
Biliyorum uzun zaman alıyor bölüm atmam ama nelerle uğraştığıma şahit olsanız bana fazlasıyla hak verirdiniz...
Bol zaman ayırıp okuyun. Bölüm 9000 kelimeyi geçti.
İyi zaman geçirmeniz dileği ile...
TALHA ( CEBE )’ dan...
Odadaki tek ses ayağımızın altında ezilen cam parçacıkları ve Çeçen’in içine düşmesiyle daha da korlanan şömine ateşinin çıtırtısıydı.
Komutanlarımız duvardan dökülen balyalara şaşkınlıkla bakarken, biz maskelerimizi çıkartmış hayranlıkla onları izliyorduk. Turgay vurduğu tekmenin pişmanlığı ile arkamıza saklanmaya çalışıyor, Korkut Gölge'nin siyah sweat'i gerdiren geniş kollarına bakıyor, Çağatay diğer maskeli komutanlarımızın arasından bugüne kadar anıları ile büyüdüğü, sırf timin bıçakçısı o diye bıçağa büyük merak sarmasının sebebi olan Karabasan Komutanımızın çıkmasını dilerken, Alp özlemle dolmuş gri gözlerini üç efsaneden alamıyordu.
Oğuz ve Bora Komutan maskelerini çıkartırken, Koray Komutan pantolonunun yan cebinden sigarasını alıp Çeçen’in kalçasında asılı kalan köz parçasından yaktığında gülümsediler.
“Her şey aklıma gelirdi de birinin gö*ünden sigara yakacağım gelmezdi.”
Biz elimizden geldiğince gülmemeye çalışırken elini arkasına atan Çeçen dayanamayıp küçük bir gülümseme attı. Koray Komutan’ın, Çeçen’in gülümsemesine karşılık attığı sahte tebessüm gelecek olan tokatın habercisiydi aslında.
Beklediğimiz gibide oldu.
Çeçen’in ensesine yediği tokat ile sendelemesi komutanların üçünü de gerçekten güldürmüştü.
Gölge;
“Aferin lan zibidi! 1 saat 48 dakikadır bu parayı arıyoruz.”
Onunla birlikte gülümseyen Çeçen;
“Sayenizde, komutanım.” deyip yanan kalçasında elini gezdirdi.
Gölge duvara yumruk atıp delerken;
“Hadi bakalım dağılın evin içine. Adamlar duvarları alçıpanla kaplayıp arasına para zulalamışlar anlaşılan.” dediğinde Çeçen’in dış duvara attığı yumruk inlemesine neden oldu.
“Komutanım burada yok.”
“Orası dış duvar dangalak. Ara duvarlara bakın. Gökdoğan, İşbara! Sizde arabaları getirin. Evin garajındaki bizim araba. Onu da çekin.”
İkisi de aynı anda;
“Emredersiniz, komutanım.” deyip camsız çerçeveden dışarı çıkarken biz evin dört-bir yanına dağıldık.
Heyecanlıydık. Heyecanlıydık çünkü Karabasan’ın Timi ile aynı evde, aynı görevdeydik. Parmaklarım ile duvarın birine tıkladığımda çıkan tok ses ile yumruk attım. Delinen duvarın içerisindeki balyayı gördüğümde dağıtmaya başladım. Duvarı parçalıyor zaman kaybetmemek için çıkan paraları camdan arabaların çekildiği cepheye atıyordum.
Bir oda bittikten sonra diğerine geçiyor, kimi balyaları camdan kimi balyaları merdiven boşluğundan aşağı atıyordum.
Sıradaki kapıyı açıp cep fenerimi içerde gezdirdiğimde banyo küvetinin içerisine istiflenen dört tane ceset ile karşılaştım. Burayı es geçip yan odadaki Korkut’a da yardım ettikten sonra birlikte aşağı indik.
“Tamam mı kurtlar?”
Benden önce Korkut girdi söze;
“Yukarısı tamam Komutanım.”
“Şimdi arabalara yükleyin ganimetleri.”
Dur-durak vermeden tüm parayı araçlara yüklerken paranın bir kısmının kaldığını gördüğümde komutanların Bmw x6 suv aracının koltuklarını yatırdım. Bu sayede komutanlarımızdan en azından biri bizimle gelecekti. Parayı alıp almamak umurumda bile değildi. Benim ve kardeşlerimin tek amacı komutanlarımızın çok özlediğimiz sohbetleriydi.
Tüm para yüklenmiş daha araçlarımıza binmeden Koray ile Oğuz Komutanımızın takışması yüzümüzü güldürmüştü.
“Ben Çağatay ile bizim arabayla geliyorum kayınço.”
Koray Komutan’ın çattığı kalın kaşları karanlıkta bile rahatlıkla fark edilmişti.
“Bana ‘Kayınço’ deme ağızına sı*arım ha!”
2 saat sonra Yuva...
SERPİL'den...
Yüreğimiz kıpır kıpırdı. Esma da benimle birlikte yerinde duramıyor nereye tıkladığını bilmeden mause'u masanın üzerinde gezdirirken kamera monitörlerinden gözlerini alamıyordu.
“Otursana kızım. Bir o tarafa bir bu tarafa.”
Deri koltukta kitabına dalan Doğan Albay'ın çatık kaşları ile parmağımdan kopardığım deriyi dudağımda bırakıp görüş alanından uzaklaştım.
Tam olmasalar da gelmişlerdi. Oğuz, Bora ve en çok güldüren Koray abim gelmişti. Yüzlerine karşı ne kadar demek zorunda kalsam da; onlara ‘Komutanım’ demek bir nebze uzak hissettiriyordu kendimi. İki gün önce yıllar sonra Vatanına ayak basan ablam ve ağabeylerim hiç olmadıkları kadar bana ve birbirlerine yaklaşmıştı. Mahfer Abla'nın adadan ve ağabeylerimden uzaklaştırmasına sebep olan elim olayı aklıma getirmemeye çalışıp, gayriihtiyari gözlerimi monitöre çevirdiğimde Esmanın gözden kaçırdığı görüntü ile burun buruna geldim.
“Aaaaahhh... Geldiler... Vallahi geldiler...”
Koray Komutan’ın arakasında tim ile durmuş kameraya bakıp kaş çatması istemsizce bağırmama neden olurken Doğan Albay'ın sıçrayıp söylenmesini duymuyordum bile.
“Ödümü kopardın eşek sıpası.”
Oda duramamış ayakta karşılamak için yanıma yaklaşmıştı.
Otomatik kapı açıldığında Koray Komutan bir kez daha duraksadı.
“Selamun Aleyküm. Ben gerçekten özlenen biri miyim bu ne bu heyecan?”
“Tabii ki, komutanım.” derken boynuna sarılmamak için kendimi zor tuttum.
Neyse ki Doğan Komutan hepimizin yerine sıkısıkıya sarılmaya başlamıştı bile.
“Ne demek Komutanım. Tabii ki özledik.” dediğinde üç Alagan'ın da yüzü düştü.
Koray Komutan;
“Komutanım Allah aşkına ‘Komutanım’ demeyin bize.”
“Olur mu öyle şey? Hiyerarşi bu.”
“Hiyerarşide üst rütbenin emrini ezmek var mı?”
“Tabii ki, yok.”
“Eeee... Karabasan emir vermedi mi size; ‘Siz değil biz size Komutanım diyeceğiz' diye.”
“E orası öyle.”
“Bir daha bize ‘Komutanım' derseniz cezanı bizzat ben vereceğim. Sen az çektirmedin bana.”
Doğan Komutan verecek cevap bulamamış bıyıklarından fark etmek zor olsa da üst dudağını ısırmakla yetinmişti.
“Tamam la tamam. Hadi geçin oturun.”
“Emredersiniz, komutanım.” diyen Gölge gözlerime bakıp omzuma küçük bir yumruk attı.
“Sen nasılsın gözümüz?”
“Sağlığınıza duacıyım komutanım. Hoş geldiniz.”
Her zaman ki yaptığı gibi Esma’nın saçını eli ile dağıtıp;
“Sende iyisin maşallah.” deyip masanın altındaki koltuğu çekerek oturdu.
Baş koltuk Doğan Albay'a kalmıştı. Onları seyrederken Çağlar’ın yaklaştığını görmemiştim bile.
“Abla.”
“Evet komutanım.”
“Abla yanık kremi var mı?”
“Var var. Mutfaktaki dolapta silverdin olacaktı.”
Hücum yeleğini kalçasını örtecek şekilde plastik kelepçe ile bağladığını görmemezlikten gelip, gülmemeye özen göstererek ecza dolabından istediği kremi getirip verdim.
Bacaklarını birbirinden ayırarak yürürken Koray komutan fırsatı kaçırmadı.
“Serpil bizim yanmaz kıyafetlerimiz yok muydu?”
“Var Komutanım.”
“Madem öyle bu çocuk niye ördek gibi yürüyor.”
Kendinden bahsedildiğini duyan Çağlar yüzünü Koray Komutana dönüp zorda olsa esas duruşa geçti.
“Karşımızdakilerin beni şömineye atacak kadar güçlü olduğunu tahmin edemedim komutanım.”
“Edeceksin. Kimseyi hafife almayacaksın.”
“Emredersiniz, komutanım.” diyen Çeçen yürüyüşünü bozmamaya çalışırken canının yandığı belli oluyordu.
“Eee evlat. Nerelerdeydiniz neler yaptınız? Korhan ile Orhan nasıllar?”
“Herkes iyi Komutanım hamdolsun. Babalarda iyi. Diğer kardeşlerimizde görevleri başında.”
“Ya Rahman! O nasıl?”
“Aslan gibi davasının başında.”
“Hay maşallah. Neler yaptınız bu zamana kadar?” dediğin de Koray Komutan, Bora ve Oğuz Komutanla göz göze geldiğinde sırayı Oğuz Komutan aldı.
“Daha uzun bir zaman da uzun uzun konuşalım Komutanım.”
Doğan Albay'ın moralinin bozulduğu yüzünden anlaşılıyordu.
“Kusura bakmayın benim hatam.”
Bora Komutan dayanamayıp ayağı kalkarak Doğan Albay'a arkasından sarıldı.
“Sen yaşlandıkça alıngan olmuşsun Komutanım. Gerçekten çok karmaşık şeyler. Bize genelde suikast görevleri verildi. Diğer taraftan Rahman, Akbuğ ile ne planlıyor ne yapıyor biz bile bilmiyoruz. Ama kısa zamanda öğreneceğiz.”
“Nasıl yani? Rahman Akbuğ'u gördü mü? Görüşüyorlar mı?”
Oğuz Komutan;
“Evet, komutanım. Görüşüyorlar.”
“Peki sen Oğuz, sen gördün mü babanı?”
Oğuz Komutanın bakışlarından hiç görmediği babasını özlediği yüreğimizi burkacak derecede ortadaydı.
“Hayır, komutanım nasip olmadı.”
“Olsun be evlat. O da olur inşallah. O da seni özlemiştir.” deyip konuyu değiştirdi.
“Eee ne olacak onca para?”
Alt devreleri olan Muhafızlarda gözlerini gezdiren Koray Komutan;
“Yüzde ellisi adaya, yüzde otuz yeni açılan hastanemizin eksiklerine, yüzde yirmide yeni Kara Muhafızlar’a ganimet olarak dağıtılacak.” dediğinde Çağatay söze girdi. Onun kadar diğer kardeşleri de şaşkındı.
“Biz ne yapacağız komutanım o kadar parayı?” dediği anda pişman oldu.
“Sana kim söz verdi lla? Biz ne diyorsak o. İster git bir yere bağışla ister istediğin gibi harca.”
“Emredersiniz, komutanım.”
Koray Komutan ayaklanıp yüzüme baktı.
“Hadi o zaman. Çocuklar siz paraları garaja yıkın. Bizim maliyeden sorumlu arkadaşlar gelip ayrılan paraları yerlerine teslim edecekler.”
“Emredersiniz, komutanım.” dediğimde tekrar söze girdi.
“Akşam 20:00 de restoran sadece Muhafızlar ve bize yakın Özel Harekatçılar için kapatılacak. Karabasan’ın geleneğini o da buradaymış gibi devam ettireceğiz.”
Bu sürprize gerçekten ihtiyacımız vardı.
“Komutanım.”
Az konuşan Çağatay'ın bugün dilinin çözüldüğü ortadaydı.
“Alaganımızla olan anılarınızdan anlatırsınız değil mi?”
Koray Komutan, Doğan Albay'ın elini zorla da olsa öpüp kapıya yöneldi.
“Ben beleşe et var diyorum sen anı diyorsun.”
Saat 19:30 Asutay Restoranı...
YAZAR'dan...
Saat yaklaştıkça restoranın içi ayaz kokmaya başlamıştı. Mutfağın kapalı kapısından süzülen mangal kokusu barutu andırıyordu Çağıl Teyzeye.
“Mehlika. Gel kız buraya.”
Okul harçlığı için part time çalışan genç kız tezgahın diğer tarafından koşar adım yaklaştı.
“Buyur abla.”
“Şoförlerden kim gitti Melike'yi almaya ?”
“Şoförlerden değil. Alp bey almaya gitti.”
Kaşlarını çatıp, gamzesini çıkartarak imalı bir bakış attı Mehlikaya.
“Ha şöyle ‘Bey’ diyeceksin. Okulunuza bakın önce sıpalar. Aşkla meşkle ne işin olur.”
“Abla abartma Allah aşkına ya. Ne aşkı? Alp'i gören herkes bakıyor.”
“Kız git! Etini bükerim senin.”
Mehlika yerine çekilirken, Çağıl'ın gözleri kapıdan ayrılmazken ilk görünen Koray'ın çocukları Aslı ve Yavuz oldu.
“Yavru Kurtlarım. Hoş geldiniz.”
Yavuz;
“Hoş bulduk Teyze babam geldi mi?”
Aslının kıvranmasına aldırmadan yanağını ısırırken cevap verdi.
“Gelmedi yavrum. Hadi siz geçin masaya.” derken anneleri yaklaştı.
“Selamun Aleyküm Teyze. Koray geldi...” diyecekken yan masadan düşen çatal sesi ile yarım kaldı.
“Hemen yenisini getiriyoruz.” deyip arkasına seslendi.
“Çocuklar! Hanım efendiye temiz çatal getirin.” deyip yarım kalan soruya cevap verdi.
“Gelmedi canım daha.”
“Tamam. Bizimkiler park yeri arıyor gelirler biraz sonra.” dediği anda minikler göründü.
“Oyyyhhh oyyhhh kurban olsun teyzeleri bunlaraağğğ.”
“Teyze çok susadım.”
“Mavili su verir misin benim aslanıma?”
Tezgahın diğer tarafından uzatılan suya parmaklarının ucunda uzanan çocuk dengesini kaybedip bardağı düşürdü.
Gürültüyle kırılan bardağa eğilen Murad ayağı ıslanan bayan ile göz göze geldi.
“Özür dilerim. İstemeden oldu.”
Murad'ın yanağını ellerinin arasına alıp incitmeden yukarı kaldırdı.
“İsmin ne senin?”
“Murad!”
Yanağındaki titreyen elleri hisseden Murad'ın büyük adam edası ile gözlerini kısması kadının toparlanmasına neden oldu.
“Saçlarınız çok güzel.”
“Teşekkür ederim Murad. Senin de gözlerin çok güzel.”
“Teşekkür ederim.”
Muradı kontrol etmek için sıçrayan Çağıl teyze;
“Yavrum var mı bir yerinde bir şey?” deyip bayana baktı.
“Kusura bakmayın.”
“Yok önemli değil.”
Kırılan cam parçalarını garsona bırakan Teyze kapının açılmasıyla arkasına döndü.
“Vay vay vay. Kimseyi görmedim ben...”
Kız hiç bir cevap vermiyor. Sahte kasılmalarla yürüyordu.
“Kız cevap versene!”
“Kimselere de bakmadım.”
“Hiç zorlama teyze. Babamla bana özel o.”
“Senin babanın bıyığına tüküreyim.” deyip sımsıkı sarıldı.
“Hoş geldin Şuram. Hoş geldin Gök Gözlümüz.” dediği anda biraz önceki müşterinin göz altından seyrettiğini gördü. Seyretmesi normaldi ama dolan gözler, titreyen çene hiç normal değildi.
“Şura abla bak. Ablanın saçları ne kadar güzel.” dediğinde o bayan bu kez Şura’nın eşsiz güzellikteki gözlerinde takılı kaldı.
“Merhaba. Afiyet olsun.” diyen Şura, Muradı kolunun altına aldı.
“Evet. Kendisi de saçları da çok güzel.”
Kapı tekrar açıldığında Çağıl Teyze yine kollarını açtı.
“Anaların en doktoru, anaların en şefkatlisi, anaların en tatlısı, anaların en güzel gözlüsü...” derken Zümra’nın da göğsünü kabartarak yürümesi Çağıl teyzenin boş bulunup inler gibi kahkaha atmasına neden oldu.
“Biraz önce Şura'da aynı sen gibi tepki verdi.”
İnsanın ruhunu rahatlatan gülümsemesini takınan Zümra, Çağıl teyzeye sarılıp, kızı Zehra'nın elini tutup masaya geçerken Çağıl teyzenin döndüğünü gördü.
“Vay vay vay... Yeğenlerin en çirkini, en psikopatı, en fırlaması...” derken Koray'ın;
“Tamam gı dur milletin içinde.” demesi ile gülmesine kaldığı yerden devam edip sarıldı.
“Oyyyy... Nerede kaldınız siz?”
“Geldik işte. Ver elini öpeyim.” dediğinde hala gülümsemeye devam eden Çağıl teyzenin anında suratı asıldı.
“Oha sıpa. Üç yaş var aramızda.” deyip Bora’ya yöneldi.
“Üç değil dört.”
“Hayır üç.”
“Dört!”
“Üç!”
“Abla Allah aşkına uyma şuna.” deyip tartışmayı sonlandıran Oğuz oldu.
Herkes tek tek masayı doldururken Ali göründü.
Herkes ona dikkat kesilmişti. Koray'ın ‘Alim' demesi güzel saçlı müşterinin anında Ali’ye bakmasına neden oldu. Bu Koray ve diğerlerinin oldukça dikkatini çekmişti. Ali ile hasret giderirken, Özel Harekatçılar girerken, Şehit Kayhanlarının biricik kız kardeşi Melike ve Alp içeri girerken Koray, Oğuz ve Bora'nın kimseyi görmeyen gözleri o kadındaydı.
Çağıl;
“Garsonları gönderdim. Sadece Mehlika, Mavili ve bir müşterimiz kaldı. Bizim kızlara uzağız zaten özel konuştuğumuzda duymazlar. Müşteride tabağını bitirmek üze...” derken Koray susturdu.
“O müşteri ne yiyor teyze?”
Şaşkınca bayana bakan Çağıl halini bozmadan cevap verdi.
“Bonfile.”
“Az pişmiş mi?
“Ne ala...”
“Teyze az pişmiş mi?”
Koray’ın nadir gördüğü ciddiliğinden korkmuştu Çağıl teyze.
“Evet.”
“Kanlı mı?”
“Ev... Evet çok az pişmiş.”
Koray da az gördükleri bir şey daha olmuştu. Gölge’nin dolan gözlerini gören masadaki herkes o bayana baktı.
“O gitmezse biz ona gideriz.” diyen Koray’a, Çağıl Teyze ‘dur' bile diyememişti.
Bayanın masasına değil de hemen sol çaprazındaki masaya oturdu.
Oğuzun da; “Allah'ım ne olur o olsun.” demesi ve Bora'nın “İnşallah” diye cevap vermesi merakları gitgide kabartmıştı.
Zehra ve Murad’ı yerleştiren Zümra, Koray'ın yanına giderken, Çağıl, Bora, Oğuz ve Şura da onu izledi.
Tam söze girecekken kapıdan girene başlarını çevirdiler.
O gergin ortamda kimse Serpil'i karşılamamıştı bile. Gülümseyerek giren Serpil, Koray'ın dik dik baktığı kadının yüzünü gördüğünde titreyen elinin tersi ile ağızını kapattığı anda gözleri doldu.
Zümra;
“Ne oluyor?” dese de Serpil dahil kimse cevap vermiyordu.
Etrafına toplananlara aldırmayan bayan kanlı etini lokma lokma keserken sadece bıçak sesinin yayıldığı ortamı Koray bozdu.
“Neden söylemedin?”
Bayan başını kaldırıp Koray'ın gözlerine bakamıyordu bile.
“Umurunda mı?”
“Koray ne oluyor kim bu bayan?”
Kübra'nın soruyu sorduğu anda maruz kaldığı bakışlar Koray'ın değil Gölge'nin bakışlarıydı.
“Kübra.......Sus!”
Kadın parçaladığı etleri neredeyse kıyma yapmıştı ama yemiyordu.
“Hiç birimizden helallik bile almadan gittin.”
Gölge’nin sesi ne kadar gürse kadının sesi o kadar kısık çıkmıştı. Ama yine de gözlerine bakmıyordu.
“İzin verdiler mi sanıyorsun?”
Elini masaya vuran Gölge, bayan hariç herkesin sıçramasına neden oldu. Sesi restoranı inletiyordu.
“BENİM BİLDİĞİM EFRUZ O ADAYI YAKAR YİNEDE KARDEŞLERİNDEN HELALLİK ALMADAN GİTMEZDİ.”
Serpil'in ağlaması hıçkırıklara dönerken, çatalı ve bıçağı bırakan Mahfer'in gözleri bir kaç saniye tabağında takılı kaldı. Ağlarım diye bakamadığı gözlere sonunda baktı.
Oğuz’un dolan gözlerine baktığında adada kestane toplarken attıkları kahkahalar geldi, Bora’nın acıdan ekşiyen suratını gördüğünde, yan yana yatıp ateş ettiği 1300 metre atışları geldi.
Koray...
Koray bambaşkaydı onun için. Onun dolan gözleri kandan daha acıydı. İstemediği olmuş ağlamaya başlamıştı.
“Ssen... Ssiz... Siz beni neden aramadınız? Bana Türkiye yasaktı. Size Kosava'yı kim yasakladı.”
Oğuz;
“Sen ve timin Kağan’ın Emir Muhafızıydınız. Sen hala öylesin. Bize de ona yaklaşmak yasak.” dediğinde Timi’ni telaffuz eden Oğuz'a bakan Mahfer'in ağlaması daha da yoğunlaşmıştı.
“Timim gitti Oğuz. Timim Şehit oldu...”
Mahfer ile birlikte Serpil’in, Zümra'nın, Kübra'nın, Şura'nın ağlayışları hıçkırıklara dönerken Koray ayağa fırlayıp kolundan tutarak yasağı, günahı unutup Mahfer'in başını göğsüne bastı.
“TİMİMİ YAKTILAR DEDEEE... Gözlerimin önünde yaktılar. Bağıramadılar bile. Birini olsun çıkaramadım Oğuzzz.”
Çağılın işareti ile Mutfağa giden Mehlika ve Mavili hariç herkes ağlıyordu. Zümra'nın bacağından derman kesilmiş, akan gözleri Koray’ın kollarında kuş gibi çırpınan Mahfer de, koltuğa bırakmıştı kendini. Yaşadığı sürece bu haykırışların, bu acıların hayatından çıkmayacağını biliyordu. Kendini Mahfer'in yerine koyamıyordu bile.
‘Allah’ım ne büyük bir acı.’ diye geçiriyordu içinden sadece. Mahfer'in acısını alamıyordu, kanayan yarasını dindiremiyordu.
Zor bela kalkıp geçmişte bir defa gördüğü Mahfer'i, Koray'ın kollarından alıp acısını çekercesine sarıldı.
“Ne olur ağlama.”
Kendini biraz olsun toparlayan Mahfer, Zümra ile göz göze geldi.
“Büyümüşsün. Büyümüş Anne olmuşsun Komutan kızı.” dediğinde daha 13 yaşlarında ada da gezerken rastladığı Mahfer tekrar geldi gözlerinin önüne.
Aşağıdan elini tutan yumuşacık minik el Mahfer'in dikkatini çekti. Kimseye fark ettirmeden oraya kadar gelen Murad, Mahfer kadar Zümra'yı da şaşırtmıştı.
Dizlerinin üzerine çöküp Murad ile aynı seviyeye gelmişti Mahfer.
“Üzülme olur mu?”
Renkleri annesininkilere benzese de, Mahfer o gözlerde Rahman'ı görüyordu.
“Babam gözlerimi öpüp ‘Ömrün boyunca en kötü günün gözlerin kadar güzel olsun oğlum.’ diye dua eder.” deyip Mahfer'in afrika örgüsü kızıl, siyah ve mavi saçlarının kızıl olan kısmından bir tutam alıp öptü.
“Bundan sonraki ömrün boyunca en kötü günün saçların kadar güzel olsun.”
1 saat sonra...
Serpil'den...
Acısına ortak olamadığım, yıllarca özlemini güttüğüm ablamın elini bırakmak istemiyordum. Yemekten sonra içtiği çayı gittiği yerde de yapıyordu belki ama bu masadaki kadar lezzetli olmasının imkanı yoktu. Herkesi tek tek seyrediyor bütün anlatılanlara tüm dikkatini veriyordu. Uzun uzun seyrettim ilk dert ortağımın yüzünü. Yüreği kadar pak olan geniş alnını, komiğine giden bir konuda kısılan gözlerini kırk yıl yarenini beklemiş bir aşık gibi her detayını izliyordum.
Efruz kod adlı Mahfer ablam adanın efsanelerindendi. Alaganımızla birlikte gittiği ilk görevinden dolayı ‘Dişi Karabasan' olarak anılırdı adada.
Kısa bir sürede olsa Karatepe de eğitim alan ilk ada muhafızlarındandı.
Koray komutanı sevmiyor gibi görünse de sakınmadan canını vereceğini biliyordum. Adadan, hatta Türkiye Muhafızlarından neden uzaklaştırıldığını, o uzaklaşmaya sebep olan kişi bile bilmiyordu.
Koray komutanın ismimi anması ile dikkatimi ona verdim.
“Serpil. Rahman duyarsa bir şey demez muhtemelen ama Kağan'a bunu yapanlara iki arkadaş gönderelim. Sınırını aşmayacak, nerede duracağını bilecek iki arkadaş olacak ama.”
“Abi tamam ben hallederim sakın siz karışmayın. Bak sen geldin diye geldim bu sofraya pişman etme beni.”
Kağan ne söylerse söylesin kolundaki alçıyı dudağındaki patlağı gören Koray Komutan için hiç bir önemi yoktu.
“Oğlum sen sus lan! Diğer kolunuda bana kırdırtma. Şimdi şu kapıdan girip seni böyle görse ben ne diyeceğim Abine?” deyip gözlerindeki kinle Kağan'ı seyreden Mert'e döndü.
“Mert sen karışmayacaksın. Sen otur polisliğini yap. Saçma sapan şeylerden uzaklaştırma derdine girme. Akıllı uslu bir kardeşimiz gider halleder.” dediğinde araya giren Mahfer;
“O iş bende. Ben hallederim.” dediğinde Koray Komutan yan yan bakarken sesli gülmemek için dudaklarımı birbirine kenetledim.
“’Akıllı uslu' dedim gı. Sen ne alaka?”
“Ben hallederim Dede.”
Koray Komutan;
“Hayır.”
“Evet.”
“Hayır Mahfer sen gitmeyeceksin.”
“Gideceğim.”
“Ulan bir kerede söze git. Sen gitmeyeceksin.”
“Koray çocukların izliyor sövdürtme kendine. Ben gideceğim.”
Koray Komutan ayağı kalkacaktı ki Oğuz Komutanın dizine elini atmasıyla vazgeçti.
“Ne oldu beni mi döveceksin?”
“Mahfer daha ilk günden yapma böyle. Söz dinle.”
“Sözün başım üstüne ama bu masada en akıllı benim.” demesi ile Oğuz Abi'nin tatlıya uzanan eli havada kalmış, Bora Abi'nin elindeki su bardağına sabitlenmiş gözleri aniden Mahfer'e çevrilmişti.
“Ne oldu haksız mıyım?”
Başını ileri uzatıp Mahfer'e bakan Kağan;
“Hayır siz gitmeyin. ‘Bizi kadına şikayet etmiş.’ demesinler.”
“Kadın senin bab...” derken Karabasan’ın kardeşi olduğu aklına geldiğinde konuşmasını düzeltti.
“...Diyeceğim ama Alagan'ın kardeşisin.” deyip bir kaç saniye düşündü.
“Şimdi sırf ihaleden çekilmen için sana bunu yapanlar mafya değil mi? E sen gibi bakalım kaç tanesine bunu yaptılar böceğim. Senin söylediğinden haberi olmayacak ki.”
Bu düşünce Kağanın aklına yatmış gibiydi.
“Hani siz davanızın dışındaki olaylara müdahale etmezdiniz. Abim burada olsa kılını kıpırdatmazdı bence.”
Kağan'ın her ‘abim' demesinde, Koray Komutan’ın her ‘Rahman’ demesinde Mahfer'in yutkunduğunu görebiliyordum.
“Abini ben kadar tanıyamazsın. O adama kafayı takmışsa bizzat davanın içine çeker. Onda o kusuru bulur emin ol. Koray abine sor.” dediğinde, Koray Komutan belli belirsiz başını salladı.
Mahfer;
“Şimdi sen Serpil ablana galerinin adresini ver. O işi biz kibarlıkla hallederiz.” deyip Koray Komutan’a baktı.
“Vallahi bak. Ben konuşarak halledeceğim.”
“Mahfer birde yemin etme Allah aşkına.”
“Gerçekten bak. Gidip bu yaptıklarının bir suç, delikanlılığa yakışmayan bir davranış olduğunu söyleyeceğim.”
“Bu galericilikte de binbir türlü pislik dönüyor. İyi galericilere de kötü gözle bakıyosun.” diyen Çağlar, Koray Komutan’a bakıp toparlandı.
“Özür dilerim Komutanım birden çıktı.”
“Önemli değil koçum da; Abinin o işlere girdiği kesin değil. Şuan Mit takipte. Yarın bir gün belli olur.”
Bu zamana kadar hiç konuşmayan Elvin mesleğinin verdiği alışkanlık ile araya girdi.
“Abin de mi mafya? Neyden şüpheleniyorsunuz?”
Çağatay;
“Ter...” derken Bora Komutan araya girdi.
“Çağların abisi Anakaranın en azılı mafyası ve ona karşı şüphelerimiz var. Kara para aklama ve bu parayı sermaye yapıp, terör örgütleri ile silah alışverişinde aracılık yaptığından şüpheleniyoruz.”
Bora Komutan’ın her kelimesinde Çağlar kat kat yerin dibine giriyordu.
“Sen başını kaldır bak. Bir daha enseni görürsem ben doldururum çocuk.”
“Emredersiniz Komutanım.”
Elvin;
“Net delil olmadan biz bir şey yapamayız ama yakından takip edeceğim söz veriyorum Çağlar. Hem Kağan'ın düştüğü durumu abin düzeltemez mi? Belki arkadaşıdır. Siz hiç girmeseniz.”
Çağlar;
“Ben ondan iyilik istemem abla. Koray Komutan’ın bir emrine bakar. Gider kendim kıl kadar delil bırakmadan kökünü kazır, o galeriyi kan gölüne çeviririm.”
Çağlar'ın bu çıkışı Mahfer'i heyecanlandırmıştı. Hatta ‘Kan gölü' dediğinde ağızının sulandığını bile hissetmiştim.
“Ayyhh bide bana deli dersiniz.”
Kağan'a hep farklı yaklaşmıştır Zümra. Yanından ayırmıyor, gözleri dolu dolu her hareketini izliyor ve Kağan ne kadar istemese de kendi elleriyle yediriyordu. Çatala aldığı bir lokma eti uzattığında daha fazla dayanamayıp başını geri çekti Kağan.
“Yenge vallahi yeter patlayacağım.”
Masanın en masum, en komik diyaloğu da o anda yaşandı.
Ensesine tokatı yiyen Kağan, yenge şiddetinin daha fazla büyümemesi için istemsizce açtı ağızını. Sıkılmışlık ifadesini yüzüne taşıyan kaşları Karabasan’ın ki gibi üçgen olmuştu.
‘Bu çocuk gerçekten çok benziyor abisine.’
Masada yaşananları umursamıyordu. Sinirinden kendi kendine konuşmaya bile başlamıştı Kağatun Ana.
“Annemin suçu ne he. Hadi Rahman’ı kaçırdılar zorla Muhafız yaptılar onu sayma. Sen neden Özel Harekat’a Komiser olursun? Bunu da mimar ettik diye sevinirken mafya ile aynı masaya oturuyor. Aç ağızını.”
“Yenge vallahi yeter.”
Bir elinde Kağan’ın ağızına uzatılmış çatalı tutuyor, bir eli ise şaplak atmak için havada hazır bekliyordu.
“Aç bak yersin tokatı. Şuna bak incecik kalmışsın.” deyip Mahfer'e baktı.
“Abla. Onlara öyle bir şey yap ki; insan içine çıkamasınlar. Benden sana tam destek.”
Mahfer’in gözleri parlamıştı.
“Emredersin, Kağatun ana!”
Hemen ardından konuşulanları ciddi ciddi dinleyen Koray Komutan’ın parmakları ile gözlerini çekik yapıp Mahferi alaycı bir uslupla tekrarlaması koskocaman restoranı kahkahaya boğmuştu. Koray amcasının o halini gören Zehra'nın çığlık atarak gülümsemesi zorla lokmasını yutmaya çalışan Kağan amcasının bile gözlerinden yaş gelene kadar gülmesine neden oldu.
“İmridirsin kiğitin ini. Gerçekten emir dinlermiş gibi.”
Sessizce gülen Mahfer Koray Komutan’ın alnına şakacıktan şaplak atıp;
“Allah canını almasın yamulacaksın.”
Belki yıllar sonra ilk defa bu kadar içten gülüyordu. Gülerken kapanan gözlerinde kardeşlerine olan özlemi, şımaran mimiklerinde uzun zamandır aç kaldığı ilgi vardı. Benim asıl merak ettiğim başka bir şeydi.
‘Kalbin nasıl Mahfer abla. Yarası iyileşti mi?’
Sesli sormamın imkanı olmasa da Zümra'ya attığı şefkatli bakışları emanetinin emin ellerde olduğunun göstergesiydi.
“Eee Ali! Tedavin nasıl gidiyor?”
Mahfer den aniden gelen soruya şaşırmıştı Ali.
“Teşekkürler Abla. İyi gidiyordur sanırım. Sen nereden biliyorsun?”
“Ben bilirim.”
“Ali iyileşecek. Yıllardır yoruluyor. Poliklinikte bol bol dinlenirsin. Hem yeni arkadaşta yapmış kendine hemen. Ondan bahsetsene Ali.”
Yemeğe başladığımızdan bu yana konuşmadı Ali. Ne konuşuyor ne konuşulanı dinliyordu. Günlük bir kilo et ile büyüyen Ali iki lokma ile doymuştu. Masadaki bir noktaya dalıp gidiyordu. Kağatun ananın ana yüreği dayanamıyor sürekli Aliyi konuşturmaya çalışıyordu.
“Annesi ölmüş. Kendini bilmez bir üvey baba ile ortada kalmış. Tedavisi tamamlandıktan sonra çocuk esirgeme kurumuna gidecek.” deyip Alp'in nemli gözlerine baktı.
Mahfer;
“İsmi ne?”
Ali;
“Kucağından düşürmediği el örgüsü, sarı saçlı, kahverengi gözlü bebeğe benzediği için Rapunzel diyorum.”
Zümra;
“Gerçek ismi Merve miydi Alim?” diyen Zümra ağızından çıkana kendi de şaşırmış, masada gözlerini gezdirmişti.”
“Sadece Komutanım bana ‘Alim’ derdi.”
Ali’nin her gülümsemesine herkes istemsizce karşılık veriyordu.
“Meva! Merve değil Meva'ydı ismi Ana.”
Ali'nin dalgalı saçlarına uzanıp dağıtan Zümra;
“Kocamın Alisi. Benimde Alim.” deyip başını öne uzatıp Mahfer'e baktı.
“Eeee Mahfer Abla! Rahmanla anlaşabilir miydin?”
Zümra'nın gözlerine bir süre takılı kalmıştım ama herhangi bir ima sezememiştim. Koray, Bora ve Oğuz Komutanlar’ın gözleri aynı anda takılı kalmıştı Mahfer’inkiler de.
“Alaganımızla anlaşamayan kimseyle anlaşamaz Zümra. Yanlış yaptığın zaman ikinciyi yapmana izin vermez.”
“Sende onun gibi timin bıçakcısıymışsın doğru mu?”
“Onun gibi kimse olamaz.” dediğinde büyük bir bağlılıkla Karabasan hayranı olan, onun hareketlerini, konuşmasını, hatta mimiklerini bile hayatının bir parçası haline getiren suskunluğu ile ünlü Çağatay söz konusu Karabasan olunca daha fazla sabredemedi. Tek isteği hatta bu masaya oturmasının tek sebebi tim arkadaşlarından, onu tanıyanlardan Karabasanı dinlemekti.
“Ben olacağım abla.”
Çağatay'ın bu çıkışına yan yan bakan Mahfer Koray'a bakarak alaycı bir gülümseme atıp yine Çağatay'a döndü.
“Senin yakınından Karabasan’ın elinden fırlayan bıçak geçti mi hiç?”
“Hayır Abla. Birebir görev yapmak, ona yakın olmak nasip olmadı.”
“İlk önce bir şıkırtı duyarsın. Karabasanın o atış anındaki karizmatik hareketini görmek için başını çevirirsin ve yanından rüzgarı yarıp giden bıçağın vızıltı sesini duyarsın daha sonrasında ise kemik sesi.”
Mahfer'in eli biran olsun elinden düşmeyen Gökçen’in tepkisine, gülümseyen herkesin katıldığı aşikardı.
“Ayhhh... Resmen olayı yaşadım. Rahman Abimin Taşkent'ten attığı bıçak önümden geçti sanki.”
“Yani hani derler ya; ‘Kırk tekne ekmek yemen lazım.’ Kırk tekne ekmek yeter mi bilmiyorum ama çok çalışmalısın Çağatay. Koray yatarken Rahman toprağa bıçağıyla kendince planladığı stratejileri çiziyordu.”
Son cümle Koray Komutan’ın sözün sahibi Mahfer'e yan yan bakmasına neden oldu.
“Niye ben gı?”
“Tembelsin.” diyen Mahfer, Kübra’ya bakıp göz kırptı.
“Mahfer bana sataşma gerçekten çok yorgunum.”
“Ne zaman dinçsin ki? Tembelsin oğlum. Çocukların oynamaya gitmişken konuşayım biraz.” derken ilk önce Busra’yı daha sonra Çağları uzun uzun seyretti.
“Kör şeytan; ‘Tut şunun tuhaf saçlarından yerden yere vur.’ diyo. Tavus kuşu kılıklı. Askerlerimin yanında konuşmalara bak.”
“Bana ne?”
“Sana ne olur tabi. Üstünü taktığın mı var? Ömrün dayak yemekle geçti.”
Mahfer;
“Sen çok farklısın sanki. Yediğin dayağı yola döksek İstanbul'a yerli ve milli dördüncü köprüyü yapardık.”
“Çok kötü espri.”
Bu kez sabredemeyip araya giren Elvin oldu.
“Ama siz çok tatlısınız yaa...”
“Teşekkür ederim kardeşim.” diyen Mahfer Asel'e ve kucağındaki oğlu Fatih'e baktı.
“Asel seninle hiç karşılaşmadık biz.”
“Benim görevim genelde İtalya da geçti Komutanım. Ama ben sizi Rahman Komutanımızla Afganistan da gördüm. Suikast sonrası bizim oraya gelmiştiniz o zamanlar 18 yaşlarınızdaydınız.”
Bir şey hatırlamaya çalışıyormuş gibi gözlerini kısan Mahfer işaret parmağını kaldırıp Asel'i gösterdi.
“Sen şu tırnağı patan kızsııın. Parmağın çok kötüydü.”
Asel'in ağızı açık kalmıştı.
“Kom... Komutanım nasıl hatırladınız? Ben bile unuttum.”
“Evet. Hatta arkadaşınızın biri fidan için açtığınız çukura düşmüştü.”
Aniden gülmeye başlayan Asel;
“Sizi seyrediyorum derken çukura düşmüştü evet.” deyip geçmişin özlemini atan bakışlarını Mahfer den bir süre çekemedi.
Mahfer;
“Vay be! Nereden nereye.” deyip bakışlarını Elvin'e çevirdi.
“Sayın savcım! Aniden bir emir gelmezse hepinizi tanımak için fırsatım olacak inşallah. Siz nasıl tanıştınız Bora Beyimizle?”
Bu soruyu beklemeyen Elvin şaşkınlığını çabucak atıp cevap verdi.
“Biz bir dağ evinde tanıştık. Yurtdışında Karabasan tarafından kurtarılıp Bolu’daki bir dağ evinde gözümü açtım. İlk Dudu Teyzeyi gördüm. Sonra Borayı. Oradaki şömineden sıçrayan kıvılcım gün geçtikçe büyüdü.”
“ Ne güzel. Üzme ama kardeşimi. Bora kızınca bağırmaz, ortalığı yıkmaz. Sessizce için için tüketir kendini. Alınmaz diye düşünme sakın. Bir sözüne alınır ama öyle güzel, öyle temiz sever ki sen üzülme diye alındığını sana göstermez bile. O bizim sessiz kuzumuz.”
Zümra;
“Rahman gibi konuştun.”
“Bana hocalarım Dişi Karabasan derdi zaten.”
Şura'nın ilk defa konuşmasını duyan Mahfer herkesten çok ona dikkat kesilmişti. Ona aşırı önem verdiği belliydi.
“Ada da anınızı dinledik abla. Koray Amcama Dede, Oğuz Amcama Dayı diyormuşsun neden? Birde Babama ne derdin?”
“Şöyle anlatayım Şuracım. Oğuz Amcan dayı dayı kollarını açarak yürürdü onun için; ‘Dayı’ derdim. Koray amcanda yaşıtlarından daha iri görünürdü. Ona da bunun için ‘Dede’ derdim. Daha yaşlı yani.” dediğinde Koray Komutan daha fazla dayanamayıp masadan aldığı sivri biberi Mahfer'e fırlattı.
“Peki ya Babama?”
“Böyle kocaman kızın Rahmana ‘Baba’ demesi çok tuhafıma gidiyor. Biz hangi ara bu kadar büyüdük?” derken Koray Komutan’a bakıp tekrar Şura'ya dönerek devam etti.
“Babana; yani Alaganımıza ‘Lala’ derdim Şura. Bildiğim her şeyi ondan öğrendim onunla pekiştirdim.”
“Kağanın emir Muhafızısın. Oğuz Amcam babasına benziyor mu?”
Şuranın bu sorusundan sonra başını heyecanla kaldıran Oğuz Komutanın Mahfere bakışı görülmeye değerdi.
Mahfer, onun bu heyecanına karşı başını yana yatırarak göstermişti şefkatini.
“Aşırı derecede benziyor.”
Konuşup konuşmamak arasında kalan Oğuz Komutana Mahfer yardımcı oldu.
“Sor hadi ne soracaksan.”
“Annemle konuşuyorum sürekli ama o sesini bile duyurmadı. ‘Zamanı var’ diyormuş. Se... Sence beni nasıl karşılayacak?”
“Baban o kadar adaletli, o kadar merhametli ki, ne kadar evladı da olsan seni onlardan ayrı tutamaz onlara göstermiyorsa sana da göstermez kendini. Karşılaştığında da muhtemelen ilk gördüğü yerde güreşecek.” deyip gülümserken, Oğuz Komutanında yüzünde çocuksu bir gülümseme peydah olmuştu.
Elvin Savcı, Mahfer bütün bunları anlatırken geçmişte bıraktığı işkence gibi bir hayatı düşünüyormuşçasına yanakları iki elinin arasında, yüzünde hüzünlü bir gülümseme ile Mahferi dinliyordu.
“Onları o kadar güzel anlatıyorsun ki!”
Mahfer;
“Nasıl yani gelin kız?”
Elvin gülümseyerek devam etti.
“Sanki öz kardeşlerinmiş gibi bakıyorsun.”
“Öyleler zaten.”
Elvin;
“Peki ilk defa bir Muhafızdan bir anı anlatmasını isteyeceğim.” deyip Bora Komutanın bakışlarından onay aldıktan sonra devam etti.
“Adaya gittik. Kara Muhafızların eğitim bölgesi olan Kara Tepe'ye onlar hariç kimse giremez, hatta çevresine bile yaklaşamaz. Bizzat şahit olduğum kadarıyla aşırı derecede korku denecek kadar çekinme var. Sen nasıl aralarına girdin. Bu bir. İkincisi ise birbirinize nasıl alıştınız? Seni aralarına çabucak kabul ettiler mi? İlk karşılaşmanız nasıl oldu? Hiç kavga ettiniz mi?” dediğinde eli hala Mahfer’in ellerinde olan Gökçenden herkesin dikkatini çeken bir tepki yükseldi.
“Oooğğğ !!!” deyip alt dudağını ısırırken Mahfer ile göz göze geldi.
Mahfer;
“Yalnız gelin hanım ikinci soruyu dörde böldün bunu meslek alışkanlığına veriyorum.”
Gökçen’in tepkisiyle daha da meraklanmıştı şirin mimikleri ile kendini Mahfer’e affettirmeye çalışan Elvin.
“N’oldu Gökçen? Neden öyle tepki verdin?”
“Şey... Diğer abilerimi bilmem ama Rahman Abimle ilk kavgası biraz üzücü oldu. Diğer Muhafızlar olmasa büyük ihtimal Mahfer Abla burada olmayacaktı.” derken Zümra araya girdi.
“Gökçen anlatacak mısın? Meraklandırdın artık.”
“İzin var mı abla?”
Mahfer;
“Nasıl istersen ama anlatırken üzülme yok. Ağlamak yok.”
Elvin;
“Neden ağlayasın ki?”
Gökçen;
“Olay babamın mezarının başında oldu. Ama önemli değil alıştım artık. Aksine her masada babamı anmak hoşuma gidiyor. Şimdi... Anlatıyorum hazır mısınız?” dediğinde Zümra yerinden kalkıp Gökçenin tam karşısına Elvin’in yanındaki boşluğa sandalyesini koyarak eltisinin gözlerine odaklandı. Karabasandan dayak yemenin tadını fazlasıyla alan Asel ise kucağındaki Fatih'i Babasına uzatıp, kaşlarını çatarak tüm dikkatini Gökçen'e verdi.
“O zamanlar ben 12 veya 13 yaşlarındayım. Mahfer Abla özel eğitim için tekrar geleli iki gün olmuştu. Babam Şehit olalı da 3 ay olmuştu. Rahman Abimin tedavisi tamamlanmış geleceğinin haberi geldiği için çok heyecanlıydım. Mahfer Abla Kara Tepe'ye yeni yeni alışıyordu. Şimdiki gibi Koray abi ile hiç anlaşamazdı. Onu kızdırmayı çok severdi. Koray Abim bana geldi. ‘Kara Boncuk babanın mezarına gidiyoruz gelecek misin?’ dedi bende ‘Hayır Rahman abimle gideceğim.’ deyip geri çevirdim. Ondan sonra...
GÖKÇEN’ den
Ağustos 2007 Ada...
“...... İyi tamam sen bilirsin. Uçak bir saate iner. Sen bekle o zaman.” deyip burnumdan makas alan Koray Abi arkasını dönüp gittiğinde tüm heyecanımı yüreğime basıp hiç beklemeden uçak pistinin yüksekten gören merdivenlerin başına oturdum. Pistte dizdikleri dubaların arasında akrobatik hareketlerle direksiyon eğitimi alan ada Muhafızları’nı seyre dalarken arkamdan gelen sese döndüm.
“Rahman Abini mi bekliyosun kızım?”
“Evet anne. Ne zaman iner?”
“Beklediğimizden erken geldi. Biraz sonra uçak görünür.”
Annemin daha sözü bitmişti ki pistteki arabalar durup dubalar toplanmaya başladı.
“İşte geldi anne.”
Uçak görünmemişti ama pistte yapılan hazırlık çok bir zamanın kalmadığını gösteriyordu.
“Anne Rahman abimi üzecek bir şey söylemezsin değil mi?”
Annemin üç aydır, Şehadet haberinin ilk geldiği günden bu yana gizli gizli ağladığını kızaran gözlerinden anlıyordum. Onun babama olan bağlılığını, aşkını bildiğim için, içinde bulunduğu yası ömrünün sonuna kadar tutacağını da biliyordum.
“Olur mu öyle şey onun ne suçu var?”
“Rahman Abim vücudunu yaralı yatan babama siper ettiği için o kadar kurşun yemiş biliyor musun? Korhan Dedem; ‘Mevzi al' dediği halde Rahman abim; ‘Onun çocukları var Komutanım.’ deyip durmuş.” dediğimde gözleri dolan Annemin başı ile onayladığını gördüm.
“Biliyor muydun Anne? Bana neden söylemedin?”
“Üzülmeyesin diye kızım. Rahman Abinden de onu beklerdim zaten. O kızılacak bir şey yapmadı ki. Allah onun yaşamasını istemiş. Bunun sebebini de yine Allah'tan başkası bilemez. Rahman abinin ayağının tozu olamam ben.”
“Babamı çok seviyordu. En samimi arkadaşıydı. Rahman abim en çok Babamın yanında mutluydu anne.” dediğim anda uçağın sesi geldi. Geliyordu. Çok uzakta nokta gibi gözüken devasa kuş Rahman abimi getiriyordu bana.
“Gökçen dur bak çok kötü düşersin.”
Annemi duymuyordum bile. Merdivenleri bir bir inerken Babamın, Rahman abimi kovalarken aynı merdivenleri üçer üçer indiğini hatırladım.
Uçak artık iyice yaklaşmış iniş takımlarını açmaya başlamıştı.
“Gökçen daha fazla yaklaşma.”
Yerdeki iniş personelinin uyarısı ile olduğum yerde kalakaldım. Araçlarla eğitim alan Rahman abim yaşlarındaki Muhafızlar beni, ben ise uçağın gitgide alçalışını izliyordum. Süzülürken gördüğümde hızlanan kalbim, tekerlerinin yere değip acı dumanını rüzgara bırakmasıyla on kat daha hızlandı. Uçak yaklaşmış geri dönüş için manevrasını yaparken çırpınan göğsümün durmasına ramak kalmıştı.
Merdiven görevine geçen kapı açıldığında Rahman abimi görme umuduyla başımı yana yatırıp onu aramaya başladım.
‘Hadi artıık...’
Karanlık uçakta, ayakta pilot ile konuşan abimi yüzünü göremesem de krem rengi taktik pantolonundan ve kapı açıldığında içeri hücum eden rüzgarın savurduğu saçlarından tanımıştım.
‘Geliyor...’
İki elimi hızlıca birbirine vurup göğsümde birleştirerek anneme döndüm.
“Anne, abim geliyor!”
Annemi dinlemeden önüme döndüğümde merdivenlerden inmeye başlamıştı.
Daha gözü adanın parlayan güneşine alışmadan koşmaya başlamıştım. Kapkara kısık gözleri aydınlığı kabul ettiğinde beni görüp elindeki çantasını düşünmeden yere attı.
“ZEYTİNİİM !”
“ABİİİMM !”
Beline kollarımı sardığımda abimi gören eğitimdeki Muhafızlar esas duruşa geçti.
Efsanelerin yetiştiği Kara Tepe'nin yeni Alfası Karabasandı o.
Babamın kokusunu, babamın sarılışını, babamın merhametini, babamın güvenini almıştım ondan. Bir ara gözüm anneme ilişti. Elini ağızına kapatmış için için ağlıyor, onu gören Muhafızlar’ın Komutanı Cenk Abi başını yere eğiyordu. Belki oda içine içine ağlıyordu ama yanındaki öğrencilerine göstermek istemiyordu.
Ama bir terslik vardı. Rahman abim ne ‘Nasılsın?’ diye sormuştu nede getirdiği çikolatalı pişmaniyeyi yukarda sallamıştı.
Başımı kaldırdığımda bütün bu olmayanların sebebi ile göz göze geldim.
Ağlıyordu!
Yüzünü benden saklamaya çalışarak ağlıyordu.
“Abi ne olur ağlama.”
Fark ettiğimi anlayıp biraz daha aşağı eğilerek boynumu sıkıca sarmaladığında kendini sıkmayı bıraktı.
Görmüştüm onu! Komutanlar döverken de görmüştüm. Kaçamak olsa da işkence gördüğünde bile görmüştüm. Ailesinin özlemi depreşip yalnız kalmayı istemesinde de; ama Rahman Abim hiç birinde bu kadar sesli, bu kadar içten ağlamamıştı.
Bana sarılmak gördüğü işkence eğitimlerinden, anne özleminden daha çok acıtmıştı canını.
Kendimi geri çekip saçlarında bıraktığım göz yaşımı gördüğümde ağladığımın farkına varmıştım.
“Se- sen bundan sonra bana sarıldığında ağlayacak mısın hep?”
Başını yere eğmiş gözlerime bakamıyordu.
“Gökçen... Gökçen ben yapamadım. Ben kurtaramadım babanı. Yaşatamadım. Yan... Yanına getiremedim Abimi.”
“Yaşatanda, onu bize kavuşturacak olanda onu yaradan Rabbim'dir.”
Annemin sesi ile başını kaldırıp ayağa kalktı. Kendinde annemin elini öpecek yüzü bulamıyordu.
“Abla özür dilerim affet beni.”
Çenesi kilitlenen annem beni aradan çekip Rahman abimin boynuna sarıldı.
“Neyini affedeyim yavrum, neyini affedeyim annesinin kuzusuuu...”
Günlerdir babamın yasını tutan annemin kısık sesi alanı inletmeye yetmişti.
“ALLAH ALDI ONU RAHMAANN! RABBİM AYIRDI BİZİ. SEN ‘O EVLİ BEKLEYENİ VAR.’DEYİP SEKİZ KURŞUN YEMİŞSİN. SEN ONDAN BİR GRAM FAZLA KAN AKMASIN DİYE ÖNÜNE SİPER OLMUŞSUN BEN SENİN NEYİNİ, NE HATANI AFFEDEYİM RAHMAAANNN...” diyen annemin zayıf bedeni daha fazla dayanamayıp Rahman abimin kollarına bıraktı kendini.
“ANNEE!”
“Yenge yapma yenge. Yasemin Abla.” diyen Rahman abim annemin sert düşüşünü engellemek için sıkıca tutup eğildiğinde bir eli kendi beline gitti. Yarası tazeydi ve hala nefesini kesip canını yakıyordu. O ise Rabbim'in, onun her zerresine nakşettiği merhametinin gereğini yapıyor; yere düşen Şehit Eşi’nin incinmesini istemiyordu.
“İÇERDE KOLONYA VARSA GETİRİN “ diye bağıran Abim yere attığı çantasının suluk kısmından suyu alıp eline döktü.
Onun söylemesini beklemeyen Cenk Hoca çoktan kolonyayı kapıp gelmişti bile.
“Aç elini.”
Rahman abimin eli kolonya ile doldurulurken annemin dudağı aralandığında derin bir nefes aldım.
“Abla kalk n'olur! Sende yıkma beni.”
Annem kolonya kokusundan yüzünü kaçırırken dişlerinin arasından sayıklar gibi konuştu.
“Yıkıl...Yıkılma sen. Sen hep dik dur.”
Zor bela gözünü açan annem, abimin omzundan destek alıp ağır hareketlerle ayağa kalktı.
Annemi ilk defa bu kadar üzgün, ilk defa bu kadar bitkin görüyordum.
Rahman abimin koluna girdikten sonra yönünü uzakta da olsa Şehit Tepe'deki Şehitliğe döndüğünde ağızından dökülen kelimeler çocuk yaşımda bile gururlandırıp, duruşumu dikleştiren türdendi.
“Burağımın Şehadet günü kalbine kin tohumu olsun. Yaradan Burak'ı alıp, sekiz kurşun yemene rağmen seni Aslan gibi ayakta bıraktıysa senin içinde bir planı vardır.” deyip, gömlek yakası tenini rahatsız ediyormuş gibi boynunu yana yatırıp tekrar düzelten Rahman abimin gözlerine baktı.
“O kin büyüsün, kalbinde yeşerip taşsın diye yaşıyorsun sen.”
Artık zift karası gözlerde Rahman Abim değil, Karabasan vardı.
1 SAAT SONRA...
Yaklaşmıştık. Kemerini gördüğüm halde, çocukluğumdan bu yana ezberlediğim tepelerden gözümü çekip Şehitliğe bakamıyordum.
Mercan tepede Babam ve Koray Abim’in tepeden yuvarlandıkları geldi gözlerimin önüne. Bu olay Koray Abim’in yüzünden olsa da elini kaldırmıştı ama vurmaya kıyamamıştı. O dünyanın en güzel Komutanıydı.
Pençe tepede Rahman Abi ile herkes den gizli çaldıkları ney sesini duydum, neyler sustuğunda dertleştiklerini gördüm uzaktan. O dünyanın en samimi sırdaşıydı.
İşkence odalarında abilerimi bitkin bırakıp çıktığında döktüğü göz yaşlarına şahit oldum. O dünyanın en merhametli abisiydi.
O Komutanla adım adım gezdiğim turna tepede ayağımı kesen keskin taşı yerinden söküp atması gözlerimin önündeydi.
‘Sen dünyanın en güzel babasıydın baba!’
Rahman abimin ve annemin için için ağlayışları dinmişken bunu sesli düşünüp onları üzmek istemedim. Derdimi, sıkıntımı içime basıyordum. Buda babamdan bana kalan miraslarındandı.
Kemer net bir şekilde görünmüştü ama ayağım gitmek istemiyordu. Papatya yakışıyordu, gelincik yakışıyordu ama babam değil. Babam o toprağa yakışmıyordu. O toprağın üzerinde daha yakışıklıydı. Toprak dokunduğumda, alnındaki teri sildiğimdeki hissi vermiyordu. Eğitimden çıktığında ne kadar istese de ter kokuyorum diye sarılmıyordu ama ben bırakmıyor, o görmeden arkasından da olsa sarılıyordum.
“Babamın toprağı babam kadar güzel kokmuyor.” dememle elimi tutan Rahman abim önüme diz çöküp aktığından haberim bile olmayan gözyaşlarımdan öptü.
İşte bunu sesli düşünmüştüm.
Rahman Abim kendi yasını havaya asıp, neyini yere bırakarak biraz daha yaklaştı.
“O çok mutlu Zeytinim. Ona ne nimetler yağıyor. Sen onun buradaki cennetisin. Üzme onu n'olur. Ağlama bitanem. Zaten yüküm ağır lütfen ağlama. Senin gözyaşın beni yakar Gökçen, o yediğim kurşundan daha çok acıtıyor.” derken omzumun üzerinden gördükleri gözlerini irileştirdi.
“Kim o!”
İrileşen gözler kısılıp, ayaklandığında Karabasan’ın tekrar geldiğini fark ettim.
“KİM LAN O!”
Geçmeyen yaralarına aldırmayan Rahman abimin çektiği sancılar umurunda bile değildi.
“Gökçen koş!”
Beni beklemeyen annem arkasına bakmadan Rahman abimin peşinden koşuyordu.
Uzaktan da olsa Karabasan’ın, Mahfer ablayı mezarın üzerinden diğer tarafa attığını gördüm. Zaten kuvvetli olan Rahman abim’in, Karabasan geldiğinde o kuvvet üç katına çıkıyordu.
Neye uğradığı şaşıran Mahfer ablam’ın düştüğü yerden havalan toz kaybolmadan yetişmiştim. Onu kimse tutamıyordu. Hem Babamı gördüğümden, hem de Rahman abimin acımasızca Mahfer ablama ilerlemesinden korkmuş ağlamaya başlamıştım. Mahfer abla şaşkın şaşkın bakıyor ne olduğunu anlamamıştı. Şuan ki tek isteği birinin karşısındaki yaralı kurdu tutmasıydı.
Beklediği olmadı. Koray abimin kollarından kurtulan Karabasan’ın kuvvetli pençesi Mahfer ablamın boğazını kavramıştı. Yavru bir kuş gibi silkelenen Mahfer ablanın tek yapabildiği; o istemediği sürece gevşemeyecek olan pençelere sarılmak olmuştu.
“RAHMAN BIRAK! NE YAPTI KIZ?”
Koray abimin ne sesini duyuyordu ne de engellemek için sarıldığı kolunu gevşetiyordu.
Mahfer ablanın daralan atar damarları beynini besleyemiyordu artık. Gözleri kayıp bilincini kaybedecekti ki; Rahman abimin boğazına kurt kapanı yapmak için geri çekilen Koray abiyi arkadan gelen; ağlamaklı ses onu ve Rahman abimi durdurdu.
“Yapmayın n'olur!”
Karabasan başını çevirdiğinde mezarın yanında diz çökmüş yalvaran annemin göz yaşları ile karşılaştı.
“N’olur yapmayın. Üzmeyin onu.”
Pençeden kurtulup yere düşen Mahfer ablanın öksürüşlerini arkasında bırakan Rahman abim, anneme hiç bir şey söylemeden mezarın yanına diz çöktü.
Ağlıyordu! Nadir gördüğüm göz yaşları tekrar akmaya başlamıştı. Toprağa incitmeden elini sürüyor, sanki babamın yarasını sarıyormuş gibi Mahfer ablamın çiçek ekmek için bıçakla açtığı çukurları tek tek kapatıyordu. Korhan dedemin sevdiği uzun dalgalı saçları dağılmış, havada kalan toz zerreciklerini içine çekiyordu.
“Abi özür dilerim.”
Karşısında duruyormuş gibi konuşuyordu babamla, gözyaşı akmaya devam ederken gülümsüyordu. Bütün çukurları kapattıktan sonra çıkan ince otları kopartırken başını kaldırıp babamın mezarını gölgeleyen dev çam ağacına baktıktan sonra gülümsedi.
“Yine kapmışsın gölgeyi komutanım. Yanına kimseyi alma ben geleceğim.”
Bu son cümle ile Koray abimde ağlamaya başlamıştı.
Eğitimlerde on dakikalık istirahat verildiğinde ağaç gölgesine geçip suyunu eline alan babam ve her fırsatta Rahman abimin ona bu cümleyi kullandığını ben gibi o da hatırlamıştı.
‘Komutanım! Yine kapmışsın gölgeyi. Yanına kimseyi alma yüzümü yıkayıp geliyorum.’
“Kalk hadi Mete kızacak şimdi. Bak on dakikadır buradayız.”
Kendini toparlayıp mezarın başına dikilen Mahfer bile ağlamıştı bu haline.
Başını Koray abiye kaldıran Rahman abi.
“Koray duydun mu? İstirahat vaktim geldiğinde Burak abimin yanı benim. Kaparsan sen kaparsın.”
Gülümseyen annem, Rahman abimin yanağında elini gezdirip yüzüne bakakaldı. Kenarda dikilmeyi bekleyen rengarenk çiçeklere bakan Rahman abim başını tekrar kaldırdı.
“Mahfer gel yanıma!”
Üstünü silkelemeden Rahman abimin yanına onun gibi dizüstü oturdu Mahfer abla.
“Lala ben çiçek ekecektim özür dilerim.”
Eli ile nazikçe toprağı açan Rahman abim çiçeği koyup üzerini kapattı.
“Toprağı incitmeden elinle eşele.” derken hala ağlıyordu.
Koray abim;
“Görse; ‘Sulama la karalarını.’ derdi.”
Rahman abim;
“Ne biliyosun demediğini? O toprağın altında da olsa bir şekilde sokuyordur lafını.”
Mezarın tam tepesine çizgi şeklinde uzunca çukur kazan Rahman abim, elimdeki ney'i alıp çukura koyduğunda, o çukuru neden kazdığını anlayan Bora abimin başını aniden geri çevirip hüngür hüngür ağladığını gördüm.
Neyin üzerini kapatmak için her ittiği toprak diğer abilerim için bir ızdıraptı. Babamla birlikte hatıralarını da gömüyordu Karabasan.
Hayli zaman geçmişti. Çiçekler dikilmiş, her birinin ezberinde olan Yasin-i Şerif' ler okunmuştu.
“Mahfer kusura bakma. Hakkını helal et. Öyle bıçakla deşelediğini görünce tuhaf oldum.”
“Helal olsun. Biraz çok tuhaf oldun ama sorun değil Lala.”
Annemin özlediğim tebessümü yine ışıldamıştı.
“Zeytin.” dediğinde heyecanla gözlerimi açtım.
“Efendim Abi.”
“Çikolatalı pişmaniye almadığımı sandın değil mi?”
“Aldın mı?”
“Baban pişmaniye almadan geldi mi hiç sana.” deyip sağ eli ile sırtını tutarak ayağa kalkan Rahman abim, zayıf bedenimi kolunun altına aldı. Babama son kez bakıp asker selamı vererek yürümeye başladı.
“Aldım tabi ki. Hadi erimeden gidip yiyelim.” dediğinde Koray abim arkadan seslendi.
“Bir yıl oldu yemeyeli. İyi ettin valla kanki.”
Rahman abimin aniden durup arkasına bakması beni de durdurmuştu.
“Sen zıkkım ye Koray. Elin kızı gelmiş toprağımızı bıçaklıyor sen bakıyon. Yok la sana pişmaniye.” derken Mahfer ablaya göz kırptı.
Bizi arkadan takip eden annem araya girdi.
“Şişştt... Düzgün konuşun birbirinize.” dediğinde Koray abim, Annemin yanına yaklaştı.
“Abla bana vermeyecek pişmaniye. Valla bu; ‘vermem' dediyse vermez. Şuna bir şey de”
Annem;
“Rahman, Koraya da pişmaniye ver.”
“Vermem abla.” diyen Rahman abimle göz göze geldiğimizde kurduğu son cümle cırtlak bir kahkaha atmama neden oldu.
“O eşeğin poposunu yesin.”
Annem;
“Aaaaaa! RAHMAN?”
Günümüz...
SERPİL'den...
Son cümle ile masayı kahkahalar kaplarken Koray komutanın gözlerini silerek, Oğuz Komutanın Gökçen’in gülen yüzüne dalıp giderek güldüğünü gördüm. Elvin savcı gözleri dolu dolu, eşinin yüzüne yansıyan acı dolu geçmişini seyrediyor, Oğuz komutanın yanındaki Şengül ayağa kalkmış Koray abisinin arkasından sarılıyordu.
“Her şeyi de hatırlıyor.” diyen Mahfer, Gökçen'in yanağından büyük bir ısırık aldı.
Herkes geçmişe dalmıştı. Kayıplarını, acılarını, beraber yaptıkları kahramanlıkları bir kaç dakika düşünürken sessizliği yine Gökçen bozdu.
“Neden hiç gelmedin?”
Bilmeden sorduğu bu acımasız soru Mahfer'in yüzünde kırık bir tebbessüm oluşturdu.
“Kağan’ın yüzlerce habercisinden sadece sekiziydik biz. En yakın sekizi. Orayı bırakıp gelemiyorsun.” diye yalan söyledi Mahfer. Gökçen tekrar söze girecekti ki önünü Koray Komutan kapattı.
“Hadi bakalım gençler saat gecenin 01:00’i. İçerde hapis kalan personele de yazık. Bizde üç gündür doğru düzgün dinlenmedik.” demesine ben kadar kendisi de inanmıyordu.
“Oğuz yarın ikimiz gidelim şu galericinin yanına.”
Zümra ile vedalaşan Mahfer yüzünü aniden Koray Abiye döndü.
“Koray kapatmadık mı bu konuyu?”
“Senin kadın başına gitmen olmaz.”
“Lan oğlum başlatma kadınına başına. Hallederim dedim ya! Onu kimseye bırakmam.” derken yanına yaklaşıp dişlerini sıkmıştı Mahfer. Koray komutanın çocuklarının yakın olup olmadığını da kontrol etmeyi ihmal etmedi.
“Mahfer sen pislik çıkartırsın orada. İleri gideceğini sende, bende, Oğuz’da, Bora’da hatta Serpil’de biliyor. O yüzden ben gidiyorum.”
“Bak Koray! Eskisi gibi değilim ben ağırlaştım, uslandım melek gibi oldum.”
Mahfer’in bu cevabına komutanlarla birlikte bende güldüm.
Koray;
“Ben gidiyorum Koray. Eğer oraya adımınızı atarsanız o galeriyi ve o adamın sülalesini yakarım.”
‘Yapar!’
“İçimden verdiğim cevabı Koray komutan gözleriyle vermişti.”
Bir süre Mahfer’in yüzünde takılı kalıp cevap verdi.
“Bak fazla ileri gitme. Serpil’de seninle gelecek.”
“Tamam söz.”
Koray abiyi yolcu ederken kalabalığı çoğu çekilmişti. Ali ile Çağlar yan yana gelirken. Mahfer öne atıldı.
“Ali seni tanımak güzeldi. Nereye polikliniğe mi?”
“Senide Abla. Bugün Kağatun Ana'nın torpili ile çıktım.”
“Sabret. Emin ol en güzel günler, mutluluklar seni bekliyor. Hayırlı akşamlar.”
“İnşallah Abla, hayırlı akşamlar.” deyip Ali ile birlikte çıkan Çağlar'ın kulağından tutup kendine çekmesi komiğime gitmişti. Ali gülüp dışarı çıkarken Çağlar, Mahfer'in elinde asılı kaldı.
“Lan Sarı Fışlak!”
Kulağındaki Mahfer'in eline bakmaya çalışan Çağlar;
“Abla napıyosun çocuk muyum? Hem ben senden rütbeliyim.” dediğinde kaşlarımı ‘Söyleme' dercesine kaldırdım.
“ Bak sen! Nerede görülmüş Kağan habercisinin Kara Muhafız'a ‘Komutanım’ çektiği. Benim sözüm Kağan'ın sözü.”
“Doğru.”
“Doğru yaa... Bana bak fışlak. Busra ile aranda bir şey mi var senin?”
Çekinmeden sorulan bu soru karşısında gözleri irileşmişti Çağlar'ın.
“Saçmalama ne diyorsun sen?”
“Doğru duydun yavrucuğum. Kıza nasıl baktığını gördüm. Onunda sana.”
Kulak hala Mahfer'in ellerinde olmasına rağmen Çağlar bir anlık oluşan tebessümünü yakaladım.
“Yok vallahi öyle bir şey yo...”
“O kız benim elimde büyüdü sayılır. Konuş o kızla. Kabul ederse tak yüzüğünü.”
“Ya öyle bir şey yok. Ne açılacağım kıza?”
Kulağı serbest bırakan Mahfer ciddileşmişti.
“Geç kalma hiç bir şeye. Her şey zamanında güzel. Akıp gitmesin elinden. Şimdi git hadi.”
Çağlar hiçbir cevap verememiş, Mahfer'in çekik gözlerinde takılı kalmıştı.
“Hayırlı akşamlar.”
Çağlar’ın arkasından baka kalıp kendi kendine mırıldandı.
“Lan oğlum sevme lan. Sevme, sevmek felaketini de birlikte getirir.”
Başını iki yana sallayıp bana döndü.
“Çarşaflarınız temiz mi kız?”
“Evet abla temizdir.”
“O zaman Çağıl ablayı da görelim de gidelim. Sabah işimiz var.”
“Abla!”
“Efendim.”
“Ne yapmayı düşünüyorsun adama?”
“Bilmiyorum ki; bunları genelde akşam yatağımda düşünürüm.”
“Ya da şöyle sorayım. Senin hiç öyle ya da böyle eline düşen birini sağ bıraktığın oldu mu?”
“Nadirde olsa oldu. Ama uzun zamandır olmuyor.” deyip yüzüme baktığında gözlerinde ki Efruz'u gördüm.
“Kan kokusunu özledim Serpil.”
9 Saat sonra...
“Lütfen sağa dönün. Hedefiniz solda.”
Mahfer Mini Cooper'ını sağa çekip bir süre solundaki lüks galeride göz gezdirdi.
Bu görev sayılmazdı. Onunla hiç göreve çıkmışlığım yoktu ama neler, ne gibi delilikler yapabileceğini çok iyi biliyordum.
“Aaaa şu camekanın arkasındaki bu arabadan değil mi?”
“Hangisi gri olan mı?”
“Evet.”
“Evet bunun Suv olanından Abla.”
Düşmanı keserken kılı bile kıpırdamayan Mahfer arabayı gördüğünde koltuğunda oturamaz olmuştu. Hızlıca çektiği el freninin sesi heyecanının ne denli büyük olduğunun ispatıydı.
“Onu aldım.”
“Ne yani uyarmaya geldiğimiz adamdan araba mı alacaksın?”
“Evet. Düşmanlık başka, alış-veriş başka.”
“O; ‘Düşmanlık' değil ‘Dostluk’”
Kaşlarını çatıp yüzüme baktı.
“Bak sen bizim Akşın'a! Büyümüşte ablasına konuşmayı öğretiyor. Hadi kız düş arkama.”
“O; ‘Arkama' değil yalnız ‘Düş önüme' olacak.”
Yüzünü göğe çevirip attığı kahkaha benimde gülmekten kıpkırmızı olmama neden olmuştu. Arabanın başından deli gibi güldükten sonra derin bir nefes alıp, son kahkahamı atıp elimi uzattım.
“Silahını ver!”
Bunu söylememe şaşırmıştı.
“Nedenmiş o?”
“Koray Komutan sabah namazından senin yanına gelene kadar aradı ‘Dikkat et ona' diye.”
“Koray Komutanının da senin de...” derken belindeki silahı çıkartıp uzattı.
“Bıçağını da ver!”
“Serpil bak adamı bırakıp seni hoplatacağım burada.”
“Abla lütfen. Emir bu yönde.”
“Al kız zilli.”
Bıçağı da alıp aracın içine attıktan sonra lüks galerinin kapısından içeri geçtik. Haram ile elde edilen milyonluk araçların arasından geçerken Mahfer'in kolumu tutup durdurmasıyla olduğum yerde kaldım.
“Şuraya bak.”
Başımı sağ çaprazımdaki camekana çevirdiğimde güneşin dışardan vurması camekanın yarısından çoğunu görünmez hale getiriyordu. Sadece bir kısmı tek katlı galeri çatısı ile gölgelenmişti. O gölge olan kısımdan içerisi net bir şekilde görünüyordu.
40 yaşlarda adamın biri, üzerinde lise kıyafeti olan kızın yanağından makas alıp eli ile sertçe gitmesini işaret etti. Biraz daha gözlerimi kıstığımda kızın ağladığını gördüm.
“Serpil dışarı çıkalım arabanın yanına.”
“Emredersiniz, komutanım.” deyip arkasından takip ettim. Sırtımızı araca yaslayıp beklemeye başlamıştık ki kız arkamızdan çıkıp bizi gördüğünde göz yaşlarını silerek yoluna devam etti.
“FISTIK!”
“Bana mı dedin abla.”
“Evet. Biraz zamanını alabilir miyim?”
Kız önce galeri tarafına bakıp tereddütle yaklaştı.
Mahfer;
“Ne oldu içerde?”
İçerde yaşadıkları aklına gelmiş olacak ki biran kucağındaki montunu sıktı.
“Polis misiniz?”
Mahfer;
“Daha da kötüsü. Ne oldu içerde, neden ağlıyorsun?”
“Ba... Babamın bu adama borcu bitmek bilmedi. Ödüyor ama bir daha çıkıyor. Annemle her gece kavga ediyorlar. Öyle kumar borcu da değil. Kardeşimin tedavisini sigorta karşılamadığı için paraya ihtiyacımız vardı. Bankaların kara listesindeydik. Babamda bu adamdan gelmiş para almış. Ödediği halde bitmek bilmedi.”
Cebinden anahtarı çıkartan Mahfer kumandasına basıp kapıları açtı.
“Sen geç araca bizi bekle.”
“Ama okula geç kalıyorum. Zaten 3 derse giremedim.”
“Bugün hiç birine girme. Bugün bizimlesin.”
Kızı yerleştirdikten sonra hiç bir şey konuşmadan, hiçbir yere bakmadan Mini Cooper'in yanındaki kapıdan içeri girdik.
“Selamun Aleyküm.”
Bizi karşılayan uzun boylu, kumral otuzlu yaşlarındaki kadın ince çerçeveli gözlüklerin üzerinden bize baktı. Rengarenk saçları olan güzel bir kadının Selam vermesi şaşırtmış gibiydi.
“Al- Aleyküm Selam buyurun.”
Aracın kaputuna vuran Mahfer'in işimizle alakasız olan bir konu ile söze girmesi şaşkınlıkla yüzüne bakmama neden oldu.
“Bu Mini Cooper'ı alıyorum.”
Benim kadar kadında şaşırmıştı. Bu arabayı satarsa alacağı yüzdelik pay gözünün önüne geldiğinde ilk gördüğü an ile alakasız bir hal almıştı hareketleri.
“Hoş geldiniz. Tabii efendim. Yalnız bu Cooper değil Countryman modelimiz.”
Mahfer derin bir nefes verip konuştuğunda araç başındaki kahkahama dönmemek için kendimi zor tuttum.
“Bugün de herkes beni düzeltiyor. Tamam işte her neyse. Courtryman'ı alıyorum. Nasıl yapıyoruz?”
“Fiyatı iki milyon iki yüz bin. Banka hesabı üzerinden güvenli öde...”
“Tamam sen bana hesap numarasını ver atayım ben. Noter falan nasıl oluyor?” deyip telefonu çıkarttı.
“Hayır artık her şey buradan hallediliyor. Kimliğinizi vermeniz yeterli.”
“Tamam süper. Ben parayı atayım o zaman.” deyip gözü içeri giren kuryeye takıldı.
“Yemek mi getirdin?”
“Evet abla size mi bu?”
“Yok bana değil ama davet eden olursa...” derken kadın araya girdi.
“Tabii ki. Hemen size de söyleyelim.”
Kurye liseli kızın çıktığı kapıyı tıklayıp içeri geçerken Sedat ile göz göze geldik.
“Hoş geldiniz hanımefendiler.”
170 boylarındaki adam, kemerin üzerine taşan göbeğini sallaya sallaya yaklaştı. Bu makas alan adamdı. Yüzündeki gülümseme samimiyetten çok ruhundaki zamparalığından yansıyan yapmacık bir gülümsemeydi. Beyaz teni alkolden kızarmış, itici bir hal almıştı.
“Hoş bulduk.”
“Ayşe hanım yardımcı oluyoruz değil mi hanımlara?”
“Evet efendim.” diyen Ayşe'nin kaptığı yüzdelik pirimden dolayı yüzünde çiçekler açıyordu.
O anda bizim sesimizi bastıran bir ses duyuldu.
Sedat;
“Kusura bakmayın içerde mobilyacı arkadaş duvarı deliyor. Çok kısa işi kaldı.”
“Önemli değil.” diyen Mahfer, delici bakışlarını adamın itici patlak gözlerinden çekmiyordu.
“Sedat bey, ben dükkandan çelik dübel alayım bunlar kaldırmayabilir.”
“Tamam kardeşim.”
Eminim bu adama ‘kardeşim' demesi bile samimi değildi.
“Buyurun işlemleriniz olana kadar ofisime geçelim.” deyip Ayşe'ye baktı.
“Ayşe hanım hanımlara yemek söyleyelim.”
“Tabi efendim.” diyen Ayşe telefona sarılırken biz adamın peşine takılıp ofise geçtik.
On metreye beş metre olan dikdörtgen şeklindeki ofisin sağlı sollu kısa olan duvarlar komple camekandı. Ankara güneşinin kuru sıcağını gölgeleyen panjurlar sonuna kadar kapanmasına rağmen içerisi aydınlıktı. Adamın arkasındaki dekoratif kılıç, yüzeyine yapılan revizyon ile parlıyordu. Beyaz masanın üzerindeki laptop yarım açık bırakılmıştı. Masanın karşısındaki duvar boydan boya komodindi. Onun üzerinde ise boydan boya gümüş kaplama süs eşyaları ve tam ortasında yine dekor için kullanılan dört tane beyzbol sopası önden arkaya doğru merdiven gibi dizilmişti. Hepsi ahşap renkte olsa da sapları rengarenkti. Adamın tipinde meymenet yoktu ama dekor anlayışı sade ve güzel denilecek kadar vardı.
“Buyurun oturun. Ortalık dağınık kusura bakmayın.” derken yerdeki elektrikli tepsi testereleri, şarjlı matkapları ve kutu kutu vidaları göstermişti.
Başımı adama çevirmiştim ki; başını üzerinde tavana asılı olan kamera dikkatimi çekti. İş yerinin kesintisiz her noktası kamera sistemi sayesinde eksiksiz görüntüleniyordu.
“Buyurun siz başlayın.” deyip yemeği gösteren Sedat, Mahfer'in karşısındaki misafir koltuğuna kuruldu.
“Sizde buyurun. Yaklaşın lütfen.”
“Yok teşekkür ederim ben almayayım.” dediğim anda belindeki ince yapılı gümüş kaplama Browning'i gördüm.
Mahfer kapıyı kapatmam için işaret ettiğinde yerimden kıpırdamadan uzanıp kapattım.
Adam neden kapattığımı anlamaya çalışırken, dikkatini dağıtmak için ilk hamle Mahfer'den geldi.
“Bende ofisime yeni sistem güvenlik kameraları kurdurmayı düşünüyorum ama bir firma öneriniz var mı?”
“İlk dikkatinizi o mu çekti? Ne iş yapıyorsunuz?” diyen adam yağlı parmaklarını tekrar kızarmış kanatlara daldırdı. Panjurun arasından sızan güneş kel kafasından şerit halinde geçiyordu.
“Serbest Muhasebeciyim ben?”
Adam gelen soru karşısında şüphe ile baksa da Mahfer'in şirin yüzü kapıldığı kuşkuyu bertaraf ediyordu.
“Ayşe çıkışta firmanın kartını verir size. Buyurun sizde alın.” dedi iğrenç parmaklarına aldırmadan.
“Peki nerede depolanıyor?”
“Bu sizi neden bu kadar ilgilendirdi?”
Mahfer'in tebessümü Lalasının tebessümünden farksızdı.
“O zaman esas konumuza dönelim.” diyen Mahfer dirseklerini dizlerine dayayıp adama yaklaştı.
“Kağan Alganoğlu. Tanıdın mı?”
Adamın gıcık tebessümü içimde bir şeyleri harekete geçirmişti.
“Siz nereden tanıyorsunuz? Göndere göndere sizi mi gönderdi?”
“O çocuğun peşini bırakacaksın!”
Adamın iğrenç kahkahası odayı inletiyordu.
“Bırakmazsam ne olur? O benim mıntıkamda hanımefendi. Herkes gibi üzerine düşeni bize verecek.”
“Onun gözünü morartmışsınız. Kolunu kırmışsınız.”
“Peki o dört adamımı pert ettiğini söyledi mi? Yavşağın babası eski pehlivanmış.”
Mahfer;
“Yavşak ???”
Eline lavaşı alan Mahfer ikiye katlayıp üzerine iki kanat koyarak dürüm yaptı.
Sedat;
“Yalnız kanadın kemiklerini alın.”
“Yok böyle daha derine gider.”
“Nas-“
Adamın konuşmasına fırsat vermeyen Mahfer, elini yumruk yapmadan, parmaklarını dik ve düz bir şekilde gerdirip adamın karın boşluğuna vurdu. Darbenin etkisi ile nefesi kesilen adam ağızını sonuna kadar açtığında, elindeki kemikli dürümü ağızına tıkan Mahfer derine gitmesi için dürümün dışarda kalan kısmına sert bir yumruk attı. Nefesi tamamen kesilen adam elini beline attı. Bunu yapacağını en baştan hesaba katan Mahfer dirseğe yakın epikondil bölgesine yumruğun dışı ile darbe indirdi. Adamın çektiği acı gözlerini dışarı çıkartacak diye biran korkarken yerimden kalkmadan uzanıp belindeki tabancayı aldım.
“Sende alışmışsın oturmaya.”
Bana olan serzenişiyle adamın arkasına geçip içerisinde kalan son nefeside böbreklerine vurarak tüketti. Adam arkasından boynundaki atar damara kurt kapanı atarak bayılttı. Yüzüstü masaya düşen adam sıyrılıp yere düşecekti ki Mahfer yakaladı.
“Kızım altında yumurta mı var kalksana. Kalkta tut şu adamı.”
Ben söylediğini yaparken oda ağızındaki kemikli lavaşı çıkartıp nefes yolunu açtı.
Bitmemişti!
“Abla ne yapıyorsun?”
Adamın sıyrılıp aşağı düşmemesi için ne onu bırakabiliyordum ne de arkamda bir şeyler karıştıran Mahfer'e bakabiliyordum.
Nihayet göründü!
“Sağ elinde şarjlı matkabı tutuyor sol elinde ise marangoz vidalarını tutuyordu.
“Abla ne geçiyor aklından Allah aşkına?”
“Karışma. Nerede görülmüş Komutanların işine karışıldığı? Tamam bana bırak.”
Elindeki vidaları iki dudağının arasına sıkıştırdı. Adamın başını yan döndürüp kapıya bakacak şekilde kulağını masaya yapıştırırken ne yapacağını anlayıp karşı çıkacaktım ki. Gözlerime keskince bakıp durdurdu.
Kulağına dayadığı vidayı elindeki şarjlı matkap ile döndürüp adamı masaya vidaladı. İkici vidayı atarken acı ile uyanan adam bağırmaya başlamıştı. Boğazını yırtarcasına bağırırken ağızına tıkana bir top lavaş ile oda tekrar sessizleşti. Üçüncü vida dördüncü vida derken adam tamamen yapışmıştı masaya. Patlak gözlerinden yaş gelirken odanın kapısı açıldı.
İçeri giren Ayşe ciğerlerini oksijen ile doldurup bağıracaktı ki ağızını kapatıp içeri aldım.
“Sakın bağırma.”
Onu susturmaya sütbeyaz masada, kendi kanının üzerine başını koyan patronunun düştüğü hal yetmişti.
Ayşe'nin elindeki evrakları gören Mahfer;
“Evraklar tamam mı Ayşe hanım.” deyip gözlerini çizgi haline getiren can alıcı gülücüğünü attı.
“Haz- hazır.”
“Ne bakıyorsun ver bana.”
“İmzz... İmza kaldı.”
“Aç imzalıyayım o zaman.”
Ayşe titreyen elleri ile evrakları uzatırken zor bela nefes alan patronuna bakmaktan kaçınıyordu.
“Sedat bey burada sizin de imzalamanız gereken yer var.” diyen Mahfer masanın kan olmayan kısmına kağıtları koyup Sedat'ın eline kalemi tutuşturdu. Sedat kafasını kaldırıp bakamadığı için Mahfer elini tutup kalemin ucunu imzalanacak noktaya koydu.
“Evet Sedat bey tam burası.”
İmzayı atan Sedat bir saniyeliğine Ayşe ile göz göze geldiğinde ağlamaya başladı.
“Abla günah. Artık sonlandıralım.”
Evrakları Ayşe’ye veren Mahfer durması gereken yeri gösterdikten sonra yüzüne baktı.
“Para geçti değil mi hesaba?”
“Geç... Geçti evet geçti Mahfer hanım.”
Kadından cevabını alan Mahfer iki kere alkış yapıp yerinde zıplayarak beyzbol sopalarına gitti.
“Benim artık Courtryman'ım var. Imm... Kırmızı iyidir kanı simgeler.” deyip kırmızı saplı sopayı aldı.
“Yok artık. Abla yapma.” dediğimde Mahfer'in gözlerinde Efruz'u gördüm.
“Bu şerefsizin yüzünden kaç çocuk babasız kaldı, kaç yuva yıkıldı, kaç ev kuru ekmeğe muhtaç kaldı hesabını yapabilir misin?”
Bu soruya cevap veremiyordum.
Geriye bir adım atan Mahfer adamın kalçasına kuvvetli bir darbe indirdi. Adam ile birlikte Ayşe de bağırmıştı. Patlağın boğazındaki kan tadını damaklarımda hissetmiştim.
“Bir daha bağırırsan senide yatırırım patronunun yanına.”
Ayşe belli belirsiz başını sallarken Mahfer sopayı kaldırıp bir daha vurdu.
“Ayşe getir şu senetleri.”
Ayşe, Sedat’tan onay alıyormuşçasına yüzüne baktığında bayılmak üzere olan kısık gözlerle karşılaştı.
“Sana ver dedim.”
Adamın, kulağının izin verdiği kadar başını salladığını gören Ayşe marangoz malzemelerinin üzerinden atlayarak koltuğu kenara çekip L şeklindeki masanın sol tarafındaki kasaya ulaştı. Üstündeki çekmeceden anahtarı alıp kasayı açtı.
“Hepsini çıkar.”
Mahfer'in her cümlesinden sonra titreyişleri artıyordu Ayşe'nin.
“Şu biz gelmeden önce çıkan çocuğun senetlerini bana ver.”
İçlerinden seçtiği bir balya senedi Mahfer'e getiren Ayşe önceki yerine tekrar geçti.
“Bak bakarım bir tane daha çıkarsa yatırırım senide yanına.”
“Yok yok... Vallahi yok.”
Tekrar gerilen Mahfer adamın boğuk sesine aldırmadan güçlü darbelerini ardı ardına indiriyordu. Her darbesi bir öncekinden daha şiddetli iniyordu.
Çalan telefon ile durduğunda nefes nefese kalmıştı.
“Sakın ses çıkartmayın.”
Ekrana bakıp nefesini toplarken adamın yakarışları devam ediyordu. Susturmak için poposunu sopa ile dürttü.
“Sedat bey. Telefonla konuşacağım biraz izin verin.” deyip son verdiği güçlü nefesten sonra, sopayı baston gibi yere dayayıp telefonu açtı.
“Dedee!...... Yok daha görüşemedik Sedat beyi bekliyoruz........... Tamam haber veririm ben sana........ Ha bu arada! Araba aldım biliyor musun? Hani sana küçükken hayalimdeki arabayı söylemiştim ya Mini cooper......... Hıhh evet onun suv modelini aldım........ Teşekkür ederim....... Tamam....... Tamam selam söyle Kübra'ya........... Ha yok... Yok gerçekten ileri gitmem. Dediğim gibi; Eski deli Mahfer yok artık....... Görüşürüz Dedeciğim.”
Telefonu cebine koyup yerde duran marangoz sandığından maket bıçağını aldı. Adamın kemerini kesip pantolonunu açarak içeri baktı.
“Neye bakıyorsun abla Allah aşkına.”
Burnunu kırıştırıp;
“Daha morarmamış.” dedikten sonra darbelerini sıralamaya devam etti.
“Kamera görüntüleri nerede saklanıyor Ayşe.”
“Bu bilgisayar kasasında.”
“Başka yok değil mi?”
“Birde güvenlik şirketinin sisteminde. Onu silemiyoruz.”
“Tamam fark etmez. O kasayı çıkar şöyle ortaya koy bakalım.”
Ayşe kasaya doğru giderken adamın poposundan çıkan sopa sesi ile kısa bir çığlık atıp elini ağızına kapattı.
Dar eteğinin izin verdiği kadar malzemelerin üzerinden atlayarak bilgisayar kasasını kapının önüne koydu.
Sedat acıdan bilincini kaybedecekken Mahfer konuştu.
“İşler her zaman hesap ettiğin gibi gitmez Sedat bey. Sen bir kızın babasını üzersin Allah başka bir kızla ömründe hiç almayacağın ceza ile cezalandırır seni. Şimdi şartlarım şu...” deyip Sedat'ın kalktığı koltuğa oturarak, masaya yapışık yüz ile göz göze geldi.
“Bir; Tefeciliği bırakacak bu işine bakacaksın. İki; Haraç kesmeyi bırakıp bu işe bakacaksın. Üç; Eğer bunları duyarsam; bir kadının seni masaya yatırıp falakaya yatırdığı bu görüntüleri bütün arkadaşlarına gönderirim. Sosyal medyayı söylemiyorum bile. Ben normalde bu duruma düşürdüğüm birinin canını almadan bırakmam....” derken Sedat'ın mırıldandığını duydu.
“Efendim?”
“S... Sen kimsin?”
“Haaa ben kimim? Boş ver benim kim olduğumu. Eğer benim gerçekte kim olduğunu bilseydin eminim benimle aynı şehirde yaşamak istemezdin. Eğer benimle görüşmeyi istersen Asutay Restoranına gel bifteği güzel oluyor. Ama yemen için oturman lazım, oturmak içinde sağlam bir popo lazım. Neyse biz gidelim.” diyen Mahfer, elindeki sopayı Ayşe'ye uzattığında Ayşe bir anlığına elini yüzüne kapattı.
“Kızım dövmeyeceğim. Al şunu sil de yerine koy. Ayıp şimdi. Aldığımız gibi temiz bırakalım.” deyip ayağa kalktığında vücudumdaki ağırlıkta kalkmıştı.
‘Allah'ım ben Koray Komutana ne diyeceğim?’
Bilgisayar kasasını koltuğunun altına alıp çıkacaktı ki geri döndü.
“Haaaa. Bir daha sakın ha sakın bir kız dan makas alma.” dedikten sonra kanatların yanındaki bıçağı alıp masanın üzerinde açık olan eline sapladı. Bıçak masaya saplanmasa da elinin diğer tarafından çıkmıştı.
“Yeni işinizde başarılar.”
Adamı masaya yapışık bırakıp odadan çıktık. Ayşe de yanımızdan geçip yeni aracın anahtarını Mahfer'e uzattı. Anahtara uzanan eli öpüp alnına koyması ikimizide şaşırtmıştı.
“N'oluyor?”
“Allah sizden razı olsun. İnşallah artık kimsenin canını yakamaz bu adam.”
Mahfer bagajı açıp kasayı içeri koyarken Ayşe de duvardaki butona basıp kızaklı camekanı açtı.
“Serpil sen bunu getir. Bende şu arabayı rent a car'a teslim edeyim.”
Senetleri de yeni arabanın bagajına atarken Ayşey'e döndüm.
“Kamera şirketinin kartını verir misin? Sedat bey sende olduğunu söyledi.”
Topuklu ayakkabılara aldırmayan Ayşe, koşar adım kendi odasına girip kartı getirdi.
“Tamamdır, kolay gelsin.”
Sıfır aracın marşına basıp bahçedeki çakılları ezerken Esma'yı aradım.
“Esma kart resmi gönderdim sana. O şirketin sistemine gir sabah 08:00 den bu saate kadar olan kısmı sil.”
“Tamamdır abla.”
“Tamam geliyoruz otlu poğaça alayım mı sana?”
“Gerçekten mi? Valla yerim teşekkür ederim.”
Galerinin bahçe kapısından çıkarken Mahfer'i liseli kız ile konuşurken gördüm. Kızın gözleri yaşlı ama yüzü gülüyor hatta Mahfer'in boynuna sarılıyordu. Kız yan koltuğa geçerken Mahfer binmeden yetişip camı indirdim.
“Abla nereye gidiyorsun şimdi?”
“Bilmiyorum ki; Muş da kiralamıştım. Kurumsal bir şirket. Buradaki ofisleri de Düdüldeymiş.”
“Tamam o zaman Yuva da görüşürüz.”
“Tamam görüşürüz. Kızı da okula bırakayım.”
“Tamam. Ha bu arada!”
Cama tekrar başını eğmişti ki; söyleyeceğimi söyleyip kahkahalarla gaza yüklendim.
“’Düdül' değil ‘Güdül'”
Aynadan baktığımda kahkahalarına göğe bakan yüzü, başını kaldırdığında arkaya savrulan ince örgülü rengarenk saçları, yumruk yapan elleri ve karnına çektiği dizide eşlik ediyordu.
Hayatı boyunca kayıplar veren Mahfer, belki yıllardır yapmadığı şeyi yapıyordu.
Gülüyordu!
SON...
OYLARINIZLA DESTEK...
YORUMLARINIZLA YOL GÖSTERMENİZ DİLEĞİ İLE...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |