
Azra’nın gözleri alarm sesiyle aralandı. Odanın içine, güneşliğin açık kalmış kenarından sızan solgun gün ışığı ağır ağır yayılıyor, duvarlardaki gölgeleri kımıldatıyordu. Tavanı bir süre izledi; zaman, sabahla birlikte yeniden başlamıştı ama içindeki ağırlık, geceden devralınmış gibiydi.
Birkaç adımda banyoya geçti, soğuk suyun alnında bıraktığı uyanıklık hissi kısa sürdü. Aynaya baktı. Saçlarını toplamadan önce göz altlarındaki gölgelerle göz göze geldi yorgundu, ama içinde bir şey hâlâ direniyordu.
Üzerine sade bir beyaz tişört ve solgun mavi kotunu geçirdi. Parmak uçlarında ilerleyerek odadan çıktı. Bahçe kapısını açtığında serin bir esinti yüzüne vurdu. Kuş sesleri dalların arasında birbiriyle yarışıyor, baharın taze kokusu toprağın üzerinden yükseliyordu. Sokak, sabah mahmurluğunu çoktan geride bırakmıştı.
Yolun bir kenarına dizilmiş bahar ağaçları, çiçeklerle bezeli kollarını gökyüzüne uzatmıştı. Diğer tarafta, birbirine yaslanmış gibi duran eski evler hâlâ uykulu. Azra yürüdükçe, kaldırım taşlarının arasından çimenler baş gösteriyor, rüzgar ağaçların yapraklarını usulca konuşturuyordu.
Az ileride caddeye ulaştığında gerçek dünya ona çarptı. Sabah trafiği uğultulu bir orkestra gibiydi: otobüslerin ani frenleri, korna sesleri, aceleyle yürüyen insanların ayak izleri… Her şey bir telaşın içindeydi ama Azra, kendi ritmini bozmadı. Kulaklığını takmadı bu kez. Sokaktaki gerçek sesleri duymak istedi belki zihninin içindekiler, dışarıdaki gürültüyle biraz susardı.
Alışveriş merkezine vardığında döner kapının soğuk camı avuçlarında kaydı. İçeri girerken güvenlik görevlilerine başını hafifçe eğerek selam verdi ama gözleri başka birini arıyordu. Zemin kata inmek için merdivenleri tercih etti. Adımlarını ağırlaştırmadan, hızlandırmadan… sanki zihnindeki şeylere yetişmekten korkar gibiydi.
Personel odasının kapısı açıktı. İçeri adım attığında, Selin’i bulması uzun sürmedi.
Genç kız aynanın karşısında durmuş, kıyafetini değiştirmeye çalışıyordu ama elleri yavaş, neredeyse dalgındı. Gömleğinin düğmesini iliklerken parmakları titriyordu. Göz kapakları şişmiş, kirpiklerinin ucu kurumuştu. Ağlamıştı. Uzun ve sessiz bir geceyi yüzünde taşıyordu.
Azra, onu o hâlde görünce bir an durdu. Boğazında beliren düğüm, kelimeleri hemen geçirmedi. Ardından birkaç adım yaklaştı, yüzünde küçük bir tebessüm belirdi neşeli değil, dayanışmayı anımsatan bir tebessüm.
“Berbat görünüyorsun,” dedi, sesi yumuşak ama doğrudan.
Selin’in bakışları, aynadan Azra’ya kaydı. Dudakları kımıldadı ama kelimeler zayıftı.
“Berbat hissediyorum zaten. Başım da çatlayacak gibi…”
Sesi, içindeki boşluğu kapatamayacak kadar kırıktı. Azra yanına yaklaştı, göz hizasına geldi ve yavaşça Selin’in saçlarının üzerinden bir öpücük kondurdu. Parmakları omzuna hafifçe dokundu, sanki yükünü biraz olsun almak ister gibi.
“Ne oldu? Anlatmak ister misin?”
Selin bir an sustu. Gözlerini kaçırmadı ama cevap da vermedi. Ardından başını eğip sessizce mırıldandı.
“Anlatacağım. Ama önce... bir kahvaltı yapalım. Sonra da ilaç içmem gerek.”
Azra başını salladı. Gözleri Selin’in yüzünde bir süre daha kaldı sadece bir dost olarak değil, omzundaki görünmeyen yükü sezen biri gibi.
Birlikte dışarı çıktılar, asansöre yöneldiler. Kabin kapandığında içeri dolan sessizlik, ikisinin de üzerine usulca oturdu. Zemin kata yaklaşırken Selin, çantasını kurcalayıp içinden iki poğaça çıkardı. Elindeki küçük kağıt torbayı Azra’ya uzattı.
“Senin için dereotlu aldım… En sevdiğin,” dedi. Sesi hafifti ama içinde derin bir şey vardı. Hatırlamak... düşünmek... hâlâ önemsemek.
Azra, dudaklarının ucunda bir tebessümle torbayı aldı. Sonra gözlerini Selin’den ayırmadan, bir adım yaklaştı.
“Çaylar benden,” dedi, yumuşak ama kararlı bir tonla.
Selin başını kaldırdı. Gözleri hâlâ kırılgandı ama bu kez içinde bir kıvılcım vardı.
“Peki. Tamam.”
Azra gülümsedi. Selin bankoya doğru uzaklaşırken arkasından kısa bir süre baktı. Sonra gözlerini yere indirdi. Kendi içinde adını koyamadığı bir şey vardı. Sanki sabahın içinde, sessizce büyüyen bir değişiklik.
Azra, Selin'in yüzündeki mat solgunluğu, gözlerinin altındaki mor halkaları fark ettikçe içinde artan huzursuzlukla kararını verdi. Sesi yumuşaktı ama tartışmaya kapalıydı.
“Sen bugün iyi değilsin. Listelemeyi ben yapayım, sen sadece oku bana.”
Selin başını iki yana salladı. Kaşları birbirine yaklaşmıştı, alışkanlıkla omuzlarını dikleştirdi. “Bütün işi sana yıkamam.”
“Sen yönlendirmeleri yap, yabancı müşteri gelirse ben konuşurum. Kargoları ben hallederim. Telefonlara da bakarım,” dedi Azra kararlılıkla, gözlerini kaçırmadan. Elini hafifçe Selin’in koluna koydu.
Selin derin bir iç çekti. Kafasını eğdi, sonra başını salladı. “Tamam...”
Bir süre sessizlik oldu. Bilgisayar ekranına döner gibi yaptı Selin ama parmakları klavyede sabit kaldı. Azra fırsatı yakaladı.
“Ne oldu dün akşam?”
Soruyu bekliyordu Selin. Hemen yanıtlamadı. Gözlerini yere dikti, dudaklarını birbirine bastırdı. Sonra kelimeler dudaklarından döküldü ama sesi boğuk ve kırıktı.
"Eve gittiğimde annem yemek bile hazırlamamıştı..."
Anlattıkça sesi ara ara titredi, parmaklarını birbirine geçirip çözdü, dizlerinin üzerinde oynatmaya başladı. Sanki o anlara yeniden giriyordu; yeniden yaşar gibi, satır satır içinden geçiyordu anlatırken.
“Pelin’le birlikte mutfağa girip bir şeyler hazırladık. Annemin hâlâ sinema yüzünden suratı asıktı. Takmamaya çalıştım... Yemeği yedik, ben mutfağı toplarken Pelin etrafı süpürdü. Sonra odaya geçip kıyafetlerini ütüledi.”
Azra, Selin’in solgun ifadesine, dalgın bakışlarına dikkat kesilmişti. Elleri bankonun köşesine tutunmuş, bedenini hafif öne eğmişti. Selin devam etti:
“Babam gelince çayı koydum, yemek verdim. Pelin'e annemle konuşalım dedim. Önce gönülsüzdü ama ikna ettim. Ütüyü bitirince meyveyi aldık, içeri geçtik.”
Azra'nın içinde ağır bir basınç oluşmaya başladı. Selin sanki kendi evinde değil, bir savaş alanında yaşıyor gibiydi.
“Sonra... ‘Anne biraz konuşabilir miyiz?’ dedim. Suratına beş karış ifade oturdu. Sadece ‘Konuş’ dedi. Daha başında hevesim kaçtı ama senin dediğin geldi aklıma. Denemek istedim.”
Selin durdu. Gözleri doldu, dudaklarını ısırdı ama devam etti.
“Dedim ki: ‘Anne biz elimizden geleni yapıyoruz, çalışıyoruz, eve destek oluyoruz, ev işlerine yardım ediyoruz. Ama seni mutlu edemiyoruz. Yanlış bir şey mi yapıyoruz?’”
Sesi çatallandı. Azra göz ucuyla mendil arandı ama bulamadı, Selin devam etti:
“Annem sesini yükseltti. ‘Sizin neyi doğru yaptığınız var ki!’ dedi. ‘Kazık kadar kızlar oldunuz, ben size hizmet mi edeceğim artık!’”
Selin’in sesi annesini taklit ederken daha kalın, sert çıkmıştı. Gözleri doldu. Göz göze gelmemeye çalışıyordu artık.
“Pelin araya girdi. Dedik ki, senden hizmet beklemiyoruz. Zaten evin temizliğini biz yapıyoruz, yemek de yapıyoruz. Sadece biraz dinlenmek istiyoruz. Ama o daha çok sinirlendi. Azra... nasıl sinirlendi anlatamam.”
Azra’nın boğazı düğümlendi. Bir yandan Selin’in gözyaşları, bir yandan kelimelerin ardına gizlenen hayal kırıklığı. Tüm bunlar sabahın sakinliğini bozan bir gök gürültüsü gibi kulaklarında çınladı.
“‘Yorgun insan sinemaya gitmezmiş, gezip tozmazmış.’ Bu lafı etti. Dayanamadım, ben de sesimi yükselttim. ‘Biz de genciz, gezmek eğlenmek bizim de hakkımız,’ dedim. ‘Bu yaşlar geri gelmeyecek.’ Anlamadı. ‘Ben sizin yaşınızdayken ikiz bebek büyütüyordum’ dedi. ‘Gezemedim de ne oldu?’”
Selin başını iki yana salladı. “Sanki biz annemiz gibi yaşamak zorundayız. Sanki onun eksik kalan hayatını tamamlamamız gerekiyor…”
Yutkundu, gözyaşı yanağından süzüldü. Azra sessizdi, omzunu Selin’e yaslamıştı ama bir şey söylemiyordu.
“Babam sesleri duyunca balkondan içeri geldi. Annem ona da çattı. ‘Hanımefendiler işe gidip gelecekmiş gezip tozacakmış. Ben de hizmet etmek zorundayım onlara ya, hizmetçi değilim ben!’ diye bağırdı. Bize ‘edepsiz’ dedi Azra. Ben anlamıyorum. Biz ne yaptık ki?”
Azra’nın dişleri birbirine kenetlendi. Selin’in iç sesi artık dışına taşıyordu; gözlerinden, omuzlarının düşüklüğünden okunuyordu her şey.
“Babam annemle aynı şeyi söyledi. ‘Bu zamana kadar biz size baktık, artık siz bize bakacaksınız,’ dedi. Sonra Pelin... Dayanamadı o da. Babama, ‘Bizi hizmetçi etmek için mi doğurdunuz?’ dedi.”
Selin'in sesi boğulmuştu. Azra'nın kalbi sıkıştı.
“Babam ‘Zoruna mı gitti?’ dedi. Pelin patladı. ‘Tabii gitti! Akşama kadar markette sürünüyorum, sonra evde de rahat edemiyorum, nedir bu hayat?’”
Selin titreyen sesiyle devam etti:
“Babam, ‘Beğenmiyorsan otur evde’ dedi. Pelin de, ‘Bir şey isteyince laf edeceksiniz, faydanız da yok bize, diye başlarsınız,’ dedi. Sonra... Sonra...”
Selin gözlerini kapattı. Dudakları kıpırdadı ama sesi çıkmadı. Azra başını eğdi.
“Sonra babama, ‘Zaten baba olsan iki kızının eline bakmazsın,’ dedi. Babam da tokat attı. Anlıyor musun? Tokat.”
Azra’nın gözleri kısıldı. Sakinliğini korumaya çalışsa da kalbinin içi alev almış gibiydi. Selin’in titreyen sesi son darbeyi vurdu.
“O kadın... bizi birbirimize kırdırıyor. Sonra da susuyor. Anne değil o. Canavar gibi. Nefret ediyorum ondan. Azra... ben... dayanamıyorum artık.”
Azra, Selin’in üzerine yavaşça eğildi. Bir elini Selin’in saçlarının üzerinden geçirip öptü. Sessizce, sığınacak bir yer arayan bir sevgiyle, Selin başını Azra’nın omzuna yasladı. Ağlamıyordu artık. Sanki gözyaşları kurumuştu ama acı yerindeydi; sıcacık ve kımıldayan bir kurşun gibi göğsünün içinde.
Azra'nın boğazı, içini kavuran öfkeyle düğümlendi. Gülcan Hanım’a duyduğu kızgınlık, her nefeste daha da büyüyordu. Ethem Bey de ondan geri kalmamıştı. Koca koca olmuş bir kıza el kaldırmak ne demekti? Evet, Pelin öfkesine yenilmiş, ağzını açarken dozu kaçırmıştı belki ama bu, dayaklık bir durum değildi. Azra, göz kapaklarını yavaşça indirdi; sakin kalmaya çalıştı.
Derin bir nefes aldıktan sonra, Selin’in gözlerinin içine baktı.
“Ee, ne olacak şimdi? Ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu, sesi yumuşaktı ama taşıdığı öfkeyi bastıramayan bir titreme de taşıyordu altında.
Selin’in yüzündeki kararlılık, dudak çizgilerini gerginleştiriyordu.
“Pelin bugün eve gitmeyecek. Haber bile vermeyecek. İş yerinden bir arkadaşında kalacak. Ben de iş çıkışı Semih’le buluşacağım, sonra onun yanına geçerim. Artık eve dönmek istemiyorum,” dedi, gözlerini kaçırmadan.
Azra, dudaklarını birbirine bastırıp başını hafifçe salladı.
“Anlıyorum,” dedi. “İyi bir şey yapmaya çalışmışsın, ama beklediğin gibi gitmemiş. Hayal kırıklığı... zor bir şey. Ama böyle uzaklaşarak daha da büyütürsünüz olayı. Hem merak ederler. Kırgın olmanız normal ama bu şekilde davranmak… bu da başka bir yanlış olur, değil mi?”
Selin’in gözlerinde öfkenin altına gizlenmiş yorgun bir inat parladı. Omuzları gerildi, sesi sertleşti.
“Yetişkin olan onlar. Onlar hata yapabiliyorsa, bizim de hakkımız var!”
Azra kaşlarını hafifçe çattı ama yüzünde anlayışlı bir ifade vardı.
“Selin Sultan… Yanlışın hakkı mı olur hiç?” dedi, sesi bu kez daha sakin ama toktu. “Yetişkinler hata yapmaz diye bir yasa mı var? Bak, eminim Ethem Amca da sonradan pişman olmuştur vurduğu için. Pelin de tokadı hak etmedi ama… sözü fazla ileri götürdü.”
Selin’in gözleri hafifçe kısıldı. Tereddütle sordu:
“Yani… eve mi gidelim diyorsun?”
Azra hafifçe başını salladı.
“İllaki gideceksiniz zaten, bugün olmazsa yarın. Ama ne gerek var bu kadar gerip, karşılıklı inat etmeye? Eve gidin. Gerilimi tırmandırmak yerine biraz zaman verin, belki herkesin duygusu biraz yatışır.”
Selin, dudaklarını sıktı. İnancı kırılmış, güveni sarsılmış gibiydi.
“Gidersem de dışarıda bir şey yerim. Sonra da Pelin’le odamıza geçerim. Kapıyı kilitlerim. Kimseyle konuşmam,” dedi, sesi buz gibiydi.
Azra, masadaki dosyaların köşesine parmaklarıyla hafifçe vurdu.
“Bu da çözüm değil. Gidince annenle konuşma demiyorum ama doğrudan yüzleşmek yerine, dün olanlardan dolayı üzgün olduğunu söyleyip odana çekilsen daha iyi olur bence. Hem senin duygun da dinlenmiş olur, onunki de.”
Selin’in gözleri aniden doldu. Göz pınarlarında titreşen yaşlar, saklanmaya çalışılmayan bir acıyla parlıyordu.
“Azra… o insan değil. Hayvan desem, hayvanlar daha sevimli. Asla konuşmam onunla. Gidersem de yüzüne bile bakmam.”
Azra, göz göze gelmekten kaçınmadan hafifçe gülümsedi, gözlerinde üzgün ama sabırlı bir parıltı vardı.
“Canım… elbette sen bilirsin. Ama bana sorarsan, ortamı yumuşatmak daha iyi olur. Adım beklemek yerine adım atmaya çalışmak… insanı hafifletir. İçini kemiren o şeyi azaltır.”
Selin başını iki yana salladı.
“Ben bir şey beklemiyorum artık. Ne ilgi, ne sevgi. Uzak olsunlar yeter.”
Azra bir şey söylemedi. Biliyordu; şimdi ne söylese Selin duymayacaktı. Duygular hâlâ çok tazeydi, kelimeler yol bulamıyordu içeri.
“Tamam,” dedi sonunda. “Biraz daha sakinleşince konuşuruz yine, olur mu?”
Selin sessizce başını salladı. Gözlerini yere dikmişti, içindeki fırtına biraz olsun hafiflemiş gibiydi.
Azra saate baktı, kargoların hâlâ girilmediğini fark etti.
“Hadi,” dedi, sesini toparlayarak. “Kargoları oku bana. Yemekten önce halledelim. Sonra çok yoğun oluyor.”
Selin dudaklarını sıktı ama gözlerinin ucunda hâlâ nem vardı. Listeyi okumaya başladı.
Azra, bilgisayarda her satırı girerken zihninde Selin’in söyledikleri dönüp duruyordu. İçindeki öfke, sabırla bastırılmıştı ama yok olmamıştı. Gülcan Hanım’ı anlamakta zorlanıyordu. Bu kadın neden bu kadar memnuniyetsizdi? Ethem Amca'nın söylediği “ne aileler var” cümlesi zihninde yankılandı ama Azra için bu bir bahane değildi. Ne aileler vardı ama bir de ne evlatlar... Kötü örnek aradıktan sonra çoktu.
Kayıtları tamamladı. Yazıcıdan bir kopya alıp masasının köşesine bıraktı. Günün ortasında zaman bir anlığına durmuş gibiydi.
Az sonra yemek saatiydi.
“Sen otur, yemekleri ben alıp geleyim. Ne istersin?” diye sordu Azra, ayağa kalkarken.
Selin gözlerini kırpıştırarak düşünmeden cevapladı. “Hamburger.”
Azra başıyla onayladı. “Tamam, gidip geliyorum,” dedi ve kalabalığın arasına karıştı.
Yemek alanına ilerlerken yüzüne çarpan yağ ve kızarmış ekmek kokusu, midede kımıldayan bir açlık yaratmıştı ama aklı hâlâ Selin’deydi. Sipariş kuyruğuna girdiğinde, göz ucuyla yakındaki masalarda oturanları taradı ve tanıdık bir yüzü hemen fark etti: Semih. Gülerek bir grupla konuşuyordu, sesi uzaktan bile rahatça duyuluyordu.
Azra’nın bakışları keskinleşti. Göz kapaklarının arasından süzdüğü çocuğun enerjisi, içini kemiren bir güvensizlikle çarpışıyordu. Fazla gevşekti. Herkese sırıtan, yüzeysel bir neşe saçan, ciddi hiçbir şeyi umursamıyor gibi duran bir hali vardı. Azra’nın içi ısınmamıştı. Selin’i üzmek istemezdi ama Semih’e güvenememişti de.
“Sahte şeker gibi… tatlı duruyor ama içi yapış yapış,” diye düşündü, gözlerini ondan kaçırmadan.
Hamburgerleri aldı ve Selin’in yanına döndü. Masaya oturduğunda Selin hâlâ telefonunun ekranına bakıyor, gülümseyerek bir şeyler okuyordu.
“Ee?” dedi Azra, tabağı önüne koyarken. “Akşam Semih’le ne yapacaksınız?”
Selin’in yüzü heyecanla aydınlandı. Gözlerinde ışık, dudaklarında yarım kalmış bir sır gizliydi. “Çok güzel bir yere götürecekmiş beni. Sürpriz dedi. Babasının arabasını da almış. Sonrasında da arkadaşından Pelin’i alır, eve geçerim artık.”
Azra hamburgerini açarken bir an duraksadı. Aklı, hâlâ içini kemiren huzursuzlukla doluydu. Sürprizi merak etmişti ama ondan da çok, Selin’in yalnız kalması kafasını kurcalıyordu.
“Ne sürpriziymiş acaba?” dedi, ardından bir ısırık almadan önce ekledi. “Pelin’i öncesinde alsan ya? Belki o da sizle gelir. Hem tanıştırmış olursun ikizinle.”
Selin’in yüzü hemen değişti. Önce gözleri irkildi, sonra dudaklarını buruşturdu. “İlk buluşmada mı? Saçmalama Azra. Ne o öyle ezik gibi?”
Azra, kaşlarını hafifçe kaldırarak duraksadı. “Eziklikle ne alakası var Selin? Hem ilk buluşmaysa ne olmuş yani? Kardeşinle tanışsa dünyanın sonu mu gelir?”
Selin alaycı bir kahkaha attı, sarkastik bir ifadeyle başını iki yana salladı. “Bazen içinden yaşlı bir kadın konuşuyor gibi oluyorsun. Hangi çağda yaşıyoruz Azra?”
Azra gülümsedi ama içinde kalan bir buruklukla çekildi geriye. “Tamam, tamam…” diyerek ısrar etmedi. Birkaç saniye sustu, sonra sesini alttan alarak ekledi, “Ama bana haber ver nerede olacağınızı. Eve geçtiğinde de mutlaka mesaj at, tamam mı?”
Endişesi, göz bebeklerinin derinliklerine sinmişti. Sesindeki titreme, onu tanıyan biri için açıktı.
Selin gevşekçe gülümsedi. “Tamam anneciğim,” dedi, sesinde hafif bir alay.
Azra’nın kaşları çatıldı. “Dalga geçme benimle,” dedi sertçe.
Selin omuz silkerek bir parça patatesi ağzına attı. “Tamam diyorum işte, tamam.”
Ama Azra’nın içine sinmemişti. Semih’in yüzünü, davranışlarını, gevşek hallerini düşündükçe içi daralıyordu. Kalbinde ufak bir sancı gibi büyüyen huzursuzlukla dostuna bir öneride daha bulundu.
“Ben de tanımak istiyorum şu Semih’i,” dedi, sesini yumuşatarak. “İş çıkışı biraz sizinle gelsem? Dostumu kime emanet ediyorum bir göreyim, fena mı olur?”
Selin hemen başını iki yana salladı. “Azra, bu bizim ilk baş başa buluşmamız. İkincisine söz veriyorum ama tamam mı? Hem sürpriz planlamış, tadı kaçmasın şimdi.”
Azra derin bir nefes aldı. Yutkundu.
Elinden geleni yapmıştı. Daha fazlası dostluk sınırlarını zorlamak olurdu artık. Selin’in seçimine güvenmekten başka çaresi kalmamıştı. İçinden geçeni susturup yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle başka bir konuya geçti.
Azra gözünü Selin’in yüzüne dikti, sesi kararsız ama içinde aciliyeti bastırmaya çalışan bir ton vardı.
“Selin, senin biri vardı... Ruh ve sinir hastalıklarında çalışan... Kimdi o?”
Selin’in kaşları hafifçe kalktı, hafif şaşkınlıkla.
“Teyzemin kızı... kuzenim.”
“Tam olarak nerede çalışıyordu?” diye sordu Azra, sesinde bastıramadığı bir acele vardı.
“Erenköy’de.” Selin gülümsedi, kaşlarını hafifçe çattı. “Hayırdır, annemi mi yatıracaksın?”
Azra gözlerini kaçırdı, dudaklarını büzdü, sonra kısık bir sesle, sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi mırıldandı:
“Yok... Kendimi.”
Selin’in gülümsemesi dondu, bakışları ciddileşti.
“Ne?” dedi, kaşları çatılmıştı. “Anlamadım?”
“Boş ver şimdi,” dedi Azra, iç çekerek. “Peki... Orada yatan bir hastayla görüşme şansım olur mu sence?”
Selin’in yüzüne sorgulayıcı bir ifade oturdu. Kollarını göğsünde birleştirdi.
“Neden?”
Azra hızlıca yutkundu, bakışlarını kaçırmadan konuştu.
“Bir araştırma için. Birinin hikâyesine ihtiyacım var.”
Selin şüpheyle eğildi, gözlerini kısmıştı.
“Doğru düzgün anlat Azra. Neyin nesi bu?”
Azra ciddiyetini bozmamaya çalıştı, sesi yumuşaktı.
“Bu gerçekten çok önemli. Kuzenin psikolog değil mi? Onu arayıp, okul dergisi için röportaj yapmak istediğimi söyleyebilir misin? Hem birkaç hasta odasının fotoğrafını çekmem gerektiğini de... ekleyebilir misin?”
Selin’in kaşları düştü, yüzü asıldı.
“Böyle bir şeye izin vereceğini sanmam.”
Azra bir adım yaklaştı, gözlerini Selin’inkilere dikti. Yüzüne saf bir umut yerleştirerek yavru köpek bakışı takındı.
“Sen ikna edersin... Lütfen... Ne olur, Selin.”
Selin iç çekerek başını iki yana salladı.
“Tamam, tamam...” dedi pes etmiş bir ifadeyle. “Bugün mü gitmek istiyorsun?”
Azra başını hızla salladı, gözleri umutla parladı.
“Evet, mümkünse bugün.”
“Peki, arıyorum şimdi.”
Selin telefonu alıp dışarı çıktı. Camın ardından onu heyecanlı bir konuşma yaparken izleyen Azra, heyecanla kıpırdanıp duruyordu. Dakikalar sonra içeri döndü, sesi neşeli bir haber taşıyan biri gibiydi.
“Tamam. Saat on yediden sonra seni bekliyorlar.”
Azra’nın yüzü aydınlandı, fakat hemen ardından kaşlarını çatarak düşündü.
“İşten erken çıkmam gerek ama nasıl yapacağız?”
Selin omuz silkti, pratik bir tonda konuştu.
“Ben seni idare ederim. Sen de amire hastayım deyip izin alırsın, tamamdır. Şimdi anlat bakalım şu dergi işi neymiş?”
Azra içten içe gerildi, hikâyesini hızla toparlaması gerektiğini biliyordu.
“Benim için değil aslında...” dedi duraksayarak. “Akın’ın projesi bu. Lisedeki okul dergisi içinmiş. İnsan psikolojisi temalı bir makale istiyorlarmış. Onun yerine ben gidiyorum.”
Selin şüpheyle başını eğdi, göz ucuyla Azra’ya baktı.
“Akın niye kendi gitmiyor? Kocaman adam oldu. Hâlâ sen mi ödevlerini yapıyorsun?”
Azra gülerek cevap verdi, sesi biraz fazla hızlıydı.
“Yok yok... Korkuyor. Öyle yerler ona fazla. Sen de bilirsin, biraz çekingen. Bu proje de onun performans notuna etki edecekmiş.”
Selin kısa bir kahkaha attı, gözlerini devirdi.
“Sen var ya... Bayılıyorsun kardeşine. Öl dese öleceksin.”
“Sen de Pelin için aynı şeyi yapmaz mıydın?” dedi Azra, gözlerinde yumuşak bir parıltıyla.
Selin başını eğdi, dudaklarında hafif bir gülümseme.
“O benim ikizim ama.”
“O da benim kardeşim. Gerekirse canımı veririm onun için.”
Selin elini havaya kaldırarak pes etti.
“Tamam tamam, laf da söyletmez.” Sonra saatine baktı. “Üç olmuş bile. Ben çıkayım, amirden izin alayım. Bir şey uydurmam gerek.”
Azra yürürken, Selin geriye dönüp Azra’ya seslendi.
“Hastayım, hastaneye gidiyorum de. Erenköy’den de bir fotoğraf atarsın. Hem manyak olduğunu iyice anlarlar.”
Azra kahkahayı koyuverdi.
“Süper fikir!”
Hemen orta kata çıktı. Amirinin odasına girerken başını tutuyormuş gibi yaptı, gözlerinde yorgun bir ifade taşıyordu.
“Amirim merhaba. Kendimi iyi hissetmiyorum, hastaneye gitmem gerekiyor, izin verir misiniz?”
Amiri hemen ciddileşti, gözleri endişeliydi.
“Neyin var Azra?”
“Başım çok ağrıyor,” dedi Azra, gözlerini sıkıca kapatarak. “Sabahtan beri migren gibi. Ağrı kesici aldım ama fayda etmedi. Gerçekten daha fazla dayanacak gibi değilim.”
“Tamam, çıkabilirsin. Dinlen biraz. Geçmiş olsun,” dedi amiri yumuşak bir sesle. “Selin aşağıda değil mi?”
“Evet, evet, arama yapıyordu kargolar için.”
“Peki, hadi geçmiş olsun Azra.”
Azra teşekkür edip aşağı indi, soyunma odasında üstünü değiştirdi, çantasını omzuna astı. Zemin kata geçip bankonun arkasına döndü.
“Ben çıkıyorum, kuzeninin numarasını yolla bana,” dedi aceleyle. “Akşam da mutlaka haber ver, nereye gidiyorsunuz, nerede—”
“Peki anneciğim!” diye lafını kesti Selin, alaycı bir gülümsemeyle. “Numarayı attım bile.”
Azra göz devirdi ama gülümsedi. Döner kapıya yönelirken güvenliklere başıyla selam verdi.
“Kolay gelsin.”
Kapıdan adımını atarken içinde hâlâ huzursuz bir kıpırtı vardı. Ama artık yola çıkmıştı. Geri dönemezdi.
Azra hızlı adımlarla durağa yöneldi. Kadıköy otobüsünü beklerken, çantasının askısı ile oynayıp durdu. Otobüs geldiğinde hemen içeri girip pencere kenarındaki bir koltuğa yerleşti. Kulaklıklarını taktı, çalan müziğin ritmiyle bir yandan da çantasından küçük not defterini çıkararak rastgele sorular karalamaya başladı.
Otobüs Kadıköy’e vardığında, gözlerini telefondan ayırmadan bir taksi çevirdi. Ön koltuğa oturup yorgun ama kendinden emin bir sesle adresi verdi.
“Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, lütfen.”
Saat on altı otuz beşti. Yol boyunca camdan dışarı baktı; her ağaç, her tabela gözünde bulanık birer siluet gibiydi. On dakika sonra taksi ağır bir frenle hastane girişinde durdu. Ücreti ödeyip kapıyı kapattığında, kendini yüksek demir parmaklıkların önünde buldu. Derin bir nefes aldı. Karşısında yükselen taş yapı, zamanın içinden fırlamış gibiydi. Cebinden telefonunu çıkarıp Selin’in kuzenini aradı.
“Merhaba, ben Azra. Röportaj için gelmiştim. Selin’in arkadaşıyım.”
Birkaç dakika sonra, gözlüğünün ardındaki gözleri dikkatli bakan, yüzünde çekingen bir tebessümle yürüyen küçük yapılı bir kadın belirdi. Üzerinde beyaz önlüğü, omuzlarına dökülen kıvırcık kumral saçlarıyla Azra’yı süzdü.
“Merhaba, Azra değil mi? Ben Şeyma. Hoş geldin. Gel, odama çıkalım.”
Azra onu sessizce takip etti. Koridorların içindeki dezenfektan kokusu, loş ışıkla birleşince tedirgin edici bir atmosfer yaratıyordu. Şeyma’nın odasına girdiklerinde kadın nazikçe sordu:
“Bir şey içer misin?”
“Su… Bir de çay olursa harika olur,” dedi Azra gülümseyerek. Rolünün doğallığına güvenmesi gerekiyordu.
Şeyma telefonla içeriye sipariş verirken, Azra çantasından telefonunu çıkardı.
“Şeyma Hanım, röportaj için önce masanızda bir fotoğrafınızı çekebilir miyim?”
“Tabii,” dedi kadın, başını hafifçe eğerek objektife baktı.
Azra birkaç kare aldı, sonra Şeyma’ya gösterdi. Kadının beğendiği üç tanesini bıraktı, diğerlerini sildi. Tam o sırada içeri çay ve su geldi. Azra not defterini çıkardı, kapağını nazikçe açıp yazılı sayfaları çevirdi.
“İzin verirseniz ses kaydı da almak istiyorum. Evde düzenleyeceğim.”
Şeyma gülümsedi. “Elbette. Rahat ol.”
Telefonu masanın ortasına koyup kayda geçti. Çayından bir yudum alıp ilk sorusuna geçti.
“Ne kadar süredir burada çalışıyorsunuz?”
“Üç sene oldu,” dedi Şeyma, gözlüğünü hafifçe yukarı iterek.
“Zor bir iş yapıyorsunuz… Hiç bunaldığınız olmuyor mu?”
Kadın bir an duraksadı. Gözleri uzaklara, belki de geçmişteki bir hastasına kaydı.
“Elbette oluyor… Ama yeni insanlar tanımak, onlara bir şekilde yardımcı olabilmek, bu işin en güzel yanı.”
Azra başını sallayarak not aldı. “Peki… Sizi en çok zorlayan vaka neydi?”
“Şu an ilgilendiğim bir şizofreni vakası,” dedi Şeyma, sesi biraz ciddileşmişti. “Bu hastalık... genelde kişinin kendi gerçekliğini yaratmasına neden oluyor. Şu anda, sürekli sanrılar gören bir hastayla çalışıyorum. Gerçekle kurduğu bağ kopmuş durumda.”
“Bu hastalık tamamen iyileştirilemiyor mu?” Azra’nın sorusu, doğal bir meraktan çok Ebru’nun söylediklerine ulaşma çabasıydı.
“Hayır. Tam anlamıyla iyileşme mümkün değil. Ama ilaçlarla ve düzenli takiple kontrol altına alınabiliyor. Hasta da iş birliği yaparsa, sosyal hayata uyum sağlayabiliyor.”
Azra’nın içinde soğuk bir sızı yükseldi. Ebru’nun söyledikleriyle örtüşüyordu; onları uyuşturuyorlardı.
Şeyma başka örnekler verirken Azra bir iki soru daha yöneltti. Kadın sabırla cevapladı, sesi yumuşak ama vurguları netti. Azra, sohbetin sonuna geldiğinde artık asıl meseleye geçmenin zamanı olduğunu hissetti. Gözlerini kaçırmadan, sesini biraz yumuşatarak sordu:
“Bahsettiğiniz o şizofreni hastasını görebilir miyim? Birkaç fotoğraf çekmek istiyorum… Odadan da… Hem belki biraz konuşabilirim.”
Şeyma’nın yüzü bir anda değişti. Gözlüklerinin ardından çıkan bakışları sertleşti.
“Bu çok tehlikeli olabilir… Ama…” Gözlerini kısarak Azra’yı süzdü. “Madem Selin’in arkadaşısın, sana bir istisna yapacağım. Ama hastayı doğrudan çekemezsin. Camın arkasından, arkadan bir kare alırsın. Anlaştık mı?”
“Tabii,” dedi Azra hemen. Beklenmedik bir lütuf gibiydi bu izin. Esas amacı fotoğraf değil, temas kurmaktı.
Birlikte ayağa kalktılar. Şeyma kapıyı açtı, Azra sessizce peşine takıldı. Koridorlar daha da loştu artık. Asansörle üst kata çıktılar. Kapı açıldığında tüyler ürpertici sesler Azra’nın kulaklarını deldi. Ağlama, bağırma ve nedensiz kahkahalar, zihnine kazınan bir senfoni gibi birbirine karışıyordu.
Şeyma, koridorun sonunda bir kapının önünde durdu. Elini tokmağa götürmeden önce başını Azra’ya çevirdi. Sesi temkinliydi, ama yüzünde hafif bir gülümseme vardı daha çok gerginliği maskelemek için çabalanmış bir ifade.
“İşte burası. Ondan seni tedirgin edebilecek ani tepkiler gelebilir ama sen ani hareketlerden kaçın. Bir de ne söylerse söylesin, ciddiye alma olur mu?”
Azra başını hafifçe salladı, sessiz bir güvence verdi. Ama omuzları hafifçe kasılmıştı; içindeki huzursuzluk yüzüne yansımamak için mücadele ediyordu. Şeyma kapıyı açtı ve içeri girdiler.
Odada, pembe uzun bir gecelik giymiş bir kadın volta atıyordu. Gecelik neredeyse yere kadar uzanıyor, yürürken ayak bileklerinden hafifçe sürünüyordu. Kadın kendi kendine konuşuyor, arada gözlerini odanın köşelerine çeviriyor, sanki görünmeyen birine sesleniyordu.
Onları görünce yüzü aydınlandı.
“Oo, siz de mi geldiniz?” diye sordu heyecanla.
Şeyma, onu konuşmaya teşvik edercesine başını salladı.
“Evet biz de geldik. Başka kimler var burada?”
Kadın, tanıdığı isimleri peş peşe sıraladı. Gözleri giderek daha da parladı.
“Baksana herkes burada. Gelin gelin!”
İçindeki hevesli çocuk, gerçeğin kırık dökük katmanlarının üstünde dimdik durmaya çalışıyor gibiydi.
Azra, Şeyma’nın arkasında kalarak ilerledi. Kadın otuzlu yaşlarının ortasında olmalıydı. Hafifçe tombuldu ama yüzünde yumuşak bir güzellik vardı. Koyu kahverengi gözleri dalgındı, ama zaman zaman odaklanıyor; kestane rengi saçları ise düzensizce omuzlarına dökülüyordu.
“Ee, ne yapıyorsunuz burada, akşam toplantısı mı?” diye sordu Şeyma, sesine sahte bir neşe katmaya çalışarak.
Ama kadın artık sadece Azra’ya kilitlenmişti. Gözlerini dikmiş, dikkatle inceliyordu.
“Sen kimsin?” dedi birden, sesi merak dolu.
Azra, duraksamadan cevapladı.
“Azra.”
Kadın başını eğdi, adını tadar gibi tekrarladı.
“Azra… demek Azra.”
Sonra birden Şeyma’ya döndü.
“Onu görebiliyorsun değil mi?”
Şeyma başını hafifçe salladı.
“Elbette görüyorum Nihal.”
Nihal heyecanla Azra’yı işaret etti.
“O önemli biri. O da bizden biri! Sor ona!”
Şeyma, Azra’ya belli belirsiz göz kırptı. Başını hafifçe eğerek onaylamasını istedi.
“Öyle misin Azra?” diye sordu Nihal.
Azra bir an tereddüt etti, sonra başını salladı.
“Evet… tabii, ben de onlardanım.”
“Hangisindensin sen? Karius mu?” diye sordu Nihal, gözlerinde umutla parlayan bir çocuğun saflığı vardı.
Azra göz ucuyla Şeyma’ya baktı.
“Hı hı… evet, Karius.”
Şeyma’nın yüzüne özür diler bir ifade yerleşti. Azra’nın yalan söylemeye mecbur kaldığını sanıyordu.
Nihal ise o anda bambaşka bir dünyadaydı.
“Sonunda! Sonunda beni anlayacak biri geldi!”
Odanın içinde dönmeye başladı. Saçları havalanıyor, geceliği etrafında dalgalanıyordu.
“Anlat onlara! Ben deli değilim! Gerçek her şey! Artık beni uyuşturmasınlar! Ben özelim, önemliyim!”
Azra’ya doğru yürümeye başladı, adımları dengesiz ama kararlıydı. Şeyma hemen araya girerek durdurdu.
“Nihal, lütfen biraz oturur musun? Elbette özel ve önemli birisin. Hem biz seni anlamıyor muyuz? Aşk olsun sana.”
Nihal’in sesi birden yükseldi, kahkahayla karışık bir öfkeyle bağırdı.
“Siz benim delirdiğimi sanıyorsunuz! Deli miyim ben?”
Bir kahkaha attı, tiz ve iç acıtıcıydı.
“Değilim! Her şey gerçek! Sen bunun kanıtısın!”
Parmağıyla Azra’yı gösterdi.
Şeyma, sesini alçaltarak konuştu.
“Hayır Nihal, sana inanıyoruz. Deli değilsin. Sadece biraz… kafan karışık.”
Kadının gözlerinde bir şey kırıldı. Sanki içinden bir bağ kopmuş gibiydi.
“Yani… ben her şeyi uyduruyorum. Öyle bir yer yok. Karius yok, öyle mi?”
Bu kez doğrudan Azra’ya bakıyordu.
Azra'nın içi burkuldu ama söyleyecek bir kelime bulamadı. Şeyma onun yerine konuştu.
“Sen biraz dinlen Nihal. İlaçlarını birazdan getirirler.”
Kadın gözlerini kısmış, son bir umutla Azra’ya yakarmıştı.
“Bekle! Azra, bana yardım et! Anlat her şeyi!”
Sesinde yalvarış vardı; insanlığını koruyabilmiş son yerden gelen bir çığlık gibiydi.
Azra gözlerini kaçırdı. Şeyma koluna hafifçe dokunarak onu kapıya yönlendirdi. Kapıyı çekip çıktıklarında, içeriden bir yumruk sesi ve ardından yükselen bir haykırış geldi.
“Delirmedim ben!”
Sonra kahkahalar karıştı ortama.
“Oo kimler varmış, hoş geldiniz, gelin gelin. Neredeyiz biz? Dünya mı? Yoksa…”
Ses yavaş yavaş silikleşti. Yüzlerinde, Nihal’in gözlerinde yankılanan o sonsuz yalnızlık vardı.
Koridorun sonunda yürürken Şeyma başını Azra’ya çevirip yumuşak bir tebessümle sordu:
“Bir kahve içelim mi birlikte?”
Sesinde gündelik bir davet vardı ama gözlerinin ardında Nihal’in yankısı hâlâ titreşiyordu.
Azra başını yavaşça salladı. Dudakları arasından çıkan kelimeler tedirgin bir sessizliğe sarınmıştı.
“Sadece su içeyim…”
Bakışları hâlâ içeride bıraktığı koyu kahve gözlerin hayaletiyle doluydu. “Neyden bahsediyordu? Karius falan dedi…”
Şeyma, masasına oturdu Azra'ya önündeki koltuğu işaret etti. Telefonu kaldırdı kendisine bol şekerli bir Türk kahvesi, Azra’ya da bir bardak soğuk su söyledi. Siparişini verirken sesi sıradan ve sakindi, ama yüzünün kenarlarında sertleşen çizgiler içindeki yorgunluğu ele veriyordu. Telefonu kapattıktan sonra anlatmaya başladı.
“Nihal… kendisine başka bir dünya yaratmış,” dedi, avuçlarını birleştirip önünde tuttu. Gözleri boşluğa dalmıştı, sanki bir geçmişin acılarına dokunuyordu. “Orada farklı insanlar, varlıklar yaşıyor. Herkesin göremeyeceği kadar gizli, sadece çok özel olanların ulaşabildiği bir yer. Kendisi de onlardan biri olduğunu düşünüyor. Şizofreni böyle bir hastalık işte…”
Bir an sustu, kahve cezvesinden çıkan hafif fokurtu aralarındaki boşluğu doldurdu. “Ötelenen, dışlanan, ağır travmalar yaşayan insanlarda sık görülür. Kendilerini değerli, önemli hissetmek isterler ve sonunda bu dünyadan çıkış yolları halüsinasyonlarla örülü bir sığınak olur.”
Azra su bardağını iki eliyle kavradı, ama bir yudum bile almadı. Gözlerini masanın üzerindeki bir lekeye dikmişti. İçinde bir şeyler çatırdıyordu. Çünkü anlatılan şey bir hastalığın değil, gerçeğin tanımıydı. Ama bunu söylese… onu da yatırırlardı.
“Peki… ailesi nerede?” diye sordu, sesi hafifçe çatallandı. Sorduğu sorudan kaçınan bakışlarını pencereye çevirdi.
Şeyma, göz ucuyla Azra’ya baktı.
“Yok. Yetimhanede büyümüş. Bir zamanlar iyi bir mimarmış… Yazık. Arada sırada uğrayan bir kız arkadaşı var. Ama o da artık pek sık gelmiyor.”
Azra başını kaldırdı, kararlılığı yavaş yavaş gözlerine yerleşiyordu.
“Ben gelsem… onu görebilir miyim? Belki iyi gelirim ona.”
Cümlesinin sonunda sesi hafifçe titredi. İçinde Nihal’i oradan çekip alma arzusu büyüyordu.
Şeyma’nın dudakları üzgün bir gülümsemeyle kıvrıldı.
“Hayır… bu şekilde onu göremezsin. Üzgünüm. Sen tanıdığı biri değilsin ve… yeni insan ilişkilerine açık değil.”
Azra’nın kaşları çatıldı, ama hemen toparladı. Yeni bir yol aramaya başlamıştı bile.
“Peki, o arkadaşıyla konuşmak istesem… bana yardımcı olur musun?”
Şeyma’nın yüzündeki yumuşaklık bir anda silindi. Gözleri sorgulayıcı şekilde daraldı.
“Bunu neden istiyorsun ki?”
Azra gözlerini kaçırdı. Parmaklarını masanın kenarında gezdirerek kelimeleri daha inandırıcı kılmaya çalıştı.
“İlgimi çekti hikayesi sadece…”
Ama Şeyma onu inceden inceye süzüyordu artık. Ses tonu ciddileşti, kelimeleri kararlıydı.
“Azra… hastanın özel bilgilerini seninle paylaşamam. Bu etik değil.”
Azra bir an daha bakışlarını üzerinde tutmak istediyse de, ısrar etmenin yersiz olduğunu anladı. Omuzlarını hafifçe silkerek su bardağını bitirdi ve ayağa kalktı.
“Tamam… teşekkür ederim her şey için. Gerçekten farklı bir tecrübeydi.”
Şeyma da kalktı, gülümsemesi bu kez daha dostçaydı.
“Yardımcı olabildiysem ne mutlu bana.”
“Oldun tabii,” dedi Azra, elini uzatırken. “Ben artık gideyim.”
“Tamam,” dedi Şeyma. El sıkıştılar. Kadının eli sıcaktı, ama aralarındaki dokunuşta geçici bir veda hissi vardı.
“Hoşça kal.”
“Hoşça kal, kolay gelsin…”
Azra, binadan çıkarken derin bir nefes aldı. Aklında hâlâ Nihal vardı. Gözlerindeki o yardım çağrısı, titrek sesi…
Karius’tanmış demek… Nasıl olmuş da o hâle gelmişti?
Ağır adımlarla demir parmaklıklı kapıya doğru yürürken içine çöken sıkıntı, bir yumruk gibi karnına oturmuştu.
Belki sadece dengeyi kaybetmişti.
Ama ya Şeyma, Azra’nın da o dünyadan olduğunu anlarsa? O zaman Selin… Selin bile inanır mıydı delirdiğine?
Saatine baktı. 18:40’tı. Selin birazdan çıkacaktı. Hastane köşesinden geçen bir taksiyi çevirdi.
“Kadıköy,” dedi kısa ve yorgun bir sesle.
Trafik yoğundu. Kulaklıklarını çantasından çıkarıp kulağına taktı. Telefonundan ses kaydını açtı. Yirmi dakika boyunca hiç konuşmadan dinledi. Gözleri arabanın camında akıp giden ışıklarda gezindi. Taksiciye ödeme yaptıktan sonra indi ve evine giden otobüse yürümeye başladı.
Durakta bekleyen insanların telaşı, Azra’ya dünyadan kopmuş gibi geldi. Herkes bir yerlere yetişmeye çalışıyor, yalnızca o duruyordu sanki. Boş gelen otobüse binip, kartını sessizce okuttu. Orta kapının arkasındaki cam kenarına oturdu.
Hotel California çalmaya başladığında, dışarının karmaşası uzaklaştı. Ne zaman canı sıkkın olsa bu şarkıya sığınırdı. Bugünse içinde kalıcı bir iz bırakan bir ses vardı:
Nihal’in sesi.
Onu oradan kurtarmanın yolu var mıydı? Belki de artık yoktu. Ama… bir ruh avcısı olması?
Bu kadar zavallı biri… nasıl böyle bir yaratık olabilir ki?
Nihal’in gözleri gözlerinin önünde yeniden belirdi. O yardım isteyen bakış…
Başını iki yana salladı, zihninden uzaklaştırmaya çalıştı.
Ebru haklıydı. Bu bir sınavdı. Ve sadece sağlıklı olanlar bu sınavı geçebiliyordu.
Ama Nihal geçmişin karanlıklarına tutunmuş, oradan bir ışık ararken dengesini kaybetmişti. Onun hassas, incinmiş ruhu belki de o yüzden seçilmişti. Belki de fazla saf, fazla kırılgandı.
Telefonunu çıkarıp saate baktı. 19:30.
Selin çoktan çıkmış olmalıydı.
Azra, WhatsApp’tan kısa bir mesaj gönderdi.
"Neredesin?"
Telefonu titredi, Selin hemen yazdı.
"Şimdi çıkıyoruz. Semih'i bekledim biraz."
Kaşları kararlı bir ifade aldı. Parmakları tekrar ekrana dokundu.
"Tamam, bana gittiğin yerin konumunu gönder."
Bir anlık duraksamadan sonra gelen cevapda şaşkınlık seziliyordu.
"Niye? Gelecek misin?"
"Evet. Gizlice takip edeceğim, o yüzden açıkça konum istiyorum. Dalga geçme, ben ciddiyim!"
Cümlesinin sonunda yüzü hafifçe gülümsedi ama bakışlarındaki keskinlik değişmedi.
"Peki komutanım," diye yazdı Selin. Bir kahkaha efekti hayal eder gibi Azra'nın gözlerinin kenarı kıvrıldı. Ardından konum geldi.
Otobüs ilerlerken Azra başını pencereye yasladı, gözlerini kapattı. Uyuyamasa da kendini düşüncelerinden uzaklaştırmaya çalıştı. Beyninde yankılanan sesleri susturmak ister gibi, sadece karanlığın içindeki sessizliğe odaklandı.
Durak ismi anons edildiğinde, dinginliğinden sıyrıldı. Elini stop düğmesine uzatıp otobüsten indi. Şehir, akşamüstü ışığında hâlâ kalabalıktı. Egzoz kokusu, yoldan geçen arabaların gürültüsü ve telaşlı ayak sesleri arasında Azra, durakta birkaç saniye durdu. Derin bir nefes aldı, çantasının sapını omzunda düzeltti. Telefonunu çıkardı, kulağına götürdü.
"Eve geliyorum, bir şey lazım mı?"
Sesindeki yorgunluk, yürüyüşüne de yansımıştı.
Annesinin sesi karşıdan yavaşça geldi, bitkin ve donuktu.
"Yok kızım, bu akşam çok yorgunum. Kahvaltı hazırlıyorum."
"Tamam anne."
Kısa ve sakin bir cevapla telefonu kapattı, cebine koydu. Sonra yürümeye devam etti.
Sokak lambaları yeni yanmaya başlamıştı. Adımları her zamankinden daha yavaş, daha ağırdı. Günün yükü sadece omzundaki çantaya değil, omurgasına, ruhuna da çökmüştü sanki. Kalabalık caddenin ardından sokağa sapınca ortam daha tanıdık, daha sessizleşti.
Mahalledeki çocukların neşesi, bir an için yüzünü yumuşattı. Bir grup çocuk sek sek oynuyor, iki küçük erkek çocuğu birbirini kovalamaca peşinde bağıra çağıra koşturuyordu. Cama çıkan bir kadın, elindeki ekmek tahtasıyla birine seslendi. Bu sesler arasında birden kendini ait hissetti.
Bahçe kapısını açtı, gıcırtı sesiyle birlikte serin bir esinti yüzünü yaladı.
Evin önündeki bahçeye geçti. Sanki toprağın kokusu bile bu akşam daha derindi. Sandalyeye kendini bıraktı.
Yavaşça geriye yaslandı. Derin bir iç çekti. Gözlerini kapamasa da bir süre öylece durdu, kulaklarında hâlâ şehrin uğultusu vardı. Ama bu uğultunun içine karışan kuş cıvıltıları ve çocuk kahkahaları, bedenindeki yükü biraz hafifletti.
Bir gün daha geride kalmıştı. Ama gecesi hâlâ önündeydi.
Havanın serinliğinde, bedeninin yorgunluğu daha da belirginleşti. ‘Summer Wine’ şarkısının son notaları kulaklığında tınlarken derin bir nefes aldı. Biraz soluklanıp eve yöneldi. Kulaklıkları çantasına koydu, ayakkabılarını çıkardı. İçeri girdiğinde annesini koltukta haberleri izlerken buldu. Yanına gidip alnından öptü.
"Çayı demledim," dedi annesi yorgun ama sevecen bir tonla.
"Tamam anne. Ben de çok yorgunum. Önce bir duş alayım, sonra masayı hazırlarım."
Banyoya gitmek üzere odasına yöneldi. Tam o sırada telefona bir mesaj geldi. Ekrana baktığında Selin'in gönderdiği konumu gördü. Haritaya göz attı; gittikleri yer evlerine çok uzak olmayan bir koruydu.
Duş sonrası odasına geçip iç çamaşırlarıyla pamuklu pijamalarını giydi. Islak saçlarını havluyla kurularken mutfaktan gelen sesleri duydu. Annesi kahvaltılıkları masaya taşıyordu. Hemen yardım etmek için mutfağa geçti.
"Hadi sen git, ben hallederim," dedi annesine, içten bir gülümsemeyle.
Zaman kaybetmeden domatesleri ve salatalıkları doğrayıp söğüş hazırladı, üç yumurtayla omlet yaptı. Masayı tamamlayınca mutfağın köşesinden sordu:
"Akın yok mu?"
Annesi sandalyeye otururken içini çekti.
"Yok, yine arkadaşıyla buluştu dışarıda."
Azra kaşlarını kaldırdı, hafifçe başını yana eğdi.
"Sevgilisi falan mı var acaba?"
Kadının sesi biraz bıkkındı.
"Bilmem. Anlatmıyor ki bir şey. Elinde laptop ya da telefon, odadan çıktığı mı var sanki?"
"Neyse," dedi Azra, yumurta tavasını masaya koyarken. "Ben sonra konuşurum onunla."
Bir an duraksadı, sonra içten bir merakla devam etti.
"Sen neler yaptın bugün?"
Annesi, mutfağın sıcak sarı ışığında başını geriye yasladı.
"Hiç sorma, canım çıktı."
Sonrasında günün yorgunluğunu anlatırken gözlerinin altındaki halkalar daha belirginleşti. Sofrayı birlikte toparladılar. Azra, kahvaltılıkları dolaba yerleştirip bulaşıkları makinaya dizdi. Sonra çaydanlığı tekrar ocağa koyup hafifçe ısıttı. Tepsiye iki bardak çay ve birkaç dilim bisküvi koyduktan sonra annesine seslendi:
"Hadi gel, bahçede biraz oturalım."
Kadının sesi daha da ağırlaşmıştı.
"Çok yorgunum. Erken yatacağım bu akşam."
"Tamam, bir bardak daha çay içersin, sonra uyursun."
Bahçeye birlikte çıktılar. Akşam serinliği üzerlerine çökse de aralarındaki sıcaklık bu havayı bastırıyordu. Çayın dumanı fincanlardan ince ince yükselirken, Azra’nın sesi o sakinlik içinde yankılandı.
"Sen neler yaptın bugün?"
"Klasik bir gündü işte," dedi Azra ve Selin'le olan konuşmalarını anlatmaya hazırlanırken cebindeki telefon çaldı.
Ekrana baktı. Selin arıyordu.
“Efendim?” dedi hemen açıp kulağına götürerek. Cevap gelmedi. Sadece boğuk, iç içe geçmiş sesler duyuluyordu.
“…bırak beni, istemiyorum… Amma nazlandın, istemiyorsan niye geldin o zaman?… Ya çekil…”
Azra'nın yüreği yerinden fırlayacakmış gibi çarpmaya başladı. Donuk bakışları bir anda keskinleşti. Saniye bile kaybetmeden ayağa fırladı, ve ev terliklerini hızla ayakkabılarla değiştirdi.
Annesi şaşkınlıkla yerinden doğruldu.
“Ne oldu Azra?” diye sordu, endişeyle.
Azra, sesindeki panikle bir yandan telefonu kontrol ediyor bir yandan da hızla bahçe kapısına ilerliyordu.
“Selin! Sanırım başı dertte. Beni aradı ama konuşamıyor, sesler… Çok kötüydü. Hemen gidip alıp geleceğim, endişelenme!”
Arkasından annesinin sesi yükseldi.
“Nerede, nereye gidiyorsun?!”
“Gelince anlatırım!” diye seslendi Azra, kapıyı hızla çekip kapatırken.
Sokağa çıkar çıkmaz telefonu kulağına götürüp numarayı çevirdi. Parmakları titriyordu ama sesi netti.
“İyi akşamlar, ismim Azra Yıldırım. Arkadaşım bir erkekle randevuya çıktı. Evimin aşağısındaki koruya gittiler, bana konum attı. Az önce beni aradı ama konuşamıyor, sadece boğuk sesler duydum. Taciz edildiğini düşünüyorum. Şu an evden çıktım, oraya gidiyorum. Lütfen siz de yönlendirme yapar mısınız?”
Polis memuru sakin ama hızlı konuştu, numarasını istedi. Azra hemen verdi. WhatsApp üzerinden yazacaklarını, arkadaşının konumunu ve telefon numarasını o hatta iletmesini istediler.
“Tamam,” dedi Azra, boğazı düğümlenmişti.
O sırada köşeden geçen bir taksiyi el kaldırarak durdurdu, içine atladı. Derin bir nefes aldıktan sonra taksiciye döndü.
“Numaranızı alabilir miyim? Arkadaşımın attığı konumu şimdi size gönderiyorum.”
Taksici, aynadan göz göze geldiği genç kadının telaşını sezdi. Başını sallayıp numarasını söyledi. Azra konumu gönderdi, ardından polis memuruna da hem konumu hem Selin’in numarasını iletti. Telefonunda kayıtlı konuşma programından az önceki çağrıyı seçip o kayıt dosyasını da ekledi.
O sırada annesi aradı. Ekranda ismini görünce birkaç saniye duraksadı, sonra açtı.
“Ne yaptın?!” dedi annesi, sesi titriyordu.
Azra, gürültüden uzaklaşmak için başını yana çevirdi, sesi sakindi.
“Yoldayım anne. Merak etme, seni arayacağım.”
“Tamam... Haber ver bana olur mu?”
“Tamam. Görüşürüz.”
Koruya yaklaştıklarında Azra, taksi camından dışarı baktı. Ağaçların arasından sadece bir parça ışık süzülüyordu. Aracın farları, yol kenarındaki taşları silikçe aydınlatıyordu.
İnmek üzere eğildi ama eli cebine uzandığında durakladı. Üzerindeki pijamayı yeni fark etmişti. Cebinde cüzdan da yoktu.
Başını taksiciye çevirdi, özür dilercesine gülümsedi.
“Ben… Apar topar çıktım. Kusura bakmayın, para almamışım. Numaranız bende var. Yarın bankadan havale yapsam olur mu?”
Taksici yumuşak bir sesle gülümsedi.
“Sorun değil kızım. Arkadaşının başı beladaysa, sen git. İstersen bekleyeyim.”
Azra gözlerini kısmayıp bir an adamın yüzüne baktı, içten bir minnetle başını salladı.
“Bekleme şansınız varsa çok iyi olur… Dönüşte paranızı da veririm.”
Araçtan indiği gibi hızla telefonunu çıkarıp Selin’i aradı. Karşıdan gelen ses, hızlı hızlı nefes alan birine aitti.
“Neredesin?” dedi Azra, yürürken etrafına bakınarak.
Selin, boğuk ve ürkek bir sesle cevapladı.
“Kafenin olduğu taraftaki orman tarafındayım. Polis aradı biraz önce… Sen vermişsin numaramı. ‘Annem arıyor’ deyince sinirle arabadan indi. Gri Jetta, plakanın sonu kırk altı… Yardım et.”
“Geliyorum,” dedi Azra kararlı bir sesle.
Telefonu kapatır kapatmaz tüm bilgileri polis memuruna tekrar yazarak iletti. Cevap hemen geldi:
“Yoldayız.”
Karanlık alana adım attığında ağaçların arasına sinmiş sessizlik hemen hissedildi. Yavaşladı, telefonunun fenerini açtı. Kısa bir yürüyüşün ardından ormanın içinde park edilmiş bir araba gördü. Farları kapalıydı. Telefonun ışığını plakaya tuttu. “Kırk altı.” Doğru yerdi.
Adımlarını hızlandırdı. Tam o sırada Semih, arabanın önünden çıkıp geriye dönüyordu. Işıkta Azra’yı gördüğünde olduğu yere çakılı kaldı. Gözleri büyüdü. Ağzını açtı ama kelime çıkmadı.
Azra hiç durmadan, kararlı bir adımla yürüdü. Yaklaştığında kolunu geriye çekip, tüm gücüyle Semih’in yüzüne bir yumruk savurdu. Çıkan tok ses ağaçların arasında yankılandı. Semih sendeledi, kolundan tutup Azra’yı durdurmaya çalıştı. Ancak Azra geri çekilip dizini kaldırdı, hedefi belliydi.
Bacak arasına tam isabetle indirdiği tekmeyle Semih inleye inleye yere yığıldı.
“Öldürürüm seni, şerefsiz!” diye haykırdı, dişlerinin arasından tıslayarak. Nefesi kesik kesikti, vücudu titriyordu ama geri adım atmadı.
Hemen ardından arabanın arka kapısını açtı. İçeride donmuş gözlerle oturan Selin’e seslendi:
“Çık! Ne duruyorsun hâlâ?!”
Selin, arabanın arka koltuğundan kendini dışarı attı ve titreyen kollarıyla Azra'ya sarıldı. Gözyaşları yanaklarına karışıyor, boğazı yırtılmış tişörtü ormanın ayazında titreyerek sallanıyordu. Azra’nın omzuna kapanan bedeni, içine sakladığı dehşeti fısıldar gibiydi.
O sırada Semih, sendeleyerek doğruldu. Gözleri hâlâ bulanıktı ama hırsla Azra’ya doğru bir adım attı. Azra içgüdüsel bir hareketle geri çekilmedi. Tersine, omuzlarını gerdi ve gelen bedene karşı iki eliyle sertçe itti onu. Semih yere savrulmadan dengede kalmaya çalışırken uzakta çakan polis ışıkları görüş alanlarına girdi.
Bir anlığına panikleyen Semih, arabasına yöneldi ama Azra anında kolundan yakaladı ve yüzüne doğru bir yumruk daha savurdu. “Nereye gidiyorsun, şerefsiz?!” Nefesi kesilmişti ama sesi netti. Yumruk suratında patlayan Semih, yere çömeldi.
O anda iki polis aracı yanlarında durdu. Araçtan inen memurlardan biri hızlıca etrafı süzdü ve Azra’ya döndü.
“Şikâyeti siz mi yaptınız?” Tonu nötrdü ama gözleri tetikteydi.
Azra dik durmaya çalışarak, boğazındaki öfkeyi bastırdı. “Evet, ben yaptım.”
Memur tam not almaya hazırlanırken Selin araya girdi. Sesi ince, ürkek ve çatallıydı. “Bir yanlış anlama olmuş memur bey… Ben şikâyetçi değilim.”
Azra başını hızla Selin’e çevirdi. Gözleri bir an için inanamayan bir çocuk gibi büyüdü. “Ne saçmalıyorsun Selin? Üstüne başına bak!”
Ama Selin ona değil, sadece polise döndü. Göz temasından kaçınarak robot gibi konuştu. “Biz… erkek arkadaşımla buraya geldik. Gezmek için. Tartıştık sadece. Kıyafetimi çekiştirince korktum, arkadaşıma haber verdim. O da sizi aramış. Şikâyetçi değilim.”
Azra'nın dudakları bir şey söylemek için aralandı ama içindeki öfke göğsünde sıkıştı. Gözleri hâlâ Selin'in üstündeydi ama bir cevap beklemiyordu artık.
Polis memuru, ifadenin gidişatını bozmak istemeden bu kez Semih’e döndü. “Böyle mi oldu genç?”
Semih başını sallayarak kekeledi. “Evet… öyle oldu. Şikâyet falan yok. Tartıştık sadece…”
İki polis, birbirlerine bakıp iç geçirdiler. Biri alaycı bir homurtuyla not defterini cebine koydu. “Bir daha sevgili kaprisiniz için bizi aramayın. Bizim de başka işimiz gücümüz var. Hadi gidelim... burada bir şey yok.”
Arabalarına yöneldiklerinde Azra sert bir adımla öne çıktı. “Bir dakika!” diye bağırdı arkalarından. Sonra Semih’e döndü, gözleri donuktu. “Seninle işim bitmedi.”
Ardından Selin’in kolunu yumuşak ama kararlı bir şekilde tuttu ve tekrar polise yöneldi. “Aşağıda bir taksi var, oraya yürümemiz zor. Bizi götürebilir misiniz?”
Memur kısa bir duraksamadan sonra başını salladı. “Binin.”
Polis aracının arka koltuğuna oturduklarında, araç sessizce ilerlemeye başladı. Ön koltuktaki memur, dikiz aynasından arkadaki iki genç kadına baktı. Bakışı Selin’in üstünde sabitlendi.
“Bak kızım,” dedi tok bir sesle, “eğer bu herif sana bir şey yaptıysa şimdi söyle. Şikâyetçi ol, biz gereğini yaparız. Şu haline bir bak... Böyleleri cezasını çekmezse yarın başkasıyla devam eder.”
Selin başını öne eğdi. Uzun kirpikleri gözlerini gölgede bırakıyordu. “Söyledim ya. Sadece tartıştık. Kavga ettik biraz. O kadar…”
“Niye kavga ettiniz peki?”
“Kıskançlık,” diye fısıldadı. Sesindeki yorgunluk, kelimelerin arasına çöreklenmişti.
Polis bir an sessiz kaldı. Sonra omuzlarını silkti. “Öyle olsun. İnanmış gibi yapayım. Sen şikâyetçi olmadıktan sonra bizim elimiz kolumuz bağlı.”
Taksiye geldiklerinde Azra hafifçe öne eğildi. “Burada inelim. Kusura bakmayın, sizi de uğraştırdık bu saatte.”
Memur başını salladı. “İyi akşamlar.”
İkili arabadan indiğinde taksici hâlâ oradaydı. Beklemişti. Arabaya bindiklerinde Selin yavaşça cam kenarına yaslandı. Azra gözlerini yola çevirdi. Birbirlerine tek kelime etmeden, gecenin içine doğru ilerlediler.
Mahalleye girdiklerinde Azra, taksiciye yolu tarif etti. Sokağın köşesini döner dönmez annesini aradı. Sesi yorgun ama kararlıydı.
"Anne, taksi parası lazım. Evin önüne geldik."
Sema, birkaç dakika içinde elindeki parayla dışarı çıktı. Taksiciye parayı uzatırken gözleri arka koltuktaki kıza takıldı. Selin’in solgun yüzü, dağınık saçları ve yırtık tişörtüyle karşılaştığında, gözbebekleri panikle büyüdü.
"Selin? Kızım, iyi misin? Ne oldu sana böyle?"
Sesi titriyordu. Bir annenin içgüdüsüyle hemen yaklaştı.
"İyiyim, Sema Teyze. Sadece… biriyle tartıştık biraz." Selin’in sesi bir fısıltı kadar cılızdı. Gözlerini kaçırdı, omuzlarını düşürdü.
Azra araya girerek annesini sakinleştirdi. "Duş alacak, sonra konuşuruz. Sen çok yorgunsun zaten, hadi biraz dinlen."
Sema, Azra’nın hafifçe kaşını kaldırıp başıyla kapıyı işaret etmesini görünce anlamıştı. Gençlerin yalnız kalması gerekiyordu. Hafif bir iç geçirmeyle başını salladı.
"Peki. Ben yatıyorum kızlar. İyi geceler."
"İyi geceler," dediler aynı anda.
Azra, havluyu ve birkaç temizlik malzemesini sessizce Selin’e uzattı. "Duş al. Rahatlarsın."
Selin başını salladı, hiçbir şey demeden banyoya yöneldi. Kapı kapanınca Azra derin bir nefes aldı, ardından dolabına gidip Selin için temiz bir tişört çıkardı. Bir iç çamaşırı da ekledi yanına hiç kullanılmamış. Telefonunu alıp Gülcan Hanım'ı aradı.
Telefon birkaç sinyalin ardından açıldı.
"Alo?" Gülcan’ın sesi uykulu ve huzurluydu.
"Gülcan Teyze, ben Azra. Rahatsız ettim ama… Selin bu gece bende kalabilir mi?"
Birden karşı tarafın sesi keskinleşti. "Olmaz. Babası çok kızar."
Azra sesi alttan ama kararlı bir tonda sürdürdü. "Ethem Amca’yla ben konuşurum. Yeter ki siz müsaade edin."
"Olmaz kızım, eve gelsin," dedi Gülcan, hiçbir pazarlığa açık olmayan bir tonla.
Azra pes etmedi. "Peki… En azından biraz daha oturabilir miyiz? Söz veriyorum, saat en geç yirmi üçte kendi ellerimle getiririm."
Telefonun diğer ucunda bir iç çekiş duyuldu.
"Tamam," dedi Gülcan memnuniyetsizce ve kapattı.
Azra, pijamaları dolaba geri koydu, yalnızca sade bir tişört bıraktı. Banyodan gelen saç kurutma makinesinin sesi kesildiğinde, Selin yavaşça çıktı. Yüzü hâlâ solgundu, gözleri kupkuru ama düşünceliydi. Azra’nın çıkardığı tişörtü giydi, saçlarını topladı. Odanın ortasında öylece duruyordu.
Azra daha fazla dayanamadı.
"Neden şikayetçi olmadın?"
Sesindeki öfke taş gibi sertti. O an odayı dolduran sessizlikten daha ağırdı.
Selin gözlerini kaçırdı. Dudakları titredi, sesi güçlükle çıktı.
"Ailem… çok kızardı. Bir de… sen ona vurdun. Ya senden şikayetçi olsaydı?"
Azra’nın kaşları çatıldı. Sesi yükseldi.
"Ben hallederdim o kısmı! Senin yaşadığın şey... geçiştirilecek bir şey değil!"
Selin’in omuzları çöktü. "Bizimkilerle uğraşamam Azra… Bilmiyorsun nasıl olduklarını…"
Azra derin bir nefes aldı. Kızgınlıkla karışık bir çaresizlik oturdu içine. Dizlerinin üzerine çöktü, halının ucunu parmaklarıyla kıvırdı. "Peki… ne oldu orada, anlat."
Selin bir an durdu. Parmaklarını birbirine kenetledi. Sonra, başını önüne eğerek titrek bir sesle konuşmaya başladı.
"İlk başta her şey normaldi. Restoranda yemek yedik, sohbet ettik. Klasik konular… güldük, eğlendik. Sonra biraz dolaşalım dedi. Araba orman yoluna girdi. Manzarayı göstermek bahanesiyle arabayı kenara çekti. ‘Burada duralım,’ dedi, ‘çok güzel burası.’ Arka koltuğa geçmemi istedi. Ben de o sırada seni aradım."
Gözleri hâlâ halıya odaklıydı. Azra, Selin’in titreyen dudaklarından dökülen cümleleri dinlerken yumruklarını fark etmeden sıkmıştı. Tırnakları avuç içlerine gömülüyordu. Kızın her kelimesi, ciğerine saplanan bir bıçak gibiydi.
"Önce... iltifatlar etti," dedi Selin, sesi çatallanıyordu. "Sonra... yaklaşmaya başladı. ‘Sadece bir öpücük,’ dedi." Gözleri yerdeydi ama sanki yeniden o arabanın içindeydi. “Ben istemedim… ama o durmadı. ‘Ne işin var burada o zaman?’ dedi. Tişörtümü… tişörtümü çekiştirdi. Öyle bir bakışı vardı ki… nefesim kesildi. Kaçamadım. Sadece… sadece telefon çaldı. ‘Annem arıyor,’ dedim... ama aslında polisti."
Gözleri bir anlığına Azra’ya kaydı ama sonra hızla kaçırdı. Gözkapakları titredi, yüzü gölgelenmiş gibiydi. O an yeniden yaşanıyordu içinde tenindeki gerginlik, boğazına düğümlenen çığlık, arka koltuktaki dar alanda sıkışıp kalma hissi. Gözlerinden yaşlar süzüldü. Bu, sessiz bir taşmanın gözyaşıydı ses çıkarırsan duyulursun, duyulursan suçlu olursun korkusuyla bastırılmış bir taşma.
Azra’nın boğazına bir yumru oturdu. Dizlerinin bağı çözüldü, doğrudan Selin’in önüne, yere diz çökerek oturdu. Sanki bir adım daha uzakta durmak Selin’i yalnız bırakmak olurdu. Kızın soğuktan bembeyaz olmuş ellerini tuttu.
"Bak bana," dedi usulca ama titreyerek. "Korkma. Geçti artık. Yalnız değilsin. Beni aramakla… çok iyi yaptın. Çok cesur davrandın, Selin."
Selin yavaşça başını kaldırdı. Göz göze geldiklerinde Azra, o bakışlarda sadece korku değil; suçluluk, utanç, anlamlandırılamayan bir haksızlığa uğramışlık hissi de gördü. Sanki kendi bedeninden özür diliyordu Selin. Azra'nın içindeki öfke ve çaresizlik birbirine karışmıştı. Selin’in ellerini daha sıkı kavradı.
"Bu senin suçun değil," dedi. Kelimeler bıçak gibi keskin, bir o kadar da yumuşaktı. "Asla senin suçun olmadı."
Azra, oturduğu yerden kalktı ve Selin’e doğru eğildi. Titreyen omuzlarının üzerine ellerini koyduktan sonra, hiç tereddüt etmeden ona sarıldı. Selin bir süre sessiz kaldı; ama dokunuşun sıcaklığı içindeki barajı yıktı. Kızın gözyaşları sessizce akmaya başladı, sonra hıçkırıklara dönüştü.
"Tamam Selin, geçti," dedi Azra, fısıltıya yakın bir sesle. Parmaklarıyla sırtını yavaşça okşuyordu. "Ağlama artık, güvendesin."
Selin, sarıldığı yerde başını eğmiş halde mırıldandı. "Sen gelmeseydin… ne yapardım hiç bilmiyorum, Azra."
"Polisi arardın," dedi Azra, yumuşak ama kararlı bir sesle. Onu sakinleştirmek için elinden geleni yapıyordu. "Ama şimdi ben buradayım. Ve bu bitti, tamam mı? Bitti."
Kapı hafifçe aralandı, ardından Akın içeri girdi. Omzunda okul çantası vardı, gözleri hemen ağlayan Selin’e kaydı.
"Merhaba," dedi hafif bir tedirginlikle. "İyi misiniz? Hoş geldin, Selin Abla."
Azra, sarılmayı bırakıp başını çevirdi. "Hoş bulduk, Akın."
Akın, Selin’in şişmiş gözlerine bakarak bir adım daha yaklaştı. "Ne oldu, iyi misin sen?"
Azra, kardeşinin gözlerine kısaca baktı. Cevabın detaylarını öğrenmesini istemiyordu. "Biraz zor bir gün geçiriyor. Onu evine bırakmam lazım. Babamın arabası sende mi?"
"Evet, bende." Akın’ın sesi yorgundu ama meraklıydı.
"Birlikte bırakalım, olur mu?"
Akın başını salladı. "Ben çok yorgunum, giderken sen kullanırsın."
"Tamam," dedi Azra.
Evden çıkıp sokağa indiler. Asfalt zemine adımlarının yankısı vururken sessizlik ağırlaşıyordu. Arabanın yanına geldiklerinde Azra anahtarı çevirdi, şoför koltuğuna geçti. Marşa bastı, vitesi geriye takıp dikkatle yola çıktı. Selin yan koltuğa sessizce oturdu, başını cama yasladı. Akın arkada koltuğa yayılmıştı.
Yol boyunca kimse konuşmadı. Radyo açıktı ama ses kısılmıştı, sadece motorun hafif uğultusu duyuluyordu. Apartmanın önüne geldiklerinde Azra arabayı kaldırıma yakın bir noktaya çekti. Selin’le birlikte indiler, gri binanın mermer merdivenlerinden çıkıp ikinci kata kadar çıktılar. Azra zile bastı.
Kapı aralandı. Gülcan Hanım'ın yüzü karşılarına çıktı soğuk, donuk bir ifade, kırışık alın ve sıkılı dudaklar. Kadının yüz ifadesi değil, varlığı bile enerjiyi emer gibiydi.
"İyi akşamlar, Gülcan Teyze," dedi Azra nezaketle. "Selin’i getirdim."
"İyi akşamlar," dedi kadın, sesi buz gibi. Gözleri Azra’nın üzerindeydi ama içine değil, sanki içinden geçip boşluğa bakıyordu.
Selin, başını eğdi. Ayakkabılarını çıkardıktan sonra Azra’ya döndü, gözlerinde hâlâ kırılgan bir parıltı vardı. "Her şey için teşekkürler, Azra," diyerek sarıldı ona. Sesi yorgun ama samimiydi. "Yarın görüşürüz."
"Görüşürüz. İyi akşamlar."
Azra, merdivenlerden inerken derin bir nefes aldı. Şoför koltuğuna geçmiş olan Akın'ın yanına oturdu ve kapısını kapattı.
"Hadi gidelim, çok yoruldum," dedi, başını koltuğa yaslayarak.
Akın yavaşça ileriye baktı, elleri direksiyonda. "Ben de çok yoruldum. Selin Abla neden ağlıyordu?"
"Dedim ya, zor bir gün geçirdi."
Akın’ın omuzları hafifçe kasıldı, gözleri keskinleşti. "Kim üzdü onu, ağzını burnunu kırarım!" dedi öfkeyle. Üst bedenini hafifçe öne attı, kollarını kabartarak bir horoz gibi şişindi. Azra bu efelenmeye karşı koyamayıp güldü.
Göz ucuyla kardeşine baktı. Buğday teni, yana taranmış koyu saçları, belirgin alnı, şekilli kalın kaşları, ela gözleri ve minik burunla birleşen sivri çenesiyle tam ortada bir yerlerdeydi ne çocuk ne adam. Çenesinde yeni belirmiş keçi sakalımsı tüyler bile bir kimlik arayışının parçası gibiydi. Sonra gözleri yumruk attığı eline kaydı; parmak dipleri hâlâ kızarıktı.
"Ben o işi hallettim, merak etme."
Akın’ın gözleri irileşti, neredeyse parladı. "Hallettin mi? Ciddi misin?"
Azra başını salladı. "Evet."
"Heyt! Kimin ablası be!" dedi gururla. Gülümsemesi kocaman, sesi övünçle doluydu.
Azra, gözlerini kısarak ona döndü. "Sen onu bunu bırak da… karabatak gibisin bu aralar. Ne işler çeviriyorsun?"
Akın hafifçe sırıttı, yanaklarına kızarıklık yayıldı. Başını hafifçe eğdi, göz temasından kaçındı. Azra bu hareketleri tanıyordu. Ne zaman yalan söylese, aynı utangaçlıkla kıvırırdı.
"Bir iş çevirmiyorum. Sadece arkadaşlarımla görüşüyorum," dedi.
Azra başını iki yana salladı, kıkırdadı. "Hadi oradan, kimi kandırıyorsun? Doğru söyle, sevgilin var değil mi?"
Akın bir anda diklendi, kendinden emin bir sesle sordu: "Neden olmasın? Kızlar için yeterince yakışıklıyım."
"Kim o kız? Benimle tanıştır," dedi Azra, bu kez ciddi bir tonla.
Akın gözlerini büyüttü. "Daha neler! Anneme söyleme ama ha, bak çok ciddiyim!"
Azra omuz silkti. "Tanıştırırsan söylemem."
Akın çaresizce iç çekti. "Tamam, tanıştırırım sonra."
Azra ekledi: "Ayrıca sevgiliye takılıp okulu sallamak yok."
"Tamam abla ya, merak etme," dedi Akın, sesi hem uslanmış hem de biraz bozulmuş gibiydi.
Eve vardıklarında Akın, Azra’yı kapının önünde indirdi. Sonra arabayı sokağın kenarına çekti.
Azra bahçeyi hızla geçti, ayakkabılarını kapının önünde çıkardı ve anahtarıyla kapıyı açarak içeri girdi. Evin içi loştu, salonun lambası yanıyordu. Annesi kanepede oturuyordu, üstündeki ince battaniyeyi omzuna çekmiş, uykudan yeni uyanmış gibiydi.
"Nereye gittin sen?" diye sordu annesi, sesi hem meraklı hem de yorgundu.
"Akın’la birlikte Selin’i evine bıraktık," dedi Azra, montunu askıya asarken.
"Selin kalmayacak mıydı?"
"Annesi izin vermedi," dedi kısa bir duraksamayla. Gözleri annesinin gözlerinde bir an takıldı. Meraklı bakışlarının altında, onun yorgun yüzünü daha da yormak istemedi.
"Ne olmuş ona? Kötü görünüyordu," dedi annesi, sesi bir miktar endişeyle karışmıştı.
Azra başını hafifçe iki yana salladı, sesi yumuşaktı. "Anne çok yorgunum… Senin de uykun açılmasın. Hadi uyu. Ben de hemen yatacağım."
Annesi biraz daha bir şey söyleyecek gibiydi ama sonra vazgeçti. “Tamam… Yarın konuşuruz o zaman.”
"İyi geceler."
"Sana da iyi geceler," dedi annesi, gözlerini yeniden kısmaya başlayarak.
O sırada kapı açıldı, Akın içeri girdi. Ayakkabılarının çıkardığı sürtünme sesi evin sessizliğinde yankılandı.
"Ben yatıyorum, Akın," dedi Azra.
"Tamam abla, iyi geceler," diye karşılık verdi Akın, hantal bir adımla mutfağa doğru yönelirken.
Azra pijamalarıyla çıktığı için doğrudan odasına girdi. İçerideki hava serindi ama tanıdıktı. Yatak onu sanki bekliyormuş gibi çekiyordu. Üzerine çökmeden önce kısa bir an durdu; omuzları düştü, nefesi derinleşti. Sonra yavaşça kendini yatağın üzerine bıraktı.
Bugün ne öğrenmişti?
Ne kadar mutsuz olursa olsun, dünya ile bağını koparmamalıydı. O bağlar, insanı kendine döndüren yegâne şeydi. Hayat her şeye rağmen akıyordu. Kalp kırıklıkları, korkular, belirsizlikler… ama yine de hayat.
Peki neye mutlu olmuştu?
Akın… Küçük kardeşi büyümüş, kendi sırlarını taşıyan birine dönüşmüştü artık. Onun ifadesindeki heyecanı, utanarak gülümseyişini ve gözlerindeki o tuhaf parıltıyı düşününce dudakları hafifçe kıvrıldı. Sevgilisi vardı. Büyüyordu.
Azra, odasında yankılanan bu düşüncelerle başını komodine çevirdi. Orada duran okuma gözlüklerini aldı, burnuna yerleştirdi. Kitabını da eline aldı, sayfalarını hızla çevirip kaldığı yeri buldu. Parmak uçlarıyla sayfanın kenarına dokundu. Bir süre sadece satırların içinde kayboldu. Sakinleşmek, düşüncelerin gürültüsünü azaltmak için başka bir dünyanın kelimelerine ihtiyacı vardı.
Yaklaşık yirmi sayfa okuduktan sonra gözleri ağırlaştı. Gözlüklerini usulca çıkarıp komodine koydu. Yorganı üzerine çekmedi bile. Kitap, kucağında açık halde duruyordu. Azra'nın nefesi derinleşti. Günün yorgunluğu, zihnini usulca gevşetirken o da kendini tatlı bir uykuya bıraktı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |