
Sabah güneşi, perde aralığından sızarak Azra'nın yüzüne dokunduğunda, göz kapaklarında ince bir batma hissi uyandırdı. Rahatsızlıkla yüzünü yana çevirdi. Gözlerini kısarak araladı. Oda, loşluktan gün ışığına geçmeye çalışan soluk bir tablo gibiydi. Elini yastığın altına uzatıp telefonunu buldu. Ekrandaki rakamlar, uykunun hâlâ esiri olan gözlerine bir tokat gibi çarptı: 07:45.
"Eyvah! Geç kaldım, kahretsin!"
Yatağın yayları öfkeyle sarsıldı. Panikle ayağa fırlarken battaniye ayak bileklerine dolandı. Ayağı takıldı, dengesini zor toparladı. Saçları dağınık, kalbi hızla çarpıyordu. Ekranda beliren cevapsız aramalara göz gezdirdi. Selin, üst üste defalarca aramıştı. Parmağı titreyerek arama tuşuna bastı. Bağlantı kurulduğu an, telefonun ucundan Selin’in sesi yükseldi:
“Neredesin sen?”
Sesindeki karışık ton, hem endişeyi hem kızgınlığı taşıyordu.
Azra, hâlâ nefesini düzene sokamamıştı.
“Uyuyakalmışım Selin, hemen çıkıyorum. Lütfen beni idare et.”
Bir anlık sessizlikten sonra Selin’in sesi daha yumuşak geldi.
“Tamam...” dedi, ama hâlâ ciddiyetini koruyordu. “Ben hallettim bir şeyler. Oyalanma, acele et.”
Azra telefonu kapatır kapatmaz harekete geçti. Banyoya koşarak gidip yüzünü yıkadı, dişlerini fırçalarken aynadaki yorgun yansısıyla göz göze geldi. Saçlarını alelacele bir at kuyruğu yapıp, dolabın kapağını açtı ve ilk bulduğu tişört ile pantolonu geçirdi üzerine. Sırt çantasını kaptığı gibi evden çıktı.
Merdivenleri ikişer üçer inip sokağa adımını attığında, İstanbul’un sabah trafiği çoktan başlamıştı. Havanın nemli serinliği yüzünü okşarken, ayakkabılarının bağcıklarını eğilip aceleyle bağladı. İçindeki panikle adımlarını hızlandırdı. Normalde yarım saat süren yolu, neredeyse koşar adım on beş dakikada bitirdi.
Alışveriş merkezinin döner kapısından içeri girdiğinde nefesi hâlâ düzensizdi. Güvenliğe ve girişte karşılaştığı Selin'e başıyla selam verdi. Kelimelere vakit yoktu. Zemin kata inen merdivenleri hızla aşıp çalışan soyunma odasına daldı. Üniformasını üzerindeki aceleyle giyindi, ardından tekrar yukarı çıktı.
Selin, danışma masasının arkasında kargoları sisteme giriyordu. Dikkati bilgisayar ekranındaydı ama Azra’yı görünce bir anlık bakış attı.
Azra, yanına eğilerek fısıldadı:
“Beni soran oldu mu?”
Selin, bir dosyayı tıklarken gözlerini ekrandan ayırmadan yanıtladı.
“Evet, vardiya amiri sordu. Midende bozukluk olduğunu, tuvalette olduğunu söyledim.”
Sesi sakindi, ama yüzünde ince bir zafer ifadesi vardı. “Rahat ol, hallettim.”
Azra bir anlığına durdu, rahatlamanın sıcaklığı omuzlarına yayıldı.
“Hayatımı kurtardın Selin, gerçekten. Teşekkür ederim!”
Bir an duraksadı, sonra ekledi:
“Nasıl uyuya kaldım, anlamıyorum. Alarmı bile duymamışım...”
Sesi biraz daha alçaldı. Cümlesinin sonuna doğru yorgunluk, omuzlarının düşüklüğüne sinmişti. Gözlerinde, sadece bir uykusuzluk değil, başka bir yorgunluğun izleri vardı. Kendisi bile bunu fark etmiyor gibiydi ama bedeni, zihninden çok daha dürüsttü.
Selin, parmaklarını klavyeden çekip sandalyesine yaslandı. Gözleri ekrandan Azra’ya kayarken yüzünde hafif bir endişe belirdi.
"Son günlerde çok yorgun görünüyorsun," dedi, sesi yumuşaktı. "Normaldir. Uykunu biraz almış gibisin, en azından şimdi daha iyi görünüyorsun. Evde bir şey yok değil mi?"
Azra başını hafifçe iki yana salladı. Dudaklarının kenarındaki belirsiz tebessüm, durumunun göründüğü kadar karmaşık olmadığını anlatmak ister gibiydi.
"Yok, evde her şey yolunda." Gözleri kısa bir daldı annesi Sema Hanım’ın akşamları eve saçtığı huzur hâlâ aklındaydı.
"Peki ya sen? Annenle arayı düzelttiniz mi?" diye sordu, Selin’in bakışlarını kaçırmasından önce davranarak.
Sorunun yönü değişince, Selin’in omuzları fark edilir şekilde çöktü. Kaşları hafifçe çatıldı, dudaklarının kenarı sinirli bir kıpırtıyla seğirdi.
"Her zamanki anlayışsız annem işte," dedi, sesi neşesizdi. Derin bir iç çekti, gözlerini kaçırdı.
Azra, sandalyeye biraz daha yanaşıp başını eğdi. "Hiç konuşmayı denemedin mi?" diye sordu. Sesinde yargı yoktu, sadece saf bir merak.
Selin başını sertçe yana çevirdi, dudaklarını sıkıp gözlerini kıstı.
"Konuşsan ne olacak? Anlıyor mu sanki? Üç gün normal, sonra yine aynı terane. Değişmez o." Gülcan Hanım'ın tekrar eden döngüsünü düşünmek bile yoruyordu onu.
Azra'nın gözlerinde beliren kararsızlık kısa sürdü. Hafifçe başını yana eğdi.
"Ben mi konuşsam acaba Gülcan Teyze’yle? Belki bir faydam olur," dedi çekingen ama içten bir tonda. Yardım etme isteği, sesinin her notasına sinmişti.
Selin’in gözleri birden büyüdü, başını sertçe iki yana salladı.
"Hayır, sakın! Sana anlattım diye surat yapar sonra, çekemem gerçekten." Sözlerinin sonunda dudakları titredi; annesinin yükünü başkasına aktarmaktan duyduğu suçluluk sesine sızıyordu.
Azra bir an sustu, sonra alçak bir sesle, "Ee... Ne olacak böyle?" diye sordu. Yüzündeki ifade endişeliydi ama yargıdan uzaktı.
Selin’in gözleri parladı; bu kez öfke ve yılgınlık iç içeydi.
"Ne hali varsa görsün!" dedi, sesi yükselmişti. Elleri kucağında sıkılmıştı, tırnakları avuçlarına gömülüyordu. "Dün sinemaya gittik diye burnumdan getirdi."
Azra'nın kaşları çatıldı. "Kavga mı ettiniz yine?" Sesi biraz daha dikkatliydi artık.
"Gece eve geç döndüm diye olay çıkardı. Dingo’nun ahırı mıymış orası, gezmenin de bir zamanı varmış falan…" Annesinin sesini taklit ederken sesi alaya kaydı ama gözlerinde yorgun bir öfke vardı.
"İzin almıştın ama, değil mi?" Azra’nın kaşı kalktı, cevabı biliyordu ama yine de sordu.
"Aldım!" diye vurguladı Selin. "Kendi ağzıyla ‘tamam’ dedi. Ama sonra yine aynı sahne… Dengesiz. Vallahi ne zaman eve gitsem içim daralıyor. Boğuluyorum." Gözleri dalıp gitmişti. O evin havası, üzerine çöken bir ağırlık gibiydi.
Azra dudaklarını ısırdı. Ne diyeceğini bilememenin getirdiği suskunluk içinde kısa bir duraksama oldu.
"Neden böyle yapıyor bu kadın ben de anlamıyorum artık," dedi sonra, sesi neredeyse kendineydi.
"Canı sıkılıyor," dedi Selin, sesi bu kez yorgun bir kabullenişle doluydu. Omuzlarını silkti. "Saracak yer arıyor. İnsan ailesini seçemiyor. Biraz anlayışlı olsa, biraz huzur verse... Ne olur yani?"
Azra, bakışlarını masaya indirdi. Gözlerinin önüne annesinin mutfakta sessizce demlediği çay, her akşam onu görünce gülümsemesi geldi.
"O da anne sonuçta," dedi nazikçe. "Geç geldiğini görünce korkmuştur belki. Başına bir şey gelmesinden endişelenmiştir…"
Selin başını hızla çevirdi, gözleri sinirle kıvılcımlandı.
"Endişesini güzelce dile getiremez mi yani? Her şeyin yolu bu mu?" Sesi çatallaştı, içinde hem kırgınlık hem özlem vardı.
Azra omuz silkti, sessizce başını salladı.
"Anlatamıyor demek ki... Onu da böyle kabul etmek lazım sanırım."
"Edemiyorum, Azra!" Selin’in sesi yükseldi. Sandalyede doğruldu, elleri masanın kenarına tutundu. "Keşke benim annem de seninki gibi olsaydı. Sevmiyorum annemi!"
Sözleri etraflarındaki havayı ağırlaştırdı. Azra’nın bakışları bir anlığına dondu; böyle bir cümleyi duymaya hazır değildi.
"Öyle deme," dedi sonunda, sesi yumuşak ama ciddiydi. "Annesi olmayanlar da var…"
"Keşke benim de hiç olmasaydı," diye fısıldadı Selin, gözleri buğulanmıştı. "Daha mutlu olurdum. Daha özgür…"
Azra, bir anda içinden yükselen koruma dürtüsünü bastıramadı.
"Saçmalama, Selin." Sesi netti, sert değil ama sarsıcıydı.
Birkaç saniyelik sessizlik, ikisinin arasında asılı kaldı. Sonra Selin, kolunu hafifçe savurur gibi bir hareketle konuyu kapattı.
"Aman boş ver ya," dedi, dudaklarında acı bir gülümsemeyle. "Sen ne yaptın gidince?"
Azra dudaklarında belli belirsiz bir tebessümle başını yana eğdi. Gözlerinin içi annesini anımsarken yumuşamıştı.
“Benim annem de biraz nazlandı bana,” dedi, sesi hem neşeli hem de şefkatliydi. “Akın da gelmemiş eve, arkadaşlarıyla buluşmuş. Babam zaten işteydi. Annem de ‘Hep siz gidin gezin, beni hiç gezdirmeyin,’ dedi sitemle.”
Annesinin şefkatle karışık o ince sitemi yüzünde tatlı bir gülümseme yaratmıştı. Elini saçlarına götürüp tutamlarını geriye itti. “Söz verdim, hafta sonu iş çıkışı gezdireceğim onu.”
Selin, kaşlarını kaldırarak şaşkınlıkla baktı. “En yoğun günlerimiz hafta sonu ama,” dedi, sesi ciddiyle espri arasında sıkışıp kalmıştı.
“Biliyorum,” dedi Azra omuz silkip hafifçe gülerek. “Ama o da sadece hafta sonu izinli oluyor.”
Sözlerindeki kararlılık, annesine olan sevgisinin doğallığından geliyordu. Selin, gözlerini kısarak hafifçe eğildi, sesi kurnaz bir heyecan taşıyordu. “Yani, ‘Ben çifte yorgunluğa razıyım’ diyorsun.”
“Annem için tabii ki,” dedi Azra, gülüşü iftiharla parlıyordu.
Selin aniden doğruldu, gözleri bir dedikodunun eşiğindeymiş gibi ışıldıyordu. “Sana bir şey anlatacağım!” Ellerini iki yana açtı, sanki sır birazdan havaya karışacakmış gibi. “Şu yemek katındaki çocuk var ya, hani Süvari mağazasındaki kızla çıkan…”
Azra başını hafifçe salladı. “Evet, geçen bahsettiğin çocuk,” dedi ilgisini göstermek istercesine, ama aslında hâlâ kim olduğunu tam kestiremiyordu.
Selin ellerini kucağında birleştirip dizlerinin üzerine eğildi, sesi neredeyse fısıltıya dönüştü. “İşte bugün o çocuğun arkadaşı bana çay getirdi!”
Sanki küçük bir zafer yaşamış gibi gözleri parlıyordu.
Azra başını eğerek gülümsedi, bakışları Selin’in coşkusunu tartıyordu. “Asılıyor mu sana?”
Sorusunda dostane bir merak vardı ama yüzündeki ifade hâlâ dikkatliydi.
“Sanırım hoşlanıyor benden!” dedi Selin, minik bir kıkırdamayla. Başını geriye atarken saçları omuzlarından savruldu. Bu ilgiden memnun olduğu her hâlinden belliydi.
“Sen ne düşünüyorsun?” Azra’nın sesi bu kez biraz daha yumuşaktı. Gözleri Selin’in yüzünde gezinirken yanıtın ne kadar samimi olacağını bekliyordu.
“Bilmem ki… Hoş çocuk,” dedi Selin, bakışlarını kaçırarak. Parmaklarıyla pantolonunun dikiş çizgisini düzeltmeye çalıştı, sanki duygularını da onunla düzene sokabileceğini sanıyordu. “Bugün öğle arasında yukarı çıkalım, güvenliklerden birine söyleyelim buraya biraz göz kulak olsun. Sana göstereyim,” dedi.
Sözcüklerindeki masumiyetin altında, Azra’nın onayını arayan bir heyecan gizliydi.
Azra gülümsedi, ama bakışlarında hafif bir ciddiyet belirmişti. “Bana göstereceksin çünkü onayımı almak istiyorsun,” dedi.
Selin’in gözlerindeki kıvılcımı fark etmişti. “Bu senin hayatın elbette, karışmak istemem ama çocuk çok yakışıklı bile olsa fikrim değişmez. Ben iş ortamlarında bu tür şeylere karşıyım.”
Sesindeki ton, kırıcı değil; sadece bir prensibin ifadesiydi.
Selin’in yüz ifadesi bir anda değişti. Dudakları büzüldü, bakışları kaçamak hâle geldi. “Çok uyuzsun Azra ya! Bütün tadımı kaçırdın,” dedi, omuzlarını düşürerek.
Sesi sitemkârdı ama içinde hâlâ alınganlıktan öteye geçemeyen bir burukluk taşıyordu.
“Sana çocukla çık demedim zaten,” diye devam etti. “Sadece hoşlandığımı söyledim. Hem ben karşı değilim iş yerinde flörtleşmeye.”
Gözleriyle bir noktaya odaklanıp başını azıcık yana çevirmişti; içten içe Azra’nın fikrini önemsemese de etkilenmişti.
Azra başını iki yana sallayarak hafifçe iç çekti. “Sen bilirsin tabii, senin tercihin,” dedi; sesi ne kırıcıydı ne de yargılayıcı.
Selin kolunu kucağında çaprazlayarak dramatik bir edayla döndü. Dudaklarını sarkıttı, alnını kırıştırarak: “Göstermiyorum işte!” dedi. İçindeki küçük kız çocuğu o an yüzeye çıkmış gibiydi.
“Tamam, gösterme,” dedi Azra, hafifçe kıkırdayarak. Selin’in bu hallerine alışkındı, bu çocukça haller onda yalnızca tatlı bir tebessüm bırakıyordu.
“Gıcık şey,” diye homurdandı Selin, ama gözlerinin kenarındaki çizgiler bir gülümsemenin izini taşıyordu.
Azra, dudağının kenarını kaldırarak “Ben de seni seviyorum,” diye mırıldandı.
Selin sadece “Hıh,” diyerek bilgisayarına döndü, ama biraz içerlemişti.
Kargoları listelemeye devam ederken, Azra da telefonla müşterileri arayıp kargo teslimatlarını haber vermeye koyuldu.
Açlığını hissettiren ilk gurultu midesinden yükselince kaşlarını çattı. Göz ucuyla saate baktı. Öğle arasına yaklaşık yirmi dakika vardı. Dayanırdı.
Yine de zihni, sadece mide gurultusuyla değil, başka bir boşlukla da meşguldü.
Selin’in rüyadan hiç bahsetmemesi, Azra’nın dikkatinden kaçmamıştı. Demek ki onun için sıradan bir rüyaydı.
Ama kendisi için öyle değildi. Aklında hâlâ o tek kelime dönüp duruyordu: Ceza.
Sanki kimsenin fark etmediği bir suçtan ötürü yargılanmış gibi hissediyordu.
O kelime göğsünün orta yerine ağır bir taş gibi yerleşmişti.
Aramalar sona erdiğinde, kulaklarında uğuldayan sesler yavaşça çekildi. Telefonunu bankoya bırakan Azra, omuzlarını hafifçe gevşetti. İçinden geçen o klasik cümle dudaklarına kadar geldi: "Kurtuldum."
“Hadi çıkalım,” dedi Selin’e, bir an bile düşünmeden. Sesi biraz yorgun, biraz da açlıktan huysuzdu. “Çok açım, kahvaltı da yapamadım.”
Selin, dudağını büzüp gözlerini devirdi ama sonunda başını sallayarak ayağa kalktı.
“Tamam hadi,” dedi, hafifçe esnedi.
Azra, kolunu arkadaşının koluna doladı. Selin’in kısa süren alınganlığı, Azra’nın sıcak dokunuşuyla kolayca eridi. Yan yana yürürken, aralarındaki gerginlik yerini alışkanlıkla gelen huzura bıraktı.
Asansöre bindiklerinde, kabin yavaşça yukarı çıkarken dışarıdaki kalabalığın uğultusu cam duvarlara çarpıp içeri sızıyordu. Azra gözlerini hafifçe kıstı; ne kadar tanıdık ve bunaltıcıydı bu ses.
“Ne yiyelim?” diye sordu Selin, asansörden çıkar çıkmaz. Etrafı tararken kaşlarını hafifçe çattı, kalabalığın arasında tercih yapmaya çalışıyordu.
Azra, bir an durdu, boğazındaki düğümü hissedercesine yutkundu.
“Ben ev yemeği istiyorum,” dedi sonunda. Sıcak bir çorba, bir kaşık patlıcan musakka... İçini ısıtacak, tanıdık bir şey arıyordu.
Selin’in gözleri parlarken, “Benim canım da iskender istiyor,” dedi. Göz ucuyla köşedeki dönerciye bakıyordu bile.
Azra başını eğerek gülümsedi.
“O zaman sen iskender al, ben de ev yemeğimi. Ortak alanda buluşalım. Hem çocuğu da gösterirsin.”
“Anlaştık,” dedi Selin, az önceki burukluğu unutarak.
İki yöne ayrıldılar. Azra’nın adımları yavaş ama kararlıydı. AVM’nin ev yemeği satan tek köşesi, sanki onu çağırıyordu. Buharlarla dolu camekânın arkasındaki yemekler arasından seçim yaptı, tabağını tepsiye koydu.
On dakika sonra tekrar buluştuklarında, ikisi de ellerinde tepsilerle kalabalığın arasından geçiyordu. Selin’in gözleri etrafı arıyordu ama çocuk görünürde yoktu.
“Gel, onun çalıştığı pizzacının önünde oturalım,” dedi Selin, sesi heyecanla titriyordu. Elindeki tepsiyi biraz daha sıkı tuttu.
“Böylece onu görürüz.”
Azra, göz ucuyla ona baktı. Selin’in içindeki çocuğu görür gibi oldu.
“Tamam,” dedi kısaca.
Pizzacının önündeki küçük masalardan birine oturdular. Gürültü aralarında yükseliyor, kızarmış hamur kokusu burunlarına karışıyordu. Tepsilerini sessizce masaya yerleştirdiler. Azra, yemeğine başlamadan önce etrafı süzdü.
Selin sabırsızdı, çatalını tabağına daldırıyor ama gözleri sürekli pizzacının içini yokluyordu.
Tam tabaklarının dibine gelmişlerdi ki, Selin ansızın çatalını bıraktı. Gözleri kocaman açıldı, dudaklarını aralayıp fısıldadı:
“İşte orada!”
Azra, başını yavaşça çevirdi. Omzunun üstünden, belli etmeden baktı.
Çocuk, pizzacının önünden iki bardak çayla çıkmış, dikkatli adımlarla onlara doğru ilerliyordu. Azra’nın gözleri, çocuğun detaylarına kaydı: Koyu kestane saçlarını jöleyle yukarı kaldırmıştı, alnı dar, yüzü ovaldi. Teninin solgunluğu beyaz gömleğinin içinde daha da belirginleşiyordu. Kaşları kalın, gözleri kahverengiydi.
Elindeki çay bardaklarını usulca masaya bırakırken, Selin’e kısa bir bakış attı. Dudaklarının kenarında belirsiz bir gülümseme gezindi.
“Afiyet olsun,” dedi, sesi biraz boğuk ama içten.
Selin'in omuzları refleksle yükseldi, sonra hızla indirdi. Kıpırdayan dudağında hafif bir tebessüm belirdi.
“Teşekkür ederiz,” dedi Azra, çocuğun ses tonunu tartarcasına. Sesi yumuşaktı, gözleri bir an çocuğun mimiklerini izledi. İçinde tedirgin bir şüphe oluştu ama bunu yüzüne yansıtmadı.
Çocuk, fazla oyalanmadan uzaklaştı.
İki kız çaylarını alıp bankoya döndüler. Aralarındaki dostluk sessizce yeniden kurulmuş gibiydi. Koltuklarına yerleşir yerleşmez, Selin patladı:
“Ee? Beğendin mi? Ne düşünüyorsun? Çatlatırsın insanı Azra!”
Selin’in gözleri heyecandan parlıyordu. Avuçları dizlerine bastırılmış, hafifçe öne eğilmişti.
Azra bir yudum çay aldı, ardından başını eğerek omuz silkti.
“Normal. Erkek işte.”
Selin, Azra’ya boş boş bakarken gözlerini kırptı. Ardından, göz devirmesiyle birlikte yüzünü buruşturdu.
“Öf Azra ya! Evet erkek tabii ki! Beğendin mi onu soruyorum!”
Azra gözlerini kısmış, dudak kenarında kurnaz bir gülümseme taşıyordu.
“Kadın olsa daha enteresan olurdu tabii,” dedi, kıkırdayarak. Selin’in sinirlenmesini izlemek ona garip bir keyif veriyordu.
Selin dudaklarını büzüp başını başka yöne çevirdi. Gülmemeye çalışırken, çabası kulaklarına kadar kızaran yanaklarında patladı.
Azra ise ciddileşmişti şimdi.
“Senin beğenmen önemli olan. Benim için sıradan biri. Ne bir gizem, ne bir karizma. Ama tanımak lazım tabii, dış görünüş yetmez,” dedi içindeki şüpheyi yutkunarak.
Selin çayını karıştırdı. Kaşığın cama çarpan sesi kısa bir sessizlik yarattı.
“Ben beğendim,” dedi sonunda, sesi neredeyse fısıltıydı. Gözleri bardağın içinde, ama aklı başka bir yerdeydi.
Azra başını eğip gülümsedi.
“Tamam o zaman. Konuşun, tanışın. Hoşlanırsan görüşürsün.”
“Tamam, bayan gıcık.” Selin gözlerini devirdi ama gülümsemekten kendini alamadı.
Çaylarını bitirdiklerinde, yeniden işlerine döndüler. Selin, bir yandan gelen formları düzenlerken bir yandan da Azra’ya dönüp konuşuyordu.
“Bugün bana çay getirmesi... Bilmiyorum, küçük ama çok tatlıydı. Böyle, şapşalca işte...”
Azra, başını masaya yaslayarak gözlerini Selin’e çevirdi. Selin’in parmakları heyecanla kıpırdıyor, bakışları uzaklara kayıyordu. Bu küçük anların onun için ne kadar kıymetli olduğunu görmek, Azra’nın yüzünde yumuşak bir tebessüm oluşturdu.
Gün boyunca teslimatlar yapılmış, müşterilere emanetler verilmişti. Vardiyanın sonunda yemek katında unutulmuş üç telefon buldular. Henüz sahipleri belli değildi. Azra, telefonları dikkatle çekmeceye yerleştirirken, Selin güvenliğe haber verdi. İş bitmişti artık. Zemin kata inip soyunma odalarına girdiler.
Kıyafetlerini değiştirirken, soyunma odasındaki floresan ışıkların altında Selin’in yüzüne yorgunluk yerleşmişti. Derin bir nefes aldı, sonra çıkış kapısına yürürken adımlarını yavaşlattı. Azra'nın koluna hafifçe dokunarak durdu.
“Azra,” dedi sesi kararsız bir tınıyla. Gözlerini kaçırıyordu. “Dışarıda biraz oturup kahve içelim mi?”
Azra, Selin’in o anda kahveden çok bir kaçış istediğini anladı. Ama aklında başka bir plan vardı.
“Bu akşam annemle evde olmak istiyorum,” dedi, sesi yumuşak ama netti. Sonra yüzünü Selin’e çevirip içtenlikle sordu: “Bize gelmek ister misin?”
Selin'in kaşları çatıldı, gözleri kararsızlıkla kısıldı. Parmakları çantasının sapıyla oynuyordu. “Annem dırdır eder şimdi,” diye mırıldandı neredeyse duyulmayacak bir sesle. “İzin istersem gerilirim. Sonra da başıma kakar zaten.”
Azra, arkadaşının nasıl gerildiğini yüzünden okuyabiliyordu. “İstersen ben konuşayım,” dedi içten bir teklif sunarak. “Onunla ben konuşursam—”
“Yok,” diye kesti Selin hemen. Dudakları gerildi. “Sana izin verir önce, sonra da ‘Arkadaşına arattırdın, hayır diyemedim’ diye bin pişman eder. Çekemem bu sefer.”
Sözlerinin arkasında yorgun bir teslimiyet vardı. Azra iç çekti. Bu diyalog, onların arasında daha önce de geçmişti. Selin’in annesiyle olan ilişkisi dikenli bir yoldu.
“O zaman şöyle yapalım,” dedi Azra, çözüm arayan bir tonla. “Kahvelerimizi alalım, yürürken içeriz. Seni otobüse kadar bırakırım. Hem biraz hava almış olursun.”
Selin başını eğdi, ayakkabısının ucunu yere sürttü. Gözlerini Azra’ya kaldırdığında maskesizdi. “Kahve bahane Azra,” dedi sesi boğuk. “Ben sadece… eve gitmek istemiyorum.”
Azra, onun içindeki boğulmuş hisleri görüyordu. Üzerine çökmüş ağırlığı, omuzlarının düşüklüğünden okuyabiliyordu. “Önünde sonunda gideceksin ama,” dedi şefkatle. “Bence bu akşam git. Sakin bir dille konuşmaya çalış onunla. Belki bu sefer olur.”
Selin gülümsedi ama gülümsemenin içinde kırık bir umut vardı. “Kaç kere denedim ki?” dedi neredeyse fısıltıyla. “Tamam.”
Ama Azra bu “tamam”ın altını okuyabiliyordu. İçten değildi. Sadece bir kapanış cümlesiydi. Kaşlarını hafifçe kaldırarak gözlerinin içine baktı.
“Bak, tamam deyip geçiştirme,” dedi kararlılıkla. “Pelin’i de al yanına. Birlikte konuşun. O da oradayken belki annen daha az… keskin olur.”
Selin bir an durdu. Sonra derin bir nefes aldı, gözlerini kısıp omuzlarını dikleştirdi. “Tamam diyorum ya!” Bu kez sesi daha netti. Kırılgan bir kararlılık vardı tonunda.
Azra ona gülümsedi. “Tamam o zaman. Yarın görüşürüz.”
“Görüşürüz,” dedi Selin. Ardından sessizce uzaklaştı.
Azra, yürümeye başlamadan önce kulaklıklarını taktı. Parmakları çantasındaki telefonu bulup müziği açtı. Melodi kulaklarında yankılanırken adımlarını caddeye attı. Günün yorgunluğunu bedeninden akıtır gibi yürüyordu.
Fırının önünden geçerken aklına annesi geldi. Telefonu çıkarıp aradı. “Bir şey lazım mı?” diye sordu. Annesi ekmek istedi. Azra, fırına girip iki taze somun aldı ve evin yolunu tuttu.
Mahalleye vardığında güneş çoktan batmıştı. Evin önüne geldiğinde bahçedeki sandalyelere göz attı. İçinde oturup dinlenme isteği kabardı. Ekmekleri masaya bıraktı, oturdu. Gözlerini kapattı, müzik içini doldurdu.
Zihni ise başka yerlerdeydi.
Seperius’un gürültüsü, Ece’nin tepkileri, Arda'nın evinde yaşanan gizlice şahit olduğu huzursuzluk... Bir şeyler gizleniyordu. Bunu hissediyordu. Ne olduğunu öğrenmesi lazımdı ama onları zorlamak istemiyordu. Bir yol bulmalı bir plan yapmalıydı. Ne gizlediklerini mutlaka öğrenecekti.
Müzik sustuğunda Azra derin bir nefes aldı, yerinden kalktı. Kapıya yönelirken kapıyı aralayıp seslendi:
“Ben geldim!”
Mutfaktan gelen tencere sesleri ve sıcak yemek kokusu onu oraya çekti. Annesi mutfak tezgahında hummalı bir şekilde çalışıyordu. Azra’yı görünce yüzünde yumuşak bir gülümseme belirdi.
“Çok acıktım,” dedi Azra, tencerelerin kapaklarını merakla kaldırırken. Menüde mercimek çorbası, pilav ve karnıyarık vardı.
“Yapacak bir şey var mı, yardım edeyim?” diye ekledi, ellerini sıvazlayarak.
Annesi, başını hafifçe salladı, içtenlikle gülümsedi. “Cacık yaparsın, ben de masayı hazırlarım.”
“Tamam,” dedi Azra, düşünceli bir ifadeyle. “Üzerimi değiştirip ellerimi yıkayıp geliyorum.” Bir an durdu, aklına hemen Akın geldi. “Akın nerede?”
“Odasında,” dedi annesi, biraz yorgun ama sakin.
Azra hızlı adımlarla odasına yürüdü. Kapıyı hafifçe aralayıp içeriye baktı. Akın, yatağın üzerinde uzanmış, telefonuna dalmıştı. Tam bir ergen haliydi bu. Gözleri hafifçe kısıktı, yüzünde hafif sıkıntı vardı.
Azra alaycı bir sesle sırıttı. “Ne yapıyorsun bakayım, faydasız?”
Akın başını telefondan kaldırmadan, suratı asık şekilde cevap verdi. “Bir şey izliyorum işte, ne olsun?”
Azra kaşlarını kaldırıp muzipçe sordu: “Ne izliyorsun, ayıplı filmler mi yoksa?”
Akın'ın aniden yüzü kızardı, telefonunu kenara bıraktı. “Saçmalama abla!”
“Ne var canım, doğal şeyler bunlar,” dedi Azra alttan alır gibi. “Senin de sağlıklı bir erkek olduğunu umut ediyorum.”
Akın dayanamadı, yataktan doğrulup sesini yükseltti. “Anne! Ablam bana ayıp filmler izlememi söylüyor!” Sinsi bir sırıtış eşlik ediyordu sözlerine.
Azra hemen karşılık verdi, gözleriyle Akın’ı hafifçe uyararak: “Anne, Akın zaten burada ayıp şeyler izliyor. Ben de ona, yakalandı diye kötü hissetmesin diye normal olduğunu söylüyorum!”
Akın parmaklarını sinirli bir şekilde büktü, az önceki sakinliği yerini öfkeye bırakmıştı. “İzlemiyorum dedim ya!” diye bağırdı.
“Tamam, tamam, izlemiyorsun,” dedi Azra, gülümseyerek. “Gel bakayım, bir öpeyim seni.”
“Öpme ya! Çocuk muyum ben?” diye itiraz etti Akın, kaşlarını çatıp, hafifçe geri çekildi.
“Hayır, eşek kadar adamsın,” dedi Azra, onun peşini bırakmayarak. “Ama bu senin ablan olduğum gerçeğini ve istediğim zaman seni mıncıklayıp öpebileceğimi değiştirmez!”
Azra hızla Akın’ın üzerine atıldı, ciyaklamasına aldırmadan parmaklarıyla onu mıncıklamaya başladı. Kahkahalar odada yankılanırken, Akın dayanamadı, ani bir hareketle ablasını yakaladı ve yatağa fırlattı.
Azra kahkahalarını boğarken, Akın arkasını dönüp çıkmaya hazırlanıyordu ki Azra hızla onun sırtına atladı.
“Ohoo, paket teslim!” diye bağırdı mutfağın kapısında.
“Sensin paket, koca kafa seni!” diye karşılık verdi Azra, gözleri parıldayarak.
Mutfakta anneleri onları izliyordu. Bıkkınlığın içinde sıcak bir sevgi vardı bakışlarında. “Siz ne zaman büyüyeceksiniz acaba?” diye sordu, hafifçe gülümseyerek. Bu çocukça didişmeler evin neşesi olmuştu artık.
Akın, Azra’yı sırtından nazikçe indirdi, ardından hızlı adımlarla odasına geri döndü. Azra ise mutfak lavabosuna yönelip ellerini usulca yıkadı. Annesinin hazırlamaya başladığı cacığın salatalığına ellerini uzatıp doğramayı devraldı.
“Git, biraz otur,” dedi annesine şefkatle, “Sofrayı ben kurarım.”
Azra, annesinin yorgunluğunu hafifletmek istercesine gözlerini yumuşattı. Annesi, ağır adımlarla mutfaktan çıktı.
Azra cacığı tamamlayıp sofra kurulumuna başladı, titizlikle tabakları, bardakları ve çatal bıçakları yerleştirdi. “Akın, yemeğe gel!” diye seslendi, hafifçe gülümseyerek.
Akın kapıdan gülerek baktı, kardeşiyle her zamanki gibi muzipçe didişmeye başladıktan sonra birlikte masaya oturdular. Annesinin yumuşak gülüşü aralarında köprü olurken, o akşam yemeği günün en sıcak, en huzurlu anına dönüştü.
Yemek bitince Azra, masayı hızla topladı, bulaşıkları makineye yerleştirdi. Günün yorgunluğu omuzlarına çökmüşken, hemen duşa girmeye karar verdi. Sıcak suyun altında yorgunluğu bir bir akıyordu. Bu sırada annesi, çayı hazırlamış, çayın kokusu mutfağa ve eve yayılıyordu.
Duştan çıktıktan sonra saçlarını usulca kuruladı, pijamalarını giyindi. Çay tepsisini eline aldı, ve annesinin yanına bahçeye çıktı. Akşam serinliği bahçede hafif bir esinti yaratıyor, çaylarının buharı ellerini ısıtıyordu. Bu an, aralarındaki en sevilen ritüeldi.
Annesi Azra’yı görünce yüzünde yumuşak bir gülümseme belirdi, Azra hafifçe eğildi ona doğru. “Ee, anlat bakalım hatun,” dedi sıcak bir sesle.“Bugün neler yaptın? İş nasıl geçti?”
Annesi Azra'ya kendinden emin ve ilgili bir ses tonuyla cevap verdi. “Çok yoruldum.”
Annesi gözlerini kısarak anlatmaya başladı, omuzlarını hafifçe indirdi: “Bir sürü gelen giden, temizlik yordu beni.”
Azra, annesinin gününü dinlerken gözlerinde empati parladı. Sonra kendi gününden, Avm'de yaptıklarından, Selin’in annesiyle yaşadığı sorunlardan bahsetti.
Annesinin yüzü sertleşti, kaşları çatıldı. “O kadına çok kızdım,” dedi, sesi bir anlık sinirle titredi. “Genç kız o kadar sıkılmaz! Heves eder tabii; gezmeye, tozmaya, giyinmeye, süslenmeye..." Derin bir nefes aldı, gözlerini kısıp kararlı bir ifadeyle devam etti: "O kadar sıkarsan, hataya teşvik edersin. Ne biçim kadınmış o öyle?”
Azra annesinin bu sözlerini, içinde hem öfke hem de kaygı barındıran, ama sevgiyle koruyan yapısını anlayarak dinledi. Çünkü annesi, fazla baskının ters tepmesinden korkuyordu.
Azra, Selin'in annesi hakkındaki sohbetin ardından Selin’den hoşlanan çocuktan bahsetmeye başladı. Annesinin yüzündeki endişe derinleşti, kaşları hafifçe çatıldı.
“Al işte bak!” dedi annesi, parmaklarını hafifçe masaya dayayarak. “Ne olacaktı zaten? Evde huzur olmayınca, dışarıda arayacak tabii. Şimdi çocuk onu seviyor diye, hop! Kollarına atacak kendini. İşten çıkıp eve gitmeyi unutur falan...”
Sesindeki tedirginlik, Selin’in yanlış kararlar alma ihtimalinden duyduğu korkuyu saklamıyordu. Kendi geçmişinden süzülen tecrübelerle Selin’in gidebileceği kötü yollara dair gözü kararmıştı.
Azra, annesinin sözlerini dinlerken omuzlarını hafifçe indirip yorgun ama anlayışlı bir bakışla karşılık verdi. Sonra dünü, sinema filmini anlattı. Zamanın nasıl aktığını fark edememişlerdi. Saat oldukça ilerlemiş, annesinin aralıklı esnemelerinden uykusunun bastırdığı belliydi. Azra’nın da enerjisi tükenmişti.
“Hadi yatalım artık, anne,” dedi Azra, yumuşakça annesine bakarak. “Bunları ben yıkarım, sen uyu, dinlen.”
Annesi hafifçe gülümsedi, gözlerini kısıp başını salladı: “Tamam canım, iyi geceler.”
Yatağına yönelirken Azra mutfağa geçti, bardakları ve çaydanlığı dikkatlice yıkadı. Sonra odasına girip yatağına uzandı.
Telefonunu eline aldı, alarmını kurmak için ekrana baktığında bir mesajın geldiğini fark etti. Selin’den gelmişti. Mesajı okudukça içi burkuldu.
“Annemle kavga ettik,” diyordu mesajda, kelimelerden öfke ve çaresizlik sızıyordu. “Nefret ediyorum ondan. Öldüresim geliyor.”
Azra’nın parmakları titredi, hemen cevap yazdı. “Yeni gördüm mesajını,” diye başladı. “Ne oldu yine? İyi misin?”
Selin’in içinde kaynayan fırtınayı hissetmek, Azra’yı derinden etkiliyordu.
Bir süre sonra Selin’den yanıt geldi: “Çok uykum var,” yazıyordu. “Yarın anlatırım.”
Azra mesajı birkaç saniye düşündü, sonra nazikçe yanıtladı: “Tamam, iyi geceler o zaman. Yarın konuşuruz.”
“İyi geceler,” diye gelen son mesajla sohbet kapandı.
Azra alarmını kurdu, telefonu şarja taktı ve yatağına yattı. Gözlerini kapatmadan kendine sordu o alışılmış soruyu: “Bugün ne öğrendin?”
Zihni hemen Selin ve annesi arasındaki gerilimi getirdi önüne. Yanıtı düşünerek sessizce formüle etti: Kız çocukları fazla sıkılmaz, çünkü fazla sıkarsan hata yaptırırsın. Annelerin endişesi anlaşılır ama bu endişeyi baskıya dönüştürmek sevgiden uzaklaştırır. “Bir gün anne olursam, bu işime yarar,” diye düşündü hafif bir tebessümle.
Sonra başka bir soru geldi aklına: “Bugün neye mutlu oldun?”
Cevap belliydi; ailesiyle geçirdiği zaman. Annesiyle sohbet etmek ve kardeşi Akın’la didişmek ona mutluluk veriyordu. Ailesi, onun sığınağıydı.
Kitabını aldı eline, okuma gözlüğünü taktı ve sayfalara daldı. Kitabın dünyası, gerçek hayatın karmaşasından bir kaçıştı. Bir saat kadar sonra gözleri ağırlaşmaya başladı. Kitabı kapatıp gözlüğünü komodinin üzerine bıraktı. Yana dönüp uykuya hazırlanırken, zihni sakinleşti, günün yorgunluğu ve okumanın huzuru içinde kendini uykunun kollarına bıraktı.
Azra için bir gün daha sona ermişti.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |