2. Bölüm

1.Bölüm “İç Sınır’a Hoş Geldiniz”

Berra Beyazoğlu
batininhanimi

“Onbaşı Çağrı Çavuşlu, göreviniz İç Sınır’a girerek bahsedeceğimiz kişiyi bulacaksınız.”, böyle söylemişti abisi öleli iki gün olan yeni Başkomutan Alparslan.

Çağrı, Başkomutanının gözlerinin içine bakarak başını salladı. “Siz nasıl isterseniz Efendim.”, zaten emirlere karşı gelemezdi. Bu laflar formaliteden ibaretti. Gerçek hisleri ve düşünceleri tamamen başkaydı.

Çok geçmeden Başkomutan uzaktan çekilmiş siyah-beyaz bir fotoğraf gösterdi. Fotoğrafta bir kadın, fotoğrafta sadece sırtı görünen bir adamla konuşuyordu. Kadın erkek kıyafetleri giyse de yüz hatları, omuzuna gelen saçları ve öne doğru çıkan göğüsleri bir kadın olduğunu fazlasıyla belli ediyordu.

Onbaşı merakla Başkomutan’a bakınca Başkomutan arkasına yaslanıp ellerini birleştirdi. “İç Sınır’daki askerlerimizden öğrendiğimiz kadarıyla bu kadın İç Sınır’a baya hakim. Kendisi bir suikastçı. Herkesi öldürmez, kendi adalet sistemi vardır. Sen ondan birini öldürmesini istersin, o senden nedenini ister sonra da senden kanlı imza alır.”

“Kanlı imza mı?”

“Evet. Bir yemin gibi düşünebilirsin. O senden ödemeyi istediği zaman alır ve bu genellikle para olmaz. Ya kıyafet ya yiyecek ya da başka bir ihtiyaç ister. En azından içeriden duyduklarımız bunlar.”

“Peki benden ne istiyorsunuz Komutanım?”

Alparslan öne doğru eğildi. Bir iki saniyeliğine yardımcısına baktıktan sonra tekrardan Çağrı’ya döndü. “Senden o kadını bulup İç Sınır’ın duvarlarını yıktığımızda halk ne tepki verir onu öğrenmeni istiyorum. Üstelik İç Sınır'daki hem askeri hem halkın sistemini öğrenmelisin. Bizim gözümüzden kaçan bir şeyler olmuş olabilir.”

“Peki içerideki askerlerde ne olmuş olabilir?”, diye sordu kaşlarını çatarak.

“İçerideki askerlerden şüphelendiğim bazı şeyler var. Oraya gidince ne demek istediğimi anlayacaksın.”, kısa açıklamasından sonra masasının üzerindeki beyaz fincandaki çayından birkaç yudum aldı. Çayın hala sıcak ve tadı güzel olmasından dolayı gülümsedi Başkomutan.

“Peki kadının adını öğrenebilir miyim?”

“Alaca. Selçuk kızı Cellat Alaca. İç Sınır’a hala soyadı kanunu gelmedi. Bu yüzden Selçuk kızı diye ararsan bulacağını düşünüyorum. Bu resmi de al.”, masanın üzerindeki resmi işaret ve orta parmağıyla Onbaşı Çağrı’ya uzattı.

“Alaca…”

~•~•~•~•~•~•~•~•~

“Alaca…”

“Söyle o şeye mırıldanmayı kessin. Gazete okuyorum şurada.”, bu seste kimindi böyle? Ve az önce ona ‘şey’ mi demişti? Çağrı gözlerini açmadan kaşlarını çattı. Neler olduğunu anlamamıştı. En son hatırladığı şey Başkomutanıyla yaptığı konuşmaydı.

“O bir insan, Kaptan ‘şey’ değil. Hem baksanıza kendine geliyor.”, bir tane daha tanımadığı bir kadın sesi duymasıyla iyice kaşları çatılmıştı genç askerin. Yavaş yavaş kendine gelirken içinden baş ağrısına küfür etti. Anlaşılan başına sert bir cisimle vurulmuş ve bayıltılmıştı. Evet şimdi her şey yavaş yavaş aklına geliyordu. Sonunda hatırlamıştı. İç Sınır’a girmiş ve Alaca denilen kadını ararken bayıltılmıştı. Ama neden?

Gözlerini açınca çikolata tenli bir kadınla karşılaştı. Onbaşı gözlerini birkaç kez kırpıp bunun gerçek olup olmadığını sorguladı çünkü kadın gerçekten çok güzeldi. Kahverengi teni -onun deyişiyle çikolata tenli- simsiyah uzun saçlı, koca gözlü bir kadın vardı karşısında. Kadın ona yaklaşıp gözlerini kıstı.

“İyi misin?”, bu sonradan konuşan kadındı. Sesi de aynı kendisi gibi çok güzeldi. Onbaşı ilk görüşte aşık olmuştu adeta.

“Hey! Sana söylüyorum.”, tekrardan seslenince, Onbaşı baş ağrısından dolayı yüzünü buruşturdu.

“Affedersin, başım çok feci bir şekilde ağrıyor da.”

Genç kadın kıkırdayarak ileride soldaki masaya ayaklarını yaslamış gazete okuyan -muhtemelen ilk konuşan kadındı- kişiye döndü. “Sana o kadar sert vurmamanı söylemiştim Kaptan.”

Gazetenin sallanmasından kadının omuzlarını silktiğini anladı Onbaşı. “Seni dinleyecek olsaydım Kaptan sen olurdun Umay, ben değil.”

“Tamam sen haklısın bir şey demedim.”, Umay adındaki kadın tekrardan kendisine dönünce hafifçe gülümsedi Onbaşı. Çağrı oturuşundan rahatsız olunca dikleşmek istese de bunu yapamayacağını fark etti. Üzerine ve arkasına baktığında odundan yapılma bir kolona bağlanmış olduğunu gördü. İşte şimdi tehlikede olduğunu anlamıştı.

Yutkunarak karşısındaki güzel kadına baktı. “Şey…Umay’dı dimi? Acaba burada ne aradığımı söyleyebilir misin?”, samimi konuşması Umay’ın kaşlarının çatmasına sebep oldu.

“Öncelikle ‘siz’ diye hitap edeceksin. İkincisi ise burada ne aradığını sen bize söyleyeceksin Asker.”

“Asker olduğumu nereden anladınız?”, kısa bir anlığına gözlerinin masanın üzerine kaymasıyla çantasının karıştırıldığını anladı. Gülümseyerek iplerin izin verdiği kadarıyla arkasına yaslandı. “Hanımefendi ‘siz’ diye hitap etmemi istemenizle nezakete önem verdiğinizi düşünüyorum. Bu yüzden çantamı karıştırmanızı hiç nezaket kurallarına uygun bulmuyorum.”

“Benim karıştırdığımı size kim söyledi Onbaşı Çağrı Çavuşlu?”

“Küçük bir tahmin Umay Hanım.”

“Bok gibi bir tahmin. Çantanı ben karıştırdım. Şimdi söyle burada ne arıyorsun?”, masanın arkasındaki sandalyede oturan kadın gazetesini okumayı bırakmadan sinirle sormuştu.

Onbaşı kaşlarını çattı. “Çantamı karıştırdığınıza göre ne aradığımı öğrenmiş olmanız gerekiyor Hanımefendi.”

“Senin ağzından duymak istiyorum.”

Çağrı gazete iyice baktığında o gazetenin kendi getirdiği gazete olduğunu fark etmişti. Bir şeyler okumayı severdi bu yüzden yanına bir iki kitap ve gazetede almıştı. Şimdi ise getirdiği gazete yabancı bir kadının elindeydi. Uyuşan bacaklarını kendine çekip hafifçe sızlandı. Bacakları gibi yerde oturmaktan kalçası da uyuşmaya başlamıştı ve bu hiç iyi değildi.

Az da olsa rahat edince yaklaşık bir dakikalık suskunluğunu bozdu. “Selçuk kızı Alaca’yı arıyorum. Kendisinin buralarda Cellat diye lakabı varmış.”

“Sen ya geri zekalısın ya da dışarıdansın, hangisi?”

Onbaşı tekrardan kaşlarını çattı. “Dışarıdanım ve geri zekalı da değilim.”

Sonunda gazeteyi indirip çatılı kaşlarının altındaki bakışlarını Çağrı’ya çevirdi. “Belli çünkü anca bir geri zekalı ya da dışarıdan biri beni ararken düşmanım olan bir organ mafyasına yerimi sorar.”

Çağrı’nın göz bebekleri anında küçüldü. Fotoğrafta gördüğü kadın şu an karşısındaydı. İnce kaşlarının altında öfkeyle yanmaya hazır kahverengi gözleri, sanki hayatta hiç gülmemiş gibi görünen biçimli dudakları, özenle şekillenmiş burnu ve bembeyaz bir teni vardı. Kahverengi saçlarını toplamıştı. Üzerindeki erkek kıyafetleri ona büyük oluyordu. Beyaz gömleği, açık kahverengi siyah kareli eski yeleği ve takım olduğunu belli eden pantolonu adeta ben erkek kıyafetiyim diye bağırıyordu.

Siyah beyaz resmi şimdi renkli görmek biraz tuhaf hissettirmişti. İşte fotoğrafın farklı ve güzel yanı da buydu. Fotoğrafta gördüğün kişiyi bir gün kanlı canlı görünce küçük bir heyecanlanma hissi kesinlikle farklı ama güzel bir histi.

Onbaşı yutkunup başını kaldırdı. “Bana sizi bulmam em-”

Alaca sağ elini havaya kaldırıp onu susturdu. “Burada siz gibi saygın kelimeler yoktur. Seni küçük görürler, aşağılarlar hatta götüne tekmeyi basarlar. Burası senin geldiğin yere benzemez.”

“Belli çünkü bizde ‘saygı’ diye bir şey vardır. Her cümlede küfür edilmez.”

Kadın sırıtıp ayaklarını masanın üzerinden indirdi. Onbaşı o an fark etti elinde sigara tuttuğunu. Sigarasını dudaklarına götürüp içine çekip dumanını burnundan verdi. “Burası İç Sınır Onbaşı Çavuşlu. Burası sizlerin de dediği gibi şeytanların yuvası. Sen burada insan bulamazsın.”

Onbaşı kaşlarını çattı. “Yalan söylediğini sende biliyorsun. Burası insanlarla dolu. Sizler bizsiniz, bizler siziz. Ayrımız gayrımız yok.”

Alaca’nın yüzündeki sırıtış anında kayboldu. Sigarasını söndürüp arkasına yaslandı. “Az önce bizde diyen sendin. Hem madem aynıyız o zaman biz neden duvarlar içerisinde yaşıyoruz? Şu kızın bir yaşındaki çocuğunun ne günahı var bana söyleyebilir misin?”, başıyla pencere kenarındaki Umay’ı gösterince Çağrı şaşkınlıkla ona baktı.

“Evli misin?!”

Bakışlarını dışarıdan ayırmadan cevapladı. “Hayır değilim. Sevgilim vardı ve dört ay önce öldü.”

“Ah…başın sağ olsun.”

“Onu kim öldürdü bilmek ister misin?”, Çağrı tekrardan sandalyede oturan kadına döndüğünde masanın üzerindeki gazeteyi okumaya devam ettiğini gördü. “Sizin buraya yerleştirdiğiniz güya devlete sadık olan o piçler öldürdü.”

“Piçler?”

Başını gazeteden kaldırdı. “Askerler. Vasilisa askerleri bir vakitten sonra buraya uyum sağlamaya başladı ve diğer ülkelerden gelen yabancı askerlerle birlik olup Hasded Meyra* ordusunu oluşturdular.”

“Hasded Meyra mı?”

“Eski Vasilisa dilinde Şeytan Ordusu demek. Buranın halkı eski dili kullanıyor çünkü sizin padişahınız ve onun sülalesi burayı hiçbir zaman umursamadı. Bu gazete var ya bu gazete!”, gazeteyi eline alıp Çağrı’nın önüne attı. “Bu gazeteyi buradaki halktan birine göster okuyamaz! Bizim kaynağımız olmasa bizde okuyamayız! Neyse ki harfler değişmemiş.”

Onbaşı birkaç saniyeliğine gazeteyi izledikten sonra tekrardan Alaca’ya çevirdi bakışlarını. “Saltanat kalktı. Dışarıda büyük sorunlar olsa da artık ordunun başkomutanı ülkeyi yönetecek. Başkomutan’da değişti. Yeni başkomutan ise Başkomutan Alparslan Kemal.”

“Bu bilgiyle ne yapabilirim?”

“Az susta beni dinle.”, diye çıkıştı Çağrı. İçinden ‘ne sabırsız bir kadın’ diye geçirip devam etti. “Başkomutan Alparslan, İç Sınır’ın duvarlarını yıkma kararı aldı. Meclis buna ilk başta karşı çıksa da Padişah’ın son emri olduğundan kabul etmek zorunda kaldılar. Beni de bu yüzden buraya gönderdiler.”

Alaca yerinden kalkıp Çağrı’nın karşısında diz çöktü. Kaşları şaşkınlıktan daha çok çatılmıştı ve inanmaz gözleriyle bakıyordu. “Yalan söylüyorsan şimdi boğazını keserim.”

“Yemin ederim ki söylemiyorum. Bana bunun İç Sınır halkının nasıl karşılayacağını…nasıl desem bize yol çizmekte yardımcı olacaksın. Senin seçilme sebebin ise buradaki en güçlü kadınsın. Herkes seni dinleyebilirmiş. İyilerin dostu kötülerin düşmanı gibi. Ayrıca buradaki askeri sistemin hatta İç Sınır’ın nasıl yürüdüğünü iyi biliyormuşsun. Bu yüzden seninle konuşmam için gönderildim.”

Karşısındaki kadın gözleriyle onu inceliyordu. Yalan söyleyip söylemediğini bulacakmış gibi dikkatlice bakıyordu. Anlayabilirdi, yapabilirdi. O gözlerle her şeyi yapabilirdi. Sanki gözleri büyülü gibiydi. Bir hayvanın gözlerini andırıyordu adeta ama hangi hayvanın? İşte bu sorunun cevabını çıkaramamıştı Onbaşı.

Sonunda Alaca yerden kalkıp masaya yöneldi sonra hızla cebinden çıkardığı bıçağı Çağrı’ya doğru fırlattı. Çağrı’nın hızlı refleksleri olmasa az kalsın bıçak onun alnın tam ortasına gelecekti. Onbaşı öfkeyle bi bıçağa birde sahibine baktı. “Ne yaptığını sanıyorsun sen?!”

“Bu uyarı atışıydı…”, söyleyeceklerini bitirmeden masaya geçti ve Çağrı’nın çantasından çıkan boş bir kağıtla kalemi alıp kağıda bir şeyler yazdı. Yazma işini bitirdikten sonra tekrardan Onbaşına dönüp delici gözlerini ona çevirdi. “…en ufak hatanda o bıçağı ya alnının tam ortasında ya da boğazında bulursun ona göre.”

“Sen beni baya hafife alıyorsun.”

Alaca tek kaşını kaldırarak hızla Çağrı’nın yanına gelip bıçağını aldı sonra da ayağını omuzuna koyup ona doğru eğildi. “Ben kimseyi hafife almam benim karşıma kim gelirse gelsin zaten küçümsenecek biridir. Neden biliyor musun?”, biraz daha kulağına yaklaştı. “Çünkü ben ölene kadar pes etmem. Ya karşımdaki ölür ya da ben başka seçenek görmem. Eğer birini öldürmüyorsam da onu öldürecek kadar bile değerini görmüyorumdur.”

Geri çekildiğinde tam bıçağını kılıfına koyacağı sırada Umay’ın ona seslenmesiyle durdu.

“Kaptan Alaca! Hasded Meyra’lardan bir grup burada. Muhtemelen yabancı olanlar ve sizi arıyorlar. İsminizi söylediklerini duydum.”, sinirle Çağrı’ya döndü. “Kesin hepsi bu adam yüzündendir.”

Alaca omuz silkti. “Sıkıntı yok Umay. Onlardan çok öldürdüm yine öldürürüm. Sen şu şeyin iplerini çöz.”, bıçağı masaya koyup odadaki askılığa ilerleyerek paltosunu giydi ve askılığın yanındaki dolabı açtı.

Umay’da bıçağı alıp Çağrı’nın iplerini kesiyordu. Sonunda ipleri kestikten sonra ikisi toparlanmaya başladı. Üçünün de işleri bitince Alaca az önce bir şeyler yazdığı kağıdı Umay’a uzattı. “Bunu Baran Komutan’a ver. Biz tarafsız bölgeye gidiyoruz sonra yolu uzatarak geleceğiz. Sen önden gidip Komutan’a haber ver.”

“Emredersiniz Kaptan.”, kağıdı aldığı gibi başını salladı.

“Siz önden çıkın.”, Alaca elindeki fötr şapkayı başına geçirip boğazındaki maskeyi kaldırıp burnunu ve ağzını kapattı. Şu an zar zor tanınıyordu. Siyah paltosunu geriye atıp belinde asılı olan iki kılıcı kınından çıkarıp onu izleyen iki kişiye baktı. “Bakalım o piçlerden kaçını öldürebilirim.”

Bölüm : 03.12.2024 22:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...