8. Bölüm

6.Bölüm “Dilsiz Konuşanlar”

Berra Beyazoğlu
batininhanimi

İmparzi meyhanesinde sabah olduğunda kahvaltıdan sonra hızla akşam için hazırlıklar başlar. Akşam yapılacak danslar, söylenecek şarkılar için alıştırmalar yapılır, temizlikçiler etrafı toparlar, garsonlar akşam için hazırlıklarını yaparlar, aşçılar akşam sunacakları menüyü planlamaya başlarlar. Onbaşı Çağrı boş masaların içinden bir tanesinde kahvaltısını yaparken bir yandan da sahnede prova yapan dansçıları izliyordu. Dokuz kişilik bu dans grubu bu meyhanenin ünlü olmasına yardımcı en büyük etkendi. Onbaşı gözlerini ortadaki kadına dikti. Buğday tenli, kahverengi saçlı bir kadındı. Kehribar rengi gözlerinin çevresine sürdüğü sürme, yüzüne taktığı süslü peçe ve attığı bakışları ile masallardaki efsanevi kadınları anımsatıyordu.

Diğer dansçılar kadının etrafında döndükten sonra hızla geri çekildiler. Dansçıların arasından uzun boylu, esmer tenli, siyah saçlı ve yapılı bir dansçı çıkıp kadına hiç bakmadan yanından geçip gitti. O gidince kadın kollarını isyan edercesine kaldırıp kendini yere attı. Bir sağa bir sola sallanıp yukarıya kaldırdığı kollarını sallıyordu. O sırada da arkadaki dansçılar çift çift dans ediyorlardı. Yerdeki kadın ellerini göğsüne götürüp yüreğini alırmış gibi yapıp ellerini yere vurdu ve hareketleri tekrarladı. Onbaşı bu dansı saçma bulmuştu. Oysa sadece hiçbir şey anlamamıştı.

“Dilsiz Konuşanlar.”, birden Remzi’nin gelmesiyle irkilerek ona döndü Onbaşı. Remzi onun irkilmesini umursamadan tekrar etti. “Onlara ‘Dilsiz Konuşanlar’ denir. Herkes yaptıklarını okuyamaz.”

Tek kaşını kaldırarak elindeki çatalı bırakıp arkasına yaslandı Çağrı. “Ne anlatıyormuş bu dilsizler?”

Genç oğlan ona tiksinircesine bakış atıp önüne döndü. “Onlar herkesin hikayesini anlatır ve senin gibi aptallar bunu anlayamaz. Aslında onlar geleceği görebilen falcılar ama bu iş çok büyük risk taşıdığından kendi dillerini kesmişlerdir. Yine de bir şekilde insanlara bir şeyler anlatmak ve para kazanmak için dans yoluyla farklı insanların hayatlarını, geleceklerini, anılarını yani her şeylerini anlatıyorlar ama kimin hikayesini anlattıkları belli değil. Bu senin ya da benim hikayemde olabilir.”

“Şu an ne anlatıyorlar?”

“Bir kadının aşkını ve yalnızlığını. Kadın yakınındaki birine aşık olmuş ama o adam bunu bilmiyor. Diğer insanlar kendi sevgililerini buldukları için o kadında kendi sevdiğine kavuşamadığı için yaradana yalvarıyor. Ya beni kavuştur sevdiğime ya da al bu acıyı yüreğimden diye.”

Onbaşı anladığını başını sallayarak belirtip dansçıları izlemeye devam etti. Kadın aşık olduğu adama uzaktan bakıyordu. Adam hem gönülden hem düşünceden mükemmel biri olduğunu belli edecek şekilde dans ediyordu. Yere düşen başka bir dansçının kalkmasına yardım ediyor, yönünü kaybeden başka bir dansçıya yön gösteriyordu. Sonunda kendisini uzaktan izleyen kadınla ilgilenmişti ama bu çok dostane bir ilgiydi. Onbaşı sonunda danslarının anlatmak istediğini yavaş yavaş anlıyordu. Dansın sonunda adam kadına, kadın adama baktı. Adam sonunda fark etmişti aşkını ama müziğin son bulmasıyla dans bitmişti. Çağrı sonunu merak etmişti. Acaba o kadın aşkına kavuşabilmiş miydi?

Remzi, Çağrı’nın ilgiyle baktığını fark edince elini kaldırıp dansçı kadınla adama seslendi. “Sahra, Bartu az buraya gelebilir misiniz?”, ikisi bekletmeden yanlarına geldiler. Geldikleri gibi başlarıyla selam verip, Remzi’nin işaret etmesiyle masaya oturdular. “Çağrı tanıştırayım bu hanımefendinin adı Sahra, bu beyefendinin adı ise Bartu.”

İki dansçıda başını sallayarak tanıştıklarına memnun olduklarını ifade ettiler. Onbaşı bakışlarını Sahra’dan alamıyordu. Hayatında gördüğü en güzel kadındı. Yakından daha da güzeldi. Bakışları delici, göz bebekleri ise bir yıldız gibi buğday teninin arasından parlıyordu. Dudakları çok büyük değildi ama yüzüne fazlasıyla yakışacak derecede etkileyiciydi. Yüz hatları kusursuz ve keskindi. Neredeyse her erkeğin aşık olabileceği güzellikteydi Sahra.

Bartu’da kusursuz görünüyordu. Kalemle özenle çizilmiş güzel gözleri yeterdi onu anlatmaya. Burnu büyük ve kemerli olsa da bu onu çirkin değil aksine daha da çekici yapıyordu. Yüzüne çok yakışıyordu, insanların genellikle beğenmediği kemerli burnu. Esmer tenine işlenmiş hafif sakalları ve şekilli bıyığı yüzüne uyumlu bir biçimde eşlik ediyordu. Yapılı vücudu zaten kıyafetlerinden belli oluyordu ve bu da fazlasıyla etkileyiciydi. Bunlar bir kadının düşünceleriydi. O kadında Alacaydı.

Alaca yanlarına gelerek direkt masaya oturup masadaki kahvaltıdan bir zeytin alıp ağzına attı. Zeytin çekirdeğini çıkarıp masaya attıktan sonra herkese, “Günaydın.”, dedi.

“Günaydın Alaca! Bugün geç kalktın yoksa bu herif seni rahatsız mı etti?”, Remzi’nin sorusu Çağrı’nın kaşlarını çatmasına sebep olmuştu. Bu çocuk önüne gelen her fırsatta Çağrı’yı aşağılayacak bir şey buluyordu ve bu da onun canını sıkıyordu

Alaca önündeki çayın kimin olduğunu umursamadan birkaç yudum içtikten sonra bardağı yerine koydu ve boş bakışlarını genç oğlana çevirdi. “Beni kimse rahatsız edemez. Sadece bugün ki planımızı düşünmekten uyuyamadım.”

“Bugün ne yapacağız?”, Çağrı’nın sorusuyla Alaca birkaç saniye öylece durup yutkunup ortağına baktı. “Hiçbir fikrim yok.”

“Tüm gece uyumamıştın hani?”

Genç kız kaşlarını çattı. “Gece uyuyamadım dedim ne yapacağımızı buldum demedim.”, ortağı hayal kırıklığı ile ona bakınca o umursamadan önündeki kahvaltıdan yemeye etmeye devam etti. Birkaç dakika sonra bir garson elinde bir tepsi ile yanlarına gelip boğazını temizleyerek kapağı olan tepsiyi masanın üzerine koydu.

“Bayan Alaca bir kargonuz var.”, genç kız tek kaşını kaldırıp ona bakarken, garson bekletmeden tepsinin kapağını kaldırdı. Alaca tepsideki üzerinde adı yazan kutuyu eline alıp elinde önce tarttı sonra kutuyu salladı. İçinde küçük bir eşya olduğuna emin olarak kutuyu açtı. Kutunun içinde kanlı bir kolye, kanlı bir kıyafet parçası ve bir not çıktı. Durumun iyi olmadığı belliydi. Alaca kaşlarını çatarak yavaşça yarısı kanla kaplanan çerçevesi gümüş rengi olan sahte zümrüt kolyeyi havaya kaldırdı ve onu gözleriyle iyice inceledi.

“Kahretsin!”, yüzü öyle bir hal almıştı ki sanki birazdan bütün buraları yakıp yıkacakmış gibi bir ifadesi vardı. Eli titredi, başını eğdi ve diğer eliyle kutudaki kumaş parçasını aldı. Onbaşı kumaş parçasına meraklı gözlerle bakınca kime ait olduğunu fark etmişti. Bu kumaş parçasını daha önce görmüştü.

Bu Umay’ın kıyafetinin parçasıydı.

Alaca öfkeyle kumaş parçasını kolyeyi tuttuğu eline alıp boşta kalan eliyle notu aldı ve sesli bir şekilde okumaya başladı. “Kimin adamını öldürdüğüne dikkat et. Gün gelir devran döner bir gün senin adamında cehenneme yol eder. Sevgilerle Gencer.”, not kağıdını yavaşça elinde buruşturup elini yumruk yaptı ve hızla masaya vurup ayağa kalktı. Derin nefesler alıp kendini sakinleştirmeye çalışırken diğerleri ne yapacağını bilemeden ona bakıyordu.

Çok geçmeden yavaşça başını garsona geçirdi. “Bu kutuyu kim getirdi?”

“Bilmiyoruz efendim, sabah kapıya bırakılmış.”

“Onbaşı.”, Çağrı merakla ne diyeceğini beklerken, Alaca adeta öfkeyle yanan bakışlarını ona çevirdi. “Yarım saate hazır ol bugün ne yapacağımızı buldum.”, dedi ve sinirle orayı terk etti. Onbaşı meraklı bakışlarıyla Remzi’ye döndü.

“Gencer’de kim?”

“Pisliğin önde gideni. Alaca ile yarışmaya çalışan bir it. İç Sınır’da ufak gruplar oluştururlar ve Gencer’de o gruplardan birinin başı. Her türlü pisliği yaparlar. Para köpekleridir, kim kemik atarsa ona giderler.”

Onbaşı rahatsızmış gibi kıpırdanarak ellerini masanın üzerine koydu. “Grubunun adı neymiş?”

“Ruka Boha. Eski dilde ‘Tanrının Eli’ demek. Efsanevi bir futbolcunun lakabını almışlar.”

“Anladım.”, mırıldanarak cevabına karşılık vermişti Onbaşı. Çok geçmeden kalkıp odaya gittiğinde Alaca’yı elleri cebinde penceren dışarıyı izlediğini gördü. Üzerindeki kıyafetler simsiyahtı yasta olduğunu belli edercesine. Siyah gömleğin üzerinde aynı renk ceket altında ise yine siyah bir pantolon ve ağır botlar vardı. Yatağın üzerinde giyeceği siyah uzun palto, silah mühimmatını koyduğu bir vücut kemeri ve şapkası vardı.

Genç kadın aniden kapıya doğru dönünce sabahın ışığı adeta onu bir melekmiş gibi gösterecek şekilde arkasından parıldıyordu. Yüzündeki sert ifadeyle duygusuz görünüyordu ancak gözlerinde içindeki öfkeyi belli edecek bir volkanın rengini taşıyordu adeta. Yavaş adımlarla Onbaşına ilerlerken gözlerini bir asker edasıyla asla kırpmadan yürüdü. Sonunda önünde durup burnunu çekti.

“Bugün sana İç Sınır’ın bir karanlık yüzünü daha göstereceğim. Burada insanlar çeteler kurup başka insanları yağmalayarak hayatlarına son veriyorlar. Gördüğün gibi birinin adamını öldürürsen senin adamını da öldürürler. Küçük bir çocuğu olan yardımcımın canını aldılar.”

“Planımız ne?”

“Bu şerefsizlerin mekanı Rifu’da. Galiç’ten ilerisinde. Gidip onları öldüreceğiz hepsi bu.”, arkasına dönüp yatağa ilerledi ve yatağının üzerindeki eşyalarını alıp kapıya yöneldi. “Hazırlansan iyi olur on beş dakikan kaldı.”, son sözlerini söyledikten sonra odadan çıkıp kapıyı kapattı ve Onbaşını yalnız bıraktı.

~•~•~•~•~•~•~•~•~

İntikam insanın yüreğine düşen bir ateştir. Bu ateş kişinin kendisini ya da çevresini yakar. Öyle bir ateştir ki kolay kolay köze dönmez. Herkesin kaldırabileceği bir duygu değildir intikam. Kimisi çığlıklar arasında kendine zarar verir, kimisi de başkalarına. Herkes bir intikam almak ister. Kalbini kıran birinden, sevdiği birini öldürenden ya da kalemini kıran kişiden almak ister intikamını. Sebep kolayca ortaya çıkar ancak sonucu öyle çabucak çıkmaz ortaya. Kişinin davranışına göre değişir sebebin sonucu. Ya sen intikamını alırsın ya da hayat hatta şu an sizin intikamınızı hayat alıyordur sizden gizli, sizin sonra öğreneceğiniz bir şekilde.

İç Sınır’da asla hayata bırakılmaz bu durum. Gücü olan intikamını kendisi alır ne başkasına ne hayata bırakır. Ya çok sevdiğinden almalıdır o intikamı ya da onur gurur meselesinden almalıdır ancak bir sebepten dolayı kendisi almalıdır başkasına asla bırakmaz.

Alaca atını ahırdan alırken düşünceler aklında dönüp dolaşıyordu. Bu hayata kaybetmek için geldiğini hissediyordu. Babasını, sevdiğini, amcası olarak gördüğü adamı şimdi de arkadaşını. Annesini zaten hiç tanımıyordu, babasının söylediğine göre annesi Alaca daha bebekken onu terk etmişti. Ondan da intikam almak istiyordu. Ah onu bir bulsa…!

İç çekip kafasını toplamaya çalıştı. Ahırdan meyhanede çalan şarkıyı duyabiliyordu. Atını bırakıp meyhaneye yaklaştı ve çalan şarkıyı dinlemeye koyuldu.

İnsan ölür ama ruhu ölmez,
İnsan ölür ama ruhu ölmez,
Bunca mahlukat var hiçbiri gülmez,
Bunca mahlukat var hiçbiri gülmez…”

Tekrardan iç çekip yere oturdu ve sırtını meyhanenin duvarına yaslayıp bir bacağını kendisine çekip kolunu bacağının üzerine koyarak şarkıyı dinlemeye devam etti.

Cehennem azabı zordur çekilmez
Cehennem azabı zordur çekilmez
Azap çeken hayvanları gördün mü?
Azap çeken hayvanları gördün mü?

İnsandan doğanlar insan olurlar
İnsandan doğanlar insan olurlar
Hayvandan doğanlar hayvan olurlar
Hayvandan doğanlar hayvan olurlar

Hepsi de bu dünyaya gelirler
Hepsi de bu dünyaya gelirler
Ana haktır sen bu sırra erdin mi?
Ana haktır sen bu sırra erdin mi?”

Annesini görse anında öldüreceğini düşünürken bu şarkıyı duymak onun için biraz tuhaf olmuştu. Vücudunu yavaşça iki yana sallayarak ve elini acıtmayacak şekilde dizine vurarak ritim tuttu ve şarkıyı dinlemeye devam etti.

Ömrünün bağının gülü solmadan
Ömrünün bağının gülü solmadan
Varıp bir canana ikrar verdin mi?
Varıp bir cananın kulu oldun mu?

Garip bülbül gibi feryat ederiz
Garip bülbül gibi feryat ederiz
Cehalet elinde küskün kederiz
Cahiller elinde küskün kederiz

Hep yolcuyuz böyle gelir gideriz
Hep yolcuyuz böyle gelir gideriz
Dünya senin vatanın mı yurdun mu?
Dünya senin vatanın mı yurdun mu?”

Şarkı yavaşça böyle biterken Alaca yavaşça gözlerini kapattı. İsyan etmek istedi, edemedi. Bağırıp çağırmak istedi, sesi çıkmadı. Meyhaneyi yakıp yıkmak istedi, gönlü izin vermedi. Birden yanaklarında hissettiği ıslaklıkla hıçkırması bir oldu. Bacağındaki eli hızla ağzına gitti. Kendisini tutmaya çalıştı çünkü ağlamak bu dünyada zayıflıktı. Bir düştüğün an bir de ağladığın an bu dünya seni affetmez yer bitirirdi.

Ama söz verdi kendine, bu duvarların arasından çıktığı gibi bağıra çağıra ağlayacak, içini dökecekti.

Ayağa kalktı koluyla göz yaşlarını sildi ve atının yanına gitti. Başını okşayıp alnını atına yasladı. “Bir gün buradan çıkacağız ve o gün bu şarkıyı ağlayarak değil gülerek dinleyeceğiz.”, birkaç dakika içinde ahıra Onbaşı girdiğinde Alaca çoktan atından ayrılmış Çağrı’nın, atını hazırlamasını izliyordu. İşi bitince ikisi de kendi atlarına bindiler ve sabahın körü demeden hızla Rifu’ya ilerlediler.

Bölüm : 09.04.2025 21:37 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...