
Biliyorum, farkındayım bölümler geç geliyor. Hem iş hem kitap en fazla bu kadar oluyor inanın.
Anlayışla karşılamanızı umuyor keyifle okumanızı diliyorum.
Yorumlar çok az oluyor. Kitap sizin şaşırmalarınıza, heyecandığınız kısımlara, hayretlerinize göre şekilleniyor. Lütfen o kısımları benimle paylaşın. ;)
Serpil'den...
Aveşin, Cehennem Kayalıkları, Cudi. Hiç bir pusu kardeşinin çıkmazından daha çıkılamaz olmuyor. 7.62, 5.56 mayın, el bombası; hangi mühimmattan yara alırsan al en azılı korkuyu bile esir almak için eğitilen bir Kara Muhafızın gözünde gördüğün korku kadar acıtmıyor.
İnsanın ömrü boyunca belini büken hep belirsizlikler olmamış mıdır? Biz ortaya çıkana kadar öldü bildiler ailelerimiz bizleri. Peki oğlunun veya kızının naaşını koklayamayan, öpemeyen kaç anne inanmıştır öldüğüne. Kimisi yıllarca atmaya kıyamadığı elbiselerini koklar, kimisi saat fark etmeksizin camın önünde gelmesini bekler. Kayıp kadar acı bir şey var mıdır?
Alimiz, en küçük Alfamız neyini kaybetti de badem gözlerinden o korku eksik olmuyor. Dava için yetiştirilirken nice işkencelere maruz kalmasına rağmen başını bile eğmeyen Ali'nin beyninde kendisinin bile bilmediği, görmediği nasıl bir kayıp varda başını yerden kaldıramıyor. Ali neden karşısındaki terörist dahi olsa bir bayanın ağlamasına tüm dünyayı yakacak kadar kinleniyor.
Polikliniğin beyaz mozaik zeminine gözleri dalarken kimi düşünüyor, içinde ne ile savaşıyor?
Ya Alp ile Çağatay...
‘Yeter ki, bir şey istesin de biz de yapalım.’ diye gözlerini Alfalarının gözlerinden alamıyorlardı. Belki de kitabını ezbere bildiği Allah'tı Aliyi bu ağır sınava layık gören. Bir kitapta okumuştum; ‘İnsanoğlunun hayatı çekmecelerden ibarettir. Acı çekmecesi ve güzellikler çekmecesi. Kimisi acı çekmecesinden başlar hayata, kimisi güzellikler çekmecesinden.’ gibi bir yazıydı. Hayata acı çekmecesinden başlayan Ali güzellikler çekmecesini ne zaman açacak? Açtığı bu çekmece, mutluluğuna mı vesile olacaktı?
‘Allah bilir' deyip. Sağ tarafımdan Betül Hocanın yaklaştığını gördüğümde toparlanıp gençlere baktım.
“Piişştt! Betül Hoca geliyor.”
Küçük komutanlar kendine çekidüzen verip topuklarını sertçe yere vuran Doktoru beklediler.
“Merhabalar. Hoş geldiniz.”
Hocanın uzattığı eline mecburen el uzatan Alinin gözlerinde ufakta olsa bir umut belirmişti.
“Hoş bulduk Hocam.”
Betül Hoca;
“Zümra henüz gelmedi ama buyurun içeride bekleyelim.” deyip isminin yazılı olduğu kapıyı açtı.
Masasına geçip elindeki mavi kapaklı dosyaları masaya bıraktıktan sonra ilkönce benim yüzüme baktı.
“Serpildi değil mi? Karşılaşmıştık.”
“Evet Hocam merhabalar.” deyip Çağatay'ı ve Alp'i gösterdim.
“Çağatay ve Alp. Alinin çocukluktan bu yana yanındalar. Siz istemişsiniz.”
“Evet ben istedim.” deyip Çağatay'ın iri vücudunu boydan süzüp Alp'in gözlerine kilitlendi.
“Maşallah. Senin gözlerin hangi renk.”
Konu ile alakasız olduğunun farkına varsa da, Betül Hocanın atmosferi değiştirmeye çalıştığının farkındaydı Alp.
“Gri Hocam.”
Betül Hoca;
“Dikkatimi çeken ne biliyor musun Serpil?” deyip devam etti.
“Zümra’nın çevresinde hiç göbekli birisi yok. Ne sen, ne kocası, ne Kübra, ne Zümra, ne de bu gençler. Hatta çevresindeki bütün kadınların vücudu erkekleri gibi adaleli. Daha yirmi yaşında olan bu gençlerin bile. Eee Ali; ne iş yapıyorsunuz?”
“Restoranda çalışıyoruz. Oranın hem işletmesini hem muhasebesini yürütüyoruz.”
“Şu Rahman beyin teyzesinin açtığı restoran mı?”
“Evet.”
“Belki Ankara’nın en büyük restoranı diyebiliriz. Çok para dökmüş olmalı Çağıl Hanım oraya. Neyse oturabilirsiniz buyurun.”
Bizimle birlikte yerine otururken önündeki dosyayı açıp bir süre sessizce bir şeyler okuyup Alinin gözlerine bakakaldı.
“Hap, serum veya herhangi bir ilaç kullanmayacağız Ali. Ama ne olursa olsun sorduğum soruları atlamayacak, dosdoğru cevap vereceksin. Bu ne olursa olsun. Çoğu sorum terbiye sınırlarının dışında gelebilir sana ama bu sorulara vereceğin yanıtın doğruluğu senin açından da benim açımdan da çok önemli. Bugünümü sana ayırdım ve hiç acelemiz yok. Şimdi dışarı çık, koridorun sonundaki otomatı görmüşsündür. Bana sütlü kahve al.” dediğinde Ali beklemeden dışarı çıktı.
“ Hanımlar beyler.” derken ses tonu ile baskı kurmaya çalışıyordu.
“Alp ve Çağatay sorum size. Alinin küçüklüğünde bir travmasına denk geldiniz mi? Köpek kovalamış olabilir, yüksekten düşmüş olabilir, tacize uğramış olabilir. Beyninizi zorlayın hatırladığınız bir şey var mı?”
Eğitimlerde, bırakın çocuğu, yetişkin bir insanda bile travmaya sebep olacak birçok zorluklarla karşılaşılıyordu. Lakin her biri işinin uzmanı Hocalarımız tarafından yürütülüyor ve üç ayda bir işinde oldukça uzman psikologlar tarafından kontrol ediliyorlardı.
Çağatay;
“Hayır Hocam. Sıradan bir çocukluğumuz oldu.”
“Alp ya sen, sen bir şey hatırlıyor musun?”
“Ha...” derken Alp'i yükünü alan aniden tıklanıp sertçe açılan kapı oldu.
“Geç kaldım değil mi?”
Zayıflamıştı. Yüzü ve bel kısmı zayıflasa da genişleyen omuzlarını üzerindeki kışlık pardesü bile saklayamıyordu. Merakla kalkan kalın kaşları, irileşen yeşil gözleri ve her zamanki gibi kendini affettirmek için kısılan sık kirpikleri insanın ruhunu okşuyordu.
“Bebiş hoş gel...”
Çağatay ve Alpin oturdukları koltuktan aniden kalkmaları Betül Hocanın sözünü yarıda kesmişti. Şaşkın bakışlarını, gözleri yerde, vücutları dimdik olan Muhafızların üzerinden çekip Zümra dan cevap beklercesine gözlerine bakakaldı.
“Çocuklar!”
Kağatun Analarının yüzüne bakan Çağatay ve Alp yaptıkları yanlışın farkına varıp gerilen vücutlarını serbest bıraktı.
Betül Hoca tekrar söze girecekti ki onu kucaklamak için gelen Zümra'ya karşı kayıtsız kalamayıp karşılık verdi. Soğuğun al al yaptığı yanaklarına içten bir öpücük verip yosun yeşili gözlerine baktı.
“Yanakların çökmüş senin.”
“Evet biraz yorucu bir tatil oldu.”
“Tatil mi? Bir yıldır yoksun.”
Zümra;
“Ne olmuş, parasıyla değil mi?” deyip Betül Hocadan cevap beklemeden bana sarıldı.
“Sen nasılsın kuzu?”
“İyiyim Zümra. Hoş Geldin.”
Kağatun Ananın bana karşı oldukça içten, samimi bakışları Allah tarafından Alagana bahşedilen bir mükafattı sanki.
“Ali nerede?”
“Bana kahve almaya gitti.”
Zümra;
“Tamam.” deyip Betül Hocadan emin olmak için uzunca baktı. Bakışları aniden ciddileşmiş nefes alışverişi yavaşlamıştı.
“Betül, Aliyi sana göndermemin sebebi hipnozda olan uzmanlığını bilmem. Ali ve bu odadakiler benim için, ailem için çok önemli kişiler...” deyip duraksayarak Betül'ün söylenenleri sindirmesini bekledi.
“Yani? Ali ve bütün hastalarım benim için ay...”
“Değil Betül!”
Zümra'nın tüm ciddiliği ile sözünü kesmesi Betül'ü germişti.
“Değil çünkü Ali farklı. Alinin bilinçaltına girmen diğerleri kadar basit olmayacak. Oldu ki girdin. Aliden duydukların seni şaşırtabilir. O duydukların buradan dışarı çıkarsa seni temin ederim hiç iyi olmaz.”
Betül, yıllardır kardeş gibi gördüğü arkadaşının söylediklerine inanamıyor gözlerini daima üzerimizde gezdiriyordu.
“Zümra ne diyorsun sen. Benim Betül. Bir yılda ne çabuk unuttun?”
“Unutmadım canım kardeşim. Bunu sana söyleyemem ama Ali çok farklı. Lütfen benim ve kendi iyiliğin için Alinin hipnoz anında anlattıklarını onun yanından çıkar çıkmaz unut.”
“Ta...”
Kapının açılmasıyla hep birlikte başımızı geri geri içeri giren Aliye çevirdik.
“Çağatay alır mısın şunları elim yandı.”
Çağatay ve Alp, ayağa sıçrayıp, Alinin bulduğu kartonun üzerine dizdiği kağıt bardaktaki kahvelerin bir kaçını aldı.
Yüzünü dönen Alinin, Zümra ile karşılaşması gözlerinde tertemiz bir gülümsemeye sebep oldu.
“Abla!”
Boynunu yana yatıran Zümra'nın gözlerinin dolduğunu gördüm.
“Alim. Ne oldu paşam sana?”
“Bir şey olmadı. İyiyim ben abla. Daha iyi olacağım Allah'ın izniyle.”
“Onda şüphem yok. Sen ne yangınlar gördün. Betül ablanın da yardımıyla bununda üstesinden geleceksin.”
Daha fazla tepkisiz kalamayan Kağatun Ana ona emanet edilen Alinin çenesini eli ile kavradı.
“Yolunuz zor ve çetrefilli. Biran önce iyileş.” deyip bize döndü.
“Hadi çocuklar. Biz benim odamda içelim kahvemizi.”
Biz önden çıkarken Zümra son kez kapıyı kapatmasını bekleyen Betül Hocaya döndü.
“Lütfen. Lütfen kurtar onu.”
Kapıyı kapattığında sırtındaki gerginliği atmış gibi bedenini serbest bırakıp bir süre kapı kolundan destek alarak derin derin nefes aldı.
Hiç bir şey konuşmadan zaten yakın olan odasına gelmiştik. Gözkapaklarına tutunan yaşı bizlere göstermeden silip kapıyı açtı. Çantasını masasına bırakıp bize döndü. Her zaman her anımızda gülümseyen gözlerine şahit olduğum için şuan üzerimizde gezen bakışlara oldukça yabancıydım.
“Neden en başından haberimiz olmadı?”
Ne Çağatay ne Alp başını kaldırıp yüzüne bakamıyordu. Cevap bekleyen Kağatun Ana yavaşça yaklaşıp iki kardeşin kulak memelerinden tuttu.
“Size soruyorum.”
Çağatay;
“Bilmiyoruz Ana.”
“Nasıl bilmiyorsunuz, insan kardeşinin derdini bilmez mi?”
Başını bir Alp’e bir Çağatay’a çevirirken bundan çözüm çıkmayacağını anlayıp taktik değiştirdi.
“Tamam ben Aliyle ilgileneyim. Gölge sizi illaki konuşturur.” deyip telefonu çıkarttığında hem Çağatay hem Alp aynı anda başını kaldırdı.
‘En korkutucu taktik!’
Alp;
“Ana gerçekten bir şey bilmiyoruz.”
“Olsun yine de ilk uçağa atlayıp gelsin onunla konuşun. Gerçekten bir şey bilmiyorsanız yapacak bir şey yok.”
“Ann...”
Çağatay ağızını açtığında tıklanan kapı beklemeden açıldı. Nefeslerini tutan Alp ve Çağatay, Zümra'nın arkasından başlarını eğip geleni gördüklerinde derin bir nefes aldılar.
Zümra;
“Hoş geldin kuzum.”
Esas duruşa geçen Çağların, arkadaşlarının yüz ifadelerinden hallerini net bir şekilde tahmin ettiğinden emindim.
“Hoş buldum Kağatun Ana. Sizde hoş geldiniz.”
Zümra;
“Nasılsın iyi misin? İyisin iyisin maşallah. Restoran nasıl gidiyor, işin yok muydu senin orada? Şura ile Amberin karnını doyurdunuz mu?”
“Üzerime düşen işi yaptım Ana. Şura da, Amber ablada yemeğini yedi yeni kızlarla muhabbet ediyorlardı.”
Garezine yapıyormuş gibi telefonun tuş kilidini tekrar açan Zümra;
“Sana da sorayım da öyle arayayım. Malumatınız olduğu halde Alinin bu durumunu neden zamanında haber vermediniz?” deyip gözlerini Çağlarınkilere sabitledi.
Her zamanki yaptığı gibi başını iki omzunun arasına gömen Çağlar kendini acındırarak zorda olsa cevap verdi.
“Fark etmedik ki ana.”
“Biliyordum fark etmediğini. Ben arayayım.”
“Ki... Kimi?”
“Koray Komutanınızı. Sizi çok seviyor özlemiştir. Sizin de onun sevgisine ihtiyacınız var. Belli ki beni sevmiyorsunuz doğru konuşmadığınıza göre.”
Boynunu omuzlarının arasından çıkartan Çağlar gözlerini irileştirip Alp ve Çağatay’a baktı.
“Her şey o hücre evinde oldu.”
Çağatay dişlerini sıkmış, Alp kurt gözlerini irileştirmişti.
“Bakmayın oğlum boşuna. Koray Komutan beni en son sevdiğinde iki gün mavi ekran verdim.”
Zümra;
“Mavi ekran mı?”
“Evet Ana. Hani şu virüs kapan bilgisayarlar mavi ekran verir ya.”
Zümra ciddiyetini korumak için elinden gelen gayreti veriyordu.
“Çok mu sevdi?”
“Çok sevdi Ana. O kadar çok sevdi ki bir hafta çenemin alt tarafını elim ile açarak çorba içtim. Serdar bendende beterdi. Gölge Komutanın sevdiği gün kokusuna bile dayanamadığı bamya yemeğini kuru fasulye diye yutturduk.”
Zümra eli ile burnunu sıkıyor, Çağların ciddiliği karşısında gülmemek için kendini zor tutuyordu.
“Peki bırakalım bunları. Ne oldu o hücre evinde?”
Çağlar;
“Onu en net Çağatay biliyor Ana.”
Çağatay'a dönen Zümra ihtiyacı olan cevabı bekledi.
“Sona kalan bir kadın teröristin boğazını kestim Ana.”
“Eeee ?”
“O anda Ali yere çöküp başını ellerinin arasına alarak peş peşe ‘HAYIR’ diye bağırmaya başladı.”
“Sonra ne oldu?”
Çağatay kendini kasmayı bırakmıştı artık.
“Biz; ‘Ne oluyor?’ diye yanına yaklaşırken aniden ayağa kalkıp yakamdan tutarak duvara çarptı. Bende Allah vergisi bir kuvvet var bunu arkadaşlarda bilir. Ama ben ilk defa öyle bir kuvvetle karşılaştım ana. Doksan kiloyum ve ondan olduğum halde Ali beni duvara yaslayıp ayaklarımı yerden kesti. Eğitimlerde çok göğüs göğüse muharebeye girdik Ali ile ama onun bu kuvvetine hiç denk gelmedim. Buna herkes şaşırdı. Biz bir anlık sinir krizi dedik ama dün o atağın dördüncüsü gerçekleşti.”
Pürdikkat anlatılanları dinleyen Zümra bir süre düşündü.
“Peki ateşli silah kullanıldığında aynı tepkiyi veriyor mu?” dediğinde Üç kardeşin üçünde de aynı parlama oldu ve üçü de aynı anda aynı cevabı verdi.
“HAYIR!”
Heyecanlandıkları belliydi.
Çağatay;
“Olmadı ana. Birinci bıçakla oldu beni duvarda kaldırdı. İkinci 5.56 silah ile oldu sadece dik dik baktı ve önümüzde gizlice ağladı. Üçüncüde bıçakla oldu.”
Zümra;
“Peki onda ne yaptı?”
“O Çağlara denk geldi. Yakın mesafen, hemen yanından çıkan kadının boğazına silah kundağının altında tuttuğu bıçağını sapladığında Ali orada iptal oldu. Çağları ensesinden tutup camdan balkona fırlattı.”
Açılan ağızını eli ile kapatan Zümra;
“Siz ne diyorsunuz çocuklar. Bu görev esnasında nasıl olur? Siz Ali ile göreve mi gittiniz intihara mı?” deyip işaret parmağını kaldırarak devam etti.
“Bakın! Sadece bir seferliğine bunu cahilliğinize, gençliğinize verip affediyorum. Eğer bir daha böyle bir şeyi saklarsanız sizin her birinizi dünyanın dört biryanına göndertmezsem Rahmetli Annemin ak sütü haram olsun bana. Anlaşıldı mı?” dediğinde hep bir ağızdan sessizce cevap verdik.
“Emredersiniz!”
Bu üç arkadaşa baktığımda bedenimi tatlı bir özlem kapladı. Alagan'ın Karabasan olduğu günleri özlemiştim. Bahçesinde kendi elleri ile yaptığı mangalı, masanın başına geçip Koray Komutana laf sokmasını, ada ve operasyon anılarını özlemiştim. Telsizde ‘Akkız’ deyişini, sinirlendiğinde sanki yakasında bir şey varmış gibi başını omzuna yatırışını, operasyon planı hazırlamak için çıktığı koşu bandının sesini dahi özlemiştim. Koray komutanın ağızında lolipop ile içeri girişini, Bora Komutanın silahını narin bir bebekmiş gibi severek temizleyişini, Oğuz Komutanın Koray Komutana ‘Kayınço’ diye sataşmasını, Ömer Komutanın mercek altında sihirli parmakları ile düzenek hazırlayışını, Sinan Komutanın ‘Ya Rezzak' zikri ile herkese tost hazırlayışını, Kenan Komutanın gülerken bile çatık olan kaşlarını ve Samet Komutanın derin uykudayken deri koltuktan aniden kalkıp ‘Napıyosunuz Şerife bacılar' deyişini özledim. Onların elinde büyüdüm onlara ‘Ağabey' dedim, onlarla yaralandım, onlarla iyileştim. Göğüs kameralarından önümdeki dev ekrana yansıyan görüntülerine bakıp dua etmeyi özledim. Yıkadığım bardağın elimi kesmesi ile Koray Komutanın sırf canımı yaktım diye saçımı çekip daha çok acı çekmemi sağlamasını özledim.
Canandı onlar.
Kardeşlerinin canını kendi canlarından üstün görürler, eğer değer verdiğinin canı yanıyorsa geçip bir köşeye rütbesine aldırmadan ağlayanlardı onlar. Hepsinin haberi var mı bilmiyorum ama kim bilir Ali için ne acılar çekiyor, neler düşünüyorlardı.
“Serpil.”
Zümra'nın seslenişi ile dalan gözlerimi beyaz muayene koltuğundan çekip gözlerine baktım.
“ Sana ne oldu şimdi?”
“Yok bir şey, neden?”
“Gözlerin dolmuş.”
Sol tarafıma dönüp neredeyse akacak olan gözlerimi elim ile silip tekrar baktım.
“Bir şeyim yok Kağatun Ana. Ne sormuştunuz ki?”
“Bırak şimdi onu. Ali'ye mi üzüldün sen?”
İstediği cevabı almadan vazgeçmeyeceğini bildiğim için cevap verdim.
“Evet üzüldüm ama ona üzülenleri çok özledim. Abilerimi çok özledim. Kanatsız gibiyim sanki.”
Zümra çoktan yeşillerini doldurmuştu bile. Kollarını açıp sıkıca kucaklarken kapının aniden açılması ile birbirimizden ayrıldık.
Betül'ün odaya girdiğinde ilk göz göze geldiği kişi Zümra olmuştu. Mimiklerinde ağladığını ispatlayacak hiçbir ibare olmamasına rağmen gözleri akıyor, Zümra'nın gözlerinden ayrılmıyordu. Zümra bizim olmadığımız birçok şeyin farkındaydı. Hipnozda ne gibi eylemler yapılır, neler yaşanır. O da Betül kadar kendinden emin ve dikti.
“Ne oldu oldu Betül?”
Eli ile Zümra'nın koltuğunu gösteren Betül'ün odaya girdiğinden bu yana gözünü kırptığına şahit olmamıştım.
“Otur yerine ve sen nasıl bir şeyin içindesin tek tek anlat bana.” deyip bize döndü.
“Sizde çıkar mısınız dışarı?”
“Hiçbir yere çıkmıyorlar. Ne gördün anlat bana.”
“Şuna bak ya! Sen bana emrivaki yapacak durumda mısın?” deyip masaya vurdu.
“Kim kızım o çocuk?” derken daha fazla kendini sıkamadı.
“Tamam sakin ol kuzum. Otur şöyle.”
Timin en duygusalı bir karıncanın bile yolu tıkandığında gözleri dolan, Alaganımızın; ‘Kurt Gözlü Alpim.” diye tabir ettiği Alp, Zümra'nın masasındaki kolonyayı alıp uzattı.
Zümra;
“Hadi sür şunu yüzüne.”
“Zümra ben iyiyim. Benden bir şey gizleme artık. Salak yerine koyduğun yeter.”
“Ne! Ne oldu?”
“Bak ya hala aynı kafa. Kızıım ben anlamıyor muyum ne olduğunu? Tabi ya anlamıyorum değil mi? Asker desen asker değil, istihbaratçı desen o da değil. Kim kızım bunlar? Serpil, Kübra'nın eşi Koray, Kocan! Kocan kim Zümra senin. Muhasebeci diyorsun ama adamlar bir olup tam teşekküllü hastane açtı.” deyip odadaki gençleri gösterdi.
“Ya bunlar? Ben onları görmeden onlar beni görüyor. Dimdik yürüyüşleri, her daim etraflarını kolaçan eden gözleri, ismini söylediğimde aniden ayağa kalkmaları ve doğrudan gözlerime bakmaları. Şunlara baksana hiç emsalleri gibiler mi, onlar gibi mi gülüyorlar, onlar gibi mi konuşuyorlar, birbirlerine karşı davranışları emsalleri gibi mi? Neden hiç ellerine telefon alıp salak salak sırıtmıyor bu çocuklar, neden kantindeyken arkadaşları yemeğe başlamadan başlamıyorlar. Zümraaaa neden kocana ve Koraya korkarak bakıyor bu çocuklar. Siz ne yapıyorsunuz onlara?” derken Zümra elini ağızına kapatarak daha fazla konuşmasına izin vermeyip burnunun dibine kadar yaklaştı. Beni bile geren ses tonu ile konuşmaya başladı.
“Ben güvendiğim için senden bir şey rica ettim. Evet onlar farklılar ama görmeyeceksin, saçma sapan telefon uygulamaları ile uğraşmazlar görmeyeceksin. Eğer onların kim olduğunu sana söylersem ve olurda fark etmeden de sende dışarda bir başkasına aktarırsan sen diye bir şey kalmaz. Aliye yardım etmek için zamanı gelince belki öğrenirsin. O da Alinin sağlığı için. Fazla uzatmayalım ki aramızdaki dostluk zarar görmesin. Şimdi anlat bana Alimin dünyasında ne gördün?”
Betül'ün kendinden emin o hali yerini korku dolu bakışlara bırakmıştı.
“Al... Alinin duvarını çok zor aştım. Bu hastalığından kaynaklı değil. Bunun sebebi Ali'nin ya özel bir yeteneği var, yada çok ağır psikolojik gerilimlere maruz kalmış. Bu durumu nasıl bu kadar sağlıklı atlatmış orası da ayrı bir muamma. Hipnoz gerçekleşti. Bir harabeye girdi. Elini duvara sürerek giderken ağlamaya başladı. ‘Ne gördün?’ diye sorduğumda ‘Babam ve Annem! Onlar yatıyor ölmüşler? dedi. İlerlemesini söyledim. Bir süre sonra ağlaması kesildi. Elini yıkık dökük evin duvarlarına sürterek giderken salon diye kullandıkları bir yerde resim gördü. Resimdekilerin ismini saymasını rica ettim. ‘Annem, Babam, Dedem, Babaannem...’ derken aniden dişleri kilitlendi ve nöbet geçirmeye başladı. En şok olduğum durum ise orada yaşandı.” deyip kendisininki gibi yaşlı gözlere baktı.
“Zümraaa! Ali; ‘Onu da Komutanım. Onu da getir bana. Onu da Komutanım ne olur onu da kurtar.’dedi. Zümra 20 yaşında daha askerliğini bile yapmamış bir çocuk ‘Komutanım' diye bağırdı. Komutan kim Zümra?”
Betül'ün ellerini kavrayan Zümra'nın kendini toparlaması birkaç saniyesini aldı.
“Ali Suriye Türkmenlerinden. O zamanlar orada olan savaştan etkilenmiş olmalı. Ne bileyim belki Türk bir Komutanla tanışmıştır. Sen bunları düşünme kuzum. Çok teşekkür ederim.” deyip yanağından makas aldı.
“Gerçekleri söylemeyeceksin yani? Benim hastalarıma ne kadar titiz olduğumu biliyorsun. Ali bu saatten sonra benim hastam ve onun hakkında doğruları bir şekilde öğreneceğim. Gerekirse bu yolda ölürüm.” deyip kapıyı açıp çıkacakken Ali ile göz göze gelse de bir şey söylemeden gitti.
Ondan gitgide uzaklaşan Betül Hocanın arkasından bakarken başını Zümra’ya çevirdi.
“Yanlış bir şey söylemiş miyim ana?”
“Yok kuzum yanlış olan hiçbir şey yok. Haydi bizde gidelim Hoca ile Atilla bizi bekliyor.”
Atilla'nın ismi geçtiğinde genç komutanlar birbirlerinin yüzüne baktı.
Ali;
“Neden, onlarla ne işimiz var ana?”
Zümra hızlı adımlarla en önden yürüyordu.
“Bilmiyorum Ali. Herkes senin için uğraşıyor.”
“Beni Atilla'nın dünyasına sokmasanız.”
Asansörün çağırırken cevap verdi Kağatun Ana;
“Senin demenle olmuyor Aliciğim. Kocamın, Ağabeyinizin, Alaganın emri. Bana; ‘Alimi bana ver Zümra. Alimi bana geri getir.’ dedi.
“Emredersiniz.” diyen Alinin arkadaşlarına bakan gözlerinde derin bir mahcubiyet vardı.
Asansörden çıkarken aklına bir şey gelmiş olmalı ki; yüzünü aniden Muhafızlara dönen Zümra, danışma masasındaki kızlara duyurmamak için sesini oldukça kısmıştı.
“Ve emrimdir. Betül'ün yanındayken her beş dakikada bir telefonlarınıza bakıp anlamsız bir şekilde gülümseyeceksiniz. Kamufle olmanız için yaşıtlarınız gibi davranın.”
Fırça sırası Çağlara gelmişti.
“Senin de dalgın bakışların gözümden kaçmadı. Seninle de konuşacağız.”
Masa başında Alpten gözlerini alamayan kızlara bakıp devam etti.
“Ve toplum içinde esas duruşta durur gibi durmayın. Benim değil kimsenin karşısında.”
Fırçalama bitmiş yolumuza devam ederken Zümra'nın kızlara işaret parmağı kaldırıp kaşlarını çatarak sessiz azarlaması komiğime gitmişti.
Onlar yüzlerini önlerindeki monitöre çevirirken tenimize serin havanın vurmasına sebep olan sensörlü kapı açıldı.
45 Dakika sonra...
“Tamam kızım biz yuvadayız sizde Amber ablanla geçersiniz.”
195’lik Minik kod adlı Amberimizin Zümra'nın kişisel koruması olarak görevlendirilmesi onu adanın huzur dolu sessizliğinden alıp şehir kalabalığına itmişti. Biz ne kadar adaya sessiz, huzur dolu desek de 10 yaşından bu yana adada olan Amber için farklı bir heyecandı. Yuvaya giriş yaptığımızda Esma ve Büsra'nın sırasıyla Zümra'ya sarılmalarını seyrettim.
“Amanda aman Büşrama bakın Büşrama bakın. Nasılda yakışmış Ankara'ya.”
“Tesekkur ederim ana.” diyen Büsra, Zümra’nın gözlerine hayranlıkla bakıyordu.”
“Okul başlıyor haftaya heyecanlı mısın?”
Zümra ile aylardır yan yana olan Büsra samimiyeti bayağı ilerletmişti.
“Çok heycanlıyım. Ne olacak, başaracak mıyım bilmiyorum.”
“Başaracaksın. Çok güzel bir mimar olup Gökçen ablan ve Kağan abin ile birlikte ne gökdelenler dikeceksin.”
“İnşallah.”
Zümra yüzünü Komutanlara döndüğünde bir anlığına gülümseyerek Büsra’ya bakan Çağlarda takılı kaldı. Bir Çağalara bakıyor, bir Büsraya bakıyordu. Çağların bakışı saniyelik bir an da olsa o anı kaçırmamıştı Zümra.
‘Ah be Zümra ! Hala cin gibisin.’
O bakışı beynine kazıyan Kağatun Ana, sakat bacağının yanında ilerleyen yaşının da zorladığı Topal Hoca demir merdivenleri tek tek çıkmaya başladı. Arkasındaki bileklerini birbirine vurarak çıkan delikanlıyı gördüğümde çok şaşırmıştım. Bizim bebecik Ati delikanlı olmuştu. Yukardaki kalabalığın farkına varan değerlimiz biran duraksadı ve başını kaşıyıp gelip gelmemek arasında kaldı.
Zümra mükemmel gülümsemesi ile Topal Hocanın karşısında durup abdest sonrası sıraladığı dualarının bitmesini bekliyordu.
Elindeki ıslanmış kağıt havluyu Esmanın almasına izin vermeyip çöp kovasına atarken gülen gözlerinden duaların bittiğini anlamıştım.
“Hoş geldiniz Hocam.” diyen Zümra elini öpmek için eğilmişti ki Hoca elini çekti.
“Olmaz. Sen Kağatunsun artık el öpmek yakışmaz.”
“Sizin de mi Hocam?”
“Hiç kimsenin kızım hiç kimsenin.”
Boynunu yana yatıran Zümra, bizler ve Muhafızlar hocamızın elini sırasıyla öperken karşısındaki nurlu yüzü seyrediyordu.
“Eee Atilla. Hala sarılamıyor muyuz sana?”
Kazağının kolunu ısıran Atilla başını iki yana salladı.
“Neden ama Rahmana sarılıyorsun.”
“Rah... Rahman değil Karabasan.”
Ati yüzüne bakmıyor havaya bakarak konuşuyordu.
“Çok mu seviyorsun Karabasanı?”
Ati kollarını arkada birleştirip cevap verdi.
“Bu kadar.”
“Oooo çok seviyorsun.” derken Ati'nin hiç anlaşamadığı ama onsuzda yapamadığı Çağlar söze girdi.
“Çağatay daha çok seviyor.”
Yüzüne bakmasa da sarı saçlarının aksine kara kaşlarını çatmıştı Ati.
“Sen sus. Ben daha çok seviyorum.”
Zümra;
“Hadi Çağlar cevap ver.”
“Vermem ana. Ati ile inatlaşmaya gelmez. Sabaha kadar uyutmazlar.”
“Kimler uyutmaz.”
“Atinin dostları.”
Her ne kadar Otizm hastası olsa da 4 dil bilen Kuran aşığı bir hafızdı Ati. Topal Hocada havas ilmi olduğunu biliyorduk. ‘Atinin ilmi daha büyük, daha ağır.’ dediğini duyduklarını söylemişti adadaki arkadaşlarım. Her ne kadar; ‘Bende Ledün İlmi var.’ diye söylenmesi yasak olsa da Hocanın ilminden daha büyük olması bizi Ledün ilmine itiyordu. Allah tarafından yüce bir kuvvetin tecellisi olan Ledün ilmi, yaşı ne kadar küçük olsa da Atilla gibi takva sahiplerinin nasipleneceği bir ilimdi. Bizzat Hızır (as) tarafından öğretilen bu ilmin bir insana ne gibi bir güç verdiğini ve her insanında kaldıramayacağı aşikardı. Sağlığı ile sınanan Atilla, şükürlerinin karşılığı olarak Allah'ın izni ile cennette alacağı ecri yeryüzünde İlm-i Ledün ile almaya başlamıştı. Atilla, Ali için son çareydi.
Aliye yaklaşan Hoca ensesinden çekip alnından öptü.
“Hafızım. Üzüyor mu bu yaşadıkların?”
Gözlerinin çevresi kızaran Ali, patlamamak için kendini zor tutuyordu.
“Sınavdır Hocam.”
“Peki içini yakar mı bu sınav, göğsünü daraltır mı?”
“Cehennem yakmasın, kabrim daralmasın. Ondan gelene amenna.”
“İyiye mi çeker kötüye mi?”
“Batılda kötü gelir, Mana da iyidir. Derdim büyüktür günahımı döker, şükrüm sırattan alır.”
Bir kez daha alnından öpen Hoca uzun uzun göğsüne bastı. Ali Hocanın göğsünü ıslatıyor Zümra elindeki selpağı.
Boğazını temizleyip zor bela söze girdi.
“Hocam nasıl olacak, ne yapacağız?”
Cübbesini düzelten Hoca Alinin alnına dökülen saçlarını eli ile taradı.
“Siz değil biz yapacağız. Atilla yavrum yapacak.”
“Nasıl?”
“Anlatsam anlamazsın kızım göreceksin.”
“Neyi göreceğim?”
Peşi peşine gelen sorularının farkına varan Zümra başını sallayıp, elini kaldırarak özür diledi.
“Kusura bakmayın Hocam.”
“Kusur yok kızım. Herkes olmaz ama seni alabiliriz yanımıza. Akşam ezanı okundu. Allah'ın izni ile Atilla beyde uygun görürse namazdan sonra odaya geçeriz.
Parmaklarını birbirine kilitlemişti Ati.
“Uygundur ama ağırdır. Zordur, meşakkatlidir.”
Gözlerimize bakan Hoca nefesini burnundan vermişti.
“Atilla'nın yolu çok zordur.” deyip Atiye baktı.
“Ama Hafızım için değer. Değil mi Atillam?”
“Doğrudur değer. Evet ona değer. Değer ona.”
Muhafızlarda hocamız ile aşağı inerken ikili deri koltuğa oturan Zümra dalgın dalgın düşünmeye başladı. Kendi haline bırakmıştık. Beş dakika ne Esmadan, ne Büsradan ne de benden çıt çıkmıyor arkasından Zümra'yı izliyorduk. Hiçbir uzvu hareket etmiyor, sadece düşüyordu. Daha fazla beklemeden yanına yaklaştım.
“Bir şey içer misin Ana?”
Karabasanın Yosun gözlüsü tepkisizce yüzünü çevirdiğinde gözlerinin ne kadar yorgun olduğunu gördüm.
“Serpil bırak Allah aşkına şu ‘Ana' yı falan. Neden mesafe koyarsınız aramıza. Ben söylemekten bıktım. Otur şöyle yanıma.”
“Ben sadece hiyerarşi...”
“Ben ne yapacağım Serpil. Bu yükü taşıyabilecek miyim? Karabasana yakışır bir eş olabilecek miyim?” diye kesmişti sözümü.”
“Olmadığını mı zannediyorsun? Bir eksik mi görüyorsun kendinde?”
“Yok hayır. Korkuyorum bu çocuklara bir şey olacak diye. Eğer zamanında Ali ile dertleşsem çekip konuşsam böyle olmayacaktı belki.”
Elimi elinin üzerine koyup içindeki korkuya az da olsa destek olmaya çalıştım.
“Gülsüm anne yıllardır neler çekti Rahman ve Koray abiden. Kadıncağızın eşini, onu büyüten komutanını vurdu Karabasan.”
“O blöftü ama.”
“Zümra gerçekten vurdu. Bunu Gülsüm anne bilemez ki. Gölge ve Alaganımızın kavgaları yaramazlıkları. Zümra onlar gerçekten çok zordu. Bu çocuklar melek. Sen Ali ile konuşmadığını mı zannediyorsun? Kendi içindeki ateşi kendisi bile bilmiyor sen nereden bileceksin.”
Yüzündeki tepkisiz hal gitmiş muhteşem mimikleri hareketlenmeye başlamıştı.
“Haklısın haklısın da; insan takıyor kafasına. Birden bire 8000 kişinin annesi oldum.”
“8000 mi? 4000 küsür biliyordum ben.”
“Öyleymiş.”
Keyfi yerine gelsin diye konuyu değiştirdim.
“Komutanımız nasıl, bol bol zaman geçirseydiniz.”
“Taştan devasa bir evde. Muhafızların biri gidiyor diğeri geliyor. En son Bora abi yanındaydı. Gece gündüz önünde kroki ile çalışıyorlar.”
“Kudüs den sonra Doğu Türkistan'a nişan koydu o.” deyip başımı kaldırdığımda Zümra'nın aniden dolan gözleri ile karşılaştım. Keyfini yerine getireyim derken iyice mahvetmiştim.
“Ne oldu Zümra üzme bizi.”
“İnsanın aklına her şey geliyor. Belki de beraber olduğumuz bu günler sayılı. Gülsüm Annemin evlenmeden önce; ‘Onların yükü ağırdır kızım çok iyi düşün.’ dediği aklıma geldi. Rahmanın yükü başım gözüm üstüne. Biliyorum onlar bunun için çocukluklarından bu yana onca cefaya katlandı. Ama ne bileyim. Kimse eşsiz kalmasın, çocuklar babasız kalmasın.”
Söyleyecek bir söz bulamazken Büsra ortamıza oturup yardımıma yetişti.
“İç bir şey olmayacak Kara Babama. Üzülme nolur.” deyip yeşillerden akan ıslaklığı çıplak elleri ile silerken yanağına küçük bir buse kondurdu.
Demir merdivenlerden gelen ses ile ayağa kalkarken Atilla'nın korkutan yeteneğinin ortaya neler çıkartacağını deli gibi merak ediyordum.
“Selamun Aleyküm.”
Herkes Hocanın Selamını alırken o ayakta onu bekleyen Esmanın yanına yaklaştı.
“Sana söylediğim o videoyu biz dışarı çıktığımızda duvardaki büyük ekranda göster, Atilla’nın oturacağı koltuğun sağ tarafına da üç-beş tane kağıt ve kalem koy olur mu kızım?”
Esmanın yüzündeki heyecanlı ve sevecen bakış Hocamızı da güldürmüştü.
“Hadi ‘Bismillah’ diyelim o zaman. Zümra kızım ve Ali oğlum sizde bizimle gelin.” deyip Zümra'ya bir adım daha yaklaştı.
“Abdestin var mı kızım?”
“Var Hocam. İkindiyi geç kılmıştım biraz.”
“Tamam öyleyse. Biz Korhanların odada hazırlığımızı yaptık. İçerde ne görürsen gör ne duyarsan duy ne hissedersen hisset korkma kızım. Sadece sessizce bekle.”
Derin bir nefes alıp içinde tutan Zümra şimdiden korkmaya başlamıştı bile.
Onlar içeri geçerken yuvanın tümünü gaflet kaplamıştı. Ati ne yapacak, Ali'ye nasıl derman olacak az-çok tahmin etsem de tam olarak bilemiyordum. Alinin bile bilmediği bir sıkıntıya o nasıl derman olabilir.
“Abla!”
Arkamdan kısık ses ile nazikçe koluma dokunan Alp ile göz göze geldik. Bu gözler Şuranınkilerden sonra gördüğüm en derin ve en güzel gözlerdi.
“Buyurun Komutanım.”
Alp;
“Bırak abla bugün abla-kardeş olalım.”
“Nasıl istersen kardeşim.”
“Abla hiç böyle bir şey yaşadın mı diğer Komutanlarımızla. Sıkıntılarına derman oldu mu?”
“Sadece Koray komutanın bir sıkıntı yaşamıştı onu Hocamız halletti sağ olsun. Ama Ali'nin durumu gibi bir şey yaşamadık hiç.”
“Peki geçecek mi, faydası olur mu gerçekten Atilla'nın?”
Kalın pazısına elimi atıp sıktım.
“Biz öyle şeyler yaşadık ki; hepsini de yüzümüzün akı ile atlattık. Her şer bir hayrı getirir. Şu masaya Alaganımız, Koray Komutanı çarptı masa tuz buz oldu. Korhan Komutan Alaganın infaz emrini verdi ve bugün o Kudüs Fatihi. Gönlünüzü ferah tutun. Ali kurtulacak.”
Alp ile birlikte Çağlar ve Çağatay da dikkatle beni dinliyordu. Alpin gözleri yine buğulanmış, kalbi yine daralmıştı.
‘Bu yürüyen merhamet abidesi görev sırasında nasıl ölüm makinesine dönüşüyor anlamak çok zor.’ demeden edemiyor insan.
“Diğer Komutanlarımız da yuvaya giriş yaptı.”
Esmanın uyarısından on saniye sonra iki kapı birbirinden ayrılıp Turgay, Korkut ve Talha içeri girdiğinde parmağımı dudağıma götürüp daha Selam bile vermeden sessiz olmalarını sağlarken Turgayın boynunu içine sokması için için gülmeme neden olmuştu.
“Sessiz olun Komutanlar. İçerdeler.”
Talha;
“Ne oldu Abla, durum ne?”
“Henüz bir şey olduğu yok. 15 dakika önce geçtiler içeri.”
Siyah örtü ile kapalı buğulu cama bakan Korkut diğer arkadaşlarının yanına geçen Korkut, Alpin gözlerinde takılı kaldı.
“Oğlum niçin doldurdun gözleri yine?”
“Ya ne bileyim kardeşim.”
Alpin ensesinden tutup kendine çekti.
“Hocamız ‘Geçecek' dedi mi? Dedi. Geçecek Alp.”
Alpin başını peş peşe sallayıp;
“Geçecek!” diye cevap vermesi zoruma gitmişti.
“İnandırmak için senin ensenden tutup çekmem mi gerekiyor?”
Az da olsa o gözlerin gülmesine vesile olmam hoşuma gitmişti. Kapının açılıp Ati dışarı çıktığında olduğumuz yerde put kesildik.
Hocamız Ali ve Zümra arkasından takip ederken Ati masanın en başındaki koltuğa oturup gözlerini anlamsızca boş duvara dikti. Ali soluna, Hoca sağına otururken Zümra Alinin arkasında ayakta durmayı tercih etti. Esma Hocanın işareti ile ışıkları kapatıp ekranı duvara yansıttığında dev bir rüzgar gülü ile karşılaştık. Ati oturuşunu dikleştirirken sessiz olmak için ayakkabılarımı çıkartıp yüzünü görmek için Alinin arkasındaki Zümra’nın yanında yerimi aldım. Bulunduğum açıdan net görebiliyordum. Gözlerini dönen rüzgar gülüne diken Ati ne eli ile oynuyordu ne de sık sık başını oynatıyordu. Büyük bir adam edasıyla, kollarını masanın üzerinden bağlamış pürdikkat ekrana kilitlenmişti. Bir süre bekledikten sonra gözleri yavaş yavaş kapandı başı önüne düştü. Hoca dahil herkes yüzünde büyük bir merak vardı. Ortamı aydınlatan tek şey dev ekrandaki rüzgar gülüydü. Alinin yanağı, dudakları, kaşları sırayla seğirirken Zümra'nın eli kalbine gitmiş gözleri ile Hocadan yardım diliyordu. Hocanın dikkat ettiği tek şey Atilla'nın durumuydu. Ali cam masanın altındaki ellerini yavaşça dışarı çıkartıp masaya koyarken heyecanını bastırmaya çalışıyordu. Atilla'nın aniden sağ kolunu kaldırıp avcunu açması ile kağıtların üzerindeki kalemi Alinin avcuna bırakan Hocanın yüzündeki saniyelik tebessümü yakalamıştım. Gözleri kapalı kalemi alan Atilla kağıdı da önüne çekmesi korkumuzun üzerine korku ekiyordu. Mimiklerinden sonra başı da seğirmeye başlamıştı. Masada oturan Ati değil bambaşka biriydi. Kağıda bir şeyler çizmeye başladığında Zümra'nın kalbindeki eli ağızına gitti. Daha fazla dayanamayıp kulağına yaklaştım.
“ Noluyor Zümra. Çatlayacağım.”
İstemsizce sıçramıştı.
“Bu...bu... Durugörü. Parapsikoloji de bir yetenek. Atilla şuan çizdiği yerde.”
Deli gibi merak etsem de Hocamızın bakışına maruz kalmadan daha fazla uzatmadım.
Ati ne çizdiğine bakmadan kağıda bir şeyler karalarken başımı biraz daha kaldırıp baktım. Bir evdi bu. Uzun üç katlı pencereleri olan çok büyük bir ev. Hatta evden öte pasajda denilebilirdi. Çiziyor biraz bekliyor. Bu kez evin önüne merdiven çizmeye başladı ve tekrar durdu. Bu duruş biraz daha uzamıştı. Başımı biraz daha öne çıkarttığımda mimikler durmuştu ama kapalı gözlerinden aşağı yaş süzülmeye başladı. Gözleri kapalı arkasına yaslanıp bekledi. Yaşlar akmaya devam ederken başı çok az açılarla sağlı-sollu oynamaya başladı. Sanki rüyasında bir yerleri izliyordu yada gözleri kapalı sağında ve solundaki birilerini dinliyordu. Yüzünü sessiz bir gülücük kapladığında bende elimi kalbime götürüp derin bir ‘Ohh’ çektim. Onu ilk defa dişlerini gösterecek kadar gülerken görmüştüm.
Tekrar kağıda yaklaşan Ati çizimine devam etti. Bu kez evin önüne bir ağaç çizdi. Oldukça ince ve ev büyüklüğünde bir ağaç. Ağacın en ucuna boyutuna göre geniş bir yaprak çizerken son çizdiği şeyi gördüğümde nutkum tutuldu. Ay-Yıldız.
Ali bir okul çizmişti. Önündeki de bir ağaç değil bayrak direğiydi.
‘Allah’ım sen yardımcımız ol.’
Tekrar geri yaslanan Atinin gözleri hala kapalı yanağındaki yaşlar kurumaya başlamıştı. Diğer Muhafızlar ne çizdiğini merak etse de Alinin iyiliği için yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı.
Neredeyse beş dakika bekleyen Atiyi seyrederken hareketsiz kalan bacaklarımın uyuşmasını umursamıyordum bile.
Aniden kağıda yaklaşan Ati. Kağıdın en üstüne Arapça bir şey yazdı.
Bunu neden yazdı, ben neden duygulandım, gözlerim neden doldu hiç bilmiyorum ama. Tek bir şey vardı; o da gözlerimi o yazıdan çekemeyişim.
MARDİN
‘Ati neden bunu yazdı?’ diye düşünürken Hocanın bile sıçramasına sebep olan bir şey oldu. Kimseyle göz kontağı kuramayan, dokunamayan Atilla aniden sol elini kaldırıp Alinin elini tutarak sıkmaya başladı ve gözlerini açıp Alinin burnunun dibine kadar yaklaştı. Peş peşe kullandığı sıfatı biz değil ama Ali anlamıştı. Anlamıştı çünkü; ’ Ati ile göz göze neler olacak?’ diye beklerken onun otoriter ses tonu ve simsiyah görünen gözlerinden bakışlarını ayırmadan söylediği sıfatları duyduğunda hüngür hüngür, hatta bağıra bağıra ağlamaya başlamıştı.
“RABİŞ... RABİŞ... RABİŞ...”
Yazar'dan...
Bir anısı vardı Afrika örgüsü yaptırdığı, kürek kemiklerinden aşağı sarkan saçlarındaki renklerin. Acı bir şekilde Şehit olan timi için başının sağ tarafını ara ara kızıl kırmızıya, Doğu Türkistan için sol tarafını yine ara ara gök mavisine boyatmıştı. Saçının doğal rengi kahverengi olduğu halde tepe kısmını siyahın en koyusuna boyamasının sebebini ne kimseye söylüyordu, ne de Muhafız arkadaşları bir fikir yürüte biliyordu.
Ada Muhafızlarındandı Mahfer. Belki adadan çıkan en zeki, en acımasız, en acı çeken güçtü. Kağanın yetenekli Emir Muhafızlarından sadece bir tanesi ve en önemli olanıydı. O Karabasan ve kardeşlerinin kızlar tarafından tek devresi, adadan çıkıp tek başına kalan bir Alfaydı.
Kurbanının kanını tattığı için ‘Vampir' de olmuştu ismi, yasaklara aldırmadan ağır işkenceler yaptığı için ‘Gaddar' da. Kağan hariç diğer komutanlarının emrine itaatsizliği ile meşhurdu. Kafasına yatmayanı yapmaz, yatanı ise sonucu ne olursa olsun elde etmek için elinden geleni yapardı. Bedenindeki en belirgin yarası o melun geceden kalan sağ omzundan dirseğine kadar inen belirgin yanıktı.
Şahit olduğu kötülüklere inat çok güzeldi Özbek güzeli Mahfer. İri ama belirgin çekik gözlerinin siyahı boncuk boncuk bakardı. 178 boyunu daha iri gösteren atletik bir vücudu vardı. Muhafızlar hariç yeryüzündeki tüm insanlar kötüydü onun gözünde. Kimseye inanmaz, güvenmez, güler yüz dahi göstermezdi. Görev emrini veren Komutan bir değil bin kere düşünürdü.
‘Mahfer bu görev için uygun mu? Bir kişinin ismini verdim hepsini mi alır?’
Sözün özü; ‘Köyden bu kişinin infaz emri var.’ dendiğinde köyü yakıp seyredenlerdendi Mahfer.
Bu yüzden Kod adı Efruz'du. Gittiği yere ateşini götürendi. Karabasan gibi timinin bıçakçısı ve onun ilk ortağıydı. Bir çok defa göreve gittiği devrelerini ne kadar özlese de Türkiye'ye giriş yasağından dolayı yüzlerini göremiyor, seslerini dahi duyamıyordu.
“Bırakmayacaksın beni. Öldüreceksin.”
Bıçağını bilerken sandalyede bağlı olan Çinlinin sesi ile duraksadı.
“Evet”
“Bak. Bilmiyorum diyorum sana. Ben para ile tuttukları biriyim. Yüzlerini görmedim, seslerini dahi duymadım.
Ne söylerse söylesin Mahfer için hiçbir önemi yoktu artık. Mahferin tek kızdığı ve Çinlinin ölümüne sebep olacak şey; onun bıçağını bilerken kurduğu hayalin yarıda kesilmesiydi.
Tavanda sallanan lambayı yüzüne doğrulttuğunda kestiği kulaklardan akan kanın omzunda kuruduğunu gördü.
“Çok zaman geçmiş. Sizin bir özelliğiniz ne biliyor musun? Kolay kolay ölmüyorsunuz.”
Bilediği bıçağı kılıfından sıyırıp adamın çığlıklarına aldırmadan diğer kulağını da kesti.
Kulaktan akan kana bakmıyordu bile. Ölümün yaklaştığını o da biliyordu sandalyede oturan çocuk tüccarı da. Adamın çığlıklarına aldırmadan yorgun vücudunu geri doğru gererken arkasındaki masanın üzerinde sessiz moddaki telefon ekranının yanıp söndüğünü gördü.
Yaklaşıp ekrana baktığında her zaman arayan üç numaralardan biri arıyordu.
Bulundukları harabenin tavanından damlayan su ekranını ıslattığı için birinci hamlesinde açamadı.
Kazağı ile silip tekrar denediğinde karşıdaki ses duyuldu. Hoparlöre alıp Çinliye doğru tekrar yaklaştı.
“Efruz neden geç açıyorsun?”
Gelen ses kendisi gibi bir bayanın sesiydi.
“Telefon ıslanmış açamadım.”
“Efruz emir var.”
“Başkasına pasla benim işim uzun.”
“Bu sıradan bir emir değil.”
Şaşkınca kaşlarını çatan Efruz yüzünü arkasındaki telefona döndü.
“Emir kimden ve ne?”
Gelen cevap ile birlikte yeni bilediği bıçağı elinden düştü ağızı açık bir şeklide karşısındaki Çinliye bakıyordu. Acısını unutmuş o da şaşırmıştı onun bu haline. Neydi? Bu kadar acımasız bir kadını bıçağı düşürecek kadar uyuşturan, hayretlere düşüren şey neydi?
“Efruz orda mısın?”
Telefona doğru hızla adım atan Efruz kalbindeki heyecanla, gözünden süzülen yıllardır biriktirdiği özlem gözyaşları ile eline aldı. İnanamıyormuş gibi ekrana bakıyordu. Silahını beline takıp sırt çantasını da eline aldıktan sonra Çinliye doğru yaklaştı.
“Efruz duyuyor musun beni?”
Efruzun gözyaşını gören Çinli panikle çırpınmaya başlasa da şah damarına derin bir kesik almaktan kurtulamadı.
Adamın ölmesini beklemek dahi istemiyordu. Bu onun yaptığı binlerce infazdan sadece biriydi.
Attıran kana, adamın ölüp ölmemesine aldırmadan bıçağını dilinin ucu ile yalayıp. Çantasına attı.
“Efruz cevap ver. Emir Alaganımız Karabasandan !!!”
SON...
Oylarınızla destek, yorumlarınızla yol göstermeniz dileği ile...
Bir dahaki bölümde görüşmek üzere.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |