
Zümrüt kapının önüne geldiklerinde Azra bir an duraksadı. Karşısında yükselen yapı, onyxten oyulmuş devasa bir şatoydu. Sivri kuleleri, zarif kemerli pencereleriyle gökyüzünü delip geçiyor; yüzeyindeki koyu taş, gölgelerle birlikte kımıldıyormuş gibi görünüyordu. Camlar ve kapılar zümrüttendi ışıldıyordu, yakut kırmızısı çatısı ise turuncu göğün altında alev alev yanıyor gibiydi. Yapının üzerinde, ince altın hatlarla dokunmuş bir doku dans ediyor, binaya neredeyse canlıymış hissi veriyordu.
Bu manzara karşısında Azra'nın içi ürperdi; büyüyle işlenmiş bir rüya âlemine adım atmak üzereymiş gibi hissetti. Gözleri kısa süreliğine donup kaldı; dudaklarının arasından hafif bir soluk kaçtı. Kalbinin ritmi, tanımadığı bir yerin çağrısına uyan bedeninin iç yankısı gibiydi.
Zümrüt kapı, bir uğultu dahi çıkarmadan arkalarında kapanırken içeri girdiler. Tanıdık bir ışıltıyla karşılandılar; daha önce gördükleri o zümrüt salon yeniden açılmıştı önlerinde. Tavandan sarkan ışık küreleri, zemindeki kristal yansımaları büyütüyor, salonun havasına gizli bir müzik gibi doluyordu.
Salonu sessizce geçip ağaçlı koridora vardıklarında, Ali durup hafifçe başını eğdi. "Odaya uğrayacağım, üstümü değiştireyim," dedi ve iki adım sonra koridorun kıvrımında kayboldu. Ardından Can, saate göz atıp çantasını omzuna savurdu. "Ben de derse gidiyorum," deyip başka bir yöne döndü.
Azra, Ebru ile baş başa kaldı. Daha önce Ali'nin odasından çıktığında geçtiği bu ağaçlı koridordan hafif bir çiçek ve toprak kokusu geliyordu. Tavandaki asma dallarının arasında gizli ışıklar titreşiyordu; sanki koridor da nefes alıyordu.
Ebru, başını hafifçe yana eğerek Azra’ya döndü. Gözlerinde merakla parlayan neşeyle, “Üstten mi başlayalım, alttan mı?” diye sordu. Sesindeki kıpırtı, içinde hâlâ bir heyecan taşıdığını ele veriyordu.
Azra, bir an düşünür gibi gözlerini koridor boyunca gezdirdi. Hafifçe başını sallayıp, “Üstten,” dedi kısaca, sesi sakince ama netti.
Koridorda yan yana ilerlerken, Ali’nin odasının önünden sessizce geçtiler. Kapı kapalıydı, içeriden herhangi bir ses gelmiyordu. Birkaç adım sonra, oymalı tahta bir kapının önüne geldiler. Kapı, hiçbir temas olmadan usulca açıldı. Azra, tereddütsüzce adım attığında karşısına çıkan manzara karşısında kısa bir an soluksuz kaldı.
Bembeyaz, pürüzsüz yüzeyler incidendi parlıyorlardı, tüm alan sanki ışığın içine doğmuş gibiydi. Kapının arka yüzü, bu taraftan bakıldığında yaldızlı çerçevelerle süslenmiş, sanki ustalıkla oyulmuş bir inci levhadan ibaretti. İçeriye adım attıklarında, sessizlik adeta kutsal bir tınıyla sardı etraflarını.
Burası okulun iç koridorlarından biriydi, ama sıradanlıktan çok uzaktaydı. İnciyle işlenmiş masalar ve sandalyeler, sedef kabuklardan yapılmış sırtlıklı somyalarla yan yana dizilmişti. Üzerlerinde pofuduk, krem rengi minderler duruyor; cam kenarlarından süzülen gün ışığı, bu yumuşak yüzeylere zarif dokunuşlar bırakıyordu.
Camların önünde ve köşelerde, büyük inci tarhlarında olağanüstü güzellikte çiçekler açmıştı. Yaprakları saf pembe kuvarstan, tomurcukları parıltılı sedeften, saplarıysa derin yeşim taşından oluşuyordu. Havaya yayılan tatlı, pudra benzeri kokuysa Azra’nın burnuna yeni doğmuş bir bebeğin teninden yükselen o tanıdık saflık gibi geldi.
Azra durup çiçeklere yaklaştı, gözlerini kocaman açarak eğildi. Parmaklarını uzatmadan, sadece nefesiyle yokladı onları. “Bu çiçekler… canlı mı?” diye fısıldadı, sesi neredeyse saygılıydı.
Ebru’nun dudakları hafifçe kıvrıldı. “Evet, canlılar,” dedi, sesi yumuşak ama sanki gurur taşıyan bir melodideydi.
Tavandan inciden yapılma, irili ufaklı sayısız sarkıt salkım gibi iniyordu. En büyüğü bir futbol topu kadar genişti ve içinden akan soluk ışık, etrafa loş bir huzur yayıyordu. Koridorun duvarlarında dikkatle yerleştirilmiş ilanlar ve duyurular asılıydı; zarif yazılarla yazılmış, kimi hareket eden resimlerle süslenmişti.
Bu inciyle örülü alanı bir süre sessizce geçtikten sonra sola saptılar. Azra’nın adımları yavaşladı; karşılarına çıkan koridor, beklediğinden çok daha uzundu. Duvar boyunca sıralanmış asansörler, sanki sonsuza dek uzanan metalik bir geçit gibiydi.
Ebru yönünü hiç şaşırmadan üçüncü sıradaki asansöre yöneldi. Kapı, yaklaşmalarını fark etmiş gibi usulca açıldı. Girişin eşiğindeyken, Ebru hafifçe başını eğip gülümseyerek mırıldandı: “Teras’a.”
Asansör, yumuşak bir titreşimle hareket etti. Azra, mekanik bir ses ya da düğme sesi olmadan çalışan bu sistemin doğallığına yine şaşırmıştı. Kapılar zarifçe açıldığında, karşılarına ‘U’ şeklinde tasarlanmış, nefes kesici genişlikte bir teras çıktı. İçeri adım attıklarında ayaklarının altındaki zemin, rengârenk değerli taşlardan döşenmiş mozaik fayanslarla göz kamaştırıyordu; taşlar güneş ışığında pırıl pırıl yanıyor, her adımda farklı bir renge bürünüyordu.
Teras boyunca sıralanmış masalar, sandalyeler ve banklar tamamıyla akuamarin taşından oyulmuştu. Üzerlerinde havada duran rengarenk şemsiyeler hafifçe sallanıyor, gölgelerinde yumuşak serinlikler yaratıyordu. Rüzgârın taşıdığı okyanus tuzu ve çiçeksi tatlı koku birbirine karışmıştı.
Azra sol tarafa yöneldiğinde, karşısına gelişigüzel serpiştirilmiş gibi duran, ama renkleriyle adeta bir tabloyu andıran kaya parçaları çıktı. Bu taşların arasından ince bir ırmak kıvrıla kıvrıla akıyor, şırıltısıyla mekâna huzur fısıldıyordu. Irmağın çevresini çevreleyen mor yapraklı dev çınar ağaçları, yukarıya doğru yükselip dallarını gökyüzüne doğru açmıştı. Gölgelerinde yine aynı taşlardan oyulmuş masa ve sandalyeler yerleştirilmişti; öğrenciler için doğal bir sığınak gibi.
Azra, adımlarını dikkatle sağ tarafa yönlendirdi. Diğer iki bölgeyi geçerken her biri kendi karakterini taşıyordu. En sağdaki alan, bambaşka bir dünyaya açılıyordu adeta. Tüm zemin karla kaplıydı. Beyazın içindeki boşluklardan sıcak kaplıca havuzları ortaya çıkıyor, maviye çalan sularından buharlar incecik yükselerek gökyüzüyle buluşuyordu. Buharın içinden yansıyan ışıklar, sisli bir rüyayı andırıyordu.
Azra, terasın ucuna kadar yürüdü. Ayağa kalkmış gibi duran taş korkuluklara yaslanıp gözlerini manzaraya çevirdi. Nefesi, fark etmeden hızlanmıştı. Karşısındaki dünya tanıdıktan çok uzaktı. Ormanların ağaçları pembe, mor, eflatun renklerine bürünmüş; deniz, yakut gibi kızıl parlıyordu. Gökyüzü ise gün batımı renginde değil de sanki sürekli kızgın bir ateşin içinde eriyormuşçasına turuncuya ve kızıla boyanmıştı.
Terasın farklı yönlere açılan yüzeyleri, farklı manzaralar sunuyordu. Bir tarafta büyülü ormana açılan bakış vardı, bir diğerinde öğrenci evlerinin minyatür gibi göründüğü ön bahçe; ama teras ön bahçenin tamamını görmüyordu. Araya giren kuleler, görüşü nazikçe kesiyordu. Sol taraftaysa devasa, sonsuzmuş gibi uzanan o kızıl deniz uzanıyordu.
Azra, yüzünde bastıramadığı bir hayranlıkla Ebru’ya döndü. Gözleri parlıyordu. “Burası… çok güzel,” dedi usulca. Gözbebeklerine düşen yansıma, içinde oluşan büyülenmeyi gizleyemiyordu.
Ebru, dostça bir gülümsemeyle başını hafifçe eğdi. “Sen bir de gece gör,” dedi. “Bazen iki ders arasında boşluk oluyor. O zamanlarda burada oturmak, başka bir dünyaya kaçmak gibi… Hadi, bir alt kata inelim.”
Asansörün kapıları usulca açıldığında, Ebru tek kelimeyle yön verdi: “Havuz.”
Yumuşak bir inişin ardından tekrar açılan kapıların ardında, Azra karşısında bir havuz değil, göz alıcı bir plaj buldu. Öyle bir sahil ki, gerçeklikle bağını koparmış gibiydi. Ayakları altındaki kumlar, öğütülmüş altından ibaretti her adımda ışığı yansıtıyor, parıldıyor, ayak basmaya kıyamayacak kadar kusursuz görünüyordu. Gözlerini biraz ileri çevirdiğinde, turuncuya çalan bir deniz göz alabildiğine uzanıyordu. Su, yumuşak bir ışıltıyla titreşiyor, içindeki öğrenciler suyun içinde keyifle yüzüyordu.
Kıyıya serpiştirilmiş kırmızı akikten yapılmış şezlonglar, ince beyaz kumaşlı şemsiyelerin altında sıralanmıştı. Altın kum, turuncu gökyüzü ve kırmızı taşların yarattığı kontrast, manzaraya göz kamaştırıcı bir zenginlik katıyordu. Rüzgâr, tuzla karışık tatlı bir çiçek kokusu taşıyordu.
Azra, birkaç adım attıktan sonra başını çevirerek Ebru’ya baktı. Gözleri hâlâ gördüklerine inanmaya çalışıyordu. Dudaklarının kenarı yukarı kıvrıldı, sesi neredeyse hayranlıkla fısıldadı:
“Her kapının arkası... benim beklentimin çok üstünde çıkıyor.”
Ebru, bu tepkiyi beklemişçesine gülümsedi. Gözlerinde sıcak bir anıyı andıran yumuşaklık belirdi.
“Evet... Ben de ilk gezintimi hatırlıyorum. Hangi kapıyı açarsam açayım, kalbim ağzıma geliyordu. O heyecan... hâlâ tam olarak geçmedi.”
Azra bir adım daha atıp gözlerini bir an daha plajda gezdirdi. Turuncu sulara bakan bir çift öğrencinin kahkahası rüzgârla birlikte yükselip kıyıya ulaşıyordu.
“Başka neresi var?” diye sordu, yüzünü Ebru’ya dönerek. Sesinde bir çocuk merakı, gözlerinde bir sonraki mucizeye dair heyecan parlıyordu.
Ebru bir an düşünmeden yanıtladı, sesi kararlıydı:
“Şimdi spor salonuna gidiyoruz.”
Yine asansöre bindiler. İçeri girerken Azra, artık kapıların ardındaki hiçbir şeye şaşırmayacağına dair kendine söz vermeye çalıştı ama kalbinin kıpır kıpır oluşuna engel olamıyordu.
“Spor salonu,” dedi Ebru, net bir tonla.
Asansör sessizce aşağı doğru süzülürken, metal zemin Azra’nın ayakkabılarının altında titreşimle yankılandı. Kapılar aralandığında, gözlerinin önüne aniden devasa bir kayak merkezi serildi. Beyaz örtüyle kaplı yamaçlar göz alıcı bir parlaklıkla uzanıyor, gökyüzünün pastel maviliğiyle bütünleşiyordu.
Ebru, Azra'nın hayretle bakan gözlerine karşılık, hafif bir tebessümle başını eğdi.
“Hadi, bu tarafa.”
Sola döndüler. Kayak merkezinden uzaklaştıklarında, manzara bir anda değişti. Önlerinde, turuncuya çalan yapraklarla kaplı, geniş sonbahar dağları belirdi. Azra'nın gözleri, yumuşak sisin içinde kaybolan zirvelere takıldı.
Ebru yürürken başını dağlara çevirdi, sesindeki heves gözlerinden taşan bir coşkuyla birleşti:
“Bu dağlar; tırmanış, yamaç paraşütü, bungee jumping gibi ekstrem sporlar için mükemmel. Trekking yapmak istersen ormanın içinden yürüyebilirsin.” Eliyle aşağıdaki ağaçların iç içe geçtiği bölgeyi işaret etti. “Ya da ormanın girişindeki kanatlı atlarla zirveye çıkıp oradan yamaç paraşütü yapabilirsin. Tırmanmak istersen, biraz yürüyüp dağın eteklerine ulaşman yeterli.”
Azra’nın yüzü her yeni cümlede biraz daha aydınlandı. Gözleriyle manzarayı tarıyor, ağzı istemsizce aralanıyordu.
Ebru, Azra’nın bakışlarını izledi, sonra eliyle ormanın içine doğru bir yay çizdi.
“Yorulursan, orman içinde küçük kulübeler var. Dinlenebilir, su içebilir, yürüyüş yolundaki banklarda soluklanabilirsin.”
Azra, bir cevap veremeyecek kadar etkilenmişti. Yalnızca başını sallar gibi yaptı.
İkili, hızla yürümeye devam etti. Azra'nın adımları heyecanla hızlandı, çünkü karşılarına çıkan her yeni şey bir öncekini gölgede bırakıyordu. Az sonra, kulaklarına şiddetli bir çağlayanın sesi çarptı. Önlerinde vahşi bir nehir, köpürerek akıyordu.
“Burada kürek sporu yapabilir, kanoyla gezebilir, hatta balık tutabilirsin,” dedi Ebru, sesi suyun uğultusuna karışarak.
Nehrin biraz ilerisinde, asfalt bir pist ve üzerine park edilmiş birkaç yarış arabası göründü. Araçların metal gövdeleri güneşte parlıyordu.
“Burası da araba yarışları için,” dedi Ebru, Azra'nın meraklı bakışını fark ederek.
Yanlarında, iki dev ağacın arasına asılmış basketbol potaları görünüyordu. Daha ileride taş tribünlerle çevrili bir futbol sahası ve hemen yanında, at binmeye ayrılmış çitlerle çevrili bir alan. Nehir boyunca uzanan bisiklet yolu, bütün bu alanların arasında kıvrılarak uzanıyordu.
Burası yalnızca bir spor alanı değil, neredeyse bir şehir büyüklüğünde dev bir kompleks gibiydi.
Ebru, yürümeyi sürdürürken anlattı:
“İçeride her spor dalına uygun özel alanlar var. Dövüş sanatlarından su sporlarına kadar... Ama burayı tam anlamıyla keşfetmek birkaç gün alır. İstersen, başka zaman daha detaylı gezeriz.”
Azra, gözleri hâlâ çevresinde dolanırken başını yavaşça salladı.
“Olur,” diye fısıldadı, sesi düşüncelerindeki yankıyla yumuşaktı.
Ebru neşeyle kolunu sıvazladı.
“O zaman... asansöre!”
Asansöre doğru yürürlerken Azra, başını hafifçe Ebru’ya çevirip merakla sordu:
“Şimdi nereye gidiyoruz?”
Ebru, dudaklarının kenarına muzır bir gülümseme yerleştirip göz kırptı.
“Sürpriz.”
Asansör kapısının önünde kısa bir duraksamadan sonra içeri girdiler. Ebru, tanıdık bir özgüvenle komutu verdi:
“Dinlenme odası.”
Kapılar, yumuşak bir hışırtıyla açıldığında içeriden yayılan sıcaklık hemen hissedildi. Sanki kehribardan oyulmuş, bal rengiyle parlayan başka bir boyuta geçmişlerdi. Ortalıkta loş bir aydınlık vardı; ışık, tavanın içinden sızıyor gibiydi, belirli bir kaynağı seçilemiyordu ama her köşeye huzurla yayılıyordu. İçerisi birkaç farklı bölümden oluşuyordu; her biri farklı bir dinginlik vadediyordu.
“Sağ tarafta masaj odaları var,” dedi Ebru, eliyle o yöne işaret ederek.
Azra'nın kaşları hafifçe havaya kalktı, şaşkınlıkla sordu:
“Masajı kim yapıyor?”
Ebru’nun yüzünde, neredeyse komik bir doğallık vardı.
“Sen yatağa uzanıyorsun, masaj türünü söylüyorsun, gerisini buranın sistemi hallediyor,” dedi omuz silkerek.
Azra gözlerini kırpıştırdı, sanki cümle havada çözülmeyi bekleyen bir bilmeceymiş gibi. Başını çevirip sağdaki odalara bakarken gözlerinde hâlâ bir inanamama hali vardı.
“Sol taraf jakuzi, sauna ve hamam. Hemen ilerde de duş alanları var,” diye devam etti Ebru, yürümeye başlayarak.
Azra, Ebru’nun peşinden giderken birden durup hatırladı:
“Duş dediğin şey, Ali’nin odasındaki gibi… şelale mi?”
Ebru başını sallayarak onayladı.
“Aynen öyle.”
Koridorun sonuna doğru ilerlediler. İlk olarak hamamın içini görmek istediler. Azra içeri adım attığında yüzüne buhar gibi yayılan ılık hava çarptı. Bembeyaz mermerlerle döşenmiş bu alan, altın yaldızlı işlemelerle süslenmişti. Kurnalar, taslar, hatta oturma alanları bile altın gibi parıldıyordu. Burada bir zaman kavramı yok gibiydi; sadece bedenin gevşeyişi ve zihnin sessizliği kalmıştı.
Jakuzinin önünden geçerken Azra dayanamayıp elini köpüklü suya daldırdı. Sıcaklık, parmaklarının ucundan omuzlarına kadar bir rahatlama dalgası gibi yayıldı. Ebru, onun bu küçük tepkisine gülerek izlemekle yetindi.
Sauna odasına geçtiklerinde, abanoz ağacının koyu rengi ve yüksek sıcaklığı, bambaşka bir hava kattı. Oda genişti; içeride tek bir fısıltı bile yankı yapacakmış gibi derin bir sessizlik hâkimdi.
Masaj odalarının olduğu bölüme geldiklerinde, Ebru ilk kapıyı açtı. Azra içeri bir adım atınca, gözleri şaşkınlıkla büyüdü. Okyanusun ortasındaymış gibi hissettiren bir manzarayla karşı karşıyaydı. Masaj yatağı, safir taşından oyulmuş gibi parlıyor, duvarlara yansıtılan görüntüler odayı adeta suyun altına çeviriyordu.
“Konseptler değişiyor,” diye açıkladı Ebru. “Orman, şelale, uzay, deniz… ne istersen.”
Azra gülerek başını salladı, gözleri hâlâ hayranlıkla odada geziniyordu.
“Yani ister su sesinde dinlen, ister kuş sesinde diyorsun,” dedi hafif bir kahkahayla.
“Kesinlikle!” diye onayladı Ebru neşeyle.
Azra, başını bir kez daha çevirdi, sanki aklı hâlâ az önceki sahnelerde asılı kalmış gibiydi.
“Sırada ne var?” diye sordu, sesi hâlâ hayretin etkisindeydi.
Ebru, adımlarını yeniden asansöre yöneltti.
“Şimdi oyun alanına gidiyoruz,” dedi, yüzünde çocukça bir heyecanla.
Asansöre doğru yürürlerken Azra’nın adımları artık eskisi kadar temkinli değildi; çevresine olan hayranlığı, her yeni manzarada biraz daha alışkanlığa dönüşüyordu. Ebru, yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle asansör paneline dokundu.
“Oyun alanı,” dedi, sesi heyecanla titreyerek.
Kapılar açıldığında, içeriden yayılan ferah ve serin bir hava dalgası Azra'nın yüzüne çarptı. Karşılarında, alabildiğine uzanan yemyeşil bir salon vardı. Geniş alan, içindeki her bir detayı rahatça sergileyebilecek kadar aydınlıktı. Loş bir eğlence ortamından çok, enerjik bir oyun bahçesini andırıyordu.
Azra içeri adım atar atmaz gözleri önce parlak ışıklı oyun makinelerine takıldı. Renk renk butonlar, dijital ekranlar, hızla yanıp sönen lambalar... Her biri başka bir çağrı gibiydi. Yan koridora yöneldiğinde, dikkatini bu kez lapis taşından yapılmış ağır masalar çekti. Masaların üzerinde kart oyunlarından strateji tahtalarına, hatta rulet çarkına kadar çeşit çeşit oyun diziliydi.
Ebru yürürken eliyle etrafı işaret etti.
"Burada klasik masa oyunlarından, turnuvalık rekabetlere kadar her şey var," dedi.
Azra başını çevirip diğer tarafa baktığında masa tenisi masalarını, langırt takımlarını ve küçük grupların oyun oynadığı alanları gördü. İçeri daha da ilerledikçe salon, adeta kendi içine kıvrılan başka bir boyuta açıldı. Karşısında, tüm çocukluk anılarını bir anda ayağa kaldıracak kadar büyük ve göz kamaştırıcı bir lunapark uzanıyordu. Gözleri istemsizce büyüdü.
Hedef vurmaca alanlarının yanında ışıklı peluş yakalama makineleri sıralanmıştı. Makinelerin içindeki oyuncaklar, rengârenk ışıklarla parlıyor, adeta “Beni kazan!” diye bağırıyordu. Az ileride bowling pistleri vardı; çizgileri tertemiz, lobutları kusursuz bir düzende diziliydi. Hemen yanında bilardo masaları uzanıyordu, üzerlerinde parmak izine dahi rastlanmayacak kadar pürüzsüz yüzeyler…
Tüm bu manzaranın ortasında, Azra bir an durdu. Omuzları gevşemişti, gözleri dolaşıyor ama artık eskisi kadar şaşkın değildi. İçinde hâlâ bir hayret vardı ama artık onu bastıran başka bir şey vardı: merakın yerini alan alışkanlık. Dudaklarında hafif bir tebessüm belirdi. Başını Ebru’ya çevirip seslendi:
“Sırada ne var?”
Ses tonunda alaycı ama yumuşak bir meydan okuma vardı. Sanki “Bakalım daha neyle geliyorsunuz?” der gibiydi.
Ebru, omuz silkti, ardından başını yana eğip gözlerini kısıp gülümsedi.
“Alıştın bakıyorum da. Hadi, devam.”
Yeniden asansöre bindiler. Kabin sessizce kapanırken, Ebru alışılmış özgüveniyle komutu verdi:
“Konferans salonu.”
Kapılar ağır ağır açıldığında, Azra’nın gözleri aniden değişen ambiyansa adapte olmaya çalıştı. İçerisi bordo kadife duvarlarla çevriliydi; sıcak ama aynı zamanda ihtişamlı bir atmosfer yayılıyordu. Loş ışık, tavandaki avizenin kristal parçalarında kırılarak odaya zarif bir parıltı serpmişti. Göz alıcı Lâl taşından yapılmış bir sahne, salonun merkezini süslüyordu. Sahnenin iki yanında, altın yaldız işlemelerle bezeli kalın kadife perdeler ağır ağır sarkıyordu.
Azra, salonun ortasında durup etrafa bakınırken adımlarını yavaşlattı. Önünde, muntazam sıralanmış sandalye dizileri uzanıyordu; hepsi aynı kumaştan, aynı sırayla, bir tiyatro düzenini andıracak şekilde dizilmişti.
Ebru, sahneye doğru birkaç adım attı, eliyle genişliği işaret ederek konuştu:
“Burası seminerler, ödül törenleri, tiyatro oyunları, konserler ve film gösterimleri için kullanılıyor.”
Sesi, salondaki doğal yankıyla hafifçe çoğaldı.
Azra, gözlerini tavana kaldırdı, ardından sandalyelere ve sahneye tekrar döndü.
“Çok büyük burası,” dedi, sesinde hafif bir şaşkınlık vardı. “Bu kadar öğrenci mi var?”
Ebru başını hafifçe sallayıp gülümsedi.
“Evet, var. Ama bazen diğer iki okuldan da öğrenciler gelir. Özel gösteriler hazırlarız onlar için.”
Azra'nın yüzüne belli belirsiz bir anlamayla karışık hayranlık ifadesi yayıldı. Artık bu büyüleyici dünyaya dair bir ritim yakalamış gibiydi. Kollarını kavuşturdu, başını hafifçe yana eğip gözlerini kıstı.
“Tamam, gönder gelsin. Sırada ne var?”
Sesindeki meydan okuma bu kez daha belirgindi, ama yüzündeki sırıtış bunun bir oyuna dönüştüğünü ele veriyordu.
Ebru, onun bu hâline kıkırdayarak karşılık verdi.
“Yemekhaneyi görmüştün zaten… Şimdi sırada laboratuvar var.”
Asansör sessizce durduğunda, kapılar açıldı ve Azra ile Ebru, serin bir esinti eşliğinde dışarı adım attılar. Karşılarında, Ali’nin odasını anımsatan, mermerden oyulmuş dolaplarla çevrili geniş bir oda yükseliyordu. Beyazın hakim olduğu bu sade ortam, başta sıradan gibi görünse de, içerideki detaylar göz alıcıydı.
Masalar, satranç tahtası gibi düzenli sıralar hâlinde dizilmişti. Üzerlerinde deney tüpleri, beherler, mezürler, cam balonlar yer alıyordu. Bazı kaplarda fokurdayan sıvılar, hafifçe buhar çıkarıyor; diğerlerinde ise kıpırtısız, zümrüt ya da ametist tonlarında yoğun renkler ışığı kırıyordu. Dolapların içi de aynı şekilde parlak, opak, bazen de neredeyse canlıymış gibi titreşen sıvılarla doluydu. Hafif bir lavanta ve reçine kokusu havada asılıydı.
Odanın bir köşesi ise tüm bu bilimsel düzenin dışında adeta minyatür bir ormana benziyordu. Yığılmış demetler hâlindeki kurutulmuş otlar, cam fanuslar içindeki taze çiçekler, toprakla dolu saksılar, sarmaşıklar... Orası sanki başka bir boyuttan kopup gelmişti.
Ebru, adımlarını o köşeye yönlendirdi. Gözlerinde parlak bir heyecan parladı, sesi ise neredeyse gururla titreşti:
“Burada çeşitli iksirler hazırlıyoruz. Benim en sevdiğim yerlerden biri burası.”
Azra, odayı yavaşça tararken başını eğdi, dudakları düşünceli bir gülümsemeyle kıvrıldı.
“Demek bilimsel şeyleri seviyorsun,” dedi, cam bir tüpü parmak uçlarıyla hafifçe çevirerek.
Ebru, bitkilerin arasında durdu, avucuna aldığı bir adaçayı yaprağını burnuna yaklaştırırken göz ucuyla Azra’ya baktı.
“Aslında bitkilerle bir şeyler yapabilmeyi seviyorum daha çok,” diye düzeltti, sesinde yumuşak bir açıklık vardı.
Azra başını onaylarcasına salladı. Gözleri Ebru’nun elindeki bitkiden onun gözlerine kaydı.
“Tam senlik gerçekten,” dedi, samimi bir tebessümle. “Ee, sırada ne var?”
Ebru bir an bile düşünmeden yanıtladı; sesi yeniden neşeli bir akıcılığa kavuşmuştu.
“Kütüphaneye gidelim hadi!”
Kütüphane, ilk adımda bile nefes kesiciydi. Tavana kadar yükselen jasper taşından oyulmuş raflar, gökyüzüne uzanan dev sütunlar gibi yükseliyordu. Her bir raf, titizlikle kategorize edilmiş yüzlerce kitapla doluydu. Sayfaların kokusu, taşla bütünleşmiş ahşabın ağırbaşlılığıyla birleşiyor, mekâna neredeyse kutsal bir hava katıyordu. Sessizlik, sadece bilgiyle dolu yerlerin tanıdığı o saygılı sükûnetle çevreyi sarıyordu.
Odanın ortasında, yine jasper taşından oyulmuş masalar ve sandalyeler dizilmişti. Masalar öyle zarif ve simetrikti ki, sanki tüm bina tek bir devasa taştan özenle yontulmuş gibiydi. Azra gözlerini raflarda gezdirdi; botanikten büyülere, hayvanlar aleminden gizli ilimlere kadar uzanan konular, kendi başlarına birer dünyanın kapısını aralıyordu.
Bir köşede kristalden yapılmış bir kapı göz kamaştırıyordu. Üzerindeki yazı dikkat çekiciydi:
“Yasak Alan – Sadece Yetkili Kişiler.”
Azra'nın kaşları hafifçe çatıldı. İçinde aniden yükselen merakla dönüp Ebru'ya baktı.
Ebru, gözleriyle uyarı yazısını işaret ederek, Azra’nın bakışlarını takip etti.
“Buraya biz öğrenciler giremiyoruz,” dedi alçak sesle. “Orası sadece öğretmenler için.”
Azra, kristal kapıya bir adım yaklaşırken başını eğdi. Sesine hayretle karışan bir kuşku hâkimdi:
“İçeride ne var merak etmiyor musunuz?”
Ebru, bir an durakladı. Yüzünde anlık bir hüzün gölge gibi belirdi.
“Aslında ediyoruz,” dedi, sesi biraz daha alçalarak. “Ama içeri girme niyetiyle kapıya dokunan kişi... ölür. Öğretmen değilsen, bu kapı açılmıyor.”
Azra, istemsizce geriye doğru bir adım attı. Gözlerinde, soğuk bir ürpermenin yansıması vardı.
“Ölümüne korumaya değecek kadar önemli ve tehlikeli bilgiler olmalı...” diye mırıldandı. Ardından dudaklarını büzerek omuz silkti. “Neyse, ben henüz ölmek istemiyorum.”
Masaların olduğu bölüme doğru ilerlediler. Sessizliği, sayfaların çevrilme sesi ve taş zemine yumuşakça vuran adım izleri bozuyordu. Azra'nın, bir masada oturmuş olan siyah saçlı bir kıza gözleri takıldı. Saçları sıkı bir at kuyruğuyla toplanmıştı; üzerinde siyah bir büstiyer vardı. Kız, omzuna düşen bir tutam saçı eliyle geriye iterken Azra onu tanıdı. Gözleri aniden büyüdü.
Ece.
“Burada ne işi var acaba?” diye geçirdi içinden.
Ebru, sanki Azra’nın iç sesini duymuş gibi fısıldadı:
“Burası onun ikinci evi gibidir. Genelde derste değilse, burada olur.”
Azra, kaşlarını hafifçe kaldırdı.
"Aslında pek kitap kurduna benzemiyor."
Ebru’nun dudakları belli belirsiz kıvrıldı. Gözlerinde bilmiş bir parıltı vardı.
“Görüntü seni yanıltmasın. O, okul birincisi. Çok zeki bir kızdır.”
Azra iç geçirdi. Dudakları acı bir alaycılıkla kıvrıldı:
“Ukala olmayı hak ediyor diyorsun yani.”
Tam o anda, Ece başını kaldırdı. Sesi, ortamın tüm sessizliğini tek hamlede kıran, sert bir çekiç gibiydi:
“Kütüphane burası. Konuşmak istiyorsanız, dinlenme alanlarına gidin!”
Arkasını döndü. Buz gibi mavilikteki gözleri, Azra'nınkilerle buluştu. Soğukluk, yalnızca sesinde değil, bakışlarında da yankılanıyordu. Dudaklarının kenarı alaycı bir gülümsemeyle kıvrıldı.
“Aa... Kimler gelmiş! Okulun yeni ilgi odağı... Yeni kız... Neydi adı? Alya mıydı?”
Azra'nın yüzü gerildi. Kanı damarlarında hızla dolaşmaya başlamıştı. Dişlerini sıktı.
“Azra,” dedi, sinirini bastırmaya çalışarak ama sesi ince bir titremeyle çatallaşmıştı. “Hatta o kıt kafanla anlamazsın diye heceleyeyim, bir daha unutma: İki hece. Az-ra. A-Z-R-A. Umarım gerizekalıya anlatır gibi anlatınca anlamışsındır!”
“Sinir bozucu sürtük, ne olacak,” diye geçirdi içinden, kaşlarını çatarak.
Ece'nin yüzündeki sırıtış bir milim daha genişledi. Gözlerinde kısa bir parıltı yanıp söndü. Kafasını hafifçe yana eğip, Azra’yı baştan ayağa inceledi. Sanki gözleriyle değil, zihniyle soyuyormuşçasına rahatsız edici bir bakıştı bu.
Azra içten içe zafer duygusuna kapılmışken, Ece kafasını tekrar kitabına çevirip son darbeyi sinsice indirdi:
“Herkesin zekâsını kendi küçük beyninle eş tutuyor olmanı normal karşılıyorum.”
Azra’nın dişleri birbirine kenetlendi. Yumruklarını sıkarken içinden patladı:
“Bu kızı şimdi öldüreceğim.”
Yüksek sesle söylediği tek şey ise şuydu:
“Senin benimle sorunun ne, süs bebeği?”
Ebru hızla araya girdi. Elini Azra’nın koluna attı ve onu zarif ama kararlı bir şekilde geri çekti.
“Bu kadar yeter. Hadi, gidelim.”
Asansöre doğru yürürlerken, Ebru alçak sesle, Azra'nın kulağına eğildi:
“Azra, Ece’nin yapısı böyledir. Ama kötü biri değil aslında...”
Azra hâlâ öfkesini bastıramıyordu. Yumruklarının içi terlemişti.
“Kusura bakma Ebru,” dedi, gözleri hâlâ Ece’ye takılıyken. “Ama bu kızın tavrı beni gerçekten sinir ediyor.”
"Tamam, tamam, neyse... Hadi gidelim. Revir!" dedi Ebru, sesi hafifçe yükselerek. Konuyu kapatmak istiyor gibiydi.
Asansör kapısı açıldığında Azra'nın gözleri büyüdü. Karşılarında, sanki pembe kuvarstan oyulmuş gibi ışıldayan bir mekan uzanıyordu. Zarif ve tertemizdi; neredeyse bir sanat galerisi kadar şıktı.
“Burası mı revir?” dedi Azra, gözlerini tavandan yere, yataklardan duvarlara kaydırarak. Şaşkınlığı sesine yansımıştı. “Dünyada böyle bir yer olsa, ancak çok zenginler gidebilirdi.”
Yataklar sıra sıra dizilmişti; bembeyaz çarşafların üstünde hiçbir kırışıklık yoktu. Hava, ferahlatıcı bir limon kabuğu gibi kokuyordu. Duvarlarda zarif cam dolaplar yer alıyor, içleri şeffaf şişeler, kurutulmuş bitkiler, renkli sıvılarla dolup taşıyordu.
“Evet,” dedi Ebru, başını hafifçe sallayarak. “Tanıtımın son bölümüydü burası. Şimdi öğretmenler odasına, ardından da müdüre hanımın odasına gidiyoruz.”
Geriye döndüler. Ebru yürürken tekrar komutu verdi: “Öğretmenler odası!”
Asansör tekrar sessizce yukarı çıkmaya başladı. Azra, avuçlarındaki hafif terlemeyi fark etti ve mırıldandı, sesi alçaktı: “İşte şimdi gerçekten heyecanlıyım.”
Ebru hafifçe kıkırdadı. “O kadar heyecanlanma. Hepsi şu an derste.”
Azra, beklentisi boşa çıkmış gibi dudaklarını büzdü. Gözlerini devirmeden duramadı.
“Acele etme,” dedi Ebru, yumuşak bir tonla. “Hepsiyle kısa sürede tanışacaksın zaten.”
Kapı açıldığında içeri tatlı bir şeftali tonunda ışık süzüldü. Oda, morganit taşından oyulmuş gibiydi; duvarlar sıcak, huzurlu bir tonda parlıyordu. İçeri adım attıklarında ortamın sakinliği ve düzeni Azra’nın içini bir nebze rahatlattı. Dosya dolapları, masa ve sandalyeler taşla bir bütün gibiydi. Mavi yastıklı koltukların çevresinde, minik, tüylü mavi bitkiler sanki sessizce soluk alıp veriyordu.
Masada oturan iki kişi, başlarını kaldırıp onlara döndüler. Erkek olan, gözleri gülümsemeyle parıldayarak konuştu.
“Merhaba Ebru, Azra. Okulu tanıtıyorsun sanırım, Ebru?”
“Evet, Ozan Bey,” dedi Ebru, başını hafifçe eğerek.
Azra bir an durakladı. “Öğretmenlere ‘Bey’ ve ‘Hanım’ mı deniyor burada?” diye geçirdi içinden. Ozan’a dikkatlice baktı: Gri, dikkatli gözler... Kumral, düzgün kesilmiş saçlar... Sivri burunlu, düzgün hatlı bir yüz ve güven veren bir gülümseme. Boylu poslu, omuzları geniş... Ama en dikkat çekeni, yaşından beklenmeyecek kadar genç görünmesiydi.
Ozan, Azra’nın bakışlarını yakalamıştı. Hafifçe göz kırptı. “Azra… Genç görünmem seni şaşırttı sanırım. Ama düşündüğünden çok daha yaşlıyım, emin ol.”
Azra, şaşkın bir gülümsemeyle, “Evet, genç görünüyorsunuz,” dedi.
O sırada, kadının sıcak sesi duyuldu: “Aramıza hoş geldin, Azra.”
Azra dönüp baktığında, adeta rüya gibi bir kadını karşısında buldu. Uzun, portakal rengi saçlar sırtına şelale gibi dökülüyordu. Gözleri derin ve yoğun bir maviyle parlıyordu; neredeyse lapis lazuli gibi. Yüzü küçük, kalp şeklindeydi. Dolgun dudakları ve minik burnuyla, zarif bir tabloyu andırıyordu. Üzerindeki lacivert, kolsuz elbise, kıvrımlarını sade ama şık bir biçimde vurguluyordu.
“Merhaba, hoş bulduk,” dedi Azra, sesi biraz çekingen ama samimiydi.
“Benim adım Rüya,” dedi kadın. Sesinde güven veren bir yumuşaklık vardı.
“Ne kadar da uygun bir isim,” diye düşündü Azra, ağzından dökülen sözlerin ardından gülümseyerek. Gözleri parladı.
“Teşekkür ederim,” dedi Rüya içtenlikle. “Çok tatlısın. İyileşip bize katılmana çok sevindim.”
Azra bir an utanarak başını eğdi. “Ben de... tanıştığımıza memnun oldum, öğretmenim.”
Rüya başını eğerek nazikçe konuştu: “İsmimle ya da istersen ‘Rüya Hanım’ diye hitap edebilirsin.”
“Peki, öğretmenim,” dedi Azra bir anlık alışkanlıkla, sonra hemen kızararak düzeltmeye çalıştı. “Peki... Rüya.”
Ozan hafifçe güldü. “Diğerleri derste. Biz de birazdan onlara katılacağız. Sınıfta görüşürüz çocuklar.”
“Biz de müdüre hanımın odasına gidiyoruz şimdi,” dedi Ebru ve birlikte odadan çıktılar.
Koridorda yürürlerken Azra sesini alçaltarak sordu: “Öğretmenlerin hepsi bu kadar genç mi? Yani... neredeyse bizle yaşıt gibiler.”
Ebru başını hafifçe salladı. “Hayır, bizden çok daha yaşlılar. Ama Medeiros’ta ruh 33 yaşında sabitlenir. Bu yüzden hepsi en fazla 33 yaşında görünür.”
“Anladım,” dedi Azra, ama bakışları hala şaşkındı. Bildikleri arttıkça, dünya daha da gizemli hale geliyordu.
Asansör kapısı açıldığında, karşılarında ametist taşından oyulmuş, mor tonlarda parıldayan görkemli bir oda belirdi. Odaya ilk adım attıklarında Azra’nın gözleri, masanın arkasında yükselen dev kitaplığa takıldı. Mor taşın içinden oyulmuş raflar, bilgeliğin dokusunu taşıyor gibiydi.
Derin ve otoriter bir ses havayı kesti:
“Ah, demek gezinti sona erdi, Ebru.”
Azra refleksle başını çevirdi. Sesin sahibini gördüğü an, içini belli belirsiz bir gerilim sardı. Kadının kızıl gözleri, patlıcan moru saçları kadar keskin bakıyordu. Saçları tepede sıkı bir topuzla toplanmış, yüzüne soğuk bir sertlik kazandırmıştı. Kalkık burnu, gergin dudakları ve sivri çenesiyle adeta bir taş heykel gibi duruyordu. Siyah, hakim yakalı gömleği ve zarif duruşu onu olduğundan daha da otoriter gösteriyordu.
Ebru, saygılı bir duruşla başını hafif eğerek konuştu:
“Evet, Müdüre Hanım.”
Kadın, masanın önündeki iki koltuğu işaret etti. Azra ve Ebru usulca oturdular. Odanın tamamı ametist duvarların yansıttığı mor bir pusla kaplıydı. Tavanda sarkan ince bir avize loş bir ışık yayıyor, mobilyaların kenarlarında mor gölgeler oynuyordu. Duvarları süsleyen eski öğretmen portreleri, sessiz tanıklar gibi bakışlarını üzerlerine dikmişti. Sehpanın üzerindeki kristal bardaklar ve sürahi, her detayın planlı olduğunu hissettiriyordu.
Azra tam etrafa göz gezdirmeye devam edecekti ki kadının sert sesi onu yerine mıhladı:
“Etrafı süzmen bittiyse, küçük hanım, artık tanışalım!”
Sesi, odanın soğuk havasını daha da keskinleştirdi. Azra irkilmeden, ama çekingen bir tonda konuşmaya başladı:
“Merhaba, ben Azra...”
Sözü hemen kesildi.
“22 yaşındayım ve buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum diye devam edeceksin. Gerek yok. Hakkında bilmem gereken her şeyi biliyorum zaten.”
Kadının sesi sabırsız ve kesiciydi. Azra’nın boğazı kurumuştu. Konuşmanın tonu, onun içini istemsizce sıkıştırmıştı. Suya uzanmak için sehpadaki sürahiye doğru elini uzattı. Ama o anda müdüre, sivri tonda bir uyarı savurdu:
“Lütfen, izin al!”
Azra içinden dişlerini sıkarak ama dışarıdan sakin görünmeye çalışarak, “Su içebilir miyim?” diye sordu.
“Elbette. Afiyet olsun!” dedi kadın, ama sesindeki keskinlik hala çözülmemişti.
Azra suyu bir dikişte bitirirken, içinden geçirdiği düşünce dudaklarına neredeyse dökülecekti: Ne kadar gıcık birisi bu...
Müdüre masadan bir dosya çıkarıp Azra’ya doğru itti.
“Benim adım Sare. Buranın müdüresiyim. Kurallar konusunda...” Dosyayı gözleriyle işaret etti. “...uyulmasını önemle tavsiye ederim.”
Azra dosyayı tutarken yüzüne hafif bir ironi oturdu. “Size de isminizle mi hitap ediyoruz?” diye sordu. Sözleri ölçülüydü ama bakışlarında ince bir meydan okuma kıvılcımı vardı.
Sare’nin yüzü anında buruştu.
“Ne münasebet!” diye tiz bir sesle ciyakladı. “Müdüre Hanım diyeceksin!”
Azra omuz silkerek gözlerini devirdi. Umursamaz bir sırıtış dudaklarına yerleşti. “Peki, Müdüre Hanım.”
Kadının çehresi bir anda kasıldı, sanki o an bozulmuş bir portre gibi donakaldı. Azra, kahkahasını zor tuttu.
Sare boğazını temizleyip toparlandı. “Evet... birkaç sorum var,” dedi, sesi yeniden sertleşmişti. “Cevap ver!”
Azra’nın sabrı taşmak üzereydi. Sözcükleri dikkatle seçti ama sesi karşısındaki kadının sertliğine karşılık verecek tondaydı.
“Hakkımda her şeyi bilen sizsiniz, Müdüre Hanım. Bence ben sorayım, siz cevap verin.”
Sare'nin kızıl gözlerinde alev kıvılcımları belirdi. Yüz kasları öfkeyle gerildi. Eğer bakışlarıyla yakabilseydi, Azra çoktan küle döneceğinden emindi.
“Seni küçük ukala—” diye başlayacak oldu Sare, ama cümlesi tamamlanamadı.
Azra patlamak üzereydi. Önce o yapay, bebek suratlı Ece, şimdi bu buz gibi kadın... Ayağa fırladı.
“O sıfat size ait olmalı! Sorularınızı da kendiniz cevaplayın. Ben izninizi istiyorum!”
Arkasını dönüp sert adımlarla asansöre yöneldi. Ebru hızla yerinden kalkıp telaşla Sare'ye döndü:
“Özür dilerim, efendim. Henüz çok yeni, ona biraz zaman tanıyın.”
Sonra Azra’nın peşinden koştu.
Azra asansöre adımını attığı anda yüzünde alaycı bir ifade belirdi. Yüzünü buruşturarak, burun kıvıran bir ses tonuyla Sare’nin taklidini yaptı:
“‘Müdüre Hanım diyeceksin!’ Hıh! Kıçımın kenarı!”
Arkasından yankılanan tiz bir bağırış geldi:
“Seni duyabiliyorum!”
Asansör kapıları kapanırken Azra kahkahasını zor tutarak bağırdı:
“Demek kulakların sağlıklı! Ne güzel!”
Ebru önce şaşkınlıkla Azra’ya baktı, sonra kahkahaya boğuldu. Gözlerinden yaşlar gelirken, bir yandan da karnını tutuyordu.
“Sana inanamıyorum!” dedi, soluk soluğa. “Cesur musun, aptal mı, karar veremedim! Onu hiç bu kadar öfkeli görmemiştim!”
Azra kollarını göğsünde kavuşturdu, dudaklarını sıkarak hâlâ içinde taşıdığı öfkeyi bastırmaya çalıştı.
“Tam anlamıyla gereksiz bir kadın. Sırada ne var, Ebru?”
Ebru başını iki yana salladı, hâlâ gülüyordu.
“Azra... Gerçekten tanıdığım en acayip öğrencisin.”
Azra gözlerini devirerek başını hafifçe eğdi, sesi alaycıydı.
“Azra Hanım diyeceksin.”
Ebru kahkahalarına yeni bir dalga daha ekledi, gözleri parlıyordu.
“Bu günlük bu kadar yeter. Bu, bana bile fazla geldi. Hadi, seni evine bırakayım. Ya da istersen bana da gelebilirsin. Açım ve yorgunum.”
Azra başını iki yana salladı.
“Sen beni bırak, sonra da dinlen. Ben de şu ‘uyulacak kurallara’ bir göz atayım.”
“Tamam,” dedi Ebru neşeyle.
Asansörden indiklerinde koridorun sessizliğiyle birlikte Mor Oda'nın gerilimi üzerlerinden süzülüp kayboldu. İnci salonu geçtiler, taş sütunların gölgesinde yürüdüler, ardından ağaçlı koridordan geçerek zümrüt salona vardılar. Sonunda açık havaya çıktılar, öğrenci evlerinin bulunduğu geniş alana.
Gecenin ilk serinliği tenlerine çarparken, Azra sessizliği bozdu.
“Beni öldürmez, değil mi?”
Ebru kıkırdadı.
“Sanmıyorum. Ama ölmekten beter edebilir.”
Azra omuzlarını silkti, kaşları hâlâ çatılıydı.
“Elinden geleni ardına koymasın. Sinir bozucu bunak!”
Ebru yan gözle baktı, gülümsedi.
“Ağzın bayağı bozuk.”
“Yalnızca sinirlendiğimde,” dedi Azra, omzunu silkerek. “Normalde böyle değilim.”
Ebru kaşlarını kaldırdı, bir kahkaha daha patlattı.
“Sinirlenmeni dört gözle bekliyor olacağım sanırım.”
Kısa bir yürüyüşün ardından Azra’nın evinin önüne geldiler. Ebru başıyla veda ederken, sesi yumuşaktı.
“İyi geceler, asi ruh.”
“İyi geceler,” diye mırıldandı Azra.
Hava yeni yeni kararıyordu. Gecenin morumsu örtüsü gökyüzüne yayılırken, Azra Sare’nin verdiği dosyayı kolunun altına sıkıştırdı ve sessizce içeri girdi. Yatak odasına ulaştığında, pencereden süzülen ay ışığı beyaz yatak örtüsünün üstüne düşüyordu. Üzerindekileri çıkarmadan kendini yatağa bıraktı.
Ne gündü ama...
Dosyayı açtı, ilk sayfada iri harflerle yazılmış başlığı gördü:
KURALLAR
Göz kapakları ağırlaştı. Harfler giderek bulanıklaştı, sonra silinip karanlığa karıştı.
Çok geçmeden uykuya daldı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |