5. Bölüm

BÖLÜM 5

Aysun Arslan
aysunkayaarslan

 

Azran'ın gözkapakları titreyerek aralandı. Soğuk ahşap kokusu burun deliklerine dolarken, loş ışıkla çevrili kulübenin içinde olduğunu fark etti. Yattığı yer, tahta kütüklerden örülmüş duvarlarla çevrili küçük bir odaydı. Gözleri tavandan yere süzüldü; pencereden sızan gün ışığı, içeri pembe çam ağaçlarının gölgelerini vuruyordu. Ağaçlar, rüzgarın serin dokunuşuyla usulca salınıyordu.

Üzerinde hâlâ dışarı kıyafetleri vardı; yatağın kenarında açık duran dosya yere düşmüştü. Telaşla doğruldu, saçları yüzüne dağıldı. Yerdeki dosyayı kaptığı gibi dizlerinin üzerine çıktı ve yatağa yaslanarak kapağına baktı. Büyük harflerle yazılmış tek kelimeye kilitlendi gözleri:

KURALLAR.

Yutkundu. O an, buranın gerçekten de var olduğuna dair tüm kuşkular göğsünde sıkıştı. Şaka, rüya ya da bir halüsinasyon değil—burası gerçekten vardı ve artık onun içindeydi.

Yavaşça kapağı kaldırdı, sayfayı çevirdi ve en arka sayfada yazan kuralları okumaya başladı. Sessizdi, ama içinde yankılanan sesleri bastıramıyordu.

Kural 1 – Burada olan, biten, yaşanan şeyleri dünyadaki kimseye anlatmayın.

“Bu kuralı çoktan çiğnedim... Selin’e her şeyi anlattım hem de en ince ayrıntısına kadar.”

Alnını buruşturdu, suçlulukla karışık bir öfke gözlerinde parladı.

Kural 2 – Öğrencilerin birbirleri, okul idaresi ve öğretmenler üzerinde dersler ve görevler dışında izinsiz güç kullanması yasaktır.

Kaşlarını kaldırdı, dudaklarını büzerek başını iki yana salladı. “Henüz ne gücüm olduğunu bile bilmiyorum; nasıl uymam bekleniyor ki?”

Kural 3 – Öğrencilerin derslere katılması zorunludur. (Yönetimin bilgisi dahilindeki mecburi izinler hariç.)

“Yani burada, Dünya’daki gibi ders kıramıyoruz,” diye homurdandı, gözlerini devirdi.

Kural 4 – Öğrencilerin tatil günleri olan Perşembe ve Cuma günleri dışında izinsiz okul dışına çıkmaları yasaktır.

Başını yana eğdi, alnını kaşıdı. “Hafta sonu... Perşembe ve Cuma mı?”

Kural 5 – Özel izne tabi olmayanlar dışında, her türlü uyuşturucu, sarhoş edici ve akıl gölgeleyici madde okul içinde yasaktır.

Gözlerini kısmıştı, dudak kenarları belli belirsiz kıvrıldı. “Özel izin... Arda mı acaba?”

Kural 6 – Okul alanı dışındaki ormana girmek tehlikeli ve yasaktır.

Göz ucuyla pencereye baktı, dışarıdaki pembe ağaçlara. İçini garip bir merak ve ürperti kapladı. “Neden? Ne var o ormanda?”

Kural 7 – Öğrenciler, öğretmenler ve yönetime saygılı davranmak zorundadır.

Omuzlarını düşürerek iç geçirdi. “Bingo. Şimdiden iki maddeyi ihlal ettim bile.”

Kural 8 – Öğrenciler verilen görevleri mazeret izni dışında yerine getirmekle sorumludur.

Kaşları çatıldı. “Yapmak istememek mazeret sayılır mı acaba?”

Kural 9 – Gece 24:00’ten sonra öğrencilerin okul içinde dolaşması yasaktır.

Gözlerini devirdi. “Demek ki kütüphanede sabahlayamam.”

Kural 10 – Kuralları çiğnemek kesinlikle yasaktır ve cezaya tabidir.

Yavaşça dosyayı kapadı. İç geçirdi. Kafasını yana eğdi, dudaklarını büzerek bakışlarını boşluğa dikti. “Peh... Kurallar ne işe yarar ki?” diye mırıldandı, sesi neredeyse bir alayla karışıktı.

Dosyayı komodinin üzerine bıraktı. Göğsünde giderek büyüyen o sıkışık hisle pencereye döndü. Dışarıda pembe ağaçlar usulca dalgalanırken, içinde bir isyan kıvılcımı yanmaya başlamıştı.

 

Azra, yavaşça yataktan doğruldu. Ayaklarını yere bıraktığında, ahşap zeminin serinliği tenine dokundu. Esnedi, omuzları hafifçe gerildi. Banyoya yöneldi. Sıcak suyun altında kısa ama ferahlatıcı bir duş aldı. Parmak uçlarında yükselerek aynaya uzandı, yüzündeki uykunun son izlerini sildi.

Kulübesine göz gezdirirken Can’ın ütopik konforunu, Ebru’nun hobbit evini anımsadı. Omzunu silkti. “Acaba ben de onlar gibi bir şey mi yapsam?” diye geçirdi aklından. Ardından bu düşünceye kendi kendine kıkırdayarak başını iki yana salladı. “Yok canım, bana uymaz.”

Duşun ardından saçlarını havluyla kabaca kuruttu, sonra yana ayırıp dalgalarına parmaklarıyla şekil verdi. Aynanın karşısında bir an durdu. Bugün derslerin ilk günüydü. Ne giymeliydi?

Gözlerini kapadı. İçini ısıtacak bir renk düşündü. Şeftali tonlarında, midi boy bir elbise zihninde beliriverdi hafifçe dökümlü, belinden oturan zarif bir kesim. Üzerine taba rengi stilettolar ve fuşya bir postacı çantayla tamamladı kombini. Çantanın içine, turuncu kapaklı en sevdiği not defteri ve ucu sivrilmiş kalemi yerleştirdi zihninde. İç çamaşırlarını da atlamadı somon rengi bir sütyen ve külot takımı. Tüm parça ve detaylar, yatak üzerinde bir hayal gibi birer birer beliriverdi. Onlara bakarken gözleri hafifçe parladı.

Elbiseyi yeni giymeye başlamıştı ki kapıdan hafif bir tıklama duyuldu.

“Geliyorum!” diye seslendi, aceleyle elbiseyi düzeltirken.

Kapıyı açtığında Ebru karşısında duruyordu. Üzerinde canlı kırmızı bir tulum vardı; koyu mor stilettolarıyla cesurca tamamlanmıştı. Saçlarını sıkı bir balerin topuzu yapmış, zümrüt yeşili gözlerine kahverengi tonlarda makyaj uygulamıştı. Dudaklarında ise dikkat çekici bir kırmızı ruj vardı.

“Günaydın Azra, hazır mısın?” diye sordu Ebru, gözlerinde sıcak bir pırıltıyla.

Azra saçlarını eliyle arkaya atarak başını hafifçe salladı. “Çantamı alıp ayakkabılarımı giyeyim hemen. İçeri gelmek ister misin?”

Ebru nazikçe gülümsedi. “Hayır, burada beklerim. Acele et, geç kalmayalım.”

“Tamam,” dedi Azra, sesi aceleyle karışık bir tonda çıktı.

Odaya dönüp hızlıca aynanın karşısına geçti. Rimelini bir iki dokunuşla sürdü, ardından gül kurusu rujunu dudağına hafifçe bastırdı. Ayakkabılarını giyerken defteri ve kalemi çantasına yerleştirdi. Son bir kez saçlarını düzeltip dışarı çıktı. Azra, Ebru’ya dönerek onu baştan aşağı süzdü.

“Çok hoş görünüyorsun,” dedi samimiyetle, gözlerinde içten bir hayranlıkla.

Ebru’nun dudakları gülümsedi, gözlerinde güvenle parlayan bir ışık belirdi. “Teşekkür ederim, sen de,” dedi kibarca.

Beraber yürümeye başladılar. Adımlarının ritmi yumuşak çimenlere karışırken, ileriden gelen topuk sesleri duyuldu. Ece, onlara doğru hızla yaklaşıyordu.

“Günaydın, Ebru,” dedi Ece, sesi kısa ve mesafeliydi.

“Günaydın,” diye karşılık verdi Ebru, nezaketle.

Ece’nin kıyafeti dikkat çekiciydi: siyah, kolsuz bir crop top, deri volanlı midi etek ve çapraz bağcıkları olan ince topuklu siyah sandaletler. Elinde kalın, siyah bir defter vardı; kapağına sıkıca takılmış bir kalemle birlikte. Adımları kararlı, ifadesi odaklıydı.

Azra, Ece'nin ardından kısa bir bakış gönderdi. “Tarzı kadar adımları da net,” diye düşündü hafifçe kaşlarını kaldırarak.

Azra, yanında sessizce yürüyen Ebru’ya doğru hafifçe eğildi. Gözleri, ileride hızlı adımlarla uzaklaşan Ece’nin arkasından ayrılmamıştı.

“Onun sorunu ne?” diye fısıldadı, sesi merakla değil, daha çok sezdiği bir dengesizliği sorgulayan bir temkinle doluydu.

Ebru, dudaklarını birbirine bastırıp başını hafifçe eğdi. Gözleri kısa bir anlığına boşluğa kaydı, sonra Azra’ya döndü. “Sanırım bazı görüler almak… onu biraz yoruyor,” dedi, sesi yumuşaktı ama bir şey saklıyormuş gibi.

Azra, duraklayarak Ebru’nun yüzünü süzdü. “Siz yakın mısınız?” diye sordu, adımlarını yavaşlatarak. Tonunda meraktan fazlası vardı bir tür güven testi.

Ebru’nun dudaklarında nazik bir gülümseme belirdi, ama gözleri o gülümsemeye eşlik etmeyi reddetti. “Ece yeni tanıdığı insanlara karşı biraz mesafeli olur ama… iyi biridir,” dedi, gözlerini kaçırarak. “Gerektiği kadar yakınız.”

Ebru’nun gözleri Can'ın evine takıldı; başını neredeyse fark edilmesin diye hafifçe çevirmişti.

Azra bunu kaçırmadı. Göz ucuyla onu süzerek konuştu. “Ondan çok mu hoşlanıyorsun?” dedi, sesi alaycı yumuşaklıkta, ama gözlerinde kıpırdayan bir merak vardı.

Soru, Ebru’nun yüzünde anında bir değişim yarattı. Yanaklarına ani bir sıcaklık hücum etti, başını eğdi, parmaklarıyla tulumunun kemerini yokladı. “Çok mu belli oluyor?” dedi neredeyse fısıltıyla, sesi gergin bir sır gibi çıktı.

“Fazlasıyla.” Azra’nın dudakları kıvrıldı, gözleri hafifçe kısılmıştı. “Neden söylemiyorsun?”

Ebru bakışlarını kaçırdı, dudakları arasında soluk bir tereddüt saklandı. “Sen olsan… gidip açıkça söyler miydin?” dedi, sesi hem sınayıcı hem kendini savunur gibi.

“Tabii ki söylerdim,” dedi Azra, duraksamadan. Omuzlarını geriye attı, yüzüne belli belirsiz bir gurur oturdu. “Reddedilmek, bilinmezlikten daha az yorucu.”

Ebru derin bir nefes alıp yolun taş döşemelerine baktı. “Ama ya benden hoşlanmıyorsa? Ya komik duruma düşersem?”

Azra başını iki yana salladı, bakışları Ebru’nun üzerine sabitlendi. “Birinden hoşlanmak neden komik olsun ki?” dedi, sesi sıcak ama netti. “Sormadan bilemezsin. Hem reddedilirsen... en azından yolun açılır. Kafanda kurmaktan iyidir.”

Ebru’nun gözleri donuklaştı, dudakları aralandı ama söylemek istediklerini bastırdı. “Hayal kırıklığına uğramak istemiyorum,” dedi sonunda, omuzları fark edilmeden düştü.

Azra yavaşça yana kaydı, bir elini Ebru’nun omzuna koydu. Dokunuşu yumuşak, destek verici ama bastırmayan bir dostluk taşıyordu. “Bence o da senden hoşlanıyor,” dedi, sesi kararlı bir inançla doluydu.

Ebru gözlerini devirdi, dudakları alaycı bir kıvrıma büründü. “Ona itiraf etmesini söylemeye ne dersin?” dedi, gözlerinde bir umut saklıydı.

Azra omuz silkti. “İşim olmaz. Böyle uzaktan sevin işte,” dedi, kahkahasını tutmayarak. Alaycıydı ama içinde sıcak bir samimiyet vardı.

Ebru da kıkırdadı, Azra’ya göz ucuyla bakarak “Ece’ye diyorsun ama senin de gıcık olduğun zamanlar oluyor demek ki,” dedi, sesi iğneleyici ama oyunbazdı.

Azra gözlerini kısıp hafifçe başını yana eğdi, dudaklarında alaycı bir gülümsemeyle “Ah, teşekkür ederim,” dedi, tiyatral bir kibarlıkla.

Birbirlerine bakarak kahkaha attılar, kahkahaları koridorda yankılandı. İçlerindeki gerginlik azalmıştı, yerine yavaş yavaş oluşan bir bağ dolmaya başlamıştı.

Azra göz ucuyla yükselen asansör kapılarına baktı. “Nereye gidiyoruz?” dedi, sesi bir an ciddileşmişti.

Ebru toparlandı. “Bugün sadece ortak derslere gireceksin,” dedi. Ses tonu öğretici bir ciddilik taşıyordu. “Yetin ortaya çıkana kadar geçici bir programın olacak. Akşam programı veririm. Yarın da kendin derslerine girersin.”

Azra başını yana eğdi, gözlerini kısarak baktı. “Beni başından mı atıyorsun yoksa bana mı öyle geliyor?” dedi, sesi şakayla karışık ama içinde hafif bir tartma vardı.

Ebru ellerini hafifçe kaldırdı. “Hayır, tabii ki değil,” dedi, gülümseyerek. “Benim de farklı derslerim var. Onu kast ettim.”

Azra omuzlarını hafifçe silkti. “Takılıyorum sadece. Sorun değil, başımın çaresine bakarım,” dedi, sonra göz kırparak ekledi: “Zaten senden sıkılmaya başlamıştım.”

Ebru kıkırdadı. “Gerçekten acayipsin Azra,” dedi, gülüşünde hem hayranlık hem şaşkınlık vardı.

Asansör kapıları sessizce açıldı. İkili yan yana, kabine adım attı. Kapı kapanırken koridorda yankılanan kahkahaları hâlâ havada asılı kalmıştı.

 

“Tarih sınıfı,” dedi Ebru, asansörün kapıları ağır ağır açılırken. Sesi alçaktı ama belli belirsiz bir beklenti taşıyordu.

Azra, kalabalık bir öğrenci grubu ile dolu koridora adım attı. Yavaşlayan adımlarında hafif bir gülümseme belirdi. İlk dersin tarih olması, onu tuhaf bir şekilde rahatlattı. Şansı yaver mi gidecekti? Kimle karşılaşacağını merak ediyordu.

Koridorun sonunda devasa bir amfinin kapıları açıldı. İçerisi uğultuyla doluydu; öğrenciler yerlerine dağılırken salonun genel havası Azra’ya üniversite amfilerini hatırlattı. Loş ışık altında metalik tınılar yankılanıyor, koltukların arasındaki deri çantalar, parfüm kokuları ve heyecanlı fısıltılar birbiriyle yarışıyordu.

Ebru’yla birlikte sol tarafa yöneldiler. Boş bir sıra bulup oturduklarında Azra, sırtına saplanan bakışları hemen fark etti. Çevresindekilerin onu süzdüğü belliydi düşünceleri arasında kıpırdanan bu rahatsızlık, eski alışkanlıklar gibi yüzeye çıktı. Ellerini dizlerinde birleştirdi, başını hafifçe eğdi.

Salon giderek doluyordu. Şık giysileri ve abartılı aksesuarlarıyla çoğu öğrenci adeta birer vitrin mankeni gibiydi. Ama aralarına karışmış birkaç... daha ilginç figür de vardı. Gözünü sağındaki kişiye çevirdiğinde donakaldı.

Genç bir adam, siyah bir tişört giymişti; dalgalı kumral saçlarını ensesinde toplaması onu hem özenli hem umursamaz gösteriyordu. Keskin hatlara sahip yüzü simetrikti; dolgun dudakları ve uzun kirpikleriyle etkileyiciydi ama esas dikkat çeken, sol kaşının hemen üstünde duran kuru kafa şeklindeki piercingdi. Sert bir aura taşıyordu. Geniş omuzları ve ince uzun bedeniyle dar sıraya sığmakta zorlanıyor, bacaklarını yayarak oturuyordu. Azra’nın bakışları istemsizce onun üzerinde gezinirken...

“Git başımdan!” diye patladı genç adam, birden bire.

Azra'nın tüm vücudu refleksle irkildi. Göz bebekleri büyüdü, kalbi bir an boşlukta asılı kaldı. “Anlamadım?” dedi, gözlerini kırpıştırarak.

Adam ona bakmadı bile; başını yana çevirip kısık sesle mırıldandı sonra ona geri döndü;

“Kusura bakma Azra, sana demedim.” Ardından yüzüne hafif bir tebessüm yerleşti. “Merhaba bu arada; Arda ben.”

Azra’nın gözleri büyüdü. Bu muydu? Melankolik evin sahibi? Ali’nin suratsız diye tanımladığı kişi? Şimdi karşısında elini uzatmış, hafif bir gülümsemeyle onu selamlıyordu.

Bir an tereddüt etti ama sonra elini uzattı.

“Memnun oldum,” dedi, sesi kontrollüydü ama içinde belli belirsiz bir rahatsızlık vardı.

Arda’nın eli soğuktu, hatta biraz nemliydi. Ama asıl huzursuz eden, elini bırakmamakta ısrar eden parmaklarıydı. Azra geri çekilmeye çalıştı; Arda ise onun gözlerinin içine baktı, birkaç saniye fazladan sürdü bu temas.

“Ben de memnun oldum,” dedi alçak sesle. “Tahmin edemeyeceğin kadar.”

Azra sonunda elini kurtardı. İçinde beliren huzursuzluk, yüzünde kendini belli etmeye başlamıştı. En son isteyeceği şey, bu duygusal görünümlü adamın ilgisini çekmekti.

Yan dönüp Ebru’ya baktı. Ebru’nun kaşları hafifçe kalkmış, gözleri hâlâ Arda’ya kilitlenmişti.

“Kulağa şaşırtıcı geliyor,” diye fısıldadı Azra’ya eğilerek.

Azra kısık sesle, bakışlarını kaydırmadan sordu:

“Normalde böyle biri değil, değil mi?”

Ebru başını hafifçe iki yana salladı.

“Hem de hiç.” Sesindeki şaşkınlık gizlenemiyordu.

 

Kürsüden tok ve kendinden emin bir ses yankılandı:

“Evet arkadaşlar, hoş geldiniz!”

Sınıfın içindeki uğultu bir anda yönünü buldu; bazı öğrenciler başlarını kaldırıp karşılık verdi, bazıları yalnızca mırıldandı. Gerginlik hâlâ havadaydı.

“Bugün aramıza yeni katılan bir arkadaşımız var. On gün sonunda uyanmayı başardı. Azra, hoş geldin.”

Azra'nın omuzları istemsizce gerildi. İçinden geçen ilk şey öfke değil, midede dolaşan o tanıdık rahatsızlıktı: Göze batmak. Kalbi sıkıştı.

Ayağa kalkarken bir an için başı döner gibi oldu. Yüzüne yerleşen yarım gülümseme sadece bir savunma mekanizmasıydı; yanakları yanıyor, göz kapakları biraz daha ağırlaşıyordu. Kendini çırılçıplak hissetti.

“Teşekkürler, hoş buldum,” dedi, sesi kırılgan bir telin üstünde yürüyormuş gibi titrekti.

“Kendini tanıtır mısın?”

Azra istemsizce yutkundu. Omuzlarını geriye attı, adımlarını ölçerek kürsüye yöneldi. Her adımı, üzerinde bir bıçak gibi hissedilen bakışları biraz daha keskinleştiriyordu. Parmakları kıvrılıp yumruk oldu ama kimse fark etmedi. Öyle olmasını umuyordu.

Doruk onu baştan aşağı süzerken çenesini düşünceli bir şekilde kavramıştı. Alt dudağına hafifçe dokunuyor, Azra'nın her mimiğini hafızasına kazıyor gibiydi. Gözlerindeki o yapay ilgi, gülümsemesinin altındaki ironiyle birleşince sahte bir sıcaklık gibi çarpıyordu yüzüne.

“Toplum karşısında rahatsız mısın?”

Doruk’un sesi yumuşaktı ama sorunun alt metni keskin bir bıçak gibi Azra'nın özgüvenine dokunuyordu.

Azra gözlerini kaçırdı, başını hafifçe eğdi. Omzunun üzerinden bir bakışla sınıfa süzüldü; gözler hâlâ üzerindeydi.

“Herkesin dikkatinin üstümde olması...” Durdu.

Kaşları hafifçe çatıldı, sesi içe doğru büküldü.

“Rahatsız edici.”

Sınıfın köşesinden bir kahkaha patladı yüksek, biraz da aşağılayıcı. Arda yerinde huzursuzca kıpırdandı, elleri dizlerinde kenetlenmişti. Ebru’nun başı önünde, gözleri boşluğa sabitlenmişti; utanç onun yüzüne Azra’dan önce oturmuştu sanki.

Azra içini çekti. Gözleri kısa bir an Doruk’a takıldı, sonra sınıfın bir köşesine nefesini burnundan verirken çenesini hafif yukarı kaldırdı. Kendine geldiği bir andı.

“Herkese merhaba,” dedi daha kararlı bir tonla.

“Adım Azra. Dünya’dan geliyorum. Buraya gelmemde Ebru yardımcı oldu. 22 yaşındayım ve... henüz gücümü bilmiyorum.” Son cümlede sesindeki güvensizlik açıkça duyuluyordu ama çabuk toparladı. Nefesini yavaşça bıraktı.

Doruk başını yana eğerek ona doğru bir adım yaklaştı.

“Seni tekrar görmek güzel, Azra. Ben Doruk. Tarih ve iksir derslerine giriyorum. Gücüm telepati. Senin niteliklerin ne peki?”

Sorunun dolaylı tekrar edilişi, Azra’nın içinde bir başka rahatsızlık titretti. Dudaklarını sıkarak bakışlarını kaçırdı.

“Henüz bilmiyorum,” dedi yine, bu kez daha sert bir tonla.

Doruk başını sanki cevabı ilk kez duyuyormuş gibi salladı.

“Peki, insan olarak... kendini üç kelimeyle tanımlar mısın?”

Azra'nın kaşları hafifçe kalktı, gözlerinde kısa bir şaşkınlık parladı. Sonra dudaklarının bir köşesi kıvrıldı; küçümseyici ama nazikti.

“Üç kelimeye sığmaz.”

Doruk başıyla onayladı, gözleri Azra’yı hâlâ tartıyor gibiydi.

“Harika tanımladın. Aferin.” Gülümsedi, ama içinde hâlâ bir meydan okuma vardı.

“Sevdiğin özelliklerin?”

Azra gözlerini kıstı. Bu soruların dozu sinirini zorluyordu. Dirseklerini iki yana ayırarak kollarını göğsünde kavuşturdu.

“Açık sözlülüğüm. Ama... şu an bu durumdan sıkıldım. Zamanla tanırsınız beni. Burada gelişeceğimi düşünüyorum.”

Doruk bu defa kaşlarını çattı, başını eğdi.

“Demek ki mantıklı birisin,” dedi.

“Düşünüyorsun... hissetmiyorsun.”

O söz... zihninde yankılandı. Azra’nın gözleri kısıldı, çenesi hafifçe öne çıktı. Bu bir imaydı. Hatta suçlama. Yüzünde, bu sefer saklamadığı bir öfke belirdi. Yumrukları sertçe sıkıldı, tırnakları avuçlarını acıttı ama geri adım atmadı. Konuşmak üzereydi ki bir sandalye gıcırdadı. Arda ayağa kalktı. Sesi net, cümleleri keskin geldi:

“Adı Azra. 22 yaşında. Arkadaşlarına ve dürüstlüğe çok önem verir...”

Sözleri seri ve içten akıyordu. Anlatmıyordu; bir tür savunma duvarı örüyordu. Gözleri direkt Doruk’a kilitlenmişti.

“Dili sivri ama sağlam dosttur. Arkanızı kollar. Güvenebilirsiniz. Kalabalıklar, gevezeler, her şeyin altında bir şey arayanlar onu rahatsız eder. Akıllı ve komiktir. Saygısızlığa tahammülü yoktur. Kolay sinirlenmez ama sinirlenirse tozu dumana katar. Tatlı şeyleri çok sever.”

Durdu, nefes aldı, sonra Doruk’a karşı adeta meydan okurcasına dikleşti.

“İstediğinizi aldıysanız, artık rahat bırakın.”

Azra’nın gözleri büyüdü. Başını hafifçe çevirip Arda’ya baktı; ifadesi hem şaşkınlık hem de içten bir minnettarlık taşıyordu.

Doruk ellerini arkasında birleştirdi. Gülümsüyordu ama bu gülümsemenin içi boştu.

“Arda Bey’in sesini ilk defa duyanlar ellerini kaldırsın.”

Sınıfta birkaç el havaya kalktı. Doruk bu ilgisiz sessizlikte eğildi.

“Doğru mu bunlar Azra?”

Azra, gözlerini Arda’dan ayırmadan, sanki sözleri hâlâ kulaklarında çınlıyormuş gibi, kısık ama net bir sesle cevap verdi:

“Evet. Kelimesi kelimesine.”

Doruk başını hafifçe eğdi.

“Demek hemen yakınlaştınız.”

Azra başını iki yana salladı, gözlerinde artık açıkça bir kararlılık vardı.

“Aslında onu ilk defa bugün görüyorum. Artık yerime geçebilir miyim?”

Doruk ellerini çözerek kürsünün arkasına çekildi.

“Tabii, geç. Hadi artık derse başlayalım.”

 

Azra yerine oturduğunda, sırtındaki gerginlik hâlâ geçmemişti. Parmaklarını sıralığın kenarına doladı, gözleri ise gizlice Arda’yı izliyordu. İçinde yankılanan tek soru zihninin kıyılarına çarpıp duruyordu: "Beni nasıl bu kadar iyi tanıyor?"

Dersin sesi arka planda boğuk bir uğultu gibiydi. Arda’nın farkındalığını hissediyordu; onun da onu fark ettiğini... ama Arda bir kez bile başını çevirip bakmadı. Sanki bakarsa bir şeyler çözülecekmiş gibi, o sessizliği delip geçmesini bekledi.

Ansızın defterini açtı, kalemiyle bir cümle karaladı. Kağıdı yırtıp önüne doğru itti.

"Beni nasıl bu kadar iyi tanıyorsun?"

Arda, göz ucuyla notu fark etti. Kalemi eline alırken omuzları gevşedi, ifadesiz yüzünde belirsiz bir kıpırtı vardı. Cevabı karalarken yüzü hâlâ yere dönüktü.

"Ruhlara hükmediyorum."

Azra, dudaklarının kenarında beliren eğreti bir gülümsemeyi bastırmadan yanıtladı. Kaşları hafifçe kalkmış, gözlerinde hem merak hem hafif bir meydan okuma belirmişti.

"Sadece ölülere. Ayrıca izin verilmediği sürece üzerimde yetini kullanamazsın, doğru mu?"

Arda, kaşlarını neredeyse fark edilmeyecek kadar kaldırdı. Kalemiyle birkaç kelime daha yazarken dudaklarının kenarında ince, kuru bir espri kıvrıldı.

"Kim bilir, belki seni tanıyan birinin ruhuyla konuşmuşumdur :)"

Azra'nın gözleri, içten içe yükselen kıpırtılarla kısıldı. Dersi tamamen unutmuştu. Karşısında oturan bu çocuk, onu kelimelerle fazlasıyla sarstığı halde bir duvar gibi duruyordu. Azra, bu çıplaklık hissinin nereden geldiğini anlamaya çalışıyordu. Derken Doruk’un sesi duyuldu:

“Evet arkadaşlar, bir sonraki derste görüşmek üzere.”

Arda bir anda yerinden fırladı. Hareketleri telaşlıydı, neredeyse kaçıyor gibiydi. Çantasını kaptı, hızla kapıya yöneldi.

"Arda!" diye seslendi Azra, sandalyesinden yarı kalkmış halde.

Ama Arda arkasına bile bakmadan dışarı çıktı.

Azra bir an kapıya baktı, sonra gözlerini Ebru’ya çevirdi. Sesi itirazla doluydu:

"Bu neydi şimdi? Resmen benden kaçtı, gördün değil mi?"

Ebru omuz silkti, ama bakışları anlamaya çalışır gibiydi. Kaşlarını çattı, başını hafifçe yana eğdi.

"Arda pek konuşkan biri değildir. İnsanların işine de karışmaz genelde."

Azra'nın gözleri parladı. Kararlılığı sesine yansımıştı.

"Hadi onu bulalım. Onunla konuşmam lazım."

Beraber sınıftan çıktılar. Asansörün içindeki yansımalarda Azra’nın yüzündeki huzursuzluk netti.

"Ön bahçe," dedi.

Kapılar açıldığında, koridorun sonunda gün ışığı onları karşıladı. Pembe çimlerle kaplı geniş alan, kütükten yapılmış banklarla çevriliydi. Azra hızla etrafı taradı ama Arda yoktu.

Gözleri ilerideki ağaçlık bölgeye kaydı. Tam oraya yönelmişti ki Ebru, bir adım geride durarak konuştu:

"Azra, müdürenin odasına çıkmam gerekiyor. Bir saat sonra burada buluşsak? Diğer dersimiz bir saat sonra."

Azra başını hafifçe salladı. Gözleri hâlâ ağaçların üzerindeydi.

"Tamam, olur."

Yalnız kalınca yönünü değiştirdi. Ağaçların gölgesinde birkaç öğrenci oturmuş konuşuyordu ama Arda görünmüyordu. İçinde sabırsız bir arayış vardı. Geri döndü, İnci salonunu geçip ağaçlı koridordaki yemekhaneye yöneldi. Kapıyı açtı, içeri baktı.

Birkaç öğrenci atıştırmalıklarına gömülmüş, kendi hâllerindeydi. Arda burada da yoktu.

Azra’nın çenesi inatla kilitlendi. Artık bu iş onun için basit bir meraktan fazlasıydı.

Asansöre yöneldi. "Oyun salonu," dedi.

Kapılar açıldığında karşısında renkli ışıklarla donatılmış bir salon belirdi. Makineler uğulduyor, jeton sesleri arada sırada patlıyordu.

"Arda! Arda!" diye seslendi, makinelerin arasından geçerken.

Bir an durdu. İç sesi, onu kenardan dürttü: Spor salonuna gitmemiştir umarım... Ebru’nun sesi yankılandı zihninde: "Orayı keşfetmek günler sürer."

"Nereye kaçabilirsin ki?" diye mırıldandı kendi kendine. "Hem... evin hemen yanımda duruyor."

Ama burada da yoktu.

Asansöre tekrar bindi. Dudaklarını sıkarak bastı düğmeye:

"Kütüphane."

Kapı, jasper taşından oyulmuş, büyüyle örülmüş kadim bir alana açıldı.

 

 

İner inmez Azra’nın kulakları, kütüphanenin loş sessizliğini yaran Ece’nin buz gibi bağıran sesiyle irkildi:

“Seni aptal! Sana kendini tutmanı, ondan uzak durmanı söyledim!”

Loş ışıklar altında uzayıp giden rafların arasında, sessizliğe meydan okuyan bu çıkış, Azra’nın kalbini sıkıştırdı. Gözleri hızla sesin kaynağını aradı. Uzak köşedeki masada tuhaf bir manzara vardı: Ayaklarını umursamazca masaya uzatmış Arda, sandalyesinde yan oturmuş Can ve ellerini sıkmış, gözlerinden alev fışkıran Ece.

Kütüphane neredeyse boştu. Azra, refleksle en yakın kitap rafının arkasına sığındı. O an gelen Can’ın sakinleştirmeye çalışan sesi, havadaki gerilimi dağıtamadı.

“Tamam, abartmayın bu kadar.”

Ece, gözlerini Can’a dikip zehirli bir tonda konuştu. Sesi çatlamış bir cam gibi kütüphanenin duvarlarında yankılandı.

“Sen sesini keser misin Can? Bir daha böyle bir şey yapmayacaksın, Arda. O kızla konuşmayacaksın!”

Arda, alnını kırıştırarak kendini savunur gibi mırıldandı. Sesi, suçüstü yakalanmış bir çocuk gibiydi.

“Ondan uzak durmak istemiyorum.”

Ece'nin gözleri daha da daraldı. Avuçlarını yumruk yaptı, sesi kararlı ama içindeki panik damla damla dışarı sızıyordu.

“Duracaksın! Yoksa seninle bütün ilişkimi keserim!”

Azra, rafların gölgesinde derin bir nefes aldı. Yüzünde soğukkanlı bir ifade belirdi, ama içinden yükselen duygu başkaydı. Ne kadar da çocukça… Bahsettikleri “O”nun kim olduğu belliydi.

Sessiz adımlarla rafların arasından çıkıp, doğrudan masaya yürüdü. Üçü birden taş kesildi. Ece’nin gözleri büyüdü, Can sandalyede doğruldu, Arda'nın rengi ise soldu. Azra hiçbirine bakmadan Arda’ya odaklandı.

“Merhaba Arda. Konuşabilir miyiz?” Sesi yumuşaktı ama altında sert bir ton gizliydi.

Ece, oturduğu yerden ileri doğru atılarak araya girdi. Sesi, Azra'nın sözlerini delip geçmeye çalıştı.

“Hayır, konuşamazsınız.”

Azra ona yalnızca kısa, delici bir bakış fırlattı. Gözleri, Ece’nin sözünü ciddiye almadığını açıkça belli ediyordu.

“Sana sormadım ben. Arda?”

Arda, kısa bir tereddütten sonra omuzlarını gevşekçe silkerek cevap verdi. Sanki yaşananların yükü sırtına çökmüştü.

“Peki… Konuşalım. Ama burada. Onların yanında.”

Masaya dayalı Ece, öfkeyle avucunu tahtaya indirdi. Çat diye çıkan ses, sessizliği yırttı. Azra ise Can’a kısa ama çok şey anlatan bir bakış gönderdi. Can’ın yanakları bir anda kıpkırmızı oldu, gözlerini kaçırdı.

Azra geri dönüp Arda’ya döndü. Gözleri sabitti.

“Nereden tanıyorsun beni?”

Arda başını yana eğip, omuzlarını yine belirsizce silkti. Sesi, içsel bir çatışmanın eşiğindeydi.

“Söyledim ya… Seni tanıyan bir ruhla konuştum.”

Azra kaşlarını çattı, gözkapakları yarıya indi. Gözlerinde net bir inançsızlık parladı.

“Geç bunları. Beni tanıyanlar hayatta. Henüz göç etmediler.”

Ece, sinirle burnundan soluyarak ileri atıldı. Sanki söylenmemesi gereken bir şeye giderek yaklaşılıyordu.

Arda derin bir nefes aldı. Omuzları kasıldı. Gözlerini Ece’den kaçırmadan konuştu:

“Kusura bakma Ece, ben her şeyi anlatacağım ona.”

Ece bir an boşluğa düşmüş gibi oldu. Gözleri irileşti, sesi yükseldi.

“Yapamazsın!”

Ama Arda’nın sesi bu kez sertti, sarsılmaz bir kararlılıkla doluydu.

“Yaparım. İlk geldiğin gün Ebru seni bulduğunda çok kötü haldeydin. Seni revire götürdük. Benden ruhunu kontrol etmemi istediler, her şey normal mi diye. Ruhunu incelerken bir hata yaptım… ve onunla bağ kurdum. Şimdi sana aşığım. Senden uzak duramıyorum. Oldu mu?”

Sessizlik çöktü.

Azra, önce Can’a baktı. Çocuğun yüzündeki şaşkınlık ve mahcubiyet karışımı ifade, sanki kendi duyması gereken cevaptı. Ardından Ece’ye döndü, öfkesini gizleyemeyen gözlerle karşılaştı. Son olarak Arda’ya çevirdi bakışlarını.

“Demek âşık oldun… Peki,” dedi sakin ama mesafeli bir tonla. Ardından göz ucuyla Can’a döndü. “Senin burada ne işin var, zaman yolcusu?”

Can omuzlarını silkerek yanıtladı. Kızarmış kulaklarını kaşırken sesi zayıf ama dürüsttü.

“Kitap okuyordum. Kavga çıkınca geldim.”

Azra yeniden Ece’ye döndü. Bu kez sesi daha netti, tonu keskinleşmişti.

“Onun bana âşık olması seni ilgilendirmez, Ece. Çok çocukça davranıyorsun.”

Ece bir an irkildi ama kendini toparladı. Sandalyeden dik bir şekilde doğrulurken sesi buz gibiydi.

“Çocukça ya da değil, o benim dostum. Ben senden hoşlanmıyorum. Bu okulda aynı ortamda bulunmak isteyeceğim son kişi bile olamazsın sen" dedi yüzünü buruşturup. Sonra çenesini havaya dikip kollarını göğsünde bağladı. "O yüzden senden uzak duracak.”

Azra bir an sustu. Sonra dudaklarında ince, alaycı bir gülümseme belirdi. Sesi ironiyle yüklüydü.

“Tüh. Ben sana bayılıyordum.”

Ardından Arda’ya döndü. Sözleri yumuşadı ama yüzü ciddiyetini koruyordu.

“Hislerin için teşekkür ederim. Seni incitmek istemem ama… karşılıksız. Sen benim tarzım değilsin. Ayrıca okulda böyle şeyler hoşuma gitmez. Üzgünüm.”

Arda başını eğdi. Yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Ayaklarını ağır ağır masadan indirip ayağa kalktı. Gözlerini Azra’dan kaçırarak hızlı adımlarla uzaklaştı.

“Sorun değil. Senden uzak durmaya çalışacağım,” dedi ve kütüphaneden çıkarken ayak sesleri yankılandı.

Azra, onun arkasından baktı. Tanımadığı biri olmasına rağmen, incitmiş olmanın verdiği huzursuzluk göğsünde sıkışıyordu.

Ece, giderken Azra’ya son bir keskin bakış fırlattı. Ardından hızla Arda’nın peşinden yürüdü.

 

Can, kitabını kolunun altına sıkıştırmış, bir süre sessizce Azra'yı izlemişti. Yüzünde, yarım yamalak bir tebessümle, “Ben kitabıma döneyim. Katılmak ister misin?” diye sordu.

Ses tonu umursamaz görünmeye çalışsa da, gözleri bir cevap arıyordu.

Azra başını hafifçe eğip gözlerini Can’ın yüzünde sabitledi. Tereddüt etmeden sordu: “Sen Ebru’dan hoşlanıyor musun?”

Soru, sanki onu savunmasız yakalamıştı. Can’ın gözleri bir an boşluğa kaydı, yüzü ansızın kireç gibi soldu, sonra hızla kıpkırmızı kesildi. Boğazını temizledi, dudakları çatallaşan bir sesle aralandı: “Sanırım… evet. O hoş bir kız.”

Azra’nın ifadesi değişmedi. Gözlerinin içi dikkatle onu inceliyordu. Tek kaşı kalktı. “İlişki anlamında mı?”

Can’ın omuzları çöktü, bakışları ayak uçlarına sabitlendi. Yanıt vermek istemiyordu ama sessizliği çok şey söylüyordu.

Azra'nın sesi yumuşadı ama tonunda sert bir netlik vardı: “Hoşlanıyorsan ona söyle. Arada bırakmak… bu haksızlık. Eğer duyguların karışıksa bile dürüst ol. Umutlandırmak daha kötü.”

Can gözlerini Azra’ya kaldırmadı. Yalnızca başını eğdi, kısık bir sesle, “Peki. Tamam,” dedi.

Azra bakışlarını birkaç saniye daha Can’da tuttu, sonra sessizce arkasını döndü. Can’ın masasına doğru yürüyüşü, cesaretten çok kaçışa benziyordu artık.

Azra derin bir nefes aldı. Boğazına kadar bir şey düğümlenmişti. "Harika birisini daha kaçırdım," diye geçirdi içinden. Raflara yöneldi. Parmakları kitap sırtlarının üzerinde gezinirken zihni hâlâ aynı soruyla uğraşıyordu: Her şey neden bu kadar karmaşık olmak zorunda?

Sonunda eline geçen ilk kitabı aldı, kendini dışarı attı.

Güneş, bahçedeki ağaçların arasından süzülürken gölgeler yumuşak desenler halinde toprağa düşüyordu. Azra, çimenlerin üzerinde yürüyerek geniş gövdeli bir ağacın altına geldi.

Kambur kabuğa sırtını yasladı, dizlerini göğsüne çekti. Kitabı açtı, sayfalar arasında gezindi. Konu hayvanlardı ama satırlara odaklanmakta zorlanıyordu.

Sayfaları çevirirken bir gölgenin varlığı dikkatini çekti. Başını kaldırdı.

Güneşin önünde duran figür, yumuşak hatlarıyla netleşmeye başladı. Kıvırcık tarçın saçları alnına düşen genç kız, gözlerinde turuncu yansımalarla ona bakıyordu.

Tenindeki porselen beyazlığına serpiştirilmiş turuncu çiller, burnunun üstünde şakacı bir ışıltı yaratıyordu. Minik burnu, dolgun dudakları ve çocuksu yüz ifadesiyle bir ressamın tuvalinden çıkmış gibiydi. Açık mavi, diz üstü jilesi ve beyaz Converse’leriyle sade ama dikkat çekici bir hâli vardı.

Eğilerek gülümsedi. “Merhaba. Rahatsız etmiyorum umarım?”

Azra, gözlerini ondan ayırmadan başını hafifçe salladı. “Merhaba. Hayır, hiç sorun yok.”

Kızın gözleri parladı. Gülümsemesi daha da derinleşti. “Tanışmadık sanırım. Ben yan komşun Aslı.”

Azra'nın kaşları hafifçe kalktı, zihninde o evin verandasını canlandırdı. “Ah, beyaz güllü evin sahibi. Memnun oldum. Ben Azra.”

Aslı, çimenlere dikkatlice oturdu. “Hoş geldin Azra. Alışabildin mi buraya?”

Azra kısa bir duraksamayla gözlerini ondan kaçırdı. Aslı’nın sıcakkanlılığı hoşuna gitmişti ama Ece’yle olan yakınlığı içini hafifçe burkuyordu.

“Alışmaya çalışıyorum,” dedi, ardından ekledi: “Sen Ece’nin arkadaşısın değil mi? Ebru’dan duydum.”

Aslı başını eğdi. “Evet. Ece ile arkadaşız. Siz tanıştınız mı?”

Azra gözlerini kısarak başını salladı. “Tanıştık. O, benden hoşlanmadığını ve aynı ortamda olmak istemediğini söyledi.”

Aslı’nın yüzü bir anlık şaşkınlıkla gerildi, sonra yumuşadı. “Öyle mi? Bence hoş bir insana benziyorsun.”

Azra'nın dudakları kıvrıldı. “Teşekkür ederim. Sen de öylesin.” Ardından yarı alaycı, yarı hayretle ekledi: “Hatta bugün kütüphanede Arda bana aşık olduğunu söyledi. Ece de onu azarlıyordu.”

Aslı’nın ağzı hafifçe açıldı, sesi bir kahkahayla karıştı: “Arda… sana mı aşık olmuş?”

Azra omuz silkti. “Evet. En azından kendi ifadesi bu.”

Aslı başını hafifçe yana eğdi. “Bir günde neler kaçırmışım! Peki… sen ondan hoşlandın mı?”

Azra başını iki yana salladı, gözleri çimenlerdeydi. “Hayır. Pek tarzım değil.”

Aslı başıyla onayladı. “Ben de öyle düşünmüştüm.”

Tam o anda, yumuşak çimenlerde bir başka ayak sesi duyuldu. Ebru, kollarını arkasında birleştirmiş, onları uzaktan izlerken yüzünde belirsiz bir gülümsemeyle yaklaşmaktaydı.

“Merhaba Aslı,” dedi Ebru, sesi sabah güneşi gibi yumuşaktı. “Azra ile tanıştınız mı?”

Aslı gözlerini kısarak Azra’ya baktı, dudaklarının kenarında anlık bir sıcaklık belirdi.

“Evet, şimdi tanıştık. Çok hoş biri,” dedi içten bir tonla.

Azra'nın gözleri hafifçe kocaman açıldı, yüzünde alayla karışık bir sitem beliriverdi.

“Ben hâlâ buradayım, neden yokmuşum gibi konuşuyorsunuz?”

Ebru ve Aslı birbirlerine bakıp kısa bir kahkaha paylaştılar; bu ilk anın garipliğini o gülüş hafifletmişti.

Ebru başını Aslı’ya çevirdi.

“Hangi derse gireceksin?”

Aslı, saçlarını kulağının arkasına atarken çantasını omuzunda düzeltti.

“Matematik.”

“Harika,” dedi Ebru, gözleri kısa bir an Azra’ya kaydı. “Sen Azra’ya eşlik eder misin derste ve sonrasında? Benim biraz işim çıktı.”

Aslı başını hafifçe eğerek onayladı, gözlerinde sıcacık bir parıltı belirmişti.

“Tabii ki, memnuniyetle.”

Ebru birkaç adım atarak iki genç kıza biraz daha yaklaştı.

“Bir sonraki dersin ne?”

Aslı’nın sesi bu sefer daha sakindi.

“Edebiyat.”

“Çok güzel. Ortak dersleriniz varmış,” dedi Ebru. Ardından bakışlarını Azra’ya çevirdi; sesi bu kez özür diler gibi yumuşadı.

“Bugün ona sen eşlik et Aslı. Kusura bakma Azra, planım değişti. Sorun yok değil mi?”

Azra dudaklarını büzüp hafifçe başını yana eğdi.

“Beni başından erken atıyorsun ama… sorun değil. Sen işlerini hallet,” dedi, alayla karışık bir gülümsemeyle.

Ebru, Azra’nın bu ince sitemini fark etti ama konuyu uzatmadı.

“Elimde olsa sana bütün günü ayırırdım ama işte… hayat. Neyse, edebiyat dersinden sonra zaten program bitiyor. Altı saatlik bir eğitim görüyoruz. Sonrası serbest. İstersen okulda kal, geceye kadar takılırsın. İstersen eve dönebilirsin.”

Azra başını onaylarcasına salladı.

“Tamam, teşekkür ederim.”

Ebru’nun bakışları kısa bir an iki genç kızın üzerinde durdu. Sonra derin bir nefes aldı, çantasının kayışını omzuna sıkıca çekip hafifçe doğruldu.

“İyi dersler ikinize de,” dedi, dudaklarında yine o ölçülü gülümseme vardı.

Ardından geri çekildi, kısa adımlarla taş yola yöneldi. Ayakları çimenleri ezerek ilerlediğinde, çantasının tokası güneşte parladı. Okul binasına doğru yürüdü.

Onun vedasıyla birlikte, Aslı hafifçe yana kaydı ve kolunu Azra’nın koluna geçirdi. Dokunuşu içten, hareketi neredeyse düşünmeden yapılmış gibiydi. Azra, bu temasa şaşkın ama rahattı; Aslı’nın yanında duruşu, uzun zamandır tanıdığı biri gibi güven veriyordu.

O anda çevrelerini saran havaya hafif bir koku karıştı. Rüzgar Aslı'nın boynundan esen bir çiçek kokusunu Azra’ya taşıdı.

“Hangi parfümü kullanıyorsun?” diye sordu Azra, kaşları merakla kalkarken Aslı'nın okula doğru yürüyen aceleci adımlarıma ayak uydurarak.

“Menekşe kokusu,” dedi Aslı, yüzünde çocuksu bir gülümsemeyle.

Azra kısa bir duraksamayla geçmişin içinden bir anı çekip çıkarır gibi oldu.

“Doğru ya... Annemin menekşeleri var. Nereden hatırladığımı çözemedim.”

“Annen de menekşeleri seviyordur o zaman,” dedi Aslı, adımlarına hafiflik eklenmişti.

“Evet,” dedi Azra, bir nebze hüzünle. “Ama onları yetiştirirken çok zorlanıyor.”

Aslı başını onaylarcasına salladı.

“Çok suyu sevmezler, doğrudan güneşi de. Nazlı çiçeklerdir.”

“Anneme camın önünden çekip sulamayı bırakmasını söylerim o zaman,” dedi Azra, gülümseyerek.

“Sen en çok hangi çiçeği seviyorsun?” diye sordu Aslı, gözlerini okulun kapısına çevirerek.

“Lavanta,” dedi Azra. “İnsan kendini tazelenmiş hissediyor.”

İnci salondan geçip asansörlerin olduğu koridora geldiklerinde, Aslı, Azra'yı açılan asansöre doğru çekiştirdi. Öğrenci kalabalığının içinde yerlerini aldılar.

“Matematik sınıfı,” dedi, Aslı komut verir bir şekilde.

 

Kapı, daha önceki sınıftan daha geniş bir amfiye açıldı. İçerisi kalabalıktı; sıralar neredeyse dolmuştu ama öğretmen henüz gelmemişti. Aslı ile Azra, boş bir yer bulabilmek için göz göze gelip hafifçe omuz atışlarıyla birbirlerine yol verdiler. Tam oturacak yer ararken Aslı’nın bakışları bir anda dondu; karşı köşede Ece vardı. Gözleri, keskin bir bıçak gibi Aslı’nın üzerine inmişti.

Aslı nefesini tuttu, dudağını ısırdı ve kısa bir el sallamasıyla karşılık verdi. Ece’nin başını sertçe çevirip uzaklaştırması, soğuk bir rüzgar gibi ortama yayıldı.

Azra, kolunu sıkarak düşük bir sesle fısıldadı:

“Sana söylemiştim, benden hoşlanmıyor.”

Aslı çenesini kaldırdı, omuzlarını gevşetip karşılık verdi:

“Ona biraz zaman ver bence, düzelir.”

Azra, gözlerini kırpmadan, satır aralarına gizlenmiş bir soğuklukla konuştu:

“Gerek yok. Ben de ondan hiç hoşlanmadım. Ukala ve sinir bozucu bir tavrı var.”

Aslı, gözlerini kısıp hafif bir tebessüm takındı. Sorgulayıcı bir tonla,

“Ece’nin mi? Aynı kızdan mı bahsediyoruz? Siyah saçlı, çok açık mavi gözlü olan?”

Azra başını onaylarcasına hafifçe salladı.

“Evet, ta kendisi.”

Aslı, dudaklarının kenarını yukarı kıvırdı.

“Hayret doğrusu.”

Sağ ön tarafta, tozlu bir sıranın boş olduğunu fark edip birlikte oturdular.

Kapıdan kısa boylu, ince yapılı bir kadın içeri girdi. Deniz mavisi saçları tek örgüyle sıkıca toplanmış, iri gök mavisi gözleri küçücük yüzünde büyük duruyordu. Uzun ve ince burnunun altındaki ince dudakları ketum bir ifade taşırken sivri çenesi hafif dışa çıkıktı. Küçük bedeniyle, sevimli bir bahçe cücesini andırıyordu. Üzerinde eflatun saten gömlek, boru paça siyah pantolon ve siyah babetler vardı. Kürsüye doğru ağır adımlarla ilerlerken bakışları sınıfın her köşesine sertçe değdi.

“Sessizlik! Hoş geldiniz, arkadaşlar!” İnce sesi sınıfta yankılandı. Bakışları doğrudan Azra’ya kilitlenmişti.

“Aranızda yeniler için, ben Lora. Adımla hitap etmenizi isterim. Matematik derslerinden sorumluyum. Özel gücüm: hız.”

Azra, Aslı’ya eğildi. Sesi fısıltıdan biraz yüksekti:

“Hız derken?”

Aslı’nın gözleri parladı.

“İsterse görünmez olacak kadar hızlı hareket edebilir. Işıktan bile hızlı.”

Azra kaşlarını kaldırıp hafifçe göz kırptı.

“İlginç.”

Lora, tahtaya dönüp bir integral problemi yazdı.

“Azra, buraya gelip soruyu çözer misin?”

Azra’nın içinden aynı düşünce geçti: Yine tahta, yine ben. Kalbi biraz hızlandı ama yüzüne endişeden eser yansımadı. Bilgileri tazeydi; matematikse en sevdiği derslerden biriydi. Yanındakilere kısa bir baş selamı verip kalktı. Avuçları terliyordu ama adımları kararlıydı. Tahtaya yöneldi, elleri hafif titrer gibi oldu fakat yüzünde odaklanmış, kendinden emin bir ifade vardı. İşlemi çözmeye başladı.

İşlemin ortalarında, Ece aniden ayağa kalktı. Alaycı bir ses tonuyla,

“Yanlış!” diye seslendi.

Azra hızla arkasını döndü; bakışları keskinleşti, dudakları sıkıldı. Sert ama kontrollü biçimde Ece’ye baktı.

Lora, araya yumuşak ama kesin bir tonla girdi:

“Ece, arkadaşına izin ver, tamamlasın.”

Ece, soğuk bir ifadeyle tıslar gibi konuştu:

“O benim arkadaşım değil.”

Sınıfta uğultu yükseldi; fısıltılar, hafif homurtular… Lora kürsüsüne birkaç kez sertçe vurdu.

“Sessizlik!”

Azra, Ece’nin sözlerini yok sayarcasına tahtaya döndü. Hatasını silerken derin bir nefes aldı. Düzeltmesini yaptı, tekrar odaklandı. İşlemi bitirince,

“Bitti,” dedi. Sesinde bir parça gurur vardı.

Lora kısa bir bakışla onayladı:

“Doğru, oturabilirsin.”

Yeni problemler yazıldı; öğrenciler sırayla tahtaya çağrıldı. Ece kendinden emin adımlarla kalktı. Zorluk yaşamadan problemi çözmeye başladı. Azra dikkatle izliyordu; gözleri Ece’nin sırtında dolaştı. Bir anda Ece, sanki onay ister gibi gözlerini Azra’ya çevirdi. Bu, Azra’nın kaşlarını şaşkınlıkla havalandırmasına yetti.

Bir an sonra, yüzüne vuran hafif pembelikle dudaklarını büzüp, kafasını iki yana sallayan Aslı’ya baktı. Omuzlarını dikleştirip tahtaya döndü, problemi tamamladı ve yerine oturdu. Azra’nın içine, adını koyamadığı rahatsız edici bir his yerleşti.

Matematik dersi, Azra'nın kafasındaki Ece problemiyle ağır ağır sona erdi. Lora, “İyi günler,” diyerek sınıfı terk etti. Öğrenciler dışarıya akın etti ama Azra hâlâ yerinden kalkmıyordu.

Aslı, dudaklarını hafifçe büzerek sanki küçük bir çocuğu nazlıca dürter gibi uzanıp omzuna dokundu:

“Hadi gidelim,” dedi yumuşakça.

Azra başını çevirdi, gözlerinde sorgulayan bir bakış vardı.

“Nereye?”

“Acıktım,” diye yanıtladı Aslı, omzunu hafifçe silkerek.

Azra tebessüm etti, gözleri parladı. Bu tatlı kız nasıl olur da Ece’nin arkadaşı olabilirdi ki? Bir yanda soğuk, keskin Ece; diğer yanda sıcak, sevimli Aslı.

“Tamam, gidelim,” dedi.

İkisi birlikte sınıftan çıktılar, asansöre yöneldiler. Kapı kapanırken Azra’nın omuzları hafifçe çöktü. Derin bir nefes aldı.

 

Irmak kenarındaki masaya oturdular. Hafif bir esintiyle yapraklar hışırdarken, suyun yüzeyinde güneşin kırıkları dans ediyordu. Aslı, ellerini ovuşturarak kocaman bir hamburgeri kavradı; heyecanla kokusunu içine çekti ağzı çoktan sulanmıştı. Azra ise plastik bir bardağın içindeki çilekli yoğurdu küçük kaşığıyla karıştırıyor, her kaşıkta yüzüne minik bir memnuniyet yansıyordu.

Aslı, hamburgerinden iri bir ısırık aldı. Yanakları dolu dolu şişmiş, ağzındaki lokma konuşmasına engel olsa da homurtulu bir sesle Azra’ya dönüp sordu:

“Onla doyacak mısın?”

Azra kaşığı ağzına götürdü, Aslı'nın bu fındıkla ağzını doldurmuş sincap gibi görünen haline hafifçe gülümsedi. Başını küçük bir hareketle salladı. Bu kızın içtenliği ve doğal halleri, istemeden bir tebessüm bırakıyordu dudaklarında.

“Doyarım, pek iştahım yok,” dedi, sesi sakin ve biraz dağınıktı.

Aslı çiğnemeyi sürdürürken gözlerini kıstı. Azra’ya dikkatle baktı; kaşlarının arasındaki çizgiler belirginleşmişti. Lokmasını yuttuktan sonra, sesi daha yumuşak çıktı:

“Neden? Neyin var?”

Azra çilekli yoğurdu bir kenara bırakırken gözlerini suya çevirdi. Dalgaların ritmik salınımına dalıp gitti birkaç saniye. Sonra, sesi biraz kısık çıktı:

“Ece… Onda çözemediğim bir şeyler var. Bu beni rahatsız ediyor.”

Aslı çenesini hafifçe sola yatırıp dudaklarını büktü. Hamburgerini bırakıp dirseğiyle masaya yaslandı, sesi temkinliydi:

“Takma kafana. Öyle biri değildir aslında. Belki zorlandığı bir görü almıştır.”

Azra başını Aslı’ya çevirdi. Gözleri onu dikkatle süzüyordu, sözlerinin arkasındaki gerçekliği yoklar gibiydi. Sonunda hafifçe kaşlarını çattı:

“Ben de onun görüsünün benimle ilgili olup olmadığını merak ediyorum. Bana böyle uyuz, it gibi davranmasının başka sebebi olamaz. Zaten birbirimizi tanımıyoruz.”

Aslı bir an durdu. Sonra omuzlarını silkti, gözlerini kısarak güneşe doğru baktı. Hafif bir gülümsemeyle başını salladı:

“Olabilir. Öyleyse yakında öğrenirsin. Görülerini müdüre hanımla paylaşır, önemliyse mutlaka seninle konuşurlar.”

Sonra yerinden kalktı, pantolonunu hafifçe düzeltti. Sonra heyecanla konuştu;

“Hadi, terasa gidelim. Orayı çok seviyorum; kahve içeriz.”

Azra başıyla onayladı. Sessizce kalktılar. Asansöre doğru yürürken ayak sesleri taş zeminde yankılandı.

Terasa çıktıklarında şelalenin bulunduğu alana yöneldiler. Uzakta, gürültüden uzak bir köşede, arka masaya geçtiler. Kuş sesleri aralarda yankılanıyor, suyun şırıltısı ortamı sarıyordu.

“Burası benim masam,” dedi Aslı, kahveleri masaya bırakırken. Sözcüklerinde sahiplenmenin verdiği bir neşe vardı.

Azra elini fincana uzattı, sıcacık seramiğin tenine değmesiyle içini çekti. Gözleri, uzaktaki şelaleye takılmıştı.

“Biliyor musun,” dedi, dudaklarından kelimeler neredeyse bir iç çekişle döküldü, “hâlâ kendimi rüyada gibi hissediyorum.”

Aslı, bardağını dudaklarına götürüp bir yudum aldıktan sonra, başını hafifçe yana yatırarak gülümsedi.

“Aslında çok normal. Senin için her şey çok yeni.”

Azra, sandalyesine biraz daha gömüldü. Avuçlarını bardağın etrafına sardı, parmak uçları sıcaklığı hissederken gözleri düşünceli bir hal aldı.

“Böyle bir yerin varlığı bana imkânsız geliyor.”

Aslı gözlerini kocaman açtı, sonra kıkırdadı. Gülüşü sıcaktı ama sesi uyarıcıydı:

“Burası gerçek, Azra. Ben de gerçeğim. Ama sakın dünyadan kimseye anlatma burayı. Kuralları okudun değil mi?”

Azra göz temasından kaçınarak başını eğdi. Sessiz bir iç geçirişle, sesi alçak ama netti:

“Evet, okudum… ama artık çok geç. Dünyadaki en yakın arkadaşıma anlattım her şeyi.”

Aslı, bir anlık şaşkınlıkla dikleşti. Gözleri irileşti, kaşları havalandı:

“Eyvah! Ceza alacaksın.”

Azra’nın yüzünde hafif bir gölgelenme oldu, kahvesinden bir yudum aldıktan sonra neredeyse fısıltıyla konuştu:

“Ne gibi bir ceza alırım?”

Aslı gözlerini kıstı, dudaklarını büzdü. Düşünüyormuş gibi bir tavırla havaya baktı, sonra ciddi bir ifadeyle:

“Tamamen müdürenin keyfine bağlı.”

Azra, başını geriye yasladı. Bakışları gökyüzüne kayarken iç geçirdi:

“Hepten yandım desene.”

Aslı ellerini iki yana açtı, şaşkın ve abartılı bir ifadeyle:

“Neden?!”

Azra yanıt vermek yerine müdürenin odasında yaşadıklarını anlatmaya başladı. Aslı, anlatılanları dinlerken yüzü önce endişeyle gerildi, sonra bir kahkaha patlattı. Azra’nın başını iki yana sallayışıyla birlikte, masa başındaki sessizlik kısa bir anlığına neşeli bir titreşimle bozuldu.

 

Biraz sonra şelalenin huzur verici sesi, Azra’nın düşüncelerinin kenarına yumuşak bir perde gibi serilmişti. Masanın üzerindeki kahvesinden bir yudum aldı, sonra kupayı ellerinin arasında tutarak Aslı’ya döndü.

“Aslı, burada her şeyi düşünerek yapıyoruz ya hani…” dedi, sesi merakla karışık bir tedirginlik taşıyordu. “Evimizdeki mutfak ne işe yarıyor o zaman? Ben yatak odama kıyafet dolabı koydum. Saçma mı oldu? Bir de makyaj masası falan...”

Aslı, kupasını masaya bırakıp dirseklerini dayadı, hafifçe eğilerek gözlerini Azra’ya dikti. Kaşlarının arasındaki çizgi belli belirsiz kaybolurken, dudakları rahatlatıcı bir tebessümle kıvrıldı.

“Hayır, kesinlikle saçma değil,” dedi içtenlikle. “Bence içlerini tıka basa doldur. Ceza olarak bazı şeylere erişimin engellendiğinde, işte o zaman lazım oluyorlar.”

Azra’nın yüzü aydınlandı. Gözlerinde yaramazca bir kıvılcım belirdi; kupasını dudaklarına götürürken alaycı bir gülümseme yerleşti yüzüne.

“Ah, demek böyle cezalardan bahsediyorsunuz. Gider gitmez tavsiyene uyacağım,” dedi keyifle.

Aslı gülümsedi ama içten içe gözlerini devirdi ceza sistemine. Birkaç saniye sonra elini elbisesinin cebine attı, minik bir saate göz attıktan sonra başını hafifçe yana yatırdı.

“Hadi, edebiyat dersine.”

Azra kaşlarını kaldırdı, gözlerinde merakla karışık bir beklenti parladı.

“Kim giriyor derse?”

“Ozan Bey,” dedi Aslı, sesi alışık bir kesinlikle çıkmıştı.

“Dün öğretmenler odasında tanıştım onunla,” dedi Azra, kupasını masaya bırakırken düşünceli bir ifade belirdi yüzünde.

Aslı, dudaklarının kenarına sinsice yayılan bir gülümsemeyle onu süzdü.

“Aslında çok yakışıklı değil mi?”

Azra omuz silkti, hafif bir sırıtmayla:

“Evet, hoş biri. Ama Rüya daha hoştu bence.”

Aslı kıkırdadı, ellerini birleştirerek çenesine yasladı.

“Kadınlardan mı hoşlanıyorsun yoksa?”

Azra, kahkahasını tutamayarak başını geriye attı.

“Hem de nasıl! Bayılıyorum hemcinslerime,” dedi, gözlerini kırpıştırarak.

Aslı’nın kahkahası, şelalenin yankısına karıştı. Gözleri ışıltılıydı; bu kızın içinde hem oyunbazlık hem güven veren bir sıcaklık vardı. Bu anların doğallığı, Azra'ya iyi geliyordu.

Azra kupasına uzanırken Aslı alaycı bir ciddiyetle ekledi; “Yine de dikkatli ol diyorum sana,” dedi Aslı, gözlerini kısarak. “Ozan ve Rüya sevgili gibiler. Ozan’ın seni rakip görmesini istemezsin.”

Azra iç geçirdi, ama ardından yüzüne meydan okuyan bir ifade yerleşti.

“Her türlü rekabete varım,” dedi dudakları alaycı bir şekilde kıvrılırken, “Rüya’ya değer bence.”

Aslı başını iki yana sallayarak kıkırdadı. Kupasının kalanını tek yudumda bitirirken gözleri saate takıldı.

“Edebiyat dersi birazdan başlar. Konferans salonuna gitmemiz lazım.”

Azra başını salladı, ayağa kalkarken şelaleye son bir bakış attı. Manzara hâlâ rüya gibiydi, ama içindeki kararsızlık yavaş yavaş yerini alışmaya bırakıyordu.

 

Salona girdiklerinde, içerideki düzenli sessizlik ikisini bir anlığına duraksattı. Tüm sıralar dolmuş, gözler sahneye çevrilmişti. Ön sırada, elinde kâğıt tutan bir öğrenci, sahnenin ortasında ayakta duruyordu. Hafifçe boğazını temizledi, sonra okumaya başladı:

“Yazık, hem kıyasıya harcıyorsun kendini,

Hem gönlün yeltenmiyor hiç kimseyi sevmeye...”

Sesi netti ama içinde belli belirsiz bir heyecan taşıyordu. Azra ve Aslı hızlıca en arka sıradaki boş koltuklara oturdular. Azra, şiiri okuyan çocuğun ses tonuna odaklandı kelimelerle bir şey anlatmaya değil, bir duyguyu gizlemeye çalışıyor gibiydi.

“Ama besbelli sen aşk duymuyorsun kimseye.

Öldüren bir nefrettir yüreğindeki şeytan...”

Azra’nın gözleri sahneye kilitlendi. Shakespeare’in dili her zamanki gibi ağırdı ama kelimelerin taşımaya çalıştığı anlam… O farklıydı. Aslı, onun bu dalgın bakışını fark etti ama bir şey demedi.

“Sen tutum değiştir de cayayım düşüncemden,

Yumuşak bir sevgi koy nefret yerine bir yol...”

Şiir bittiğinde, salonda bir anlık sessizlik oldu. Ardından hafif ama içten gelen bir alkış yayıldı. Öğrenci sahneden inerken, Ozan sakin ama dikkat kesilmiş bir ses tonuyla söze girdi:

“Teşekkür ederiz. Güzel bir seçimdi.”

Bakışlarını salonun arka tarafına çevirdi. Azra’ya döndüğünde sesinde yargıdan uzak, meraklı bir ton vardı:

“Yeni öğrencimiz... Geç kaldınız ama bugünlük mazur görüyorum. Şiirin adı ve yazarı hakkında bir fikriniz var mı?”

Azra, sandalyeden kalkmadan hafifçe öne eğildi. Kalbi hızlı atıyordu ama sesi şaşırtıcı şekilde netti:

“Shakespeare’in Onuncu Soneleri’nden.”

Ozan başını eğerek onayladı.

“Doğru. Teşekkür ederim. Devam edelim.”

Aslı, yanındaki deftere eğilmişti ama göz ucuyla Azra’ya baktı. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme oluştu; kısa bir anlığına parmaklarıyla onun dirseğine hafifçe dokundu. Azra da gözlerini kırpıp karşılık verdi.

Ders boyunca birkaç öğrenci daha sahneye çıktı, farklı soneleri okudular. Her biri kendi tarzıyla. Kimi sesini alçaltarak duygusal bir tını verdi, kimi fazla teatraldi. Ozan ara ara yorumlar yapıyor, bazen kelimelerin dönem içindeki anlamlarına dair kısa bilgiler paylaşıyordu.

Dersin sonlarına doğru, sahnedeki son öğrenci indikten sonra Ozan tekrar Azra’ya döndü.

“Önümüzdeki hafta yine devam edeceğiz. Azra, sen de bir alıntı seçeceksin. Okuyup sınıfla paylaşmanı istiyorum.”

Azra’nın yüzü bir anda dondu. Gözlerinde şaşkınlıkla karışık bir tedirginlik belirdi.

“Ben mi? Yapmasam?”

Ozan hafifçe gülümsedi, ama bu gülümsemenin altında netlik vardı.

“Olmaz. Bu sınıfta herkes mutlaka sahneye çıkar.”

“Pekâlâ…” diye mırıldandı Azra. Omuzları hafifçe düştü.

Ders bitiminde sınıf yavaş yavaş boşaldı. Azra hâlâ yerine çivilenmiş gibiydi. Elini midesine götürdü, hafif bir sancı hissediyordu.

Aslı yanına gelip nazikçe onunla yan yana yürümeye başladı.

“Çok büyütme. Beraber çalışırız, merak etme,” dedi.

Azra, başını çevirip ona baktı. Gözlerinde minnet ama aynı zamanda şaşkın bir ifade vardı.

“Teşekkür ederim…”

Bahçeye çıktıklarında güneş, taş yolda mozaik gibi desenler bırakmıştı. Kuş sesleri ve uzaktan gelen nehrin şırıltısı, her şeyi daha da sakinleştiriyordu.

“Şimdi ne yapacaksın?” diye sordu Aslı.

“Ders bitti, değil mi?”

“Bitti.”

Azra kısa bir duraksamadan sonra dudaklarını büzerek konuştu:

“Aslı, şu kurallarda bahsedilen yasak orman… Gerçekten neden gidilmiyor oraya?”

Aslı’nın kaşları bir anlığına çatıldı, yüzüne gölge düştü. Hemen ardından, hafif bir gülümsemeyle maskelendi.

“Çünkü orası tehlikeli. Gerçekten.”

Azra kaşlarını kaldırdı, sesi merak doluydu:

“Tehlike her zaman daha ilgi çekici değil midir?”

Aslı bu kez gülümsemedi. Gözlerini kısıp Azra’nın gözlerine baktı.

“Bana söz ver, tek başına gitmeyeceksin.”

Azra, o an ciddiyeti fark etti ama yine de sesi düz ve kararlıydı:

“Veremem.”

Aslı adımını durdurdu.

“O zaman… Eğer gideceksen, benimle gideceğine söz ver.”

Azra başını yana yatırdı. Cümle içinde bir tuhaflık sezmişti ama sesindeki samimiyet yadsınamazdı.

"Tehlikeli olduğunu söyledin. Gidersem gelecek misin?"

Aslı bakışlarındaki kararlılıkla hızla onayladı onu. Azra'nın gözleri düşünceli bir şekilde onun yüzünde dolaştı. Sonra hafifçe düşürdü omuzlarını.

“Peki. Söz.”

Aslı iç çekti. Kısa bir süre yürüdüler, sonra Azra sordu:

“Eve mi dönüyorsun?”

“Evet. Sen?”

“Ben de. Gelmek ister misin?”

“Olur, zaten yan yanayız. Hadi.”

Yavaş adımlarla kampüs yoluna koyulmuşlardı ki, arkadan tanıdık bir ses yetişti:

“Hey! Bekleyin beni! Azra! Aslı!"

Arka taraftan gelen sesle Azra’nın adımları yavaşladı. Başını çevirip baktığında, Ebru’nun aceleyle onlara doğru geldiğini gördü. Saçları rüzgârla uçuşuyor, yüzü endişeyle gerilmişti.

Ebru yanlarına ulaştığında biraz soluk soluğaydı. “Müdüre Hanım seni görmek istiyor,” dedi doğrudan.

Azra’nın kaşları çatıldı, gözlerinde belirgin bir rahatsızlık kıvılcımı yandı. Dudaklarını büzerek içinden geçirdi:

“Öf be, bir bu gudubet kadın eksikti şimdi.”

Gözlerini devirdi, belli belirsiz homurdandı.

Aslı’ya dönerek biraz yorgun ama yumuşak bir ifadeyle, “Dönünce seni davet ederim, sorun olmazsa olur mu?” diye sordu.

Aslı başını eğdi, gülümsedi. “Tamam, görüşürüz,” dedi.

Azra, Ebru’yla birlikte okul binasına doğru yürümeye başladı. Hâlâ omuzlarında bir ağırlık vardı; gözlerini uzaklara dikmişti.

“Nasıldı günün?” diye sordu Ebru, onun kasvetini dağıtmak ister gibi, sesine küçük bir neşe zerresi katmaya çalışarak.

Azra hafifçe omuz silkti, sesinde umursamaz bir ton vardı:

“Burada olabilecek en sıradan okul günüydü. Neden çağırıyor ki beni?”

Ebru bir an sustu, sonra duraksamadan, nazik ama ciddi bir sesle konuştu:

“Çiğnediğin kural yüzünden. Lütfen sakin olmaya çalış, olur mu? Müdüre seni zaten sinirli bekliyor. Biraz olsun yumuşasın diye elimden geleni yaptım ama… sen ne kadar kontrollü olursan cezan da o kadar hafif olur.”

Azra durdu, başını hafif yana eğdi, sonra gözlerini kısmış bir halde yürümeye devam etti.

“Bir bu eksikti,” diye geçirdi içinden. Ardından yüksek sesle, soğukkanlı bir edayla, “Tamam. Denerim,” dedi.

Ebru kısa bir gülümsemeyle başını eğdi. “İyi olur.”

İnci Salon'dan dönüp, asansör kapılarının önünde durdular. Ebru kapıya uzanacak gibi yaptı ama geri çekildi.

“Beni yanında görmek istemez. Sonra görüşürüz, olur mu? Eve gidiyorum, çıkınca bana uğra,” dedi. Ardından birkaç adım geriye çekilerek sessizce uzaklaştı.

Azra onu kısa bir süre arkasından izledi. Derin bir nefes aldı, göğsü hafifçe inip kalktı. Gözlerini asansörün kapısına dikti. Asansöre yöneldi, adımlarındaki çekingenlik yerini asansör yukarıya doğru çıktıkça sertleşen bir iradeye bıraktı. Hafif bir sarsıntı ile durdu ve kapı açıldı.

Karşısında, gözlüklerinin üzerinden buz gibi bir bakışla bakan, ifadesiz ama tehditkâr yüz hatlarıyla dimdik duran kadın onu karşıladı.

Kadın, yüzünde katı bir ifade, zarif ama soğuk bir hareketle koltuğu eliyle işaret etti.

“Azra Hanım, hoş geldiniz,” dedi. Sesi düz, içinde sıcaklığa dair tek bir kırıntı barındırmıyordu.

Azra, başını eğerek hafifçe selam verdi ve dikkatlice oturdu. Sırtı dik, dudakları birbirine kenetliydi. Her hareketinde bir temkin, her mimiğinde bastırılmış bir huzursuzluk vardı.

Müdüre, ellerini masanın üzerine koydu, parmaklarını birbirine kenetledi. Bakışları sertti, sesi ise aynen gözleri gibi keskin:

“Dünyaya döner dönmez Kural 1’i çiğnediniz. Bir açıklamanız var mı?”

Azra’nın gözleri yerdeydi. Kısa bir an sustu, sonra başını hafifçe eğerek konuştu.

“Özür dilerim. Kuralları okumaya fırsatım olmamıştı. Döndüğümde okudum ama… iş işten geçmişti.”

Sesi alçak ama netti; pişmanlığı gösteriyordu ama içinde hâlâ küçük bir savunma kıpırtısı vardı.

Kadın gözlerini kıstı, başını azıcık yana eğdi. Gözlüklerinin üzerinden süzdüğü bakış, Azra’nın ruhuna nüfuz etmeye çalışıyor gibiydi.

“Çok sorumsuzca. Böyle önemli bir belgeyi okumak için bir dakikanız bile yok muydu?”

Cümlesinin sonunda ses tonunu biraz daha yükseltti, tiz bir vurguyla sabrını sınamak ister gibiydi.

Azra, içinden, “Sinir bozucu bunak,” diye geçirdi. Karşısındaki kadının yüzü gençti ama konuşmasında yaşlı bir yorgunluk vardı; yılların baskısını taşıyan biri gibi. Nefesini içeri çekti, kendini tutarak,

“Haklısınız,” dedi. Gözlerini kaçırmadan konuşmaya çalıştı. “Dün çok şaşırtıcı ve yorucuydu… Okurken uyuyakalmışım.”

Kadının dudakları sertçe büzüldü, başıyla hafifçe onaylar gibi yaptı ama gözlerinde herhangi bir yumuşama olmadı.

“Bu mazeret yeterli değil. Cezalandırılacaksınız.”

Azra’nın çenesi hafifçe kasıldı. Dişlerini sıktı ama belli etmeden nefesini dışarı verdi.

“Peki,” dedi kısa bir duraklamadan sonra. “Cezam ne olacak?”

Kadın sağ elini kaldırdı, parmak uçlarıyla havada küçük daireler çizer gibi bir hareket yaptı. Azra’nın alnının tam ortasında, ani bir zonklama oluştu; sanki bir anlığına beyninin içi sıkışıp gevşemişti. Kaşlarını çattı ama şikâyet etmedi.

“İşte cezanız,” dedi kadın, sakince.

Azra gözlerini kırpıştırdı.

“Bu kadar mı?”

“Üç gün boyunca düşünce gücünden mahrum kalacaksınız.”

Azra hafifçe geriye yaslandı, gözlerini devirdi. Yüzünde bastırmaya çalıştığı bir alaycılık belirdi.

“Düşünerek bir şeyler yapamayacağım, yani?”

İç sesi tekrar devreye girdi:

“Sanki Dünya’da her şeyi düşünce gücüyle yapıyormuşum gibi…”

Kadın başını öne eğerek, dosyasına göz attı.

“Çıkabilirsiniz.”

Azra, kısa bir baş hareketiyle onayladı. Sessizce ayağa kalktı, kadına bir daha bakmadan kapıya yöneldi.

Asansöre bindiğinde göz kapakları ağırlaşmış gibiydi. Katlar yavaşça akarken zihninde bomboş bir dolap belirdi. Aslı’nın sesi çınladı kulaklarında:

“Dolaplarını tıka basa doldur. Ceza olarak bazı şeylere erişimin engellendiğinde, işte o zaman lazım oluyorlar.”

Şimdi anlamı daha büyüktü.

Okuldan çıkıp yürümeye başladığında gökyüzü kızıla dönmüş, hava biraz serinlemişti. Aslı’nın evinin önünde durdu, zile bastı. İçeriden ses gelmedi. Kapı açılmadı.

Omuzlarını hafifçe düşürerek geri adım attı. Başını yana eğdi, sonra yüzünü buruşturup patikadan Ebru’nun evine doğru yöneldi. Tam Arda’nın evinin önünden geçerken içeriden yükselen keskin bir tartışma sesi kulaklarını deldi. Cam hafif aralıktı; sesler netti.

Durdu. Kaşları çatıldı. Sesi hemen tanıdı. Aslı ile Ece.

Verandaya yöneldi. Basamakları sessizce çıktı. Yanında boş bir sandalye vardı. Onun yanına, dizlerini karnına çekerek sessizce çömeldi. Dinlemeye başladı.

İçeriden yükselen sesler kulaklarını tırmalıyordu ama duyduğu kelimelerden çok, seslerin tonları sarsmıştı onu.

“Her şeyi anlatalım bence! Bu böyle olmaz!” diye yükseldi Aslı’nın sesi. Kararlıydı, ama içinde bir kırılganlık da gizliydi.

Ece’nin yanıtı çivi gibi saplandı havaya:

“Hiçbir şey anlatmayacağız. Hepimiz ondan uzak duruyoruz. Özellikle sen, Arda.”

Azra’nın midesi sıkıştı. İçgüdüleri yanıltmazdı. Konu kendisiydi.

Arda’nın sesi çatallı ve gergindi.

“İs-te-mi-yo-rum!” Her hecesi bir yumruk gibiydi. “Beni buna zorlayamazsın.”

“Zorlarım!” dedi Ece, tonunda öfkeyle yoğrulmuş panik vardı. Sanki kontrol elinden kayıyor gibiydi.

Aslı’nın sesi bu kez çatlamıştı. Yalvarırcasına ama hâlâ dirençle konuştu.

“Ben ondan uzak durmak istemiyorum. Bu doğru değil.”

“Aslı, sen yapma bari…” Ece’nin sesindeki yorgunluk Azra’yı bile yordu.

“Ona her şeyi anlatalım. Başka bir yol buluruz," dedi Aslı inatla.

Azra’nın dudakları aralandı ama hiçbir ses çıkmadı. İçindeki uğultu dışarıdan gelenleri bastırmaya başlamıştı. Bu, onunla ilgiliydi. Kesindi.

Birden yanından bir gürültü yükseldi sırtını dayadığı sandalyenin duvara çarpmasıyla aynı anda, Arda’nın sesi yankılandı:

“Susun! Dışarıda biri var.”

Azra'nın göz bebekleri büyüdü. Panikle ayağa fırladı, verandadan çıkıp evin arkasına koştu. Gün kızıllığı bordo bir karanlıkla sararken Azra gölgelerin arasından Ebru’nun evine kadar nefes nefese ilerledi. Parmakları titreyerek zile bastı.

İçeriden Ebru’nun sesi duyuldu, sakindi;

“Geliyorum.”

Kapı aralanır aralanmaz Azra içeri adım attı. Ebru hiç tereddüt etmeden kapıyı kapattı.

“Bir şeyden mi kaçıyorsun? Ne oldu?” Gözleriyle Azra’nın yüzünü tararken sesi yumuşaktı, ama içgüdüleri tetikteydi.

Azra, derin derin soluyarak konuşmaya çalıştı. Sesini düz tutsa da kelimelerin altı titriyordu.

“Yok… sadece yardımına ihtiyacım var.”

Bir an durdu, gözlerini kaçırdı. Gerçeği söylemek yerine, güvenli olanı seçti.

“Düşünce cezası aldım. Dün giydiklerim ve üzerimdekiler dışında kıyafetim yok. Evde yiyecek de kalmadı… Çok acıktım.”

Ebru onu bir an izledi. Gözlerindeki ifadeyi okudu. Azra’nın gizlediği bir şey vardı bunu sezdi ama üzerine gitmedi. Başını hafifçe eğerek gülümsedi.

“Anladım. Hadi, gidelim halledelim.”

Kapı kapandı, iki siluet gün batımının solgun kızıllığına karışarak yürümeye başladılar.

 

İçeri girdiklerinde, Ebru göz ucuyla dağınık kulübeyi süzdü, sonra başını Azra’ya çevirip kaşlarını kaldırdı. “Önce kıyafetlerden mi başlayalım, yoksa yiyeceklerden mi?” diye sordu, sesi neşeli ama gözlerinde dikkatli bir kıvılcım vardı.

Azra, kısa bir an durdu, sonra gözlerini hafifçe kısarak yanıt verdi. “Sen yemek yedin mi?”

Ebru başını iki yana sallayıp iç çekti. “Hayır.”

Azra'nın ifadesi yumuşadı, yüzünde zar zor bastırılmış bir yorgunlukla. “O zaman yemek düşün, birlikte yerken diğer şeyleri hallederiz.”

Ebru’nun dudakları hafifçe kıvrıldı, bakışları sıcaklaştı. “Köfte patates olur mu?”

Azra başını salladı. “Olur. Üç gün cezam var, üç gün idare edecek kadar yiyecek ve kıyafet yeter.”

Ebru birkaç adım attı, avuç içlerini birbirine sürterek mutfağa yöneldi. Bar masasının üzerine birkaç çeşit yiyecek bıraktı; dokunuşları hafif, düşüncesi netti. Azra'nın karşısına yerleşirken, sessizce yemeğe başladılar, her lokma bir boşluğu doldurur gibiydi. Yemek bitince masayı toparladılar. Azra Ebru'nun hazırladığı üç gün yetecek yemekleri dolaba kaldırdı. Ebru ile kıyafetleri düzenlerken aralarındaki sessizlik alışkanlık gibi oturdu.

Makyaj malzemelerine geçtikleri anda kapı çaldı. Azra, kaşlarını çatıp kısa bir nefes verdi. “Geliyorum,” diye seslendi ve kapıya yürüdü.

Kapıyı açtığında, karşısında Aslı duruyordu. Duruşunda hafif bir gerginlik, bakışlarında kontrol etme ihtiyacı vardı. Azra bunu hemen sezdi ama yüzünde samimi bir tebessümle maskesini taktı.

“Hoş geldin Aslı,” dedi içten bir tonla. “Ben de birazdan sana gelecektim. Düşünce cezası aldım, dönerken Ebru’ya uğradım, sağ olsun yardım ediyor.”

Aslı, onu baştan aşağı süzdü. Bakışları detaylıydı, ama sonunda yumuşadı. “Ben de merak ettim, uğramayınca kontrol edeyim dedim.”

Azra omuzlarını hafifçe silkti. “Şunları halledip geliyordum, bitti.”

Aslı göz ucuyla masada kalan boş tabaklara ve Ebru'nun ne olur ne olmaz diye hazırladığı erzakların mutfak tezgahındaki haline baktı, dudakları hafifçe kıvrıldı. “Yemek de yemişsiniz.”

Azra hafifçe başını salladı. “Evet, sen aç mısın?”

Aslı başını iki yana salladı. “Hayır, ben yedim.”

Azra, onun gözlerinin etrafındaki belirsizliği fark etti. Masadaki tabaklar, mutfağın hâli Aslı'ya evde uzun süredir olduğunu belli ediyordu. Azra içinden geçeni belli etmedi, Aslı ise bir iç çekip omuzlarını gevşetti.

“Ama kahve içerim,” dedi, sesi bu sefer daha doğal çıkmıştı.

Ebru, içeriden seslendi. “Her şey hazır.”

Azra ona döndü, gülümseyerek konuştu. “Çok teşekkür ederim, yordum seni. Kahve ister misin?”

Ebru başını salladı, göz altlarında yorgunluk çizgileri belirgindi. “Ben kalmayayım, çok yorgunum. Bir şeye ihtiyacın olursa gelebilirsin.”

“Teşekkürler,” dedi Azra, içtenlikle.

Ebru kapıdan çıkarken kısa bir el salladı. Aslı mutfağa yöneldi ve erzakları dolaplara yerleştirmeye koyuldu. Hareketleri hızlı ama dikkatliydi; bu kısa anda düşünceleriyle baş başaydı. Onları duyan Azra olamazdı. Uzun süredir evde gibi görünüyordu. “Kaç gün ceza aldın?” diye sordu, kahve fincanlarını tezgâha bırakırken.

Azra’nın yüzü bir an asıldı. “Üç.”

Aslı fincanlardan birini uzattı, yanında hafif bir gülümseme taşıyarak. “Dert etme, hemen yanındayım. Ne zaman istersen kapımı çal.”

Azra fincanı alırken başını eğdi. “Teşekkür ederim.”

Aslı göz temasını koruyarak sordu: “Edebiyat dersinde ne okuyacaksın haftaya, karar verdin mi?”

Azra omzunu silkti. “Henüz düşünmedim.”

Aslı'nın sesi güven doluydu. “Güzel bir şey bulacağına eminim.”

Azra bir an durakladı, sonra içini çekti. “İnsanların karşısında konuşmak beni geriyor.”

Aslı başını eğdi, anlayışla baktı. “Farkındayım, ama bu ders sayesinde aşacaksın.”

Azra bakışlarını kaçırmadan sordu: “Ece ile konuştun mu?”

Sorunun ani gelişi Aslı’nın yüz ifadesini değiştirdi. Kaşları hafifçe çatıldı. “Evet, neden?”

Azra gözlerini sabitledi. “Benim yüzümden arkadaşlığınız bozulmasın. Kızdı mı sana?”

Aslı'nın sesi bu kez daha netti. “Kiminle arkadaşlık edeceğime o karar veremez.”

Azra başını salladı. “Haklısın.”

Aslı ayağa kalktı, fincanını tezgâha bıraktı. “Ben gidiyorum, yapacak ödevlerim var. Yarın okuldan önce uğrarım. Eksiğin varsa hallederiz, birlikte gideriz, olur mu?”

Azra’nın yüzüne bir tebessüm yayıldı. “Süper.”

Aslı kapıya yürürken dönüp kısa bir el salladı. “Hadi, iyi geceler.”

“Geldiğin için teşekkürler. İyi geceler.”

 

Aslı’nın ardından kapı kapanınca evin içi bir anda sessizliğe büründü; kalın ve dokunulabilir bir yalnızlık gibi çöktü üzerine. Azra bir süre olduğu yerde öylece kaldı. Azra etrafındaki dağınıklığa bakarak derin bir nefes aldı. Ardından ağır adımlarla salona döndü. Masadaki tabakları toplarken parmakları yavaş, düşünceleri dağınıktı. Her bir hareketi, sanki zihnindeki dağınıklığı toplamaya çalışır gibiydi.

Kıyafetleri tek tek eline alıp yerine yerleştirirken, kumaşların dokusu avuçlarında kayıyor ama aklı başka yerlere takılıyordu. Her katladığı parça, kafasındaki belirsizlikleri bastırmak istercesine düzgün ve titizce yerleştirildi. Bir şeyleri kontrol altında tutma çabası, hayatının dağınık köşelerine inat bir düzene dönüştü bu küçük hareketlerde.

İşi bittiğinde derin bir iç çekti. Omuzları çöktü, sırtı sanki gün boyu bir yük taşımış gibi kamburlaştı. Yavaşça odasına yürüdü. Üzerini değiştirirken, günün ağırlığıyla yavaşlayan elleri, turuncu pijamasını giyerken bile zihninin başka bir yere ait olduğunu fısıldıyordu. Kumaş, tenine temas ederken bir güven hissi vermedi; sadece alışıldık, sessiz bir ritüeldi bu.

Yatağa uzandığında, çarşafın serinliği bile onu rahatlatamadı. Tavana baktı; gözleri sabitti ama zihni yerinde değildi. Odanın karanlığında gölgeler hareket etmiyordu belki ama düşünceleri öyle hızlı deviniyordu ki neredeyse duyulabilirlerdi.

Ece hakkında söylenmeyen şeyler vardı. Gizlenenler… İçten içe bileniyordu Azra. Her şey yolunda gibi görünse de altından başka bir şey akıyordu. Gözlerini kırpmadan tavanı izlerken, kafasının içinde yankılanan tek soru buydu:

Ne haltlar çevriliyordu?

Göz kapakları yavaşça ağırlaştı; ama uykuya geçmek, huzura geçmek demek değildi. Sadece kısa bir kaçış, geçici bir mola…

 

 

Bölüm : 28.05.2025 23:23 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...