
Öncelikle hoş geldiniz.
Bu bölüm favorilerimden... Nedenini anlayacaksınız.
Fazla uzatmadan sizi bölüm ile baş başa bırakacağım.
Fikirlerinizi belirtmeyi unutmayın.
İyi okumalar.
-YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM-
Bölüm Şarkısı; Tutuklu Kaldım
"Söz veriyorum sevgilim son nefesimde bile adını sayıklayacağım."
Ayza’dan
“Bir şeyin var mı?” diye sordu Felah. Sesinden buram buram endişe akıyordu.
Bu soruya cevap vermek isterdim, ama ne diyeceğimi bilemez haldeydim. Kafamda binlerce düşünce, onlarca soru işareti birbirine girmişti. Gözlerim dalıp gitmiş, içimdeki karmaşayı bastırmaya çalışıyordum. Kendimi toparlamak için derin bir nefes aldım ama o nefes, boğazımda düğümlendi.
Felah benden bir cevap alamayacağını fark ettiğinde Barut’a döndü, az öncekine göre daha baskın bir sesle “Ona ne yaptın?”diye sordu. O an, aralarında patlak verebilecek bir kavgaya engel olmak için Barut’tan önce davrandım. O kadar şaşkındım ki, sesimin sakinliği bir anda ön plana çıktı.
“Hayır, hiçbir şeyim yok. Sakin olur musun?”
Kelimelerim, belki de etrafımızdaki gergin havayı biraz olsun yumuşatmıştı. Felah, tekme tokat dövüşmeye hazır o sert adam halinden sıyrılmış, biraz daha insancıl bir yüze bürünmüştü.
Barut’un yüzündeki ifade ise karışık ve şaşkındı. Felah’ı böyle bir pozisyonda görmek onun için yeni bir şey olmalıydı. Aile dostu olduklarını biliyordum aralarında benim Felah’la olan bağımdan daha derin bir bağ bile olabilirdi.
Tam Felah’a “Buraya nasıl girdin?” diye soracakken, arkada bizi sessizce izleyen Mete’yi fark ettim. Yüzündeki korku ve endişeyi hissetmek için yanına yaklaşmama gerek yoktu. Gözleri büyümüş, çenesini hafifçe tutuyordu.
Göz göze geldik, ona hafif bir gülümseme yolladım. O da minik, ama anlamlı bir tebessümle karşılık verdi. Bazen kelimelere ihtiyaç yoktu, o bakış her şeyi anlatıyordu.
Tekrardan olay anına döndüğümde Barut “Felah oğlum senin ne işin var burada?” diye sordu.
Hala şokta olduğu belli oluyordu. Felah artık tamamen sakinleşmişti. Bana yarım bir gülüş attıktan sonra Barut’a döndü.
“Abi hoş gelmişsin öncelikle. Görevden döndüğünü bilsem daha önce gelirdim,” Barut’a olan saygısı ses tonundan bile okunabiliyordu. Az önce ise abisi olarak gördüğü birini sırf benim için karşısına almıştı.
İçim sıcacık olurken bir şey demedim. Barut “Hoş buldum aslanım,” dediğinde Felah devam etti “Biz Ayza ile dışarı çıkacaktık. Biraz geç kalınca endişelendim ona bakmaya gelmiştim. İzninizle biz gidelim.”
Barut bana döndüğünde bu sefer yanıldığı için gözlerime fazla bakmadan geri kaçırmıştı. Sırtını az önce çarptığı duvardan ayırırken “Tabii, sormana bile gerek yok. Takılın istediğiniz gibi,” dedi.
Felah’a olan güveninin çeyreğini gerçek kardeşine verememişti. Böyle biriydi işte.
Felah benim söyleyeceğim her şeyi söylediği için ek bir şey söyleme gereğinde bulunmadım. Felah’ta son kez Barut’a bir bakış attı ardından ilerlemeye başladı.
Yanımdan geçerken elini belime koyarak yanına çekti.
O an elinin sıcaklığı beni tesiri altına alırken bedenimde küçük ama keskin bir elektrik hissettim. Kalbim öyle hızlı atmaya başladı ki, göğsümde sıkıştığını düşündüm.
Evden birlikte çıkarken Mete’nin tepindiğine emindim.
Kalbim ağzımda atarken ne yapacağımı ya da diyeceğimi bilemez halde put gibi Felah’la evden çıkmıştım. Benim için arabasının kapısını açtığında “Teşekkür ederim,” diye mırıldandım ve arabaya bindim.
O da yanıma, sürücü koltuğuna oturduğunda yüzünde hafif bir durgunluk vardı. Sanki içinden geçen düşünceleri saklamaya çalışıyordu ama gözlerinden kaçmıyordu bu his. Arabayı çalıştırdı ve yola koyuldu. O an beklemediğim bir soru geldi ağzından. “Benden rahatsız mı oluyorsun?”
Anında “Tabii ki de hayır! Neden böyle düşündün?” diye sordum. Gerçekten de böyle hissetmiyordum, değil mi? Felah bana her anımı öyle mükemmel kılıyor, öyle değer veriyordu ki… Ben ona nasıl da rahatsız olduğumu hissettirmiş olabilirdim? Duygularımı doğru ifade etmekte ne kadar zayıf olduğumu düşündüm, içten içe biraz da kendime kızdım.
Felah gözlerini bir an için gözlerime sabitledi. O an öyle bir bakıştı ki, bütün ruhumu okuyan bir bakış. Sonra başını hafifçe çevirdi ve yeniden yola döndü.
“Az önce abinin yanında belinden tutmamalıydım… Özür dilerim. Seni rahatsız…” diye başladı.
Ama ben o cümleyi tamamlamadan, aceleyle onu kestim “Hayır, rahatsız falan olmadım! Sadece o an heyecandan ne yapacağımı şaşırdım.”
Söylediğim cümle biraz sert çıkmış olmalı ki, Felah aniden frene bastı ve araba birden durdu. O an ne dediğimin farkına çok geç vardım. Utançtan yüzüm kızardı, boğazımda garip bir düğüm oluştu.
Başımı hızla koltuğa gömdüm, saklanmak istercesine. Tam o sırada, arkamdan gelen Felah’ın tatlı kahkahası kulaklarımı doldurdu.
Yüzümde utançla karışık küçük bir gülümseme belirdi. Hâlâ koltuğa gömülüydüm ama içim rahatlamıştı. Felah, ipek gibi sesiyle,
“Gerçekten rahatsız olmadın yani?” diye sordu, adeta teyit istercesine.
Kafamı hınçla kaldırdım, göz göze geldik. Gözlerinde anlayış ve sıcaklık vardı.
“Ben de onu diyorum ya. Aksine, hoşuma gitti!” dedim, sesimi biraz güçlendirerek.
Felah’ın yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. Biliyorum, bilerek tekrar o soruyu sormuştu. Ben ise somurtarak önüme döndüm.
“Gülümse,” dedi hafif bir komut gibi, ama içinde yumuşaklık vardı.
O sırada, arkamızdan gelen korna sesleriyle araba yeniden hareket etti. Hala somurtan yüzümü görünce, sesini biraz daha yükseltti:
“Gülümse.”
Sonra ekledi, sanki sadece benim için söyleniyormuş gibi:
“Sana en çok, yüzündeki güneşten daha parlak gülümsemen yakışıyor.”
O sözler, karnımda kelebeğin kanat çırpması gibi hafif bir his uyandırdı. Yüzümde istemsizce, içten ve samimi bir gülümseme belirdi.
O gülümseme, o gün boyunca yüzümden hiç eksilmedi. Sanki ruhumun en derin köşelerinde bile sıcak bir ışık yanmıştı ve kimse onu söndüremedi.
- ♡ ♡ ♡-
Felah’ı yol boyu nereye gittiğimizi söylemesi için darlasam da, inatla ağzını bıçak açmıyordu. Her sorum, içimde artan bir merak ve hafif bir telaşın yankısıydı.
Bedenim hafifçe titriyor, kalbim her zamankinden hızlı çarpıyordu. Arabadaki sessizlik bir yandan huzur verirken diğer yandan içimde fırtınalar koparıyordu. Yanımdaki adamın yüzünde okuduğum o hafif sır perdesi, kafamda binlerce soru işareti oluşturuyordu.
Nihayet araba durdu. Tam başımı kaldırıp dışarı bakacaktım ki, elini nazikçe çenemden tutup yumuşak bir hareketle başımı eğdirdi. Gözlerim kapandı, karanlığın içinde kalakaldım.
“Sürpriz diyorum kızım, sürpriz!” dedi yumuşak ve baskın bir tonda.
Gözlerimi devirdim ama hoşuma gitmediğini söyleyemezdim. Felah, torpidodan çıkardığı renkli bir bandanayı elime uzattığında gözlerim fal taşı gibi açıldı. “Yok artık!” dedim, şaşkınlığımı gizleyemeyerek.
Yüzündeki masum ve biraz da oyunbaz gülümseme, o anda içimdeki tüm endişeyi aldı götürdü. “Var artık,” dedi, sanki beni daha fazla zorlamak istercesine.
Daha fazla zorlamak yerine bandanayı aldım, gözlerimi kapatacak şekilde başıma bağladım. Pamuk gibi yumuşak kumaş tenime hafifçe dokunuyordu. İçimde garip bir sıcaklık yükseldi, kalbim sanki kıpır kıpır kanat çırpıyordu.
“Geliyorum,” dedikten sonra kapısını açtı ve arabadan indi. Ben ne olacağını merakla beklerken yanımdakı kapı açıldı. Felah “Benim. Şimdi koluna gireceğim,” dedi. Kafamı salladım.
Arabadan dikkatlice indiğimde gözüm kapalı yürümek beni korkutmuyordu. Yanımda o vardı. Onun varlığı, güveni sarmıştı bedenimi, bir kalkan gibi koruyordu beni. Ona olan sevgim güvenimle sarmalanmıştı.
Ayaklarım yere basarken birden kaydı, dengemi kaybettim. O an, yerle bağlantım tamamen koptu. Felah refleksle beni kucağına aldı, sıcaklığını tüm benliğimde hissettim.
“Felah…” sesim titremişti. Ama korkudan değil de heyecandan olduğunu bu sefer o da biliyordu.
“Sorun yok Lavantam. Ben burdayken düşmen ihtimal bile olamaz,” dediğinde bana hitap şekli aklımı karıştırmıştı. Çok tanıdık ama bir o kadarda uzaktı.
Üzerinden buram buram Lavanta kokusu gelirken bana Lavantam demesi içimi ısıttı.
Ardından Felah birkaç kişiyle konuştu, ne konuştuklarını tam duyamasam da bir yere gireceğimizi anlamıştım. Bahsedilen yere girdiğimize seslerden anlamıştım.
Birkaç yerden aynı anda neşeli müzikler yükselirken çocukların kahlahalarıyla bir ahenk yaratıyordu. Ortam gürültülüydü ama rahatsız edici değildi.
Aksine neşeli ortam insana huzur veriyordu.
“Artık gözümü açacak mısın?” diye sordum Felah’a. Ortamı gelen her çocuk kahkahasında daha fazla merak ediyordum. Felah çok gecikmeden cevap verdi “Çok az kaldı.”
Onaylarcasına mırıldandım ve beklemeye başladım. Gerçi zaten yapabileceğim başka bir şey yoktu.
Bir süre sonra başka bir odaya girdik. Müzikler azalmış, sessizlik ve sakinlik yerleşmişti. Felah beni karşısına oturttu. Ellerini avuçlarıma sardı, sıcaklığı avuçlarımdan kalbime doğru yayıldı. Etrafı yoklamak için ellerimle etrafı yoklasam da, onun ellerinden ayrılmak istemedim. Bir bağ vardı aramızda; sözcüklere sığmayan, kelimelerden öte bir bağ.
“Zamanı geldi mi?” diye sordum tekrardan. Oturduğum yer hafif hafif sallanıyordu. Merak bedenimi ele geçirmişti. Nerede olduğum fikrinden başka hiçbir şeyi düşünemiyordum.
Bir süre sessizlik kapladı etrafı. Cevap vermek için bekliyor gibiydi. Oturduğum yerde sallanma kesilince “Açabilirsin,” cevabını aldım.
Felah’ın heyecandan sesi titriyordu. O da en az benim kadar vereceğim tepkiyi merak ediyordu. Bandanayı çıkarınca birkaç saniye gözlerimin ışığa alışmasını bekledim. Ardından Felah’a döndüm.
Elinde lavanta demeti vardı. Mis gibi, ferahlatıcı ve huzur veren o koku etrafı sardı.
“Felah…” dedim, kelimeler boğazımda düğümlenmişti. Ne diyeceğimi, nasıl anlatacağımı bilmiyordum.
“Adımı böyle söylemene bayılıyorum,” dedi, yüzünde çarpık ama samimi bir gülümsemeyle.
Eliyle sağımı işaret etti. Kafamı çevirdiğimde, kendimi metrelerce yukarıda, dönme dolabın en tepesinde buldum.
“Felah, burası…” dedim, büyülenmiş, kelimelerim yetersiz kalıyordu.
“Çok güzel değil mi?” diye tamamladı. O sırada lavanta demetini bana uzatıyordu.
“Evet,” dedim, lavanta demetini kucağıma alırken, o anın büyüsü tüm benliğimi sardı.
Dönme dolabın hafif sallanışıyla dünya sanki biraz daha yavaşladı. Her nefes alışımda lavanta kokusunu ciğerlerime doldurdum. Gözlerim ona kilitlenmiş, kalbim sessizce sevgiyle doluyordu.
Ben dışarıya bakarken onun bana baktığını fark etmiştim. Elimle dışarıyı gösterdim “Manzaraya bak!”
O da duraksamadan karşılık verdi. “Manzarama bakıyorum zaten.”
Göz göze geldik. Gözlerinde, saklı kalan korkuları, umutları ve sevgiyi gördüm.
Dışarıdan bakışlarımı ona sabitlediğimde “Ayza, Lavantam benim. Seni gördüğüm ilk günden beri bu anın hayalini kuruyorum. Sana her şeyi açıkça söyleyemem hala bazı şeylerden korkuyorum çünkü. Ama bundan sonra seninle sadece arkadaş olarak ya da Felah olarak konuşmak istemiyorum. Gördüğüm ilk andan beri kalbimdeki ritim sensin.”
Cebinden bir kolye çıkardı. Kolyeyi bana doğru uzatırken “Benimle sevgili olur musun Lavantam? Bundan sonra sadece benim bahçemde çiçek açmak ister misin?”
Gözlerime yaşlar akın ederken kalbim delicesine atıyordu. Lavanta kokusu artık her şeyden daha baskındı. Onu seviyordum, ona aşıktım. Artık onunda beni sevdiğini biliyordum.
“Felah…” diye mırıldandım. Anın o kadar etkisine kapılmıştım ki… “Seni gördüğümde arkandan az söylenmemiştim senin aksine,” dedim ardından güldüm.
“O gün tam bir öküz gibi davranmıştın çünkü,” onunda dudaklarında benimkine benzer bir tebessüm oluştuğunda devam ettim.
“Ama sonra seni tanıdım. O günün aksine ne kadar kibar, iyi biri olduğunu artık biliyorum. Bir süredir aklımdan hiç çıkmıyordun. Öyle ki aldığım nefes bile sensiz anlamsız. Seni seviyorum Felah. Her şeyimle, her şeyinle seni seviyorum.”
İtirafım üzerine bana sımsıkı sarıldı.
Önce kalp atışlarımız bir oldu ardından nefeslerimiz…
Ruhum ruhuna karışırken kulağıma doğru fısıldadı “Sana aşığım sevgilim.”
Geçmiş
Felah’tan
O gün Ayza'nın suratındaki huysuz ama meraklı ifade, yolculuk boyunca ona bakmamın tek sebebiydi. “Nereye gidiyoruz Felah?” diye sormayı yedinci kez falan soruyordu. Saymayı bırakalı çok olmuştu.
Taksiyi süren abi Ayza’nın sorusuna güldü, onun bütün ısrarlarına o da benimle birlikte maruz kalmıştı. Bense sadece gülümsedim. “Az kaldı,” dedim yine. Sürprizleri sevmez gibi yapıyordu ama heyecanlandığı bariz belliydi.
Verdiğim cevap onun merakını körüklemekten başka bir işe yaramıyordu. Ama bu aksine benim yüzümde daha berrak bir tebessüme neden oluyordu.
Orman yeşililerinde merak, sabırsızlık ve bir parça da heyecan vardı. Hepsi oradaydı. Sadece nazlanmayı tercih ediyordu.
Taksi durduğunda cebimden bir iki yüzlük çıkararak adama uzattım. Ayza çoktan inmiş nerede olduğumuza bakarken adam bana gülümsedi “Bu kızı kaybetme oğlum. Sana nasıl değer verdiği gözlerinden belli,” dedi.
Para üstünü alırken “Eyvallah abi,” dedim ve Ayza’nın yanına gittim. Gideceğimiz yere birkaç dakikalık yürüme mesafesindeydik, o yüzden etrafa anlamsızca baktıktan sonra bana döndü “Ee, nerede sürprizin?”
Onun bu sabırsız haline gülerken “Biraz yürümemiz gerekiyor,” dedim ardından yürümeye başladım. Birkaç saniye arkamdan söylendikten sonra koştura koştura beni takip etmeye başlamıştı.
Yüzümden asla silinmeyen gülümsemem ile ve Ayza’nın söylenmeleri ile yaklaşık on dakika daha yürüdük. Vardığımızda durdum ve Ayza’ya baktım.
Birkaç saniye neden durduğumu anlamak için bana baktı, kafasını kaldırdığıda ise lunaparkın renkli ışıklarını fark etmesi sadece bir saniye sürdü.
“Burası…” dedi şaşkınlıkla.
Yüzüme istemsizce bir tebessüm yayıldı. “Evet. Lunapark. Geçen gün hiç gitmediğini söylemiştin. Ve bende getirmek istedim.”
Başını yavaşça salladı. “Hiç gitmemiştim… yani daha önce dışından geçmiştim sadece.”
İşte o an onu daha önce getirmediğime pişman olmuştum bile.
Elimdeki biletlerden birini ona uzattım. “Artık içindesin. Hem yalnız da değilsin.”
İlk çarpışan arabalara gittik. Direksiyon tutuşunu izlerken gülmemek için kendimi zor tuttum. Ama birkaç dakika sonra küçük bir canavara dönmüştü. Bilinçli şekilde durmaksızın bana çarpıyordu. Her çığlığında daha da çocuklaşıyor, daha da güzelleşiyordu.
Sonra pamuk şekeri aldık. Dudağında şeker izi kalmıştı. Parmakları yapış yapıştı ama umurunda değildi. “İlk kez bu kadar serbestim,” dedi fısıldayarak.
Onu o haliyle izlemek… paha biçilemez bir hediyeydi.
Dönme dolaba gitmeyi teklif ettiğimde duraksadı. Küçük bir çocuk gibi korkuyla karışık bir heyecan vardı gözlerinde. Elimi uzattım.
“Manzarayı birlikte göreceğiz,” dedim. Sadece gökyüzünü değil, seni de izleyebilmek için, diye içimden geçirdim.
Kabine bindiğimizde sessizleşti. Ayza sessizse, mutlaka içinde fırtına vardır. Camdan dışarıyı izlerken yüzü rüzgârla birlikte yumuşadı.
“Bu çok tuhaf,” dedi. “Gerçek değilmiş gibi.”
“Ama gerçek,” diye karşılık verdim. Ardından tamamladım.
“Bizim gerçekliğimiz.”
“Bizim…” diyerek tekrar etti.
Çantasından çıkardığım lavanta kolonyalı mendili uzattım. Parmaklarını temizlerken bana baktı.
“Lavanta mı bu?” diye sordu. Sesinde şaşkınlık hakimdi. Bu kadar düşünceli olmama şaşırıyordu her seferinde.
“Sen seviyorsun diye…” dedim yüzümde bir gülümsemeyle. Hak ettiği değeri hiçbir zaman alamayan bir çocuk olmuştu. O yüzden ona karşı merhametli yanım her zaman daha baskın olurdu.
Bir şey demedi. Ama o bakış… işte o bakış bin cümleye değerdi. O an kaçış yoktu. Kalbim ona doğru, bile isteye atmaya başlamıştı.
Dönme dolap yavaşça en tepeye çıktığında ona dönüp sordum “Beni daha yakından tanımak ister misin, Lavanta?”
O an sadece bizim gerçekliğimiz vardı ve onun dudaklarından dökülen o cümle:
“Zaten seni her gün biraz daha tanıyorum… Sevildikçe öğreniyorum sevilmeyi. Ve sevdikçe öğreniyorum sevmeyi.”
İşte o an. İlk kez bir cümleyle dünyanın bütün ışıkları sönse de önemi olmazdı. Çünkü o bana ışık gibi gelmişti zaten.
Dönme dolap yeniden hareket etmeye başladığında Ayza gözlerini tekrar dışarı çevirdi. Ama bu defa, az önceki gibi büyülenmiş değil, sanki bir şeyleri içine çekiyormuş gibi baktı. Sessizdi. Yüzü gökyüzünün mavisine dönüktü ama kirpiklerinin altındaki gölgede bir kırılganlık vardı.
“Ne oldu?” diye sordum, sesim farkında olmadan yumuşamıştı.
“Hiç,” dedi. Ama bu hiçbir şeyin altında çok şey olduğunu biliyordum.
Ona baktım. Dudaklarının kenarındaki o ince titremeye, ellerinin birbirine dolanışına… Ayza böyle olduğunda içime hep huzursuz bir şey çökerdi. Çünkü o zamanlar içini dökemezdi ama gözleri bağırırdı.
“Elimden gelse…” dedim hafifçe, “şu anı sonsuz yapardım.”
O an dönüp bana baktı. Yüzüme değil de sanki içime doğru bakıyordu. Dudaklarını araladı. “Felah,” dedi, adımı ilk kez o tonda söyledi. Neşesiz değil ama derin, dikkatlice seçilmiş bir sesle.
“Efendim?”
“Eğer bir gün... olur da yollarımız ayrılırsa...”
Damarlarımda akan kan bir an dondu. Sanki dönme dolap değil de içimdeki dünya durmuştu. Devam etti.
“Beni bu günle hatırla. Bu çocuk gülüşlü, lavanta kokulu halimle… Ne olur beni böyle hatırla. Ve lütfen... beni hiç unutma.”
Gözlerim yanmaya başladı ama bastırdım. Gözyaşı dökmek değildi mesele. O sözler, bir sözden daha fazlasıydı. Bir ihtimaldi.
Elimi usulca onun elinin üstüne koydum. “Unutmak mı?” dedim. “Sen... ben seni bir kere görüp unutmayan adamlardanım Ayza. Unutmak benim için bir seçenek olmadı hiç.”
Ayza’nın gözlerinde bir umut yeşerirken devam ettim. “Sende, sende hiç unutmayı seçme. Her şeyi unutursan beni bir dönme dolabın en tepesinde tekrar hatırla. Beni hisset…”
Ardından ona sımsıkı sarıldım.
“Söz,” dedi o da benim gibi.
“Söz seni hiçbir zaman unutmayacağım. Söz veriyorum sevgilim son nefesimde bile adını sayıklayacağım.”
- ♡ ♡ ♡-
Ve Yirmi Üçüncü Perde sona erer.
Tamamıyla Ayza ve Felah'a ayrılan bir bölümdü.
Onların geçmişlerini okumaya bayılıyorum...
Başka bölümlerde görüşmek üzere, buraya kadar geldiyseniz yıldıza basarak destek olmayı unutmayın.
Diğer bölümlerde görüşmek üzere.
Sağlıcakla...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 139.34k Okunma |
10.21k Oy |
0 Takip |
44 Bölümlü Kitap |