
Güneşli bir gündü. Babam, arka taraftaki daracada misafirlerini kahveyle ağarlarken, ben odamda pencerenin önünde oturmuş, sokağı seyrediyordum. Birden pencereme beyaz bir kuş kondu. Boynundaki kan izini görür görmez gözlerim doldu. Dışarıdan özgür görünen o kuş, aslında benim gibiydi; özgür sanılan ama esaret içinde yaşayan bir varlıktı.
Nedenini anlayamadan, ansızın bir karga pencereye kondu ve göz açıp kapayıncaya kadar beyaz kuşu boynundan yakalayarak gökyüzüne doğru uçurdu. En çok içimi yakan, o kuşu kurtaramamış olmamdı. Ona bir “hoşça kal” bile diyemeden, karga tarafından özgürlüğü elinden alınmıştı. Artık emindim; kuşun yarasını açan, onun özgürlüğünü çalan o kargaydı.
Peki bu bir işaret miydi? Yoksa hayat bana, “güçlü olan güçsüzü yer” mi diyordu? Birden midem bulandı, elimi ağzıma kapatıp banyoya koştum. Üç gündür süren mide bulantısı, zihnimi kemiriyordu. İçimde yankılanan bir soru vardı: “Acaba olabilir miydi?”
Hızla odama koştum, kitaplarımın arasında sakladığım hamilelik testini aldım. Banyoda, klozetin üzerinde oturmuş sonucu bekliyordum. İlk çizgi netti, ikincisinin belirmesi ise ölüm gibi ani ve belirsizdi. Gözlerimi kapatıp iki dakika daha bekledim. Sonra açtım... Ve hüngür hüngür ağlamaya başladım.
O sırada odamın camına bir taş çarptı. Gözyaşlarımı silip pencereye koştum. Taşa sarılı bir not vardı; tıpkı eski Yeşilçam filmlerindeki gibi bir randevu mektubuydu bu. Ve sevdiğim adamdan gelmişti. Özgürlüğümün kısıtlandığı bu evde, o bana özgürlük sunuyordu. Ellerim heyecandan titriyordu.
Üzerimi değiştirip, su bidonlarını alarak evden çıkmaya hazırlandım. Ama bir engel vardı: Babam. Ondan izin almadan çıkmam mümkün değildi. Arka taraftaki daracaya dolanıp, göz ucuyla misafirlere baktım. Babama elimle işaret ettim. O anda, lacivert takım elbiseli misafir dikkatle bana bakıyordu. Ona dil çıkaracakken babamla göz göze geldik.
“Efendim Zeynep, bir sorun mu vardı?” diye sordu.
“Babacığım, evdeki suyun tadı kötü biliyorsun. Bidonlar boşken çeşmeden doldursam olur mu? Hilal de benimle gelecek,” dedim.
İlk defa gülümseyerek izin verdi: “Tamam, git ama fazla geç kalma.”
Çocuklar gibi sevinçle oradan uzaklaştım. İçimden “Bekle beni sevdiğim, sana geliyorum,” diyordum. Ama kendime gelmeli, artık yalnız olmadığımı hatırlamalıydım. Çeşmenin biraz ilerisindeki kayalıklar, sevdiğimle buluşma mekânımızdı. Herkes bizim sevgimizi bilirdi; mahalle halkı beni kızları gibi görür, bana güvenirdi. Eğer babam yaklaşsa, bir şekilde haber verirlerdi.
Yusuf oradaydı; kayalıklarda oturmuş, elinde çekirdeği ve kolasıyla gökyüzünü izliyordu. Oysa ben kargalardan hiç hoşlanmazdım, Yusuf ise onları severdi. Belki de gökyüzüne kargalar için değil, beni hissetmek için bakıyordu...
Yanına yaklaştım. Göz göze geldiğimizde, sarıldık. O an her şey sustu.
“Zeynep’im, neden bu kadar çok seviyorum gökyüzünü biliyor musun?” dedi.
“Neden?” dedim, kalbim yerinden çıkacak gibiydi.
“Çünkü seni göremediğimde, gözlerin sanki gökyüzünden bana bakıyor gibi geliyor. O yüzden her bakışımda seni görüyorum orada...” dedi ve elimi dudaklarına götürüp öptü.
“Yani sen kargalara değil de, bana bakıyordun gökyüzünde? Boşuna mı kıskandım yıllarca kargaları…” dedim gülerek.
Birlikte güldük. Ama anlatmam gereken bir şey vardı artık.
“Yusuf, sana bir şey söylemem gerek...” dedim.
“Elin titriyor Zeynep, korkuyor musun?” diye sordu.
Sözlerim boğazıma dizilmişti. Yusuf’un yüzü de gerilmişti.
“Zeynep’im, güzel gözlüm, neden sessiz kaldın? Korkutuyorsun beni. Haydi çıkar artık şu baklayı...”
Tam o anda bir çocuk seslendi:
“Zeynep abla!”
Koşarak gelen çocuk nefes nefeseydi.
“Sakin ol Efe, ne oldu? Babam mı geliyor?”
Nefesini toparlamaya çalışırken parmağıyla arkamı işaret etti:
“Zeynep abla... arkana bak... bu adam seni arıyor.”
Arkama döndüm ve karşımdaki adamı görünce sadece,
“SEN...” diyebildim.
Sonra o adam, herkesin duyacağı şekilde haykırdı:
“Zeynep Altan, bundan böyle benim karımdır!”
Şoktaydım. Bedenim titredi, dizlerimin bağı çözüldü, yere yığıldım. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken son gördüğüm, Yusuf’un ela gözleriydi. O da şaşkındı. Sonra ismimi anarak bana doğru koştu.
“Zeynep’im!”
Ama o an, beni yerden kaldıran Yusuf değildi.
“Çek ellerini karımın üzerinden! Zeynep Altan artık benim. Ve ben, benim olanı paylaşmaktan nefret ederim!” dedi o adam.
Kimdi bu adam? Neden bana karım diyordu? Neden ‘Altan’ soy ismini kullanıyordum?
Kendimde değildim. Ama bir şeyi çok iyi biliyordum...
Beni taşıyan kişi Yusuf değildi.
Bu gerçek, kalbime bir hançer gibi saplandı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |