
Bazı kelimeleri bölen kesme işaretlerini dikkate almayın. World' le burasının formatı aynı olmadığı içindir.
Umarım keyif alırsınız.
YAZAR'dan...
35 GÜN SONRA MARDİN...
Vatan kokusunu taşıyan serin rüzgar ciğerlerine süzüldüğünde çatalına dol-durduğu et döner havada asılı kalmıştı. Bir kez daha derin nefes alıp karşı-sındaki sandalyede oturan kahramana göz kırptı.
“ Yiyorum yiyorum bıkmıyorum Kah-raman? Aşırı özlemişim.” deyip Mar-din'deki tek dostunun tabağından alıp bir lokmalıkta ona verdi. Kahraman, Mahfer'in kendisininkinin yanına çek-tiği tabağına iştahla bakmakla yetini-yordu.
“Boşuna bakma sen dökerek yiyorsun. Hem karnın doyunca beni burada tek başıma bırakıp gidiyosun.” derken ca-mekanın diğer tarafından şaşkınlıkla onu seyreden dönerciye baktı.
“Ne bakıyorsun oğlum?”
‘Bir şey desem mi, demesem mi?’ diye düşünen Şahin Usta cesaretini toplayıp kapıyı açtı.
“Abla vallah üşücen ha... Kar yağıyur yav üşümüyo musun?”
“İyiyim ben böyle. Kapa kapıyı.” deyip yemeğine döndü.
Özlemişti Vatanını. Bir daha giderim korkusuyla havasına suyuna doymak istiyordu. Defalarca yaptığı gibi sürgü-nüne neden olan sebebi yıllarca kafa-sında tartıp düşündüğünde. İlk günkü gibi yaptığı şeyden zerre pişmanlık his-setmiyordu.
Mardin’in 86 tane okulunu gezmişti. Aradığına yaklaştığını bilse havalara uçacaktı ama yoktu. Küçükte olsa bir ipucuna rastlamamıştı.
“Ben nasıl bulacağım bunu Kahraman? ‘Mardin de bir okul.’ diyorlar. Burada tek dostum sensin sende konuşamıyor-sun. Atilla okulu görüyor, bayrağı görü-yor, Mardin olduğunu biliyor ama oku-lun ismi yok. Anası kılıklı abdesti yarım mı aldı ne yaptı? Bunun anası Aşçı Zeliha istisnasız her abdest alışın-da ‘Ağızıma su vermiş miydim? Bur-numa su vermiş miydim?’ der dururdu. Korhan Baba da onun gibiydi.” derken boğazına bir yumru oturdu.
“Neyse bu sohbetin tadı kaçtı Kahra-man. Daha çok işim var.” deyip cebin-den çıkarttığı parayı tabağının altına sı-kıştırıp masadan kalktı.
“Benim nerede kaldığımı biliyorsun zaten. Buralardan bir yere gitme akşam görüşürüz.” dedikten sonra verandanın merdivenlerinden inip kiraladığı Mini Cooper'ına ilerlerken Şahin'in sesi ile arkasına döndü.
Sinirine hakim olmaya çalışıyordu.
“Lan oğlum bak; bir daha Kahraman’a ‘Hoşştt !’ deyip kovalarsan kıvrandırı-rım seni.”
Karşısındaki 33 gündür aynı yemeği yiyen, sert bakışlı, tuhaf saçlı, esraren-giz kadını bir esnaf olarak başına bela etmeye niyeti yoktu.
Başındaki beresini yan koltuğa atan Mahfer marşa bastıktan sonra okul lis-tesinde tekrar göz gezdirdi. Navigas-yona isimlerini girerken iki okulun yan yana olduğunu gördü.
“Tamamdır buraya gidiyoruz. Bismillahirrahmanirrahim.”
Camdaki karı sıyıran silecekler bir yan-dan, altından akıp giden yolu sey-rederken ona acı veren geçmişini göz-lerinin önünden geçirdi. Korayı'ı, Boray’ı, Ömer’i, Oğuz'u, Kenan'ı, Samed'i, Sinan'ı ve onu; Rahman'ı düşünüyordu. Gittiği operasyonları ve aralarındaki yıkılmayacak dostlukları-nı. Ona göre ondan kardeşlerini yıl-larını çalmışlardı. Ama Askeri disiplin yönünden düşününce bulduğu tek hak-sız kişi yine kendisiydi.
Annesini görme şansıda doğmuştu artık. İki erkek kardeşini. Olcay ve Ozan. Olcay 28, Ozan 25 yaşlarındaydı. Muhtemelen bu kış soğuğunda kemik-lerini ısıtan fırınlarından ekmek çıkartı-yorlardı.
Babası?
Açık açık söylemişti Mahfer'i almaya geldiklerinde.
‘Kızım askerler geldi seni almaya; ama annen bilmeyecek. Bizden ayrı kala-caksın. Kesinlikle korkmanı istemiyo-rum çünkü çok güçlü bir kız olacaksın.’
Annesi Özbek, babası Türktü. Kalbini bir kor gibi saran Vatan sevgisi Kızını inandığı tehlikeli ellere vermesindeki büyük etkendi.
Belki yeryüzünde korktuğu tek şeydi ailesiyle yüz yüze gelmek. Ya alnına Şehitlik yazılmışsa, ya tam ‘Kavuştuk' derken annesini tekrar ateşe atarsa.
Son sokağı da döndüğünde Polis çakar-ları ile karşılaştı. Sağa çekip camı indi-rirken, gözlerini kısarak yağan karın girmesini engelleyen polis eli ile ‘Camı tam indirmemesini işaret etti.’
“Hanımefendi ilerisi olay mahalli bir üst yoldan devam edin lütfen.”
Okul yönüne bakıp cevap verdi.
“Ne gibi bir olay?”
Daha fazla oyalanmayan polis arkadaki arabanın girmemesi için işaret ederek uzaklaştı.
Geri geri çıkan Mahfer arabasını ilk boşluğa park edip aşağı indi.
Dükkan camlarının arkasından olanları izleyen esnaflara gözü takılmıştı. Ayak-larını yere vurup ayakkabısındaki karı dökerken kapı kendiliğinden açıldı.
Mahferin beresinin kenarından dışarı taşan Afrika örgüsü saçlarını bir süre süzmüştü ellili yaşlarındaki adam.
“Buyurasın ablam.”
“Merhabalar. Ne oluyor ilerde?”
“Örgütten üç kişi hastaneye inmiş. Oradan buraya gadar govalamış polis. Şimdi Özel Harekat geldi okulu sardı-lar.”
“Hayırlı işler.” diyen Mahfer zaman kaybetmeden emniyet şeridinden olayı izleyenlerin yanına yaklaştı. Eteği diz-lerinin altında şık giyimli bayanın yanı-na yaklaştı.
“Merhabalar. Öğretmensiniz galiba?”
Mahfer’in çekik gözleri bu soğuk hava-da içini ısıtmıştı.
“Evet kızım öğretmenim.” derken korku dolu gözleri okuldaydı.
‘Sorup gideyim.’ diye düşünen Mahfer bir adım daha yaklaştı.
“Hocam bir şey sorabilir miyim? Oku-lunuzda Rabia isminde bir çalışan var mı?”
“’Çalışan' derken, öğretmen mi?”
“Herhangi bir çalışan.”
“Kızım bir tane Rabia var o da şuan rehin alınan sınıfın Hocası.” dediğinde arkasını dönüp hızla uzaklaştı.
“O olmasın, o olmasın. Ne olur o olmasın Allah'ım. Bizim Rabiamız. olmasın.”
Aklındaki dönen olumsuz senaryolar yanık omzunun seğirmesine sebep oluyordu. Elinde ne okul ismi vardı ne de, Rabia'nın soyadı. Diğer gittiği okullarda da Rabialar olmuştu ama bizim Rabiamız çektiği acıların derin bir izini taşıyordu.
Atilla, Rabia'nın geçmişte yaralandığını görmüş tertemiz yüreğindeki sızı yaş olup akmıştı kapalı gözlerinden. O, Ali Abisinin tek çaresiydi.
Sonrasındaki attığı büyük gülümseme Rabia'nın okul bahçesinde yeni kardeş-leri ile oynadığı kartopuydu.
Etrafı kontrol ettikten sonra Mini Cooper'ın bagajını açan Mahfer silahını beline takarken onca Özel Harekat Timinin arasında okula nasıl gireceğini düşünüyordu. Kör cephesi olan kuzey cephesinde sadece üç Özel Harekat polisi vardı. Birini dahi aşsa okula rahatlıkla girebilirdi ama üç polise doğru yüzü kapalı yaklaşırsa durdu-rulması kaçınılmaz olurdu. Yaklaşıp etkisiz hale getirse o polisin mesleğin-den olacağını, daha da kötü aşağıla-nacağını iyi biliyordu. Geriye tek bir şey kalmıştı.
Yuvayı arayıp yardım istemek. Onun ismine verilen kod'dan dolayı arama-sında bir mani yoktu. Tek korkusu Kor-han Komutanın telefonu açmasıydı.
Okulun önündeki Timlere bakıp numa-rayı tuşladı.
“Alo!”
Tek çalmada açılan telefona kirpiğin de asılı kalan kar tanesini silip cevap verdi.
“Efruz 620.”
Bu Hz Hatice (r.a)’nın vefat ettiği tarih-ti.
“Hemen bağlıyorum efendim.”
Santraldeki Mit görevlisi arayanın Mu-hafız olduğunu verdiği koddan anla-mıştı. Çalan telefonu bir bayan açmıştı.
“Efruz arıyor.”
Karşıdaki ses biran dondu kaldı.
“Efruz arıyor. Kimsiniz isim verin.”
Karşısındakinin burnunu çektiğini du-yabilmişti.
“Ko... Komutanım. Benim... Benim Akşın.”
Bu isim Mahfer'in özlemle gülümse-mesine neden olmuştu.
"Ak kız, pak kız, akça kız. Özlemişim seni.”
Karşısındaki ses yakınında olsa boynu-na atlayacağını ve eskiden olduğu gibi öpücük yağmuruna tutacağını iyi bili-yordu. O sulu öpücüklerin ıslaklığını yanağında hissetmişti bile.
“Bi... Bizde çok özledik Komutanım.”
Karşısındakinin ağlamaklı sesi gülüm-semesini hüzne çevirmişti Mahferin.
“Neyse; acil yardımınıza ihtiyacım var Akşın. Mardin de üç tane köpek hasta-neden kaçıp orta okula sığınmışlar ve bir sınıfı rehin almışlar. Rehin alınan sınıfın öğretmeninin ismi Rabia. Etraf Özel Harekat Polisiyle dolu. Beni bir şekilde o okula sokmanı istiyorum.”
“Anlaşıldı Komutanım. Hemen döne-ceğim.”
Telefonu cebine koymadan geldiği okul kapına doğru devam eden Mahfer, geçmişte Serpil ile olan anılarına dal-mıştı. Serpil onun bir alt devresiydi ama Mahfere yakın, derdini, sıkıntılarını an-lattığı tek kişiydi.
Telefonun titremesi ile bekletmeden aç-tı.
“Komutanım. Özel Harekatı yöneten Emniyet Amiri Halim Tokgöz var. Onu bulun ve müzakereci olduğunuzu söy-leyin. Halim Amir sizin o köpeklerin yanına gönderecek. Başka bir emriniz var mı?”
Emniyet şeridinin nöbetini tutan polise doğru yaklaşırken cevap verdi.
“Tamamdır kardeşim teşekkür ederim. Eskisi gibisin; heyecanlanınca seri ko-nuşamıyorsun.”
“Sizde operasyon başlarken hala dişlerinizi üç defa birbirine vuruyor musunuz?” deyip gülümsedi eski dostu.
“Kurduz biz. Kavgaya girince havla-maz diş vururuz. Girincede çeniletiriz” deyip dişlerini üç defa birbirine vurma-sı bunu duyan Serpilin gülmesine Polisin ise Mahferin yüzüne bir süre teplisizce bakakalmasına neden oldu.
“Çok mu üşündün bacım o nasıl diş vurmak öyle?”
Telefonu cebine koyan Mahfer.
“Müzakereciyim ben ismim Mahfer.” deyip Özel Harekatçının kütüklüğün-deki telsizden konuşmasını seyretti.
“Buyurun geçin.” diyen Polis emniyet şeridini yukarı kaldırırken Mahfer'in gözü okuldaydı.
“Halim Tokgöz'ü nasıl bulabilirim?” dediğinde Polisin işaret etmesi aynı anda oldu. İşaret edilen yöne baktığında elli metre ilerden el kaldıran Polisi gördü. Bu kısa koşuşu onun ciğerlerini etkilemese de öyle görünmesi gerekti-ğini düşünüp nefes nefese elini uzattı.
“Merhaba ismim Mahfer.”
“Özbek misin sen?”
Mahfer böyle bir soru beklemese de göz şeklinden dolayı Türkiye'de sık sık karşılaştığı bir soruydu bu.
“Annem Özbek.” dediğinde Halim Amir elini uzattı.
“Halim Tokgöz. Hoş geldin. Psikolog-sun galiba, kimliğinizi görebilir miyim?”
Mahfer Türkiye Cumhuriyeti kimliğini gösterirken gözü hala okulda, aklı planladığı delilikteydi. Kimliğe üstün-körü bakan Amir uzatırken Mahfer’e doğru bir adım daha yaklaştı.
“Öğrencilerin arasında kaçmak için otobüs istiyor şerefsizler. Normalde ‘Sakın teslim olmasınlar.’ derim size ama içerde 32 tane canımız olduğu için buna mecburum. Allah işinizi rast getirsin Mahfer hanım.” deyip yanın-daki Polise götürmesi için işaret etti.
Mahfer;
“İçiniz rahat olsun.” derken attığı imalı bakış Halim Amirin gözünden kaçma-mıştı.
Okulun giriş kapısında içeri girmek için emir bekleyen aslanların yanına kadar gitmişti. Timin ortasından kendine doğru gelen Polisi gördüğünde durdu.
“İçerdeki muzakereci polis arkadaşı-mızdan bir otobüs ve onları takip etme-memizi istemişler. Muhtemelen öğren- cilerin arasına karışıp kaçacaklar.”
Bu zamana kadar karşısındaki köpek ile müzakere yoluna gitmeyen Mahfer “Tamamdır.” diyebildi.
“O arkadaşın görevini teslim alacaksı-nız.”
Başını sallayan Mahfer yüzünün tek ta-rafı ile hınzırca gülümseyip okula girdi. Montunu ve beresini çıkartıp danışma masasının üzerine koyarak iç cebinden susturucuyu almayı unutmadı. Kemerin arasına sıkıştırdığı yedek şarjörleri de kontrol ettikten sonra merdivene yönel-di.
“La galibe illalah!”
Merdivenleri ikişer ikişer çıkarken susturucuyu takana kadar bir katı arka-sında bırakmıştı bile.
Merdiven boşluğundan yukarı bakar-ken adamların bulunduğu üçüncü katın tavanında bir gölgenin gezindiği gördü. Korkuluğa yaklaşmadan bir katı daha çıkarken yukardaki nöbetçi farkına varıp da uyarmadan kürtçe olarak kendisi söze girdi.
“Heval orada mısın?”
Paniğe kapılan adam merdiven boşlu-na tabancası ile nişan alıp bağırdı.
“Kimsin ula sen, nasıl çıktın buraya kadar.”
“Adım Berfin'dir heval partimizin ilçe teşkilatındayım. Beni başkan gönder-di.”
Mahfer’in kusursuz kürtçesinden emin olan adam silahının pozisyonunu boz-madan konuştu.
“Yavaş yavaş çık yukarı.”
Mahfer’in tek amacı o adam silahı ateş-lemeden, sınıftakileri tehlikeye atma-dan imha etmekti.
Elleri arkada adamla karşı karşıya geldiğinde 25’li yaşlardaki terörist tara-fından baştan aşağı süzüldü.
“Sen nasıl Mardinlisin? Çekik gözlü, böyle tuhaf saçlı mardinli mi olur?”
Adamın silahı Mahfer'in yüzünde biran olsun ayrılmıyordu.
“Annem Japon. Babamla Antalya da tanışmışlar. Onu bırak da; otobüs gel-mek üzere. Gideceğiniz güzergahı hari-ta şeklinde çizdik. Şimdi izin verisen onu çıkartacağım.”
Adam karşısındakine güvenmese bile Kürtçesindeki vurgular saf kan kürt ol-duğunu gösteriyordu. Mahfer'i bulun-dukları kata çıkaranda buydu zaten.
“Tamam hadi oyalanma.”
Mahfer yavaş hareketlerle elini arka cebine atıyormuş gibi yapıp, sadece susturucusunun ucunu beline soktuğu silahını hızla çekip adamı şakağından vururken, elindeki silahın ateşlenme tehlikesine karşı kendini yana savurdu ama beklediği olmamış adam sessizce yere düşmüştü.
İçerdeki iki kişiden birini bile dışarı çıkarması işini iki kat daha kolaylaş-tıracaktı.
Yerdeki adamın dışarı sarkan beynine aldırmadan kaldırırken sınıf kapısını kontrol ettikten sonra omzundaki do-muzu merdiven boşluğundan aşağı bıraktı. Adamın düşerken merdiven korkuluklarına çarpması boş okulda büyük bir gürültü yapmıştı. Hemen duvarın arkasına saklanıp sıradaki avını beklemeye başladı Efruz.
“Gel lütfen. Çık o sınıftan.”
Mahfer’in cümlesin bitmesinden he-men sonra sınıfın kapısı açılmıştı.
“Cemal!”
Ses gelmediğinde kapının arkasından sadece başını çıkartan adam tamamen çıkıp merdivenlere doğru ilerlemeye başladı.
“Ula Cemal neydi o gürültü?”
Cemale oldukça güvenen adam ne kadar silahı elinde olsa da gardını alma-dan geliyordu.
“Cemal!”
Adamın sesi bu kez çatallı çıkmıştı. Sürekli konuşması avının ne derece yakın olduğu yönünde Mahfer'e yar-dımcı oluyordu.
“Cemal!” deyip sol tarafına bakan adam bir çift çekik göz ile karşılaştı.
O, o gözleri görene kadar çoktan boğa-zına bıçağı yemişti.
Adamın yaşadığı şok parmağının tetiğe gitmesini geciktirmişti. Silahını tutup parmağını horozun önüne sokan avcı, horoz ile iğnenin bağlantısını kesti. Nefes borusunu parçalayan avcı bıçağı adamın dar bir yerden nefes almasını sağlarken boğazından ıslık şeklinde sesler geliyordu. Avının boynunu kes-mek için hamle yapan Mahfer, kesilme-diğinde omurgaya geldiğini hissetmişti. Bıçağı çok az geri çekip bir kez daha zorladığında dışarı attıran kan atar damarın kesildiğinin haberini vermişti.
Avcı, adam yere düşmeden merdiven boşluğuna iterken yaklaşıp zemin katta bir önceki cesedi inceleyen polisleri son anda gördü.
“Lan kaçılın oğlum bee!”
Diğer adam düştüğünde aşağıdan iki Polis silahlarını yukarı doğrultup nişan aldığında Mahfer’in tebessüm eden mükemmel ötesi çekik gözleri ile karşı-laştılar.
Sıradaki köpek Mahfer için en tehlikeli olanıydı. Kapıdan çıkmayacağını, ço-cukların arkasına saklanacağını adı gibi biliyordu.
Kapısı açık olan sınıfa yaklaştığında belli belirsiz uğultular geldiğini farket-ti. Çatışma bölgesinde masumların ol-ması bütün Türk askerinin korkulu rü-yasıysı. Mahfer, düşmanına karşı ne kadar acımasız olsa da içerden gelen çocuk sesi yüzünü ekşitmişti. Bu atış en önemli atıştı ve kalbinin hızlanıp elinin titremesine izin vermemeliydi. Derin derin bir kaç nefes alırken kapının sağındaki yazıyı görmesi çatık kaşları-nın kalkıp, yüzünün gevşemesine sebep olmuştu.
5-C
Mahfer, eğer Burak Yüzbaşı tarafından kaçırılmasaydı bu beşinci sınıfın aynı şubesine başlayacaktı.
Geçmişten sıyrılıp cebindeki telefonu çıkartarak ön kamerasını açtı. Yarım açık olan kapının ucundan içeriyi gös-terecek kadar tutarken tek duası ada-mın, telefonun içeri süzülen bir santi-metrelik kısmını görmemesi yönün-deydi.
Telefon içeri süzülmüş Mahfer istediği fotoğrafı almıştı. Tamda düşündüğü, onlara yakıştırdığı gibiydi.
Adam çocukları duvara yaslamış, tesettürlü, siyah bol giyimli Rabia öğ-retmenin şakağına arkasından silah dayamıştı.
Bu durumu tahmin etse de gözleri ile şahit olması oldukça kızdırmıştı.
Mahferin;
“Bırak silahını.” demesi çocukların sesini artırdı.
“SUSUN ULA SUSUNN!”
Mahfer;
“Bak çocuklara zarar gelmeden halle-delim şu işi.”
“NEYİ HALLEDECEN NEYİ, OTO-BÜS NEREDE?”
“Polis kalabalığında dolayı okul bahçe-sine giremedi. Birazdan kapı önünde olur. Tek başımayım izin ver de içeri gireyim.”
“Gel ula gözümün önünde ol.”
Silahını kaldıran Mahfer düşünmeden yavaş adımlarla içeri girdi.
Rabia öğretmen o kadar iri olmamasına rağmen, adam neredeyse tamamen kay-bolmuştu arkasında.
“Çocuklar sakin olun. Yüzünüzü du-vara dönün ve tam köşede birbirinize yakın durun.”
Onlar söylediklerini yaparken;
‘Birde sizin travmanızla uğraşmaya-lım.’ diye geçirdi içinden.
Merhamet abidesi Rabia'nın tek düşün-cesi öğrencileriydi. Boynundan tutup arkasına saklanan adamın nefesini en-sesinde hissetmesine rağmen elini görmediği çocuklarına uzatıyordu.
“Ne olur onlar çıksın. Yalvarırım. Ne istersen yaparım.”
1.60-1.65 boyu vardı Rabia'nın. Belir-gin kaşlarını yukarı kaldırıp imdat dili-yordu karşısındaki tuhaf saçlı kadın-dan. Siyah eşarp, yine aynı renkte bol feracesinin arasında zifiride ortaya çıkan dolunayı andırıyordu yüzü.
“Bırak Öğretmeni!”
Çocuklarda anlamıştı artık bulunduk-ları bu durumun sonuna yaklaştıklarını.
“Nerede ula diğerleri? Ne yaptın?”
Tetiğin üzerindeydi adamın parmağı. Rabia'ya ne kadar yakın olursa olsun adamın omurga yapısını kestire bilmesi için sol veya yukarı bakması yeterliydi Mahfer için. Bu durumla karşılaştığı ilk zamanlarda eğitimlerde yaptıkları güv-en atışları geliyordu aklına ama sayısız kurtulmalardan sonra o görüntüler yeri-ni tecrübeye bırakmıştı. Hayatta hiçbir şey filmlerde görüldüğü gibi değildi. Tetiğin üzerindeki parmak beyni parça-layan mermi çekirdeğinden sebep kası-lıp silahı ateşleye bilirdi. Adamın o lanet silahı Rabia'nın şakağından in-dirmeye hiç niyeti yoktu.
“Öldürüp merdiven boşluğundan aşağı attım.”
Mahfer’in cevabı Rabia'yı daha da kor-kutmuştu. Adamın gözleri irileşirken vücudu birkaç saniyeline donup kaldı.
O, saliselik anı kollayan Mahfer nefesi-ni kontrol altında tutmaya çalışırken dışardan gelen siren sesi adamın ister-istemez sol tarafındaki cama bakmasına neden oldu. Mahfer'in verdiği son nefes adamın ölüm fermanını imzalayan ne-festi.
Ne kadar susturucu takılı olsa da, bilmeyen bir insanın sıçramasına neden olacak boğuk ses sınıfta yankılandı. Ağızı açık olduğu yerde donup kalırken yere düşenin o adam olmasını diliyordu Rabia. Ensesindeki nefesin kesildiğini fark edip yavaş yavaş arkasına döndü.
Yerde yatan adamdan gözlerini çekip beyaz duvardan aşağı süzülen kana baktı. Titreyen çenesi ile bakışlarını Mahfer'in tepkisiz yüzüne çeviren Rabia'nın, o kötü günden bu yana akmayan gözyaşları kendini mutlu ola-cağı bu güne saklamış gibi elinin üzerine akıyordu.
Rabia bulunduğu şoku atlatmaya çalı-şırken Mahfer daha fazla bekleyemedi.
“Kapatın gözlerinizi! Eğer ben açın de-meden açarsanız hepinizi tokatlarım.”
Suçsuz günahsız yavrucaklarda olan kıpırdanma komiğine gitmişti.
“Ha şöyle. Ben ‘Çıkın’ dediğim anda duvardan burnunuzu ayırmadan tek sıra halinde dışarı çıkın.” deyip susturucu-sunu çıkarttığı silahı beline yerleştir-dikten sonra camı açtı.
Elini ağızına atmadan erkekmiş gibi aşağıdakilere ıslık çalması şaşırtmıştı Rabia'yı.
“Aşağıdan çekilin mal geliyor.”
Yerdeki domuzu pencere hizasına kadar sürükledi. Bileğinden tutup kolunu om-zuna attıktan sonra bacağını da kavra-yıp omzuna aldı. Rabia tüm olanları izlerken ağızı hala kapanmamıştı.
Adamı üçüncü katın penceresinden ata-cağını anlayıp;
“Yapma dur!” dediğinde Mahfer'in yır-tıcı bakışları ile karşılaştı.
“Ne oldu kız?”
Hoca'dan ses gelmeyince omzundaki gereksiz yükü pencereden aşağı attı. Aşağıdaki velilerden gelen çıktık sesin sınıfı doldurması;
“İçeri soğumasın.” deyip pencereyi kapatan Mahfer'in umurunda bile değil-di.
“Haydi bakalım. Sıra sizde.”
Gözleri kapalı olan öğrenciler söylene-ni eksiksiz bir şekilde yapıyor, gözlerini açmadan, burunlarını duvardan ayır-madan tek sıra halinde dışarı çıkıyor-lardı.
“Sen bunları ne güzel yetiştirmişsin.” derken en arkadan gelen Erkan'ı başını çevirecekken yakaladı.
“Laann! Bak sıpaya bak.” deyip içer-deki kanlı manzarayı görmeden tek eli ile başını tutup burnunu duvara dayadı.
Öğrenciler çıkmış Özel Harekatın adım sesleri yaklaşmıştı.
“Onlar gelmeden sormam lazım. Nerede doğdun Rabia?”
Rabia'nın gözleri Mahfer’inkilerde takılı kaldı.
“B.Bayır-Bucaktanım ben. Lazkiye.”
Mahfer bir ay sonra sekizinci Rabia da tutturmuştu ama son bir şey kalmıştı.
“Boğazına bakabilir miyim?”
Rabia ne kadar şaşırsa da karşısındaki soğukkanlı cellada karşı çıkma gibi bir niyeti yoktu.
Geçmişe; yine o kanlı güne gitmişti Ra-bia. Polisler içeri girmeden titreyen elleri ile boynunu açtı.
Mahfer düşmanına karşı ne kadar merhametsiz olsa da gördüğü şey, ara-dığını bulduğunun sevincinden mi yok-sa Rabia'nın geçmişte çektiği acılardan mı bilinmez ama gözleri dolmuştu. En son ne zaman gözlerinin dolduğunu ha-tırlamıyordu bile.
“Sensin!”
“Kimim ben, nereden biliyorsun boğa-zımdaki yarayı?” derken Özel Hareka-rın içeri dalmasıyla ellerini havaya kal-dırdı.
“KALDIR KALDIR KALDIR! AT SİLAHINI YERE.”
Elini belindeki silaha atan Mahfer;
“Bağırmayın bağırmayın tamam!” de-yip silahı nazikçe yere bıraktı.
En öndeki iki Polis Mahfer'i kollarını kilitleyip başını yere eğerken Mahfer karşı çıktı. Başını kaldırmaya çalışan kadının kuvveti Polisleri şaşırtmıştı.
"Eğmeyin başımı!”
Rabia’nın gözlerine bakıp gülümsedi Mahfer.
“Buldum seni!”
Merdivenleri sırasıyla inerken Polis-lerin nasihatleri ve tehditleri Mahfer'in gülümsemesine engel olamıyordu.
"Bekle Ali! Bekle geliyoruz.” Derken aşağıdaki montu gözüne çarptı.
“Montumu alın. Çin'den aldım çok pa-halı.”
Kameralardan ve telefonlardan gizle-mek için başına siyah kar maskesi geçi-rilip okuldan çıkartılırken Halim Amir ile göz göze geldi.
“Kimsin sen?”
Cevap vermeyeceğini biliyordu zaten.
“Minibüse götürün.”
Polisler emri ivedilikle yaparken üst mevkilerden ismi gelen Mahfer'i merak ediyordu Halim Amir.
Önden minibüse giren Mahfer moni-törlerin karşısında ilk bulduğu koltuğa oturdu. Bir kaç saniye sonra Halim Amirde girmişti minibüse.
“Kızım sen manyak mısın?”
Gülümseyen çekik gözler sinirli insana sakinleştirici etkisi veriyordu.
“36 yaşındayım. 26 yıldır hep aynı so-ruyu sorarlar.”
“Kimsin sen?”
“Hiç!”
Mahfer'in tebessümü sakinleştirici etki-sini kaybetmeye başlamıştı artık. Kı-zaklı kapı aniden açılırken bir Polis ka-fasını içeri uzattı. Üçüncü timin keskin nişancısı Kadirdi bu.
“Gelebilir miyim Amirim?”
“Gel Kadir.”
Adam Mahfer’i hayranlıkla izliyordu.
“Ne oldu Kadir?”
“Amirim kadın profesyonel.”
“Kadir onu anlamayacak kadar cahil-miyim üç tane köpeği ayağımıza serdi.”
“Amirim o aşırı profesyonel. On iki yıldır keskin nişancıyım. Eğer bir silah rehinenin şakağındaysa o silahı dal-gınlıkla indirip kafasından vurmamız için bize fırsat vermesini bekleriz.”
“Eeee?”
“Amirim pencereden atılan adam o-murilik soğanından vurulmuş. Biliyor-sunuz ki silah şakaktayken şalteri ka-patmak gibi bir şey bu.” dediğinde Halim Amirin, Mahfer'e karşı olan öf-keli bakışları hayranlığa dönmüştü.
“Tamam Kadir sen çık.”
Monitörlerden içeri yansıyan okul kori-dorlarına bakıp derin bir nefes çekerek Mahfer'e döndü.
“Onlardansın değil mi?”
“Kimlerden?”
“Muhafızlardan!”
“Hayır.”
Cebindeki anahtarı çıkartıp kelepçeleri çözdü.
“50 yaşıma geldim. Sizinkilerin yanın-da sönük kalsa da çok çatışmaya gir-dim. Cizre de omuz omuza çakallarla çarpıştıkları timin amirliğini yaptım. Anlat anlat bitiremiyorlar. Gölgesi, Kuyucusu, C4'ü, Kartalı... Birde o Karabasan...” demesi Mahfer'in otur-duğu yerde kıpırdamasına neden oldu.
“Neden bahsediyorsunuz anlamıyo-rum.”
“Tek hayalim onlarla birlikte ufacıkta olsa bir çatışmaya girmek. Karabasan, askerlerini kendine o derece nasıl bağlıyor onu görmek. Ne kadar sor-samda söylemeyeceksin.” deyip hilal bıyıklarını eli ile taradıktan sonra sür-gülü kapıyı açtı.
“Sen anlatmadıkça kendimi kötü his-sediyorum. O yüzden Bakan aramadan ben göndereyim seni. Allah yardımcın olsun.”
Mehfer, bu duruma ne kadar şaşırsa da belli etmemeye çalışıyor, gözleriyle Rabia'yı arıyordu.
“İçerde ifadesi alındıktan sonra bıra-kacaklar. Bu hafta bir daha çağırabilir-riz merkeze.”
Çin menşeli pahalı montunu giyip Halim Amire ilk defa gülümsedi.
“Selamını söylerim.”
“Kime?”
“Karabasana.”
50 yaşındaki adamın yüzünde çocuksu bir mutluluk gülümsemesi peydah ol-du.
Rabia ifadeden ayrılmış cellat'ın yanına gidip gitmemek arasında düşünürken Mahfer'in yardımıyla bu düşüncesinden kurtuldu.
“Gel Hoca buraya.”
“Ne istiyorsunuz benden, boynumdaki yarayı nereden biliyorsunuz? Basit bir öğretmenim ben.”
“Gel kız buraya! O kadar basit olsan ta Çin den gelip peşine düşer miyim?”
Karşısındaki psikopata karşı direnmesi gerekiyordu ama içgüdüleri bunu reddediyordu.
Uzun montunun fermuarını çekip bir-likte yürümeye başladılar.
“Kimsin sen? Polis olsan kelepçe vur-mazlardı.”
Mahfer'in gözüne her bakmasında içi ürperiyordu Rabia Hocanın.
“Demek ki onun gibi bir şeyim.”
“Bütün polisler seni konuşuyordu. Çin-’den geldiğine göre İstihbaratçısın. ”
Cevap vermeyen Mahfer çoktan Mini Cooper'ın bagajını açmıştı. Küçük deri çantayı açıp şırınga ve kan tüpünü çı-karttı.
“Kan almam gerekiyor.”
“Neden?”
“Çok nadir bulunan bir ırkın mensubu-sun. Ankara'ya gidip üzerinde deneyler yapacağız.”
“Olmaz.”
Rabia'nın masum bakışları Mahfer'in muhteşem gülümsemesini ortaya çıkar-mıştı.
“Şaka yapıyorum. Kanı alıp arabaya bi-nelim her şeyi anlatacağım.”
Şırınganın ambalajından çıkartılması bir sakıncası olmadığını gösteriyordu. Karşısındaki canavarın üç adamı öldürmesini de hesaba katması denileni yapmasına ikna etmek için yetiyordu.
Kanı tüpe aktaran Mahfer cebine ko-yup bir şey söylemeden arabaya bindi.
Rabia;
“Efe abiyi aramam gerekiyor.”
“Efe kim?”
“Beni bu yaşıma getiren bir Astsubay Abim.”
“Astsubay?”
"Evet.”
“Ara o zaman.”
Marşa basan Mahfer şaşkınlığını kısa sürede atmıştı.
Ankara da seminer olduğunu söyleyen Rabia uzatmadan telefonu kapatttıktan sonra Mahfer'e bakıp;
“Eeee anlatmayacak mısın nereye gidiyoruz?” derken gözlerini özenle örülmüş saçlarda gezdirdi.
“Neden olduğunu sorma bende tam olarak bir şey bilmiyorum. Ankara da güvenli bir eve yerleştirileceksin. Sonuç kesinleştiğinde her şeyi birinci ağızdan öğreneceksin.”
“Kan ne için?”
Ona bakıp gülümseyen güzel gözler bu kez korkutmuştu Rabia'yı.
“Tadına bakacağım!”
TALHA'dan...
Viran bir evde yaşasanız da, iki lokma-ya muhtaç olsanız da huzursuzluğunuz aynı kötü tadı veriyor; yalılarda, mil-yonluk arabanızın içerisinde olsanız da.
Biz gibi!
Altımızda her insanın hayalini süsleyen bin beygirlik jip var ama Rabbim yok-sul, zengin demeden verdiği huzursuz-luktan bizde nasibimizi alıyorduk. En gevezemiz Çağlar'ın bile ağızını bıçak açmıyordu. Altımızdan kayıp giden yo-lu izliyordum ama ne karanlığı gözüm görüyordu nede savrulup giden tabe-laları. Ali'nin ön koltukta aracı süren Çağlar ve Çağatay'ın didişişini izlerken ki attığı sessiz kahkahaları eksikti, dizimize, vurup ‘Sabır' deyişi, canı kaynadığında başımızı çekip bastığı göğsü eksikti.
Yaşımız aynı olsa da Ali bizden büyük-tü. Sabrı büyüktü, dostluğu büyüktü merhameti büyüktü. Hayat onu daha on yaşında kocaman bir adam yapmıştı.
Ön koltuktaki Korkut'un sesi ile derin bir iç çekip, düşüncelerimden arabanın içine döndüm.
“ Ne olacak şimdi?”
Çağlar;
“Ne ‘Ne olacak'?”
“Ali ne olacak, ne yapıyordur acaba şimdi?”
Çağlar;
“Yatağında oturmuş Kuran okuyordur.”
“Kağatun Ana polikliniğe yatırmakla doğru mu yaptı sizce?” derken başını çevirip yüzüme baktı.
“ Sen ne diyorsun kardeşim?”
“Ali'nin durumunda olanlara ömrünü adamış bir doçent o. En iyisini bilir.”
“Haklısın.”
Konuyu değiştirmek umudu ile;
“Ali bir şekilde iyileşecek. Siz onu bırakında üç kişiyi getirmek için altı-mızı birden görevlendirdiler.” deyip arkamızdan gelen Çağatay, Alp ve Turgay'ın bulunduğu araca göz attım.
Çağlar;
“Çok tehlikeli ve kurnaz olduklarını söyledi Doğan Baba; ama ben ondan olduğunu zannetmiyorum.”
Çağlar'ın kurduğu cümledeki imayı ben gibi Korkut da yakalamıştı.
“Çağlar başlama yine!”
“Ya ne oğlum?”
Alaganımız’ın ada da sarfettiği sözler Çağlarda kabuk bağlamayan bir yaraya neden olmuştu.
Korkut;
“Ciddi değildi.”
Başını Korkuta çeviren Çağlar sorgula-yan gözlerle bir süre seyretti.
“Ne ciddi değil? ‘Sizde Samedimi, Ömerimi, Boramı, Kenanımı, Oğuz-umu, Sinanımı, Korayımı göremedim' demedi mi?”
Sabredemeyip araya girdim.
“O, o anlık öfkeydi. Hem; ‘Kalbimdeki o kırıklığı almanız zaman alacak.' ta dedi. Belki o kırıklık gitti. Belki de gittiğimiz o evdeki üç kişi gerçekten tehlikeli. Daha yolun başındayız, daha onlar kadar tecrübeli değiliz. Bakalım neler gördüler neler yaşadılar da Alaganımız öyle söyledi bize. Utar Abi neler yaşamış oğlum baksana. Kudüs de bile küskündünüz Çağatay ile. Sırf Şehit olan arkadaşı ile küskün oldukları için konuşmaya, gülmeye tövbe etmiş adam. Kafanızı toplayın işimize odak-lanalım.”
“Sende haklısın.” diyen Çağlar otoban-dan çıkıp orman yoluna girdi.
“Üç kişiler ve bir dağ evindeler. Son üç kilometre cankiler.” dediğinde gülme-me Korkut da eşlik etti.
“Ne gülüyonuz la?”
Korkut;
“Kızıyorsun ama sırf bu yüzden seni herkes Koray Komutana benzetiyor.”
“Neden?”
“O da ‘Bro, Kanki, kanka' diye konuş-tuğu için.”
“Neden kızayım oğlum ona benzemek şereftir benim için. Keşke onun gibi olabilsem?” dediğinde ikimizde Çağ-lara baktık.
“Yok lan onun için söylemedim. Alagan'ın söyledikleri hakkında yumu-şadım. Ciddi ciddi keşke Koray Komutanlar gibi Kara Muhafızlık görevinde nirvanalara ulaşsam.” deyip vites küçültürken devam etti.
“Neyse adını fazla anmayın. Gölge bu; burnumuzun dibinde bitiverir.”
Yol bitmiş farlarımızı kapatırken göğ-sümüzdeki kameranın düğmesine basıp telsizlerimizi açtık.
"O değil de; şu düşmanı sağ almak hiç hoşuma gitmiyor.”
Arkamızdaki jipten inen Turgay'ın bu sözüne bütün tim katılıyordu.
Işıklarını gördüğümüz dağ evine intikal ederken cebinden çıkarttığı mandalina-yı soyup kabuklarını cebine dolduran Çağlar her birimize uzattıktan sonra kendi payına kalan iki taneyi ağızına attı.
“Çok basit. Gidip sağlam bir dayak ata-cağız bayıltıp arabaya kadar taşıyaca-ğız.”
“Çok konuşmada yürü lan zirzop.”
Doğan Komutanın telsizden gelen sesi Çağlar'ın mandalinayı çiğnemeden yutmasına sebep oldu.
“Ula ula! Sırtıma vur.”
Ben Çağlar'ın sırtına vurarak iri lokma-yı yutmasına yardımcı olurken o eve bakıp maskesini indirdi.
“Sende anca beni duyuyon Komuta-nım.”
“Sus lan. Aynı Gölge'ye benziyorsun.”
“Valla mı?” deyip dikleşti.
“O da yürürken ya bir şeyler yerdi ya da durmadan konuşurdu. Çene çene çene. Ne lan bu erkek adam bu kadar konuşur mu?”
Çağlar'ın verdiği cevap Doğan Komu-tanı delirtmek için her birimizin kıkır kıkır gülmesine neden olan bir ham-leydi.
“Komutanım işime konsantre olamıyo-rum. Bu muhabbeti burada keselim eve yaklaştık.”
Tek dizimizi yere koyup yüz metre uza-ğımızdaki taş duvardan yapılmış iki katlı neredeyse dört yüz metrekare olan villayı seyretmeye başladık.
Alp;
“Sen nasıl bir zenginsin ki dağ başına villa yaptın?”
Alp ile birlikte her birimiz bunu düşü-nüyorduk.
Çağatay;
“Bırakın şimdi onu. Komutanım emri-niz nedir?”
Bekletmeden emirlerini bir bir sıra-lamaya başladı Doğan Albay.
“Evin her bir tarafına sızın. Çok uzun olmamak kaydıyla gözlemleyin. O üç kişiyi birlikte görmeden harekete geç-meyin. Unutmayın bu adamlar çok tehlikeli. Askerlikten çıkma uyuşturucu kartelleri. Hadi sizi göreyim.”
“Emredersiniz Komutanım.” diyen Çağatay bize döndü.
"Hadi başlayalım o zaman beyler. Kay-bolun.”
Etrafa dağılıp temkinli bir şekilde gidi-yorduk. Mesafe elli metreye düşmesine rağmen herhangi bir hareket gözümüze çarpmamıştı.
“Beyler sensörlü aydınlatma olabilir fazla yaklaşmayın.”
Çağatay bunu akıl edeceğimizi bilse de güvenliğimiz gereği uyarması Alfalığın bir parçasıydı.
30 dakika sonra...
Yarım saatin ardından nihayet bir hareketlilik görmüştük.
Zemin kattaki geniş salonun loş ışığı yandığında gözlerimi kısıp seyretmeye başlarken aldığım görüntü ile telsize yaklaştım.
“1.85 boylarında, siyah giyimli başında siyah bere var.”
“Anla...”
Bir kişinin daha görüntüye girmesiyle Çağatay'ın sözünü yarıda kesmek zo-runda kaldım.
“Beyler diğeri ile aynı boylarda, aynı giyimli, kucağında yastık ve yorgan-larla bir kişi daha geldi salona.”
"Üçüncü hala yok!”
Çağlar'ın sesiydi bu.
Alp;
“O da üst katta uyuyor olmalı.”
Çağatay;
“Mecbur sabredeceğiz beyler. Aşağı-dakiler uyuduğunda içeri giriyoruz.”
“Anlaşıldı.”
45 dakika sonra...
Üniformamızın toprağa basan kısmı zemindeki tüm nemi çekmişti. Çağatay’ın ‘ Yaklaşıyoruz ‘ komutu ile ayağı kalktığımda birbirine giren ka-burgalarımın yerlerine yerleştiğini hissedebiliyordum.
“Beyler önce ben tek gireyim içeri. Baktım altından kalkamıyorum komu-tumla dalarsınız içeri. Kabul edin kavgada en hızlınız benim.”
Çağlar'ın bu teklifi riskli olsa da telsiz-deki sessizliğe bakılırsa herkesi düşün-meye ittiği ortadaydı.
Çağatay;
“Öyle olmaz! Ama içeri sessizce sızıp, gözlemini yapıp hedef tayini yapabili-riz.”
Çağlar;
“O zaman giriyorum.”
Çağatay;
“Anlaşıldı! Bak bir delilik yapma. Sadece adamları net gör ve bize bildir. Özellikle hiç göremediğimiz üçüncü adamı.”
“Anlaşıldı!” diyen Çağlar saklandığı yerden çıkıp sessizce yaklaşmaya baş-ladı. Mesafe on metreye inmesine rağmen sensörlü aydınlatmanın olma-dığına emin bir şekilde sızma başla-mıştı.
Kapı kilitlenmediği için açılması uzun sürmemişti.
“Girdim canki. Bundan sonra konu-şamam.”
Çağlar'ın fısıltısı adrenalinin yolunu açmıştı. Vücudumuzu yutan otlara gü-venip biraz daha yaklaştık.
“Binanın arkasını gözden kaçırmayın oğullar.”
Aramızda olmayan Doğan Albay'ın sesi az da olsa güvende hissettirmişti kendi-mi.”
Alp arkayı kontrol için sürünürken konuştu.
“Arkada iki pencere var. Olası bir hare-ketlilikte buradan gireceğim içeri.”
Çağatay;
“Anlaşıldı.” deyip ön cephedeki büyük camekanı karşısına aldı.
Yaklaştığımızda içerden gelen dalgalı loş ışığın yanan şömineden geldiğini anlamıştım.
“Terasdaki cam...”
Doğan Komutanın sesini işittiğimde patlayan cam ile kalbim deli gibi çırpınmaya başladı. Dışarı fırlayan büyük, kapkara top şeklindeki cismin yere düşüp küfür savurduğunu ve cebinden dökülen mandalina kabuk-larını gördüğümde Çeçen olduğunu anladım.
Fırladığı camdan içeri dalmak için hareketlenen Çeçen'in sesi nihayet du-yuldu.
“UYUYANLAR UYANDI. GİRİN.”
Alp arkadan, Turgay ve Korkut yarı a-çık olan kapıdan, ben ve Çağatay ise Çağlar'ın arkasından içeri daldık.
Şöminenin yüzümüze vuran ışığından kaçınmaya çalışıp salonu gözlerimizle taramaya başladık. Çağatay, Çağlara bakıp işaretle nerede olduklarını sorar-ken Çeçen yaklaştı.
“Beni buradan dışarı fırlattı.”
Çeçen gibi çevik birini o derece uzağa fırlatan Çeçenden üç kat daha çevik olmalıydı. Tüm bunları düşünürken dı-şa doğru çıkık olan şöminenin iki köşe-sinden iki kişi çıktı.
‘Hadi bismillah!’
Yüzlerine kar maskelerini indiren adamlar karşımıza çıkarken gard alma gereksinimi bile duymamıştı.
O fırlamanın hırsını atamayan Çeçen adamlara doğru hamle yapmıştı ki; salon kapısından son sürat içeri süzülen Tulga'nın düşüncesinde havada süzülüp adama etkili bir darbe indirmek vardı ama adamın geri çekilmesiyle hem Çeçen'in hem Tulga'nın hamlesi hüs-ranla sonuçlanmıştı. O da yetmiyormuş gibi diğer adamın daha havadayken Tulga'ya tekme atıp yere çarpması düşmanımızın ne derece profesyonel olduğunu yüzümüze çarpmıştı.
Çeçen, Suskun, Tulga ve ben sıradaki hamlemizi düşünürken salona yeni giriş yapan Gökdoğan'ın mükemmel sürat ile adama koştuğunu gördük. Adam gelen hamleyi karşılamak için pozis-yonunu alırken Gökdoğanın kurnaz-lığını hesaba katmamıştı. Adamın aldı-ğı pozisyon ile kendini sola atan Gökdoğan şöminenin taştan duvarına ayağını attıktan sonra kendini havaya fırlatıp soldakinin ensesine kuvvetli bir diz darbesi indirdi. Karalar içindeki adam yere düşerken daha hamlemizi yapmadan ayağı kalkması bir oldu. Diğer adamın yanına geçecekti ki; İşbara'nın geri geri içeri fırladığını gördük. Aldığı darbenin etkisi ile süratle içeri dalan İşbara, o sürati lehine çevirmeyi geri takla atarak başarmış ve taklasını diğer adama sıkı bir tekme ile sonlandırmıştı.
'Hey yavrum benim beee!’
Gökdoğan diz kapağına, İşbara boy-nuna tekme attığında adam sallansa da kontrolü hala elinde tutuyordu. Diğer adamı etkisiz hale getirmek için bir adım öne atıp kaval kemiğine tekme attım. Esnemeyen kemik beni salon kapısının önüne atarken nefesimi kesecek derecedeki gelen tekme geri savurup Gökdoğan ve İşbara'nın üzerine yığılmama sebep oldu. Onlarda neye uğradığını şaşarken gözümü o sıkı tekmenin kaynağına çevirdim.
Bu bulamadığımız üçüncü ve en iri olan adamdı. Sol eline sağ eli ile yumruk attığına göre de içlerinde ki en enerjik en psikopat olanıydı. Ama bu imkasız. Bu adamların hamlelerimizi bu kadar kolay geri çevirmesi akıl alır gibi değil-di. Doğan Komutan konuşmaz olmuş, telsizden çıt çıkmıyordu.
'Allah’ım sen utandırma bizi.’
Hem onlar hem biz soluklanırken Çeçenden adamlara karşı giden ikaza eminim kendi bile inanmıyordu.
“Teslim olun.”
Bu çağrı ile üç kar maskeli adam birbir-lerine bakıp üzerimize yürüdü.
Özellikle ortadaki en iri olanına gard alıp almamamız fark etmiyordu. Adam-ların hamlelerindeki kuvvet bizim gar-dımızdan kat kat kuvvetliydi. En son iri adamın Çeçeni havaya kaldırıp duvara çarptığını gördüm. İçine geçen duvar-dan aşağı bir şey döküldüğünü gör-müştüm ama karanlıkta ne olduğunu kestirmemiz imkansızdı. Adam başına iki kişi düşüyorduk ama yaptığımız hamlelerin hiç bir etkisi yoktu.
Nefesini toplayan Çeçen adamın başına doğru hamle yaparken, ters köşe yapıp yere yatarak hamlesini kasıklarına yöneltmişti ama nafile. Adam dizini kırıp Çeçen'in bacak arasına girmesini engelledi.
Dirseğini Çeçen'in başına indirecekken benim karşımdaki adamın duraksama-sından faydalanıp kolunu tutarak arkaya katladım. Adamın o anki muaz-zam hareketi Muhafız eğitiminde kulla-nılacak türdendi. Olduğu yerde geri takla açan adam hem yerdeki Çeçen'in suratına tekme atmış, hem kıskacım-daki kolunu kurtarmayı başarmıştı.
Yüz yüze kaldığım adamın ne hamle yapacağını düşünürken, beni bırakıp şömineye koştuğunda Çeçen'i o anda fark etmiştim.
Yanan şöminenin içine düşen Çeçen çıkmaya çalışırken yakasından tutup odanın ortasına fırlatan adamın bu ana kadar hiç duymadığımız sesi hepimizin olduğumuz yerde felç geçirmesine neden oldu.
“Çık lan şuradan lüllüş.”
Salondaki ölüm sessizliğinde iri adam Çeçeni yanmaktan kurtarırken diğer adam düğmeye basıp ışığı yaktı.
İlk kırılan duvardan dökülen, streçe sarılmış dolarlar gözüme batsa da; asıl hepimizin bütün sinir sistemini altüst eden iri adamın kar maskesi altındaki yüzüydü.
İlk konuşan ateşin içinden çıkan ve hala üzerinde duman tüten Çeçen olmuştu.
“DİKKKAAATTT!”
Sonrasında ise telsiz den kulaklarımızı dolduran Doğan Komutanın özlediği-miz sesi.
“ Selam durun Gölgeye!”
SON... :)
Oylarınızla destek...
Yorumlarınızla yol göstermemiz dileğiyle...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |