
Tak! Tak! Tak!
Sertçe çalınan kapının sesi, Azra’nın derin uykusunu parçalayarak yankılandı odada. Yorganın altında bir an kıpırdamadan kaldı. Sonra gözkapaklarını ağır ağır araladı, loş sabah ışığına alışmaya çalışarak tavanı süzdü. Kapının ardında Aslı'nın neşeli sesi yükseldi:
“Uykucu, uyan artık!”
Azra homurdanarak gözlerini ovuşturdu, esnedi. Bedeninin her yanı yorgundu sanki yatağa yapışmıştı. Ama kapı ardındaki ısrarcı cıvıltı devam ediyordu:
“Azra, hadi ama! Uyan!”
Tak! Tak! Tak!
Ayaklarını yatağın yanına sürükledi, terliklerini bile giymeden salona çıktı. Uykulu adımlarla kapıya uzandı ve kolu çevirip açtığında, Aslı bir fırtına gibi içeri daldı. Aniden boynuna atıldı, kollarını sımsıkı doladı ve ikisini bir sağa bir sola sallamaya başladı.
“Günaydın!” dedi heyecanla. Gözleri ışıl ışıldı, sesi kuş gibi cıvıldıyordu. “Çok heyecanlıyım! Hep birlikte şehir merkezine gideceğiz. Sen ilk kez göreceksin, acaba beğenecek misin, ne düşüneceksin...”
Azra, onun kollarından kurtulmaya çalışarak nefes nefese homurdandı. “Aslı... Aslı, beni boğmayı keser misin? Şehir merkezini göremeden öleceğim yoksa.”
Aslı bir adım geri çekildi, hafifçe suçlu bir gülümsemeyle ellerini havaya kaldırdı. “Ah, özür dilerim! Çok heyecanlıyım, içim kıpır kıpır!” Sesine yeniden neşe karıştı.
Azra, çatallı sesiyle mırıldandı. “Onu fark ettim.”
Aslı onu baştan aşağı süzdü, yüzünde aniden beliren ciddiyetle kaşlarını çattı. “Berbat görünüyorsun. Kamyon mu çarptı sana? Bu ne hal? Sakın ‘hastayım’ deme.”
Azra, memnuniyetsizce gözlerini kıstı. “Biraz önce sen çarptın. Boğa yılanı gibi sarılıp beni boğmaya çalıştın.”
Aslı, kollarını beline yaslayıp tiyatral bir öfkeyle çemkirdi. “Hanım hanım, sana karşı olan coşkun seller gibi akan sevgimin çok az bir kısmını gösterdiysem ne olmuş yani?”
Azra, gülmemek için dudaklarını bastırdı. Yüzünü olabildiğince ciddi tutmaya çalışıyordu ama Aslı’nın bu hali fazlasıyla komikti. “Birazını mı? Az kalsın sevginle öldürüyordun beni.”
Aslı, dramatik bir şekilde kollarını göğsünde kavuşturdu, kafasını yana çevirip burnunu havaya dikti. Kaşları çatık, sesi dokunaklıydı. “Hıh! Sen ne anlarsın sevgiden, gıcık şey.”
Azra'nın gözleri Aslı'nın saçlarına takıldı. Tarçın rengi kıvırcık saçları, başının iki yanına minik topuzlar halinde toplanmıştı. Oyuncağı elinden alınmış bir çocuğa benziyordu. Azra daha fazla dayanamadı, yüzü yumuşadı ve gülümsedi. Bir adım yaklaşıp yanağına minicik bir öpücük kondurdu.
“Hemen de küsermiş.”
Aslı’nın yüz ifadesi anında yumuşadı, çatık kaşları dağıldı. “Minik öpücüğünle coşkun sevgime karşılık verdiğin için seni affediyorum,” dedi cilveli bir edayla.
Sonra aniden sevinçle kollarını Azra’ya doladı ve neşeli bir çığlık attı. “Çok heyecanlıyııııım!”
Azra, bütün enerjisi bir anda çekilmiş gibi hissetti. Gözleri hafifçe devrildi. Kollarını zar zor kaldırarak Aslı’dan kurtuldu. “Aslı, sabah sabah cırcır böceği gibisin. Bu enerjiyi nereden buluyorsun?”
Aslı, dişlerini göstererek sırıtıp parmaklarını yanaklarına bastırdı. “Çok yiyorum.”
Sonra yanaklarını şişirip nefesini tutar gibi yaptı ve garip, komik bir “ham, ham, ham!” sesi çıkardı.
Azra dayanamayarak kahkaha attı. “Ben duşa giriyorum, sonra hazırlanırım.”
Banyoya doğru yöneldiğinde Aslı arkasından seslendi. “Hadi acele et! Herkese burada buluşacağımızı söyledim, birazdan gelirler.”
Azra, kapının eşiğinde bir an duraksadı. Geriye döndü, sesi uykulu ama dikkatliydi. “Aslı... Geçen Ebru’dan havlu ve bornoz almıştım, onlar...”
Sözünü bitiremeden Aslı, elinde beliren krem rengi saç havlusu ve bornozu uzattı. Göz kırparak konuştu. “Hadi sen duşa. Ben de kahvaltıları hazırlayayım!”
Azra duştan sonra yatak odasında giyinmiş, tam ayakkabılarını bağlarken içeriden yükselen Arda’nın öfkeli sesi kulaklarına çarptı. “Neneciğim, yeter artık ama sabahtan beri dır dır dır! Beni rahat bırakır mısın artık?” Sesi gergin ve keskindi, sabırsızlığı satır aralarından okunuyordu. Hemen ardından Can’ın sakin ama destekleyici tonu duyuldu. “Hadi ama Arda, gözlerini kapat, konsantre ol ve gönder artık şunu.” Sesinde hem sabır hem de hafif bir ikna çabası vardı.
Arda derin bir nefes çekti, omuzları düştü, hafifçe homurdanarak mırıldandı: “Deniyorum ama gitmiyor işte.” İnatçı ve yorgunluğu arasında gidip gelen ses tonu, çaresizliğe yakındı. Bu kez otoriter bir ses daha araya girdi. “Yapabilirsin, tekrar dene,” Ali’nin sözleri sakin ve kararlıydı, aradaki sessizliği kıran güçlü bir destek gibiydi.
Azra, ayakkabılarını bağlamayı bitirip yatak odasından çıktı. Gözlerini hafifçe kısarak odaya yayılan enerjiyi içine çekti, seslendi: “Hoş geldiniz.” Yorgunluğunu gizlemeye çalışsa da yüzünde beliren hafif tebessüm, herkese dokundu. Herkes “hoş bulduk” diye yanıt verdi, ama Arda hâlâ homurdanıyordu, ses tonu biraz daha yüksek çıkmıştı. “Ben ne yapabilirim şimdi senin hayırsız oğluna, nene. Git başımdan, çattık ya!”
Bu patlayıcı çıkış, odaya gülme dalgası yaydı. Azra hızlıca birkaç adım attı, yanağında hafif tebessümle Arda’nın çattığı kaşlarının arasına, alnının ortasına işaret parmağıyla bastırdı ve nazikçe yukarı doğru itti. Arda’nın su yeşili gözleri, gülümseyerek kızın yüzünde geziniyordu. Azra, sesini alçaltarak fısıldadı: “Nerede?”
Arda gözlerini kısarak işaret parmağını Azra’nın arkasındaki bir noktaya doğrulttu. “Tam arkanda.” Azra, derin nefesini topladı, ürperme yerine meydan okurcasına arkasını döndü ve yüksek sesle haykırdı: “Defol git evimden!” Bu ani çıkışla diğerleri de irkildi, herkesin dikkatini çekmişti.
Azra onlara aldırmadan Arda’ya döndü, hafifçe başını sallayıp “Gitti mi?” diye sordu. Arda, rahatlamış bir nefes verdi, yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi. “Evet! Sabahtan beri milyon kez defolmasını söylemiştim aslında ama bağırmak lazım demek ki.”
Azra, Arda’nın yeni halini inceledi. Saçlarını kısaltmış, uzun bıraktığı üst kısımlarını havalı bir şekilde yana taramıştı. Kaşındaki çivi şeklindeki piercingi bile değiştirmiş, o kuru kafadan çok daha iyi görünüyordu. Serkeş kıyafetlerinin yerini ise daha derli toplu, özenilmiş parçalar almıştı.
Azra’nın elleri kendiliğinden Arda’nın saçlarına dokundu, parmaklarıyla yumuşakça karıştırdı. “Bugün farklı ve çok hoş görünüyorsun,” dedi, yüzünde samimi bir sıcaklık vardı.
Arda alaycı bir gülümsemeyle yeşil gözlerini Azra’nın kehribarlarına dikip yanıt verdi, “Ve sen de bu hoşluğa dayanamadığın için saçlarımı dağıtıyorsun, öyle mi?”
Azra aniden ellerini geri çekti, yüzü bir an için kıpkırmızı oldu. Mahcup bakışlarını Arda’dan kaçırırken, Ebru’nun homurdanan sesi odanın havasını değiştirdi: “Siz ikinizin bakışması bittiyse, kahvaltılarımızı edip çıkalım artık.”
Aslı’nın ağzı durmak bilmez bir şelale gibi akıyor, enerjisiyle masayı dolduruyordu. Elleriyle havada dans edercesine anlattığı hikayeye, Can ve Ali ufak gülümsemelerle eşlik ediyordu. Arda, az önceki atışmaların ardından biraz rahatlamış, gözlerindeki o hafif alaycı kıvılcım hâlâ parlıyordu.
Azra ise tabakta duran yiyeceğe bakarken, yüzünde yorgunluğun ince gölgeleri vardı. Gözlerini sık sık masanın ötesinde, pencerenin ardındaki aydınlık sabaha çevirdi; enerjisi düşük, ama sessizce kalabalığın içinde yer almaya çalışıyordu. Ellerini nazikçe tabağının kenarına yasladı; birkaç kez derin nefes aldı, yüzüne zoraki bir gülümseme yerleşti.
Grubun canlı enerjisi Azra’nın etrafını sararken, o kendini sanki hafifçe dışarıda kalmış gibi hissediyordu. Ama gözlerindeki yorgunluk ve mücadele, uyum sağlama çabasının sessiz çığlığıydı. Arda hafifçe başını eğip, Azra’ya küçük bir onaylama bakışı attı; Azra da karşılık verdi, iki kelimesiz anlayışın samimiyetiyle.
Masadakilerin kahkahaları yavaşça azalmaya başladı, tabaklar toparlanıyor, çatal bıçaklar ortalıktan yok oluyordu. Azra, son lokmasını alırken, derin bir nefes çekip toparlanmaya çalıştı. Sanki kalbinde hafif bir yük vardı ama kimse bunu konuşmuyordu.
Ebru, sabırsızca masanın etrafını toparlarken sesini yükseltti:
“Hadi bakalım, dışarısı bizi bekliyor!”
Aslı, enerji dolu ve durmaksızın konuşurken, grup evden çıkıp dışarı doğru yürümeye başladı.
Ece’nin evinin önüne geldiklerinde Aslı'nın adımları bir an yavaşladı. Kafasını hafifçe yana eğdi, camlara kısa bir bakış attı. Perdeler kapalıydı, içeride kimse yok gibiydi. Kaşları arasındaki çizgi derinleşti, sonra sessizce başını öne eğip yürümeye devam etti. O neşeli sesi bile susmuştu.
Azra da içgüdüsel olarak başını çevirdi. Tahta verandasının kenarlarına serpilmiş, minik mine çiçeklerinin renkleri bile o an ona solgun göründü.
Bu sessiz geçişten sonra grup, beş boş evi daha geride bırakıp değerli taşlardan örülmüş bahçe duvarının önüne ulaştı. Parlak taşlar sabah ışığında pırıldıyor, adeta bir geçidin bekçiliğini yapıyordu.
Ali, duraksamadan birkaç adım öne çıktı. Bakışları keskinleşti, yüzüne odaklı bir ifade yerleşti. Sağ elini kaldırıp bazı taşlara sırasıyla dokundu; parmak uçlarıyla yedi rakamını andıran bir işaret çizdi. Taşlar belli belirsiz titreşti, sonra Ali, hiçbir zorluk çekmeden sanki duvar hava gibiymişçesine içinden geçti.
Sırasıyla herkes onun ardı sıra aynı işlemi tekrarladı. Azra şaşkınlıkla duvara bakakalmıştı. Gözleri büyük bir merakla parlayan taşları inceledi. Aslı ona döndü, dudaklarının kenarında sabırlı bir gülümsemeyle, yumuşakça konuştu:
“Gel, önce sana öğreteyim. Sen çık, ben peşinden gelirim.”
Azra başını sallayıp adım attı. Duvardaki taşlar rastgele dizilmiş gibi görünüyordu ama dikkatle bakınca fark etti kapı alanındaki bölümde dizilim değişikti. Aslı'nın gösterdiği şekilde, başlangıç ve bitiş taşlarını belirledi. Parmaklarıyla dikkatlice rune işaretini oluşturdu, sonra derin bir nefes alıp duvara doğru yürüdü.
Göğsünden bir an ürperti geçti ama adımları durmadı. Duvarın içinden geçip diğer tarafa ulaştığında, bir anlığına zaman durmuş gibi hissetti. Aslı hemen ardından belirdi.
Önlerinde uzanan yol, büyülü bir tablo gibiydi. İki yanına sıralanmış, pembeden mora akan gövdeli çam ağaçları göğe uzanıyordu. Ayaklarının altındaki yol, parlayan değerli taşlardan döşenmişti her adımda farklı bir renk ışıldıyordu.
Azra, taş duvarın dibinde park halinde duran devasa araçlara göz gezdirdi. Uçakla arabayı birleştirmiş gibiydiler. Gövdesi tank büyüklüğündeydi; önünde ve arkasında döner pervaneler, altında kızağa benzer çıkıntılar vardı. Yuvarlak camlar, metalik gri dış yüzeyin üzerinde adeta göz gibi duruyordu.
Artık şaşırmaya direnç kazanmıştı; her tuhaflık karşısında içindeki hayret bir tık daha azalıyordu. Grup, bu araçlara (Ceri dediklerini öğrendiği makinelere) doğru yürürken Ali, yüksek ve net bir sesle komut verdi:
“Kapıyı aç.”
Ceri'nin gövdesinden bir tıslama yükseldi, ardından gümüş rengi bir merdiven yavaşça yere indi. İçerisi, bir karavanın kompakt rahatlığına sahipti. Azra gözlerini renkli düğmelerle dolu konsola çevirdi, D harfi şeklinde bir kol dikkatini çekti. Araç, mekanik ama nazik bir sesle konuştu:
“Kalkışa hazır. Lütfen kemerlerinizi bağlayın ve rota belirtin.”
Masanın etrafına otururlarken, Azra diğerlerine bakıp onların rahat tavırlarını inceledi. Hepsi evindeymiş gibi davranıyordu. Azra, bir anlık tereddütten sonra yerine yerleşti. Aslı göz kırpıp komut verdi:
“Vega şehir merkezi. Su Heykelleri Parkı!”
“Komut alındı,” dedi Ceri’nin sesi.
Araç hızla ilerlemeye başladı. Ağaçların arasından geçerken birden yükseldi, gökyüzüne doğru süzüldü. Azra, mor gövdeli çam ormanını yukarıdan izlerken büyülenmiş gibiydi.
Biraz sonra başını çevirip Aslı’ya sordu:
“Bu senin aracın mı?”
Aslı gülümsedi, sesinde bilgilendirmenin sıcak tonu vardı:
“Cerileri dünyadaki taksiler gibi düşün. Her yerde varlar ve tabii ki ücretsizler. Uzun süreli yolculuk yapacaksan ve içinde uyuman gerekiyorsa, altı kişiyi geçmemek şartıyla içeriyi kişiselleştirebiliyorsun. Gideceğin yeri net olarak belirtmen gerek.”
Ebru parmaklarını masaya hafifçe vurarak söze katıldı:
“Havada, karada, denizde... Neresi olursa olsun, giderler.”
Azra’nın bakışları aracın içindeki detaylara kaydı. Gözleri renkli düğmelere, ışıklı göstergelere takıldı. İçinden, keşke dünyada da olsa diye geçirdi.
Tam o sırada Arda gülümseyerek lafa atladı:
“Dur tahmin edeyim… Cerileri beğendin. Şimdi bunlardan birini dünyaya götürmeyi düşünüyorsun, değil mi?”
Ali başını sallayıp Azra’ya dönerek alaycı bir tonla ekledi:
“Evet, okula ilk geldiğinde Ağaçlı Koridor'daki taşları bile götürmek istiyordu.”
Azra’nın yanaklarına utangaç bir pembelik yayıldı. Gözlerini kaçırdı ama dudaklarındaki gülümseme saklanamadı. Diğerleri kahkahaya boğulmuştu.
Ceri’nin robotik sesi yeniden duyulana kadar araç, neşeli seslerle dolup taşmaya devam etti.
"Rota tamamlandı, iniş güvenli. Kapı açılıyor."
Kapı açıldığında, Azra’nın yüzüne yumuşacık bir rüzgâr çarptı. Bir çiçek tarlasından geçip gelen bahar kokusu, burnunun ucunda yayıldı. İçine dolan havada toprağın, çiçeklerin ve güneşin sıcak kokusu karışmıştı. Ceri’nin soğuk içinden çıkıp adımını dışarı attığında, gözlerine inanamıyordu.
Rengârenk ağaçların arasında ışıkla yıkanmış bir park uzanıyordu önünde. Dallarında mor, turuncu, pembe ve altın sarısı yapraklar taşıyan ağaçlar, rüzgârla hafifçe hışırdıyor, her biri sanki müziğin ritmine uyarcasına dans ediyordu. Gökyüzü açıktı; bulutsuz turunculuğun içinde güneş, gövdelerin arasından altın şeritler gönderiyordu toprağa.
Parkın ortasında, sularıyla gökkuşağı gibi renk saçan dev bir havuz vardı. Işığın suyla buluştuğu yerde renkler parlıyor, sanki her an başka bir tona dönüşüyordu. Sular, bir melodiye eşlik edermişçesine yükselip alçalıyor, üzerlerine serpilen polenler ve yaprak parçacıkları bu ritmin bir parçası gibi görünüyordu.
Havuzun merkezinde, mavi taştan oyulmuş heybetli bir adamın heykeli yükseliyordu. Elinde kılıç tutan bu adam, dimdik duruyor ama sırtını yasladığı diğer iki figürle arasında gizli bir bağlılık taşıyordu. Solundaki yeşil taştan kadın heykeli, zarif bedenini ortadaki adama yaslamış, elindeki kitabı büyük bir ciddiyetle okuyormuş gibi görünüyordu. İnce çizgilerle işlenmiş yüz hatlarında tanıdık bir ifade vardı.
Azra dikkatle baktı, gözleri heykelin yüzüne takıldı. Sare’ye benziyor… O soğuk bakışlar, topuzla toplanmış saçlarının arasından gelen o mesafe... Kalbi hafifçe sıkıştı ama heykelin güzelliği bu sıkıntıyı bastırıyordu.
Ebru yanına yanaşıp koluna girdiğinde, sesi kulağına tatlı bir esinti gibi geldi. “Onlar üç okulun yöneticileri,” dedi.
Azra başını usulca sallarken, Aslı heykele doğru yürüyüp çatık kaşla durdu. “Yanlış olmasın,” dedi yüzünü buruşturarak, “şu uyuz gibi görünen ve elinde kitap olan bizim müdüre.”
Küçük bir çocuk gibi heykele dilini çıkarınca Ebru kıkırdadı. Azra da dudaklarında beliren gülümsemeyi tutamadı.
Arda, diğerlerinden biraz geride durmuş, heykelleri sessizce inceliyordu. Derin bir nefes aldı; sanki havadaki çiçek kokusu bile içinde kalmaya direniyordu. “Ortadaki adam, Anterius’un yöneticisi Göktuğ,” dedi boğuk bir sesle. “Orası asker yetiştiriyor... ve beni kabul etmediler.”
Sözler parktaki kuş cıvıltılarını bile bir anlığına susturmuş gibiydi.
Azra hemen ona döndü. Arda'nın gözleri bu bahar renklerinin içinde bile kederliydi. Gözlerinin altındaki gölgeler, geçmişinden taşan bir şeyler taşıyordu. Azra, hafifçe başını eğdi, içten bir gülümsemeyle konuştu. “Onlar çok şey kaybetmiş. Bizse çok şey kazanmışız. İyi ki seni kabul etmemişler.”
Güneşin parıltısı, Arda'nın gülümseyen yüzüne vurduğunda, yüzü o an sanki baharın bir parçası olmuştu. Sıkıntısı dağılmamıştı belki ama Azra’nın sözüyle içi biraz ısınmıştı.
Ali, hemen sağdaki heykeli gösterip hayranlıkla konuştu. “Ve sağdaki fıstık, kızlara ait sanat okulunun müdüresi Maral. Çok çok güzel bir kadın.”
Heykelin kıvrımları ışıkla birlikte parıldıyor, kadının zarafeti kırmızı taşın içinden sızıyordu adeta. Elindeki palet ve fırça, bir sanatçının doğaya hükmeden elleri gibi oyulmuştu. Azra, bu kadının güzelliğinin yalnızca taşla sınırlı olmadığını düşündü. Onu tasarlayan da belli ki büyülenmişti.
Can hafif bir tebessümle söze girdi. “Medeiros’ta Vega, ortadaki başkenttir. Doğuda Anterius’un yer aldığı Anteres şehri, batıda Karius’un olduğu Rigel ve güneyde bizim bulunduğumuz Altair var.”
Azra başını Can’a çevirdi, gözlerinde hâlâ merak vardı. “Kuzeyde ne var?”
Arda’nın omuzları hafifçe gerildi. Yüzündeki bahar yumuşaklığı bir anda çekildi. “Dağlar ve okyanuslar,” dedi. “Buzullarla çevrili birkaç büyük ada. İçlerinde hayaletler ve ruh avcıları yaşar.”
Azra, gözlerini Arda’ya dikti. Sesi sessiz ama kararlıydı. “Sen oraya gittin mi?”
Arda başını yavaşça salladı. “Seperius’a gelmeden önce oradaydım. Hayaletlerden ve avcılardan kaçarak uzun zaman geçirdim. Sonra bir asker çocuk beni buldu. Anterius’a alınmadım, Seperius’a gönderildim. Hatırlamak isteyeceğim anılarım yok orada.”
Azra, düşünmeden elini onun koluna koydu. “Hepsi geçti.”
Arda gözlerini kıstı, rüzgâr saçlarını savururken hafifçe homurdandı. “Hayaletlerden nefret ediyorum.”
Ali, biraz sertçe karşılık verdi. “Hayaletlerden nefret etmemen gerekiyor. Bu senin özel gücün. Onlara hükmetmelisin.”
Arda’nın gözleri gökyüzüne doğru devrildi. “Onları görmeye başla da sonra konuşalım. Ben senin gibi otlarla, sularla uğraşmıyorum.”
Aslı her zamanki şakacı tonuyla hemen atıldı. “Yeter bu kadar! Sana ölen bir arkadaşımı ayarlayayım. Eminim artık çok güzel bir hayalet olmuştur. Hem korkunu da aşarsın.”
Arda hızla yüzünü ona çevirdi, suratında sabırla karışık yılgınlık vardı. “İstemez. Başımdakiler yetmez gibi bir senin arkadaşın eksik.”
Aslı yeni bir şey söylemek üzere ağzını araladıysa da, Azra bir adım öne çıktı. “Tamam. Hadi biraz parkı dolaşalım.”
Grup yavaşça havuzdan uzaklaşırken, ağaçların arasında güneşle parlayan bir yol onları bekliyordu. Baharın içindeki bu büyülü yer, Azra’nın zihninde ömür boyu unutulmayacak bir ilk iz bırakmıştı.
Yürümeye başladılar, park alabildiğine kalabalıktı. Yürüdükleri yolda bahar, yalnızca kokularla değil, insanların neşesiyle de yankılanıyordu. Her köşe başında bir başka müzik yükseliyor, bir başka renk göz alıyordu. Banklara oturmuş sohbet edenler, çimenlere uzanmış kitap okuyanlar, rüzgârla savrulan saçlarını düzeltirken gülenler... Sanki bütün şehir burada toplanmış, baharın ortasına yayılmıştı.
Azra’nın gözleri her detayda takılıp kalıyordu. Deniz kıyısında, şeffaf suların içinde oynayan çocukların çığlıkları, sörf tahtalarının üzerinde salınan gençlerin kahkahaları, suya düşen güneş ışığının cam gibi kırılması... Bu dünya, gerçekliğin sınırlarının ötesinde bir cennet gibiydi.
Şövalelerinin başında eğilmiş ressamlar, fırçalarının ucuyla renkleri yakalıyor, müzik aletlerine sarılmış gençler, notaların büyüsüyle zamanı eğip büküyordu. Her şey canlı, her şey kıpır kıpırdı.
Azra, bakışlarını parktaki bu coşkudan ayırmakta zorlanırken, Aslı’nın enerjisi hepsinin arasından sıyrılıp onlara çarpmıştı. Kıvrak bir hareketle Azra’nın koluna girip, “Hadi şuraya gidelim!” demesiyle, grup kendini bir anda lunaparka giden yolda buldu.
Aslı’nın gözleri, çocuk gibi parlıyordu lunaparkın önünde. Rengârenk ışıklar, dönen salıncaklar, gökyüzüne uzanan çarklar... Bir an bile düşünmeden çarpışan arabalara gitmek istediğini söyledi ama grup, tek bir ağızdan ve anında bu fikri reddetti.
Can başını iki yana sallayarak, “O direksiyon başına geçerse uçabiliriz,” dedi.
Arda gözlerini devirdi. “Geçen sefer neler oldu hâlâ unutmadım.”
Ebru, Azra’ya yaklaşarak usulca fısıldadı, “Geçen sefer birimizi eziyordu az kalsın. Bilerek.”
Aslı homurdanarak ellerini beline koydu. “Siz korkaksınız. Korkak! Ne oldu yani, biraz çarptım diye mi?”
“Yaralısın, Aslı,” dedi Ali ciddi bir ifadeyle. “Psikolojik olarak.”
Sonunda Aslı, herkesin direnişini fark edip başka bir hedefe yöneldi: hız treni.
“Tamam o zaman, gelin hep birlikte trene binelim! O kadar da korkak değilsinizdir herhalde?”
Kimse bu meydan okumaya doğrudan karşı koymak istemedi. Hafif homurtular, gönülsüz gülümsemeler ve ürkek bakışlar arasında trenin sırasına geçildi. Azra, derin bir iç çekmeyle Arda’nın yanına oturdu. Üçüncü sıraya, tam da ne çok önde ne çok arkada bir yere.
Yükseklik ve hız… Azra'nın sevdikleri listesinde asla yer almamıştı. Parmakları dizine kenetlenmişti, yüzünde yarım bir cesaretle karışık tereddüt okunuyordu.
Tren yavaşça hareket ettiğinde, gökyüzüne uzanıyormuş gibi hissettiler. Gittikçe hızlanan raylar, üzerlerinden geçen rüzgârla karışıp kulaklarında uğultular yaratırken, Aslı en ön sırada, rüzgâra kafa tutan çığlıklarıyla ortalığı inletiyordu.
Azra’nın bakışları, önlerinde oturan Ebru’ya takıldı. Genç kız, Can’ın koluna yapışmış, başını onun omzuna yaslamıştı. O anki ifadesi öylesine ciddiydi ki Azra’nın içinden bir kahkaha patlayıverdi. Bu korkunun içinde bile sıcak bir şey vardı.
Yanındaki Arda ise gözlerini sıkıca kapamış, başını geriye yaslamıştı. Dudakları hızla kımıldıyordu. Azra, başını ona iyice yaklaştırınca Arda’nın sesi gittikçe netleşti:
“Çok korkuyorum, çok korkuyorum, çok korkuyorum lanet olası!”
Azra hemen elini Arda’nın koluna sardı, parmakları onun sıcaklığına tutundu. “Sakin ol! Bu sadece biraz hızlı bir tren. Birazdan bitecek!”
Arda birden gözlerini açtı. Korkuyla ona baktı. “Trenden bahseden kim! Şu karşımda duran, kafasının yarısı patlamış şeyden bahsediyorum!”
Azra’nın gözleri şaşkınlıkla büyüdü. Kaşları havaya kalktı. “Karşında... bir hayalet mi var?”
Arda başını hızla salladı. Gözlerini tekrar sımsıkı kapadı. “Evet! Hem de çok çirkin!”
Azra gözlerini hemen onun baktığı yöne çevirdi. Derin bir nefes aldı. Sanki o hayaleti gerçekten görebilecekmiş gibi kararlı bir sesle haykırdı:
“Defol git buradan! Onu rahat bırak!”
Kısa bir sessizlik oldu. Tren bir kıvrım daha aldı.
“Bakar mısın, gitti mi?” diye sordu Azra.
Arda önce tek gözünü, ardından diğerini yavaşça açtı. Gözlerinde bir parıltı, yüzünde minnetle karışık bir tebessüm belirdi. “Ah, gitmiş! Teşekkür ederim.”
Azra da gülümsedi ama trenin son büyük inişi başladığında, ne kıkırtılar ne rahatlama yetti.
“Midem... galiba... ben kusacağım,” diye inledi.
Arda onu hemen kendine doğru çekti. Başını nazikçe göğsüne bastırdı. “Tamam, şimdi bitiriyor turu. Kusmamaya çalış, üstüme kusarsan da sorun yok, tamam mı? Bitmek üzere... sakin ol.”
Azra, başını onun göğsüne yaslamışken burnuna tanıdık bir koku doldu. Tatlı, odunsu ve hafif vanilyalı bir parfüm... Gözlerini kapadı, bu kokuyu daha önce nerede duyduğunu düşünmeye başladı. Sanki zihninin derinlerinde bir yere dokunmuştu bu koku ama hatırlamak hâlâ sisliydi.
Tren durduğunda Arda, Azra’yı hafifçe bırakıp ona bakarak, "İyi misin?" diye sordu. Azra kafasını göğsünden çekip doğrulurken, su yeşili gözlere kehribar gözlerini dikip kaşlarını kaldırarak, "Evet, teşekkür ederim," dedi. "Hangi parfümü kullanıyorsun sen?" Arda, şaşkınlıkla kaşlarını yukarıya doğru kaldırırken, ardından gülümsedi. "Parfüm mü? Duş jelimin kokusu o, limon ve sandal ağacı karışımı." Azra sandal ağacını zaman zaman tütsü olarak kullanıyordu, bu yüzden tanıdık gelen bu kokuyu hatırlaması zor olmamıştı. "Hoş kokuyor," dedi ve gülümseyerek başını salladı.
Aslı, bir daha diye mızırdanırken Azra huysuz bir homurtu koyverdi. "Ben bir daha bu şeye binemem, midem alt üst oldu."
Aslı ise kıkırdayarak, "İyi ki az yedin," dedi.
Ebru, biraz rahat bir şekilde, "O zaman dönme dolaba binelim, hem yukarıdan şehri görmüş olursun," dedi. Azra, hemen onayladı. "Olur."
Aslı, Azra’ya gözlerini büyük, sadık bir köpek yavrusu gibi dikerek, "Bu sefer benimle otur," dedi. "Can ile Ebru kendi romantik ortamlarında, Ali ve Arda da hayaletlerle macera dolu bir tura çıksınlar." Azra gülümsedi, "Tamam," diye yanıtladı.
Can ve Ebru birbirlerine kızararak bakarlarken, Ali ve Arda sadece omuzlarını silkip güldüler. Yavaşça dönen dönme dolap zirvesine tırmanırken, Azra'nın gözleri şehir manzarasında kayboldu. Aşağıda kafelerin dolup taşmasına, bloklar arasında gezinen kalabalığa hayretle baktı. "Burada kimler çalışıyor?" diye merakla sordu.
Aslı, aşağıdaki kalabalığı izlerken gözlerini gezdirerek, "Kimse çalışmıyor, onlar burada yaşayan insanların zaman geçirmesi için olan mekanlar. Bazıları da ceza olarak mecburi kamu hizmeti yapıyorlar. Kimisi yeteneklerini satar: pastacılar, ressamlar, müzisyenler… Bazısı da onları kendi yetenekleriyle satın alır: küçük bir şişe iksir, güzel tasarlanmış bir kolye gibi. Burada hayat hiç durmaz; gece gündüz akar," dedi.
Azra, buranın sadece okuldan ibaret olduğunu düşünerek, biraz şaşkın bir şekilde sordu: "Öğrenciler dışında insanlar da mı var burada?"
Aslı, başını sallayarak, "Evet, burada da dünya gibi bir düzen var. Yaşayan insanlar, hayvanlar da var. Dünya gibi…" diye yanıtladı.
Azra’nın merakı iyice artmıştı. "Okuldan sonra ne yapıyorlar peki bu insanlar?"
Aslı, "Burada dünyadaki gibi hayatlarını sürdürüyorlar. Sinema ile ilgilenenler filmler çekiyor, biz öğrenciler ve diğer insanlar izliyoruz. Tiyatro yapanlar, resim yapanlar, şarkı söyleyenler var. Sanatçı olmayan bizler gibi kişiler şehri yönetiyor, düzeni sağlıyorlar. Onlar politikayla ya da etraftaki eğlence ve sosyal alanların düzenlenmesi ve gelişmesiyle ilgileniyorlar. Mesela Ceri gibi şeyler icat ediyorlar, ya da doktorluk, avukatlık gibi işlerle uğraşıyorlar," dedi.
Azra, hala biraz şaşkın, "Burası tıpkı dünyaya benziyor," dedi.
Aslı hafifçe gülümsedi ve devam etti: "Askerler var, ruh avcılarını avlıyorlar genelde, ve sınırlarımızı koruyorlar." Azra'nın gözleri, korkuyla parladı. "Neden koruyorlar?" diye sordu.
Aslı, dönme dolabın camından aşağıya bir bakış attı. Kafasını Azra’ya çevirip ciddiyetle konuşmaya başladı, sesi önce hafifçe alçaldı:
"Çok uzun yıllar önce, burada ruh avcılarıyla bizim aramızda bir savaş çıktı. Hem de öyle böyle değil, oldukça zorlu geçmiş."
Camın ardındaki ışıklı şehre bakan Azra, dikkatle kıza döndü. Dudaklarını aralamıştı ama araya girmedi, sadece dinledi.
"Bak," dedi Aslı, parmağıyla uzaklara, kuzeye doğru bir noktayı göstererek. "Eskiden o tarafların adı Canopus'muş. Spor alanında yetenekli ruhlar için özel bir okul varmış orada: Casterius. Bizim okul gibi ama tamamen spor üzerine kuruluymuş. Savaş da işte, tam orada başlamış. Ruh avcıları bir gece toplanıp Casterius’a saldırmışlar. Okulu yerle bir etmişler. Neredeyse kimse kurtulamamış."
Sözcüklerin ağırlığı kabine sessizlik yaydı. Azra, gözlerini kıstı, yutkundu.
Aslı devam etti, sesi bu kez biraz daha kararlıydı:
"Bizim matematik hocamız var ya hani, Lora... O okuldan kurtulanlardan biriymiş. Özel gücü hız. O sayede kaçabilmiş."
Azra’nın yüzü ciddileşti, başını hafifçe yana eğip gözlerini Aslı’ya dikti. "Ama sonra ne olmuş?"
Aslı, cama vuran güneş ışıklarını izlerken derin bir nefes aldı. Omuzları bir anlığına çöktü, sonra dikleşti.
"Sare, Göktuğ, Maral ve onların arkadaşları... Daha öğrenciyken, halkla ve diğer okullardaki öğrencilerle birlikte savaşa katılmışlar. Kan dökülmüş, kayıplar verilmiş ama sonunda zafer kazanılmış. Onlar sayesinde burası hâlâ ayakta. Ama..."
Kelimeler havada asılı kaldı bir an. Aslı’nın sesi, şimdi daha düşük ve içe dönüktü.
"Uzun zamandır bir sessizlik hakim. Kimse Kuzey’in adını bile anmaz oldu. Orası artık ruh avcılarının karargâhı sayılıyor. Ve şimdilerde... yeniden güçlendiklerine, çoğaldıklarına dair söylentiler dolaşıyor. Belki bir savaşa da biz gireriz."
Azra, duydukları karşısında irkildi. Kalbi bir an hızlandı. Dudakları titrek bir fısıltıyla açıldı:
"Belki bir savaşa da biz mi gireriz? Korkmuyor musun savaştan?"
Aslı, bir anda başını kaldırıp Azra’nın gözlerinin içine baktı. Gözlerinde ilk kez oyunbazlık yerine sarsılmaz bir kararlılık vardı.
"Onlardan korkmuyorum," dedi. Sesi bu kez ince bir çelik gibi.
Azra, şaşkınlıkla kıza baktı. İçinde tuhaf bir ürperti dolaştı. Aslı’nın bu denli ciddi oluşunu ilk kez görüyordu.
Azra, dönme dolabın camına doğru eğildi, ilerideki orman manzarası gözlerinin önüne okulun arkasındaki karanlık ormanı getirdi. Ormanın geceye karışan silueti bile gizemli bir çekim gücüne sahipti. Gözlerini ayıramadan konuştu:
"Aslı, bizim okulun arkasındaki orman neden tehlikeli ve yasak?"
Aslı, başını hızla çevirdi. Kaşları neredeyse çatılmıştı, yüzünde artık iyice belirginleşen bir bıkkınlık vardı. Gözlerini devirdi, omuzlarıyla birlikte derin bir iç çekti.
"Öf Azra, yine mi orman?" dedi, sesinde sabırsız bir sitemle.
Azra susarak onun devam etmesini bekledi. Aslı, bir an dudaklarını ısırdı, sonra ellerini kucağında kenetleyerek konuştu.
"Müdüre, ruh avcılarının ormanda dolaşıp okulu gözlediğini düşünüyor. Bu yüzden, okulla orman arasında güçlü bir büyülü bariyer var. O bariyer okulu koruyor."
Gözlerini Azra’ya çevirdi, sesi biraz daha ciddi bir tona büründü. "Bu bariyer bütün okulların en güçlü öğretmenleri ve öğrencileri tarafından birlikte yapıldı. Sadece bizim okulda değil, diğerlerinde de var."
Azra, alnını kırıştırarak, yavaşça başını eğdi. "Biz oraya girebiliyor muyuz peki?"
Aslı hızla başını kaldırdı, gözlerini kısmıştı. Sabırsızlığı bu kez açıkça yüzüne vurmuştu.
"Elbette," dedi keskin bir ses tonuyla. "Bir savaş çıkma ihtimaline karşı içeriden geçiş izni bizde var ama… ormanı unut tamam mı? Tehlikeli."
Azra’nın yüz ifadesi yumuşadı. Başını cama yasladı, iç geçirdi.
"Tamam... sadece... neden o kadar güzel görünen bir yer tehlikeli olsun ki, diye merak ettim."
Aslı’nın çenesi hafifçe gerildi, gözleri irileşti. Sabır ipi kopmaya yaklaşmıştı.
"Öğrendin işte. Artık uzak dur!" diye çıkıştı. Tonu sert, yüzü gölgelenmişti.
Azra kaşlarını çatıp bakışlarını kaçırdı, dudaklarını ince bir çizgi haline getirip başını çevirdi. Gözleri şehre kaydı. Dönme dolabın en yüksek noktasındaydılar ve altlarındaki manzara nefes kesiciydi.
Kafelerin arkasında geniş, düzgün yollar, onları çevreleyen blok blok evler görünüyordu. Site düzeninde, geometrik bir estetikle dizilmişlerdi; çarpık tek bir yapı bile yoktu. Aşağıda insanlar, karınca gibi geziniyor; nehirler, üzerlerinden geçen köprülerle birlikte bir tabloyu andırıyordu. Şelaleler, parklar, bahçeli müstakil evler… Burası, tüm düzeniyle neredeyse kusursuzdu.
Aslı, Azra’nın sessizliğini fark etti. Manzaraya dalışını kendisine kırılmış olmasına yordu. Gözlerini ona çevirerek hafifçe yanaştı, sesi bu kez yumuşak ve mahcup çıktı.
"Bundan sonra sinema ya da tiyatroya gidelim birlikte, olur mu?"
Azra başını çevirdi, Aslı’ya dönüp hafifçe gülümsedi. "Romantik komedi var mıdır burada?"
Aslı’nın gözleri bir anda parladı, turuncu bakışlarına yine o yaramaz ışıltı yerleşti. Gülümsedi, çenesiyle yukarı doğru bir hareket yaptı.
"İstediğin her tür vardır."
"Sinema olsun," dedi Azra, göz ucuyla onu tartarak. "Hem Can söz verdi, bugün Ebru'ya açılacak. Sinemada onları bizden ayrı bir yere yerleştirelim. Yalnız kalsınlar, olur mu? Bizim sıramızda bilet bulamadığımızı söyleriz."
Aslı, gözlerini kocaman açtı, keyifli bir kahkaha attı. Dizine hafifçe vurdu.
"İşte benim kızım! Oldu bil. Sıkılmıştım domates gibi kızarıp durmalarından."
Dönme dolap yavaşça aşağı inmeye başlamıştı. Azra, camın yansımasından Aslı’ya baktı. İçinde beliren garip bir hisle, sanki içgüdüsel bir dürtüyle konuştu:
"Romantik bir film olsun."
Aslı, alaycı bir tavırla tek kaşını kaldırdı, turuncu gözlerinden birini kırpıp sırıttı.
"O iş bende, bebek. Arkadaşlarım için bir saatlik bayık romantizme katlanırım."
Dönme dolabın kapıları açıldığında Aslı adeta zıplayarak dışarı çıktı. Kolunu havaya kaldırıp neşeyle bağırdı:
"Hadi sinemaya gidelim!"
Can şaşkınlıkla ardından baktı. Kaşları çatık, sesi biraz şaşkın çıktı.
"Sinema da nereden çıktı? Şehri dolaşacaktık bugün?"
Azra, ciddi bir bakışla ona döndü. Gözleriyle bir şey anlatmaya çalıştı. Aslı fırsatı kaçırmadı, hemen araya girdi.
"Dangozluk etme be! Sinemaya gitmek isteyenler el kaldırsın!"
Kendi elini yıldırım hızıyla havaya kaldırdı, sonra aynı hızla indirdi. Omuzlarını silkti.
"Oy birliğiyle kabul edilmiştir!"
Can ağzını açtı, "Ama..." diyerek itiraza yeltendi ama Aslı hemen sözünü kesti.
"Kes sesini, burada yuva yapmaya çalışıyorum. Hadi gidiyoruz!"
Ne dediğini kimse tam anlamasa da Azra onun bu tavrına istemsizce gülümsedi. Gözlerinde eğlenceli bir parıltı belirmişti.
"Şehri gezecek çok zamanımız var nasılsa," dedi. "Ben de buranın sinemasını merak ediyorum. Gidelim. Hem dinlenmiş oluruz. Çıkınca da bir şeyler yeriz."
Yol boyunca restoranlar ve kafeler sıralanmıştı. Sokak, dışarı taşan müzikler, kahkahalar ve tabak çanak sesleriyle doluydu. Mekanların önündeki masalarda öğrenciler, öğretmenler ve halktan insanlar oturmuş, günün tadını çıkarıyordu. Kalabalığın içinden geçerken, Aslı kıpır kıpır bir neşeyle Azra’ya dönüp koluna hafifçe dokundu.
“Bak, sinemadan sonra yemeğe gideriz, sonra da buraya geliriz,” dedi, başıyla ritmi sokaklara taşan mekânı işaret ederek. “Biraz dans ederiz, bir şeyler içeriz.”
Arda, cebinden anahtarlığını çevirerek gülümsedi. “En sevdiğim plan.”
Ali başını geriye yaslayıp esnedi. “Bana da uyar. Dersler fena bunaltıyor. Kafamı dağıtmak iyi gelir.”
Can ve Ebru aynı anda konuştu. “Bize de uyar.”
Aslı, gözlerini kıstı ve Azra’ya muzır bir gülümsemeyle baktı. “Demek siz oldunuz ha! Bunca flört desteğim boşa gidiyor gibi hissediyorum.”
Sonra hızla Ebru ve Can’a döndü, ellerini kaldırıp teslim olur gibi yaptı. “Aman aman, hemen domatese dönmeyin! Hiçbir şey demedim.”
Azra, Aslı’nın bu sevimli oyunbazlığına kıkırdamaktan kendini alamadı. Aralarındaki samimiyetin içtenliği, havayı daha da yumuşatmıştı.
Sinema salonlarının sıralandığı caddeye geldiklerinde, neon ışıklarla aydınlatılmış bir binanın önünde durdular. Afişlerde dönen filmleri inceleyen Aslı, gözlerini parıldatarak Azra’ya seslendi.
“Burası güzel. Romantik film de varmış. Hadi Azra, seninle biletleri alalım, siz içeri geçin,” dedi grup arkadaşlarına dönerek.
Ebru kaşlarını kaldırdı, dudaklarında hafif bir alaycılıkla. “Romantik film mi? Sen ne zamandır romantik film izliyorsun? Hani senin aksiyon takıntın vardı?”
Aslı dudaklarını büzüp dramatik bir şekilde başını iki yana salladı. “Bugün Azra’nın günü. Aksiyonlu romantik film yoksa, sade romantizme katlanacağım artık. Ne yapalım?”
Ebru ona anlamayan bakışlarla baktı ama ses etmedi. Kızlar makinaya yöneldi. Biletleri alırken Aslı’nın gözleri şeytani bir planın ışığıyla parladı. Ebru ve Can için sinema salonundaki tek çift koltuğu seçti. Hemen arkasındaki sıra doluydu, bu yüzden kendileri için bir sıra arkadan dört kişilik bilet aldı.
Makineden çıkan biletleri alırken, Aslı neşeyle kıkırdadı. “Teşekkürler makine, büyük sevaba girdin!”
Geri dönerken yüzünü asıp sahte bir buruklukla konuştu, sesi abartılı bir biçimde incelmişti. “Salon çok kalabalık. Mecburen çift koltuk almak zorunda kaldım. Ben Azra ile oturmak istiyordum ama o koltuk... tuhaf olur. Arda ile Ali için de öyle. Can ve Ebru o koltuğa otursun, en mantıklısı bu.”
Can, önce şaşırdı ama sonra Aslı’nın neyi amaçladığını kavradı. Hafifçe sırıttı, elini uzatıp biletleri aldı. “Bizim için sorun olmaz değil mi Ebru?” dedi, ona göz kırparak. “Teşekkürler.”
Ebru’nun yanakları kızarmıştı. Gözlerini kaçırarak ağzının içinde bir şeyler geveledi. “Sorun değil…”
Azra ve Aslı birbirlerine bakıp sinsi bir şekilde kıkırdadılar. Plan başarıyla ilerliyordu.
Arda ise homurdanarak ellerini havaya kaldırdı. “Yine bana öğretmen düştü ya! Hay ben böyle şansı…”
Ali, alaycı bir şekilde dirseğiyle Arda’nın koluna vurdu. “Meraklıydım ben de seninle ve hayaletlerinle film izlemeye. Azra Aslı’yla oturmak istediği için çekiyoruz bu çileyi.”
Salonun kapısı açıldı ve ışıklar yavaşça sönmeye başladı. Perdede dönen fragmanlar, salonun yüzeyine patlayan renkler ve keskin geçişlerle yansıyor, izleyicileri filmin dünyasına hazırlıyordu. Film tüm güzelliği ile başlamıştı. Çıt çıkmıyordu. Patlamış mısır şakırtıları bile sanki uzaktan geliyordu. Koltuklarına gömülmüş gençler arasında tek tük fısıltılar duyulsa da herkes perdenin büyüsüne kapılmıştı. Aslı ile Azra ise bu büyüye fazlaca kapılamamıştı. Gözleri filmden çok, birkaç sıra önlerinde oturan Can ve Ebru’ya kayıyordu.
Azra dikkatle onları izliyordu. Yaklaşık yarım saat geçmişti ama aralarındaki ilişkiye dair umut verici bir gelişme hâlâ olmamıştı. Sadece ara sıra birbirlerine bir şeyler fısıldıyorlardı; göz göze gelişler kısa, temkinliydi.
Bir anda salonun kapısı aralandı. Koridordan içeriye ince bir ışık süzüldü, loşluğun içine keskin bir bıçak gibi girdi. Azra’nın dikkati o yöne kaydı. Gölge hâlâ net değildi ama o yürüyüş... kalça ve omuz uyumu, omuz çantasını taşırkenki zarif kıvrım... Gözlerini kısarak baktı. Kız merdivenleri çıkarken, Azra artık emindi.
Ece.
Damarlarında bir ürperti yürüdü. Bakışları hemen yanındaki Aslı’ya kaydı. Kız başını hafif yana düşürmüş, derin bir uykuya dalmış gibiydi. Göz kapakları aralık, dudakları aralanmıştı. Bu uğultuda nasıl uyuyabildiğine şaşırdı.
Başını tekrar çevirip Can ile Ebru’ya odaklandığında, nihayet aradıkları o hareketlenmeyi fark etti. Can eğilmiş, Ebru’nun kulağına bir şeyler söylemişti. Ebru ise başıyla kısa bir onay vermişti. Ardından Can, neredeyse çekinerek dudaklarını Ebru’nun dudaklarına dokundurdu.
Azra’nın yüzü aydınlandı, kalbi sevinçle çarptı. İçinden neşeyle mırıldandı. “İşte oldu.”
Hemen Aslı’yı dürttü. Kız birden irkilip başını kaldırdı.
“He? Geldik mi?” diye sordu uykulu bir sesle.
Azra, çenesini Can ve Ebru’nun oturduğu yöne eğerek yanıtladı. Aslı anlamıştı.
“He he, geldik,” dedi homurdanarak. Aslı kollarını iki yana açarak esnedi. “Tatlı bir şekerleme yapmışım.” Gözlerini ovuşturup çiftin hâlâ yakın duran başlarına baktı. “Vay vay… Film bitmiş desene!”
O sırada, hemen arkalarında oturan bir kız aniden ayağa kalktı. Salondaki sessizliği yırtan tiz sesi, filmin repliğini bastırmıştı.
“Yeter be! Birbirinizi vakumlamayı kesin, kendinize sevişecek başka bir yer bulun!”
Bir anda ortam dondu. Birkaç kişi başlarını çevirip kıza bakarken, Can ve Ebru şimşek gibi ayağa kalktılar. Ebru’nun sesi çatlamış bir cam gibi keskin ve öfkeliydi.
“Terbiyeni takın!”
Kız da yerinde durmamış, arkadaşlarıyla birlikte doğrulmuştu. Omuzlarını kabartarak Ebru’nun karşısına dikildi.
“Terbiye mi? Bana mı söylüyorsun? Utanmasan burada erkek arkadaşının üstüne çıkacaksın!”
Salondaki hava bir anda kasvetli bir basınca dönüşmüştü. İnsanlar huzursuzca kıpırdanıyor, bazıları koltuklarından kalkıp çıkışa yöneliyordu. Arka sıralardan gelen homurtular salonu sarmıştı.
“Yeter artık, filmi izleyemiyoruz!”
“Kavga edecekseniz dışarıda edin!”
Can, öfkeyle kızın ince kolunu yakaladı. Gözlerindeki sabır, ince bir perde gibi yırtılıyordu.
“İnsanları rahatsız etme! Ne söyleyeceksen dışarıda söyle!”
Kız, Can’ın elini bileğine değdiği anda hızla geri çekildi.
“Bırak kolumu! Niye çıkıyormuşum? Zaten sizin yüzünüzden film zehir oldu!”
Ebru’nın sabrı çoktan taşmıştı. Normalde sakin ve soğukkanlı olan bu kızın gözleri kıvılcımlarla doluydu.
“Korktun mu? Çıksana dışarı! O güzel suratını dağıtayım senin!”
Aslı, yanında otururken donup kalmıştı. Gözlerini Azra’ya çevirdi. İkisi de aynı anda, Ebru’nun ağzından çıkan kelimelere inanamayarak birbirlerine baktılar. Bu, tanıdıkları Ebru değildi.
Arda ve Ali, durumu fark edip hızla ayağa kalktılar. Yüzleri gerilmişti.
Karşılarındaki kız ise Ebru’ya dik dik bakarak tısladı.
“Senden korkan senin gibi olsun. Gel de gör kim kimi dağıtıyor!”
Ebru ve Can, birlikte yürüyerek salonun çıkışına yöneldi. Arkalarından kız ve onun iki arkadaşı biri siyahi, diğeri sarı saçlı, pembe gözlü, parkta keman çalan kız da yürümeye başladı.
Azra, tüm salona yayılan huzursuzluk karşısında yüzünü buruşturdu. Başını Aslı’ya eğdi.
“Gidelim,” diye fısıldadı.
Salonun çıkışına doğru ilerlerken, loş koltuklar arasında bir başka gölge daha hareketlendi. Azra’nın gözleri hemen onu tanıdı. Ece de ayağa kalkmıştı.
Bekleme alanına çıktıklarında, içerdeki gerginlik hâlâ üzerlerinde bir ağırlık gibi duruyordu. Azra göz ucuyla kız grubuna baktı. Ebru’nun yüzü ateş gibiydi. Gözleri, bir kıvılcımın her an yangına dönüşebileceğini söylüyordu.
Kızların arasındaki gerilim, kısa bir tartışmanın ardından büyüdü. Kumral kız, hırçın bir sesle Ebru’ya laf atarken, Ebru’nun kaşları çatıldı, dudakları sertçe büküldü. Sözler çığırından çıkıp yükselen bir kavga havasına büründü. Kumral kız, öfkeyle bir adım ileri atıp Ebru’nun suratına keskin bir tokat savurdu. Ebru’nun başı hafifçe yana savruldu, gözleri aniden kıpkırmızı parladı; nefesi sıkışmış, dişlerini gıcırdatıyordu. Çevredeki diğer kızlar nefeslerini tutmuş, birkaç adım geri çekilmişti.
Etraftaki bitkiler, Ebru’nun bedeninden yayılan yeşil ışıkla hızla uzayıp kızları sarmaya başladı. Siyahi kız cebinden çıkardığı fırçayla boşluğa hızlı hızlı çizgiler çekmeye koyuldu. Çizimin gücüyle bitkiler aniden gevşedi ve kızları bıraktı. Mor bir ışıkla Can, bulunduğu yerden kaybolup kızın hemen önünde belirdi. Fırçasını yere öfkeyle bıraktı, kaşlarını çatarak dudaklarını incecik sıktı ve kızı sertçe geriye itti.
Bu sırada Ebru’ya sataşan kumral kız, gözlerini kısarak sertçe Ebru’yu itekledi. Aslı, Azra’nın yanından fırladı; yüzünde keskin bir kararlılık belirmişti, kaşlarını hafifçe kaldırdı. Kızın saçlarından tutup yere yatırırken, gözlerine bakmak için hafifçe eğildi ve sessizce birkaç kelime mırıldandı. Onun bedeninden yayılan turuncu ışık ortamda parladı, ortamda ağır bir sessizlik oldu. Aslı’nın kontrolüyle kız olduğu yerde donup kaldı.
Azra, tüm bu yaşananları sanki bir film sahnesindeymiş gibi izliyordu; gözleri büyümüş, nefesi kesilmişti. Ne yapacağını bilemez gibi, şaşkınlığı hâlâ üzerindeydi. Demek güçlerini kullandıklarında bedenlerinden böyle ışıklar yayılıyordu.
Diğer kemancı kız arkadan Aslı’ya hamle yapınca Azra birden kendine geldi. Öfkesi yüzüne yansıdı; kaşları çatıldı, dudakları sertleşti. Hızla kıza doğru koştu ve belinden tuttuğu gibi geriye çekti onu.
Aslı, henüz gücünü bilmeyen Azra’nın zarar görmesinden korkar gibi, yere yığdığı kızın üstünden kalkıp onu korumak için hamle yaptı. Yerdeki kız doğruldu, dişlerini hafifçe sıktı ve Aslı’nın ayağından tutup sertçe çekti. Aslı yere kapaklandı; kaşlarını çatarak yüzünü acıyla buruşturdu.
Ayağını kurtarmaya çalışırken, kemancı kız Azra’nın saçlarına asıldı. Azra acısını içine gömerek karnına sert bir yumruk indirdi.
Siyahi, bonus saçlı kız elindeki fırçayı yeniden kullanmaya başladı. Can birden yerde buldu kendini. Ne yaparsa yapsın kalkamıyordu; kızın çizdiği bariyer hareket etmesini engelliyordu. Mor ışık birkaç kez yanıp sönse de Can kıpırdayamıyordu.
Arda, Can’a zaman kazandırmak için kıza arkasından vurdu. İstediği olmuştu; kız ona yönelmiş, boşlukta salladığı birkaç fırça hareketiyle onu bir kafesin içine hapsetmişti.
Kumral kız ise cebinden çıkardığı hamurumsu bir şeyi hızlıca şekillendirdi. Yaptığı küçük biblonun kolu kırılınca Ebru’dan acı bir çığlık yükseldi; yüzü aniden büzüştü. Biblo, Ebru’nun bedeniyle bağlantılıydı. Kız ona sinsi bir gülümsemeyle baktı.
Can, mor bir ışıkla ortadan yok olup kızın arkasına geçti ve onu itti. Kızın elindeki hamur yere düşerken Ebru bir çığlık daha attı; gözleri doldu, titreyen elleri yere kapandı.
Sanat okulunun öğrencileri gerçekten yetenekli ve güçlüydü.
Azra, dağılan ve incinen arkadaşlarına yardım etmek için çırpınıyordu ama henüz bilmediği yetisi ona engeldi. Sadece fiziksel güçle mücadele edebiliyordu ve bunun ne kadar işe yarayacağını bilmiyordu.
Kemancı kıza sert bir tekme atıp onu geriye itti; çenesini hafifçe öne çıkararak kararlı bir bakış fırlattı.
Koşup hamuru yerden aldı, kırılan kolunu düzeltti ve kafesin içindeki Arda’ya fırlattı. Arda’yı oradan kurtarması gerekiyordu.
Ebru’nun kırılan kolu düzelmiş, yerden kalkmıştı ancak acı içinde sendeleyerek ayakta durmaya çalışıyordu; yüzü buruşmuş, dişlerini hafifçe sıkarak dayanıyordu.
Azra’nın kalbi sanki kırılıyordu; elleri yumruk olmuş, dudaklarını ısırıyordu.
Arda demirleri yumruklarken, kemancı kız Azra’ya arkadan tekrar saldırdı.
Aslı, kızla yumruk yumruğa kavga eden Azra’ya kısa bir bakış attı; gözlerini kızın gözlerine dikti ve kumral kıza birkaç kelime fısıldadı. Turuncu ışıkla yere yığdığı kız üzerindeki etkisi geçince, kız bonus saçlı arkadaşına dönüp ona vurmaya başladı.
Her şey bir anda kaosa döndü.
Ali, bedeninden yayılan beyaz bir ışıkla Ebru’nun kırılan kolunun üzerinde hafifçe elini gezdirirken, Can mor ışıkla birden Azra’nın yanına belirdi ve sarışın kıza sert bir yumruk indirdi. İki arkadaş birbirine vurup kendilerine gelirken, Azra sarışın kızı Can’a bırakıp Aslı’nın yanına koştu. Aklı hala Arda’daydı, ama Ali zaten Ebru’dan sonra ona koşmuştu.
Bonus saçlı kız cebinden başka bir fırça çıkarıp karmaşık çizgilere devam ederken, diğeri hamuruyla oynuyordu. Ansızın Aslı acıyla yere yığıldı; etrafını demirden bir kafes sardı. Hamurla oynayan kız, hamurun göğüs kafesine bastırdı. Aslı’nın yüzü kızardı, boğulur gibi hırıltılı sesler çıkardı. Azra çaresizlikle kafesin kalın demirlerine ellerini bastırdı; sarstı parmakları beyazladı ama geçit yoktu. Öfke kulaklarında uğulduyor, başına keskin bir ağrı saplanıyordu.
Bir diğer kafesten Arda’nın sesi yükseldi; gece mavisi bir hare etrafında titreşiyordu: “Şimdi!”
Bonus saçlı kız aniden saçlarından çekilerek görünmez bir el tarafından koridorun sonuna doğru sürüklendi. Kafesler bir anda yok olmuştu. Aslı yerde boğazını tutup hırıltılar çıkarıyor, yüzü kıpkırmızıydı. Azra’nın gözleri doldu, çaresizliğin ağırlığı omuzlarına çökmüştü.
Ali koşarak Aslı’nın yanına geldiğinde, Azra içindeki alev gibi büyüyen öfkeyi tamamen serbest bırakmıştı. Bedeni titremeye başladı, gözleri kısa bir an için karardı. Arkadaşlarının perişan hali kalbini eziyordu.
“Nefes alamıyor,” dedi Ali telaşla. Sanki Azra bir şey yapabilirmiş gibi.
Azra dişlerini sıktı, elindeki küçük biblonun boğazını sıkan kumral kızın karşısına dikildi. “Elindekini bana ver!” diye tısladı, bütün öfkesiyle. Vücudundan geçen elektrik dalgası onu ürpertti. Kız sersemledi, hamurunu sorgusuzca uzattı.
Azra’nın bedeninden yayılan gümüşi ışık hızla turuncuyla karışıp kızın direncini kırmıştı. Bibloyu alıp ezilmiş yerlerini usulca düzeltti, sonra Ali’ye fırlattı. Bedeni hâlâ titriyordu, bu ışığı yeni fark etmişti. Öfkeyle kızın gözlerine baktı: “Nefes alamıyorsun, boğul!”
Azra’yı saran gümüş ışık bir kere daha turuncuya dönerken, boğma etkisi başladı; kız boğazını tutup hırıltılı sesler çıkarıyordu. Azra gözlerini kırık kolunu ovalayan, gözyaşları yanaklarından süzülen Ebru’ya çevirdi.
Azra'nın etrafındaki turuncu hare birden bulanıklaştı sonra yeşile döndü; çevredeki bitkiler hızla büyüyüp yerde kıvranan kızı sarmaladı, iyice sıkıştırdı.
Dağınık saçları yüzüne düşerken, gözlerini hala Can ile kavga eden kıza çevirdi. Can, Azra’nın bakışlarını fark edince dikkati dağıldı. Karşısındaki kız bunu fırsat bilip Can’ın bacak arasına sert bir tekme attı. Can acıyla yerde kıvranırken, kız kemanını çıkardı ve hızlı bir melodi çalmaya başladı. Ses dalgası yükseldikçe yükseldi, kız yayı havaya kaldırıp enerjiyi Can’a doğru fırlattı.
Azra tam o anda mor bir ışıkla Can’ın önüne ışınlandı. Yaydan çıkan dalga vücuduna çarpınca sarsıldı; damarlarında elektrik yükseliyormuş gibi hissetti. Sonra akım, onu saran kalınca saran gümüş bir ışıkta dağıldı ve daha sert bir şekilde sahibine geri döndü.
Gözleri fal taşı gibi açılan kız arkasındaki duvara hızla çarptı ve yere yığıldı.
O sırada hayaletten kurtulan siyahi ressam geri döndü. Elinde kalem vardı, gözleri Arda’ya kilitlenmişti. Azra hızla yanına yöneldi. Arda, gözleri kapalı, yere çökmüş, kendi kendine mırıldanıyordu.
Kız bir şeyler çizmeye başladı ama Azra gece mavisi bir hareyle parladı.
Arda’nın başında iri yarı, korkutucu bir hayalet gürlüyordu. Azra acımasız bir gülümsemeyle hayalete baktı: “Hayalet, buraya gel ve bu kızı bütün öfkenle cezalandır!”
Gece mavisi hare gümüş ışığa karıştı, hayalet Arda’dan uzaklaşıp siyahi kıza saldırmaya başladı. Kalem elinden düşen ressamın bedeninde derin yaralar açılıyordu.
Azra’nın bedeni titriyordu; bacakları onu zor taşıyordu. Her şey kontrolünden çıkmış gibiydi.
Hayalet kızı parçalayana kadar ayakta kalmalıydı. Bir yanda yerde boğularak can çeken biri, diğer yanda duvar dibinde baygın yatan biri vardı. Sadece o kız kalmıştı.
Çenesi kasılarak, titreyen bedenine rağmen dengede durmaya çalışıyordu.
O anda Ece, duvarın arkasından fırladı ve karşısına dikildi. Gözlerinde, Azra’nın kontrolden çıkan gücünün getirdiği saf korku ve dehşet vardı.
“Azra! Yeter! Kes şunu!” diye bağırdı.
Azra, öfkeden kör olmuş gözlerle onu görmedi. “Çekil!” diye tısladı.
Ece dişlerini sıktı; onu böyle görmek dayanılmazdı. Azra’nın burnundan kan süzülüyordu, sanki son gücünü de harcıyordu.
Ece hemen sarıldı ona. Yanaklarını ıslatan gözyaşları, ağlayan sesi Azra’nın beyninde yankılanıyordu:
“Azra, geçti. Herkes güvende. Kes artık şunu!”
Kollarıyla sıkıca sardı Azra’yı. Azra, tenindeki gül ve pudra kokusunu derin bir nefesle içine çekti. Bu koku, yeteneğinin hırçın dalgalarını yatıştırıyordu.
Gözleri karardı, bacakları onu artık taşıyamaz hale gelmişti.
Kulaklarında arkadaşlarının çaresiz çığlıkları yankılanırken, yavaşça Ece’nin kollarına yığıldı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |