7. Bölüm

BÖLÜM 7

Aysun Arslan
aysunkayaarslan

Güneş, perde aralığından içeriye sızarken kulübenin loş ahşap duvarlarında ince bir altın yansıması dolaşıyordu. Kuş sesleri, rüzgârla hafifçe hışırdayan yapraklara karışmıştı. Azra gözlerini araladığında önce tavanın eğimli çizgilerini, sonra odaya sinmiş çam reçinesi kokusunu fark etti. Gerçeğe uyanmakla rüyanın yumuşak kıyısında kalmak arasında bir anlığına tereddüt etti. Sonra iç geçirerek yataktan doğruldu.

Yalın ve işlevsel banyoya geçti, soğuk suyla yüzünü yıkadı. Dişlerini fırçalarken aynadaki yansımasına kısa bir bakış fırlattı; gözlerinin altında belli belirsiz halkalar vardı. Bir an duraksadı. Ilık bir duşun ona iyi geleceğine karar vererek musluğu çevirdi.

Duştan çıktığında, su damlaları hâlâ omuzlarından süzülüyordu. Gözleri havlu aradı ama boşuna. Düşüncelerini toparlarken dudaklarını büzdü. “Tüh, fön makinesini Ebru’dan istemeyi unutmuşum... havlu da yok,” diye mırıldandı, bir yandan banyodan salona yönelirken.

Dün giydiği şeftali rengi elbiseyi alıp bedenini kuruladı. Ardından aynı elbiseyi saçlarına sardı, nemli buklelerini içine hapsetti. Dolabın kapağını açtığında, Ebru'yla birlikte seçtikleri kıyafetlerin renkleri sabah ışığında ayrı bir canlılıkla parlıyordu. İç çamaşırlarını giydi, ardından zümrüt yeşili pilili mini eteğiyle dantelli krem rengi bluzunu yatağın üzerine serdi. Bluzun sırt kısmındaki gümüş çerçeveli zümrüt düğmeler bir anlığına gözünü aldı.

Aynı özenle, nude tonlarında arkası açık, zarif Kitten Heels ayakkabılarını çıkarıp yatağın kenarına bıraktı. Saçlarını sardığı elbiseyi çözüp yatağın üzerine serdi. Üzerine kıyafetlerini geçirdi, ayakkabılarının kayışlarını dikkatle bağladı.

Son olarak makyaj masasının önüne oturdu. Rimel, eyeliner ve gül kurusu rujunu sürerken hareketleri hızlı ama kontrollüydü. Aynadaki yansımasına kısa bir göz attı. Tarağı unutmuştu. Kaşlarını hafifçe çattı; sonra ellerini saçlarına daldırıp nemli telleri parmaklarıyla şekillendirmeye çalıştı. “Eh, idare eder,” diye geçirdi içinden.

Tam o sırada kapı çaldı.

Hızla yerinden kalktı. Koridordan geçip kapıyı açtığında karşısında bir elinde kahvaltı tepsisi ve pijamalarıyla duran Aslı’yı buldu. Aslı’nın yüzündeki gülümseme sabahın mahmurluğuna meydan okurcasına ışıltılıydı.

“Günaydııın komşuu!” dedi, sesinin sonunu muzır bir şekilde uzatarak.

Azra, nemli saçlarını geriye atarken küçük bir gülümsemeyle karşılık verdi.

“Günaydın canım.”

Aslı göz ucuyla onun saçlarına baktı, sonra merakla kaşlarını kaldırdı.

“Sen neden ıslaksın hâlâ?” dedi, bir adım içeri süzülerek.

Azra dudaklarını büzüp başını hafifçe yana eğdi.

“Dün Ebru’ya fön makinesini söylemeyi unuttum,” dedi, sesi hafif bir pişmanlık taşıyordu.

Aslı tepsiyi barın üzerine bıraktı, sonra elindeki kablosuz makineyi Azra’ya doğru uzattı.

“Al, bakalım. Tuşuna bas yeter.”

Azra makineyi alırken şaşkınlıkla incelemeye başladı.

“Teşekkür ederim ama... kablosu yok?” dedi, kafasını kaldırıp baktı.

Aslı makinenin düğmesine bastı; cihaz düşük bir vızıltıyla çalışmaya başladı.

“İhtiyacın da yok,” dedi kendinden emin bir sesle. “İstersen saçını ben yapayım.”

Azra, kısa bir kararsızlık geçirse de gülümsedi.

“Olur,” dedi usulca.

Aslı, onun arkasına geçti. Makyaj masasının taburesine tekrar oturan Azra'nın saçlarını rulo fırçayla özenle şekillendirmeye başladı. Sessizlikte yalnızca makinenin yumuşak sesi vardı. Ardından saçlarını yandan ayırdı; kulaklarının üzerinden aldığı iki tutamı burarak arkada birleştirdi. Ağzında tuttuğu lavanta desenli gümüş tokayı usulca yerleştirip sabitledi.

Azra aynadaki yansımasına baktı. Tokanın lavanta desenini fark ettiğinde kalbi hafifçe burkuldu. Aslı’nın bu detayı hatırlamış olması, onu duygulandırmıştı ama bunu belli etmedi. Yalnızca gülümsedi.

“İşte bitti,” dedi Aslı, arkasına yaslanarak. “Harika oldu. Ellerime sağlık.”

Sonra ellerini karnına götürüp abartılı bir yüz ifadesiyle,

“Hadi ama, artık kahvaltı yapalım. Açlıktan ölüyorum,” diye homurdandı.

Azra başını hafifçe salladı, dudaklarında minnet dolu bir tebessüm vardı.

"Gerçekten çok güzel oldu. Teşekkür ederim.”

İkili masaya geçti. Aslı'nın bir anda var ettiği kahvaltı sofrasında bir kuş sütü eksikti. Tabii portakal suyu dolu bardakların yanında duran beyaz sıvı kuş sütü de olabilirdi. Azra hızla kalkan kaşlarını bir gülümseme ile bastırdı. Sonra göz ucuyla Aslı’ya baktı. Hâlâ pijamasıyla oturuyordu.

“Sen neden hâlâ giyinmedin?” diye sordu, kaşlarını merakla kaldırarak.

Aslı ağzına bir lokma peynir atarken konuştu.

“Karnımı doyurayım da... sonra senin odanda hazırlanırım. Olur mu?”

Azra iç çekerek güldü.

“Tabii, olur.”

Kapı ikinci kez çaldı. Azra sandalyesinden kalktı, kapıya yürürken evin içine sessizlik çöktü. Kapının ardında Ebru vardı; yüzünde yumuşak bir tebessüm, elinde bir kâğıt.

“Merhaba. Sana bakmaya geldim… kahvaltı için,” dedi, cümlesini tamamlayamadan.

Azra dudaklarında nazik bir gülümsemeyle söze girdi. “Hoş geldin, gel içeri.”

Ebru içeri adımını atarken ayakkabısının tabanı hafifçe tahta zeminde yankılandı. Saçlarını sıkı bir at kuyruğu yapmış, rimel dışında neredeyse hiç makyaj yapmamıştı. Üzerindeki kısa kollu sarı krop ve mom jean pantolon, rahat ve pratik bir şıklık taşıyordu. Vizon rengi düz taban oxford ayakkabılarla kombinlediği görünümü sade ama karakteristikti.

“Aslı da burada. Birlikte kahvaltı ederiz diye uğramıştım,” dedi, evin içine doğru yönelerek.

Azra başıyla mutfağı işaret etti. “Biz de yeni başlamıştık. Gel bize katıl.”

Aslı, ağzı dolu bir halde başını çevirip Ebru’ya seslendi. Yanakları ceviz gibi şişmişti yine, sincap gibi. “Ebru gel, gel!” dedi, sesi tok ve mutlu.

Ebru içten bir kahkahayla karşılık verdi. Masaya yönelirken önüne bir tabak kondu. Otururken gözleri Aslı’nın pijamalarına takıldı.

“Sen hâlâ giyinmemişsin,” dedi kaşlarını hafifçe kaldırarak.

Aslı omuz silkerek ekmeğe uzandı. “Kahvaltıdan sonra giyineceğim.”

Ebru, elindeki katlanmış bir kağıdı Azra’ya uzattı. “Sana ders programını getirdim. Dün verecektim ama unuttum.”

Azra, kağıdı alıp göz gezdirdi. Satırların üstünde gezinen gözleri birkaç saniyeliğine durdu. “Sosyal Bilimler, 09:00–11:00. Fizik, 13:00–15:00. Astroloji, 16:00–18:00,” diye mırıldandı kendi kendine. Kağıdı yavaşça masaya bırakırken başını kaldırdı.

“Peki siz hangi derslere gireceksiniz bugün?”

Ebru hafifçe sandalyeye yaslandı, ayak bileğini bileğine doladı. “Benim ilk dersim Botanik. 12:00–13:00 arasında boşluğum var.”

Aslı çatalını bıraktı, dirseğini masaya koyup başını eline dayadı. “Benim ilk dersim İksir. 11:00–12:00 arası bir saat boşluğum var.”

Azra, gözlerinde bir oyunbazlıkla gülümsedi. “Öğle yemeğini hanginizle yesem acaba?”

Aslı ağzındaki son lokmayı yutarak, bir çocuk sevinciyle atıldı. “Öğle yemeğini Ebru’yla ye, benimle de oyun oyna olur mu?”

“Oyun mu?” Azra'nın sesi merakla titredi.

Aslı’nın gözleri parladı. “Evet, oyun salonuna gidelim birlikte. 11:00’de beni İnci Salon’da bekle.”

“Anlaştık,” dedi Azra gülümseyerek.

Ebru kalan çayını yudumladı, sonra programına göz attı. “Öğleden sonra benim boşluğum yok. 11:00–12:00 Felsefe, sonra 13:00–18:00 Yeti Kullanımı ve Geliştirme.”

Aslı da başını salladı. “Benim de dolu. 09:00–11:00 İksir, 12:00–13:00 Tarih, 13:00–18:00 Yeti Kullanımı ve Geliştirme.”

Azra dudaklarını büzüp abartılı bir surat ifadesiyle sızlandı. “Ortak derste olacaksınız yani… Ben tek kaldım. Sıkıntıdan patlarım şimdi.”

Ebru hafifçe başını yana eğdi, gözleri anlayışla yumuşadı. “Üzülme. Yeni insanlarla tanışırsın. Hem özel gücün ortaya çıkınca bizimle birlikte Yeti dersine de girersin.”

Aslı, Ebru’nun sözlerini onaylarcasına çenesini salladı. “Aynen öyle. Hem yarın tatil, okul dışında birlikte zaman geçiririz!”

Ebru, tabağındaki son zeytini ağzına atarken başını salladı. “Evet, yarın Perşembe. Şehir merkezine ineriz.”

Aslı sandalyesinden fırladı, heyecanı sesine karıştı. “Harika olacak! Sana şehri gezdiririz biraz. Ben şimdi üstümü değiştireyim,” diyerek odadan çıkıp Azra’nın yatak odasına yöneldi.

Ebru, gözleri hâlâ Aslı’nın arkasında, Azra’ya döndü. “Şehir çok güzeldir. Çok seveceksin bence.”

Azra kaşlarını kaldırdı, gözlerinde hâlâ mekânın büyüsüne alışamayan bir merak. “Okul böyleyse… şehir nasıldır acaba?”

Ebru omuzlarını kaldırdı. “Hayal kırıklığı olmasın, normal bir şehir sayılır. Ama güzel. Okul, öğrencilerin rahat vakit geçirebilmesi için özel olarak tasarlandı. Sen şu an alışma sürecindesin. Muhtemelen bugünü burada geçirip sonra dünyaya dönersin. Bazılarımız daha uzun kalıyor burada.”

Azra’nın gözleri daraldı. “Nasıl yani? Dünya’da sürekli uyuyorlar mı?”

Ebru başını iki yana salladı. “Hayır. İlk gelişte buraya alışana kadar, bir sorun yoksa örneğin bir kaza gibi ruh hemen dünyaya dönmek ister. Ama buraya alıştıkça, burada geçirilen süre artıyor. Mesela buradaki bir yıl, dünyada sadece 10 saatlik uyku gibi gelebilir sana. Ruh adapte oldukça süreleri sen ayarlamaya başlıyorsun.”

“Nasıl yani?” dedi Azra, sesi bu kez daha kısık.

“Mesela, dünyada bir saatlik transla burada günler geçirebilirsin,” dedi Ebru, sesinde hafif bir gururla.

“Sen yapabiliyor musun?”

“Zaman zaman. Gerektiğinde,” diye yanıtladı Ebru. Kısa ama kendinden emin.

Azra alnını buruşturdu, sesi düşündürücüydü. “Bütün bunlar çok kafa karıştırıcı. İki dünya arasında dengeyi sağlamak… kafayı sıyırmadan nasıl oluyor bu?”

Ebru gözlerini Azra’nınkilere sabitledi, cümleleri yavaşça döküldü. “Bunu bir tür hazırlık süreci gibi düşün. Dönem sonunda geçersen okula kabul edilirsin. Beyni ve ruhu güçlü olanlar bu sınavı geçebiliyor.”

Azra'nın sesi, içini saran karanlık düşüncelerin gölgesinde kısıldı. “Peki ya geçemeyenler?”

Ebru, bir an sessiz kaldı. Sonra yüzüne ciddi bir ifade yerleşti. “Genelde Dünya’daki ruh ve sinir hastalıkları kliniklerinde, sakinleştiricilerle uyutuluyorlar. Sonra da burada ruh avcısı olarak başımıza bela oluyorlar.”

Azra'nın içi ürperdi. Sesini zorla çıkardı. “O bana saldıran yaratık… bizden biri miydi?”

Ebru gözlerini kaçırmadı. “Önceden öyleydi.”

Azra'nın içi kasıldı. Bir gölge gibi kalbine çöken hüzün, boğazına oturdu. Kafayı sıyırmak... bir karabasana dönüşmek... kendini kaybedip o yaratıklardan birine dönüşmek... Bu düşünce, ilk kez bu kadar yakındı ve gerçekti.

Azra’nın zihninde yankılanan düşünceler, Aslı’nın neşeli sesiyle aniden dağıldı.

“İşte hazırım! Nasıl olmuşum?” dedi Aslı, avuçlarını gökyüzüne çevirip parmak uçlarında dönerek.

Salopetin askılarından biri kaykılmıştı, içindeki bembeyaz tişörtle birlikte görüntüsü dağınık ama özenle seçilmiş gibiydi. Beyaz-mavi espadriller adımlarına hafiflik katıyor, kıvırcık tarçın saçlarının arasına bağladığı mavi bandana alnında bir fiyonk gibi duruyordu. Yüzü ışıldıyordu; turuncuya çalan gözleri, uzun kirpiklerinin altından muzipçe parıldıyordu.

Ebru, onu baştan aşağı süzüp dudaklarını araladı. “Güzel,” dedi, sesi hafif ve mesafeliydi.

Azra ise, gözlerinde oluşan kısa bir ışıltıyla gülümsedi. “Sevimli.”

Aslı kaşlarını kaldırdı, bir adım yaklaştı. Dudaklarını büzüp hafifçe burun kıvırdı. “Ee? Bu kadar mı? Hadi ama, biraz daha övün beni. İnsan biraz abartı bekliyor.”

Gözleri dans eder gibiydi; şeftali tonlarındaki ruju, kahkahasının altından parlayan dişleriyle daha da belirginleşiyordu.

Azra, onun bu haline karşı koyamadı. “Rujunu beğendim. Gerçekten sana çok yakışmış.”

Aslı ellerini beline koyup başını iki yana salladı. “Peh, övgü özürlüsünüz. Hadi yürüyelim.”

Üçü birlikte dışarıya adım attılar. Gün, yavaş yavaş ısınıyor, çimenlerdeki gölgeler uzuyordu. Can’ın evinin önüne geldiklerinde penceresi hızla açıldı.

“Kızlar! Durun! Beni de bekleyin!” diye seslendi Can, kafasını camdan uzatarak.

Az sonra evin kapısı açıldı ve Can dışarı fırladı. Üzerinde açık yeşil gömlek, altında haki renkte bir pantolon vardı. Koyu kahverengi corcik ayakkabılarla tamamladığı görünümüne, yukarıdan minik bir topuzla toplamış mavi saçları ayrı bir enerji katıyordu. Adımları hafifti ama ifadesi hazırlıksız bir heyecan taşıyordu.

Ebru’nun bakışları, Can’a değdiği anda irkildi. Yanaklarına yayılan hafif pembelik gözlerinden kaçmadı. Gözlerini hızla kaçırdı ama o küçük titreme herkese fark ettirdi kendini.

Can, hafifçe gülümsedi, omuzlarını gererek onlara yaklaştı. “Günaydın kızlar. Çok hoş görünüyorsunuz,” dedi, sesi sabah serinliğinden çıkıp yeni uyanmış bir sıcaklık taşıyordu.

“Teşekkürler,” dediler hep birlikte, içlerinden gelen kısa bir uyumla.

Can’ın bakışları Ebru’ya kaydı. Sesi, bu defa daha yumuşak, daha dikkatli geldi. “Ebru, sen de çok güzel görünüyorsun.”

Ebru, dudaklarının kenarına yayılan gergin bir tebessümle başını eğdi. Gözlerini kısa bir an yere sabitledikten sonra hafifçe başını kaldırdı. “Teşekkürler… sen de öyle,” dedi, sesi kırılgan bir ip gibi inceydi.

Sözlerin arasına yayılan o küçük, sessiz an... Kalplerin senkronize atıp durduğu bir boşluk gibi geçti aralarından.

Aslı, gözlerini onlardan ayırmadan dudaklarının kenarını yukarı kıvırdı, hafifçe mırıldandı. Azra gülmemek için dudaklarını bastırdı. Ama o sessiz kahkaha, gözlerinin içine çoktan yerleşmişti.

Ebru, ikisine kısa ama uyarıcı bir bakış attı. Can ise, yanaklarına kadar yayılan utangaç bir tebessümle yere bakıyordu.

Bir anda Aslı, sanki gerçek bir şeyi hatırlamış gibi Azra’nın koluna yapıştı. Gözlerinde yapmacık bir telaş vardı ama sesi tüm sahneyi keskin bir şekilde böldü.

“Azra! Nasıl unuttum ya! Sana bir şey göstermem lazım,” dedi aceleyle. “Biz önden gidiyoruz çocuklar! Derse girmeden önce halletmemiz gereken bir şey var. Sonra görüşürüz!”

Azra, onun bu küçük tiyatrosunu kolayca okudu. Ama sorgulamadı, sadece yürüdü. Ebru ve Can’ı geride bırakıp hızla okula girdiler. Zümrüt Salon’a vardılar. Aslı, çeşmenin önünde durdu, kollarını iki yana açıp derin bir nefes aldı. Göğsü hafifçe inip kalktı, ardından gözlerini Azra’ya çevirdi.

“Daha ne kadar böyle domates gibi birbirlerine bakıp duracaklar acaba?” dedi, sesi yarı sitem, yarı merak doluydu.

Azra gözlerini kısmış, düşünceli bir ifadeyle başını sallıyordu. “İkisi de sevdiğini söyleyemiyor.”

Aslı, hızla başını çevirdi. “Neden bu kadar zor ki? Birini seviyorsan söylersin. Bitti gitti.”

Azra, onun bu kendinden emin haline kaşlarını çatarak baktı. “Sen birini seviyor musun?”

Aslı, hiç tereddüt etmeden cevapladı. “Evet. Tabii ki seviyorum.”

Azra’nın gözleri kısıldı. “Kimi?”

Aslı bir adım yaklaştı, gözlerinde şaka ile ciddiyet arasında gidip gelen o tanıdık parıltı vardı. Çenesinin altında ellerini birleştirip sahne ışıkları altındaymış gibi başını yukarı kaldırdı.

“Kendimi. Kendimi. Kendimi. Canım kendim.”

Azra bu abartılı gösteriye kendini tutan bir kıkırdama ile karşılık verdi omuzları hafifçe sarsılırken, "Bir narsistle karşı karşıyayım sanırım," dedi sonra derin bir nefes alıp kendini toparladı ve gözlerini kısıp yüzünü yapmacık bir şekilde buruşturdu. "Gerçi ben pek sevilecek bir şey de göremiyorum."

O, son cümleyi söyledikten sonra Aslı, Azra’nın burun ucuna kadar yaklaştı. Gözlerini kısmış, başını hafif yana yatırmıştı. “Yoksa senin gözlerin mi bozuk?” dedi alaycı bir sesle.

Azra, gülmesini artık tutamadı. Kahkahası salonun boş duvarlarına çarparak çoğaldı. “Gözlerim gayet sağlam ama… yarın seni bir göz doktoruna götürelim.”

Aslı, burnunu kırıştırıp gözlerini kıstı. “Gıcık,” diye homurdandı, sonra gülümsedi. O an, sabahın tüm tazeliği gözlerinin içinde titreşiyordu. Sonra birbirlerine takılmaya devam ederek asansörlerin olduğu koridora yürümeye başladılar.

Asansör kalabalıktı; içerideki öğrenciler, sabah uykusunun pusuyla birbirlerine çarpmadan durmaya çalışıyordu.

“Sosyal bilimler,” dedi Azra komutunu vererek.

“Laboratuvar,” diye ekledi Aslı, göz kırparak.

Asansör katlara uğrarken önce Aslı indi. Arkasını dönmeden elini havaya kaldırıp kahkahasını bastıran bir tonla bağırdı:

“Saat on bir, İnci Salon! Bekle beni bebek!”

Kapılar kapanırken, arkasından gelen bulaşıcı neşesine Azra istemsizce gülümsedi.

Biraz sonra, içeriden iki öğrenciyle birlikte Azra da indi. Geniş amfinin yarı loş ışığında göz gezdirdi ve arka sırada oturan, başı koltuğun arkalığına düşmüş bir siluet dikkatini çekti. Yavaşça yaklaştı. Arda’ydı bu gevşek omuzları, yorgun yüz hatları ve arada bir inip çıkan göğsüyle uyukluyordu.

Azra sessizce yanına oturdu. Aniden açılan kapıyla içeriye giren kişi, tüm ilgiyi üzerine çekti. Lapis taşı gibi parlayan gözler, turuncuya çalan saçlar, kırmızı küloş elbisesi ve ince topuklu ayakkabılarıyla Rüya, salonu bir film setine çevirmişti.

“Merhaba arkadaşlar,” dedi, sesi net ve büyüleyiciydi. “Benim adım Rüya. Bilmeyenler için... özel gücüm cazibe.”

Azra’nın gözleri büyüdü. İşte o an, neden bu kadını bu kadar etkileyici bulduğunu anlamıştı. Sınıfın içinden ‘merhaba’ ve ‘günaydın’ karışımı boğuk sesler yükseldi. Sessizlik yeniden çökerken, Arda’nın burun deliklerinden geçen derin bir soluk, aniden yerini horultuya bıraktı.

Rüya, dudaklarında hafif bir tebessümle başını ona çevirdi.

“Demek aramızda hâlâ uyanamayanlar var,” dedi, sesini alaycı bir şefkatle yumuşatarak. “Arda, kalk yerine yat. Annem, üşüteceksin.”

Arda, gözlerini yarı aralayarak mırıldandı:

“Anne… beş dakika daha...”

Sınıf kahkahalarla doldu. Azra, dirseğiyle Arda’yı dürttü.

“Arda!”

Arda, ani bir refleksle doğrulup gözlerini açtı.

“Azra!” dedi, gözleri korkuyla büyümüştü. Sonra tanıdık simayı fark edince bir rahatlama dalgasıyla ona sarıldı.

“Rüya değilmiş,” dedi nefes nefese.

Azra, şaşkınlıkla bir adım geri çekildi.

“Kabus mu gördün sen? Benimle mi ilgiliydi?”

Arda, alnındaki ter damlalarını eliyle sildi, gözleri kısa bir an Azra'nınkine takıldı. Sonra bir şey hatırlamış gibi hızla geri çekildi.

“Yok… önemli değil,” dedi, sesi bu kez belirgin bir soğukluk taşıyordu. “Sadece bir kabustu. İyi olmana sevindim.”

Azra'nın kaşları çatıldı. Onun yüzündeki o kısa anlık tedirginliği fark etmişti. Ama daha fazlasını soramadan Rüya’nın sesi salona yeniden yayıldı:

“Evet arkadaşlar… insan iletişiminde kullandığımız dil becerileri ve terimler...”

Azra, turuncu defterine bir şeyler karalayıp defteri Arda’ya uzattı.

‘Yarın şehir merkezine gideceğiz. Bizimle gelmek ister misin?’

Arda göz ucuyla notu okudu. Kısa bir cevapla defteri geri verdi:

‘Kimler var?’

‘Ben, Ebru ve Aslı.’

‘Tek erkek ben mi olacağım? Sıkılırım.’

Azra, kalemini oynatarak hızlıca yazdı:

‘Can’ı da davet etmeyi düşünüyorum. Hatta gelirse Ali’yi de.’

Arda, dudak kenarını hafifçe yukarı kıvırdı, ardından kalemi aldı:

‘Ece’yi de çağır.’

‘Benden hoşlanmadığını, aynı ortamda bile bulunmak istemediğini söyledi.’

‘Senin yerine ben davet edeyim. O gelirse, gelirim.’

Azra, kalemini yere bırakıp yüzüne ters bir bakış attı.

‘Ece senin annen mi? Yoksa sen annesinin dizinin dibinden ayrılmayan bir erkek çocuğu musun? Gelmezsen gelme!’

Arda, başını yana yatırıp gülümsedi:

‘Hemen sinirlenme :)’

‘Sinirlenmiyorum. Hıh.’

‘Öf, tamam geliyorum.’

‘İyi.’

‘Gülümsemezsen gelmem.’

Azra, gözlerini devirdi. Arda, iki işaret parmağını dudak kenarlarına yerleştirip yukarı itti. Bu çocukça hareket, Azra’nın istemsizce gülümsemesine sebep oldu.

O sırada Rüya’nın sesi sınıfa geri döndü:

“…Mimikler ve jestler, iletişimde çok önemlidir. Jest olarak tanımladığımız hareketler, sözcüklerin ötesine geçer...”

Azra bir süre dersi dinlemeye çalıştı ama gözleri hâlâ Arda’da takılıydı. Bugün garipti. Solgun görünüyordu. Üzerindeki kan kırmızısı tişört, siyah dar paça kotun üstüne düşüyordu. Ayakkabıları çamur içindeydi. Saçları darmadağınıktı, uykudan yeni uyanmış gibiydi. Arada bir ellerini havaya kaldırıyor, sus işareti yapıyor ya da sıkılmış gibi omuzlarını silkiyordu.

Azra başını iki yana sallayıp gözlerini tahtaya çevirdi. Ne zaman ortaya çıkacaktı onun gücü? Artık kendini tanımak istiyordu. Neler yapabileceğini bilmek...

Tam o sırada Arda'nın sesi sınıfı kesti:

“Yeter artık be! Kes sesini! Bu da kafa!”

Herkes bir anda başını çevirip ona baktı. Rüya, yüzünde hafif bir merak ifadesiyle ona döndü.

“Bana bir şey mi söyledin Arda? Bir sorun mu var?”

Arda, gözlerini devirdi. Sanki bir patlamanın eşiğindeydi.

“Evet sorun var! Cazibeniz yüzünden, tam bir saat kırk beş dakikadır size ilan-ı aşk eden… Osmanlı’dan kalma, fesli, pala bıyıklı bir hayalet... kafamı şişiriyor! Üstelik kurduğu cümlelerin yüzde seksenini bile anlamıyorum!”

Sınıf kahkahaya boğuldu.

Rüya, göz kırptı. “Göndersene o zaman.”

Arda, gözlerini kıstı. “Gitmiyor.”

Rüya bıkkınlıkla iç çekti. “Arda, yapabiliyor olman lazım artık.”

Arda ona kaşlarını çattı. “Bazıları inatçı oluyor. Gitmiyor işte.”

Rüya başını iki yana salladı, ardından sesi tekrar yumuşadı.

“Neyse arkadaşlar. Dersin bitmesine on dakika kaldı zaten. Bugünlük bu kadar yeter.”

Sınıf yavaş yavaş boşalmaya başlarken, Arda ve Azra yerlerinden kıpırdamadılar. Sessizlik, dersliğin üstüne çökerken, içeride kalan tek yankı Azra'nın duymadığı ama hâlâ Arda'nın başındaki hayaletti.

Arda, dirseklerini sıraya dayamış. Başını ellerinin arasına almıştı. Azra, temkinli bir şekilde ona doğru eğildi.

“İyi misin?” diye sordu, sesinde yumuşak ama dikkatli bir tını vardı.

Arda başını kaldırmadan konuştu, sesi kuru ve alaycıydı. “Sen de diğerleri gibi, ucube olduğumu düşünüyorsun değil mi?”

Azra hafifçe gülümsedi, kaşlarının arasında derin bir çizgi belirdi. “Hayır, düşünmüyorum. Aksine, çok özel ve… havalı olduğunu düşünüyorum.”

Arda, nihayet başını kaldırıp gözlerinin içine baktı. Gülümsemesinde buruk bir ironi vardı. “Kötü bir yalancısın.”

“Tamam.” Azra ellerini iki yana açarak başını hafifçe yana eğdi. “Belki çok havalı görünmüyorsun. Biraz… asi, biraz dağınık. Ama yeteneğin özel, bunu inkâr edemem. Ve kim sana ucube dediyse yemin ederim, ağızlarını kırarım.”

Arda'nın gülümsemesi gerçekti bu kez. Gözlerinin kenarında kırışıklıklar belirdi. “Bak, buna inanırım. Kırarsın.”

Azra gözlerini devirerek gülümsedi. “Ben Aslı’yla oyun salonuna gidiyorum. Gelmek ister misin?”

“Hayır.” Arda iç çekti, gözlerini başka yöne çevirdi. “Yemekhaneye geçeceğim. Sonra görüşürüz.”

Azra başını salladı, fazla üstelemeden uzaklaştı. Asansöre bindiğinde Arda’nın hâlâ aynı yerde, aynı pozisyonda durduğunu fark etti.

İnci Salon’un bekleme alanı geniş ve loştu. Camdan süzülen solgun gün ışığı, inci zeminde titrek gölgeler bırakıyordu. Azra boş bir masaya oturup çevresine göz gezdirdi. Aslı, elinde plastik bir tüp, gözünde hâlâ dev laboratuvar gözlüğüyle yürüyordu.

“Şunu artık çıkarır mısın?” dedi Azra, kaşlarını kaldırarak. “Siyah olsa, ünlü birinin cenazesine gidiyorsun sanacağım.”

Aslı gözlüğü hafifçe indirip suratını buruşturdu, sonra şapşalca sırıttı. “Öyle mi? Ben havalı olduğunu düşünmüştüm.”

Azra ona gözlerini devirdi ve homurdandı. “Yanıldın.”

Aslı ona sıcak bir gülümseme gönderdi. “Hadi gidelim.” Gözlüğü saçlarına takıp koluna girdi.

Asansörle yukarı çıktılar. Oyun salonunun renkli ışıkları yüzlerine vururken, Aslı bir konsola yöneldi ve direksiyonu işaret etti. “Buraya otur. Sana göstereceğim.”

Direksiyonun başına geçip gözlüklerini taktılar. Aslı hızla anlatmaya başladı gaz, fren, dönüşler. Anlatırken ellerini havada gezdiriyor, sesi heyecanla yükseliyordu.

Azra, gözlerini yoldan ayırmadan sordu. “Aslı, bir şey soracağım.”

“Dinliyorum.”

“Ruh avcıları… Bizim gibiydi değil mi bir zamanlar?”

“Evet.” Cevap kısa ve netti. “Delirenler.”

Azra dudağını ısırdı. “Peki, Ebru beni kurtarırken… Onu öldürdü mü?”

“Hayır. Kaçırdı.”

“Kaçırmasaydı öldürecekti yani?”

Aslı başını salladı. “Onları öldürmek kolay değil. Ruhları avlayıp bedenlerinde hapsediyorlar. Ne kadar çok ruh, o kadargüç.”

“Yalnızca öğrencileri mi?”

“Herkesi… Öğrenci, öğretmen fark etmiyor. Hah! Tur benim, daha hızlı olman gerek!”

Azra dişlerini sıkarak gaza bastı.

“Peki, ruhları avlananların bedenleri… Ölüyor mu?”

“Hayır.” Aslı’nın sesi düşmüştü. “Genelde dünyada bitkisel hayattalar. Ruhları hapsedilmiş, bir kafeste gibiler.”

“Ne zamana kadar?”

“Dünyadaki bedenleri ölünceye kadar.”

“Bitkisel hayattakiler mi sadece? Yoksa akıl hastaları da mı var?”

“Her ikisi de.”

Azra sesini alçalttı. “Ya… iyileştirirsek onları? Akıl hastaları düzelirse… ruhlar da kurtulmaz mı?”

Aslı bir kahkaha attı. “Yine tur benim! Hadi ama biraz ciddiyet!” Sonra, sesi ciddileşti. “Bu bizim boyumuzu aşar. Hepsini dünyada tek tek bulup tedavi edemezsin. Burada da bizden güçlüler. Sadece onları öldürürsen hapsettikleri ruhları serbest bırakabilirsin tabii hâlâ ölmemişlerse. Ama öldürmek… kolay değil.”

“Ben öldürmekten değil, iyileştirmekten söz ediyorum.”

Aslı’nın gözleri alev aldı, yüzü sertleşti. “Bu imkânsız.”

Azra gözlerini kısmıştı. “Denenmiş mi ki bunu söylüyorsun?”

“Asla. Ama mümkün olsaydı çoktan denenirdi.”

Azra gözlüğünü çıkarıp Aslı’ya döndü. “İmkânsız diye bir şey yoktur. Denemeden bilemeyiz.”

Aslı bir adım yaklaştı, gözleri parlarcasına kıvılcımlandı. “Azra, böyle bir şey yok. Ve olmayacak. Unut bunu!”

Azra geri çekildi. Kalbi hızla çarpıyordu. Gözleri Aslı’nınkine kilitlendi.

“Sen… gücünü mü kullanmaya çalıştın?”

Aslı donakaldı, gözleri bir an boşluğa kaydı. “Hayır. Kullanmadım. Sadece endişelendim. Demin ne konuştuğumuzu hatırlıyor musun?”

Azra tereddüt etmeden yanıtladı. “Evet. Ruh avcılarını iyileştirmekten bahsediyordum.”

“İşte bu. Gücümü kullansaydım, bunu hatırlamazdın. Sadece… seni korumaya çalıştım. O an kontrolümü kaybeder gibi oldum. Özür dilerim.”

Azra derin bir nefes aldı. “Tamam. Sorun değil. Henüz gücümün ne olduğunu bile bilmiyorum. Sadece öğrenmek istedim.”

Aslı başını eğdi, gözleri yumuşadı. “Haklısın. Sen daha çok yenisin. Benim hatam. Ama… bu yaratıklar çok güçlü. Eğer onlara yardım etmeye çalışırsan, kaybolmandan… ya da öl­menden korkuyorum.”

Azra omuz silkti, sesi daha sakindi artık. “Zaten bu zamana kadar kimse düşünmemiş olamaz böyle bir ihtimali.”

Aslı göz kırptı. “Ayrıca seni yendim. On tur bindirdim!”

“Bu sayılmaz!” dedi Azra, gülerken. “İlk defa oynuyorum.”

“Mızıkçılık yapma. Yenildin işte.”

“Tamam, ama bir dahaki sefere ben kazanacağım.”

Aslı kolunu savurdu, gösterişli bir reverans yapar gibi. “Her zaman hazırım, bebek," dedi ve göz kırptı. "Şimdi derse gitmeliyim. Okuldan sonra görüşürüz. Sen eve mi gideceksin yoksa bir oyun daha mı?”

Azra başını olumsuz anlamda salladı. “Evet eve giderim. Dersler beni yoruyor. Henüz alışamadım.”

Aslı ona anlayışla gülümsedi. “Peki. O zaman akşama bana gel, kahve benden.”

“Bu akşam erken yatacağım. Yarın şehire enerjim olsun.”

Aslı alaycı bir şekilde kıkırdadı. “Peki, benden sıkılma diye fazla ısrar etmeyeceğim… şimdilik.”

Azra gözlerini devirdi. “Teşekkürler.”

Asansöre bindiler. Sessizce aşağı indiler. Aslı tarih sınıfında indi, Azra yemek salonuna yöneldi.

“Yarın görüşürüz o zaman,” dedi Aslı kapıdan çıkarken.

“Görüşürüz,” diye yanıtladı Azra, gözleri hâlâ onun ardından takılıyken.

Havanın ılıklığı Azra'nın teninde hoş bir tat bırakırken, kuşların ve akan nehrin sesi, çatalların serzenişi, fonda uğuldayan sohbetlerle yarışıyordu. Ebru, masaya yerleşirken göz ucuyla etrafa bakındı. Azra’yı fark ettiğinde yüzüne yumuşak bir tebessüm yayıldı.

Azra adımlarını hızlandırıp yanına yaklaştı.

“Merhaba,” dedi, Ebru sesinde günün ağırlığını bastıran bir sıcaklık vardı. “Nasıl geçti ders? Yeni biriyle tanıştın mı?”

Azra çantasını usulca çıkarıp yanına bıraktı. Bakışları kısa bir an için uzaklara, masaların kalabalığına kaydı. Omuzlarında çöreklenmiş yorgunluğu saklamaya çalışmadan yanıtladı.

“Arda ile aynı dersteydik.”

Ebru’nun kaşları bir anda havalandı, ifadesi canlandı. Sanki beklediği haber buydu.

“Aa, iyi olmuş. Yalnız kalmamışsın.” Sonra Azra'nın cezalı olduğunu hatırlayıp tatlı bir gülümseme ile sordu, “Ne yemek istersin?”

Azra'nın tavırlarında hafif bir çekingenlik vardı, kararsız bir çocuk gibi başını yana eğdi.

“Çilekli yoğurt.” Sonra gözlerini tekrar Ebru’ya çevirdi. “Yarın için Arda’yı davet ettim. Eğer senin için sorun olmazsa Can’ı da çağırmak istiyorum.”

Ebru, dudak kenarında beliren hafif bir kıvrımla yanıtladı.

“Can’ı çoktan davet ettim. Yarın gelecek.” Azra yoğurdunun kapağını sessizce açarken, Ebru’nun bakışları dikkatle onun yüzünü yokladı.

Azra kaşığını eline aldı ama yemeğe başlamadan konuştu.

“Bir de Ali’yi çağırmak istiyorum. Görebilirsem.”

Ebru başını olumlayarak salladı, domatesi çatalına geçirirken bakışlarını tabağına çevirdi.

“Yeti geliştirme dersinde olacak. Senin yerine ben söylerim.”

“Teşekkür ederim,” dedi Azra gözleri bir kere daha uzaklara dalarken.

Ebru’nun yüzü ciddileşti. Elleri, tepsinin kenarında birbirine dolandı. İçindeki endişeyi bastıramadan sordu:

“Canını sıkan bir şey mi var Azra? Keyifsizsin.”

Azra’nın parmakları kaşığın sapında sıkılaştı. Bakışları yemeğine değil, karşısındaki su bardağının içine sabitlenmişti. Bir an durdu, sonra içini çekerek konuştu:

“Aslı’ya yenildim.”

Ebru, bu cevaba hazırlıksız yakalanmış gibi bir an duraksadı. Gözlerinde beliren merak, gülümsemenin yerini aldı.

“Ne oynadınız?”

“Araba yarışı.”

Ebru kahkaha atmamak için dudaklarını sıktı. Gözlerini devirdi ama yüzünde sevecen bir ifade vardı.

“E tabii. Seni en iyi olduğu oyunda ezmiş. Bir dahaki sefere sen seç. Aslı’yı yarışta geçmek neredeyse imkânsız.”

Azra’nın kaşları çatıldı, ama bu kırışıklık uzun sürmedi. Sessizlik bir süreliğine masaya çöreklendi. Sonra sesi tekrar yükseldi bu kez biraz daha derin, biraz daha savunmasız.

“Aslında… başka bir şey daha var.”

Ebru’nun omuzları hafifçe gerildi. Bakışları birden ciddi bir tona büründü.

“Ne oldu?”

Azra'nın sesi neredeyse fısıltıya dönmüştü.

“Ruh avcıları...

Ebru derin bir iç çekişle kaşlarını hafifçe çattı. Zümrüt gözlerini Azra'ya kilitledi. "Ne olmuş onlara?" dedi, sesi beklediğinden sert çıkmıştı.

Azra derin bir nefes alıp sırtını dikleştirdi. Aslı ile yaptığı bütün konuşmayı olduğu gibi Ebru'ya anlatmaya başladı.

Ebru'nun mimikleri değişmedi, ama göz bebekleri büyüdü. Gözlerini Azra’nınkinden ayırmadan dinledi. Cevap vermeden önce dudaklarını ısırdı, çatalı yavaşça tepsiye bıraktı.

“Üzülmeni anlıyorum. Yardım etmek istemeni de. Ama bu… çok tehlikeli Azra. Aslı haklı. Uzak durmalısın.”

Azra bir şey söylemedi. Göz kapakları ağırlaştı. Dudaklarındaki çizgi sertleşti ama içinde fırtınalar koptuğunu yalnızca sustuğunda anlayabiliyordun.

Kısa bir sessizliğin ardından konuyu dağıtmak istercesine başını kaldırdı.

“Yarın Can’la küçük bir randevu gibi mi olacak? İstersen sizi yalnız bırakabiliriz.”

Ebru bir anda başını iki yana salladı, gözlerini devirdi. Kızarıklık yanaklarında hızlıca yayıldı.

“Hayır. Hep birlikte takılacağız. Sabah yaptığınız gibi bir şey yapmayın yine.”

Azra sinsice sırıtarak yaklaştı.

“Hâlâ senden hoşlandığını söylemedi mi?”

Ebru bir anda gözlerini kaçırdı. Yanaklarındaki renk derinleşti.

“Hayır.”

“Sen söyle o zaman.”

“Utanıyorum, Azra.”

“Hislerinden utanma. İstersen küçük bir not bırakayım defterine: ‘Ebru senden hoşlanıyor – Not: bir dost.’”

Ebru’nun gözleri kocaman açıldı. “Ölmek istiyorsun sanırım.”

Azra kahkaha attı. “Henüz çok gencim.”

Ebru gülerken başını masaya yasladı, sonra mırıldandı:

“Yarın… biraz daha yakın davranmayı planlıyorum. Belki bir şeyler söyler.”

Azra parmağını tehdit edercesine salladı.

“Karşılıklı domates gibi kızarmayın da… dalga geçerim.”

Ebru yüzünü buruşturdu, "Tam bir gıcıksın sen ya!" Sonra gözlerini devirdi, "sanki elimde," gözleri bir anlığına uzaklara daldı ve dudakları hafifçe kıvrıldı.

“Onu görünce… kalbim yerinden çıkacak gibi oluyor. Düşünemiyorum bile.”

Azra’nın sesi yumuşadı ama alaycılığı barizdi.

“Demek kazık gibi durmanın sebebi buymuş.”

Ebru burnunu kırıştırdı. “Evet. Kazık gibi kaskatı durmamın sebebi bu,” dedi sonra gözlerini bir kere daha devirdi. “Bayan Gıcık.”

Azra'nın dudakları genişledi gözlerinde muzip bir parıltı belirdi. “Tamam tamam, ısıtacağım ben sizi.”

Ebru'nun gözleri irileşti ellerini itiraz ile havada sallmaya başladı. “Sakın! En ufak bir şey yapma.”

Azra tek kaşını kaldırdı beyaz dişleri dudaklarının arasında parıldadı. “Söz veremem.”

Ebru yalancı bir ciddiyetle kaşlarını çattı. “Seni gerçekten öldürürüm.”

Azra ona göz kırptı “Kurallar gereği yapamazsın" dedi muzipçe.

“Kurallar mı?” Ebru küçümseyerek güldü. “Peh. Kurallar ne içindir?”

Azra'nın kaşları şaşkınlıkla havalandı. “Hey! Bu benim lafım.”

Ebru birden duraksadı sonra yüzüne vuran pembelikle gözlerini kaçırdı. “Öyle mi?”

Azra yalancı bir ciddiyetle kaşlarını çattı. “Ayıp ayıp. Bir de öğrenci temsilcisi olacaksın. Biraz sorumluluk," dedi takılarak.

Ebru masaya parmaklarını üç kez vurdu. “Peki müdüre hanım!”

Gülüşmeleri bir kez daha kalabalıkta boğuldu. Masadan kalkarken hâlâ tebessüm ediyorlardı.

“Hadi, derse gidelim” dedi Ebru çantasını koluna asarak. Azra onu onayladı. Kendi çantasını sırtına astı.

“Tamam. Ali’yi unutma," diye hatırlattı.

“Unutmam,” dedi Ebru yemekhanenin kapısına doğru yürürlerken.

Asansöre bindiklerinde kısa bir an için göz göze geldiler. Azra "fizik sınıfı," diyerek komutunu verirken, Ebru ise "Ön bahçe" demişti. İlk inen Ebru oldu bir grup öğrenci ile birlikte Azra'ya kısa bir selam verip kendini bahçeye attı.

Azra sınıfa girdiğinde Can, sınıfın en ön sağ sırasında oturuyordu. Başını çevirip Azra’yı görünce bir elini havaya kaldırdı, gözlerinde rahat ama dikkatli bir ışık vardı. Azra, sıradan geçen sabahın aksine, içinden yükselen garip bir titreşimle yürüdü ona doğru. Çantasını sessizce yere bıraktı, Can’ın yanına oturdu.

“Merhaba,” dedi Azra sesi yumuşak, ama içinde hafif bir sorgu gizliydi. Kelimeleri doğrudan değil, bir iç çekişle dışarı bıraktı. “Hâlâ Ebru’ya açılmamışsın.” Can hafifçe güldü ama gözlerini kaçırdı, başını eğdi. “Yarın söyleyeceğim. Söz veriyorum.”

Azra, parmaklarını sırasının kenarına vurdu. Hafif bir kıpırtıyla, göz ucuyla onu süzdü. “Ortam yaratmamı ister misin?”

Can’ın kaşları kalktı, başı bir anda Azra’ya döndü. “Ne demek ortam yaratmak?”

Azra, gülümsemesini biraz daha belirginleştirdi. Gözlerinde hafif bir oyunbazlık vardı. “Yani baş başa kalabileceğin bir an ayarlayabilirim. Kalabalığın ortasında teklif etmek istemezsin herhalde.”

Can'ın gözleri bir an parladı, ardından göz kapakları yarı yarıya indi; düşüncesi, duygusunun arkasında bir siper kurmuş gibiydi. “Bunu cidden yapar mısın?”

Azra omuzlarını silkerek yaylandı. “Yaparım tabii. O iş bende.”

“Harikasın,” dedi Can. Gülümsemesi bir çocuğun gizli bir hayali paylaşırkenki heyecanını taşıyordu.

Tam o sırada kapı açıldı. Geniş omuzlu, özenle seçilmiş gri bir takım elbise giymiş biri içeri adım attı. Gümüş saat zinciri yeleğinden sarkarken her adımı bir ritimle ilerliyor gibiydi. Altın sarısı saçları geriye doğru taranmış, çimen yeşili gözleriyle sınıfı tararken, yüzündeki çizgiler heykeltraş eli değmişçesine netti.

“Merhaba arkadaşlar,” dedi sesi, bir tiyatro sahnesinde yankılanan profesyonel bir aktörün tonuyla. “İsmim Batu. Yeni öğrenciler için söylüyorum; özel yeteneğim şekil değiştirme. Lütfen bana Batu Bey deyin.”

Ardından, yazı tahtasına yürüdü. Parmaklarıyla tebeşiri seçerken hareketlerinde incelikli bir disiplin vardı. “Bugünkü konumuz: Atom kavramı ve modern atom teorisi...”

Can hemen önüne döndü, notlarını açtı. Azra ise başını yavaşça yana çevirdi. Gözleri, Batu’nun üzerinden geçerken her ayrıntıyı belleğine kazıyor gibiydi. Elmacık kemiklerinin belirginliği, çenesindeki simetrik keskinlik, adımlarındaki ritmik ölçü... Bu adam bir öğretmen değil, başka bir türden heykel gibiydi.

“Azra Hanım,” dedi Batu aniden, sesi keskin bir bıçak gibi sınıfın havasını yardı. “Empedokles’in atom tanımını bizimle paylaşır mısınız?”

Azra irkildi, ama toparlanması sadece bir saniyesini aldı. “Empedokles, maddenin dört temel unsurdan toprak, su, hava ve ateşten oluştuğunu savunuyordu. Ona göre bu elementler atomları oluşturuyordu. Aristo da bu görüşü kabul etmişti.”

Batu başını yavaşça salladı. “Teşekkür ederim. Evet, ilk bilimsel atom kuramı Dalton tarafından ortaya atılmıştır. Şimdi ona geçelim…”

Can sessizce Azra’ya dönüp bir göz kırptı. “Fizikte bana rakip mi gelmiş ne?” dedi alçak sesle, sesi haylaz bir tebessümle birlikte süzüldü.

Azra başını eğerek mırıldandı. “Fiziği severim. Ama Batu Bey... taş gibi.”

Can bir kaşını kaldırdı, kağıt kalemden ayrıldı. “Taş derken?”

Azra gözlerini devirdi, yüzünde bastırılmış bir kahkaha kıpırdanıyordu. “Yani sanki binayı yaparken onu da yontup yanına koymuşlar.”

Can gülmemek için dudağını ısırdı. “O kadar beğendiysen, açıl bence.”

Azra koluyla onu dürttü, ama yanaklarına yayılan pembe renkten kaçamadı. “Saçmalama. Beğenmek başka, hoşlanmak başka.”

Can gözlerini devirdi. “Aman ne fark... Batu Bey’in gözü keskindir. Dersi dikkatle dinle.”

Azra başını salladı. “Tamam, tamam. Sustum.”

Ders sona erdiğinde Batu tahtadan geri döndü. “Görüşmek üzere arkadaşlar. Çıkabilirsiniz.”

Sınıf yavaşça boşalırken Azra çantasını topladı. “Can, dersin var mı şimdi?”

Can ayağa kalkarken saatine baktı. “Edebiyat dersi. Hemen çıkmam gerek.”

Azra başını eğdi. “Tamam. Ben de sana bir şey soracaktım ama sonra konuşuruz.”

Can durdu, ona döndü. “Ne soracaktın?”

Azra omuzlarını kaldırdı, dudakları küçüldü. “Oyun salonunda araba yarışını öğretebilir misin diyecektim.”

Can bir anda güldü. “Aslı’ya mı yenildin yoksa?”

Azra başını eğdi, gözleri yerdeydi. “Evet...”

Can omuzuna çantasını geçirirken gülümsedi. “Tamam, bir sonraki sefer yardım edeceğim. Şimdi kaçmam gerek.”

“Yarın görüşürüz,” dedi Azra.

Can arkasını dönerken bir elini kaldırdı. “Görüşürüz.”

Azra bir süre yerinden kalkmadı. Sonra ağır adımlarla sınıftan çıktı. Asansöre bastı, sessizlikte kendi iç sesiyle baş başa kaldı. Yukarı çıktığında oyun salonuna yöneldi, hedefi belliydi: araba yarışı.

Elleri direksiyona her dokunduğunda, içindeki inat ateşi alevleniyordu. Ekrandaki arabalarla yarışırken gözleri kararlıydı. Her kaybedişte yeniden başladı. Dudakları sıkıca kenetlenmişti, gözleri kızgın değil, kararlıydı artık.

Bir elini direksiyondan çekip makineye doğru eğildi. “Seni bonus kafa... Bir dahaki sefere kazanacağım.”

Zaman aktı. Işıklar soldu. Azra sonunda kalktı, son derse geç kalmamak için hızla asansöre yürüdü. Gökyüzünün değişmek üzere olduğu saatlerde, onun iç dünyasında çoktan dönüşüm başlamıştı.

Asansör yavaşça yukarı çıkarken, sessizlik metal duvarlarda yankılanan ince bir uğultuya dönüşüyordu. Kapılar açıldığında, Azra’nın karşısına çıkan manzara, bildiği hiçbir sınıfa benzemiyordu.

Tavanı kubbe biçiminde yükselen, taş duvarlarına kadim semboller kazınmış bu yuvarlak salon, bir sınıftan çok bir gözlemevini andırıyordu. Gözün alabildiği her köşede bir şeyler vardı: Yere sabitlenmiş devasa teleskoplar, içi dolu taş kâseler, kadim sembollerle işlenmiş yer minderleri ve alçak tahta masalar… Mumların titrek ışığı, tavan penceresinden sızan loş gün ışığıyla birleşerek, içeriyi zamansız bir parıltıya bürüyordu. Ortamda yakılan otlar ise, havayı kadim bir törenin eşiğindeymişçesine ağırlaştırıyordu.

Pencere kenarında, dar bir taş çıkıntının üzerine zarifçe oturmuş olan Ece, dışarıdaki manzaraya dalmıştı. Omuzlarına dökülen uzun, simsiyah saçları, neredeyse camla bir bütün olmuştu. Vücuduna oturan siyah bluzu ve dar pantolonu, ona soğuk ama etkileyici bir siluet kazandırıyor; topuklu ayakkabıları bacaklarını adeta bir heykel gibi uzatıyordu. Taş işlemeli omuz detayları, her hareketinde parıldıyor, Ece’yi bu mistik ortamın bir parçası değil de onun sahibiymiş gibi gösteriyordu.

Azra, gözlerini bir an bile kaçırmadan birkaç adım attı. Ece’nin gözleri, cama yansıyan siluetin ardından Azra’ya çevrildi. Bakışları keskin ve sorgusuzdu. Ne öfke vardı içinde, ne de şaşkınlık… Sadece sanki onu görmemiş gibi yapmayı tercih ediyordu.

Azra, göğsüne dolan tuhaf ağırlığı bastırarak yanına yaklaştı.

“Merhaba,” dedi, sesi kararsız bir sükûnet taşıyordu. Ayakta, iki elini önünde birleştirmişti; ne davetkâr, ne de mesafeli.

Ece’nin başı, sözleri duyduğuna dair küçük bir mimikle kıpırdadı ama yüzündeki ifade değişmedi. Yalnızca gözlerini hafifçe kıstı, dudaklarının kenarı belli belirsiz gerildi.

"Yarın Arda, Aslı, Ebru ve Can’la birlikte şehir merkezine gitmeyi planlıyoruz. Belki Ali de gelir. Sen de katılmak ister misin?” dedi Azra, bu kez daha açık ve net bir sesle.

Ece, ağzı hafifçe açılırken birkaç saniye sessiz kaldı. Gözlerinin derinliğinde önce bir hüzün, ama hemen ardından hızla yayılan bir küçümseme belirdi. Sol kaşını neredeyse görünmeyecek kadar hafifçe kaldırarak konuştu:

“Seninle aynı ortamda bulunmak istemediğimi daha kaç kez söylemem gerekiyor?” dedi, kelimeler buz gibi, ama dikkatle seçilmişti. “Bunu anlayamayacak kadar aptal mısın, hâlâ çözemedim.”

Azra, bu sözleri bekliyormuşçasına bir an bile irkilmedi. Gözlerini kaçırmadan konuştu.

“Arda rica etti, ben de sormak istedim. Zorlamak gibi bir niyetim yok. Karar senin.”

Ece başını eğip kısa bir kahkaha attı; kuru ve tatsızdı. Ardından oturduğu yerden kalktı. Omuzlarını hafifçe geriye atarken, gözlerini Azra’nın üstünde bir an gezdirdi sanki karşısında bir tehdit değil, yalnızca zaman kaybı varmış gibi.

“İstemiyorum,” dedi düz bir ifadeyle. “Ders boyunca da benden uzak dur.”

Sözlerini bitirir bitirmez yürüyüp sınıfın en arka köşesindeki mindere çöktü. Azra yerinde kalakaldı. Gözlerini yavaşça Ece’nin ardından çevirdi, ama yüzünde ne öfke vardı ne de hayal kırıklığı. Sadece derin, anlatılamayan bir yorgunluk.

Bir sandalye çekti, alaycı bir gülüşle inadına tam karşısındaki masaya oturdu. Ece fark ettiği bu harekete gözlerini devirdi. Avuçlarını dizlerine koydu, sırtını dikleştirip nefes aldı. Dingin kalmalıydı.

Kapı gıcırdayarak açıldığında, ortamın havası bir anda değişti.

İçeri giren kadın, sanki başka bir çağdan çıkıp gelmişti. Dore rengi, kabarık ve darmadağınık saçları başının etrafında bir kuş yuvası gibi dalgalanıyordu. Üzerindeki salopet, birbirine uyumsuz gibi duran ama anlamlı biçimde bir araya getirilmiş kumaşlardan oluşuyordu. Zarif yüzünde parıldayan yuvarlak gök mavisi gözleri dikkatle sınıfta dolaştı. Orta boylu, minyon yapılıydı. Seker gibi adımlarla sınıfın merkezine ilerledi. Konuştuğunda sesi kadife gibi yumuşak ama içindeki güç belirgindi.

“Merhaba çocuklar. Ben Simya. Yeni gelenler için tanıtayım: Gücüm, insanların en derin arzularını ortaya çıkarmaktır. Bugün yıldız haritanızı çıkaracağız.”

Sınıf bir anda derin bir sessizliğe büründü. Masanın yanına geldiğinde ellerini masanın üzerine koydu ve başını hafifçe eğerek sınıfı süzdü.

"Benimle birlikte adım adım ilerleyeceksiniz. Önce kendi haritamı çizeceğim. Dikkatli izleyin.”

Azra, defterini açtı. Simya’nın hareketleri bir ritüel gibi düzenliydi. Ellerini gökyüzüne kaldırıp sonra parmaklarını sanki görünmeyen yıldızlara dokunur gibi gezdirdi. Her çizgiyi havadan kâğıda indirirken, kelimeleri de birer büyü gibi dökülüyordu dudaklarından.

Azra kalemini eline aldı, ilk işareti koydu. Dışarıdan bakıldığında sadece yıldız sembolleri çizen bir genç kızdı belki. Ama iç dünyasında geçmişin yankıları, geleceğin bilinmezliğiyle çatışıyordu.

Tam karşısındaki Ece kendisini tamamen önündeki sayfaya gömmüştü. Azra onun dersin tek bir anını dinlemediğine emindi. Ama biraz sonra masasından kalktı ve sessizce yürüyüp Simya’nın önünde durdu. Elindeki kağıdı düz bir şekilde uzattı.

“Çıkabilir miyim?” dedi, yüzündeki ifade donuktu ama gözlerindeki sabırsızlık yer yer taşıyordu.

Simya kağıdı aldı, bir göz gezdirdi. Ardından bakışlarını Ece’ye çevirdi.

“Hmmm… Bakalım... Kahin… Tabii, çıkabilirsin.”

Ece, bir anlığına Azra’ya döndü. Gözleri, herhangi bir sözden çok daha fazlasını söylüyordu. Ardından başını çevirmeden sınıftan çıktı.

Azra kalemi tekrar eline aldı. Kendi haritasına odaklanmaya çalıştı. Ders boyunca uğtaştı. Son çizgileri çekerken kalbi biraz daha hızla atıyordu. Her sembol, sanki kendi içinden doğan bir gerçeğin yansımasıydı. Sonun da bitirdiğinde son kez kontrol edip rahat bir nefes aldı. Ağrıyan sırtını ve kollarını esnetti. Masadan kalkıp Simya'ya doğru yürüdü. Elindeki kağıdı küçük bir gülümseme ile uzattı. "Bitirdim." Simya, onun çizimini dikkatlice inceledi. Gözlerinin kenarında beliren bir gülümseme, Azra’nın yüreğini hafifçe rahatlattı.

“Aferin, Azra. Başarılısın,” dedi, göz ucuyla onaylayarak.

Azra başını eğdi, dudaklarında sessiz bir teşekkürle kağıdı teslim etti. Simya gözlerini kağıtlarına gömmüş öğrencilere memnuniyetle gülümsedi. Sonra yumuşak bir şekilde konuştu. “Bitirenler kağıtlarını masama bırakıp çıkabilir. Bitirmeyenler çalışmaya devam etsin.”

Azra'ya eliyle nazikçe kapıyı işaret ettikten sonra, kitabını eline aldı, sandalyesine yerleşti ve kimseyle ilgilenmeden okumaya başladı.

Sınıftan ayrıldığında, arkasında titrek mum ışıkları kaldı; taş duvarlarda yankılanan sessizlik, bir hayalet gibi peşinden sürüklendi. Sessizce yürüyüp asansöre bindi. Metal kapılar kapanırken, içerideki sıcak hava yerini yavaş yavaş karanlık ve soğuk bir kabule bıraktı. Gözleri, yansımayla yüzleşmek istercesine asansörün paslı duvarlarında gezindi.

İnci Salon’a indiğinde koridorlar boştu. Okulun taş zeminine vuran ayak sesleri, bir süre sonra kendi kalp atışlarına karıştı. Dışarı çıktığında hava serindi; akşamın alacakaranlığı heryere ağır bir örtü gibi yayılmıştı. Ağaçlardaki fenerler ve bahçenin güzelliğini sergileyen özenle yerleştirilmiş aydınlatmalar birer birer yanarken, Azra hızlı adımlarla eve yürüdü ama sanki her adım, günün ağırlığını daha da arttırıyordu.

Eve vardığında kapıyı açtı, sonra derin bir nefes alarak içeri girdi. Her şey yerli yerindeydi ama bir şey eksikti: huzur. Ayakkabılarını çıkarırken gözleri boşluğa daldı. Sonra mutfağa yöneldi. Buzdolabını açtı, dün akşam Ebru'nun hazırladığı yemeği çıkardı. Hareketleri yavaştı, düşünceleri bulanıktı. Mikrodalgayı açtı, tabağı içine koydu, düğmeye bastı. Dönen tabakla birlikte zihnindeki sorular da dönmeye başladı.

Yemeği ısıtırken pijamalarını giydi. Yumuşak kumaşın tenine değmesi, geçici bir rahatlık verdi. Masaya oturdu, sıcak tabağı önüne çekti. Çatalı eline aldı ama bir süre öylece kaldı hareket etmeden, gözleri tabağa değil boşluğa kilitlenmişti.

Sonunda yemeye başladı, soğutmadan. Ama yediği yemek değil, içini kemiren suskunluktu. Ece'nin yüzü, bakışlarının içindeki o bilinmez karanlık… Azra'nın zihninde hâlâ yankılanıyordu. O gözlerde bir şey vardı sözsüz, gizli, hüzünlü… Ve aynı zamanda çok yalnız.

“Benden neden bu kadar nefret ediyor?” diye düşündü. Ama belki de mesele nefret değildi. Belki, o doğru yerden bakamıyordu.

Turuncu defterini aldı. Yavaşça kapağını açtı, sayfaları usulca çevirdi. En arka sayfada durdu. Kalemi eline aldı. Parmağını bir an havada tuttu; ne yazacağını bilmeden. Sonra içgüdüsel bir şekilde kelimeler dökülmeye başladı.

“Gözlerinde bir şey var. Soğuk değil… daha çok uzak. Sanki bana değil, içimdeki bir versiyonuma bakıyor. Ben kimim onun gözünde? Düşman mı, tehdit mi, yoksa bir hatırlatma mı?”

Satırlar ilerledikçe, Azra’nın içinde düğüm olmuş düşünceler açılmaya başladı. Ama cevap hâlâ yoktu. Sadece yeni sorular.

Zaman yavaşça geceye bükülmüştü. Gözkapakları ağırlaşmaya başladı. Defteri sessizce kapattı, çekmeceyi açıp komodine koydu. Odanın lambasını söndürdü; loş ay ışığı perdenin aralığından içeri sızarken yatağa uzandı. Tavanı bir süre izledi. Gözleri kapandı ama zihni hâlâ yürüyordu Ece’nin bakışlarında, Aslı'nın gülüşünde, Ebru'nun sözlerinde, kendi kalbinin kıyısında...

Ve sonra, düşünceler bulanıklaştı. Uyku, bir sis perdesi gibi üzerine çöktü. Dış dünya silindi, geriye sadece içsel bir yankı kaldı.

 

 

Bölüm : 30.05.2025 14:05 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...