
YUSUF'dan...
Kudüs !
Çocukluğumdan bu yana felâketleri ile tanıdığım kardeş şehir ve gönlümüzün sultanı, ilk kıblemiz Mescid-i aksa yüz metre karşımdaydı ama ona doğru adım atamıyordum. Altıgen yapısı ve seksen kilogram altın ile kaplanmış sapsarı gubbesi ile şehrin ortasında şaha kalkmış sık yeleli aslanı andırıyordu. Buraya gelene kadar taş duvarlar ile
çevrelenmiş basit bir mescit sanırdım ama yüzyüze geldiğimde koca bir şehirle karşılaşmam yüreğimi titretmişti.
Bütün saçma inançlara kafa tutar gibi 140.000 metrekarelik alanın en gözde yerine inşa edilen Kubbet'üs Sahra'nın etrafında 260 tane irili ufaklı yapı her gelen medeniyetin imzasını taşıyordu. Yavuz Sultan Selim tarafından Anadolu dan getirtilen çinicilerin nakşettiği, Türk'ü simgeleyen turkuaz rengindeki çiniler, dört yıldır hasret kaldığım vatanımın özlemini az da olsa dindirmişti.
Ve orası!
Yaklaşmıştım ve yanında duruyordum. Sekiz tane pürüssüz mermer direğin üzerine kondurulan kubbesi ile imamlık makamı. Açık alana kondurulan makamın alanı iki metrekare olsada bizim için önemi kapladığı alandan çok daha fazlaydı. O mübarek Ayaklar buraya basmış ve arkasındaki 124 000 Peygambere iki rekât namaz kıldırmıştı.
Arkama dönüp bakmamla yıkılmamak için inat eden kemerler ile karşılaştım. Devasa direklerinin yanına taş koyup kale yapan şen şakrak çocuklar ve onlara şut çekerek çocukluğuna inmeye çalışan sakallı dedeler biraz sonra yaşanacak olan felâketten habersiz nefes almaya devam ediyorlardı. Mescidimiz ne kadar özgür olmasada, sabahın ilk saatlerinde el kadar çocukları burada görmek hâla umut olduğunun göstergesiydi.
"Yusuf rahatlıkla girdiniz mi aslanım?"
Çocukların neşesine sebepsizce gülen yüzüm, Kutay Yüzbaşı'nın telsize girmesi ile aniden ciddileşti.
"Girdim komutanım. Kaba taslak üst araması yapıyorlar. Çok önemli değil."
Yüzbaşı;
"Kayhan ya sen deli oğlan! Aldın mı yerini?"
"Aldım komutanım. Emrinizi bekliyorum."
Yüzbaşı;
"Yusuf gözünü arama noktasından ayırma Binbaşı gelmek üzere."
"Emredersiniz Komutanım!"
Binbaşı!
Onun gerçekte kim olduğunu öğrendiğimde senelerdir kandırılan öz evlat gibi hissetmiştim kendimi. Sadece ekranlardan dinlediğim ve çok özendiğim, onunla bir kez olsun aynı görevde yer almak için çoğu şeyimden vazgeçeceğim fedakâr Komutan ile yıllardır aynı tastan çorba içtiğimi öğrendiğimde günlerce kendime gelememiştim. Esasen kim olduğunu saklamasına için için kızsamda kabullenmem ve ona hak vermemde Kayhan'ın etkisi çoktu.
'Bizim haddimize mi oğlum çocukluğunu, gençliğini, bedenini, ailesini İslam-Türk dünyası için fedâ eden birinin düşüncelerini sorgulamak.'
Doğruydu. Benim haddime bile değildi ona kırılıp gücenmek. Yapan o ise mutlaka haklıydı.
Oturduğum taşın üzerinden giriş kapısına baktığımda nefesimi tutarken yıllar önce okuduğum söz geldi aklıma.
'Zalim'in kibrinden büyüktür mazlum'un heybeti.'
Geldimişti! Yahudi polislerinin karşısında kartal misali kollarını kaldırıp üzerini aratsada gözleri Kayhan ile beni arıyordu.
Başındaki kahverengi şapkası beni ölümden kurtarıp küçükte olsa yara aldığı o geceye aitti. Boynuna doladığı siyahlı grili puşisi, bandana misâli başına sarıp semaverin başına oturduğu o günü getirmişti aklıma. Kardeş gibi, yanından ayrılmayan evlat gibi üzerindeki her malzemesinde bir anımız vardı. Sırt çantasına kadar kurcalasalarda arama noktasını sorunsuz geçmişti. Geliyordu. Karabasan olduğunu
göstermeden, ahir zamanın Selehaddin Eyyubi'si olduğunu göstermeden dik bedeni ve kararlı adımları ile yaklaşıyordu. Her adımı göğüsümü titretip heyecanımı artırırırken, beni gördüğünde gülümseyen gözleri yüreğimi ferahlatmıştı.
"Aslaaaan!"
"Komutanım!"
Bugün başka bir sarılıyordu. Uzun ve samimi bir sarılış olmuştu. Bu sıcaklığın sebebi ya bize bir vedâ, yada bizi kaybetmenin korkusuydu.
"Cenaze merâsimi toplanmış."
"Evet Komutanım mezarlık mahşer yeri gibi hamdolsun."
Zeytin dağı!
Kudüs'ün güney ve güneydoğusunda, Mescid-i Aksa'ya ikiyüz metre mesafede yer alan Zeytin Dağı, zeytin ağaçları ile değil, eteklerinde yer alan, tanesi beş milyon dolara kadar çıkan, taştan kapakları olan zengin hristiyan ve yahudi mezarlıkları ile ünlüydü. İnanışları; Mesih'in o mezarlığın olduğu yere ineceği, sırat köprüsü'nün orada kurulacağı ve o mezarlıklarda yatanların beklemeden cennete gireceği yönündeydi.
Bugün o mezarlıkta toplananlar ne yahudi, ne de hristiyandı. Bugün o mezarlıkta cenazemiz değil bayramımız vardı. Üç yıldır mezar kapaklarının altına sakladığımız silahlar ve Karabasan'ın, yıllarca gecelerini gündüzlerine katarak hazırladığı güçlü el yapımı patlayıcılar karalıktan aydınlığa çıkmayı bekliyordu.
Onun işareti ile 3.000'e yakın eğitimli Müslüman ve Türk, Selahhaddin Eyyubi'nin, Kudüs'ün işkalini engellemek için kapattırdığı mezarlık tarafındaki devasa kapıyı havaya uçurup içeri akın edeceklerdi.
"Biz hazırız Komutanım işaretinizi bekliyoruz."
Ten rengi kaplosuz telsiz kulaklığımızdan gelen ses Komutanımızın mimiklerinde hiç bir değişiklik yapmamıştı.
"Biraz daha sabır Erdinç Abi!"
"Emredersiniz Komutanım!"
Ben taş duvarın yanındaki yerimi alırken, Karabasan'ın Mescid'e doğru yürüyüp, başını kubbeye kaldırarak birşeyler mırıldandığını gördüm. Bizi neyin beklediğini umursamadan gözüm dalmıştı ki; önümden kabarıp Gazap Komutana doğru ilerleyen küçük rüzgar girdabı gözüme çarptı.
Burada bulunmamızın psikolojisinden mi bilinmez ama; o rüzgar girdabını gördüğümde burada yalnız olmadığımızı anlamıştım. Yalnız değildik. Bizim gibi diğer alemlerde burada hazır ve nazırdı. Meleklerin saf tutup kılıç kuşandığı Bedir geldi aklıma, Uhud'a, Hendek'e, Huneyn'e gitti hayallerim.
"Başlıyoruz Abi!"
Karabasan'ın başını kubbeden indirmeden verdiği komut kalbimin deli gibi atmasına sebep olmuştu.
"Emredersiniz Komutanım!"
"Abi söylediğim gibi. Siyah ve kırmızı kabloları tüplerdeki klemenslere paralel bağlayacaksın."
"Anlaşıldı Komutanım!"
"Haydi gazan mübarek olsun."
"Amin Komutanım ............. AMİN!"
Karabasan'ın işareti ile patlayacak olan kapıya doğru hızlı adımlarla yürüdüm. Bu kısmın kalabalık olmaması Mescid'in uzak olmasından
kaynaklanıyordu. Patlamanın şiddetini tam olarak tahmin edemediğimiz için en az yüz metre mesafede hiç canlının olmaması gerekiyordu.
Tarihi sur'un altına yaklaştığımda küp şeklindeki iki tane taşı kale yapan yedi-sekiz yaşlarındaki kaleci ard arda gelen gollere aldırmadan kaleye başka birinin geçmesi için trip üstüne trip atıyordu.
"Pişşşttt! Kaleye ben geçeyim mi?"
Arapça olarak yaptığım bu teklif oldukça cazip gelmiş olacak ki esmer teninde bembeyaz parlayan dişleri meydana çıktı. Kaleye geçtiğimde örgü kazaklı sekiz yaşındaki küçük Pele'nin ilk şutunu tutamasamda ikinci şuttan gelen üzeri soyulmuş top ellerimde hapis oldu.
Çocukları uzaklaştırma düşüncesi ile rüzgarı arkama alıp var gücümle topa vurduğumda başları göğe diken çocukların, top yere düştüğünde çatık kaşları ile karşılaştım.
"Sen çık kaleden!"
Pele'nin bu çıkışı için için gülmeme sebep olurken çocukların uzaklaşması derin bir nefes almamı sağlamıştı.
"Sur temiz Komutanım!"
"Tamam koçum. Son bir klemens kaldı. Sende uzaklaş."
Erdinç Başçavuş'un ışık hızıyla ikiyüz metreyi aşıp, önceden hazırlanan çukura büyük tüpleri koyması yaşından beklenilmeyecek bir kuvvetti.
"Komutanım hazırız!"
Boynundaki puşiyi açıp yüzüne saran Karabasan dim dik duruşu ile sur tarafına dönerek emri verdi.
"Sendeyiz Abi!"
Nefesler tutulmuş sur kapısının dağılmasını beklerken, Erdinç Başçavuş'un geri sayımı, kalbimde pompalanan kanı ayak uçlarıma kadar hissetmeme neden olmuştu. Bu; ne üç beş tane tarla faresi avlamamıza benziyordu, ne de mossad conilerini doğramamıza. Bu başlı başına bir Fetihti.
"Üç.........iki........bir ........................... KONTROLLÜ PATLAMAAAAAAA!!!"
Uzaktan kumanda ile kıvılcımı alan fünyenin tüpleri aynı anda patlatması ve tuz buz olan surların bütün mescid avlusuna savrulması kısa süreliğinede olsa yüz metre uzaklıkta olmama rağmen büyük bir deprem hissetmeme neden oldu. Karabasan geceler boyu bomba değil, tozu çekilmek bilmeyen bir kabus çıkarmıştı ortaya.
Bütün insanlar çığlık çığlığa Mescid'i boşaldırken, yoğun tozun arasından görünen devasa delik, kapının açıldığını gösteriyordu.
Ve işte o manzara!
Tozun arasından çıkan, ardı arkası kesilmeyen Allah yoluna adanmış canlar 'ALLAAAAH!!!' nidaları ile avluya akın ediyorlardı. Kimi sivilleri Kubbet'üs Sahra'nın içerisine gönderen askerler, kimisinide açtıkları delikten yolcediyorlardı.
Patlamanın ve çoğu askere nasip olmayacak manzaranın şokunu atlatıp planladığımız gibi silahlarımızı ve teçhizatlarımızı almak için Gazap ile birlikte kalabalığa doğru koşmaya başladık.
Herhangi bir giriş var mı diye arkama baktığımda siyonist polislerden kimseyi göremesemde karşı surlarda görevli Kayhan ile gözgöze geldiğimizde ikimizde aynı anda gülümsedik. Silahlarımızı ve hücum yeleklerimizi taşıyan askerler zaman geçmeden bulmuştu bizi.Teçhizatımızı kuşanırken bir kol Türkmen İdris'in komutasında sağ tarafdaki surların dibine, bir kol Erdinç Başçavuş'un önderliğinde Kayhan'ın kontrolündeki sol taraftaki surların önüne koşmaya başladı. Biz ise en iyisinin, Karabasan'ın yanındaydık.
Arkamızı on metre uzaklıkdaki Kubbet'üs Sahra'ya, bir kulağımızı kendi telsizimize, diğer kulağımızı israil polisinin telsizine verip seslerindeki paniği ve korkuyu dinlemeye başladık.
İbranice kelimeleri kısmen anlasakta, Arapça konuşmaların hepsini anlayabiliyorduk.
Karabasan;
"Kapan 1 durum bildir!"
Kapan 1 Erdinç Başçavuş'un sur dibindeki yüzün üzerindeki Timiydi.
"Kapan 1 yerini aldı emirlerinizi bekliyor Komutanım!"
Karabasan;
"Kapan 2 durum bildir!"
Kapan 2 ise, yıllarını Türkmen dağını korumaya adamış, bedeni sıska ama yüreği dağ gibi olan İdris'in Timiydi.
"Gapan 2 yerinde hazır ve nazır gurban olduuumm Gomutan."
"Yaradılana değil, Yaradana kurban olmaya geldik İdris Reis. Dedem Fatih'in dediği gibi; 'Ya biz bizim olan Mescidimizi alacağız ya da Mescid bizi."
Karabasan'ın sıraladığı bu eşsiz kelimeler 'Önce Allah'ın, sonra onun yolunda Şehit olmaya değer!' dedirtiyordu insana.
"Komutanım bayrağı asayım mı kubbeye?"
"Şimdi değil Kayhan. Şimdi değil Aslan!"
Kayhan;
"Anlaşıldı Komutanım!"
Sebebini bile sormayan Kayhan dan cevabını alan Karabasan tekrar telsize girdi.
"Kutay Lawcılar çıktı mı sura?"
"Hepsi yerini alıp kamufle oldu Komutanım. Emrettiğiniz gibi güneydoğu sur direğinde bende yerimi aldım."
"Sen bizim gözümüzsün Kutay. Sen düşersen biz düşeriz."
"Bugün olmaz Komutanım. Bugün olmaz."
Karabasan'ın yüzüne sardığı puşinin arasından çok az görünen gözleri tebessüme doymuştu.
"Aslansın sen aslan! Kapan 1, Kapan 2 tam mevzi ile yerinize gönülün. Topuğunuzu bile görmeyeceğim." demesi ile İdris Abi ve Erdinç Başçavuşdan aynı anda karşılık geldi.
"Emredersiniz Komutanım."
kişi Mescid-i Aksa'nın içine girerken geriye kalan yaklaşık 2500- 2700 kişi çevre caddeli ve ana yollara pusu atmış, gelecek olan zırhlılara karşı bizi uyarmak için hazır kıta bekliyorlardı.
"Pusuda ki kol Komutanları! Unutmayın. Üç-beş zırhlı bırakın kucağımıza düşsün. Sizin işiniz konvoylarla. Yeteri kadar Law mühimmatımız var hamdolsun."
Sayısı neredeyse 100'ü bulan kol Komutanları yarı arapça, yarı Türkçe cevap verirken kısa süreliğine sıkışan telsiz trafiği yerini tekrar sessizliğe bıraktı.
"Girin! İçeri girin!"
Siyonist telsizinden gelen bu emir ile Gazap, Kayhan, ben ve beş tane Türkmen önüzde bulunan kırk santimetrelik duvarın arkasına yatıp mevzi aldık.
Yere sırtüstü yatan Karabasan, cebinden sigarasını çıkartıp ucundan bir miktarını kırarken Kayhan'a baktı.
"Neden bayrağı diktirmedim biliyor musun?"
Siyonist köpeklerin sur kemerinin altından girmesini bekleyen Kayhan şaşkınlıkla soru ile cevap verdi.
"Neden Komutanım?"
"Sen o Kubbe'ye Ay-Yıldızlı bayrağı dikersen o polislere dünyaları versen bu kapıdan içeri girmez. Bırak kıyametlerinin geldiğini bir süre daha bilmesinler."
Kayhan'ın, Karabasan'a attığı hayranlık dolu bakışlarını benim ve Türkmen kardeşlerimizinki izlemişti.
Kayhan;
"Bir manga giriş yaptı Komutanım."
Yanan sigarasını başını kaldırmadan, soğuk kanlı bir şekilde duvarın üzerine bırakan Gazap, AKS 47'nin emniyetini açıp yanağına dayadı.
"Haydi bakalım düşürelim şunları."
Sadece sekiz kişinin silahı ateşlensede, bu sekiz silah yeri göğü inletmeye yetiyordu. Peşpeşe gönderdiğimiz iki mermiden biri siyah
çelik yeleklerindeki kestamit pilakaya saplansada ikinci mermi nefeslerini kesmek için yetiyordu.
Zeytin ağaçlarını mevzi alanlar fazla ayakta duramazken, tıpkı biz gibi küçük duvarın arkasına saklananlar başlarının üzerindeki betondan parça kaldıran mermilerin patlama ve ıslık sesini duyduklarında kafalarını bir daha çıkartamıyordu.
Karabasan'ın kabzeyi tutan sol eli dikkatimi çekmişti. Kabzeyi bütün parmakları ile kavramıyor, sadece baş parmağı ile işaret parmağının arasına alıyordu. Aynı taktiği denemek için bende aynısını yapıp başını çıkartan yahudiye bir tane gönderdim. Mermiyi karşılayan kompozit başlık kafasından fırlarken o yahudi aynı yerden bir daha çıkmamıştı. Bundan, Karabasan'ın elinin neden titremediğini ve her avını nasıl başından vurabildiğini anlamıştım.
Son düşeni gören beş polis arkasına bakmadan kaçarken Gazap'ın atışı ile ikisinin daha düştüğünü gördüm.
"Komutanım kaçtılar!"
"Kaçacaklar tabi Yusuf!" derken telsizden ses geldi.
"Kral faysal caddesinin pusu Gomutanı gonuşıyır. Gomutan! 5 tane gopra tipi zırhlı guzey gappısından size doğru yanaşıyır."
"Sağolasın kardeşim hazırdayız." dediğinde Arapça konuşan farklı bir sesten bir giriş daha oldu.
"Barquq caddesinden 7 zırhlı size doğru saptı."
"Anlaşıldı!" diyen Karabasan devam etti.
"Lawlar hazır olun. Çatışmadan sonra etrafta sivil kalmasada yinede temkinli nişan alın."
Komuta karşılık veren Law nişancılarının kalp atışlarını buradan duyabiliyordum.
Arkamızdan vuran güneş sırtımızı tatlı bir sıcaklık verirken, kısa sürelik çatışmadan kalan barut kokusu, yerini boğazlarımızı gerip ciğerlerimizi yakan zeytin ve çam ağaçlarına bırakmıştı.
"Komutanım hava saldırısı yapma ihtimâlleri var mı?"
Kayhan'ın bu sorusu karşısında ister istemez bulutsuz gökyüzüne baktım.
"Yahudiler, Mescid-i Aksa'nın altında kendileri için kutsal sayılan Süleyman Mabedi ile Musa'nın sandığının bulunduğuna inanır. Bizim kadar onlar içinde kutsal burası. Kara harekatından başka çareleri yok."
"Anladım komutanım."
Kayhan, yıllardır özlemini çektiği, yolunu gözlediği öz ağabey'i gibi bakıyordu Karabasan'a. Gözlerini yüzünden çekemiyor, kelimeler ağızında dolanıyordu.
Zırhlıların avluyu inleten seslerini duyduğumda yarım kalan şarjörümü yenisi ile tazeleyip kemere baktım.
"Girmek üzereler komutanım."
Bunu söylerken yüzüne baktığımda gözgöze geldik. Geldiklerini söylerken değil, daha öncesinde bakmaya başladığını hissetmiştim.
"Boşverin şimdi onları." diyen Gazap, herzamanki babacan tavrı ile yanında yatan Kayhan'ın ensesinden tutup kendine çekti.
"Dört yıldır sizi yetiştirmeye çalışıyorum ve sonuçta verdi. Geldiğiniz gibi değilsiniz. Eğer ben düşersem siz..."
Sözünü kesen Kayhan;
"Komutanım yap..." derken Karabasan'ın tokatı ile ettiğini buldu.
"Sözümü kesme lan! Bütün plan açık zaten. Eğer ben düşersem siz devam edeceksiniz. Allah izin verirde Abimle beraber sizi tepenizden seyretmek nasip olursa bana tek göstereceğiniz şey Ay-Yıldızlı bayrak, tek duyacağım ses Tekbir olsun." deyip telsize seslendi.
"Erdinç Başçavuşum duydun mu? Sözüm hepinize. Ben düşersem Ezan Kayhan'ın hakkı. Kamet'i Kutay sen vereceksin, Şükür Namazı'nı Erdinç Abi kıldıracak."
"Komutanım..."
Erdinç Başçavuş sesi bariz kırık gelmişti.
"'Komutanım' ne Abi? Emir neyse onu uygulayacaksınız!"
"Emredersiniz Komutanım!"
Karabasan;
"Kutay seni duymadım."
Biraz zaman geçtikten sonra Kutay Yüzbaşı'nın sesi duyuldu.
"Em... Emredersiniz Komutanım."
Kayhan'ın yanındaki Türkmenler'e başını uzatan Gazap kurma kolunu çekip bıraktı.
"Duydunuz mu Türkmen Bekçiler? La İsa duydun mu?"
"Emredersiniz Komutanım. Sen bu ateşi yaktın, eğer biz söndürürsek aldığımız nefes haramdır bize."
"Ha şöyle! İstediğim cevap bu."
Zırhlılar çalışır halde bırakılmış askerler yavaş yavaş başlarını uzatıp gözlemlemeye başlamıştı.
"Komutanım girmek üzereler." dediğimde başını kaldırıp bakan Gazap tekrar sırt üzeri yatıp telsize seslendi.
"Kapan 1, Kapan 2 ben komut vermeden ne olursa olsun müdahil olmuyorsunuz. Atışlarınızın on derece açı ile olmasına dikkat ederseniz karşı kapandan kimseyi vurmazsınız. Buna özellikle dikkat edin. Ayağa kalkmak yok."
İdristende, Erdin Başçavuştanda aynı anda onay gelmişti.
"Emredersiniz Komutanım!"
"Beyler üç dediğimde bir sonraki duvara atlıyoruz. 1 ........ 3!"
İkiyi es geçen Gazap bizden önce ayağa kalkıp 15 metre ilerdeki diğer duvara koşup yere yattı. Herbirimiz yanında yer aldıktan sonra askerler girmeye başladığı anda kemer altına ateş tomurcuğu oluşturarak ilerlemeye başladık.
"İsa el bombası Aslan!"
Gelecek olan bu emri önceden bekleyen İsa duvar dibine yattığı anda el bombasını çoktan çıkartmıştı. Pim ile birlikte Besmele'yi aynı anda çeken İsa başını kaldırıp bombayı yolladı.
Bomba patladığı anda hem onların telsizlerinden hemde kemeraltından haykırışlar yükseldi.
"Tamam beyler. Bir duvar daha atlıyoruz."
Komutanın bu komutu ile saymasını beklemeden aynı hizada ayaklanıp ilerdeki son duvarın altına yattık.
Duvarın diğer tarafındaki yahudi leşlerinin sıcaklığını hissedebiliyorduk.
"Çok sinirlendiler ve girmeye başlayacaklar."
Gazap'ın bu uyarısından sonra telsizdeki ses 'Girin!' emrini verdi.
"ATIŞ SERBEST!"
Tüm mermileri kemer altına yollarken Türkmen Ercan'ın tetiğini tereddütsüz ezdiği biksisi tek başına dev bir orduymuş gibi kemer altını toza boğuyordu.
"GERİ ÇEKİLLLL!!!"
Strateji gereği bir bir geçtiğimiz kırk santimlik duvarları ikişer ikişer atlayıp ilk yerimize tekrar konduk. Ateş kesip geri çekildiğimizi gören siyonistler kalabalık bir şekilde peşimize düşerken göz ucu ile kaç kişi olduklarını saymaya çalıştım.
Ara ara gelen mermilerden dolayı başımı geri çeksemde, girip seyrek şekilde açık alana açılanların sayısı 200'ü geçkindi.
"Ulan mal mısınız be? Bu kadar adam içeri giriyorsunuz biriniz çıkıp 'Bunlar neden ateşi kesti?' diye sormaz mı?"
"Onların elinde olan birşey değil aslanım. Dedelerimiz dedelerine bir çok defa yutturmuştur bu tuzağı."
Ara ara kemerden girmeye devam eden yahudilerin ardı arkası kesilmezken pusuculardan ses geldi.
"Gomutan 10'u geçkin araç geliyir emrini bekliyıh."
"Geçeni indirin. Emir komuta sende Sami!"
Mermi ıslıkları çoğalırken mavi gökyüzünde bir yüz görmüş gibi tebessüm eden Gazap telsize fısıldadı.
"Kapan 1, Kapan 2 atış serbest."
Yattıkları yerden tetikleri ezen Erdinç Başçavuş ve İdris komutasındaki 200 kişilik Türkmen birliği yeri göğü inletmeye başladı. On metre mesafemize kadar yaklaşan siyonist askerlerinin vucutlarına giren merminin 'Paatt!!!' sesleri yüreğimize serinliğini nakşederken telsizden arapça olarak gelen hayret kelamına sessiz kalamayan Gazap esas korkacakları şeyi tane tane söylemeye başladı.
Siyonist Komutan;
"Bu neydi be şimdi?"
Karabasan;
"Sen bilmezsin ama dedelerin ve onun yandaşları iyi bilir. Biz buna orta asyada 'KURT KAPANI', Anadolumuzda 'TURAN' deriz. Mescid-i Aksa düştü köpek. Biz geldik."
Adamdan çıkan kelime ağızını yakan cinstendi.
"Tür... Türkler!"
Hiç karşılık vermeden onların telsizini kapatan Gazap bizim telsize seslendi.
"LAWLAR ATIŞ SERBESSSSTTT!"
Gizleme ağlarının altından kalkan Law nişancılarını ağır çekimde film izler gibi izliyordum. Kapanların dinmek bilmeyen silah sesleri Lawların
sesini bastıyor, ateş aldıklarını arkalarından çıkan mavi dumandan anlayabiliyorduk ve Mescidi dile getiren işte o ses.
Zırhlılar tek tek, büyük bir gürültüyle havaya uçuyor, askerlerin tek kaçış yolları bir bir kapanıyordu. Silah sesleri yavaş yavaş dindiğinde başımı kaldırıp zeytin ağaçlarının altında yatan hâki üniformalı düşman askerlerini gördüm.
Bu acınası ortamda aklıma ilk gelen şey; Hak Peygamber Hz Musa (A.S)'ın ismini taşıyan Lawcı Musa'nın, zırhlıları tek tek alev topuna döndürüşü ve kapanlara ateş desteği verişiydi.
"Kayhanım, can kardeşim. Bayrağımızı dikte mührümüzü vuralım."
Kayhan'ın, çoğunun bez parçası olarak gördüğü, vatanımızda bile değersizleştirilmeye çalışılan Al Bayrağımızı minik bir kuş misali incitmeden göğüsünden çıkarışını ve sırf bunu yaşamak için yıllardır çektiği aile özlemini, vatan hasretini, girip çıktığı çatışmaları gözünde biriken yaşta görebiliyorduk.
"Senin adamlığın, insanlığın, delikanlılığın, ne kadar yüce bir komutan olduğun kelimelerle açıklanamaz Komutanım. Allah senden razı olsun. Allah senden, seni yetiştiren hocalardan razı olsun." diyen Kayhan, katlanmış bayrağı öpüp Kubbet'üs Sahra'nın arkasına koşmaya başladı.
"Barquq caddesindeki onüç zırhlı araç içerindekilerle birlikte yok edildi. Filistinlilerde büyük ayaklanma var." dendiğinde Gazap cevap verecekti ki ağlamaklı farklı bir ses tekrar giriş yaptı.
"Gı...Gıral Faysal caddesindeki sekuz...sekuz zırhlı yoh edildü. Burada herkes Turuk bayrağu açmuş 'HOŞGELDÜN OSMANLU' deyü bağırıyi."
"Anlaşıldı Aslanlar. Şehir merkezine girin. Size itaat etmeyen üniformalı kimi görürseniz yok edin. Birbirinizden haberiniz olsun."
Emri alan dört komutanın sesini duysamda ne söylediklerini anlamamıştım bile. Bu kez göğüsüme dolan zeytin ağaçlarının acı kokusu değil, tarifi bulunmayan, bu yaşıma kadar hiç tatmadığım huzurdu. Bunun sebebi Kubbet'üs Sahra'nın çatısından yere kadar sallanan Türk Bayrağından başka birşey değildi.
Küçük yaşdan bu yana hayalini kurduğu manzarayı gören Karabasan göğe bakıp gülümsedikten sonra ayağa kalkıp zerre kayıp vermediği disiplini ile konuştu.
"İdris, Erdinç Abi! Buranın koruması sizde." deyip. Arkamızdan bize yetişen Kayhan'a bakarken tanımadığımız kalın bir ses kulağımızda yankılandığında donup kaldık.
"Durmayacağını biliyordum!"
Gülümseyip silahının namlusunu yere indiren Karabasan'ın bu sesi tanıdığı anlaşılıyordu.
"Şimdi ayağıma dolaşma. Alacağımı daha almadım. Kudüs'ün göz yaşını sileyim, toprağını sahibine teslim edeyim. Sonrasında ecel senimi bulur benimi orasını Allah bilir Peçenek."
'Peçenek?'
"Havadayım iniyorum Komutanım. Bana sadece bir yer göster. Gösterki gittiğin o yola kurban olayım. Gösterki şehit olduğumda eğitimci Peçenek değilde, Kudüs Fatihi Karabasan'ın askeri diye ansınlar beni, gösterki şehitlerimizin yüzüne, Burak'ın yüzüne alnım açık bakayım, gösterki mahşer günü Selahaddin Eyyubi'nin yanında saf tutayım."
Başımızı bulutsuz göğe diksekte inenlerden bir nokta dâhi göremiyorduk.
"İnfaz işi ne oldu?"
"Korhan Albay'a 'Karabasan'ın yanında yer alıp savaşacağım' desem altıma beleşten uçak verip buraya yollar mı?"
"Yollamaz Peçenek yollamaz." diyen Karabasan'ın yüzü gülsede göz bebeklerindeki yaşın parlayışı hislerini dışa dökmeye yetiyordu.
"İner inmez bulduğunuz aracı çevirip havaalanındaki ekibe desteğe gidin.Otuzbeş dakikanız var. Otuzbeş dakika sonra havaalanı baskını gerçekleşecek.
"Emir alındı anlaşıldı Komutanım."
"Hoşgeldin!" cevap gelmediğini gören Karabasan kendini kendine tekrar mırıldandı.
"Hoşgeldin Burak Yüzbaşım'ın devresi."
Yönünü Kubbed'üs Sahra'ya dönen büyük komutan o tarafa doğru yürümeye başladı.
"Bizim görevimiz Muhafızlarda beyler. Geri dönüyoruz."
Kayhan;
"Biz ne yapacağız Komutanım?"
"12 yaşımdan bu yana sabırla bekleneni yapacağım. Ezan okuyacağım Kayhan. Şükür namazı için Ezan okuyacağım. Erdinç Abi, İdris! Bir sonraki görev yerinize, sokaklara dağılabilirsiniz."
Kapıya elini atan Gazap'ın sadece gözleri bile içerisinde bulunduğu duygu yoğunluğunu dışarı vurmaya yetiyordu.
Onun yolunda Derviş olan divane, yarenine kavuşmuştu.
Erdinç Başçavuş ve İdris'in Kapanları temkinli bir şekilde dışarıya çıkıp şehrin yolunu tutarken, yuvarlak sutunu kendimize siper edip beklemeye başladık.
Kayhan'a bakıp;
"Duvar önü daha mı güven..." derken telsize giren tanıdık bir ses sözümü kesti.
"Duyan var mı?"
Kutay Yüzbaşı'yı beklerken telsize girmemek için kendimi zor tuttum.
Telsizdeki ses Kara Muhafızlar'ın sızmacısı Gölgeydi.
"Emredin Komutanım!"
Tanımıştı. Kutay Yüzbaşı o gece tüğlerimizi diken diken eden o sesi anında tanımıştı.
"Kardeşim nerede Yüzbaşı?" dediği anda hoparlörlerden kalbimizi kuş gibi çırpındıran, dizlerimizden dermanı alan o ses yükselmişti.
"ALLAHU EKBER ALLAHU EKBER..."
İliklerimize kadar işleyen bu ses; 'İnsanın bütün özellikleri bu kadar mükemmel olabilir mi?' diye sormamıza neden oluyordu.
"Kardeşim !"
O korkunç sesin ilk defa titrediğini anlamıştım. Gölge kardeşinin sesini tanımıştı.
"Bu o Yüzbaşı. Ezanı okuyan Karabasan değil mi?"
"Evet Komutanım. Ezanı okuyan Komutanımız."
"Eh be sesine kurban olduğum." diyen ses bir süre bekledikten sonra tekrar telsize girdi.
"Kubbet'üs Sahra'ya iniyoruz. Son 25 saniye." dediğinde başımızı göğe kaldırdığımızda onları görmemiz zor olmamıştı.
Makinalı tüfeklere karşı tedbir amaçlı birbirleriyle olan mesafelerini açan kara paraşütlü Kara Muhafızlar, büyük bir ustalıkla zikzaklar çizerek zemine ulaştı.
Herbiri tek tek yere konarken sayılarının ondört olması şaşırtmıştı.
Çarşaf misali yere yayılan paraşütünü umursamayan Gölge, paraşüt çantasını omzundan çıkartıp yere attıktan sonra Kayhan'a ilerleyip alnından öptü. Onlardaki heybetin karşında titrememek, saygı duruşuna geçmemek elde değildi.
Gölge'nin arkasından gelen diğer Muhafız'ın "Geçmiş olsun!" derkenki ağlamaklı sesi boğazımı düğümlemişti. Onların tek derdi, onların olanı kendilerine teslim edilmesiydi.
Ezan neredeyse yedi dakika sürmüş, Gazap Komutan'ın sesi yavaş yavaş değişmeye başlamıştı. Ezanı okumuyor, yaşıyordu. Karşısında Peygamber Efendimiz'in nurunu hayal ediyor, bizzat Miraç'a yükseldiği o mübarek kayanın gözlerinin içine bakarak, onunla dertleşir gibi içini döküyordu. Sesinde kendine olan isyanı, H.Z MUHAMMED (S.A.V)'e olan mahcubiyeti vardı.'Affet ya Resulullah, geç kaldık affet. Emanetine sahip çıkamadık affet.'
Ezan bitmiş. Karabasan'ın dışarı çıkmasını bekleyen gözler devasa kapıda çakılı kalmıştı. Kıyafetleri Kara Muhafızlar gibi tek tip olmayan diğer Muhafızlar indiklerinden bu yana hiç kıpırdamadan bekliyor, yüzlerindeki kar maskelerine baktığımızda gözlerini Kara Muhafızlardan çekmiyorlardı. Kara Muhafızlar kadar tehlikeli olduklarını vücut yapıları ve aşırı derecede disipline olmaları fazlasıyla gösteriyordu.
Dev ahşap kapı yavaş yavaş açılmaya başladığında bakışlar oraya kilitlendi. Kucağında başı pembe yazma ile kapatılmış dört yaşlarındaki tombul kız çocuğu ile dışarı çıkan Gazap, karşısında kardeşlerini gördüğünde çocuğu babasına teslim edip. Yavaş yavaş doğruldu.
Gölge;
"Sarılmama izin var mı Komutanım?"
Kaşlarını çatan Gazap;
"Nerde kaldınız la siz?" deyip karşısında esas duruşta duranları süzdükten sonra kollarını açarak başını sallayıp kırık sesi ile devam etti.
"Aldık kardeşim. Abime olan sözümüzü tuttuk. Mabedimizi geri aldık."
Herbiri birbirine sarılırken bize düşen imrenen bakışlar ve yüzümüzdeki tebbessüm olmuştu. Yıllarca beklenen hayal gerçek olmuş, çocukluktan beslenen kin kusulmuştu.
Kendilerine doğru gelen Karabasan'ı gören diğer Muhafızlar duruşlarınıdahada dikleştirirken Komutanlarının alınlarından öpmelerine aldırmıyorlardı bile.
Her birini tek tek öpen Karabasan karşılarına geçip;
"Karabangu!" dediğinde ortalarındaki Muhafız bir adım ileri çıkıp karşılık verdi.
"Emredin Komutanım!"
"Görev yerinizi biliyorsunuz. Şimdi dağılın HAYDİİİİ!"
"Emir Komutanımızındır." diyen Karabangu sırtlarına çapraz şekilde astıkları silahları ellerine alıp süratli bir şekilde uzaklaştılar.
Onların arkalarından bakıp kemerin altından kaybolmalarını seyrederken, kulağımız gelen şiddetli ses ister istemez mevzi almamıza sebep olmuştu.
Bu ses alçak uçuş yapan bir savaş uçağına aitti. Başımı Komutana çevirip baktığımda Karabasan'ın ve Muhafızları'nın kıllarını dâhi kıpırdatmadığını gördüğümde bozuntuya vermeden ayağa kalktım.
"Korkmayın. Ancak böyle ses kirliliği yaparlar."
Karabasan'ın sözü bitmişti ki; başka bir uçağın psikopatça yere neredeyse on metre yükseklikten geçmesi dudağımı ısırmama sebep oldu.
'Bunlarda böyle pilot var mı ki la?' diye kendi kendime düşünürken Kayhan'ın ellerini ağızına kapatıp sevinçle;
"KOMUTANIIIMMM!" diye haykırması ve o anda geçen uçağın tepe üstü döndüğünü görmem aynı tepkiyi vermeme neden oldu.
Karabasan;
"Ne oldu Kayhan?"
"Kom...Komutanım sonraki geçen Türk F16'sıydı."
Bunu duyduğunda bian tebessüm eden Karabasan bir adım geri atıp kaybolan uçağın arkasından baktı.
"Nereden anladın oğlum, o hızla giden uçağı nasıl tanıdın?"
"Hayır Komutanım. Türk pilotlar havada oldukları zaman eğer aşağıda yemin töreni yada şehit cenazesi varsa aşağıda yüksek rütbeli komutan olduğunu bilir ve bir süre tepetaklak gider sonrasında düzeltir. Bu onların aşağıdaki rütbeliye selâmıdır."
Gazap'ın ilk defa kekelediğine şahit olmuştum.
"Kıvı... Kıvılcımdık ateş olduk büyüdük. Sadece Kara Muhafızlarla Bordo Bereliler değil, Kuzey'in Aslanları geldi Kayhan... Kuzeyin aslanları geldi."
"Aşağıda sesimi duyanlara sesleniyorum. Pilot Yüzbaşı Esma Çevik konuşuyor."
Karabasan;
"Konuş Yüzbaşım!"
Pilot;
"İsrail Hava Kuvvetlerine ait pist ve bir F16 imha edildi." derken büyük bir patlama duyuldu.
"F16 iki oldu. Semâ bize emanet."
Karabasan;
"Emri nereden aldınız, buraya nasıl geldiniz?"
Pilotun son cümlesinden sonra yumruğumu sıkıp haykırmamak için kendimi zor tutmuştum.
"Sadece biz değil Komutanım. Türkiye burada. Çıkartma. Türkiye çıkarma yaptı."
Ve ardından gelen telsizdeki tanıdık diğer ses.
"Efeler burada, Dadaşlar, Meteler, Şahinler, Zincidere Hava İndirme, Bolu Dağ Komando burada yetmez mi Komutanım? Ben buradayım. Yüzbaşı Ahmet Burak Kırcalı."
Gazap'ın yüzü geriliyor, aklına gelen bütün övgüleri, bütün güzel kelimeleri yutuyordu. Bu manzara hiç bir övgü ile, ne kadar güzel olursa olsun hiç bir kelime ile açıklayamıyordu. Yutkunuyordu, dilinden dökmeye çalıştığı her kelimeyi yutuyordu.
"Sen... Sen Üsteğmen değilmiydin, hangi ara Yüzbaşı oldun lan üçkağıtçı."
"İki gün önce Komutanım. Buda Yüzbaşı rütbesiyle ilk savaşım. Namaza yetiştik mi? Benim bildiğim Tibet Binbaşı alnını secdeye vurmadan bu mescidi emanet etmez."
"Etmez Aslan etmez. Seni bekliyoruz."
"Sesi duymuşsunuzdur. İki dakikaya avluya iniyoruz."
"Tamam kardeşim." diyen Karabasan, gözlerini semadan indirmeden devam etti.
"Su idik et olduk, Yaradandan can bulduk. Çıngı idik yangın olduk...Geç olsada Türk'ün mührünü vurduk."
Alıcı olduğunu tahmin ettiğim Muhafız kollarını açıp Karabasan'a sarıldı.
"Ah senin bu sözlerin. Aslan kardeşim."
Alıcın'ın kollarını Reisi'nin bedeninden çözen Gölge;
"Sendeki şu dil yok mu şu dil?" deyip doyasıya sarılarak önceden çantasından çıkattığı özenle katlanmış, en üstte içi boşken bile insanın bedenini soğutan Kızıl Gözlü maskesi ile üniformasını uzattı.
"Sana bu yakışır kardeşim. Bacım göz yaşları ile ıslatıp 'Ütüsünü bozarsan öldürürüm sizi' diyerek sana yolladı." derken diğer Muhafızda özenle tasarlandığı belli olan kapkara hücum yeleğini ve postallarını uzattı.
"Bıçakların eksiksiz yeleğinde. Hemen giyinde Ortadoğu Komutan görsün."
Emanetleri alan Karabasan dili-dişi kilitlenmiş bir şekilde Mescit kapısından içeri girecekken Gölge tekrar seslendi.
"Kara Oğlan!"
Sırtında silahı, kucağında üniformasıyla başını çeviren Karabasan'ın gözlerinin güldüğünü puşinin arasından bile seçe biliyordum.
"Eçe!"
Kaşları aniden çatılan Komutan, bedenini komple dönüp Gölge'ye doğru bir adım ilerledi.
"Dur dur hiddetlenme hemen. Üniversite hastanesine Kübalı bir doktor gelip Eçe'yi sormuş."
"Eeeee?"
"Kardeş... Doktor Eçe'yi ameliyat edecekmiş. Allah izin ederse yüzde doksan Eçe iyileşecek."
Omuzları düşen Karabasan, kucağında olduğunu unuttuğu elbiselerini düşmekten son anda kurtardı.
"Koray ciddi misin, kim göndermiş doktoru?"
"Bilmiyoruz. Kimse bilmiyor. Bana hanımlar dedi. Ama biz Tim olarak bir kişiden şüpheleniyoruz. Onuda sen anladın zaten. İsmini anamayız. Hadi şimdi git giyin şu elbiselerinide namazımızı kılalım. Bu arada Harekâtın adı yok mu Komutan?"
"Hepinize koyduğum Kodların içindeki en değerli rakam ne?"
"Tabiki 571"
"Peki benim Kodum'un yanındaki T'nin yanına Akşın'a hangi harfi eklemesini söyledim?"
"E harfini!"
"Ben üzerimi giyineyim sen bul." diyen Karabasan, dev ahşap kapıyı açıp içeri girerken, başını sallayan Gölge'nin ismi çoktan bulduğunu anlamıştım.
Sabredemeyip sordum.
"571'i bulduk ta Komutanım 'TE' ne ?"
Yüzüme dönen korkutucu gözler güneşten buruşan yüzümün gerilmesine neden oldu.
"KOD 571 TÜRKMEN EÇE HAREKÂTI!"
Oradaki herkes birbirinin yüzüne bakıp memnuniyetle gülümserken Muhafızlardan hiç bir tepki yoktu. Olsada belli olmuyordu zaten.
Devasa kuş güneşimizi kapatıp büyük bir gürültü ile surları yalayarak yere kondu. Bu denli riskli bir harekâtta bu kadar hızlı iniş yapılması tabiki şarttı ama bunu her pilot yapamıyordu.
Başkasını beklemeden helikopterin kızaklı kapısını açıp acele ile aşağı inen Burak Yüzbaşı, pervanelerin rüzgarından sakındığı gözlerini bize çevirdiğinde olduğu yerde çakılı kaldı. Kara Muhafızlar'ı görmesiyle bedenini saran heyecanı saniyeler içinde atlatarak on kişilik Timi ile birlikte koşar adım yaklaştı.
Sikorsky'nin kalkmasını beklemeden tekmilini verip, ona en yakın olan Muhafız'ın elini sıktı.
"Yüzbaşı Burak Kırcalı! Komutanım sizi burada görmek büyük şeref."
Muhafız;
"Biz hep buralardaydık. Asıl yüz yıl sonra ay-yıldızlı üniformayı burada görmek büyük bir şeref. Hoşgeldiniz yiğidim."
Bunu duyan Yüzbaşı'nın gülen gözleri anında dolmuştu.
"Sizi çok aradım Komutanım. Karabasan Komutanım hanginizsiniz bilmiyorum ama onu çok aradım ama bulamadım. Size burada rastlamak beni hem şaşırttı hem onurlandırdı. Eee Tibet Binbaşı nerede?"
Gölge;
"Sen bulamadın zannet."
"Efendim Kom..." derken ahşap kapı açılıp Alfa dışarı çıktığında iri vücuduna bakan herkes sustu kaldı. Kızıl gözler ve diğerlerininki gibi siyahın en mat, en koyu rengindeki pırıl pırıl üniforması her askere ' İnşAllah YaRabbi!' dedirtecek cinstendi.
Ona ilk ilerleyen Burak Yüzbaşı olmuştu.
"Yüzbaşı Burak Kırcalı Komutanım. Hoşgeldiniz."
Hiç birşey söylemeden uzanan eli tutan Karabasan daha da yetmedi karşısındaki zırhı sert bir şekilde kendine çekip sarıldı.
"Ben buradaydım Yüzbaşı. Hoş gelen sensin."
Kızıl gözlü maskenin ardındaki sesi duyan Yüzbaşı, hayretini Karabasan'ın omzunda gözlerini irileştirerek göstermişti.
"Hoşbulduk Komutanım." deyip bir süre daha karşısındakini seyrettikten sonra gözüne ilk Kayhan çarpmıştı.
"Eee Kayhan? Tibet Binbaşı nerede, şehre mi indi?"
Bu zamana kadar Kayhan'ın benimle dâhi konuşmaması o an aklıma geldi. Ne şakalaşmış, ne de sevincini paylaşmıştı devresiyle. 'Operasyonun heyecanındandır.' deyip Kayhan'ın bu soruya ne cevap vereceğinin heyecanıyla yüzüne baktım.
Hiç cevap vermiyor, sadece Karabasan'a bakıyordu.
"Oğlum dilini mi yuttun?"
"Ne cevap vereceğimi düşünüyorum Komutanım."
"La ne demek ne cevap vereceğini düşünüyorsun? Bu harekatı başlatan adamın nerede olduğunu bilmiyor musunuz?"
Yüzbaşı bunları sıralarken Karabasan'ın doğruyu söylemesi için Kayhan'a başı ile onay verdiğini gördüm.
Kendisini sıkıştıran Burak Yüzbaşı'ya seyrek kaşları Karabasan'ı gösteren Kayhan hınzırca güldü.
Yönünü hayretle Karabasandan tarafa dönen Yüzbaşı'nın gözleri hâlâ Tibet Binbaşı'yı ararken onunla gözgöze geldiğinde suratı ağlamaklı bir hal aldı.
"Had... Hadi behhhh!!!" deyip korkak adımlarla bir adım ilerledi.
"Komutanım ciddi mi?"
Gerçeklik ile hayal arasında gidip gelen Yüzbaşı elini Karabasan'ın omzunda gezdirip;
"Vallaha gerçek!" demesi herkeste kısa bir gülümsemeye neden oldu.
"Komutanım ben sizi yıllarca aradım bulamadım neden söylemediniz bana?"
"Ben seni buldum. Ne fark etti ki?"
Gururla karşısındaki karanlığı izleyen Burak Yüzbaşı, gülümseyerek tekrar sarıldı.
Karabasan;
"Eee nerede görevlendirildiniz?"
"Harekâtı Haluk Büyükkaya Paşamız yönetiyor Komutanım. Bizede burayı ve içindekileri koruma görevi verildi." deyip ağaçlıklarda yatan onlarca leşi gösterip devam etti.
"Ama siz hiç haşere bırakmamışsınız maşallah."
"Elhamdulillah kardeşim. Onlarınki rüya idi bitti."
"Eee hadi namazımızı kılalım Komutanım. Yeterince oyaladım sizi."
Yüzbaşı'nın omzunu sıkan Karabasan dış avludaki imamlık makamının iki adım arkasına durup saf tutan askerlerinin sıklaşmasını bekledi.
Burak Yüzbaşı;
"Komutanım neden imamlık makamına geçmiyorsunuz?"
"Orada sadece bir kişi namaz kıldıra bilir Burak. Benim haddime bile değil. Haydi haydi safları sıklaştırın." derken gözü tam arkasındaki Kayhan da takılı kaldı.
"Kayhan hayırdır."
Gözlerini silip burnunu çeken Kayhan;
"Yok bişey Komutanım mutluluktan benimkisi. Birden sizi öyle görünce."
"Topla kendini kardeşim. Namazın ziyan olmasın. Haydi ver kameti."
"Emredersiniz Komutanım!"
'Miraç Gecesi tam bu noktada 124 000 Peygamber'e Namaz kıldıran Nebî'den, cenk günü askerine secde ettiren Ümmetine.'
Kayhan'ın kameti bittiğinde kalın ama yumuşak bir ses tonu ile Tekbir getirmişti Karabasan. Ne çok yüksek ne de çok alçak bir ses tonu vardı; ama insanın kulağından akıp kalbini titrettiği kesindi. Öyle bir yerde namaz kılıyorduk ki; bacaklarımız daha sağlam basıyor, gözlerimiz daha net görüyor, içimize çektiğimiz oksijen daha çok besliyordu ciğerlerimizi. Bunu düşünmem günah olur mu bilmem ama; sanki cennet yer yüzüne inmiş, kokusunu etrafa yaymış gibi birşeydi bu. Yedi tane Kara Muhafız Burak Yüzbaşı'yı ve Kayhan'ı ortaya almıştı. Kayhan kamet getirirken kendini sıksada, hem Karabasan'ın içini eriten kıraatından, hemde bulunduğumuz atmosferin etkisinden namaz kılarken ağlamaya devam etmişti. İniltisi duyulmasada boynunu içine çekip, sırtını kamburlaştırmasından için için ağladığı belli oluyordu. Son aylardaki manevi değişim duygusal yöndende etkilemişti. Rabbim kalbindeki mührü kaldırmış secdesine kabul etmişti yolunda Bordo Bere taşıyan Kayhanı'nı. Enseme esen serin bir rüzgarla irkildim. Bu irkilme korkudan kaynaklı değildi. Bu esinti içimde gezip bütün pisliklerden arındırmıştı sanki bedenimi. O an anladımki Rabbim beni sadece bugün değil daima huzuruna bekliyordu. Bugün Rabbime yakışır bir kul, İremime daha uygun bir eş olmak için bütün vakit namazlarımı kılacağıma bizzat Allah'ın huzurunda söz verdim. Arkamızda nöbet tutan üç-beş asker kardeşim hariç yaklaşık yirmibeş kişi namaza durmuştuk. Tabi görünürde yirmibeş kişi. Kim bilir görünmeyen ne alemler secde ediyordu bizimle birlikte. Melekler, Cinler, karıncalar hatta siyonist kanı ile sulanan zeytin ağaçları bile.Bekliyordu!
En az onlarda bizim kadar yüz yıllık esaretin sona ermesini bekliyordu.
Son rekât için rükûdan kalkmıştık ki omzumun hemen yanında arı vızıltısı gibi bir ses duydum ve ardından, gözümün ucuylada olsa önümdeki Kayhan'ın aniden sıçradığını gördüm. Ve sonrasında olacak olası şeyler.
Nöbetçilerin namlularını ısıtan 5.56 mermiler ve ardı ardına dizilen telsiz anonsları.
"SAAT ONİKİ YÖNÜ KESKİN NİŞANCI !!!"
Kutay Yüzbaşı ardarda bağırıyor, kendini duyurmak için boğazını parçalıyordu.
"ATEŞ KEEESSS!!!"
Keskin nişancının başını çıkartması için kestirdiğini biliyordum ama ne duyduğum o sesler umrumdaydı, ne de canım.
Kayhan!
Kayhan'ın kalçasından süzülen kan hayatla bütün irtibatımı koparmıştı. Bir çatışmada kalçasını sıyırıp yakan kurşuna gülmüştük ama bu öyle değildi. Aşırı derecede akan kan ak taşları kızıla boyuyordu. O mübarek kan tam dizime değecektiki namaz bitti selâm verildi.
"Esselâmü aleyküm ve rahmetullah."
Selâmını veren Kayhan, yavaş yavaş sol tarafına yatarken bütün reflekslerim iptal olmuştu. Ciğerlerime çektiğim Cennetin misk kokusu yerini cehennemin is kokusuna bırakmış, ruhumu ferahlatan serinlik gitmiş, kafa tasımı delercesine vuran sıcaklık beynimi pişirmeye başlamıştı.
Şoku atlatıp elimi Kayhan'a uzatırken, biraz önceki yumuşak sesli Karabasan'ın aslan gibi kükreyişi umrumda bile değildi.
"KESKİN NİŞANCI MEVZİ AAAALLLLLL!!!"
Omzundan tutup yüzünü kendime çevirdiğimde seyrek kaşlarının altındaki kahverengi gözlerini açık görmem derin bir 'Oh' çekmeme yararken, yanağında asılı kalan gözyaşı göğüsümü yakmıştı.
Omzuma yediğim ani bir darbe ile sırt üstü uzandım.
"MEVZİ AL LAN MEVZİ!" diyen Karabasan, nasıl yaptı bilmiyorum ama; yerdeki Kayhan'ın bacak arasında omzunu koyması ile ayağı kalkması bir oldu. Kayhan'ı uzaklaştırmaya çalışırken o lanet ses yine duyuldu.Karabasan sol kolunu savurup telsize tekrar seslendi.
"Kutay, Kartal! Mermi düşüş anında bize değiyor. Bana göre onbeş derece açıyla kuzeybatı yönünü arayın. Alıcı bana gel." demesi ile Kartal ara vermeden telsizi mandalladı.
"Gördüm reis!"
"İndir o zaman!"
Kutay Yüzbaşı;
"Sami Al Alam caddesindeki kiliseye yakın mısın?"
"Elli metre var gomutan!"
"Adam oranın en üst katında."
"Onun şimdü A.....G .... !"
Sami'nin ettiği okkalı küfürden sonra gelen kuvvetli bir silah sesi sessizce beklememe neden oldu.
Kartal;
"Hedef vuruldu."
Karbasan dan ses gelmeyince Kayhan'ı saklamak için götürdüğü Kubbet'üs Sahra'nın arkasına doğru koşmaya başladım.
"Alıcı bişey yap Alıcı!"
"Tamam kardeşim elimden geleni yapıyorum."
Sırtını mescidin duvarına veren Karabasan Kayhan'ı dizine yatırmıştı. Beni gördüğünde morali bozulan devrem.
"Devrem sen git!" deyip yüzünü Karabasan'a döndü.
"Komutanım yapmayın elinizden bişey gelmez."
Birinci hamlesi başarısız olan Karabasan, ikinci hamlede yüzündeki maskeyi başının üzerine sıyırdı.
"Sus lan hayvan herif bu kadarcık yara Bordoyu yıkar mı? Amma nazlı büyütmüş anan." deyip diğer Muhafızlarla birlikte peşimden gelen Burak Yüzbaşı'ya baktı.
"Burak helikopter nereye indi?"
Kayhan'ın yanına benimle birlikte diz çöken Burak Yüzbaşı;
"Anons geçtim bile Komutanım. İki dakikaya burada." deyip ilk yardım çantasındaki gazlı bezleri peşpeşe açmaya başladı.
"Komutanım çocuk kandırmıyorsunuz. Elli kalibrelik mermi sol arterimi parçaladı. Bu kan durmaz yapmayın. Sizinde yaranız var." dediğinde, hayretle yüzüne baktıktan sonra vücudundaki yarayı bulmaya çalışan Alıcı'nın sert bir şekilde yakasından tutup Kayhan'a yöneltti.
"Bana değil ona bak!"
Gözlerinden kan fışkıran Karabasan'ın bu psikolojisini tanıyordum.
Kayhan dan o da korkuyor ama ne Kayhan'a, ne de kendisine itiraf edemiyordu bunu.
Helikopterin sesi duyulduğunda gördüğünü bildiğim halde ayağa kalkıp kollarımı çapraz şekilde sallamaya başladım.
Rengi tamamen solan Kayhan'ın kolları dermanını yitirmiş, Karabasan'ın kucağından aşağı sarktığı halde kalkmıyordu. Kayhan'ı kucaklayan Komutan ise tam aksine öfkelendikçe dahada kuvvetleniyordu.
"Kartal hemen helikoptere gel! Muhafızlar sizde." deyip yüzüme uzun bir süre baktı.
"Yusuf sende! Kutay emir komuta sende, Burak burayı koruyun."
Burak Yüzbaşı'nın gözleri çoktan kızarmıştı bile.
"Emredersiniz Komutanım." derken telsizden farklı bir ses alakasız bir şekilde araya girdi.
"Karabasan'ın infâzı geri çekildi. Kosavalı Karabasan'ı Başkomutan ilân etti."
'Başkomutan?'
"Ada Muhafızları tekrar ediyorum. Karabasan, Yüce ALAGAN rütbesine yükseldi !"
Bu ne anlama geliyordu bilmiyordum ama; Karabasan'ın bununla ilgilendiği söylenemezdi.
Helikopter ayaklarını yerden kesmiş, Kudüsdeki en yakın hastaneye gitmek için emir almıştı.
"Komutanım yapmayın yetişmez."
Kayhan'ın kollarına vuran dermansızlık sesinede nüfus etmişti.
"Aslanım yorma kendini. Kurtulacaksın."
Aniden Karabasan'ın yakasını toplayan Kayhan;
"Senin ne olduğun beni ilgilendirmez. Belki on dakika sonra senden daha üst rütbe olan şehitliğe erişeceğim. Şimdi istikamet Türkiye." diyen Kayhan ağlamaya başladı.
"Anama kardeşlerime yetişemem ama toprağımı görmekten alı koyma beni Komutanım yalvarırım."
Gözlerini Kayhanınkilerden çekmeden telsize yönelen Komutan;
"Havaalanı temiz mi?" deyip cevabı bekledi.
"Peçenek konuşuyor. Havaalanı temiz inebilirsiniz."
"On dakika sonra oraya iniyoruz. Tedbir alın." deyip, cevap bekleyen bakışlarla onu bekleyen Kayhan'a baktı.
"Bizim ekibin geldiği jet ile götüreceğiz seni."
Karabasan'ın çaresizce kabul ettiğini gören Kayhan elimi tuttu. Elleri buz gibiydi. İçimdeki kızgın demir bedenimi kavursada Kayhan'ın gözlerine bakıp ağlayamıyordum. Okuldaki çaylak hallerimiz, kantindeki ilk kavgamız, o kavgadan sonra başlayan kopmayan dostluğumuz ve nice anılarımız gözümün önünden bir bir geçmeye başladı.
Her asker devresini, badisini ölümsüz olarak görür. Ona bir şey olmaz, ona ölüm uğramaz. Uğramaz çünkü beni o koruyacak, arkamı o toplayacak. Kayhan Şehit olamaz.
"Mescid-i Aksa'yı gördüm düşümde Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu
Varıp eşiğine alnımı koydumSanki bir yer altı nehr çağlıyordu."
Zoraki çıkan sesi ile dört kıtayı tamamlayan Kayhan, etrafı moraran gözlerini bana çevirip gülümsedi.
"Bugün Mescid-i Aksa gülüyor biz ağlıyoruz devrem."
Bu sözünden sonra dudaklarımı var gücümle ısırıp ağlamaya başladım. Diğer Muhafızlar'ın yüzünü göremesemde Karabasan'ın ak-pak olan yüzü ağlamamak için kendini sıkmaktan esmer bir hâl almış, kömür karası olan göz bebekleri büyüye bildiği kadar büyümüştü.
Kalktığı ile indiği bir olan helikopter motorlarını hiç durdurmadan inmemizi beklerken kızaklı kapı açıldı. Karabasan Kayhan'a kimseyi dokundurmuyor, ona karşı olan her görevi kendi üstleniyordu.
"Kayhan nasılsın aslanım?"
"Ayaklarım üşüyor Komutanım."
"Isınacak can kardeşim ısınacak."
Bizden önce uçağa atlayan iki Muhafız, kucağında Kayhan ile binen Komutana yardım edip içeri aldılar. Yedi basağı çıkıp uçağın içine girdiğimde bizim ömür boyu yetişemiyeceğimiz lükslükte olduğunu gördüm. Sağ tarafta özel deri döşeme ile kaplanan dört adet deri koltuk, sol tarafta oturma yüksekliği koltukların seviyesinde olan, yine aynı deri döşeme ile döşenmiş, bizim divan olarak tabir ettiğimiz yer vardı.Koridoru geçip ahşap renkteki kızaklı kapı açıldığında geniş bir yatak ile karşılaştık. Uçak penceresinin aydınlattığı yatağa dizini koyan Komutan, Kayhan'ı yerleştirip yanına oturdu.
"Komutanım helikopterdeki gibi başımı dizinize alır mısınız? Hepinizi görmek istiyorum.
"Almam mı koçum almam mı?"
Komutan, Kayhan'ın başını kucağına alırken uçak harekete geçmişti bile. Muhafızlar'ın kimisi yerlerine oturmaları için pilottan uyarı almalarına rağmen kıllarını kıpırdatmazken, kimisi ise Komutanlarına saygısızlık olmasın diye lüks koltuklar dururken koridorda dizüstü oturmayı tercih etmişlerdi. Tekerlerini yerden kesen uçak göğe tırmanırken Kayhan'ın yüzüme baktığını gördüm.
"Üzgün olduğunda hiç konuşmazsın değil mi?"
Doğru söylüyordu. Biliyorduki bu haldeyken beni göz yaşlarına boğacak olan boğazımdaki düğümü çözen anahtar, çenemi açıp vereceğim cevap olacaktı. Cevap vermeden başımı sallayıp geçiştirdim.
"Üzülme kardeşim. İnşAllah Allah hepinize nasip eder." derken Alıcı'nın yarasına bakmak için hamle yaptığını gördüğünde durdurdu.
"Komutanım! Bu arter hastanenin önünde dahi kesilse kurtarılmam imkânsız." deyip seyrek kaşlarını yukarı kaldırıp ağlamaya başladı.
"Ben gitmeme değil toprağımı göremeyeceğime üzülüyorum." deyip elinden geldiğince kendini tutmaya çalıştı.
"Ama Kudüste artık benim toprağım. İş .... işte bu benim yaramı dağlayanşey."
Kendini tutamayan Karabasan, Kayhan dan gizlemek için başını geri çevirip ağlamaya başladığında odadaki iki Muhafız daha fazla dayanamayıp dışarı çıktı.
"Komutanım yüzüme bak. Bak sakın başını eğme.'Benim yüzümden oldu.' diye kahırlanma. 'Kayhanım gitti.' deyip kimsenin kalbini kırma. Yüz yıldırağlayan Mescid'in göz yaşını silmeme vesile oldun. Sen o kadar yüce Komutansın ki; Şehit olan Komutanının hayalini yeh ............................yerinegetirmek için Kudüs'ün şah damarını kestin. Şimdi beni iyi dinleyin." deyip camdan dışarı bakarak derin bir nefes aldı.
"Ailem Amasya da. Babam Polatlıdaki Mezarlıkta yatıyor. Beni ba babamın olduğu mezarlıkdaki Şehitliğe defnedin.
Ab...Abim ..... Abimin işi gücü yerinde çok şükür ama lise sona gidenbacımı okutun." deyip bana baktı.
"İrem bacımın üzerinde gelinlik, senin üzerinde damatlık ile mezarıma gelin."
Karabasan daha fazla dayanamadan araya girdi.
"Şehit falan olmayacaksın."
"Hakettim demekki komutanım. Sayende namaz ile tanışıp her rekâtta şehitlik için duâ ettim. Hem sizde yaranıza bi baktırın. Öyle bile bile ölüme giderek Şehit olunmuyor." deyip kesik nefesi ile zoraki gülümsedi.
"Beni boşver sen."
"Bu uçağın Komutanı benim."
Kayhan'ın bu çıkışına buruk bir gülümseme kaplamıştı uçağı. Alıcı'ya bakan Karabasan;
"Alıcı sol tarafımda, karaciğerin yanında ufak bir yırtılma var, birde şu işte." deyip sol omzundaki yarayı gösterdi.
Aceleyle yatağın üzerine malzemeleri açan Alıcı'nın hareketlerinden bunu bayağıdır beklediği anlaşılıyordu. Kayhan rahatsız olmasın diye elinden geleni yapan Komutan, hücum yeleğini çıkartıp sol tarafını açtı.
Alıcı;
"Yusuf şunu yukarda tutar mısın kardeşim?" deyip Karabasan'ın üniformasını yukarı kaldırarak benim tutmamı bekledi.
Elimi elbisesine attığımla on santim uzunluğunda derin yarığı ve pantalonunun belinden süzülen, yakından bakıldığında siyah üniformanın üzerinde belli olmayan yoğun kan parıltısını gördüm. Elindeki pamuk ile yaranın üzerine bol miktarda alkol süren Alıcı, zaman kaybetmeden, herhangi bir anestezi vermeden ilk önce açık damarlardan başlamak suretiyle yarayı dikmeye başladı. Gözü Kayhan'ın
gözlerinden ayrılmayan Muhafızlar'ın Karabasanı, bizim Gazabımız; efsane Komutana yüzümü çevirdiğimde gözlerinin dâhi kırpılmadığını gördüm.
'Sen nasıl insansın be adam?'
Aklına ne geldide gülümsedi bilmiyorum ama; Kayhan'ın yüzüne bakarken tebessüm edişi aklıma güzel bir söz getirdi.
'Acısı ağır olanın gülüşü güzel olurmuş.'
Yüzü limon gibi olan Kayhan'ın gözlerinin etrafı morarmış, gitgide yuvalarına gömülmeye başlamıştı.
'Allahım mucizeni nasip et YaRabbim. Olmaz! Kayhansız benim askerliğim bitmez.'
Uçak kalkalı kırkbeş dakika olmuştu. Karabasan'ın geçici tedavisini son bandajı yapıştırarak tamamlayan Alıcı ayağa kalkarken belinin açık olmasına aldırmayan Karabasan, Kayhan'ı incitmeden kaldırmaya çalıştı.
"Koçum bak! Bak sınırımız. Şurası Pulluyazı burnu."
Morarmış çatlak dudaklarını aralayıp gülümseyen Kayhan'ın, Karabasan'a bakan gözleri akmaya başlamıştı.
"Yusuf su verir misin?"
Belimdeki matarayı unutup etrafta su ararken Alıcı'nın kapağını açıp uzattığı suyu elime alıp, yatağa dizimi koyduktan sonra Kayhan'ın dudağına dokundurdum. İkinci yudumda zorlanan devremin üçüncü yuduma gücü yetmemişti.
"Şimdi araya girmeden beni dinleyin." deyip yüzüme baktı.
"Bizim sigorta şirketi hayallerimiz yalan oldu devrem." deyip gülerek, buz kesmiş elimi sıkmaya çalıştı.
"Komutanım senin bildiğin ak-pak, tertemiz, ilim sahibi hoca vardır. Cenazemi o yıkasın..." dediğinde ağızını açmış, konuşacak olan komutanı kaşlarını kaldırıp susturdu.
"Ben ne güzel bir kulum ki Rabbim sana as.....asker eyledi, ben ne .......... ne güzel bir ku.....kulumki Kudüse bayrak dikmemi nasip etti ........... Ben o kadar güzel kulumki namaz kılarken Şehâdeti nasip etti."
Gözünü Vatan sınırından ayırmayan Kayhan derin bir nefes alıp devam etti.
"Başınızı ağrıtacağım ama size Yunus Emre den son kez bir şiir okuyayım mı?"
Karabasan kendini sıkmaktan mosmor olmuş bir halde başını salladı.
Yüzünü gün ışığına bırakan Kayhan gözlerini yumup kendini, kendi dudaklarından dökülen mısralara bıraktı.
" Tenim ortaya açıla, yakasız gömlek biçile, bizi bir asân vechile Yuyanlaraselâm olsun. Az.....azrail alır canımız, ku ............................. kurur damarda kanımız, yuyacağın kefenimiz, saranlara selam olsun. Se ........ selâ verilekastımıza, gider olduk dostumuza, Namaz için üstümüze Duranlara SELÂM OLSUN."
Kayhan'ın tüm yükünü Komutanın kollarına bırakması ile yüzüne baktım.
"Eş.....eşhedü en la ilahe illallah ve .......... ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü."
Karabasan'ın, Kayhan'ın yanağını sıkıp dakikalardır içine biriktirdiklerini haykırarak dışarı bırakması;
"Kayhan sakın Kayhan!!! Kayhan çok can alırım Kayhan. Kayhan yakışmaz.....sen bana Kudüs de semaver yakacaksın Kayhan..." deyip uçağı
inletmesi bana çok abartı gelmişti.
On yaşından bu yana ölümle kol kola gezmesine rağmen bir insanın ölmediğini bile bile böylesine ağlaması saçma geliyordu.
Kayhan ölmedi ki!
"Komutanım Kayhan ölmedi. O bu saatlerde yarım saat uyumadan edemez. Güzellik uykusu bu Komutanım."
Komutan beni duymuyor, gözlerinden süzülüp Kayhan'ın yüzüne damlayan yaşı sanki bir irinmiş gibi, bir katranmış gibi temizlemeye çalışıyordu.
"Komutanım saçmalıyorsunuz devreler ölmez." deyip ölmediğini ıspatlamak için elime su döküp Kayhan'ın yüzüne sürdüm.
"Kayhan! Oğlum Komutan ciddi ciddi ağlıyor lan bak cezası ağır olur kalk. Kayhan. Kayhan kalk bak ağaçta sallandırır."
Ne yapsam kalkmıyordu. Döşeme gıcırtısına uyanan Kayhan, o kadar haykırışlara rağmen gözlerini açmıyordu.
Pet şişenin kapağını açıp dudaklarına dayadım.
'Cııkk hayır içmiyor!'
Ne kadar zorlasamda Kayhan elimdeki suyu içmiyordu.
Yanağıma dokunan kanlı ellerin sahibine, Karabasana baktığımda kömür karası gözlerde Kayhan'ın gülümsediğini gördüm. Gitmişti. 'Devreler ölmez!' sözüne aldırmadan beni tekbaşıma bırakmıştı bu Kara Adamların yanında.
"Kayhan bunlar yabancı Kayhan. Kayhan korkuyorum kalk."
"KAYHAAAAANNNNN!!!"
SON...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 4.98k Okunma |
550 Oy |
0 Takip |
26 Bölümlü Kitap |