2. Bölüm

2. BÖLÜM C4

BATİNGAM
batingam

 

HİRA ÜSTEĞMEN'den...

Bu zor havada ayaklarımın yere değmesine şükrederek helikopterden inerken, ezdiğim zeminin Muhafızların üniforması kadar kara asfalt olduğunu fark ettim.

Simsiyah iki katlı binanın duvarlarından helikopter pistini ışıklandıran projektör pervane rüzgarının etrafa savurduğu çiseleri görmemi sağlıyordu. Rüzgara ve yağmura aldırmadan birkaç saniye önce indiğim helikopterin, binerken bakmaya doyamadığım o eşsiz dış tasarımında tekrar göz gezdirdim. En koyusundan mat siyah rengi ve burun kısmına özenle çizilen, tüm hışmı ile dişlerini gösteren kurt motifi içimi buz gibi yapmıştı.

Kara Muhafızlar!

Konuşmayı, etrafı seyretmeyi bırakın uçtuğumuz yaklaşık üç saat yol boyunca neredeyse oturuşlarını bile düzeltmemişlerdi. Çeçenin skorsky'in kapısını zorlanmadan tek kolu ile kapatmasındaki kuvveti dudağımı ısırmama sebep olmuştu. Hem gösterdikleri yöne yürüyor, hem ara ara arkama bakıp Çeçeni takip ediyordum. Bir süre başını havaya dikip pervaneler durana kadar dönüşlerini seyretti. Pilotlara selam verip bize yetişmeye çalışırken arkadan seslenişi herkesin o yöne dönmesine sebep oldu.

“La babuşlar.”

Son adımlarını koşarak tamamladı.

“Bu helikopter tam Atilik ha.”

‘Atilik?’

“Sen bizim Atillayı bilmezsin abla. Dönen bir şey görünce kilitlenip kalıyor.”

“Neden?” dediğimde İşbara olduğunu zannettiğim Muhafız cevap verdi.

“Atilla otizmli bir parçamız. Çamaşır makinesi, bisiklet tekeri gibi dönen şeyler ilgisini çekiyor abla.” deyip Çeçene baktı.

“Ama kızdırırsak o bisiklet tekeri ile neler yapabiliyor Çeçen bunu birçok defa tecrübe etti.”

“Nasıl yani?”

Bu kez yüzüme bakan kızıl gözlü Alfa oldu.

“Boş ver abla. Anlatsak da sana bayağı karmaşık gelecek.”

Yürüyüşleri, birbirlerini tamamlayışları, saygıları, kişilikleri en az üzerlerindeki mühimmat ve teçhizatları kadar pahalıydı.

“Eee Çeçen? Başka anınız yok mu?”

Helikoptere kadar intikal ederken üç saat kadar dolu dolu anılarını anlatmıştı Çeçen. Tabi gizliliğin çektiği bir çıta vardı. O çıtaya yaklaştığı anda ya arkadaşlarından herhangi birinin, yada bizzat Karabangu'nun delici bakışlarına maruz kalıyordu.

Ne kadar güvenliğimden şüphe etmesem de bu korkutucu genç adamların yanında, helikoptere binerken bizden ayrılıp görevleri devam eden birliğine katılan Kutay Yüzbaşı’yı arıyordum. Çatık kaşlı, kurt bakışlı, gri gözlü maskeli yüzünü yere çevirip ne anlatacağını düşünüyordu.

“Sahi sen Kudüs Fethinde kaç can aldığını söyleyecektin rekor sendeymiş hani.”

Aklına aniden gelmiş gibi eldivenli parmaklarını şıklatması ile söze girdi.

“28 abla. 28 tane terörist öldürdüm. Rekor bende.”

“Peki arkadaşların kaç öldürmüş.”

“Bilmiyorum ki saymamışlar.”

“Peki sen nereden biliyosun rekorun sende olduğunu?” dediğimde Suskun hariç timdeki bir çok kişide kıkırdamalar oldu.

“Ben öyle düşünüyorum. Yani genelde öyle olur.”

Kendini ispatlamak için çırpınışları o korkunç maskesiyle bile çok tatlı gösteriyordu onu.

“Peki rekor kimde?”

“Kara...” derken, Suskun; ‘Sesini kes devam et' der gibi küçük bir yumruk attı.

Omzunu tutan Çeçen;

“Boşver Abla. O ismi anmak pek iyilik getirmez bana.” deyip bir şey söylemeden hızlandı.

“En dip duş benim.”

Suskun;

“Çağlaaarr!”

“Ne var oğlum geçen seferinde sen girmedin mi? Yemin ederim her seferinde hakkıma giriyosun bak.”

Kapıdan geçtiğimde boş danışma masası karşıladı. İri adamlardan fırsat bulup ileri baktığım kadarıyla son kapı yirmi metrelik simsiyah koridorun sonunda, sağa açılan otomatik kapıydı. Bir süre gururlu bakışlarımla önümdeki yiğitleri seyrederken, birçok kez sormama rağmen tüm cevapları buraya, ‘Yuva' olarak tabir ettikleri yere sakladıklarını hatırlamam kalbimi hızlandırdı.

‘Ben neden buradayım?’

Aklımda saçma sapan, türlü türlü düşünceler dönerken kapı açıldığında aniden peydah olan çığlık öne atılmama sebep oldu.

Kız nefesini toparlayıp tekrar bağıracaktı ki güçsüz bacakları ve bedeni yaşadığı korkuya daha fazla dayanamayıp karşısındaki korkunç maskeye gözlerini kapadı. Nefes kesen refleksi ile düşen kıza doğru sıçrayan Çeçen kendini yere atıp elini temiz yüzlü meleğin başına attı. O başını yere vurmaktan kurtulurken zaman Çeçen için durmuştu. Kız ile birlikte öylece yatıyor, tüm bu yaşananlara sebep olan maskesinin altından hayranlıkla karşısındaki meleği izliyordu.

“Çeçen!”

Açık mavi bol elbisesi yere saçılan kıza ben dahi bakmaya kıyamıyordum.

'Allah nazarlardan saklasın.'

“Çeçenn!”

Duymuyordu Çeçen. Onun için ne gelen ses önemliydi, ne de en dip duşu kapma derdi vardı artık. Gözleri iri çekik gözlere değmişti bir kere.

Sarışın bir bayan pantolonunda verdiği rahatlıkla yerde uzanan meleğe eğilip, elini başının altına soktu.

Karabangunun sonkez;

“ÇEÇENNNNN !!!” diye bağırmasıyla elini yakan kordan aniden çeken Çeçen ayağa sıçrasa da gözleri hala ondaydı.

“Ula bu kim lan?”

Bilgisayar başındaki kıza dönen Çeçen maskesini çıkardı.

“Biz sana ‘İnişe geçtik' diye anons geçmedik mi? İçeri girdiğimizi kameradan görmedin mi?”

Rengi kıpkırmızı olan genç kız tırnakları ile oynuyor deli gibi korkuyordu.

Çeçenin hala yüzünü görmesem de sarıya çalan kumral saçlarının altındaki ensesi sinirden kızarmıştı.

“Kom... Komutanım söyledik. Ama kamerada görmediği için normal insan sandı sizi. Aslında kalkıp lavaboya gidecekti ama kapı açılınca gelenlere bakmak için döndü san...”

“Kim bu Esma?” diyerek kesmişti sözünü Karabangu.

“Ut...Kayhan Komutanın kız kardeşi?”

Cevabı duyan tim de hareketlenme olmuştu. Elindeki maskeyi hücum yeleğinin arasına sokan Çeçen meleğe doğru tekrar döndüğünde yeşil gözlerini ve tıpkı babamdakine benzeyen kaşındaki yaralanmadan kaynaklı çiziği görmüştüm.

“Serpil Abla ne yapacağız? Bugün mü gelecekti ki?”

“Ne yapacağız?” diyen sarışın bayanın meleği hiç zorlanmadan kucaklayıp kaldırmasını hayretle izledim.

‘Erkekleri gibi kadınları da insanüstü bunların.’

“Ne yapacağız? Koltuğa yatırıp uyanmasını bekleyeceğiz Komutanlar.” deyip çift kişilik kahverengi deri koltuğa yatırırken nefesi bile değişmemişti.

Ela gözleri, beyaz teni vardı Serpilin.

“Bir saat oluyor geleli.” deyip işaret parmağını kaldırdı.

“Utarın haberi olmasın kardeşine çok düşkün.” derken kızdan gelen inleme sesi tüm başları ona çevirdi. Elini destek almak için koltuğun sırtlığına atan melek başını kaldıracaktı ki; Serpil önüne geçti.

“Maskelerinizi çıkartın.”

Kız korkmasın diye hepsinin maskelerini aynı anda çıkarması o korkunç adamları şirin bir çocuk gibi göstermişti gözüme.

Başını kaldırıp halsizlikten çekik gözleri kaybolan kız timi seyrettikten sonra Serpile baktı.

“Bunlar ularmi?”

‘Ularmi?'

Serpil;

“Evet onlar Busra.”

Tepkimi ölçmek için kaçamak bir bakış atmıştı Karabangu. Uzun dalgalı saçlarını eli ile geri tararken şakağına düşen bir tutam saçı umursamadan ayağa kalkan Busraya doğru yürüdü.

“Hoşgeldin kardeşim İsmim Ali. Kusura bakma böyle karşılaşmak istemezdik.”

“Rahmat Ali Rahmat. Ben korkitan kimdir. Banim karşılaştığım Qo’riqchi. Sey yani... Muhafız kimdir.” deyip Serpile baktı.

“Offff sizin turkce cok zor. Komşumuzdan öğrendigim kadari ile konuşurum. Onların konışması çok sirin gelirdi ama çok zor.”

Ali;

“İstersen özbekçede konuşabiliriz.”

“Yuk alışmam lağzım artık bırdayım. Okul burada.” dediğinde meraklı kadın kanım Çağlara bakmam için emretti. Boş bulunup yüzünün tek tarafı ile tebessüm eden Çağlar arkadaşlarına baktığında pot kırmamak için boğazını temizleyerek kendini düzeltti.

‘Çok hoşlandı.’

Busra;

“Ben kimle korktum. O hanginisdiniz.”

Başını suçluya çeviren Ali, Çağların hayır anlamında kaldırdığı kaşlarını umursamadı bile.

“Sen Çağlarla karşılaştın.”

“Çağlar kim?”

Bir kıza bir ekibe bakan Çağlar eli ile Çağatay’ı gösterdi.

Çağlar;

“En dipteki duş benim dedin tutturdun. Ben dedim oğlum sana acele etme diye.”

Ne olduğunu bir süre anlamamıştı Çağların yalanına maruz kalan arkadaşı. Anladığında ise Çağatayı boydan süzen Busra çoktan araya girdi.

“O değildi. Onda Turk askerinin albisesi yoktu. Siyah vardı. Senin gibi.”

Çağlar bu kez baltayı taşa vurmuş Suskunu bile küçücükte olsa güldürmüştü.

“Kusura bakma o bendim. Özür dilerim.”

Sözcüğü anlamayan Busra yüzünü kırıştırıp Serpile baktı.

Serpil;

“Afsusdaman. Özürdilerim demek.”

Kaşlarını kaldırdığında ikisinin arasında iki parmak genişliğinde yer açıldı.

“Yukk ben afsusdaman. Öz...özirdilarim. Benim akam yanı abimde siz gibir ama ben onu maskasiyle gormedim. Hem sen niden yılan söledin. Ya...lan söledin.”

Her kelimesinde kaşları ayrı bir hal alan Busra'yı ısırmamak için büyük çaba sarf ediyordum.

Çağlar Esmaya kızdığındaki an gibi kızarmaya başlamış ne diyeceğini şaşırmıştı.

“Bil... Bilmiyorum neden yıla... Şey yalan söyledim bilmiyorum.”

İki elini birbirine vuran Serpil konuyu kapatıp aniden yaklaşarak koluma girdi.

“Neyse oldu bitti. Esma, Busra bakın bu kardeşimiz Hira. Hira bir Türk Subayı.”

Önündeki basamağı hızla aşan Busra koşup boynuma sarıldı. Parfümünden mi, yumuşatıcısından mı bilmiyorum ama burnuma hoş bir koku yayıldı.

“Iıışşş kadın asker. Bende ulmak isterim ama akam Utar izin vermez.” deyip yapmacık bir şekilde kaçlarını çatıp parmağını salladı.

“Bole yapar.”

Gülerken kaybolan çekik gözlerine daha fazla dayanamayıp omzunu ısırdım.

“Yeter artık. Kendimi tut tut nereye kadar. Ne kadar tatlısın kız sen.”

Tuttuğu elimi ısırdığında engel oldum.

“Dur dur. Ben sen kadar temiz değilim.”

“U pasakın shifo bana.”

“Ah birde ne dediğini anlasam.”

Serpil;

“O pasağın, yani kirin şifadır bana diyor.” deyip elini uzattı.

“Bende Ada Muhafızlarından Serpil. Hoşgeldin Hira.”

“Ne? Sende mi Muhafızsın?”

“Neden tüm Muhafızları erkek mi sandın?” deyip siyah çerçeveli gözlüklerinin altından sıcak bir gülümseme attı.

Serpile göre daha kısa ve genç olan Esma öne çıkıp elini uzattı.

“Bende Esma. Bilgi işlem sorumlusuyum. Hoşgeldiniz.”

“Hoşbuldum Esma.”

Muhafızlarda Busra ile kısa bir tanışmadan sonra alt kata inen metal merdivenlerden tek tek aşağı indiler. Önden inen en dip duşu kapmaya çalışan tüm bu yaşananlara rağmen Çağlar olmuştu.

Kız kıza karşılıklı deri koltuklara kurulurken Serpilin her şeyden haberdar olması umudu ile sohbete girdim.

“Şey Serpil hanım. Ben neden buradayım. Burası belki dünyanın en gizli yeri. Beni buraya çeken ne.”

Uzun uzun gözlerime bakan Serpil;

“Tam olarak neden burada olduğunu Şahmelik söyleyecek. Biraz sonra burada olur. Kusura bakmazsın değil mi?”

“Yok hayır bakmam ama Şahmelik kim, benimle ne alakası var çok merak ediyorum.”

“Şahmelik Başkomutanımız. Seni almamızı söyledi aldık.”

Şaşkınlığımı bir kenara bırakıp hazır fırsatını bulmuşken sorularımı ard arda sormaya karar verdim.

“Hazır sizi yakalamışken ve buradayken birkaç; yani bayağı soru sorabilir miyim?”

“Yabancı değilsin. Tabi ki sor.”

“Hiyerarşi nasıl sizde.”

“Rütbe rütbe gidecek olursak; Dünyanın birçok yerinde gizli kamplarımız var on yaşlarımızda alınır on yıl eğitim alırız. En alt rütbe ada harici yerlerde eğitilen Muhafızlar. Onun üstü Ada Muhafızları, onun üstü Kara Muhafızlar, onların üstü Albaylar, onların üstü heyet yani Akçakoca. Onun üstü Şahmelik, onun üstü Alaganlar, onun üstü yani en başımız Kağan. Normalde Alaganlar ile Kağanın adını anmayız ama sana torpil geçtim.”

Ağızım açık nefesimi tutmuş halde dinliyordum.

“Alaganlar derken neden çoğul kullandın?”

Serpilin bakışlarından sınırları zorladığımı anlamıştım.

“Alaganın anlamı Fatihtir. Bir Muhafız bir yeri tutsaklıktan kurtardığında yani Fethettiğinde Alagan rütbesine ulaşır. Alagan normalde bir tanedir ama timi de öyle anılır.”

“Fetih mi? Bu Alagan nereyi fethetti?”

Verdiği cevap elimi ağızıma kapatmama sebep olmuştu.

“Kudüsü.”

“Am... Ama orasını Gazap Binba...”

“Peki Gazabın yüzünü gördün mü onu tanıyor musun Hira?”

“Hayır.”

“Gazap gerçekte Subay değil. O bir Kara Muhafız. Haydar Alinin timinin bir üst devresi.”

Aklıma tek bir isim geldi ve onu telaffuz ederken bile dilim titremişti.

“Kar...Karabasan.” dediğimde Serpil eli ile durdurdu.

“Yeter yoksa başımı ağrıtacaksın. Onun ve en başın adını her yerde anmayız.”

Bana bakıp dudağını ısıran Busra olmuştu.

“Eee Busra. Sen nereyi kazandın?”

“Bena Karabasan Mimarlık dedı.” dediğinde Serpil aniden yüzüne baktı.

“N’oldu?”

Serpil;

“Onun ismini anmayalım demiştik ya hani.”

Busra;

“Ben orasını anlamamısım.”

Hep birlikte gülerken merdivenden gözüken gençler sivil kıyafetleri ile muazzam görünüyordu.

Peş peşe yanımızdan geçen yirmili yaşlarındaki ölüm makinalarının yüzlerindeki sevimliliğe bakılsa sayısız can almaları ihtimal dahilinde bile değildi. Onların toplum içinde kusursuz kamufle olmalarını sağlayan tam olarak bu olmalıydı. Alinin belirgin gözleri, Çağların çizik kaşının bebeksi yüzüne kattığı olgunluk ve karizması, Alpin, göz kamaştıran gri mi mavi mi olduğunu kestiremediğim gözleri ve erkek olsun bayan olsun ayaklarını yerden kesecek derecede etkileyici bakışları. Çağatay’ın kuvveti, Turgay zıplar gibi yürümesi komik görünse de karizmasını bozmasına yetmiyordu. Korkutun devamlı gülen gözleri ortam ne kadar huzursuz olursa olsun baktığı yerde negatif enerjinin zerresini bırakmıyordu. Serdar ile Talha ise içlerinde en sessizine benziyordu.

Kolunu koltuğa atan Serpil;

“Attık mı yorgunluğu komutanlar?”

“Attık abla.” diyen Çeçen Esmaya yaklaşıp karşısında durdu. Karşısında saygıda kusur etmeyen genç kız meraklı bakışlarını Çeçene dikip yavaş yavaş oturduğu koltuktan ayağı kalktı.

“Esma kusura bakma sesimi yükselttim sana. Özür dilerim.”

‘Sana ölünür be çocuk.”

Bu beklemediği tepki genç bilgi işlemcinin yüzünü güldürmüştü.

“Önemli değil komutanım. Bendede suç yok değil.”

Çeçen;

“Ne yani ben suçlu muyum?”

“Yok komutanım onu demek istemedim ben.”

Çeçenin tekrar gülümsemesi Esmanın gergin vücudunu gevşetti.

“Şaka şaka. Gerçekten özür dilerim.”

Muhafızlar arkamızdaki oval masaya otururken ayağı kalkıp etrafı gezmeye başladım. Bilgi işlem kısmındaki ekranındaki parametrelerin ne anlama geldiğini bilmediğim üç tane monitör ve o monitörlerin üstünde duvara montajlı beş adet lcd. Önümdeki basamağı çıkıp sol tarafıma baktığımda muhafızların oturduğu oval masanın yanındaki duvarda asılı olan tablonun üzeri siyah bir örtü ile kapatılmıştı.

“Bu tabloda ne var. Üzerini ben görmeyeyim diye mi kapattınız?”

Peşimden gelen Serpil ile yüz yüze geldiğimde beni kırmaktan çekinen bakışlarla karşılaştım.

“Evet Hira. Şahmelik gelecek. O izin verdiğinde tüm sırlarımıza vakıf olacaksın. Ama o tablodaki yüzleri görebilmen biraz şüpheli. Ona izin vermeye bilir.” dediğinde sağımızda kalan vitrinli odanın duvarlarının da kapatılmış olduğunu gördüm.

“Ya orası orası da mı kapalı?”

“Evet orası da.”

Tam karşımda duran beyaz duvarın ekran için boş bırakılmasını tavana sabitlenmiş projeksiyon cihazından anlamıştım.

Masanın muhafızlardan arda kalan kısmına elimi sürüp bir soru daha yönelttim.

“Karabasan Kudüs baskınını burada mı planladı.”

“Hayır burada değil Suriyede.”

“Alilerin bir üst timi Kudüs'ü aldı ve bu Karabasanın timiydi. Öyle mi?”

Serpil;

“Aslında timi demeyelim. O orada kendine ordu kurdu. Timi Kudüs hakimiyetimiz altına girdikten sonra oraya ulaştılar.”

“Ne yani Karabasan Timini yanına almadı mı?”

Serpil;

“Timin, Karabasanın Kudüs planından bile haberi yoktu.”

“Ama bu bencillik.” demem Haydar Aliyi kızdırmış gibiydi.

“Neden öyle baktın Ali? Anlatılan Karabasana bende yakıştıramıyorum bunu ama öyle görünüyor.”

Yüzünü Serpile çeviren Ali sırayı devralmıştı.

“Peygamber Efendimiz'in Taif de nasıl bir badire atlattığını biliyor musun abla?”

Sesi baskın ve otoriterdi.

“Evet tabi ki biliyorum.”

“Peki neden yanına pirimiz Hz. Ömer gibi, Hz. Ali gibi, Allah'ın kılıcı denilen Halid bin Velid gibi. hatta Ebu Ubeyde Bin Cerrah gibi savaş dahisi sahabeleri almadı da Zeyd Bin Harise'yi aldı?”

Bir süre sessiz kalmış Alinin gözlerine kilitlenmiştim.

“Neden?”

“Olurda benim başıma bir şey gelirse arkamda davama sahip çıkacak savaşçıları bırakayım diye.”

Ellerim ister istemez kollarımda gezdi ama diken diken olan tüğlerimi indirmeye yetmemişti.

“Görklü Alaganımız da böyle bir düşüncenin yeri bile yoktur. Hatta hiç birimizde yoktur abla. O kendisi için değil davası için savaşır.”

Alinin gözlerinden özlem fışkırıyordu.

“Alagan nerede buraya gelmiyor mu? Çok merak ediyorum.”

Serpil;

“O ve Timi Türkiye de değil. Biz Taşkent deriz ama nereden çıkacağı belli olmaz.”

Simsiyah örtü ile kapalı tabloya bakıp istemsizce iç çektim.

“Ben televizyonda gördüğüm Karabasanın bir cümlesi ile asker olmaya karar verdim biliyo musunuz? Tanımam bilemem ama o bir cümlesi ömrümü vatanıma adamama sebep oldu.” demem bütün Muhafızların başını kaldırmasına sebep olmuştu.

Günlerdir beraberdik ama Çağatayı ilk defa bu kadar heyecanlı görmüştüm.

“Neh... Neydi o abla?”

“Hani şu Türk bayrağı tutan Cizreli felçli çocuğu havaya kaldırıp sarf ettiği son cümle. ‘ÇİN SEDDİNDE BİRGÜN SABAH NAMAZI KILMADAN ÖLÜRSEM ONA YANARIM.”

Yumruklarını sıkan Çağatayın göğüsü kabarmış içten içte alev almıştı sanki.

“Ol... Olacak o da olacak!” dediği anda Esma ayağa sıçrayıp eli ile ekranı gösterdi.

“GELDİİ! Şahmelik geldi abla.”

Odadaki herkes ne kadar panikle üzerlerini toparlamaya çalışıyorsa bende o kadar heyecanlanıyordum. Normal bir vatandaşa görmek nasip olamayacak bir yüzü görecektim. Bu kez titreyen ellerime küfür etmeyecektim. Açılmak üzere olan kapıya gözlerimi kırpmadan bakarken yandıklarını hissettim. Esma masada kalan bisküvi kabını çöp kovasına atarken otomatik kapı açıldığında karşımdaki Aliden ayağımın altındaki zemini titretecek derecede bir ses duyuldu.

“DİKKAAT!!!”

Kahverengi ayakkabı, gri kargo pantolon, altı bordo üstü lacivert kazak ve deri montu ile 50’li yaşlarda bir adam gözüktü. Tanıyordum. Tanıyordum ama bir türlü konduramıyordum. Tüm kıyafetini, boyunu posunu bir saniyede süzdüğüm adamın yüzünde takılı kalmıştım. Çocukluğum geçiyordu aklımdan. Karşımdaki bu adamın dut ağacını silkelediği, yere düşen dutları üflemeyip yedirdiği 5 yaşındaki Hira geçti gözümün önünden. Titreyen ellerim hissizleşmiş, kuruyan dilim lal olmuştu. Yüzündeki özlediğim gülümsemesi ile yaklaşıyordu. Sesini duymuyordum, ne dediğini anlamıyordum ama konuşuyordu benimle. ‘Gerçek mi?’ diye odadakilerden onay almak için yüzümü çevirmeye çalışıyordum ama gözlerimi çok özlediğim yeşil gözlerden çekemiyordum.

Açık olan ağızımı zorbela kapatıp, varlığı için şükrettiğim, her seferinde gururla sarf ettiğim o sözcük döküldü dudaklarımdan.

“Ba... Baba!”

“Hiram!”

Açtığı kollarına kendimi bırakmadan önce gerçek mi diye tekrar yüzüne baktım.

“Babaa!”

“Yavruum”

Sarıldım. Bel kalınlığı aynı, sarılırken göğsüne basışı aynı, eşi benzeri bulunmayan kokusu aynı.

“Babaa!”

“Benim Komutan benim.”

Uzun bir süre sarılıp tek tek yanaklarından öptükten sonra istemeden de olsa ayrıldım.

Gülen yüzüm yerini çatık kaşlarıma bırakırken karnına küçük bir yumruk attım.

“Baba inanamıyorum. Galerici Hüdayi hangi ara Şahmelik oldu.”

Hiç bir şey söylemiyor yüzüme bakıp gülümsüyordu.

“Baba sen tabancamın olduğu odaya bile girmezdin.”

Arkama geçip dağınık saçımdaki lastiği çıkartarak parmakları ile saçlarımı taramaya başladı.

“Biz bilinmeyenleriz kızım.”

“Baba bana bile mi?”

“Sana bile.”

Bu eşsiz teşkilatın gizliliğine, ve 20 yaşlarında dahi olsa profesyonelliklerine bakıp babama kızmanın yersiz olduğunun farkındaydım.

Gerdirdiği saçlarıma lastik tokayı takıp omuzlarımdan tutarak kendine çevirdi.

“Şimdi öğrendin işte.”

“Baba nasıl olur bu? Ben nasıl fark etmedim.” deyip bir süre düşündüm.

“Tabi yaa! ‘Gaziantep de şu araç, Ankara da bu araç, İstanbul da panelvan var.’ deyip gidip de gelmediğin alışverişlerin bir görevdi. Araç almıyor, o korkupta bulunduğu odaya dahi girmediğin silahlarla dağ bayır kelle avlıyordun.”

“Hadi geç otur bakalım.” deyip koltukları gösterirken Alilere baktı.

“Aferin çocuklar.” deyip Alfanın alnından öptü.

“SAĞOLL!!!”

“Hadi sizde geçip oturun.”

Düşündükçe aklımda fırtınalar kopuyordu. Babam küçükken ailesinden ayrılmıştı ve bu aileden aynı yaşlarda ayrılan bir kişi daha vardı.

Rahman Abim!

Koltuğa otururken halamın girdiği ağlama krizleri, dolaptan çıkartıp kokladığı çocuk elbiseleri geldi aklıma.

“Bab... Baba Rahman abim. O da mı?”

Benimle birlikte herkes bakışını babama çevirdi.

“Olur mu kızım? Rahman abinin başına gelen kötü bir olay. Onu kaçıran bir organ mafyası. Böbreğini alıp senelerce dilendirmişler. Bir şekilde kaçmış, yaşadığı travmadan da evini barkını unutmuş. Keşke öyle olsaydı ama değil. Bir aileden bir kişi seçilir.”

“Peki baba bir Paşayı bile ayağına getirtecek güçtesin Rahman abimi aramak hiç mi aklına gelmedi.”

Elini başına atıp sertçe kaşıması stresin göstergesiydi.

“Onu öyle bir yerde saklamışlar ki değil bulmak yanına bile yaklaşamamışız.” deyip kolunun altına alarak kendine çekti.

“Gelmiş geçmiş. Bırak şimdi o mevzuları. Ben sana ‘Öğretmen ol.’ maaşını al otur dedim. Senin ne işin var dağda taşta e be kızım.”

“Senin işin neyse benimki de o.”

“Sana laf mı yeter anası kılıklı.”

Esma getirdiği çayları cam sehpaya koyarken babam ile Busra göz göze geldi.

“Kızım sen küçücüktün ne ara böyle büyüdün. Nasılda güzelleşmişsin.”

Utana sıkıla yaklaşan Busra ellerini önünde bağladı.

“Tisekkur ederim komutanım.”

“Geç otur bakalım karşıma.” derken bilgisayardan gelen sesle birlikte monitörlerin üzerindeki kırmızı led ışık yandı. Paniğe kapılan Esma mause ile bir-iki defa tıkladıktan sonra ayağa kalktı.

“Mesaj geldi. Emri veren Alagan.”

Herkes şaşkındı. En çokta masada sessizce otururken ‘Alagan' ismini duyan timin aniden ayağa fırlaması ve babamın, Başkomutan Şahmelik'in aynı heyecanla bilgisayar başına gitmesi şaşırtmıştı beni.

Serpil;

“Komutanım 15 km uzağımız da bir hücre evindeki 5 kişinin infaz emri.”

Ellerini arkasında bağlayan babam şaşkınca monitöre bakıyordu.

“İyi hoşta... Bu emri Alagan neden veriyor. Basit bir hücre evinin emrini vermek Akçakoca'nın işi.”

Serpil;

“Bilmiyorum komutanım.” derken kırmızı ışık bir kez daha yanıp söndü. Tırnaklarını kemiren genç bilgi işlemci belli ki bu durumlara çokta alışamamıştı.

“Komutanım bir tane daha.” deyip belki bu yaşına kadar milyonlarca kez tıkladığı mause'ye bu kez elleri titrek bir şekilde tıklamıştı.

“Komutanım. İnfazın ivedilikle gerçekleşmesini emrediyor. Görevli Muhafız Karabangu kod adlı Haydar Ali komutanımız.” dediğinde Kara Muhafızların Alfası koşar adım Esmanın başına dikildi.

“Hemen hazırlanıyorum komutanım.”

Babam;

“Tamam oğlum. Güneş doğmadan temizle gel şurayı.”

“Emredersiniz komutanım.” diyen Ali bir saat önce çıktıkları merdiveni tekrar indi.

Monitöre oldukça yaklaşan Serpil geri dönüp babamın yüzüne bakarken gözleri irileşmişti.

“Komutanım burada bir şey daha var.”

“Ne var Akşın.”

“Alaganımız operasyonu bizzat sesli ve görüntülü şekilde takip edecek.”

“Vardır bir bildiği. Ben gidiyorum. Doğan komutanınızı arayın. Temiz bir iş olsun.” deyip bana döndü.

“Hira ben gidiyorum kızım. Sen bugün Serpilin misafirisin.”

Babamın bu teklifine, daha doğrusu emrine ne kadar sevinsem de timimin yanında olmam gerekiyordu.

“Baba benim üstlerime bilgi vermem gerekiyor.”

“Sabahın suyumu çıktı yavrum. Paşanın haberi var. Şimdilik bu yeter.”

“Tamam baba.”

İçerdekilerle kısa bir vedadan sonra açılan kapıdan çıkacaktı ki geri döndü.

“Operasyon sırasında Hira odasında olsun.”

“Vaaayyy! bana güvenmiyor musun baba?”

Uzun uzun gözlerime bakan babamın attığım bakıştan kaçışı yoktu.

İşaret parmağını kaldırıp;

“Burada gördüklerini duyduklarını bu kapıdan çıktıktan sonra unutuyorsun.” deyip bir süre sessiz kaldıktan sonra yüzünü sıcak bir tebessüm kapladı.

“Anası kılıklı.”

45 dakika sonra...

Odanın dört tarafını saran hoparlörlerden gelen rüzgar sesi 150 beygirlik motosikletin üzerinde Ali değil de ben oturuyormuşum hissini veriyordu. Her biri o kadar efendi o kadar mütevazi insanlar ki sıradan muhabbetimizde bile o melek gibi insanları bilmeden kıracağım diye ödüm kopuyordu. Projeksiyon cihazından duvara yansıyan yüz inçten daha büyük bir görüntüde akıp giden Alfadan motora bindiğinden bu yana ses gelmiyordu.

Ne Alfadan ne de hem bizi hem de Alfayı izleyen Alagandan.

Alagana olan saygılarından sırf ses yapmasın diye masalarında bulunan suya dahi el sürmüyordu Alinin gözü kara timi.

En asaletlisi de oydu. Hilal şeklindeki kaşlarına eşlik eden ara ara beyaz düşmüş bıyıklarıyla Topuz kod adlı Doğan Amca. İlerleyen yaşına rağmen göbekten eser yoktu. Omuzları geniş, üzerinde kazak olmasına rağmen göğüslerinin çıkıklığı dikkat çekiyordu.

Alinin timine bakarken onları bekleyen zorlukları, kıyımları ve kayıpları görürken, Topuz Amcama baktığımda tüm bunlarla geçirilmiş en güzel yaşlarını görüyordum.

Genç ve yaşlı kahramanlara bakarken hoparlörden gelen ses sıçramama sebep oldu.

“Yuva sokak kameraları sizde.”

Alinin bu çıkışından sonra Esmanın klavyeye peşpeşe parmak darbeleri indirmesi ile ekrana bakması bir oldu.

“Kameralar tamam Komutanım.”

Cevap vermeyen Ali sağdaki ara sokağa girip motorunu bıraktı. Göğüsün de bulunan full hd kameradan siyah kaskını aynaya astığını gördüm.

“Son yüz metre!”

“Tamamdır koçum temizle şu pisliği.” diyen Doğan Komutan solundaki ekrana kilitlenen Çağlara bakıp ensesine tokat atması ve Çağların ayağa kalkıp esas duruşa geçmesi kıkırdamama sebep oldu. Eli ile çay işareti yapıp onu yolladıktan sonra kıkırdamama sebep yüzüme bakıp gülümsedi.

Bu sanat eserlerini yetiştiren bir komutan, benim karşısında titrediğim Paşaların adını duyduğunda esas duruşa geçtikleri adam bana bakıp gülümsemişti.

“Son yirmi metre.”

Çeçenden bardağı alan Topuz, yanımda duran, irileştirdiği küçücük gözlerini ekrandan ayırmayan Busraya yaklaşıp fısıldadı.

“Sen alışık değilsin. Esma odanı göstersin.”

“Hayır lutfen. Kımseye solemem. Yolur göndermeyin.”

Üsteleyecek zamanı olmayan Doğan komutanın dudakları çizgi şeklini almıştı.

“Tamam Karabangu. Sendeyiz kurdum.”

“Emredersiniz komutanım.” diyen Ali apartman giriş kapısını elindeki görmediğimiz bir şeyle saniyeler içinde açıp içeri girdi.

Görüntü olmasına rağmen o ortamın sıcaklığını da rutubet kokusunu da alabiliyordum.

Merdivenleri sakin ama hızlı adımlarla ikişer ikişer çıkıp avına yaklaşıyordu. Her merdivende kalbim kat kat hızlanırken kapı numarasını gördüğümde yerinden çıkacak hale gelmişti.

Şuan deli gibi merak ettiğim iki şey vardı. Alagan neden hala konuşmadı ve Ali oradan ne halde çıkacak.

Kamera kapıya yaklaştığında kapıya kulağını dayayıp içeri dinlediği anlaşılıyordu. Telsizden Alinin fısıltısı duyuldu.

“Lâ tahzen! İnnallahe meânâ.”

Kapıyı açıp yılan misali içeri süzülen Alinin ne zaman çıkarttığını anlamadığım susturucu takılmış silahı ekrana yansıdı.

Birinci odanın kapısına eldivenli iki parmağını dayayıp itti.

Çokta nadir olsa da gıcırdamayan kapılardandı. Sağdaki açılmamış kanepede yatmakta olan adamı gördüğümde kalbim nefesimi baskısı altına almıştı. Ekrana giren bıçakla birlikte sanki uyuyan adamların yanındaymışım gibi ellerimi ağızıma kapattım. Ne kadar subay olsam da Alinin ağzını kapatması ile gözlerini açan adamın boğazına atılan derin kesiğe bakamamıştım.

Kendi kanında boğulan adamın yırtılan boğaz borusundan nefes almaya çalışması karşıda yatan diğer köpeğin uyanmasına ve donup kalmasına sebep oldu. Hiç düşünmeden adamın başını nişanlayan Ali tetiği ezdi.

Karanlıkta olsa merminin beyaz perdeye yapıştırdığı koyu renkteki beyin parçaları rahatlıkla görünmüştü.

“Kalan üç Bangu. Hadi aslanım.”

Doğan komutana karşılık vermeyen Ali soğukkanlılıkla adamların üzerini yorganları ile kapatıp odadan çıktı.

Sağ tarafına bir kaç adım atıp açılan kapının salon olduğunu gördüğünde geri dönüp holün sonundaki kapıya ilerledi.

Kapıya elini atıp kolu indirdiğinde bu kapının diğer kapı gibi sessiz olmaması Alinin, içeri daha hızla dalmasına olanak verdi.

Sol tarafında aniden uyanan köpeğe başını kaldırmasına izin vermeden nişan alıp boğuk sesli canavarı ateşledi. Yavaş yavaş yaklaştığında bir değil iki kişinin kana bulandığını gördüm. Yatakta üç kişi vardı. En önde uyananın başını delip geçen mermi ortadakinin gözünden girip içerde kalmıştı.

“Hayır... Hayırrr.”

“Karabangu devam et son bir kişi.”

Alinin inler tarzda sesler çıkarması odadaki herkesi ayaklandırmıştı.

“Komutanım bunlar kadın.”

Talha'nın yüzüne dahi bakmamıştı Topuz.

“Bangu sırası değil. Bitir şu işi!”

Silahını hala uyumakta olan kadına doğrultan Alinin ilk defa namlusunun titrediğini görüyordum.

“Kısa saçlıydı bilemedim. Ben erk... Erkek sandım. Bil...bilemedim.”

Alinin ağlamaklı sesini duyan herkesi panik sarmıştı. Tam o anda hoparlörlerden insanın ruhunu çekip alan bir ses duyuldu.

“C dört!”

Bu ses, elektronik ortamda değiştirilen Alaganın sesiydi.

‘Karabasan!’

Silahını kavrayan Alinin aniden arkasına dönmesi ile silahını karşısındakine kaptırması aynı anda oldu.

“Kom... Komutanım hayır...”

Alinin çabasını umursamayan diğer adam çıkan seslere uyanan kadının başına doğrultup ateşledi.

Ne telsizden ne de kameradan sesi gelmiyordu.

Alinin omzundan kavrayıp odadan dışarı savurması ile gözlerine kadar kapalı olan adamın sesi duyuldu.

“Yuvaya git.”

Ali göğsündeki kamerayı kapatırken aynı anda Esma konuştu.

“Beş saniye önce Alagan telsizden çıktı.”

Bunu duyan Doğan komutan cam masayı peş peşe tokatlayıp eline geçen ilk koltuğu ağırlığına aldırmadan odanın en uzak yerine fırlattı.

“NE OLDU LAN BENİM YAVRUMAAA!”

45 DK SONRA...

Son yarım saattir Muhafızlardan çıt çıkmamıştı. Çağatay kitap okuyor, Çeçen montunun bozulan fermuarını sessizce onarmaya çalışıyor, Alp eşsiz güzellikteki gözlerini cam masaya sabitlemiş düşüncelere dalarken, Serpil ve Esma monitörde yazılım olduğunu tahmin ettiğim satırlara harfleri sıralıyordu. Doğan Komutanın, komutan odasına girerken arkasında bıraktığı sessizliği bozmaya ne ben cesaret edebiliyordum ne Busra.

Açılan kapının sesi ile irkilip herkes ile ayağa kalktım.

Karşısındaki evlatlarına doğru ilerleyen Doğan komutan, gözlerini timinde gezdirirken bir süre söyleyeceklerini düşünüp söze girdi.

“Sabredin yavrum. Nasıl bir sınavdan geçiyoruz bilmiyorum ama Allah'ın izni ile bu da geçecek.” derken içinin kan ağladığını elinde tuttuğu deri monttan anlayabiliyordum.

“Bu çocuk nasıl bu hale geldi, bunu tetikleyen ne elbet çözeceğiz. Şimdi bana müsaade.” dediğinde bütün tim yüzüne bakarken Çeçen söze girdi.

“Komutanım nereye?”

“Lan oğlum... Duramam ben burada beni bırakın. Ali'nin o haldeki yüzünü göremem, bana mahcup mahcup bakan gözlerine bakamam Çağlar.” derken Serdar aldı sözü.

“Ali’ye ne olacak komutanım?”

Doğan komutan yerine çivilenmiş verecek cevap bulamıyordu yada vereceği cevabı duymaya onun dahi tahammülü yoktu.

“Hadi hayırlı sabahlar size.” deyip kapıdan çıkacakken onu döndüren Alp oldu.

“Ali’yi, Reisimizi alacaklar mı bizden komutanım?”

O yaşlı gözler o kadar derin işliyordu ki insanın kalbine; o gri gözler, ömrüm boyunca unutamayacağım bu duygu yüklü atmosferi beynimin en derinlerine mühürlemişti. Hayatımın kalan kısmında dökeceğim her gözyaşı Alp’i hatırlatacaktı bana.

‘Rabbim sen ne güzelliklere kadirsin.’

“Alaganımız bizzat şahit oldu. Kararın en yerinde olanını eksiksiz o bilir?” derken bile bakamıyordu Doğan Komutan, Alp’in nur yüzüne.

“Komutanım Alagan acımaz.” dedi Korkut.

“O ACIMAZSA SİZ ACINACAK DURUMA DÜŞECEKSİNİZ LAN!” diye kükremesi Busra'yı ağlatmaya yetmişti.

“Oğlum her gittiği yerde Ömer Komutanınız almayacak onu. Karşısında donup kalan Ali'yi teselli etmeyecek o kahpeler. Hele bir sabır. Hepimizin dönem dönem sıkıntıları oluyor. Karabasan ile Alıcı'yı öldü sanıp komutanları burada biz ada da yasını tutarken onlar Azerbaycan dan yuvayı arayıp cevizli sucuk istemedi mi? Ali de iyileşecek. İyileşecek ve sırt sırta Kurtlar gibi çakal avlayacaksınız. Kağanın, Alaganın davam dediği yerleri Abi-Kardeş alacaksınız.

Bacağınıza kurşun bağlayıp elleriniz bağlı denizin dibine gönderdiğimde pes ettiniz mi? Hayır. Bugün Alinin kafasındaki o kurşunu çıkartıp nefes almaya devam edeceksiniz. Dertse dert tasaysa tasa. Beraber çekeceksiniz.” deyip göğsünü kabartarak aslanlarına baktı.

“ANLAŞILDI MII?”

“EMREDERSİNİZ KOMUTANIM.” dediklerinde duyduğum o gurur ‘Dünyanın derdi Muhafızlara dert olamaz.’ dedirtti.

Doğan Komutan Yuvayı aslanlarına emanet edip çıkarken Busra ile göz göze geldik.

“Aliye ne olacak Hila?”

“Bilmiyorum. Bende sen gibi yabancısıyım burasının. Ama hayırlısı olacağından eminim.”

“Bin kere Amin.” demesi dikkatimi çekti.

“Neden bin kere?”

“Bilmim aglıma öyle geldi.”

‘Allah'ım bu kızı yicem.”

Kara Kurtlar oturmuş akıbetlerini beklerken Serpil ve Esma kaldıkları yerden devam etti.

“Siz ne yapıyorsunuz?”

Esma, Serpil’in gözlerine bakarken tereddüt etmeden cevap veren Serpil oldu.

“Esma görev sırasında şehir içindeki trafik lambalarını kontrol etmek için yazılım geliştirdi. Onun düzenlemesini yapıyoruz.”

“Bu zaten yok muydu?”

“Vardı ama bunu bizim yaptığımızı siber suçlar dahil başka kimse görmeyecek. Hayalet moduna geçeceğiz yani.”

“Trafiğin hakimiyetini Esma mı alıyor yani?”

Bu gerçekten ağızımı açık bırakırken kırmızı ışığın yanıp sönmesi herkesi ayağa kaldırdı.

Hızlı adımlarla gelen Muhafızlardan ilk konuşan Çağatay oldu.

“Emir ne abla?”

Gözleri irileşen Serpil başını iki yana sallamakla yetinip Esmanın emre tıklamasını bekledi.

Muhafızların kurduğu hilalin ortasında arkasını dönüp tuttuğu nefesi bırakması benim bile rahatlamamı sağladı.

“Kağatun Ana ve Ay yüzlü balamız yurda dönüş yapıyor. Bugün akşam 20:00 de havaalanından alınacak.” demesi sadece Alp'i endişelendirdi.

“Neden geliyorlar ki?”

Serpil;

“Her şeyde bir şey arama küçük Komutan. Aybala’nın okulu başlıyor ondandır.” derken ara ara dinlenen kalbim kameraya odaklanan Esmanın heyecanlı sesi ile tekrar tepinmeye başladı.

‘Allah'ım bu ne gerilim bir dakika eksik olmuyor.’

“Ali Komutan geldi.”

Serpile, Esmaya ve Ali’nin kardeşlerine baktım. Onlar bizim gibi üst rütbeye saygısızlık, görevi kötüye kullanma gibi suçlarda kanunun kendilerine ne gibi bir ceza keseceğinden korkmuyordu. Onların Alaganlarına veya babama gösterdikleri saygı benim ve diğer ast rütbelerimin Paşaya gösterdiğimiz saygı gibi değildi. Biz herhangi bir hatamızda gözden düşersek ‘Elbet affettiririm kendimi.’ derken onlar; tıpkı babasını, annesini, öz kardeşini üzmüş gibi için için kendilerini yiyorlardı. Bu yiğitlerin apoletleri omuzlarında değil kalplerindeydi. Üst rütbelerine kanunlarla değil, yıldızlarla değil kalpleriyle bağlıydı. En son yapacakları şey onların kalbini kırmak, gözünden düşmekti.

Ali'nin içeri girmesiyle herkes ayağı kalkmış Ali’yi seyrediyordu.

“Reis iy...”

Çağları eli ile susturan Ali, yüzüne bakıp ‘Lütfen sus!’der gibi boynunu bükmekle yetinmişti. Dili bir çözülse belki arkadaşlarına kükremekten, onları üzmekten korkuyordu. Muhafızlar ayakta , Ali ise kapının beş metre karşısında açılmasını beklerken Çağların gözünü ayırmadığı yer Alinin titreyen elleriydi. Bu titreme düşmanıyla kedi ile fare gibi oynayan, komutanın dayağından veya vereceği cezadan korkan Muhafızın titremesi değildi. Kudüs’te ‘Şehit olacaksınız.’ emrini alıp yüzlerce siyonist biçen Kara Muhafızların hiç değil. Ali bir saat önce başından geçen talihsizliğin şokunu hala atlatamamıştı. İhtisas kurslarındaki gibi şoku nasıl atlatacağının eğitimini mutlaka almışlardı ama titremesi sıradan bir şok kaynaklıda değildi. Ali'nin korkusu çok ama çok derinlerden geliyordu.

“C4 Kom... C4 Komutan geliyor!” diyen Esmanın korkulu yüzü diğerlerinden farklıydı. Ali'ye bakıp üzülüyor, Serpile bakıp gözleriyle yardım istiyordu.

Hem Serpilin hem Muhafızların esas duruşu babama olandan çok farklıydı. Timin en duygusalı Alp'in hareket etmeyen tüm uzuvlarına gücü yetse de, tek tek akan, karşısındakinin kalbine işleyen gözyaşlarına hükmü geçmiyordu.

Kapının açılmasıyla ister istemez esas duruşa geçip, benim ona onunda bana destek olması için Busra'yı da yanıma çektim.

Gördüğüm tek şey rütbesinin vücudundan okunduğu, iri omzunun deri ceketini gerdiği, kumral dağınık saçlı, kas küpü bir cüsseydi. Selam bile vermeden, kimseye bakmadan Ali'ye oldukça yaklaşıp seyrek kaşlarını çattı.

Ne cüssenin iriliği, ne kızgınlığı; beni tek titreten Ali'yi hapsine alan o bakışlardı.

Belki istemeden söyleyeceği belki de istemeyerek yapacağı bir şeyden korkup yönünü bize döndüğünde göz göze geldik. Tepki vermeden geniş odanın içinde bir oraya bir buraya yürümeye başladı. Belki üçüncü defaya yanımızdan geçerken baskılamaya çalıştığı sesi duyduğumuzda Busra’nın da benimle birlikte sıçradığını gördüm.

İki adım daha atıp Esmanın koltuğunu tek koluyla, insanüstü bir kuvvetle kaldırıp Aliye attı. Yakaladığı koltuğu önüne koyan Ali, gerçek ismini Ömer olarak hatırladığım C4’ün gözlerine bakamıyordu.

‘Sizin karşınıza çıkan çıkmaya cesaret eden düşmanın aklına yanayım.’

Daha 20 yaşlarında iri vücutları, düşünceleri ve bakışlarıyla etkileyen Kara Muhafızların komutanları olan ölüm makinalarından biriyle karşı karşıyaydım.

Önündeki basamağı geçen C4, genç Muhafızların yanına yaklaşıp montunu çıkartarak koltuğun arkasına astı. Aynı koltuğu çekip oturdu. Aliye fırlattığı koltuğu tokatlayıp;

“Otur!” dediğinde sesini ilk defa duymuştum. Sesi yumuşak ama tek bir kelimeye olan vurgusu otoriterdi.

“OTUR LANNN !”

Bu kez sadece Busra ve ben değil tüm bu olanlara alışkın olduklarını tahmin ettiği Esma ve Serpil de sıçramıştı.

Ali karşısına otururken eğilip göz teması kurmaya çalışan C4 bir süre yüzüne bakıp konuşmaya başladı.

“ Hafız Ali, Türkmen Ali. O 10 yaşındaki düşüncenle; ‘Siz Resulullah’ın ordususunuz. Açlık dan ölüp Allah’ın huzuruna varsam, ben çocuğum ve Allah bana hesap sormaz, lakin sizin kumanyanızı yersem siz bir karış geri kalsanız bunun vebalini ödeyemem!’ demiştin hatırlıyor musun?”

Komutanının gözüne bir anlığına bakan Ali;

“Doğrudur Komutanım. Hat... Hatırlıyorum.” deyip başını yere eğdi.

“E sen bizim geri kalmamıza sebep oluyorsun Ali.”

“Komutanım ben...” derken C4 araya girdi.

“N’oluyor Ali sana?”

“Bilmiyorum Komutanım.”

Dişlerini sıkan C4 elini havaya kaldırdığında kalbimden bir şey koptu sanki ama korktuğum olmamıştı.

“Lan...” diyen C4 havadaki elini yumruk yapıp indirdi.

“Bak Ali. Buraya ben geldim. Timin en sakin adamlarından biriyim. Düşünsene Gölge gelseydi neler olurdu. Sen canını göz göre göre tehlikeye attın Ali. Gölge burada olsaydı neler olurdu?”

Ali ilk defa bu kadar uzun bakmıştı C4’ün gözlerine.

“Komutanım kim gelirse gelsin. Her bir harfini ezbere bildiği Kuran'ın üzerine yemin ederim ki ben neden böyleyim bilmiyorum.”

O anda C4’ün aniden gözlerime bakması kanımın çekilmesine sebep oldu.

“Buraya gel kardeşim. Yakınıma otur.”

Lafı ikiletmeden yürümeye başladığımda elimi sıkabildiği kadar sıkan Busra peşime takıldı. Muhafızlar ikimize de koltuklarını verirken C4 söze girdi.

“Sizden bir yaş küçüktük. İlk görevlerimizdendi.” deyip yutkunarak devam etti.

“Bizim ağabeyimiz, babamız, her şeyimiz Burak komutan bel fıtığı rahatsız ediyor diye çelik yelek giyinmemişti. Pusu atacağız niyetiyle gittiğimiz yerde bize istihbarat veren bir hainin yüzünden pusuya düştük...” derken puslu gözlerini çekip boğazını temizledikten sonra devam etti.

“Sızmaya geçen Karabasan bir süre sonra keskin nişancı ateşi aldı. Vuruldu. Neye uğradığımızı şaşırdık. Hainin gazabına uğramak böyle bir şey işte. Burak Abiye ne kadar ‘Kalkma’ diye bağırsakta dinlemedi. Kalktığı an ilk kurşunu yedi. Karabasan aslından çok uzağımızda değildi biz beş metrelik kayanın üstünde o altındaydı. Burak Abi tam Karabasanın önüne düştü. Ateş yoğunluğu o kadar arttı ki ne ses duyuyorduk ne ateşlenen bir namlu. Rastgele koruma ateşine başlamıştık. Burak Komutan ağır yaralar aldı. Mete Komutan, Karabasana ne kadar bağırsa da o Burak Komutanı bırakmıyordu. Karabasan orada birden fazla yara alsa da onu bırakmadı. ‘Olmaz Komutanım olmaz. Benim kimsem yok onun çocuğu var.’ diyordu. O anda yukardaki silah sesleri tek tek seyrelmeye başladı. Tek bir kişi bizi o pusudan çekti aldı.” dedikten sonra tekrar gözlerime bakarken dolan gözlerinin ilk defa tebessüm ettiğine şahit oldum. Tek bir şey döküldü dilimden.

“Babam?”

Bunu duyan C4 Serpile baktı.

“Biliyor Komutanım.”

“Peki diğerlerimiz?”

“Hayır Komutanım sadece Şahmelik.”

Cevabı alan C4 yüzüme baktığından çok enteresan bir şey yaşadım.

‘Ben bu yüzü tanıyorum.’

“Evet bizi baban Şahmelik kurtardı.” deyip Aliye döndü.

“Alaganın yaşayıp Kudüs'ü alacağı günler varmış. Ama biz bir daha kardeşimizin kurtarılacak kadar müşkül bir duruma düşmesini istemiyoruz artık Ali. Biri yıkılırsa diğerlerinin de yıkılacağını en sevdiğimizi kaybederek tecrübe ettik.” dediğinde Alp araya girdi.

“Komutanım yapmayın.”

Arkasındaki Alp'e dönen C4 yaşlı bir çift gözle karşılaştı.

“Bizim bir şey yaptığımız yok Alpim. Ama bu böyle sürerse Ali bize yapacak.” deyip ayağı kalktığında bizde kalktık.

“Alaganın emri. Neler olduğu anlaşılana kadar Alinin tim ile ilişiği kesildi. Cirit sen benimle geliyorsun. Çağatay, Ali time dönene kadar Alfa sensin.” dediğinde Çağatay söze girdi.

“Komutanım olmaz.”

Suratına aniden aldığı yumruk ile tabloya çarpan Çağatay üzerini kapatan örtünün düşmesine sebep oldu. Arkadaşlarının canının yanmasına aldırmayan Muhafızlar tabloyu kapatmaya çalışıyordu. Nefsim ne kadar bakmamı emretse de başaramadım. Tablo tekrar kapatılıp düzeltildi.

“ ‘Alagan'ın emri' diyorum duymuyor musun?”

“Ama Alagan'ın Alfalığı alındığında siz kabul etmediniz Komutanım.”

“Etmedik çünkü o haklıydı. Kalıcı olarak değil. Ali'nin derdine derman bulmaya çalışacağız. Kağatun Ana bugün Ali için geliyor.” deyip tek kolu ile Ali'nin yakasından tutup kendine çekti.

“İyileş...” derken Busra dan beklenmedik bir tepki geldi.

Tüm bu yaşananların başlamasından bu yana yanımda titreyen, gözyaşını içine akıtan Busra'nın dudaklarından o anlamsız sözler döküldü.

“Vuğma öküz o.”

Şaşkınca Busraya bakan C4 hiç birşey diyemiyordu.

“Bende öküzüm, akam da öküz belkı sende öküzsün günah vuğma. Öküze vuğma Allah kızar.”

Ali’nin yakasını bırakmayan C4 anlamsızca Serpile bakıyordu.

“Ne diyo Serpil bu bacı?”

Kendini sıkan Serpil derin bir nefes verip cevap verdi.

“Komutanım Utar Komutanın kardeşi.”

“Biliyorum onu. Bana Öküz diyo.”

Serpil kendini daha fazla tutamayıp anlamsız bir şekilde gülüp kendini toparladı.

“Özür dilerim komutanım ama Busra ‘Öksüz' demek istiyor galiba.”

Ali'nin yakasını bırakan C4 çatık kaşlarını Busraya çevirdiğinde, Busra kolunu bırakıp geri adım attı.

“Vuğma nolu.”

C4 yönünü çıkış kapısına dönerken kendimi sıkmam başıma ağrı girmesine sebep oldu.

“Söylediğim gibi Cirit benimle geliyorsun. Ali de Time döneceği günü beklesin.” deyip Cirit’i de arkasına alıp kapanan kapının arkasında kaybolurken herkesi tetikleyen boğuk kahkahası duyuldu.

Muhafızlar dahil herkes kahkaha atmaya başlarken Serpilin bacakları daha fazla dayanamadı. O yerde oturmuş kıpkırmızı olurken, hala bir şey anlamayan Busra içerdekilerin mutluluğuna tebessüm etmekle yetiniyordu.

En son aklıma gelecek olan şey bu odanın tüm yaşanılan olumsuzluklara rağmen bu kadar kısa sürede kahkahayla dolmasıydı.

“Bunu yeryüzünde tek başaracak olan kişiyi yanıma çekip yanağından ısırdım.

“Gel buraya öküz.”

SON...

OYLARINIZLA DESTEK, YORUMLARINIZLA YOL GÖSTERMENİZ DİLEĞİYLE.

Bir dahaki bölümde görüşmek üzere.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 07.12.2024 21:34 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...