
SERPİL'den...
Aklıma geliyordu. Mahfer gazinoya girdiğinde ortamın sessizliğe bürünüşü, Tv kumandasının ona uzatılması, en ön koltukta kim varsa ayağa kalkıp ona yer vermesi ile her zaman göze batan biri olmuştur.
Ada yıllarında ilk tanıdığınızda egoist bir manyak sanırdınız ama yüreğine dokunduğunuzda, kalbinde yer ettiğinizde ondan mütevazisi, ondan temiz kalplisi yoktur.
Onun savaşı tüm kötülerleydi. Törede, Şeriat de olup olmamasının bir önemi yoktu. Mahfer de çoğumuz gibi yarı hafızdı; imanından zerre şüphem yoktu ama o kızgındı.
Muhafız Töresinde İslam-Türk birlikteliğinin haricinde farklı bir davayı benimsememiz mümkün değil ama onun için öyle değildi. Hırsızı da, tecavüzcüsü de, şantajcısı da, hatta anne-babasına asi olan evlat bile Mahfer'in kara defterindeydi.
“Aha! Koray Komutan geldi.” diyen Esma ayağı kalkıp kapının açılmasını beklerken yanına gittim.
Bizim ona olan saygımızı gören Busra da kalkmıştı ayağa.
O hariç!
Şahmelik'in, Bora Komutanı fırlatıp kırdığı sehpanın yerine gelen başka bir cam sehpaya ayağını uzatmış elindeki John Verdon'u okuyordu.
“Selamun Aleyküm.”
Esma, ben ve Busra aynı anda Selamını alırken ayağını toplayan Mahfer başını Komutana çevirdi.
“Aleyküm Selam Kankisko!”
Mahfer'in bu hitabı güldürmüştü Koray Komutanı.
“Ne yaptınız konuştunuz mu adamla?”
Kaldığı sayfanın köşesini katlayıp sehpaya bırakan Mahfer bana göz kırpıp söze girdi.
“Beş gün sonra mı soruyorsun?”
Mahfer'in kalktığı koltuğa oturup yayılarak ellerini ensesinde birleştirdi Koray Komutan.
“Yasemin Abla'nın çiftlikteydim Hacı. Çocukları da aldım stres atmaya gittim. ‘Arayayım' dedim. Sonra; ‘Ula adamı öldürmüştür şimdi stres tavan yapmasın.’ dedim. Eee n'oldu anlatın bakalım.” deyip Mahfer'e baktıktan sonra bana döndü.
“Gel kız sen anlat. Bu basar yalanı şimdi.”
Mahfer’in gülümsemesinden cesaretimi alıp anlatmaya başladım.
“Komutanım! Şimdi biz gittik oraya; Mahfer Abla araba pazarlığı yaptı ve aldı. Sonra; sözde adamla yemek yemeye girdik. Kısa bir sohbetten sonra Mahfer abla adamın karnına vurduğunda refleksle açılan ağızına önceden hazırladığı lavaş arası kemikli kanadı soktu. Sonra boynuna kurt kapanını attığında adam kısa süreliğine bilincini kaybetti. O arada adamı şarjlı matkap yardımıyla kulağından masaya vidaladı...” derken Koray Komutan tiskinen yüz ifadesiyle Mahfer'e baktı.
“Nereden buldun oğlum sen vidayı, şarjlı matkapı.”
“Adamın odasına dekorasyon yapılıyordu. Nasıl ama çok yaratıcıyım değil mi?”
Koray Komutan cevap vermeden devam etmem için yüzüme baktı.
“Sonra dekor olarak koydukları beyzbol sopasını alıp adamın poposuna vurmaya başladı.” derken tekrar Mahfer'e baktı. Esma bu gibi olaylara çok çok fazlasına alışkın olsa da Busra şok olmuş halde tırnaklarını kemiriyordu.
Koray komutanın baktığını gören Mahfer iki kaşını kaldırıp gülümsedi.
“Nasıl ama broğğ? Falaka style!”
Koray Komutan yine bir şey söylemeden bana baktı.
“Eee!”
“Sonra tüm senetleri alıp çıktık. Ha birde...Şey...” derken Mahfer'e göz attığımda yüzünde yaptıkları gayet normalmiş gibi umursamaz bir hal vardı.
“Şey... Çıkarken yemeğin yanındaki bıçağı alıp adamın masadaki eline sapladı.” demem Busra'nın sesli tepkisine neden oldu.
“Natıl yaparbiliyorsunuzki bonu.”
Koray Komutan Busra'ya saf saf bakakalmıştı.
“Sen özbekçe konuşsana Büşra. Anlaması daha kolay.”
“Olmas. Sizin turkcenizi ogrenmem lasım.”
“Ha tamam bak bunu anladım. Yaparsın sende o ışığı görüyorum.”
“İnşallah.”
Koray Komutanın tepkisini duyunca şaşırma sırası bana gelmişti.
“Bu kadar yani. Başka bir şey yok.”
“Daha ne olacaktı ki Komutanım.”
“Serpil, bu manyağı tanımıyormuş gibi konuşma buna şükür. Oraya normal birini göndermedik biz.”
“Sizde haklısınız Komutanım.”
“Çek la şu bacağını.”
Raporumuzu verdikten sonra Mahfer, Koray komutanın bacağını ittirip kendine yol açtıktan sonra yanına oturdu.
“Şimdi sen bunları boş ver. Bana kaybettiğim anılarımı anlat. Şura'dan başla, Kübra ile nasıl tanıştınız, Elvin'i, Asel'i anlat. Her şeyi anlat kankisko.”
“Gı ne anlatayım? Uğraştırma beni.”
Karnına küçük bir yumruk yiyen Koray Komutan kıvranıyordu ki masanın üzerindeki telefonum çalmaya başladı.
“Lan oğlum hala bıraktığım umursamaz Koraysın. Anlat diyorsam anlat zıpır.”
Göğsüme bastıran heyecan ile elimi kaldırıp susmalarını sağlayarak telefonu hoparlöre aldım. Arayan Şura'nın telefonu ama konuşan soluk soluğa kalan Aliydi.
“Efendim Komutanım.”
“Abla 34MRD58678’li plakanın nerede olduğunu bana bulabilir misin? 5 dakika önce kliniğin önünden çıktı.”
Koray Komutan ayağa sıçramış kaşlarını çatmıştı.
“Şey Komutanım siz mua...”
“Abla bu Alaganımız'ın emridir. HEMEN BUL ŞU ARABAYI BANAA!”
Alagan ismini duyunca Mahfer ayağa fırlamış, Esma çoktan monitöre dönmüştü. Ali'nin son cümlesini söylerken çenesinin titrediğini telefonun diğer tarafında hissetmiştim.
“Beş dakika sürmez Komutanım.”
“Abla 5 dakika çok uzun. Ağlıyordur. Rapunzel ağlıyordur Abla.”
ŞURA'dan...
Annen, baban, deden, nenen, ablan gözlerinin önünde katlediliyor ve kaçırılıyorsun. Türlü işkenceler, aşağılanmalar, aç bırakılmaların pençesinde tek sarıldığın ezberindeki Kur'an-ı Kerim'dir.
Ne kadar güzeldi Hafız Haydar Ali'nin sesi. Babaannemin bağlandığımız pislik yuvasındaki ahırda gözleri dolu dolu Ali'nin tilavetine kendini bıraktığı dakikalar gözlerimin önüne gelmişti.
Şimdi o sıska, küçük yaşta omurga kemikleri sırtından taşan, yüzü güneşten kel kel olmuş pasaklı Ali artık yüzü nurlu, yüreği deli, bileği pek bir Kara Muhafız oldu.
Bütün bu olanlardan sonra birde hapis olduğu psikiyatri polikliniği.
Odasına yaklaştığımda gözlerimin dolmaması için elimden geleni yapıp duruşumu dikleştirdim.
“O çıkacak. Emin ol herkesten daha mutlu olacak. Aklına kötü şeyler getirme.”
Arkamdaki sese döndüğümde annemin minik burnunu kırıştırıp öpücük attığını gördüm.
“Nereden anladın anne?”
“Kendi ağızınla söyledin. Ben senin annenim kalbinden geçen her şeyi bilirim.”
“Yerim ben senin gibi anneyi. Betül Ablamın yanına uğrayacaktın?”
“Uğradım. Ali'nin vücudundaki yaraları sordu. Darlandım; ‘lavaboya’ diye çıktım.”
Umursamadan yürümesi yüzümün gülmesine neden oldu.
“Daha iki dakika oldu anne içeri gireli.”
“İki dakikada darladı işte zilli. Ali iki gün önce tekrar nöbet geçirmiş. Ortalığı birbirine katmış.”
Göğsümde aniden bir karıncalanma olmuştu.
“Neden?”
“Karşı odasındaki Meva kabus görmüş uykuda ağlamış. Hasta bakıcılardan önce Ali yetişmiş. Kucaklamış yere oturmuş; ‘Alamayacaklar korkma...Alamayacaklar korkma.” diye sayıklamış durmuş. Meva kucağında uyanmış ama ağlamaya devam etmiş.”
“Nasıl sakinleşmiş peki?”
“Betül; ‘Ali'ye vurduğumuz Diazepam'ı ata vursaydık komaya girerdi.’ diyor. Bilmiyor ki hayvan zehirlenmelerine, uyuşturucu iğnelere bağışıklıkları olduğunu.”
Buna çok şaşırmıştım.
“Nasıl yani?
“Doğan Deden adada bahsetmişti ya sen yok muydun? Adaya adım attıklarından çıkana kadar çeşitli zehirli hayvanların zehirlerinden uygun dozda enjekte etmişler. Bu ilaçlardan da yapmışlar. Ali kolay kolay uyuşmaz ve zehirlenmez. Ondan yılanı kolayca yiyorlar.”
Son cümlesini söylerken gülümsemişti. Kapıya varmıştık. Alinin kapısının önünde kucağındaki sarı uzun saçlı örgü bebeği ile oturan sarışın, bukle bukle saçları sırtına dökülen 5-6 yaşlarındaki kız çocuğunu gördük. Kim olduğunu tahmin etmek o kadarda zor değildi.
“Meva!”
Kahverengi gözlerini sakince çevirip, karşısında mavi üniformalı hasta bakıcı değil de normal insanları görünce şaşırmıştı.
Yetişkin kız edasıyla beyaz kelebek motifli elbisesinin eteğini tutup ayağa kalktı.
“Siz kimsiniz?”
“Ben Şura; bu bayanda annem Zümra.”
“Nereye götüreceksiniz beni?”
Yüzünde korkudan çok bıkkın bir ifade vardı.
“Seni götürmeye gelmedik. Aliyi ziyaret için geldik.” dediğimde yüzünü hınzırca bir gülümseme kapladı.
“Ama bana; ‘Yok’ dedi.”
“Ne yokmuş?”
“Bana; ’sevgilim yok' dedi.”
Annemle şok olmuş halde birbirimize bakakaldık.
“Yok ne sevgilisi. Ben kardeşiyim onun.” deyip yanağını sıktığımda yüzünün asıldığını gördüm.
“Çok güzelsin. Keşke olsaydın.”
Annem daha fazla dayanamayıp, tek dizini yere koyup çıplak omzundan ısırdı.
“Kız sen neler söylüyorsun annesinin yanında?”
Elimi kaldırıp kapıya tıklayacaktım ki Meva engel oldu.
“Dur! Duymuyor musun Kuran okuyor.”
Kulağımı kapıya biraz daha yaklaştırıp dinlediğimde Meva'ya hak verdim.
“O zaman bekleyelim.”
Omuzlarını silken Meva küçük gözlerini koridora çevirdi.
“Evet bence de.”
“Anne ben bu kızı yicem.”
“Bende zor tutuyorum kendimi.”
Ali'nin kısık gelen sesine kulağımı verdiğimde eskisinden daha olgun, hatta daha güzeli ile karşılaştım. Eminim elinde Kuran olmadan ezberinden okuyordu. Kulağımdan ruhuma akan huzur kalbimi hızlandırmış ki sonunun geldiğini anladım.
“Sadakallahülazim.”
Fatiha mı okuyup elimi kapı koluna atacakken kapı ben dokunmadan açılınca ister istemez sıçradım.
“Ayhh... Merhaba Ali.”
Saçları babamınkiler kadar uzundu ama daha kıvırcık ve arkasındaki pencereden vuran ışık ile kahverenginin daha açık tonuna bürünüyordu. Gözleri babamınkilerden daha iriydi Ali'nin. Kirpikleri uzun sık, babamınkiler kadar koyu olmasa da belli belirsiz sürmeleri vardı.
Kırmızı tişörtünün üzerine giyindiği gri kapüşonlunun fermuarını çekerken göz göze geldiğimizde yarıda kaldı.
“Tişörtün güzelmiş.”
Bir anneme bir bana bakıyordu.
“Betül Hoca siyah giysileri yasakladı. Kendi getirmiş bu tişörtü.”
“Hayatını renklendirmeye çalışıyor. Ama Sizin için bu biraz imkansız gibi.”
Bizi beklediği, her zamankinden daha parlak bakan gözlerinden anlaşılıyordu. Ama o parlaklığın altında hüzün, acı, arkadaşlarına yapamadığı Alfalığın mahcubiyeti vardı. Bu zamana kadar biriktirdiği ve hala çektiği acıları göğsüne toplayıp üzerine kapüşonlunun fermuarını çekerken gülümsedi.
“Terliklerime yorum yapmadınız.”
Başımı gayriihtiyari aşağı çevirdim. Kırmızı renkte ortopedik sabo terlik bir Muhafız hatta bir Kara Muhafız hatta ve hatta bir Kara Muhafız Alfasının ayağında komik görünüyordu; ama üzerinde bana bakan gözleri gördüğümde ister istemez tısladım.
“Gül gül kahkaha at. Bende güldüm.” derken olduğu yerde sallanan Meva ciddiyetle araya girdi.
“Betül doktor ‘Gözüm üzerinde.’ diye getirdi terliği.”
Annem gülmemeye çalışıyordu ama için için kahkaha attığına emindim.
“Deli bu kız.” deyip Alinin omzuna elini koydu.
“Hadi Ali siz Şura ve Meva ile kantine inin bende Betül'ün yanına gideyim. Daha sonra katılırım size.”
Ali, Mevanın elinden tutup güler yüzle yolu göstererek yanıma yaklaştı.
“Ali Abi ben gelmesem. Hüseyin abi ilaçlarımı getirecek.”
“Tamam o zaman. Ne istersin sana ne getireyim?”
Kucağındaki sarışın bebeğini kollarıyla sarmalayan Meva bir süre etrafı seyretti.
“Puding getir o zaman.”
“Tamam o zaman. Rapunzel ne ister?”
Kucağındaki bez bebeği kastettiğini anlamıştım.
“ Ona bir şey getirme. Kendiminkinden veririm.”
Mevanın alaycı gülümsemesini arkamızda bırakıp kantine indik. Ali buraya kadar neşesini korusa da; içinde barındırdığı ağır sıkıntı ara ara dalan gözlerinde görünüyordu.
Sandalyemi çekip yer gösterdiğinde alnı ve sol yanağı sargıda olan, 190 boylarda neredeyse 130-140 kilo ağırlığındaki adamla göz göze geldi. Adamın üzerinde hasta bakıcıların giyindiği mavi personel kıyafeti vardı. Bana bir süre bakıp Aliye yaklaştı. Ara ara beyaz düşmüş sık saçını eli ile yana taramayı da ihmal etmemişti.
“Ali iyi misin goçum?”
Alinin adama karşı attığı çekingen bakışları merakımı daha da kabartmıştı.
“Kazım abi kusura bakma ben doğru düzgün hatırlamıyorum bile.”
“Önemli değil aslanım da; sen ne ayaksın ben gibi adamı ortada döndürdün. Kamille, Neco bir hafta raporlular. Bu nasıl bir kuvvet. Hadi onu da geçtim sen boksör müsün güreşçi mi?”
“Nasıl oldu bilmiyorum. Size karşı çok mahcubum.”
“Hiç mahcup olma. Bize dua et yeter. Senin odandan eksik olmayan Kuran yeter bize. Bundan sonrada Mevaya ilaç milaç vermem. Biz yanındayken ağlarsa bu kez iki sargıyla da atlatamaya biliriz.”
Son cümlesini gülümseyerek söylemişti.
Ali;
“İnsanın kendine kefil olamaması kadar zor bir durum yok. Yine de ağlamasın abi. Gerçekten bir şey hatırlamıyorum.”
“Neyse ben bölmeyeyim. Size afiyet olsun.” derken bana bakıp baş selamı vermeyi ihmal etmedi.
Sandalyeyi çekip oturan Ali aniden geri kalktı.
“Aç mısın?”
“Yok aç değilim.”
“O zaman tatlı alayım sana.”
“Tamam o olur.”
Koşar adım giderken kırmızı terliklerine alışamadığı yürüyüşünden belli oluyordu. Konuya girmek istesem de bir tarafım; ‘Dur tedavisine zararın olabilir.’ diyordu. Bir parçam gibi hissettiğim Ali yavaş yavaş eriyor gibi geliyordu. Bir kardeşi için canını verecek olan babam bile çaresiz kalıyordu Alinin durumu karşısında. Elinde tepsi ile gelen Ali gözlerindeki mutluluğu bir kez daha görmüştüm. Dünya üzerinde bizden başka kimsesi yoktu.
“’Ne içersin?’ diye sormayı unuttum. Ama çayı sevmediğini bildiğim için sütlü kahve aldım.”
“Doğru tahmin teşekkür ederim.” deyip konuya yavaş yavaş girmeye karar verdim.
“Eee Ali! Nasılsın faydası oldu mu buranın sana?”
“Akşamları yatarken ilaç veriyorlar. Ben bir faydasını hissetmedim. Ama Zümra Ana; ‘Kalacaksın!’ dediyse illaki bir faydası olur.”
“Evet. Peki Neden böyle oluyor sana, neden bir bayanın ağlaması tetikliyor bunu?”
“Bilmiyorum Şura. İnan hiçbir şey bilmiyorum.”
“Rabiş kim?”
“Hatırlamıyorum. Büyük ihtimal benim ablam. Bir ablamın olup olmadığını hatırlamamak çok saçma değil mi?”
“Olur mu öyle şey? Bende 6 yıl boyunca ekmek yemediğimi hatırlıyorum. Bende sen gibi ateşten çıktım. Orada hep ekmek verdikleri için gördüğümde ellerim titrerdi.” dediğimde gözlerini kaçırdı.
“Rabia büyük ihtimal öz ablam. Benden 3-4 yaş büyük olması lazım. Onu ağlamasına aldırmadan kolundan çekiştirdiklerini hatırlıyor gibiyim. Ve onun boğazını kes...”
Alinin anlattıklarına dalıp gitmişken üst kattan gelen bağırış seslerinin ardından çıkan silah sesi paniğe sebep oldu. Ağızımdan istemsizce çıkan tek kelime Alinin altındaki sandalyeyi düşürüp koşmasına neden oldu.
“An... Anne!”
‘Deşifre mi olduk, bizi buldular mı , anneme bir şey oldu mu?’
Aklımdan geçen sorular bacaklarımın uyuşmasına neden olmuştu. Ama bu uyuşmanın gücü beni durdurmaya yetmiyordu. Ali çoktan gözden kaybolmuştu.
Aliyi gördüğümde hastane çıkış kapısına yakın, annemin dizinin altındaki siyah takım elbiseli adama takıldı gözüm.
Biri kelepçelenmiş yüz üstü yattığı yerde etrafına tehditler savururken diğeri annemin dizlerinin altından kaldırılıp güvenlikler tarafından kelepçeleniyordu. Odalardan dışarı fırlayan çalışanlar ve hastalar şaşkın gözlerle anneme bakarken o güvenliğe yaklaştı.
“Plakayı aldınız mı?”
“Aldık hocam.”
“Tamam hemen polisi arayın.” diyen annem yerdeki silahı alıp boşalttıktan sonra şarjörünü takmadan, şaşkın bakışlarına aldırmadan güvenliğe uzattı.
Kırmızı terlikleri ile ortada kalan Alinin gözleri yerdeki bez bebeğe dalmış öylece bekliyordu.
“Ali sen sakin ol tamam mı?”
“Ana Rapunzel neden yerde?”
“Bir şeyi yok. Sadece arabaya bindirip götürdüler. Polisi aradık anında bulacaklardır.”
Sakince güvenliğe yaklaşan Ali;
“Plaka neydi?” diye sordu.
Annemin gücü Alinin travmasına yetmeyecekti.
“Ali sen dur. Polis halledecek.”
Kızaran gözleri ile anneme bakan Ali;
“Duramam, tutamam kendimi ana.” diyen Ali güvenliğe tekrar döndü.
“Canını yakmak istemiyorum. Allah için plakayı söyle. Adamlar daha fazla uzaklaşmadan söyle.”
Annemin yanına yaklaştım.
“Anne babamı ara. Aliyi ondan başkası durduramaz.”
“Doğru söylüyorsun.” diyen annem telefonda elini kaydırmaya başladı.
“Rahman, Ali...”
Babamın ismini duyan Ali başını anneme çevirip göz yaşlarını silerek yaklaştı.
“........... Burada bir kız çocuğu kaçırıldı..........evet evet o......... Evet bende diyorum polis diye ama Ali dinlemiyor........ Tamam çok sağol...... Tamam açıyorum......” diyen annem hoparlörü açıp telefonu üçümüzün ortasına uzattı.
Babamın özlediğim otoriter yumuşak sesi bile güvende hissetmeme yetmişti.
“Alim!!!”
“Emredin Komutanım.”
“Mevayı Al gel!”
Babamın bu çıkışı annemi hayal kırıklığına uğrattı. Onun kadar Alide beklediği emri alamadığı için şaşırmıştı. Annemin yüzüne bakan Ali korkunç bir tebessüm attı. Karabasan'ın maskesiz yüzünü görmek nasip olmamıştı ama Karabangu'yu göre biliyordum. Bu gülüş Alinin gülüşü değildi.
“Duydun mu beni? Mevamızı al gel. Yıkmak gerekiyorsa yık, yakmak gerekiyorsa yak.”
“Emir alındı anlaşıldı Alaganım.”
Aliyi yolundan çevirecek tek yaradılan Azraildi.
Tam itiraz edecek olan annem telefon kapandığında suratını ekşitmekle yetindi.
“Ana arabanı emanet alabilir miyim?”
Alinin bu isteği ile gözlerine uzun uzun bakan annem çantasına elini atacakken Hüseyin Abi araya girdi.
“Ali benim motosiklet otoparkta. 125’liktir ama trafikte daha rahat hareket edersin. Kask arka çantasında. Bekle soyunma odasından anahtarı getireyim.”
Ali bizden yavaş yavaş uzaklaşırken annem kulağıma yaklaştı.
“’Mevayı al gel' dedikten sonra Alinin gözlerindeki bir saniyelik gülümsemeyi gördün mü? İşte tam o anda Karabangu'ya geçti.”
“Evet dikkatimi o çekti.”
“Ben dedim ama; ‘Bu çocuklara bu adada bilinçli olarak kişilik yüklemesi yapıyorlar. Korhan babamın tüplü bir arabası vardı. Uzun ve dik rampalara geldiğinde düğmeye basıp benzine alıyordu. Alide öyle gözlerini kısıp gülümsediyse bil ki benzine yani Karabanguya geçti.”
Annem bu örneklendirmesini başka bir yerde yapsaydı kahkaha atar boynuna sarılırdım ama bulunduğumuz bu atmosferde bunu yaparsam kınanacağım apaçık ortadaydı.
“Anne Allah aşkına bak bağıra bağıra gülerim.” derken bile yanaklarım kasılıyordu.
“Uff Şura! Ben ne dediğimi biliyor muyum ki? Anla diye dedim.”
Annemin ayaklarında ayakkabı görmüyordum. İnce çorapları ile mermer zemine basarken güvenliklerin şaşkın bakışları hala annemin üzerindeydi.
“Anne bu adamları sen mi derdest ettin?”
“Evet. Sadece bunları yakalayabildim. Anne bunun açıklamasını nasıl yapacaksın. Herkes çekinerek bakıyor sana.”
Annem bir saniye olsun Aliden gözünü çekmiyordu.
“Yalandan bol ne var? ‘Üniversitede savunma dersleri aldım.’ derim”
Ali bir şey görmüş yere yavaş yavaş çömeliyordu. Mevanın kaçırılırken düşürdüğü bez bebeğe giden ellerinin titremesi göğsümün yanmasına yetmişti. Üzerine ayağa kalkıp bebeği bir çocuk gibi bize uzatarak;
“Rapunzeli düşürmüş.” demesi boğazımı düğümledi.
“Ali al koçum.” diyen Hüseyin abi nefesini toplayıp devam etti.
“Mevayı getir Ali. İlaç saati geçmesin.” derken gözlerini kaçırmasından en az Ali kadar Mevaya düşkün olduğunu anladım.
“Abi çok sağol. İşimi fazlasıyla görecek.”
“Bende geliyorum.”
Alinin dik bakışlarına annemin itirazına aldırmadan kapıdan dışarı çıktım. Yeni gelen polis arabalarını arkamızda bırakıp otoparka vardık.
Motoru bulan Ali, Rapunzeli kapüşonlunun arasına koyup fermuarını çekti. Motorun mini bagajından kaskı çıkartıp bana uzattı. Hiç konuşmuyor sadece kalın kaşlarını çatıyordu.
“Şura, Serpil ablayı arayıp telefonunu verir misin?”
Ekran kilidini açıp rehberden Serpil ablayı aradıktan sonra telefonu uzattım.
““Abla 34MRD58678’li plakanın nerede olduğunu bana bulabilir misin? 5 dakika önce kliniğin önünden çıktı.”
Karşıdan olumsuz cevap almış olmalı ki; Ali sesi biraz yükseltti.
“Abla bu Alaganımız'ın emridir. HEMEN BUL ŞU ARABAYI BANAA!............ Abla 5 dakika çok uzun. Ağlıyordur. Rapunzel ağlıyordur Abla.........Tamam Şuraya veriyorum sen ona anlatırsın.”
Başıma kaskı geçiren Ali; ‘Vizör' dedikleri cam şeklindeki gözlük kısmını yukarı kaldırıp telefonu kask ile kulağımın arasına sıkıştırdıktan sonra anahtarı çevirip marş düğmesine bastı. Ayağımı basmak için motorun arka ayaklıklarını elimle açmak için eğilmiştim ki Alinin kırmızı terliğinin üzerindeki gözlerle göz göze geldik.
Ağlanacak halimize için için gülüyordum.
Ali bindikten sonra kısa bir uğraşla arkasına atlayıp yola koyulduk.
“Yetişe bilecek miyiz?”
Serpil Abla;
“Yetiştireceğiz.” derken Ali de aynı anda;
“Yetişeceğiz.” dedi.
Serpil abla;
“Şura ben ne dersem aynen Ali komutana aktar. Şimdi Esma plakayı ararken siz doğrudan ana caddeye çıkın.”
Ali çoktan yola koyulmuş araçların arasından zikzaklar çizerek seyir ediyordu.
“Bulamadılar mı daha?”
Aliyi duyan Serpil abla beni beklemeden cevap verdi.
“Bir dakikaya bulmuş oluruz.”
“Bir dakikaya bulmuş olurlarmış Ali.”
Ali ana caddeye çıkmış normal bir hızla giderken Serpil ablanın sesi ile ilk operasyonumun başladığını anladım.
“Ali bulmuşlar. Önümüzdeki kavşaktan sağa dön.”
İşte bu cümlemden sonrada operasyon ciddiyetinin ve ne denli riskli olduğunu Alinin sıkışık trafikte araçların arasından hızla geçmesi ile farkına vardım. Bu çocuk gerçekten profesyonel bir pilot gibiydi.
“Ali Hayrioğlu lahmacundan sağa sap.”
Aliye doğru yapıştığımda altımdaki tekerin kaydığını hissettim. Dar sokağa girdiğimizde motorun sesi daha da yükselmişti. Yürüyen yayalar ellerini kaldırıyor arkamızdan küfürler savuruyordu.
Bu gerçekten özgürce uçmak gibi bir şeydi. Mevayı kurtaracağımızdan adım gibi emindim. Ali motosikleti ara ara yatırırken dengemi sağlamak için sıktığım giysisi tırnaklarımı acıtmaya başlamıştı.
“Abla bir daha söyle anlamadım.”
Serpil ablanın konuşmasındaki akıcılık ve kelimeleri tane tane kullanması mükemmel bir özelliğiydi.
“Ali iki.... 50 metre ilerde iki şeritli yol çıkacak. Refüjden karşıya atla. Araç 300 metre ilerde.”
Ali hiç cevap vermiyor son sürat avına yaklaşıyordu. Ara sokaktan çıkıp iki şeridi birbirinden ayıran refüje yaklaştığımızda Alinin gazı hiç kesmemesi dişlerimi sıkmama sebep oldu. Hızla refüje çıkan motosiklet beni büyük bir darbe ile neredeyse yarım metre yukarı fırlattıktan sonra tekrar havalandığım yere oturdum. Yerinden oynayan telefonu düzeltip önüme baktığımda gördüğüm şey nefesimi tutmama sebep oldu.
“Ali bunlar Yunus!”
Yolun ortasına duran Yunus Polisi Aliye eli ile sağa çekmesini işaret ederken Alinin durmaya hiçte niyeti yoktu.
Ali;
“Şura kaç metre.”
“Serpil abla araca kaç metre kaldı.”
“Görmeniz lazım. 200 metre ilerinizde.”
“200 METREYMİŞ ALİİİ!”
Ali gazı ne kadar köklese de motorun gideceği en fazla bu kadardı ve bu bana göre çok hızlıydı.
Yunus Polisine yaklaşan Ali aniden manevra yaptığında kollarımla beline sarılıp düşmemekten son anda kurtuldum.
Arkama baktığımda üç tane motosikletli Yunus Polisi çoktan çakarlarını yakmıştı.
“Ali geliyorlar.”
“Sorun değil Şura. Araç şu olmalı.” dediğinde telefondaki Serpil abla konuştu.
“Koray Komutan çoktan yola çıktı Şura. Size yetişecektir.”
“Koray Amcam yetişecek ama Yunuslarda yetişti.”
Arkamızdaki sirenleri duydukça kalbim duracak gibi oluyordu.
’34MRD58678’
Önümüzdeki siyah araçtaki plakayı gördüğümde arkamdaki polislere elimle gösterdim.
Aracın yanına geçen Ali ile aynı anda görmüştüm arka koltukta ağlayan Mevayı.
‘N'olur ağlama Meva n'olur!’
Ben içimden dua ederken Ali avazı çıktığı kadar bağırdı.
“AĞLAMAAAAAA... RAPUNZEL AĞLAMA GELDİM.”
Polislerin tek odaklandığı araç bizdik işaret etmeme rağmen Mevanın bulunduğu araca yaklaşmıyorlardı bile. Arkamızdan gelen silah sesi ile Aliye daha sıkı sarıldım. Ali aynaya bakıp direksiyonu silkeliyordu.
Siyah araç Polislere güvenip sağa çekmekle hayatının en kötü tercihini yaptı.
Aniden duran Ali aşağı inip kırmızı terliklerini çıkartarak arkadaki siyah araca doğru koştu. Biraz daha uzaklaşan polisler sağda durup hepsi birden bize doğru koşmaya başladı. Alinin sadece 10 saniyesi vardı.
Yüzümü tekrar Aliye döndüm. Dışarıya nazaran aracın içinde bir nebze daha güvende olacak şoför hayatının ikinci hatasını yapıp aşağı inmiş ona doğru koşan Aliye mahalle kabadayıları misali kollarını aça aça yürüyordu.
Hiç hızını kesmeyen Ali dirseği ile şoföre vurduğunda darbeyi alan şoför bir darbede asfalttan almıştı. Adam hareketsiz bir şekilde yatarken arka koltukta Mevanın yanında oturan adamın dışarı çıkması Aliyi camları kırma zahmetinden kurtarmıştı. Adamı kenara iten Ali, Mevayı kucaklayıp dışarı çıkardığı anda yetiştim.
Mevayı kucağıma verip adamı aldı. Bir göz yaşı döken Mevaya bakıyor bir adama vuruyordu. Dikkatimi çeken adamın kanlı yüzü değil Alinin gözünden akan yaştı.
Poliste yetişmiş Aliyi tutmaya çalışıyordu ama Karabanguya dokunan Polis kendini yerde buluyordu. Darbelere daha fazla dayanamayan adam bayılsa da Ali bırakmıyordu. Ali adama vuruyor polis Aliyi tekmeliyordu.
“Meva ağlama tamam geçti. Ali baktığında gülümse n’olur.”
Daha şoku atlatamayan beş yaşındaki çocuğa söylenecek söz değildi biliyorum ama elimden de bir şey gelmiyordu.
Ali adamı bırakıp Mevaya yaklaşırken altı tane polis Alinin kolunu büküp yere yatırmaya çalışıyordu. Polislerin arasından gözyaşları içinde Mevaya elini uzatan Alinin gür sesinden sarf ettiği üç kelime hiç eksilmiyordu.
“BUKEZ KURTARDIM ABLAAA!”
Aliye elini atan polis savruluyordu.
“BUKEZ KURTARDIM RAABİİŞ!”
Polis silahını sıkıp havaya kaldırmıştı ki; yanındakinin arkamı işaret etmesi ile; o silahını beline sokarken diğerleri Aliyi bırakıp esas duruşa geçti. Ali yetişip Mevayı kucağına alarak asfalta dizüstü oturdu.
Arkama durup farları yanık olan araç sadece polislerin değil tüm Türkiye’nin tanıdığı araçtı.
Canlarımın, amcalarımın, babamın kurt motifli, mat siyah devasa Denali Jeep'iydi.
Aşağı inmeyen, Koray Amcam olduğunu tahmin ettiğim, siyah camından dolayı yüzünü görmediğim araca uzaktan öpücük atıp Aliye döndüm.
“Ali amcam geldi.”
Ali beni duymuyor Mevaya sarılmış gözleri dalgın bir şekilde sallanıyordu.
Devasa Jeep yavaş yavaş hareket edip polislerin yanında durdu. Gölgenin iç titreten sesi aralanan camdan dışarı taştı.
“Bırakın çocukları!”
Polisler saygı ile dimdik durup, başları ile gelen komutu onayladı. Hemen ardından gelen aracın annemin Golf'ü olduğunu gördüm.
Annem kapısını kapatmaya bile gerek duymadan Aliye doğru koştu ve aynı şekilde dizüstü oturdu.
“Ali geçti tamam kuzum.”
Annem, Mevayı almak istiyor Ali sımsıkı tutuyordu.
“Ali tamam benim Zümra yengen. Hadi bitanem ver Mevayı bana.”
Ali gözlerini dahi kırpmıyordu. Annem Alinin saçlarını okşuyor. Yumuşak sesi ile yanımıza dönmesini sağlamaya çalışıyordu.
“Ali! Mevanın canı yanmadan ver kuzum hadi.”
Çıt dahi çıkmıyor olduğu yerde sallanıyordu.
“Şura babanı ara!”
Ne yapmak istediğini anlayıp hemen babamı aradım.
“Gök Gözlüm!”
Beni en derin kuyudan bile çıkaracak olan iki kelime, içinde bulunduğum cendereyi cennete çevirmişti.
“Babam! Mevayı kurtardık ama Ali Mevayı kucaklayıp asfalta oturmuş onu Anneme vermiyor. Annemin konuşmasına hiç tepki vermiyor. Sen konuşur musun hoparlöre alıyorum?”
Babamın cevabını beklemeden hoparlöre alıp Aliye yaklaştım.
“Feinne me'al 'usri yüsra;
İnne me'al'usri yüsra;
feizâ ferağte fensab;
ve ila rabbike ferğab;”
Bir insan daha ne kadar mükemmel olabilir ki? Bir insanın kalbi nasıl böyle bir imanla dolar? Nasıl bir teslimiyettir bu?
Babam İnşirah suresinin son dört ayetini okuduğunda başını yavaş yavaş kaldıran Ali annemin yüzüne bakıp kollarını gevşetti.
“Bab... Baba Ali Mevayı bıraktı.”
“Aferin Alim.”
Annemin ağızı açık şaşkın bakışlarıyla, yaşlı gözünü telefona çevirip başını bir kez sallayabilmişti Ali.
“Babacım Ali konuşamıyor; sana başını salladı. Çok teşekkür ederim.”
“Tamam kızım Allah'a emanetsiniz.”
Ali Mevaya, ben Aliye dalıp gitmiştim.
Feizâ ferağte fensab;
‘O halde, bir işi bitirince hemen başka bir işe koyul.’
Onların her şeyi Kuran'dı.
Kliniğe geçeli beş dakika olmuştu ki Ali motosikleti otoparka park edip kapıya doğru yürümeye başladı.
Arkamdaki anneme; ”Ali geldi an...” diyecekken Betül ablanın delici bakışları gerilmeme sebep oldu. Kollarını göğsünde bağlamış, küt saçlarının yüzüne düşen kısmını çekme gereği bile duymamıştı. Danışmadan tutun güvenliğe kadar el pençe divan duruyorlardı. Annem yüzüne dahi bakmıyordu.
Kapılar birbirinde ayrılmış Ali içeriye ilk adımını atmıştı. Motosikletin sahibi Hüseyin abi minnetle parıldayan gülen gözleri ile Alinin uzattığı anahtarı alıp ister istemez Betül ablanın keskin bakışlarına maruz kaldı.
“Ali, Şura hemen odama!” deyip arkasını dönmüştü ki; annemin gelmediğini fark etti.
“Sende Zümra sendee...”
Betül abla ile göz göze gelmemek için danışmadaki bayanlar ile konuşuyormuş gibi yapan annem;
“Aaa ben mi? Hemen geliyorum.” deyip Betül abla arkasını döndüğünde ağzını eğip sessizce taklidini yapması hem beni hem danışmayı güldürmüştü.
“Isırayım mı senin yanaklarını?”
“Bırak şimdi yanaklarımı da bu beni zorlayacak. Bu kez gerçekten çok bastıracak. Tehdit de fayda etmeyecek.”
Bir süre Betül ablanın uzun topuklarını eze eze yürümesini seyredip söze girdim.
“Annee!”
“Efendim.”
“Betül abla Alinin doktoru. Kim olduğumuzu söyleyelim mi? Bence sır tutacak biri.”
“İsterse tutmasın. Baban gönderir Çeçeni hesabını keser...” derken olduğu yerde kalakalıp yeşillerini mavilerime sabitledi.
“Bir sürü bekar Muhafız var biriyle evlendirelim.”
Odasının önüne gelmiştik. Kapı koluna elini atan Betül abla annemin olduğu yerde kaldığını gördü.
“Bu kez o pratik zekanda kurtaramayacak seni. Öleceğimi bilsem de bana bir şeyler söyleyeceksin Doktor bordo bereli.”
Betül Abla içeri geçtiğinde annem yine arkasından konuştu.
“ Şeytan diyor tut saçından çarp yere.”
“ Sen arkadan konuşmaya kötü alışmışsın yosun gözlüm. Bugünkü yere çarptıkların yeter Anne. Hadi geçelimde bitsin artık.”
Annemin aniden suratın asılması göğsümü sızlatmıştı.
“Anne ne oldu?”
“Yok bir şey!” deyip odaya geçerken kolundan tutup kendime çevirdim.
“Anne ne oldu yanlış bir şey mi söyledim.”
“Evet!”
“Anne farkında değilim özür dilerim.”
“Öyle bir şey değil. ‘Yosun Gözlüm' dedin ya...” demesi derin bir nefes almamı sağladı.
“Sen babamı özledin.” dediğimde gözlerinin dolması boğazıma büyük bir yumru oturtmaya yetti.
Babamın sevmesi güzel ama; onu bu derece sevmek nasıl bir güzelliktir kim bilir?
İçerden ağlama sesinin gelmesi ile ikimizde anında oda ya geçtik.
Masasının başında ayakta duran Betül abla iki kolunu da masaya dayamış bizim içeri girdiğimizi gördüğünde ağlamamak için kendini sıkıyordu.
“Kusura bakma Ali biran sinirim boşaldı.” deyip, annemden ayırmadığı yaşlı gözünü elinin tersi ile sildi.
“Ali’yi, Meva'yı, Duygu'yu, Mert'i ve diğer ziyaretçi kardeşlerimi Kübra'nın listesine ekle. Ben artık yokum.”
Çantasını ziyaretçi koltuğuna bırakan annem, Betül ablanın en yakınına yaklaştı.
“Bu kadar mıydı verdiğin söz? Kızım bu bizim okuldaki hayalimizdi. Kimsenin baskısı altında kalmadan, dürüst ve özverili...”
“Ne dürüstü Zümra?” diye sakin ses tonu ile annemin sözünü kesti Betül abla.
“Hı... Ne dürüstlüğü. Kızım kameradan izledim iki tane silahlı adamı yere çarparken kendini bile incitmedin. Onlarca kez sordum yine soruyorum; Sen kimsin, bu çocuklar kim Zümra?”
“Söyleyemem.” demekle yetindi annem.
“Söyleyemezsin tabi. Neler karıştırıyorsun bakalım. Ya yok ‘Mafya' desem değil, ‘Asker’ desem hiç değil aynı okulda okuduk çünkü.”
“Saçmalama Betül. Herkes gibi sıradan biriyim.”
Gözlerini kısan Betül abla bir süre annemin gözlerine baktı.
“Her şey kocanla başladı biliyor musun? Çok sıra dışı ailesiniz. Kübra'da da var. Ondada bir şeyler var. Aranızda tek yabancı benim.”
“Ne başlamış kocamla?”
“Bir keresinde tam aracıma binerken. Kübra’nın eşi ile kocan Rahmanı gördüm. Koray su almıştı ve birini on metre mesafeden kocana attı. Rahman suyun atıldığını bir saniyeliğine gördü ve cebinden anahtarını çıkartırken suyu bakmadan havada tuttu. Bende saf saf sadece; ‘Olağanüstü' dedim. O anda beni gördü ve sanki içimi okuyormuş gibi gözlerini sadece gözlerimde sabitledi. O adam da Koray da normal değil Zümra. Salak değilim ben.”
“Saçmalıyorsun. Kuruntu bu.”
“Saçmalıyorum değil mi? Konuyu kapatmak için sıradan insanların karşısındakine söylediği gibi; ‘Saçmalıyorsun.’. Sana ne demeli...” deyip masasındaki monitörü gösterdi.
“Gel bak. Aşağıda olan olayın kayıtları var. Olay olmuş herkes kaçışırken sen ayakkabılarını çıkartıyorsun, çantanı danışmaya bırakıyorsun, havaya sıkılan silah sesine karşı gözünü bile kırpmıyorsun ve sıradan bir hastaymış gibi koltuğa oturuyorsun adam önünden geçerken müdahale ediyorsun. Bir tanede değil iki tane silahlı adam tek hamlenle bırak karşılık vermeyi yerde hareket bile edemiyor.”
Monitörü sertçe anneme çevirirken yere düşüren Betül ablanın sesi biraz daha yükselmişti.
“Gel bak! Gel bak orada. Güvenlikler bile saklanmış seni izliyor. Ne yapsın adamlar sen kadar eğitim almamışlar ki. Silahları da yok.”
Önlüğünü çıkartıp masaya koyarken kalemliğin devrilmesine aldırmadan çantasını kapıp kapıya yöneldi. Annem kolundan tuttuğunda ondan önce Betül abla konuştu.
“Bak bunu da örnek göstereyim sana. Bir erkek kadar kuvvetlisin. Bırak kolumu acıtıyorsun.”
“Sözünden dönme. Biz birbirimize söz verdik. Bırakamazsın bizi.”
“Bana güvenmeyen birinden bırak ortaklığı elinden su bile içmem.” deyip kapıyı sertçe çarptı.
Ali yere düşen monitörü alıp masaya koyduktan sonra anneme baktı.
“Benim tedavim ne olacak ana.” derken annemin kafasında binbeşyüz tane tilki dönüyordu.
“Bu kızın acilen evlenmesi lazım.”
Safça annemin yüzüne bakan Ali'nin çıkışı gergin ortamı anında kahkahaya boğdu.
“Benimle mi?”
4 saat sonra...
BETÜL'den...
Harekete geçmedi diye kızdığım asansörün düğmesine basmadığımı fark ettim.
‘A be salak kafam!’
Düğmeye sertçe dokunup ağlamaktan şişen gözlerimi aynada kontrol ederken zemin kata indim. Tek düşündüğüm şey Deniz Kuvvetlerinden emekli, sitenin yöneticisi Kadir abiye anlatacağım bu konunun neresinden başlayacağımdı.
Yıllardır tanıdığım ‘Kardeş' dediğim insanların benden açık bir şekilde sakladıkları sırrı orada istenmediğimin açık bir kanıtı olarak görsem de; Zümra'nın attığı son bakıştaki çaresizlik bu sezgilerimi düşünmeye itiyordu.
Peki ya neden? Neden kim olduğunu benden saklıyordu. Söylemek istiyordu hatta yüzüme karşı haykırmak istiyordu; ‘Kızım ben buyum!’ diye bağırmak istediğini bakışlarındaki mahcubiyetten anlayabiliyordum.
‘Peki ya neden?’ diye düşünürken oturduğum site kamelyasına yaklaşan Kadir abiyi karşılamak için ayağa kalktım.
“Betül hocam! Ne bu haliniz bir sıkıntı mı var?” dedi kızaran gözlerimi kastederek.
“Hoş geldin Abi. Bunu bana sen söyleyeceksin. Oturmaz mısın? Çok zamanını almam.”
Karşımdaki banka otururken bile sorguluyordu gözleri.
Ak düşmüş hilal bıyıkları hep dikkatimi çekmişti. Uzun zaman güneşe, soğuğa maruz kalmış alnındaki çizgiler, kalın doğal çatık kaşları, 190 boyu ve kalın bilekleri art niyetli insanlara ‘Sizin için tehlikeliyim bana yaklaşmayın' diye bağırıyordu.
“Dinliyorum hocam.”
“Abi inan nereden başlayacağımı bilmiyorum.”
“Sen başla devamını beraber getiririz.”
Ellerimi masanın üzerine koyup başladım.
“Şimdi abi. Bir aile düşün, hatta birbirine çok yakın iki aile düşün. Çeşitli bahanelerle uzun zaman ortadan kayboluyorlar, etrafındaki her şeye şüpheyle bakıyorlar, eğitimli insanlar gibi yağsız vücutları var. Refleksleri çok iyi. Ama bir o kadarda şeker, nazik, merhametli insanlar. Beş vakit namazlarını kılarlar, her birinin odasında olsun, anahtarlığında olsun ay-yıldız veya Türk Bayrağı var. Bu detayları onları terörist sanma diye söyledim. Bugün bunlardan biri olan, biri üvey üç çocuk annesi olanı iki tane silahlı adamı saniyesinde yere sererken adamların silahları beş metre uzağa savruldu. Bunun profesyonel bir hareket olduğu görmek için kıdemli bir asker veya polis olmaya gerek yok çünkü çok açık bir şeydi.” derken şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı.
“Bunlar kim olabilir abi? Ha unutmadan detayını veremem ama onlardan biri olan 20 yaşındaki hastamın muayene esnasında bilinçdışı olarak; ‘Komutanım.’ dediğine çok şahit oldum.”
Derin bir nefes alan Kadir abinin konuyu net bir şekilde anladığı anlaşılıyordu.
“Şimdi Betül hocam şunu net bir şekilde söyleyeyim. Hiç o duruma maruz kalmadım ama yakındaki bir kişinin silahını almaya kalkmak filmlerde olur. Bunu bir bayanın yapması ve adamların anında kendilerini yerde bulması boş bir insanın yapacağı bir şey değil. 20 yaşında; daha çocuk diyebileceğimiz belki askerliğini bile yapmamış bir gencin bilinçdışı olarak ‘Komutanım' demesi ayrı bir muamma. Demek ki bu çocuk; ‘Komutanım' kelimesi ile büyüdü. Yani şunu söylemeliyim ki; devlet için çalışan bir aile olabilir. Ben çok tuhafiyeci, simitçi, motor ustası savaşçılar gördüm ve bunu aileleri dahi bilmez. Ama bir doktorun bu derece eğitimli olması çok enteresan.” deyip gözlerime baktı.
“Size daha net gösterebilirim.” deyip telefonumu çıkartarak hala aktif olduğum uygulamaya girdim. Giriş kapısının kamerasına gelip, olayın başladığı saate aldıktan sonra telefonu Kadir abiye uzattım.
“Bak abi. Bugünkü olay bu.”
Emekli SAT komandosu Zümra’nın videosunu izlerken araya girip hiç bir şey söylemiyor sadece yüz ifadesini seyrediyordum. Çenesinin altına koyduğu elleri mimiklerini bozsa da ara ara, belli/belirsiz irileşen gözleri onunda şaşırdığının ispatıydı. Telefonu tekrar uzatırken daha fazla bekleyemedim.
“Ne düşünüyorsun abi?”
“ Ne düşüneceğimi bilemedim. Dediğim gibi hiç böyle bir şeyle karşılaşmadım. Açık konuşayım bu yaşımı boş ver, mesleğimde en iyi olduğum genç yıllarımda yapamadığım, yapmaya cesaret edemediğim şeyi yapmış bu bayan. Ona bu cesareti verende aldığı eğitim. Kimlerden nasıl aldı bu eğitimi bilmiyorum ama gerek olaya yaklaşımı olsun, gerek daha olay başlamadan ayakkabılarını çıkartması olsun ürkütücü denecek kadar enteresan. Ben silahı alırken ki yaptığı o harekete gerçekte hiç denk gelmedim, hatta eğitimlerde bile denk gelmedim. Dövüş sitili de çok yabancı. Karma dövüş sanatı desem değil. Hepsinin karışımı sanki. Dikkat ettin mi adam orada yumruk savurduğunda sadece başını çok az geri çekip çenesinin sağ alt kısmına yumruk atıyor. O noktayı o adrenalinle bulması tecrübeye bakıyor. Sadece bu harekete yüzlerce kez çalışmış gibi. Bu bayanın doktor olduğuna emin misin?”
Kadir abinin cümleleri ile içine çekildiğim öfke/şaşkınlık karşımı düşüncelerimden gelen soru ile sıyrıldım.
“Ev... Evet abi Doçent.”
Bu videodan daha çok şaşırtmıştı onu.
“Hem de Doçent.” deyip çenesindeki elini masaya bırakıp bir süre düşündü.
“Peki eşini tanıyor musun, o ne işle meşgul.”
“Muhasebeci!”
Aniden gözleri irileşen Kadir abinin ayağa kalkıp kamelyadan dışarı çıkışını ve endişeli bir şekilde eliyle bıyıklarını aşağı tarayışını izledim
“Abi bir şey mi oldu?”
Cevap vermiyor sadece boş bir noktaya bakıyordu. Elini aşağı indirdiğinde koskoca adamın gözlerinin dolduğunu gördüm. Bu ne korkudan ne de acıdandı. Gözüne yığılıp akmayan yaşlar sevinçtendi.
“Abi gerçekten korkuyorum. Bir şey mi oldu?”
Ayağa kalkıp yanına yaklaştığımda kesik kesik konuşmaya başladı.
“Se... Sen bu bayanla ne kadar yakınsın?”
“Kardeş gibi. 18 yaşımızdan bu zamana beraberiz. ‘Polikliniği üç ortak açtık.” demiştim ya hani. O üç ortaktan biri Zümra.”
Sessizce diyeceğini tartıp düşündüğünü izlerken içinde bulunduğum merak kendini korkuya bıraktı.
“Abi ben neye bulaştım?”
“Bak kardeşim. Şimdi git evine yat uyu. Eğer onlar sana kim olduklarını söylerse daha 30’lu yaşlarımda benim onlarla geçen anımı sana anlatırım. Anlatmazlarsa sakın üzerlerine gidip bu işi kurcalama.”
“Yok gitmem. İstifa ettim zaten. Üzerime ne düşüyorsa muhasebe hesaplayacak. Bir haftaya yollarımızı tamamen ayırırız.”
Şaşırmıştı.
“Neden; yani neden ayrıldın?”
“Onun için senin yanındayım ya abi. Benden bir sır saklıyorlar ve paylaşmıyorlar. Yok yani ailevi olsa neys...” derken araya girdi.
“Betül ne saçmalıyorsun sen?”
Bana ilk defa ismimle hitap ediyordu. Bir baba gibi otoriter ve tehditkardı tepkisi.
“Efendim abi?”
“Sakın onlarla bağını koparma, sakın onlarla tartışma onları üzme. O bayanın omuzlarındaki yükün içinde zerre kadar yerin yok senin. Eğer söylemiyorsa zamanı vardır veya hiç söylemez. Eğer söylerse aldığın o sır seni ölüme kadar götürür. Hadi kal sağlıcakla.” deyip cevabımı bile beklemeden uzaklaştı.
Binaya yüzümü döndüğümde biraz yüksekte olan site parmaklıklarının arkasındaki karartı gözüme çarptı. 25 yaşlarında üzerinde gri renkte yer yer sökük örgü kazak olan bir genç yüzüme bakıp tebessüm ediyordu.
Bu tebessümden korkmam gerekiyordu ama hayır. O huzur veren bakış kalbimi yumuşatmıştı ve ister istemez bende gülümsemiştim.
“Ne oldu neden gülüyorsun, kimsin sen?”
Çok naif ve huzur veren sesi vardı.
“Yolcuyum ben.”
“Yolculuk nereye?”
“Dosta.”
Hala gülümsüyordu ve bu bana aşırı huzur veriyordu.
“Dostun kim?”
“Şer sandığımız şeyi hayra dönüştüren.” deyip gözlerini kısıp son kez gülümsemesi kalbimi hızlandırmıştı. Sırtına dayadığı karton arabasını sürerken bile gülümsüyordu. Elimi uzatıp yakalamak istiyordum, gitmesine engel olmak istiyordum; ‘Dur' demek istiyordum ama arkasından kalbime bıraktığı nur sesimin çıkmasına engel oluyordu. Bu aşk değildi. Aklıma Yaradan gelmişti. Sanki O'nunla kalbim arasında bir bağdı kartoncu çocuk. Nurunu yerleştirdi gitti.
“Namaz kılmam lazım.” deyip son kez yine o yüzü görme umudu ile baktığımda boş yeşil parmaklıklar ile karşılaştım.
Bu kez unutmamıştım düğmeye basmayı. Üçe basıp yukarı tırmanırken hala aklımdaydı kartoncu.
Çelik kapıya anahtarı sokarken elimde titreyen telefona baktım.
Bal kabağı arıyor...
Açmakla açmamak arasında gidip gelirken gülerken muhteşem olan yeşil gözleri ve Kadir abinin sözleri aklıma geldi.
“Sakın onlarla tartışma, onları üzme!”
“Efendim.”
“Napıyon kız?”
“Evdeyim.”
“Geçti mi kızgınlığın.”
‘Onları üzme...’
“Geçti bir anlık bir şeydi zaten.”
“Tamam öyleyse. Çayın yanında yiyecek bir şey var mı?”
“Zümra inan hiç havamda değilim.”
“Ohoo! Senin havanı beklersek. Hem senden izin almadım ki.”
Bu kızın tatlılığının karşısında eriyordu insan.
“Konu neydi neden geliyorsun?”
“Pompan olmaya yavvvrum! Hava vuracağım sana.”
Bu kez sesli gülmüştüm.
“Sen nasıl bir varlıksın ya?”
“On dakikaya oradayız.”
“Şura da mı geliyor?”
“Hayır ama sekiz kişiyiz.”
“Sekiz mi?”
“Ne oldu şikayetçi misin?”
“Yok hayır. Aç mısınız, yemek hazırlayayım mı?”
“Yok değilim. Olsak da sen bu yedisinin karnını tek başına doyuramazsın zaten. Hadi oyalama beni geliyorum.”
“Tamam bekliyorum.”
Telefonu masanın üzerine bırakarak zaten ocağın üzerinde olan çaydanlığın altını yakıp Zümra’nın sevdiği çatlak kurabiyeleri yapmak için unu çıkarttım.
Normalde yemek yapmak kafamı dağıtırdı ama olmuyordu. Kadir abinin söyledikleri, operasyondan operasyona atlayan Sat Komandosunun bu derece gerilmesi şaşırtmıştı beni.
Zümra gerçekte kim, Kübra gerçekte kim, en önemlisi onların eşleri gerçekte kim?
Elimin ayasında kurabiyeyi şekillendirirken Zümra'nın kendini kasmadan attığı sol kroşe gözümün önüne geldi.
‘Kimsin sen be güzelim?’
Birinci tepsiyi fırına sürüp ikinci tepsiyi hazırlamaya koyulurken daire kapısından gelen darbe sesleri ile hamurlu elim istemsizce göğsüme gitti.
“Allah’ın manyağı!”
Sinirlice kapıya gidip kolu indirdiğimde gıcık ama bir o kadarda mükemmel gülen gözler ile karşılaştım.
“Korktun mu?”
“Kızım manyak mısın sen Allah'ın delisi?”
“Napayım seni kızdırmak hoşuma gidiyor.”
“Bugün limiti fazlasıyla doldurdun ama. Zil var orada zil. Normal insanlar kullanır onu.”
Mutfağa geçip elindeki tatlı olduğunu düşündüğüm poşeti kenara koyarak kollarını sıvadı.
“Ben normal olmadığıma göre?”
“Haklısın. Eee nerede diğer 7 kişi?”
“Onlar benden daha deli. Gelirler birazdan. Sürpriz.”
Son gördüğümdeki tedirginlik yoktu artık gözlerinde. Hamur avcunda üst dudağını alt dudağı ile emerken sohbeti başlattım. Özen isteyen bir iş olduğunda yapardı bunu.
“Düşündün mü? Aramızdaki sırları yok edecek misin?”
“Düşünmesi gereken sensin. Bünyen kaldıracak mı?”
“Ne demek istiyorsun?”
Doğrudan gözlerime baktı.
“Senin hiç kendine sakladığın sırrın yok mu?”
“Senden gizlediğim hiçbir sırrım yok benim. Olması normal. Ama bu sır sana zarar veriyor, seni aksatıyorsa bunu bilmek senin hakkın.”
Ben son tepsiyi sürerken o elini yıkamaya başladı.
“Ya bu sır sadece benim sırrım değilse, ya başkalarını da ilgilendiriyorsa ve sana bunu anlatmakla onların vebalini de sırtlanıyorsam.”
Kanepe örtüsünü düzeltip çalışmayan televizyonun karşısına kuruldu.
“Ne demek istiyorsun Zümra, sen bunu konuşmak için gelmedin mi, neden yokuşa sürüyorsun?”
“Yokuşa sürmüyorum. Bu sırrın altında kalmandan korkuyorum Betül.”
‘Eğer söylersem o sır seni ölüme kadar götürür.’
Kadir abinin bu sözünü düşünürken neredeyse üç dakika ne Zümra dan nede benden ses çıkmıştı.
“Ben çayı demleyim.” deyip mutfağa geçerken kokusu gelen kurabiyelere göz attığımda henüz kızarmadıklarını görüp küçük demliğe elimi attım. Boş olduğundan emin olduğum kuvvet uygulamadığım demlik ağır gelmişti.
‘Allah Allah! Ben son demlediğim çayı dökmemiş miyim?’
Oldukça titiz biriydim ve kesinlikle bunu atlamazdım. Kapağı kaldırdığımda taze demlenmiş çayın kokusu yüzüme vururken henüz dibe çökmediğini gördüm.
‘Zümra hangi ara demledi bunu?’ deyip kaşlarımı çatarak salona yürüdüm.
“Kız sen hangi ara demledin bu çayı?”
Pis pis gülümsüyordu.
“Gel otur gel. Biraz demlensin.”
Düşünüyorum ama işin içinden çıkamıyordum. Zümra gözümün önünden hiç kaybolmadı, görmediğim hiçbir şey yapmadı. Bu çay nasıl demlendi?
‘Demek ki kaçırmışım?’
“Eee... Hadi dökül bakalım. Anlat.”
“Sabret biraz çayla daha güzel olur.”
“Anlatacaksın yani. İyi ona da tamam.”
Poliklinikten, havadan sudan konuşurken aradan on dakika geçmişti.
“Dur kız kurabiyelere bakayım.”
Mutfağa koşup fırına baktığımda alttaki tepsinin tam istediğim kıvamda kızardığını gördüm.
Biraz gurur biraz ego ile karışık Zümra'nın duyabileceği şekilde tiz bir kahkaha attım.
“Hehehe! Gel kızım gel de kurabiye gör.”
Tepsiyi tezgahın üzerine koyup ikici tepsi üste yakın olduğu için;
“Üzeri kurumamıştır inşallah.” deyip çömeldim.
Gördüğüm manzara karşısında beynimin bana oyun oynadığını zannettim ama yoktu. Sanki gözüm görmüyormuş gibi elimi fırının içinde gezdirdim ama gerçekten yoktu.
Ne yapacağımı bilmeyerek salona seslendim.
“ZÜMRAAAAAAA!”
Koşup korku dolu gözlerle mutfağa gelen Zümra elimi eline alıp göz gezdirdi.
“Kız ne oldu?”
“Kur... Kurabiyem yok.”
“E tezgahta ya!”
“Kız iki tepsi yaptım biri yok. Sen dur şöyle.” deyip balkona doğru ilerledim. İlk camından bakıp sonra kapıyı açtığımda hiç bir şey yoktu. Güvenlikli bir sitede üçüncü kattaydık. Birinin tırmanması söz konusu bile olamazdı.
“Çeçendir o!”
“Ne?”
“Yok bir şey. Hadi gel de içelim artık şu çayı çoluğum çocuğum var benim.” deyip önceden hazırladığım tepsideki bardakları doldurmaya başladı.
“Şu sakinliğe bak ya. Kız tepsi yok tepsiğğ...” derken hala balkona bakıyordum.
“Göremezsin onları. Şu tabağa kurabiye koyda gel artık.”
‘Onları?’
“Dur bir dakika. Onlar kim?”
“Kurabiyeyi koooyyy...” deyip gözden kayboldu.
“Allah’ım sen aklıma mukayyet ol.”
Ellerimin titremesine aldırmamaya, aklımdaki kötü düşünceleri silmeye çalışarak tabağı tepeleme doldurup salona geçtim.
Zümra yerini değiştirip cam önündeki kanepeye geçmişti.
“Nerede kaldı bu gelecek olanlar?”
Daha tabağı sehpaya koymadan bir tanesini götürmüştü bile.
“Gelirler birazdan.”
“Zümra kurabiyelerim nereye gitti, şaka yapmıyorsun değil mi?”
“Gelir birazdan.”
Bir önümdeki çaya baktım bir de Zümra'nın pürüzsüz yüzüne.
“Bak vallahi serperim şu çayı yüzüne.”
Bunun düşüncesi bile içimi ürpertmişti.
“Hadi bakalım çayın hazır, bir tepsisi eksik olsa da sana yetecek kadar kurabiyemizde var. Öt yavrucuğum!”
Sehpaya uzattığı ellerini birbirine sürterek kırıntılardan arındıran Zümra'nın konuşmaya hazırlanması kalbimi hızlandırmıştı.
“Şimdii!”
Elektriklerin gitmesi ile etraf karanlığa bürünmüştü. Odanın zifiri olmasına sebep olan haki renkteki kapalı perdeleri açmaya yönelirken yatak odamdaki şarjlı aydınlatma aklıma geldiğinde perdeleri açmaktan vazgeçtim.
“Dur ya küçükte olsa aydınlatmam vardı. Onu getireyim.”
Telefonun flash'ını açıp ilerlerken soğumanın etkisiyle fırından gelen ses ile biran irkilsem de hızımı dahi kesmedim.
Tüm çekmeceleri aramama rağmen bulamamıştım.
‘Her zaman öyle olmaz mı her gün gözüme batarsın ama ihtiyacım olduğunda yoksun.’
Daha fazla oyalanmadan Zümran'ın başlayıp da anlatamadığı sırrın merakı ile salona yürüdüm.
“Site jeneratörü çalışana kadar telefonun ışığı ile idare edelim. Beş dakikaya çalışır zaten.”
Telefonun ekranı sehpaya gelecek şekilde tavanı aydınlatıp yerime kuruldum.
“Bugün kurtulamazsın benden. Anlat bakalım.”
Bardağı tabağına bırakıp hınzırca bir gülümseme takındı.
“Bak Betül...”
“İsmimle hitap ettiğine göre bu çok ciddi.”
“Evet çok ciddi. Bunu sana anlatmamın sebebi Ali'nin doktoru olman ve bu işin peşini bırakmayacak kadar inatçı olman. Ben söylemezsem ve sen inadına yenik düşüp bu konuyu irdelersen sonu tahmin edemeyeceğin derecede kötü bitecek.”
Gözlerindeki hiç görmediğim büyüleyici ciddiyet tüylerimi ayağa kaldırmıştı. Görmediğini umut edip dikkatimi dudaklarından tane tane dökülen kelimelere verdim.
“Bu sırrı sana vereceğim. Annene, babana; Muhtemelen ben evlendireceğim seni ama takdir-i ilahi yine de söyleyeyim. evlendiğinde kocana veya çocuklarına söylersen...” deyip yüzüme attığı ciddiyeti Zümra dan çok ama çok uzaktı. Söyleyeceği sözün ne derece ağır olduğu duraksamasından anlaşılıyordu.
“.... Eğer söylersen bir gece soğuk yatağına girip , yatak ısındığında ve uyku ile uyanıklık arasına girdiğinde perdenin kıpırdadığını görürsün. Tam göz yanılgısı mı diye düşünürken bir bakmışsın başucunda bir gölge ve çukurlarından gözlerine kilitlediği sinirli gri gözleri. O gözlere temas ettikten sadece bir saniye sonra boğazına yatağından daha sıcak sıvı yayılır. Sen onun ne olduğunu görmeden göz perdelerin yavaş yavaş aşağı iner...”
Ne kadar sözünü kesmek istemesem de bünyem bu anlatılanları daha fazla kaldıramayacaktı.
Elim ister istemez ince ince kaşınan boğazıma gitti.
“Züm...Zümra ne diyorsun sen, beni tanımıyor musun?”
Benim kadar olmasa da onun gözlerindeki korkuyu da alabiliyordum.
“Tanıyorum Betül. Bunları bilmen gerektiği için anlatıyorum. Bu sır sana büyük bir yük olacak.”
“Peki...”
Derin bir nefes alıp tekrar söze girdim.
“Peki. Bu gri gözlü olayı gerçekten olur mu? Başın belada mı Zümra, kim bunlar?”
Çayından bir yudum alıp, başörtüsünü kontrol ettikten sonra arkasına yaslandı.
“Gözlerini yum ve içinden beşe kadar say.”
“Zümra oyun mu bu? Bak gerçekten çok korkuyorum.”
“İş işten geçti artık sırrın neredeyse tamamını sırtlandın. Üç dediğimde gözlerini yum ve beşe kadar say. Bir....iki.....üç.”
Gözlerimi yumup aralığı saniyeden biraz uzun olacak şekilde saymaya başladım. Bir... Bacaklarım titremeye başlamış, boğazımı yumru oturmuştu. İki... Ne bu beş rakamın bitmesini istiyordum ne de gözlerimi açmak. Üç... Gözleri mi açıp ‘Tamam vazgeçtim.’ demek istiyordum ama sırrın neredeyse tamamını sırtlandığım aklıma geldi. Dört... Yüzüme vuran ani bir esinti Nefes alış/verişimi hızlandırmış, kalbimi durma noktasına getirmişti. Be...BEŞ...”
Açmıştım!
Açmıştım ama kendi evimi tanıyamaz haldeydim. Sanki başka bir aleme ışınlanmıştım. Nefesim tamamen kesilmiş, ağlamadığım halde gözlerimden yanağıma yaş süzülmüştü. Parmağımı dahi kıpırdatamıyordum.
Zümra gözlerimi yummadan önce bıraktığım gibi yaslanmış oturuyordu. Pencere ile Zümra’nın oturduğu kanepenin arasındaki boşluk bir insanın rahatlıkla yürüyeceği kadar vardı. O boşluğu altı tane karanlık, gri gözlü iri ve silahlı gölge doldurmuş ruhumu içine çeken gözleri bana bakıyordu. Artık önlerinde rahatça oturan Zümra umurumda bile değildi. Hatta evim bile umurumda değildi. Salon kapısına doğru bacaklarımda kalan son kuvvet ile aniden sıçradığımda daha önce farkına varmadığım duvara çarptım. Yere kapaklanırken hala nefes almıyordum. Başımı, çarptığım şeye çevirdiğimde bunun duvar olmadığını telefon flash'ının daha da parlattığı ateş kızılı gözlere kilitlendiğimde anladım.
Uzattığı eldivenli elinden elimi uzaklaştırmak için göğüslerimde birleştirip ağlamaya başladım. Sesimden rahatsız olmasınlar düşüncesi vardı aklımda. Rahatsız olup beni öldürmesinler.
Sadece; “Allah’ım yardım et.” diyebildim.
“Hocam tutun elimi!”
Sesi kalın ve boğuktu. Elimi çekmeme daha fazla sabredemeyip koltuk altlarımdan tutarak oyuncak bir bebek gibi ayağa kaldırıp yüzümü Zümra'ya çevirdi.
Loş odada parlayan gri gözler bir kuyu misali hala çekiyordu beni.
Ayağa kalkan Zümra ortadaki ikisinin önünü kapadı.
“İşte sırrım Betül. Artık sana emanet.”
Cevap dahi veremiyordum.
“Hadi şimdi çayları doldur.” deyip arkasındaki karanlıklara döndü.
“Çeçen sende kurabiyeleri çıkar.”
Ortadaki gölge pantolonun geniş cebine elini atıp bir şeyler çıkarıp Zümra'ya uzattı.
“Neeee! Sadece beş tane mi?”
Boynunu bükmesine sebep olan mahcubiyetini çatık kaşlı maskesine rağmen anlamıştım.
Maskenin arkasındaki o boğuk ses yine çıkmıştı.
“Ama çok güzel olmuş Ana.”
‘Ana mı?’
“Afiyet olsun kuzum.”
‘Kuzum mu?’
Zümra'nın bana dönmesi ile sanki hiç tanımıyormuşum gibi irkildim.
“E hadiii! Doldursana çayları.”
Gözümü çevirip arkamdakini görmeye çalışıyordum ama olmamıştı.
“Züm... Zümra!”
“N'oldu?”
“Arkamda!”
“Bir şey olmaz. Tanıdık zaten.”
Şimdiye kadar ölmememin verdiği cesaret ile yüzümü yavaş yavaş arkamdakine döndüm.
Kızıl gözlerin yerini tanıdık bir o kadarda güzel gözler almıştı. Aynı zamanda yüreğime su serpen odadaki tek unsurdu o gözler.
“A... Alii!” dediğim anda Zümradan ses geldi.
“Ali değil. Karabangu.”
SON...
Oylarınızla destek , yorumlarınızla yol göstermeniz dileği ile...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |