe çarptı.

Oda, beklenmedik bir sessizliğe bürünmüştü. Taş zemin üzerinde Azra’nın topuk sesleri hafifçe yankılanırken, derin bir nefes aldı ve gözlerini Can’a çevirdi.

“Can,” dedi, sesi sakin ama kararlı, elleri masanın kenarına sıkıca kenetlenmişti. “Ben gidersem olmaz şimdi. Gidip şu inatçı keçiyi zorla da olsa tutup getir bana.” Ardından, gözlerini Meryem’e kaydırdı: “Meryem! Git Menekşe’yi bul, getir sen de.”

Can, tereddüt etmeden etrafına mor bir ışık halesi yayıldı ve göz açıp kapayıncaya kadar ortadan kayboldu.

Azra, geriye kalanların yüzlerine bakarak durumu anlatmaya çalıştı. İçeride opal ışıkların tavandan süzüldüğü odada, değerli taşlar duvarlarda gökkuşağı gibi parıldıyordu; hafifçe büzülen kaşları kararlılığını ele veriyordu.

Kısa süre sonra Can, hala direnen Aslı’yı omzuna vurmuş çırpınmalarına aldırmayan bir şekilde odanın ortasında belirmişti. Aslı’nın turuncu gözleri kıvılcımlar saçarak öfkeyle parladı, nefesi hızlanmıştı.

“Ebru,” diye seslendi Azra, sesi bir tık yükselmiş, gözleri sertleşmişti. “Bağla şunu sarmaşıkla.”

Aslı’nın sesi odada yankılandı, çırpınarak bağırıyordu: “Azra! Seni asla affetmem!”

Azra, başını hafifçe eğip, aldırış etmezcesine karşılık verdi: “Keyfin bilir!”

Aslı, boğazı düğümlenmişcesine homurtuyla devam etti: “Ebru sakın! Seni de affetmem!”

Ebru, göz ucuyla Azra’ya baktı, kısa bir tereddütten sonra omuz silkti. Yeşil bir ışık halesi etrafında titreşti ve yerden fırlattığı sarmaşıklar hızla Aslı’yı sardı; Aslı’nın öfkesi sıkışmış bedeninde yankılanıyordu.

“Ece,” Azra’nın sesi, ciddiyetle bir kez daha yankılandı. “Sakinleştir şu deliyi!”

Aslı, nefesini hırçınlıkla vermeye devam etti: “Bırakın beni! Psikopat mısınız?! Ece sen yapma bari...”

Ece, gözlerini kısarak onay verdi. Buz mavisi bir ışık, hafifçe odada titredi. Aslı’nın vücudu gevşedi, gözleri Ece’nin yarattığı hoş illüzyona daldı.

“Aa... en sevdiğim havuçlu kek...” diye mırıldandı Aslı, sesi aniden yumuşamıştı.

Azra, kısa bir gülümsemeyle Ece’ye teşekkür etti. Bu sırada kapı hızla açıldı, Meryem, Menekşe’yi kolundan tutmuş, zorla verandaya sürükledi.

Menekşe'nin gözleri kıpkırmızıydı, yanakları tuzla kurumuştu. Arda'nın taşlarla bezenmiş verandasında dizlerinin üstüne çökmüş, titreyen sesiyle yalvarıyordu:

"Azra, bırak gideyim! Boş ver, baksana... Ne kadar üzüldü. Ağladı... Bin kere ölseydim de öyle görmeseydim onu."

Abanoz ağacının gövdesine oyulmuş kırmızı yakut gözlü surat, verandada kıvranan Menekşe'yi izliyormuş gibiydi. Azra, verandadaki taşlara sertçe bastığı topuklarının sesiyle yaklaştı. Omuzlarını hafifçe silkerek konuştu:

"Hayır!" dedi, sesi net ve geri dönülmezdi. "Halledeceğim. Bekle olur mu?"

İçeriye adım atarken, opal ışıklar tavandan süzülüp değerli taşlarla kaplı duvarlarda kırılarak dans ediyordu. Aslı, hâlâ Ece'nin yarattığı havuçlu kek illüzyonunun etkisindeydi. Gözleri bulanık bir boşluğa dalmış, sarmaşıklarla sıkıca bağlıydı. Arda'ya işaret etti. Arda onu dikkatlice kaldırdı. Koltuğunun altından kavrayarak taşıdı. Siyah kadife kaplı yatak odasına girdiğinde opal ışıklar bu defa duvarlarda gökkuşağını andıran bir hare oluşturdu. Aslı’yı dikkatlice yatağa yerleştirdi. Ebru sarmaşıkları çözerken Azra onu kollarından yatağa bağladı. Omzundaki nefesin ısısıyla içinden geçirdi: Keşke başka yolu olsaydı... Parmakları hızla düğümleri kontrol ederken, bir adım geriye çekildi.

Kapının eşiğinde duran Menekşe, gölgelerin arasında neredeyse silinmiş gibiydi. Sesi titrek ama kararlıydı:

"Ne yapıyorsun?"

Azra dönüp ona baktı, gözleri bu defa sertti.

"Bu inatçı keçinin seni dinlemesini istiyorsun, değil mi?"

Menekşe yutkundu. "Evet..."

Azra hızlıca başını salladı. "O zaman karışma."

Sonra tek hamlede kalın bir bant çekip Aslı'nın ağzını kapattı. Parmakları öfkesini değil, kontrolü temsil ediyordu. Ardından seslendi:

"Ece, tamam. Bitir hayali."

Buz mavisi ışık sönerken illüzyonun büyüsü dağıldı. Aslı'nın gözleri aniden odaklandı. Şimşek gibi bir öfke yansıdı içlerinden. Bağırmaya çalışıyor ama sesi bastırılmıştı. Aurası dalgalandı, etrafı turuncu bir ışıkla parlamaya başladı.

Azra hemen Arda’nın gücünü salarak kendi gümüş aurasını yaydı. Işık, Aslı'nın saldırgan dalgasıyla çarpışmadan önce onu kalkan gibi sardı. Kalbindeki atışlar hızlandıysa da yüzüne yansımadı.

"Bana bak küçük hanım," dedi Azra, dizlerinin üzerine çömelip Aslı’nın göz hizasına indi. Sesi düşmandan çok bir öğretmene aitti. "Uslu duracaksın. Annen anlatacak, sen dinleyeceksin."

Kadife yatak örtüsünün kıvrımları arasında yankılanan bu son cümleyle birlikte odada kısa bir sessizlik oldu. Opal ışıklar tekrar tavanda titredi; dışarıdaki abanoz ağacının dalları rüzgârla cama vurdu.

Aslı, yatakta kıpır kıpırdı. Kafasını hızla sağa sola sallıyor, kısık gözlerle karşısındaki Azra'yı itirazla süzüyordu.

Azra'nın sesi taş duvarlar arasında yankılandı, sertti ama içinde eğlenen bir dinginlik vardı.

"Mecbur dinleyeceksin."

Bir adım yaklaştı, topuklarının taş zeminde çıkardığı ses Aslı’nın içini tırmaladı.

"Yoksa ben gitsem de söylerim. Seni aç susuz burada bırakırlar!"

Aslı’nın kaşları çatıldı. Sustum ama kabul etmedim der gibiydi. Azra’ya dik dik bakmaya devam etti. Gözlerinin kenarında ince bir titreme vardı; inatla öfke arasında sıkışmış bir çizgi.

Menekşe çekimser adımlarla odanın kapısından içeriye girdi. Azra, gözlerini Menekşe’ye dikti. Gözlerinin derinliğinde gizli bir emir saklıydı. "Menekşe," dedi sakin ama keskin bir tonda. "Sen anlatmaya başla. Kendi ailenden ve babasıyla tanışmandan başlayarak... sonuna kadar hikayeni anlat ona."

Kapıya yönelirken duraksadı. Ardını dönmeden konuştu:

"Ben çıkıyorum. Sana bir şey yapamaz. Korkma." Menekşe’nin eli refleksle çözülmemiş bağlara gitti. Gözleri Azra’ya kaydı, içinde açık bir tereddüt vardı.

"Çözsen mi onu acaba?" diye sordu neredeyse fısıltıyla. Azra durdu, kısa bir an düşündü ama kararından dönmedi.

"Hayır," dedi. "Böyle anlat."

Kapı arkasından hafifçe kapandı. Azra'nın arkasında bıraktığı sessizlik bir anlığına kulübeye yayılan taş ışıltılarını bile gölgede bıraktı. Tavandan süzülen opal ışıklar, içerdeki gerilimi sanki alev gibi yansıtıyordu. Salonun bir köşesinde, siyah kadife koltuğa usulca oturdu Azra. Omuzlarını geriye yasladı ve derin bir nefes aldı. Verandadaki abanoz ağacın kırmızı gözleri, cama vuran gölgeleriyle içeriye ürpertici bir hareket katıyordu.

Başını diğerlerine çevirip yavaşça konuştu.

"Menekşe'nin hikayesi…" dedi ve anlatmaya başladı. Salondakiler sessizdi; sadece nefes alışları duyuluyordu. Hepsi, iç odadan gelecek tek bir sesin yankısını bekliyordu. Ya anlatılan bir geçmişin çöküşünü… ya da sessizliğin içinde kaybolan bir geleceği.

Yaklaşık bir buçuk saat süren, opal ışıkların gölgeleriyle sessizce akıp gittiği o gergin bekleyişin sonunda, Arda'nın yatak odasının kapısı usulca aralandı. Değerli taşlarla bezenmiş kapının aralığından Menekşe başını uzattı. Gözlerinin altı morarmıştı, sesi yorgundu ama derin bir sükûnet taşıyordu.

"Azra... gelir misin? Her şeyi anlattım."

Azra, siyah kadife koltuğun kenarına çökmüş bekliyordu; sözcüğü duyar duymaz hızla yerinden kalktı. Sert topuk sesleri taş zeminde yankılandı, yüzünde endişeyle bastırılmış bir rahatlama vardı. Sessizce içeri girdi.

Yatakta oturan Aslı'nın elleri dizlerinde birleşmişti, hâlâ titriyordu. İpler çözülmüş, ağzındaki bant alınmıştı. Gözleri kıpkırmızıydı, yanaklarında kurumuş gözyaşlarının tuzlu izleri hâlâ duruyordu. Ama sabahki o öfke? Yerini koyu bir hüzne bırakmıştı. Belki de bir kabullenişti bu. Yorgun ama direnmeyen bir teslimiyet.

Menekşe de yatağın kenarındaydı. Bir elini kızının sırtına koymuş, taş yüzükleri solgun parmaklarında neredeyse görünmez olmuştu. Diğer eli, Aslı'nın eliyle dizinin üzerinde sıkıca kenetlemişti; her nefesi boğazında düğüm düğüm geziniyordu.

Aslı başını yavaşça kaldırdı. Gözleri Azra’yla buluştuğunda içinde bir yerler hâlâ sızlıyordu ama sesi netti:

"Çıkar mısın Azra? Bana Arda'yı çağır."

Azra bir an durakladı. Kaşları çatıldı, sesi hafif kırılgandı.

"Hâlâ kızgın mısın?"

Aslı başını iki yana salladı. Dudakları zar zor kıpırdadı.

"Değilim. Ama şimdi... şimdi ben ona nasıl büyüdüğümü göstereceğim."

Cümlesinin sonunda gözleri, Menekşe’ye dönerken turuncu bir ışıkla parladı. İçinde bastırılmış onca şey kıpırdanıyordu.

"Senin burayı başımıza yıkmanı istemiyorum. Arda gelsin onun üzerinden göstereceğim."

Azra’nın içi burkuldu. Gümüş aurası hafifçe titredi, gövdesiyle kapının hizasında dikildi, sonra başını bir kez sallayarak onayladı.

"Tamam," dedi yalnızca.

Adımlarını dikkatle geri çekti. Arda'yı kenarda Meryem'le konuşurken bulduğunda içeriyi işaret etti. Arda yerinden doğruldu. Yüzünde sorgulayan bir ifade ile uzun adımlarla yatak odasına yöneldi. Kapı ağır ağır kapandı; değerli taşlı duvarların arasında yankılanan tek ses, tahta kapının hafif gıcırtısıydı.

Gökkuşağı gibi yansıyan opal ışıklar tavandan süzülürken, taş duvarlar bile bekleyişin ağırlığı altında sessizce soluk alıyordu. Azra'nın gözleri kısa bir anlığa herkesin üzerinde dolaştı, ama tek kelime etmedi. İçeriden hâlâ tek bir ses gelmemişti.

Derken, değerli taşlarla süslü yatak odasının kapısı ağır ağır açıldı. Önce Arda omuzları çökmüş yanakları ıslanmış bir şekilde dışarıya çıktı. Azra'nın kalbi burkuldu. Can sandalyesinden doğrulup verandaya çıkan Arda'nın yanına yürüdü. Ardından Menekşe ve Aslı birlikte dışarı çıktılar. İkisinin de gözleri kıpkırmızıydı ama artık gözbebeklerinde yalnızca acı değil, tuhaf bir bağın ilk ipuçları vardı. Menekşe, çekingen adımlarla Aslı'nın yanında durmuş, bir an onun koluna dokunacak gibi olmuştu ama sonra geri çekilmişti. Aslı derin bir nefes alarak grubun karşısına geçti. Ayakları taş zemine sağlam basarken sesi, ince bir çatallaşmayla yankılandı:

"O... o benim için ölmüş."

Bir yutkunma sesi duyuldu; salondaki herkesin boğazı düğümlenmişti.

"Beni bulmak için çabalarken, hasretimden ölmüş. O karın altında beni almak için beklediği için hasta olmuş..."

Gözlerini kaldırdı, arkadaşlarının yüzlerinde yankılanan dehşet ve şefkatle karşılaştı.

"Babam... babam onu hep engellemiş. Vermemiş. Benim hayatımı babam mahvetmiş! Onun hesabını soracağım."

Sesi gittikçe sertleşti. Dudakları titriyordu, elleri yumruk olmuştu. Menekşe'nin de kaşları çatıldı. Gözleri yeniden akacak yaşların habercisi gibiydi.

"Ben o kadını... o caniyi mahvedeceğim. Bir ölsün hele!"

Sözcükleri sarstı odayı. Duvarlara çarpan sesi, tavandaki opal ışıklardan bile daha sertti.

Azra, yerinden usulca hareket etti. Topuklarının sesi taş zeminde yankılanarak Aslı’nın yanına kadar geldi. Başını hafifçe yana eğerek, yumuşak ama kararlı bir ses tonuyla konuştu:

"Aslı... şimdi babanı düşünüp, annene kavuştuğun bu anı mahvetme." Ebru ve Ece'de iki yanında belirip Aslı'yı kollarıyla sararken.

Menekşe, ince bir dudak kıvrımı ile başını eğdi. Dudaklarının kenarında acı bir çizgi vardı. Elleri iki yanda sarkmış, tırnakları avuçlarına geçmişti. Gözleri doldu, dişlerinin arasından tıslayan bir nefesle fısıldadı:

"O bakıcıyı öldüreceğim..."

Azra başını yavaşça salladı.

"Ben öldürüyordum da... olmadı," dedi, ağzından kaçan bir itirafla. Cümle boşlukta asılı kaldı.

Aslı aniden ona döndü. Gözleri kısıldı, turuncu bir parıltı içinde alev aldı. Sessizlik bir an için zamanın kendisini durdurdu. Aslı'nın bakışları bir anlık boşluktan faydalanıp Azra'nın zihnine derinlemesine saplandı; içeri sızdı. Ayşe'nin evinde yaşananlar, Azra’nın kontrolsüz öfkesi, Mert’in araya girişi ve ambulansı araması… Her şey, Aslı'nın gözlerinin önünden film şeridi gibi geçti.

Derin bir nefes aldı, gözleri yavaşça yumuşadı. Dudakları hafifçe aralandı.

"Parçalamışsın kadını."

Sözlerinin içinde bir damla minnet vardı; bir kız kardeşin, bir dostun duyduğu o tarifsiz bağ gibi.

Menekşe ise artık dayanamamıştı. Gözyaşlarıyla yerinden fırladı, neredeyse sendeleyerek Azra’ya koştu ve ona sımsıkı sarıldı. Sesi hıçkırıklarla karışmıştı, elleri Azra'nın sırtına gömülmüştü.

"Ellerine sağlık!" dedi içli bir sevinçle.

"Teşekkür ederim… portakalı bu kadar önemsediğin için!"

Azra'nın gözleri doldu. O an taş zeminin soğukluğu, gökkuşağı yansımaları, Arda'nın evine çöken o yeraltı tanrısının evine benzer kasvet... Hepsi silinmişti. Sadece bir sarılma vardı. Ve içinde, nihayet iyileşmeye başlayan bir yara.

Menekşe hâlâ Azra’ya sımsıkı sarılmışken, Azra’nın omuzları belli belirsiz kasılmıştı. Taş zeminden yansıyan opal ışık, onun yüz hatlarını daha da belirginleştiriyor; dudaklarının kenarında sabırlı bir kıpırdanma beliriyordu. Aslı bunu fark etti. Hafifçe başını yana eğerek gülümsedi.

"Anne," dedi gözlerinde şefkatle parlayan bir yaramazlık ışığıyla.

"Azra birazdan kızacak sana… cıvığımı çıkarttın diye pek sevmez bu kadar sarılmayı!"

Menekşe birden irkildi, ama sonra utangaç bir kıkırtıyla hemen geri çekildi. Ellerini Azra’nın omuzlarında bırakarak gözlerinin içine baktı.

"Ah, tamam," dedi yumuşak bir sesle. Gözlerinde hâlâ minnetle karışık bir hayranlık vardı.

Azra başını hafifçe salladı, gülümsemesi zarif ama hâlâ biraz utangaçtı. Aslı ona doğru yürüdü, adımları taş zeminde yankılandı. Kolunu nazikçe Azra'nın beline doladı ve ona sıkı ama kısa bir sarılma verdi. Ardından Azra'nın elbise cebine atıverdiği ikinci kolyeyi çıkardı. Mücevherli zincir parmaklarının arasında kısa bir süre durdu; sonra tereddütsüz boynuna geçirdi.

Gözleri parladı.

"Evet," dedi Azra’ya bakarken, sesi duygularını gizleyemeyecek kadar açıktı.

"Yaptıkların için teşekkür ederim. Seni çok seviyorum!"

Azra’nın gözleri kısıldı. Gülümsemesi artık içini ısıtan türdendi.

"Rica ederim kıvırcık," dedi yumuşak bir ses tonuyla. Omuzları gevşemişti; sanki sonunda nefes almış gibiydi.

Aslı annesine yöneldi. Elini usulca tuttu, küçük bir çocuk gibi çekiştirerek Ece'yi ve Ebru'yu gösterdi. Taşlarla süslü evin içinde, opal ışıklar onların etrafında dans ederken fısır fısır konuşmaya başladılar. Menekşe'nin sesi giderek açılıyordu; hikâyesini yeniden ama bu kez umutla anlatıyordu. Sanki ilk kez hafifliyordu kelimeler.

Salonda, sohbetler birbirine karışırken kahkahalar araya serpişiyor, taş duvarların yankısı yumuşak bir fon gibi her şeyin altına seriliyordu. Menekşe’nin sesi zaman zaman yükseliyor, sonra yine kısılıyordu. Aslı, annesinin elini hâlâ sıkıca tutuyordu; tıpkı geçmişe değil, geleceğe tutunur gibi.

Tam o sırada, Arda sessizce Aslı’ya yaklaştı. Yüzünde yaramaz bir tebessüm vardı. Elini Aslı’nın omzuna attı, onu kendine doğru hafifçe çekti. Belini eğip alnına bir öpücük kondurdu.

"Anneni gördün, beni unuttun küçük cadı," dedi sesini hafifçe alçaltarak, ama gözleri hâlâ oyunbazdı.

Aslı gülümsedi, gıdıklanmış gibi hafifçe irkildi.

"Aa, seni unutmak mümkün mü, ruhların efendisi?"

Arda gözlerini devirdi, dramatik bir tavırla kollarını iki yana açtı.

"Ee, bakmıyorsun yüzüme hiç."

Aslı eğilip alaycı bir bakış attı, dudaklarını büzerek başını iki yana salladı.

"Sen de bugün Azra’dan başkasına bakmıyorsun!"

Cümle havada patladı, birkaç kişinin başı dönüp onlara baktı. Azra ise o sırada koltuk kenarına oturmuş, kehribar rengine çalan gözlerini kaçırıyordu. Hafifçe başını öne eğmişti ama dudaklarının kenarında saklamaya çalıştığı bir tebessüm vardı.

Menekşe, hâlâ Aslı’nın elini tutuyordu ama gözleri merakla iki yana gidip geliyordu. Başını hafif yana eğip kaşlarını kaldırarak sordu:

"Ee, siz sevgili misiniz?"

Sorusunun hedefi hem Aslı’ydı hem Arda; ama dudak kenarındaki belli belirsiz kıvrım, gözlerinin kısılması durumdan endişe duyduğunu ele veriyordu.

Arda kahkahasını tutamadı. Omzunu gevşekçe silkip Aslı’ya göz kırptıktan sonra gülerek karşılık verdi:

"Yok, kardeşiz biz!"

Menekşe’nin gözleri büyüdü, yüzündeki şaşkınlık opal ışıkta daha da belirginleşti.

"Kardeş mi? Babanın diğer çocuğu mu?" diye sordu, sesi şimdi ciddi bir kafa karışıklığı taşıyordu.

Arda başını geriye atıp güldü, safir sandalyesine yayılırken ellerini iki yana açtı:

"Hayır ya... o kadar da değil!"

Azra hafifçe gülümsedi. Arda'nın karşısına geçmiş gümüşten oymalı taht gibi görünen sandalyesinde bacak bacak üstüne atmış, bir elini dizine yaslamıştı. Sesi sakin ama açıklayıcıydı:

"Arda, onu kardeşi gibi görüp sevdiğini söylemeye çalıştı. Aslı'nın henüz bir sevgilisi yok Menekşe."

Sesi bitince ortamda kısa bir duraksama oldu; sonra Aslı söze karıştı. Elini hâlâ annesininkine kenetlemişti, ama gözleri Azra’ya kaydı, sanki onun imasını hafifçe üstüne alınmış gibiydi.

"Evet... gerek de yok. Ben kendime yetiyorum," dedi omuz silkerek. Ardından hızla annesine döndü ve heyecanla Dünya’da neler yaptığını anlatmaya başladı.

Menekşe, Aslı’nın yeni hayatına dair anlattıklarını ilgiyle dinliyordu. Taşlarla süslü salonun içinde, opal ışıkların altında yumuşayan gölgeler gibi, ortamın havası da artık daha huzurluydu. Etraf duvardaki taşlarda oynaşan gün ışığı ile dost meclisine dönmüştü.

Ama bu dingin hava, birden verandaya vuran ayak sesleriyle çatladı.

Ahşap zemine bastıkça yankılanan sert topuk sesleriyle birlikte kapı eşiğinde iki figür belirdi. Konuşmalar bir anda kesildi, bakışlar aynı anda o yöne döndü. Loş ışığın içinden adım adım çıkan bu iki gölge, ortamın sıcaklığını görünmez bir el gibi buruşturup aldı.

Sare; yüzü ifadesiz, duruşu dik ve gözlerinde alışıldık o buzlu netlik...

Ve yanında, kalkmış kaşlarının altındaki kocaman yeşil gözlerindeki merakla Müdüre Maral, Seperius'un gölgeleri gibi görünmüşlerdi.

Saray koridorunu andıran ahşap kulübede sessizlik, taşlarla işli duvarlara çarpıp geri dönen bir dalga gibi yayıldı.

Loş odada, Azra’nın gözleri hâlâ Aslı’nın gülümseyen yüzünde takılıydı. Opal ışığın yumuşattığı ortamda her şey bir anlığına duruyormuş gibi geldi ona, içindeki uğultu dışında.

Derken, kapı kenarından yükselen gergin bir ses düşüncelerini dağıttı.

Sare, kollarını göğsünde kavuşturmuş, sabırsızca dikiliyordu. Sesi gerginlikten neredeyse çatırdıyordu:

"Azra, hazır mısın? Maral Hanım seni almaya geldi."

Azra, bir an tereddüt etti. İç çekti, omuzları hafifçe çöktü. Ardından başını kaldırarak Sare’ye doğru çevirdi.

"Evet, hazırım..." dedi, sesi yumuşak ama biraz donuktu. Ardından bakışları yeniden arkadaşlarına döndü, dudakları az önce güldüğü yerden hafifçe gerildi.

"Birazdan gelsem olur mu?" diye ekledi kısık bir sesle. Gözleri, vedalaşmak için tek tek yüzlerinde geziniyordu.

Sare, başını hafifçe yana eğip çatık kaşlarını düzeltti, tonu daha da netleşmişti şimdi:

"Şimdi gelsen iyi olur."

Sözler havada gerilimli bir perde gibi asılı kaldı. Sessizlik aniden, arkasından adım adım ayrılan topuk sesleriyle kesildi.

Kırmızı topuklularının taş zeminde çıkardığı narin tıkırtılar eşliğinde Müdüre Maral öne çıktı. Odanın loşluğunda ışık, beline kadar inen kızıl saçlarının kıvrımlarında dans ediyordu. Minyon bedeni zarifti, ama duruşu hem dingin hem vakurdu. Küçücük yüzünde parlayan büyük yeşil gözleri, Azra’ya yönelmişti; içinde yargıdan çok anlayış vardı.

Maral, zarif bir hareketle Sare’nin koluna hafifçe dokundu. Dokunuşu neredeyse görünmeyecek kadar inceydi.

"Gel Sare," dedi nazik ve yumuşak bir tonda, gözlerini Azra'dan ayırmadan.

"Biz bir kahve içelim seninle. Azra da arkadaşlarıyla vedalaşsın."

Sözlerinin sonunda dudakları ince bir gülümsemeye büründü, ardından Azra’ya samimi bir göz kırptı. Sanki "Ben anlıyorum seni," diyordu sadece gözleriyle.

Ardından hafif bir dönüşle itiraza fırsat vermeyen bir edayla Sare’yi okula doğru yönlendirdi. Topuklarının sesi, verandadaki taşlara tekrar çarptığında içerideki hava biraz gevşedi. Azra’nın yüz kasları belli belirsiz çözüldü. İçinde ilk defa bir güven kıpırtısı belirdi.

Maral, Sare’nin tam tersiydi; sertliğin içinden çıkan yumuşak bir bahar rüzgârı gibi.

Azra'nın önünden kapanan kapının tıkırtısı, içerideki sessizliği kısa bir an için parçaladı. Müdüreler gözden kaybolur kaybolmaz çocuklar, içlerinden taşan bir dürtüyle dört bir yandan ona doğru atıldılar.

Sarılmalar bu sefer daha uzun sürdü. Kimse hemen bırakmak istemedi. Kimi başını Azra'nın omzuna gömdü, kimi yalnızca ellerini sıktı ama hepsinin parmaklarında aynı sitem vardı: Gitmeseydin.

Azra, kucakların ortasında kalmış halde yutkundu. Sesi boğuklaştı ama yine de dik durmaya çalıştı.

"Ay yeter ama!" dedi, gülmeye çalıştı ama dudaklarının kenarı titriyordu.

"Kimse ağlamasın! Kimse de saçma bir şey yapmasın, anladınız mı? Antrenmanlara devam... Sakın aksatmayın! Güçlerinizi geliştirmek için birlikte çalışın. Beraberken daha güçlüsünüz."

Bakışlarını tek tek üzerlerinde gezdirdi. Bu sözler, bir liderin tembihinden çok, bir dostun emaneti gibiydi.

"En kısa zamanda dönmeye çalışacağım."

Aslı, kollarını Azra'nın boynundan çözmeden fısıldadı. Gözleri cam gibiydi, bakışı çatlamış bir seramik gibi yumuşaktı:

"Azra... sen gidince annem de gidecek, değil mi?"

Azra'nın başı hafifçe yana kaydı, Aslı'nın alnına yumuşak bir öpücük kondurdu.

"O burada kalabilir ama sen onu göremezsin. Ama..." duraksadı, sesi anne şefkatiyle yumuşadı,

"Hafta sonu yeniden çağırırız. Olur mu? Hep birlikte Vega'da, Su Heykelleri'nin orada piknik yaparız."

Aslı dudaklarını büzdü, başını salladı.

"Tamam..."

Ama sesi, kalsın isteyen bir çocuğun iç çekişiydi.

Azra, bir adım geri çekilerek Menekşe’ye döndü.

"Menekşe, biraz daha kal. Arda senin söylediklerini Aslı’ya iletir ben gidince."

Sesindeki güven, yıllarca birilerine göz kulak olmuş birinin alışkanlığıydı.

Bakışları tekrar arkadaşlarının üzerine dönerken, içinde bir düğüm attı.

"Ve... ben vedalardan pek hoşlanmam."

Boğazındaki yumruyu belli etmemeye çalışarak kaşlarını çatıp gülümsedi.

"Bu bir veda değil. Arkamdan gelmeyin. Hafta sonu görüşürüz."

Tam odada duygular yavaş yavaş çekilirken, Arda bir adım öne çıktı. Ellerini pantolon ceplerine sokmuş, kaşları çatılıydı.

"Olmaz!" dedi kararlı bir tonda.

"Okul duvarına kadar geleceğim seninle."

Azra başını iki yana salladı.

"Hiç gerek yok böyle bir şeye."

"Bana göre var!" dedi Arda, sesi daha yüksek çıkmıştı bu kez.

"Biz de!" diye eklendi diğerlerinden neredeyse hep bir ağızdan gelen ses.

Azra omuzlarını düşürüp içini çekti.

"Tamam, öyle olsun..."

Sonra Arda’ya dönerek, gözlerini kısa bir an onun gözlerinde sabitledi.

"Ben Sare'nin odasına gidiyorum şimdi, çıkarken uğrarım. Arda, sen Aslı’yla annesi arasında köprü olursun, değil mi?"

Arda başını kısa bir hareketle onaylar gibi salladı ama gözlerini kaçırmadı.

Azra, verandaya yönelmek için ilk adımını attığında Arda bir anda ardından atıldı. Ahşap zemindeki adımları yankılandı, değerli taşlarla süslü duvarların arasında boğuk bir uğultu gibi çınladı. Ardından sımsıkı sarıldı.

Azra’nın gövdesi sarsıldı, nefesi kesilir gibi oldu.

"Yeter ama..." dedi titrek bir gülümsemeyle.

"Bir daha görüşmeyecekmişiz gibi yapmayın, bu beni gerçekten üzüyor."

Arda biraz daha sıktı kollarını, sonra yavaşça bıraktı. Yüzündeki ifade değişmemişti ama gözlerinin içi pusluydu.

"Tamam," dedi kısık sesle.

Sonra başıyla kapıyı işaret etti.

"Hadi git."

Azra ona bir an daha baktı; sonra dönüp siyah kadife koltuğun gölgesinde dalgalanan ışıkların arasından geçerek hızla kapıdan çıktı.

Verandanın dışına adım attığında, abanoz ağacının gövdesine oyulmuş o yakut gözler, sanki Azra’nın kalbindeki vedayı hissedip onu izliyordu.

Azra, arkadaşlarının yanından ayrıldığında içini sıkı bir düğüm gibi saran hüzne rağmen yüzünü toparladı. Gözlerini kısa süreliğine kapayıp Can’ın yeteneğine odaklandı. Zamanla birlikte mekân da eğildi, yer ayağının altından kaydı ve…

Bir anda ametist duvarların ortasında belirdi. Işık, opak taş yüzeylerde kırılarak mor tonlarda titreşti. Sessizliğe kahve fincanlarının şangırtısı eşlik etti.

Maral ve Sare, koltuklarında irkilerek doğruldular; fincanlar ellerinden sıyrılmış, koyu sıvı elbiselerine sıçramıştı.

Azra, olduğu yerde suçlu ama belli etmemeye çalışan bir ifadeyle başını eğdi. Topuklarının ametist zeminde yankısı hâlâ havadayken, sesi aceleyle yükseldi:

"Merhaba! Ah, özür dilerim. Korkuttum sanırım..."

Sare, dudaklarını öfkeyle büktü, dökülen kahveye bakarken gözlerini kısmıştı. Parmaklarını eteğinden gelen ıslaklığı bastırarak sildi.

"Niye kapıdan gelmiyorsun?!" diye patladı. "Özel bir şey konuşuyor olabilirdik!"

Göz ucuyla Maral’a baktı, içinden dişlerini gıcırdattı. Bu kızın kural tanımazlığı bir gün başımıza iş açacak...

Maral ise ellerini bir mendille sakince kuruturken yumuşak bir tebessümle Azra’ya döndü. Sesinde hiçbir suçlayıcılık yoktu, hatta hafif bir merak gizlenmişti:

"Olabilirdik, evet... Ama konumuz zaten sendin, Azra," dedi nazikçe. Elini mor deriden oymalı koltuklara uzattı. "Otur, canım. Alt tarafı bir kahve."

Kum saatinin akışı odada belli belirsiz işitiliyordu. Duvarlardaki hareketli portrelerden biri Azra’ya başıyla selam verdi.

Azra derin bir nefes alıp gösterilen koltuğa oturdu. Kristal sürahinin içindeki suyun kırılmaları gözünü kısa bir anlığına oyaladı.

Maral'ın gözleri dikkatle Azra'yı süzüyordu. Sare'nin bahsettiği kadar var... Hem güçlü hem de tahmin edilemez, diye düşündü. "Nasılsın?"

Azra yerleşirken Maral'a kaçamak bir bakış attı. "Gerginim," dedi dürüstçe. Omuzları hafifçe düştü. "Bu arada... memnun oldum."

Maral başını hafifçe eğdi. Bakışları, karşısındaki kızın yüzünde gezindi.

"Ben de memnun oldum," dedi samimi bir tonda. "Gergin olman çok doğal. Arkadaşların burada kalıyor... Sen ise bilmediğin bir yere gidiyorsun. Ama inan bana, Karius Sanat Akademisi'ni sevebilirsin."

Azra, gözlerini kaktüslerin dizildiği pencereye çevirdi. Gözbebekleri kısa bir süreliğine dondu.

"Ben pek emin değilim," diye mırıldandı, sesinde açıkça bir çekince vardı.

Azra’nın hafifçe kımıldayan omuzları, sırtındaki gerilimin izlerini taşıyordu. Kristal sürahinin yansımasında gözleri bir an titreşti, sonra Maral’a çevrildi.

Maral, o her zamanki dinginliğiyle hafifçe gülümsedi, gözlerini Azra’nın yüzünden ayırmadan konuştu:

"Sare senden biraz bahsetti. Çok yeteneklisin. Daha önceki İletken'in de Karius'tan olduğunu biliyorsundur belki."

Azra, bir an başını eğip yüzüne düşen saçları geriye itti.

"Evet, biliyorum," dedi. Ardından koltuğunda hafifçe öne eğildi, sesi yumuşak ama gözleri doğrudan Maral’a kenetlenmişti.

"Müdüre Hanım benden size tam olarak nasıl bahsetti?"

Maral göz kırparken kahkahasını bastırmadı. Parmaklarıyla koltuğun kolunu hafifçe sıvazladı.

"Ah," dedi neşeyle.

"Sare artık senin müdürün değil, o yüzden ona Sare Hanım diyebilirsin. Yeni müdüren ben olacağım, bana da sadece Maral de lütfen." Omuzlarını hafifçe silkerek ekledi:

"Sare, senin çok meraklı, biraz da yaramaz bir küçük hanım olduğunu söyledi."

Azra dudaklarını büzerek hafifçe başını yana yatırdı. Kaşlarından biri kalkmıştı, sesinde alaycı bir sıcaklık vardı.

"Evet, tam bir baş belasıyım. Beni götürmek istediğinden emin misin?"

Maral’ın gözleri gülüyordu. Koltuğunda hafifçe doğruldu, sesinde gizleyemediği bir hayranlık vardı.

"Evet, kesinlikle eminim!"

Sare, bu samimi havadan açıkça rahatsız olmuştu. Sandalyesinde dikleşerek araya girdi. Sesi artık daha soğuktu, kelimeleri dikkatle seçilmişti.

"Evet Maral," dedi resmiyetle.

"Azra size emanet. Bundan sonrası için ona dikkatli ve iyi bakacağınızdan hiç şüphem yok."

Maral başını hafifçe eğip ona saygılı bir ifadeyle baktı.

"Hiç merak etme Sare," dedi, sonra tekrar Azra’ya döndü.

"Azra, sen hazırsan gidelim mi?"

Azra kollarını dizlerine bastırarak hafifçe doğruldu, gözleri bir an camın kenarındaki eski müdür portrelerine takıldı, sonra yeniden Maral’a çevrildi.

"Tamam, gidelim," dedi kararlılıkla.

"Ama valizimi hazırlamıştım, onu alayım. Bir de arkadaşlarıma son bir veda daha edeyim, olur mu?"

Maral başını sallayarak içtenlikle gülümsedi.

"Olur tabii. Hadi gidelim o zaman."

Azra ayağa kalktı, ametist zemin topuklarının altında hafifçe yankılandı. Dönüp Sare’ye döndüğünde gözlerinde hem saygı hem de inatçı bir parıltı vardı.

"Müdüre Hanım, her şey için teşekkür ederim. Hoşça kalın."

Sare, gözlüklerinin üzerinden Azra’ya baktı. Çenesini hafifçe kaldırmış, sesini inceltmişti; otoritesini son kez hatırlatmak ister gibiydi.

"Kendine dikkat et ve uslu olmaya çalış Azra. Oradan da atılırsan, Anterius'un seni kabul edeceğini pek sanmıyorum."

Azra, bir adım geri çekildi. Tek kaşını kaldırarak meydan okuyan bir gülümsemeyle başını hafifçe eğdi.

"Bunu Anterius'la konuşmadan bilemeyiz, değil mi? Bence beni kaçırmak istemeyebilirler. Sadece güçlü değil, akıllı olduklarını da düşünüyorum."

Sare’nin yüz kasları bir anda gerildi, dudakları ince bir çizgiye dönüşmüştü. Parmak uçları kolçağın kenarını sıktı, sesi tıpkı ince cam gibi çatlamaya hazırdı:

"Benim akıllı olmadığımı mı ima ediyorsun şu anda?"

Azra başını eğerek abartılı bir şaşkınlık ifadesi takındı, ellerini havaya kaldırdı, yüzündeki sahte hayret her zamanki gibi teatraldi.

"Yok canım!" dedi gözlerini belertip, omuz silkti.

"Sizin aklınız ortada; alemdeki tek İletken'i tutup Karius'a gönderecek kadar akıllısınız!"

Maral dudaklarını birbirine bastırdı ama başaramadı, gözlerinde kıvılcımlanan neşeyi artık saklamıyordu. Omzunu hafifçe silkerek bir kahkahayı bastırmaya çalıştı.

"Ne şekilde olursa olsun bizimle olmandan gurur duyuyorum ben," dedi içtenlikle Azra’ya dönerek. Bakışları, Azra’nın enerjisine, patlamaya hazır parıltısına takılmıştı.

"Orası sana daha uygun, emin olabilirsin."

Azra başını hafifçe yana eğdi; içten bir teşekkür edecekken Sare, sandalyesinden sertçe kalktı. Ametist taş zeminde topuklarının tok sesi yankılandı, oymalı koltuğun ardında gölgeler titreşti.

"Tek İletken’le size başarılar dilerim Maral," dedi soğuk ve alaycı bir ses tonuyla. Dudaklarındaki gülümseme sadece şekilden ibaretti.

"Hoşça kal Azra!"

Maral kısa ama nazik bir baş selamıyla karşılık verdi.

"Teşekkür ederiz Sare, görüşmek üzere." Sesi hem diplomatik hem de yumuşatıcı bir tondaydı; belli ki bu gerilimi daha da uzatmak istemiyordu.

Azra ise göz ucuyla Sare’ye son bir bakış attı. İçinden geçenleri söylemek isterdi ama artık fazla geldiğini hissediyordu. Gözlerini kıstı, sessizce Maral’ın koluna uzandı.

“Hadi,” dedi sadece, sesi kararlı ve içe dönüktü. Bir an içinde yeniden Can’ın yeteneğine odaklandı, o bildik mor enerji damarlarında titreşti.

Işıklar patlayarak odanın köşelerinde dans etti. Ametist taş duvarlar kısa süreliğine mor bir aurayla dalgalanırken, Azra ile Maral bir anda gözden kayboldular.

Kristal sürahi sarsıldı, sehpanın üzerindeki bardaklar tınladı bir sessizlik çöktü.

Gözlerini açtıklarında, Arda’nın evinin önündeydiler. Rüzgâr, abanoz ağacının dallarını hafifçe dalgalandırıyordu. Maral şaşkınlıkla çevresine bakındı, gözleri bir an ışığın kaynağını arar gibi kısılmıştı.

“Bu… oldukça etkileyici,” dedi sonunda, nefesini hafifçe verirken.

Azra’nın gözlerinde belli belirsiz bir gurur ışıldadı. "Bizi Karius’a kadar ışınlayabilir misin?"

Azra başını hafifçe salladı.

"Evet," dedi kararlı bir tonla.

Maral’ın yüzü yumuşadı, gözlerinde içten bir takdir vardı.

"Tamam o zaman." Gülümsemesi anlayışlıydı.

"Ben bilerek geç geldim, sana arkadaşlarınla biraz daha zaman vermek istedim. Ama artık daha fazla gecikmeyelim, olur mu?"

Azra’nın içi tuhaf bir buruklukla kıvrıldı.

"Olur, teşekkür ederim." Sesi yumuşaktı. Sonra derin bir nefes alıp içeri yöneldi.

"Bekleyin, ben onlara haber vereyim."

Ahşap kapıyı araladığında, içeriden süzülen opal ışık gözlerini kamaştırdı. Değerli taşlarla bezeli duvarlar, gökkuşağı gibi titreşiyordu. Salonun ortasında Arda sabırsız adımlarla volta atıyordu kaşları çatık, dudakları büzülmüş. Azra'nın girmesiyle durdu.

"Ben gidiyorum!" dedi Azra, sesi ne çatladı ne titredi. Her şeyini o iki kelimeye sığdırmıştı.

Salondaki herkes yerinden aynı anda kalktı, sanki görünmeyen bir ip onları yukarı çekmişti. Hiçbir şey söylemeden Azra’nın yanına geldiler. İçeride tek ses, taş zeminde çıtırdayan ayak sesleriydi.

Arda'nın arkasından kapı usulca açıldı, Maral içeri girdi. Opal ışık saçlarına vurduğunda, yüzündeki sıcak ifade daha da belirginleşti. Gözleri grubun üstünden tek tek geçti, her biri Azra’nın parçasıydı, bunu hemen anlamıştı.

Azra'nın neden bu kadar sevildiğini anlıyorum, diye geçirdi içinden. Bu sadece güç değil. Aralarında neredeyse kutsal bir bağ var.

"Merhaba çocuklar," dedi nazikçe.

"İsmim Maral, Karius’un müdüresiyim."

Ancak odadaki hava hemen soğudu. Aslı’nın bakışları çelik gibi keskinleşti.

"Biliyoruz kim olduğunu," dedi tonlamasına öfke sinmiş halde.

"Arkadaşımızı götürmeye geldiğini de," diye ekledi Ebru, kollarını göğsünde birleştirmişti.

"Evet, tanıyoruz seni," dedi Ece, sesi ince ama buz gibiydi.

Maral, bu duvar gibi tepkilerin içinde bir anlık duraksadı. Sonra araya Arda girdi her zamanki patavatsızlığı ama şaşırtıcı bir samimiyetle.

"Çok güzelsin!" dedi Maral’a bakarak.

Can ise pratik bir merakla sordu:

"Okulu karma yapmayı düşünüyor musunuz?"

Maral ilk defa içten bir kahkaha attı. Gerilimdeki bu çatlağı hemen değerlendirdi, Arda’ya döndü.

"Teşekkür ederim yeşil gözlü Küçük Bey, sen de çok havalı görünüyorsun." Sonra Can’a yanıt verdi:

"Mavi saçlı arkadaşım, okulu karma yapmayı düşünmüyoruz." Sesinde ne ukalalık ne küçümseme vardı, yalnızca açıklık.

Kızlara döndüğünde, bakışlarında hafif bir yorgunluk ve dürüstlük vardı.

"Kızlar, siz de bana kızmayın lütfen. Sizi ayırmak istemezdim ben de ama elimden gelen bir şey yok bu konuda."

Aslı bir adım öne çıktı. Kaşları öfkeyle çatılmıştı.

"Hıh! Kabul etmeyebilirdin!" dedi sertçe.

Maral ise çatışmaya odun atmadı; sesi hâlâ sakindi.

"Dışarıda kalırdı o zaman."

Arda’nın kulübesinde, değerli taşların ışığı duvarlarda dans ederken, ortamda beliren gerginlik Azra’nın sesiyle kesildi.

"Neyse! Uzatmayalım çocuklar," dedi, araya girerek. Sesi bu kez netti ama yumuşaktı, bir liderin, bir vedalaşan kardeşin sesi gibiydi.

"Konuştuğumuz gibi. Hadi, evden valizimi alayım, sonra da ışınlanacağız."

O hareketlenince, Arda refleksle onun omzuna kolunu doladı. Sanki Azra’nın gitmesini geciktirmenin tek yolu, fiziksel bir bağ kurmaktı. Aslı da diğer yanına geçti; omzunu Azra'nınkine yasladı, gözleri yerdeydi. Can, Ebru’nun elini sımsıkı tutarak Arda’nın yanına yaklaştı. Ece ise Aslı’nın beline kolunu sardı.

Azra, beş parçalı bir bütün gibi, arkasında dağ gibi duran arkadaşlarına baktı. O an kendini yalnız değil, taş gibi sarsılmaz hissetti. Ayrılık kapıdaydı, ama onların yanında durduğu sürece içindeki boşluk henüz doluydu.

Maral, karşısında duran bu görüntüye istemsizce gülümsedi.

"Çok tatlısınız!" dedi. Gözleri özellikle Azra’da takılı kaldı; yalnız bir öğrenci değil, bir grubun kalbi olduğunu artık daha net görüyordu.

Azra başını hafifçe yana eğdi, yüzüne hüzünle karışık bir gülümseme yerleşti.

"Şu anda Dalton kardeşlere benziyoruz bence," dedi Maral’a dönerek. Sesi neşeliymiş gibi çıksa da gözlerindeki cam inceliğindeki kırılganlık hemen fark ediliyordu.

Maral küçük bir kahkaha attı.

"Boy sırasına göre dizilmiş olsaydınız evet, benzerdiniz."

Bu ufak espri, ortamın üzerindeki vedaya dair kasveti az da olsa dağıttı. Ama herkesin yüzüne çöken o ince gölge hâlâ oradaydı. Çünkü o anın, geldiğini artık herkes biliyordu.

Azra, bir an sessizce onları süzdü. Sonra Maral’a dönerek, sesi yavaş ama kararlı çıktı:

"Bekleyin. Hemen valizimi alıp geliyorum."

Seperius'un ön bahçesinde, öğrenci kulübelerinin arasındaki taş mozaikli yoldan hızla yürüdü. Pembe ağaçların arasından süzülen ışık, Azra'nın gövdesine yumuşak bir şekilde vuruyordu. Kapısını açtığında, tanıdık bir çiçek kokusu ve eski bir huzur karşısına çıktı.

Adımlarını ağırlaştıran şey valizin ağırlığı değil, bu evle vedalaşmanın yüküydü. Beyaz yatak, bembeyaz peluş halı, makyaj masasındaki aynadan yansıyan solgun yüzü... Hepsi sanki onun birer anısıydı. Perdeden içeri süzülen pembe gölgeler, yatağın üzerine düşüyor; salonda camın ardındaki sarı göl, gün ışığıyla titrek bir altın gibi parlıyordu.

Bar masasıyla ayrılmış küçük mutfağa göz gezdirdi; arkadaşlarıyla geçirdiği kahvaltılar bir film gibi gözlerinin önünden geçti. Mavi L koltuğa bir an elini sürdü sanki son kez dokunuyormuş gibi. Kapıdaki sarmaşık çiçeklerin rüzgârla oynayışıysa onun içindeki karmaşayı yankılıyordu.

Valizini kapının yanında hazır buldu. Tutup kaldırırken, içinden istemsizce bir iç çekiş yükseldi.

Burada geçirdiğim zaman... bitti.

Ama aynı zamanda yeni bir kapı aralanıyordu. Ve Azra, bunun kolay olmayacağını biliyordu.

Hiç arkasına bakmadan çıktı evden, taş yolda ayak sesleri yankılanarak Arda’nın evine doğru yürüdü.

Kulübelerin arasındaki değerli taşlarla mozaiklenmiş yolda birlikte duran arkadaşlarına yaklaşırken, dallara asılı yuvarlak fenerlerin ışığı Azra'nın valizinde yumuşak gölgeler oluşturuyordu. Hafif bir meltem çimenleri okşarken, Azra'nın elinin ucuyla taşıdığı valiz, mozaik taşların üstünde tıkırtıyla ilerliyordu.

Maral'ın gözleri Azra’nın kocaman valizine takıldı.

"Ne var içinde?" diye sordu, hafifçe gülümseyerek.

Azra omzunu silkti. Pembe ağaçlar hafifçe hışırdadı.

"Kıyafetler falan."

Maral başını yana eğdi, içten bir kahkahayla cevap verdi:

"Pek ihtiyacın olmayacak ki."

Azra'nın kaşları hafifçe çatıldı. Bir kuş bir daldan diğerine şakıyarak atlarken.

"Neden?" diye sordu Azra, adımlarını yavaşlatarak. Sesi içgüdüsel bir merakla doluydu, ama içinde bir kıymık gibi batan tedirginlik de vardı.

Fener ışıkları başlarının üzerinde sarkaç gibi sallanıyor, pembe-turuncu yansımalarla mozaik taşların üstünde renk oyunları yaratıyordu.

"Çünkü biz Karius’ta üniforma giyiyoruz," dedi Maral, ifadesi hâlâ yumuşaktı. Sonra başını yana yatırdı Azra'nın tepkisini merak edercesine konuştu. "Kurallar."

Azra’nın adımları bahçedeki pembe çimenlerde durdu. Rüzgarın arasında savrulan hafif bir çiçek kokusu vardı. Gözleri boşluğa kaydı, sonra çimenlerin üzerinde yayılan gölgeleri izledi. Gül’ü hiç üniformayla görmemiştim… Hep gece buluştuğumuz için miydi acaba? diye düşündü, kaşları farkında olmadan çatılmıştı.

Yanında yürüyen Ece, hafif bir dirsek atarak araya girdi.

"Azra bayılır kurallara!" dedi kıkırdayarak, sesi fenerlerden süzülen ışık gibi havada salındı.

Azra gözlerini devirdi ama yüzündeki yapay gülümsemeyle birlikte alnındaki çizgiler derinleşti. Maral, Ece’ye dönerek içten bir kahkaha attı.

"Farkındayım."

Azra bir an sustu. Derin bir nefes aldı. Valizin ağırlığı elinden değil, yüreğinden sarkıyor gibiydi.

"Her neyse!" dedi, sesi kesik bir nefes gibi döküldü dudaklarından. "Hadi gidelim."

Yavaşça arkasına döndü. Çimenlerin üstünde sıralanmış öğrenci kulübeleri, verandalarından yayılan loş ışıklarla onlara sanki veda ediyordu. Sarmaşıklarla süslenmiş korkuluklar arasında, çocukluk gibi geçen bir devrin kapanışı hissediliyordu.

Fener ışıkları, arkadaşlarının yüzlerine titrek desenler düşürüyordu. Arda ellerini pantolonunun cebine sokmuş, yere bakıyordu. Aslı gözlerini Azra’dan ayırmamıştı. Bu, son vedaydı.

Sessizlik çöktü. Kısa ama yoğun bir an…

Sonra hepsi aynı anda adım attı ve sımsıkı sarıldılar. Bu sarılmada gözyaşı yoktu ama içinde suskun fırtınalar taşıyordu. Azra'nın etrafına yaydığı içsel güç, bir kalkan gibi onları da içine almıştı. Bu veda, bir son değil; birbirlerine verdikleri görünmez bir yemin gibiydi.

Azra yavaşça geri çekildi, gözlerini teker teker dostlarında gezdirerek konuşmaya başladı.

"Can ve Ebru, idman olayı size emanet," dedi. Sesi hem liderceydi, hem de yumuşaktı. "Her sabah herkes idman yapsın, sakın aksatmayın, olur mu?"

Can başını usulca eğdi. Ebru ise gözlerini kısıp kararlılıkla baktı. Azra devam etti:

"Meryem ve Arda, siz de birlikte çalışın. Herkes güçlerini çok iyi kullanmak için kendisini zorlasın."

Meryem kısaca başını salladı, ama gözleri hafif dolmuştu. Arda'nın dudakları sıkılıydı, ama sessizce onayladı.

Azra, son bir kez Ebru’ya döndü.

"Ebru, kızlar sana emanet. Yanlış bir şey yapmalarına izin verme."

Ebru bir adım öne çıktı. Başını eğdi ama bakışları kararlıydı.

"Tamam Azra, merak etme," dedi, sesi bir taş kadar sağlamdı.Azra yutkundu. Gözleri buğulandı ama gülümsemeyi ihmal etmedi.

"Ben de çok uslu duracağım," dedi, alaycı bir sırıtışla. Başını hafif yana eğip bakışlarını dolaştırdı; son bir şaka, son bir cesaret.

Bu söz, kısa bir sessizliği böldü. Kahkahalar yükselmedi belki ama dudaklar kıvrıldı, gözler birbirine umutla kenetlendi.

Son bir sarılma daha oldu.

Fenerler yukarıda titrerken, Azra’nın vedası o bahçeye ince bir gölge gibi düştü.

Tam ayrılacakken, Arda Azra’nın yanına yaklaşıp avucuna küçük, ağır bir nesne bıraktı.

Parmaklarının arasında hissedilen soğuk metal, kırmızı yakuttan yapılmış bir kalemdi. Kapağında, Azra’nın ona verdiği ‘A’ harfi kolyesinin başlığı vardı.

Fener ışıkları, kalemin üzerindeki yakutu yakalayıp kıvılcımlar gibi yansıtırken Arda tek kelime etmedi; ama gözleri bir şey söylemişti: Unutma beni.

Çimenlerin serinliği ayak bileklerine kadar çıkarken, Can yanına geldi. Sarıldığında bir yandan da eline küçük bir defter sıkıştırdı.

Defterin kapağında, hepsinin birlikte çekilmiş bir fotoğrafı vardı; değerli taşlarla işlenmiş, ışıkla parlayan bir çerçeveyle çevrili. Azra taş yolda bir adım gerileyip deftere baktı; avuçlarındaki anı, parmaklarının arasından akmasın diye daha sıkı kavradı.

Rüzgâr, verandadaki sarmaşıkları hafifçe sallarken Ebru yanına geldi. Sessizce Azra’nın bileğini tuttu ve lavanta şeklinde zarif bir bileklik taktı.

Göz göze geldiklerinde, kelimelere gerek yoktu. Ebru’nun eli hâlâ Azra’nın bileğindeydi, sanki biraz daha tutarsa gitmesini engelleyebilirmiş gibi.

Aslı'nın kucağında, kendisine tıpatıp benzeyen küçük bir oyuncak bebek vardı.

“Al, sıkılırsan sohbet ederiz,” dedi, sesi ince ama titrekti. Azra hediyeyi alırken Aslı’nın yüzüne baktı; gülmeye çalışıyordu ama beceremiyordu.

Ece ağır adımlarla yaklaştı. Elinde, taşlı bir kutu vardı. İçinden, arka yüzüne lavanta motifi işlenmiş, değerli taşlarla süslenmiş zarif bir ayna çıkardı.

“Yüzümüzü unutma diye,” dedi, her zamanki alaycı gülümsemesiyle. Ama bu kez sesinde bir duraksama vardı, bir boşluk gibi.

Azra aynada kısa bir süreliğine kendini gördü; tanıdık ama değişen bir silüetti.

Verandaların gölgeleri bahçeye düşerken, kulübelerden birinin camından yansıyan ışık, Azra’nın yanaklarında bir parlama oluşturdu.

Hediyeleri iki koluna alıp göğsüne bastırdı.

“Teşekkür ederim hepinize,” dedi, sesi çatlamamak için direniyordu ama gözleri doluydu.

Ebru, Azra’nın kulağına eğildi.

“Hafta sonu görüşürüz Azra. Bunları mutlaka kullan, olur mu?”

Gülümseyerek göz kırptı. Bir yandan da rüzgâr, fenerlerden birini hafifçe savurdu; gölgeler çimenlerin üstünde dans etti.

Azra başını salladı. “Tamam... dikkat edin kendinize. Görüşmek üzere.”

Bahçedeki taş yolda durdu, kutuyu toparladı. Kokusunu ezbere bildiği çimenler, verandalardan gelen sesler ve hafif topuk sesi yankısı arasında bir şey boğazına düğümlendi.

Maral’a döndü.

“Maral, valizimi sen tutar mısın?”

“Tabii,” dedi Maral, bir koluyla valizi kavrarken diğer eliyle Azra’nın omzuna dokundu.

Bir an, hiçbir şey demeden durdular. Gökyüzünde süzülen bulutlar bile sessizdi sanki.

Azra, arkadaşlarına son kez baktı. Düzenli sıralanmış kulübeler, renkli fenerlerin altındaki gölgeleriyle ona el sallıyordu adeta.

Her şey yerli yerindeydi… ama Azra artık buraya ait değildi.

“Hafta sonu saat onda görüşürüz çocuklar. Hoşça kalın.”

Derin bir nefes aldı. Kalbinin kıyısında bir şey kesildi o an; ama gözleri hâlâ güçlüydü.

Maral’ın koluna dokundu. Gözlerini kapadı. Bahçenin kokusu, fenerlerin yumuşak ışığı, verandalardan gelen arkadaş sesleri… hepsini içine çekti, bir daha dönmeyecekmiş gibi.

Ve sonra…

Mor bir ışık kabarıp onları sardı. Bahçenin taş yolu bir an parladı, sonra boş kaldı.

Bir sonraki an…

Ayakları soğuk bir taş zemine değdiğinde, Azra gözlerini açtı.

Devasa, gri taşlarla örülmüş yüksek duvarlar; yosun tutmuş yüzeyleriyle zamanın içinden çıkıp gelmiş gibiydi. Uzakta göğe yükselen kuleler, kemerli pencerelerin zarif oymaları, üst katlardan yansıyan vitray parıltıları…

Her şey hem görkemli, hem de başka bir zaman dilimine ait gibi.

Bahçeyi süsleyen heykeller sessizce onları izliyor gibiydi.

Avlunun tam ortasında, taş döşemelerin arasında, bir yabancı gibi durdu Azra.

Seperius’un yemyeşil ön bahçesi, taş yolları, fenerleri, verandaları… artık geride kalmıştı.

Karius, başka bir dünyanın başlangıcıydı. Soğuk, tarihi, kural dolu.

“Burası ev değil,” diye geçirdi içinden. Ama belki… kazanmanın yolu buradan geçiyordur.”

 

 

 

Bölüm : 24.06.2025 21:06 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...