12. Bölüm

Bölüm 11 | Geçmemiş Korkular

Hatice
bayankimbilir

 

Selamlar canlarım!

 

Öncelikle hepinize hayırlı Ramazanlar dilerim:)

 

Bugün Ezgi, deli kuşumun doğum günü:) Bölümü bugüne yetiştirmeye çalıştım bu yüzden. Onu yazmak bana o kadar iyi geliyor ki umarım size de okurken iyi geliyordur...

 

Oy ve yorumlarınızı bekliyorum, keyifli okumalar:)

 

 

 

 

 

 

 

 

11. BÖLÜM

 

 

 

 

 

 

GEÇMEMİŞ KORKULAR

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Gelmeni öyle istiyorum ki... Tıpkı bir dua gibi..."

 

 

Yine daha önce gördüğüm o yoldaydım. Etrafımda yükselen ağaçlara baktım sanki ilk defa görüyormuşum gibi. Gözlerim yola döndüğünde sırtı bana dönük bir kız çocuğunun yolun ortasında durduğunu gördüm. Koyu kahverengi saçları omuzlarına geliyordu. Ellerinde bir şey tutuyor gibiydi.

Dudaklarım şaşkınlığımı dışa vurarak aralandı “Nisha”

Ama bu… nasıl?

O sırada bir arabanın korna sesiyle tüylerim diken diken oldu. Bu an… Ben bu anı yaşamıştım…

Hiç beklemeden yola atıldım ve ona doğru koştum. Onu omuzlarından yakaladığımda hemen yolun kenarına çektim.

Bunu yapmıştım… onu kurtarmıştım!

Korku dolu gözlerim tanıdık simasında dolanırken nefes nefese kalmış bir şekilde “Nisha! İyisin değil mi?” diye konuştum endişeyle. Ardından beni anlamadığını hatırlayıp işaret dilini kullanmak için kollarımı kaldırmıştım ki hiç beklemediğim bir şey oldu.

Dudakları aralandı “İyiyim, teşekkür ederim Ezgi”

Ellerim geçirdiğim şokla havada kalırken yüzüne baktım. O, konuşabiliyordu! Onu geç duyabiliyordu da! Bir dakika… ben onu nasıl anlıyordum o zaman? Nasıl Türkçe konuşabilirdi?

Kafam iyice karışırken ellerinde tuttuğu çiçek demetini fark ettim. Mor çiçekleri… Ben daha önce bu çiçekleri bir yerde görmüştüm ama nerede?

Onun bakışları da çiçeklere döndüğünde “Çok güzeller değil mi?” diye sordu. Dudaklarını kocaman bir gülümseme sardı.

“Evet” diye onayladığımda hala onu anlıyor ve konuşuyor olduğuna inanamıyordum.

Gözlerim tekrar çiçeklere döndüğünde yapraklarının üzerindeki kan dikkatimi çekti. Kaşlarım hafifçe çatıldı. Yaralanmış mıydı?

Bakışlarım tekrar yüzüne döndüğünde dudaklarındaki gülümsemenin büyüdüğünü gördüm. El salladı birden bana.

Eli kan içindeydi…

“Benim gitmem gerekiyor, görüşürüz” dediğinde geri geri adımlamaya başlamıştı.

Kalbim korkuyla çarparken ona doğru adımlayıp yola çıktım tekrar “Hayır, gitme bekle. Asaf’ı çağırıp geleceğim” diye konuştum. Eminim o da çok mutlu olacaktı onu gördüğüne.

Tam bu sırada güçlü iki kol ile omuzlarımdan tutulup yana doğru çekildim. Gözlerim korkuyla kapanırken etrafımı tanıdık bir koku sardı. Hemen yanımızdan geçen bir arabanın sesini duydum daha sonra. Gözlerimi açtığımda beni tutan kişinin Asaf olduğunu görmek gevşememe ve dudaklarımın kıvrılmasına sebep oldu.

Ona da hemen Nisha’yı göstermeliydim.

“Ezgi, iyi misin?” diye endişeyle soludu.

Neden bu kadar korkmuş olduğunu anlayamazken “Ben iyiyim” dedim.

Ellerini üzerimden çekerken rahat bir nefes bıraktı. “Ne yapıyorsun yolun ortasında?”

“Ben…” Yolun ortasında olduğumu hatta arabanın geldiğini bile fark etmemiştim. Ancak o an bunu umursamadım. “Kim burada Asaf bak” diyerek gülümsedim ve kenara çekilip arkamda kalan Nisha’yı görmesini sağladım.

Kaşlarının merakla çatıldığını gördüğümde bende bakışlarımı oraya çevirdim. Kimse yoktu. Nisha yoktu…

“Kimden bahsediyorsun, hani nerede?”

“Nisha, buradaydı. Gitmiş…” diye fısıldadım.

Beni duymuştu. “Nisha mı?”

Sol gözümden bir damla yaş aktı. Ona doğru döndüm. Üzgün bakan kahveleriyle kesişti gözlerim hemen.

“O, öldü Ezgi. Benzetmiş olmalısın” dedi durgun çıkan sesiyle.

Benzetmiş miydim? Nasıl olur? Yüzü, gözleri, gülüşü… Hayır, oydu... Diğer gözümden de bir damla yaş düşerken kafamı iki yana salladım yavaşça.

Uzandı ve elimi tuttu birden. Elleri sıcacıktı. Onun elleri hep soğuk olurdu ama. Neden her şey bu kadar garipti?

“Hadi gel benimle, baban seni bekliyor” dedi.

Kalp atışlarım hızlandığında burnumu çektim “Babam mı geldi, nerede?”

“Evet geldi, seni bekliyor hadi”

Önden yürümeye başladığında onu takip ettim zira elimi tutuyordu. Ellerine baktım. Ellerimize… Bakışlarım sırtına döndü. Neden bu anda tanıdık geliyordu?

Diğer elinde tuttuğu bir şey fark ettim. Onlar çiçek miydi?

Bu tekrar Nisha’ yı hatırlattı bana. Sağ gözümden bir damla yaş aktı.

Bakışlarım sırtındaydı. Aklıma gelen şeyle gözlerim büyüdü. Bir dakika!

O… daha önce rüyamda gördüğüm adamdı.

Bu nasıl olur?

“Ezgi”

Biri yüzüme dokunduğunda irkildim ve acıyan göz kapaklarımı araladım zorlukla. Aisha yatakta oturmuş tepemden endişeli bir şekilde bana bakıyordu. Kaşlarım çatıldı ve bakışlarımı odada gezdirdim. Sabah olmuştu, perdeler aralanmış içeriye güneş ışınları sızıyordu.

Rüyaydı. Sadece bir rüya…

“Kâbus mu gördün?” Aisha’nın konuşmasıyla bakışlarım tekrar ona döndü. Yerimde doğruldum yavaşça. O da yeni uyanmış gibiydi. Saçları dağılmış sesi boğuk çıkıyordu.

Kafamı iki yana sallarken yüzümdeki ıslaklığı yeni fark etmiştim. Ağlamış mıydım? Bu yüzden kâbus gördüğümü düşünüyordu sanırım. Ellerimle yüzümü sıvazladım. Gece yine birkaç defa uykumdan korkuyla uyanmıştım. Ancak gördüklerim bölük pörçüktü ve hatırlamak istemiyordum.

Abimi görmüştüm… Gittiğini…

“Bir şeyler sayıklıyordun, birini mi gördün?”

Son gördüğüm rüya aklıma geldi. Her şeyiyle tazeydi. Gözlerim tekrar doldu. Bakışlarım yatak örtüsünde gezinirken “Nisha’yı gördüm” dedim, sesim kısık çıkmıştı.

Barun geldi sonra aklıma. Buraya geldiğim vakit daha önce rüyamda takip ettiğim bir adamı görmüştüm. Şimdi de onun elimden tutup babamın geldiğini söyleyerek beni ona götürmesini görüyordum. O, adamı gördüğüm de babamın sesini duymuştum. Barun varken de…

Bilinçaltım kafayı yemiş olmalıydı.

Aisha örtünün üzerindeki elimi tuttu. Onu nereden tanıdığımı sormadı. Aastha ablayla ya da Akash ile konuşmuş olmalıydı. Gülümsedim burukça.

Gülümsememe karşılık verip elini geri çekti ve başka bir şey sormadı. “Toparlanma vakti” Yataktan atladı ve bana döndü tekrar “Aastha yengem kahvaltı hazırlamaya başlamıştır, ben gidip ona yardım edeyim. Sende gel istersen, kafan dağılır” diye konuştu.

“Olur” dedim, aynı zamanda kafamı salladım.

Saçlarını toplayarak banyoya girdi. Örtüyü üzerimden kaldırıp bacaklarımı yataktan sarkıttığımda aklıma dün gece Barun ile yaptığımız konuşma geldi bu sefer de.

Ona sarılmıştım… Bunu yaptığıma hala inanamıyordum.

Aisha banyodan çıktığında kıyafet dolabının önüne geçti. Yüzünde düşünceli bir ifade vardı. Onun giyeceği kıyafetleri seçmesini izlerken derin bir nefes alıp verdim. Acaba annemler uyanmış mıydı? Onlar aramadıklarına göre abimin durumunda hiçbir değişiklik yoktu… Aklıma gördüğüm kabuslardan görüntüler sızdı. Gözlerim doldu ama ağlamamak için sıktım kendimi. Alperen’in her şeye geçecek diyen sesine tutundum hemen.

Yüzümü sıvazladım düşünmek istemeyerek. Bakışlarım önümdeki koltuğun üzerinde olan eşyalara değdi. Aisha’nın annesinin eşyalarına… Sabah namazına kalktığımdan beri kafamda döndürüp durduğum konuşmayı yapmak istiyordum. Onları kullanmaya devam etmek için Aisha’nın da izninin olması gerektiğini düşünüyordum.

“Haydi haydi, yüzüne bir su vur kendine gel” diye konuştu benim hala yatakta oturduğumu görünce.

Bakışlarım ona dönerken yavaşça yataktan kalkıp yanına doğru adımladım “Aisha, aslında benim seninle konuşmak istediğim bir konu var”

Ellerini elbiselerinin üzerinden çekerken dolaptan uzaklaşıp bana baktı o da. Sesimdeki gerginliği fark etmiş olmalı ki başka bir şey ile uğraşmak istememiş sadece beni dinlemek için bekliyordu.

“Ben dün akşam Aastha ablaya namaz kılmak istediğimi ve belki o biliyordur diye kıbleyi sormuştum. O da Çetan amcanın bana yardımcı olacağını söyleyip beni ona götürdü.” Dudaklarında anlamlı bir tebessüm oluştu. Tıpkı dün Çetan amcanın yüzünde gördüğüme benziyordu.

Duraksamamı fırsat bilip yerinde hareketlendi ve yanımdan geçip çoktan fark etmiş olduğu tekli koltuğun üzerindeki eşyaları eline alıp yatağa oturdu. “Bunları verdi sana, haberim var”

Şaşırdım. Fark etmiş olması normaldi, saklamamıştım ondan. Sadece o sormandan kendimi açıklamak istemiştim. Ancak onun çoktan haberinin olduğunu söylüyordu.

Soru soran şaşkın bakışlarımı görünce dudaklarındaki buruk tebessüm büyüdü “Eve gelir gelmez abimi bulamayınca babama sormuştum. Akash abim ve ikisi tüm olanları anlatırken babam da abim için çok üzgündü. Nisha ile aralarında bu kadar derin bir bağ olması onu bile sarsmış. Hastanede yaklaştırmamış abim yanına babamı. Araları pek iyi değildir” derken gözlerini kaçırdı. Sesi kırgındı. “Son günlerde ağabeyim daha ılımlıydı herkese karşı. Bu Nisha sayesindeydi farkındaydım.”

Yeşilleri yüzüme döndüğünde dolu doluydu. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Belli ki Barun hiçbirine onunla olan hikayesinden bahsetmemişti. Herkes onu korumak istediğini biliyordu sadece. Halbuki onlar çok daha fazlasıydı. Aisha bunu fark etmişti. Bu yüzden onun yerine ağlar gibi çok üzülüyordu.

“Babam ile tartışmışlar yine. Duvarlarını tekrar örmeye başlamış bile. Ne onunla konuştu ne de benimle.” Burnunu çekti. Gözlerinden yaşlar akarken başını eğip elini kucağındaki baş örtüde gezdirdi.

Benim de gözlerim dolarken çaresizliğini tüm kalbimle hissettim. “Özür dilerim Aisha. Ben aslında kabul etmek istememiştim ama Çetan amca çok ısrar edince, kıramadım. Bilseydim böyle büyük bir karmaşaya yol açacağını asla kabul etmezdim gerçekten.”

Kafasını iki yana salladı “Senin suçun değil. Annemin de böyle olmasını isteyeceğinden eminim, babam bu yüzden bunları sana vermiş olmalı. Ona ya da sana kızmadım. Bana da vermişti daha önce ama ben kıyamamıştım kullanmaya” diye konuştu boğuk çıkan sesiyle.

Kaşlarım çatıldı. Ona vermişti ama Barun’dan varlıklarını saklamış mıydı? Neden?

“Babanın neden bunları abinden sakladığını biliyor musun?” diye sordum.

“Hayır, bana da söylemedi” derken yanaklarını kurulamaya çalıştı “Araları iyi olmadığı için olduğunu düşünüyorum ben. Babam annemin eşyaları konusunda hassas, abimin küslükleri yüzünden onları alıp ondan uzaklaştıracağını düşünmüş olmalı”

“Ne olursa olsun bu… haksızlık”

Kafasını eğdi “Biliyorum… Başta bende kayıp olduklarını sanıyordum. Bana da abim İngiltere de okurken bunları verdiğinde söylemişti gerçeği”

Omuzlarım düşerken sesli bir nefes bıraktım. Bu durumu anca Çetan amcadan dinlersem anlayabilirdim.

Ona doğru ilerledim ve yatakta yanına oturdum. Seccadenin üzerinde gezinen elini tuttum usulca. Yaşlı gözleri benim sulu harelerim ile buluştu. Gülümsedim. Onu ağlarken görmek hiç hoşuma gitmiyordu. Tebessümüme karşılık verirken elimi sıktı.

“Teşekkür ederim Ezgi” diye konuştu birden. “Yanımda olduğun için. Özellikle dün akşamki tesellin için. Bu benim için çok değerliydi.”

Uzanıp yaşlarını sildiğimde sağ gözümden bir damla yaş süzüldü. Neden böyle söylediğini biliyordum. Onun dün akşam annesinin dizlerinde ağlaması gerekirken benim ellerimde teselli bulmuştu. Yokluğu bir kez daha canını acıtmış, belki de en çok buna ağlamıştı.

Kimseye bu acıyla sınanmasını istemezdim.

“Neden bilmiyorum ama sanki seninle uzun zamandır tanışıyormuşuz gibi hissediyorum. Sana karşı şeffaf olmam ve başından beri bu kadar güvenmem bu yüzden sanırım. Bana hiç olmadığım kadar iyi hissettiriyorsun ve ben kadere inanırım, beni bulman tesadüf olamaz”

“Ben değil, sen beni buldun” dedim ona minnetle gülümserken ve yatakta ona doğru döndüm iyice “İnan bana bende aynı şeyleri hissediyorum. Sayende daha rahat ve yalnız hissetmiyorum burada. Tanışalı iki gün olmasına rağmen ben sen yokken seni özlediğimden yakınıp durdum kendi içimde”

Gözyaşları arasından gülümsedi. Aynı şeyleri hissediyor olduğumuzu bilmek en az benim kadar onu da mutlu etmiş gibiydi. Gözlerinde bunu görebiliyordum. Bende gülümsedim. Elindeki eşyaları yanımıza koydu ve bana yaklaşıp kollarını ihtiyaçla bedenime doladı. Ellerimi beline yerleştirip sarılışına karşılık verdim. Bu birbirimize ettiğimiz sessiz bir teşekkür gibiydi.

Bana yine Barun’u hatırlatması dışında bir sıkıntı yoktu.

Hih! Biz dün cidden sarılmıştık!

Düşünme! Düşünme!

Aklıma onun Aisha için söyledikleri geldi sonra. Neden onunla konuşmanın Aisha’yı daha çok üzdüğünü düşündüğünü anlamıyordum. Aisha ile şehir dışına çıkmadan önceki vedalaşmaları geldi gözümün önüne. Sarılmamışlardı bile… Ben baygınken ne geçmişti aralarında bilmiyorum ama iyi şeyler olmadığı belliydi.

Birbirimizden ayrıldığımızda yüzünü kuruladı hemen. Bende onu taklit ettim. Annesinin eşyalarını tekrar eline alırken onları benim kucağıma bıraktı. Kaşlarımı hafifçe çatarak ona döndü bakışlarım. Aynı içtenlikle bakıyordu gözlerime “Benim iznim var, kullanmaya devam etmeni isterim” dedi.

Gözlerim kucağımda duran eşyalara dönerken neyden çekindiğimi anlaması içime dokunmuştu yine. Üzerinde söz sahibi olan herkes onları kullanmamı isterken ben hala bundan emin değildim. Tabii eskisi kadar bu konuda huzursuz hissetmiyordum orası ayrı.

“Bu benim için çok değerli gerçekten, güvenin için teşekkür ederim. Onlara gözüm gibi bakacağım, söz veriyorum”

“Biliyorum” gülümsemesi büyüdü. Ardından usulca yerinden kalktı “Hadi, bu gidişle hazırlığa değil anca kahvaltıya yetişeceğiz”

Bende ayaklanırken emanetlerimi koltuktaki yerine koyup tekrar dolabının önüne geçmiş Aisha’ya döndüm “Ben bir duş alsam iyi olacak aslında, sen beni bekleme in aşağıya. Ben işim bitince gelirim” dedim.

Özellikle kış aylarında sık duş alan biri değildim ama üzerimde bir ağırlık vardı. Duş alırsam ondan kurtulacakmış gibi hissediyordum. Hem dün de yorgunluktan üşenip almamıştım.

“Tamam, canım. Temiz havlu ve liflerin yerini biliyorsun zaten” dedi, giyeceği kıyafetleri yatağın üzerine koydu.

Aklıma gelen şeyle dudaklarım aralandı tekrar “Bugün işe gidecek misin?”

“Evet ama şehir dışında olmayacağım. Şirkette birkaç işim var” diye yanıtladı beni.

Anladım dercesine başımı salladım. Akşam onunla biriken sorularım hakkında konuşabilirdim. Bu sırada telefon çaldı. Onun telefonuydu tabii.

Sanırım telefonumu özlemiştim.

Canım Ayfer’im…

Evet, telefonuma isim vermiştim olamaz mı?

O telefonuna yanıtlamaya yatağın yanına giderken bende dolabın önüne adımladım. Kapağını araladım tekrar. Aisha ile birlikte benim için aldığımız kıyafetleri koyduğu bölmeden İspanyol paça kot pantolonlardan birini, beyaz üzeri mavi çizgili bir gömleği ve iç çamaşırı aldım.

O telefonda Hintçe biriyle konuşmaya başlamışken ben banyoya girdim. Normalde saç bakımım en az yarım saat sürerdi. Banyodan önce ve sonra yaptığım birtakım cilt bakımlarımda vardı. Bunların hiçbiriyle uğraşmadığım için oldukça kısa sürmüştü işim. Rahatlamıştım biraz. Elbiselerimi giyip banyo dolabından saç kurutma makinesini aldım ve banyodan çıktım.

Aisha giyinip aşağı inmişti çoktan. Yatağı bile düzenlediğini gördüm. Makyaj masasının yanındaki prize fişi sokup saçlarımı bir güzel kuruladım. Uzun saç kullanmanın en büyük dertlerinden biri yıkaması ayrı kurutması ayrı meşakkatliydi. Normalde aşkla yaptığım bir şeydi ama şu an o kadar içimden gelmiyordu ki…

Aklıma Barun’a anlattığım Rapunzel masalı geldi birden. Benden Nisha’ya bahsetmesi ve beni onunla tanıştırmak istemesi içime dokunmuştu. Gözümün önüne kaküllerime dokunan Nisha’nın yüzü gelince gözlerim doldu yine. Makineyi kapattım önümü göremeyince. Kollarım yanıma düştü.

Bakışlarım saçlarımın ucundayken “Böyle olmamasını, bizi kahramanının tanıştırmasını çok isterdim Nisha” diye mırıldandım.

İçime dolan kasvetle derin bir nefes alıp verdim. Toparlanıp gözlerimi ovuşturdum. Ardından makinenin kablosunu toplayıp geri yerine bırakıp geldim. Saçlarımı önüme toplayıp hızlıca ördüm ve bileğimde duran yeşil tokamla ucuna bağladım. Masanın üzerine bıraktığım fularımı da sol bileğime bağladım.

Odadan çıkacakken gözlerim dün akşam yatağın yanındaki şifonyerin üzerine çıkardığım yeşil bileziklerde kaldı. Onun anısına hepsini olmasa da birkaçını takmak istedim ama Barun’a onu hatırlatıp üzmek istemiyordum. En azından bir süre takmasam her ikimiz için de iyi olurdu.

Odadan nihayet çıkıp merdivenlere geldiğimde aşağıdan aralarında babaanne, King ve Akash’ın sesini seçtiğim sesler gelmeye başladı. Hintçe konuştukları için bir şey anlamıyordum tabii. Çoktan sofraya oturmuş gibiydiler. Bu sırada birinci kata geldiğimde yerimde duraksadım. Vasant dedenin odasının kapısında kalmıştı bakışlarım. Verdiğim söz geldi aklıma. Aslında hazır herkes aşağıdayken yanına gidebilirdim. Bu iyi bir fırsattı. Yemek de yemek istemiyordum zaten. Hikayemi anlatır hemen aşağı inerdim. Bu fikrin aklıma yatmasıyla adımlarım oraya döndü.

Yine de içimde yakalanma korkusuyla hızlı adımlarla odaya ilerledim. Kapının önüne gelince cevap veremese de kapıyı nezaketen sessizce tıklatıp hemen açtım ve içeri girip aynı hızla arkamı dönerek kapıyı kapattım.

“Huh, yakalanmadık sakin”

“Kimden kaçıyorsun?”

“Ayy!”

Barun’un sesiyle korkuyla küçük çaplı bir çığlık kaçtı ağzımdan. Sırtımı kapıya verip arkamı döndüm aynı zamanda. Baş parmağımı damağıma vururken şaşkınlıkla ona bakıyordum. Vasant dedenin yatağının yanına bir sandalye çekmişti. Siyah takımlarından biri vardı üzerinde. İyi görünüyordu. Yani düne göre.

“Ben şey…yok kaçmıyorum” Utandığımı hissettim ve gözlerimi kaçırarak Vasant dedeye baktım. Onun da meraklı bakışları yüzümde olsa da dudaklarında hafif bir tebessüm oluşmuştu, beni gördüğüne mutlu olmuş gibiydi.

Utanmakta nereden çıkmıştı şimdi?

“Emin misin?” diye soran sorgulayıcı sesini işittim.

Yüzüne kaçamak bakışlar atarken kollarını göğsünde bağlamış kaşları merakla çatılmış bir şekilde bana bakıyordu. Omuzlarım düşerken ona doğruyu söylemekte bir sakınca görmedim “Şey biz tanışmıştık Vasant dede ile dün.”

“Evet, bende yeni öğrendim” dediğinde dudaklarımı dişliyordum. “Ben kimden kaçtığını sordum ama?”

“Kalindi Hanım herkesin yanına girmesine izin vermiyormuş. Ben söz vermiştim Vasant dedeye tekrar hikâye anlatacağım için yoksa bu isteğine saygı duyuyorum tabii. Hazır onlar kahvaltı için aşağıdayken yanına gelmek istedim”

Kaşları bir şeyden hoşlanmamış gibi çatılırken bakışları kısa bir süreliğine Vasant dedeye döndü. “Anladım. Bunun için korkmana gerek yok, bana söylemen yeterliydi.”

O da babaannesinin isteğini destekler diye düşünmüştüm ama böyle düşünmesi içimi rahatlatmıştı. Hatta utanmasam sırıtacaktım.

Vasant dede ona dönüp kollarını kaldırarak “Ne oluyor oğlum, bir sorun mu var?” diye sordu.

Barun ona dönerken Hintçe konuşarak cevap verdi. Ardından bana dönüp “E madem söz vermişsin gel, ne bekliyorsun?” diye konuştu.

Kapıya yapıştığımı o an fark ettim. Ben niye bu kadar gerilmiştim? Sakin ol Ezgi, sakin ol. Duruşumu dikleştirdim. Vasant dedeye de bunu söylemiş olmalı ki beklentiyle bakıyordu bana. Hafifçe tebessüm ettim ona da.

Bakışlarım tekrar Barun’a döndüğünde göz göze geldik. Vasant dedenin ayak ucuna sağ eliyle vurdu. Yanına ilerleyip gösterdiği yere oturdum. Aklıma gördüğüm rüya gelirken yerimde ürperdim birden.

Vasant dedenin kollarını kaldırdığını gördüm “Bende bir sonraki hikayeni dinlemek için sabırsızlanıyordum” dedi. Gülümsemem büyüdü. Barun ona neden geldiğimi söylemiş olmalıydı. Beni bu kadar çabuk görmeyi beklemiyor olmalı ki şaşkınlığını fark etmiştim.

Barun’un bakışlarını üzerimde hissederken kollarımı kaldırdım bende konuşmak için “Çok ani bir karar oldu benim içinde. Ne anlatacağımı bile düşünmedim. Sizin de sohbetinizi böldüm, kusura bakmayın” dedim.

Ona baktım yine. Bunu ona da söylediğimi anlamış gibi sorun yok dercesine kafasını sallamıştı. Saçları nemli duruyordu, o da duş almış olmalıydı. Bugün onlarla çok uğraşmamış kendi haline bırakmış gibiydi. Gözlerinin içinin kızarıklığında kaldım bir süre. Onun da deliksiz bir uyku çekmediği belliydi. Yakından bakınca aslında sadece dış görünüşünün düne göre iyi olduğunu fark ettim. Yoksa o hala çok üzgündü. Bunu saklamak için duvarlarının arkasına sığınmıştı yine. Gözlerini kaçıran ilk ben oldum.

Vasant dedeye baktığımda “Yok, kızım öyle düşünme. İyi ki geldin” dedi, dudaklarında babacan bir gülümseme vardı. Bu beni memnun etti. Daha rahat hissettim.

Onun üzerimdeki bakışları tuhaf hissettirse de umursamamaya çalışıp anlatacağım hikâyeye odaklandım. “Size Çakır dedemin ilk vapur deneyimini anlatayım o zaman. İlk dinlediğimde çok gülmüştüm bende”

Kafasını eğerken gözlerindeki merak beni daha çok teşvik etmişti. Gülümsedim bu haline ve anlatmaya başladım “Yine askerde olan bir anısı bu. Dedem komutanın en güvendiği adamlardan biriymiş. Her türlü işini görürmüş. Buna getir götür işleri de dahil tabii. Bir gün ona denizin diğer kıyısında kalan şehirden ayırttığı yeşillikleri alıp gelmesini söylemiş. Ancak sorun şu ki dedem daha önce hiç vapura binmemiş. Çocukluğu yaylada bağda bahçede geçmiş zaten. Hayatın büyük bir bölümünü de askerde öğrendiğini söyler hep”

Dayanamayıp bakışlarım ona döndüğünde aynı ilgiyle onun da beni dinlediğini gördüm. Gözlerinde bir burukluk vardı. İşaret dilini kullanmak ona da Nisha’yı hatırlatıyor olmalıydı.

Ona buruk bir tebessüm edip tekrar Vasant dedeye döndüm. “O zamanlar bizim orada vapurlar o kadar gelişmiş ve lüks değil tabii. Su da o kadar derin gözükmüş ki dedem vapura biner binmez tırsmış. O tedirginlikle bir de camdan bakmış. Dibe batıyormuş gibi hissetmiş, hatta fark etmeden koltukta hafiften havaya kalkmış sanki su gelecekmiş gibi. İşin kötü yanı daha vapur hareket bile etmemiş”

Vasant dede güldüğünde bende güldüm. “Çok fazla korkmuş ve hemen inmiş vapurdan. O gün gözükmemiş komutanına. Ertesi gün komutanla karşılaşmışlar. Bozuntuya vermeden selam vermiş hemen dedem. Çakır demiş komutan, hani nerede bizim yeşillikler. Dedem eli alnında kalmış öyle. Yüzünü buruşturmuş ağladı ağlayacak bir ifadeyle komutanım demiş ben Anadolu çocuğuyum bardaktan başka bir yerde su görmedim diye bağırmış. Komutan anlamış tabii hemen ne olduğunu”

Her hatırladığımda olduğu gibi sesli bir gülüş kaçmıştı dudağımdan. Vasant dedenin de omuzları titrerken gülüşü büyümüştü. “Dedem gözlerini bir açmış komutanın eli göbeğinde kahkaha atıyor. Dedem gördüğüne inanamamış. Komutan dedemin söylediğini tekrarlatmış. Dedem aynı ifadeyle aynı şeyi söylemiş. Komutanın gözlerinden yaş gelmiş gülerken hatta eşini bile çağırmış ve ona da söyletmiş. Öyle yırtmış bu olaydan da” diyerek bitirdim hikayemi.

“Deden kafa adammış gerçekten. Onunla tanışma isteğim daha çok arttı” dedi Vasant dede. Hala gülmeye devam ediyordu.

Onunla tanışması imkânsız gibi gözüktü o an ve bu dudaklarımdaki gülümsemenin çizgi haline gelmesine sebep oldu. Çakır dedem babaannem vefat ettiğinden beri bayramlar ve şu an olduğu gibi özel durumlar hariç yayladan aşağı inmezdi. Her şeyden kendini soyutlamış küçük kulübesine kapatmıştı kendini.

En büyük amcam Kadir de ona bu yolda yoldaşlık ediyordu. Bildiğim kadarıyla hiç evlenmemişti. Babam da annesi vefat ettikten sonra yıkılmıştı ama toparlanmış hayatına devam etmişti. Ancak amcam bunu yapamamış olmalıydı. Dedemin bayramlarda herkesi toplama zoru olmasa yüzünü pek gördüğümüz söylenemezdi. Bir suçlu gibi herkesten kaçar bir hali vardı.

Gözlerim Vasant dedenin yüzünde gezinirken onun da dedemden farklı olmadığını fark ettim. O da kendini ailesinden izole eder gibi odasından çıkmıyordu. Ancak tanışma fikrini düşündüğüne göre bu alanından çıkmayı göze aldığını gösterdiği anlamını çıkartmıştı bana. Bu onun adına sevinmemi sağladı.

“Böyle anlattığıma bakmayın oldukça cesur bir adamdır. Çocukken başına çok iş açmış bu yüzden. Her iki kolumda da kırmadığım kemik kalmadı der” dedim. Bakışlarım Barun’a döndü sonra. Onun da dudaklarında içten bir tebessüm görmek beni daha iyi hissettirdi.

O kollarını kaldırdı bu sefer konuşmak için. “Baban da ona mı çekmiş peki?” diye sordu gerçek bir merakla. Dedesinin de sohbetin içinde kalması için bu sefer o da işaret dili kullanarak benimle konuşmuştu. Bu çok tuhaf hissettirmişti. Farklı bir şey vardı bugün gözlerinde bir de. Eskisi kadar uzak değillerdi.

“Babam da yerinde durmayan bir çocukmuş ama dedeme göre daha yumuşak başlı bir çocuk olduğundan başını o kadar derde sokmamış” buruk bir şekilde gülümsedim, onun hakkında konuşurken gözlerimin dolmaması için gayret ettim. “Çocuklar anne babalarından ne görürse ileride kendileri de evlat sahibi olduğunda aynı şekilde gördüklerini uyguluyorlar. Bizim orada eskiler bu yönden çok katıdır. Belli başlı kurallar dışına çıkılmaz şiddet göstermekten de kaçınılmaz. İki dedem de böyle görmüş ve böyle birer baba olmayı tercih etmişler. Ancak babam bazen bu durumun tersi olabileceğini de göstererek olmasını istediği baba rolünü üstlenmiş. Mesela eskiden, hala yapan var, erkek kız çocuğu ayrımı yapılırdı. Kız çocukları okutulmaz, istekleri de önemsenmezdi. Belli bir yaşa geldi mi evlendirilmesi şarttı. Biz dört kardeşiz. Üç tane abim var. Babam hiçbir zaman beni onlardan ayrı tutmadı. Aksine el üstünde büyüttü beni. Okumak isteyeni okuttu, çalışmak isteyene destek oldu. Yirmi beşime gireceğim ve bekarım ama benim yaşımda bekar olan kadınlar evde kalmış olarak görülüyor. Babama sorsanız ben hala beş yaşındayım ama.”

Tutamadım kendimi ve sağ gözümden bir damla yaş aktı. Yere düşmeden sildim hemen. Buna rağmen gülümsemeye devam ettim. “Tabii bu bizi kendi halimize bıraktığı anlamına da gelmiyor. Kendi fikrini hep belirtir ve bizim için en doğrusunu düşündüğü bir şeyse bunu yapmamızı ister. Ancak hiçbir zaman zorlamaz. Benim için dünyanın en iyi babası o… Çocuklar anne ve babalarını seçemezler, bu yüzden herkes bu konuda şanslı olamayabiliyor… Ben bu şansa sahip olduğum için hep şükrediyorum”

Konuşacaklarım bitip kollarımı bedenimin yanına indirdiğimde kollarımın ağrımaya başladığını hissettim. Sanırım biraz fazla konuşmuştum. Vasant dede gözlerinde git gide artan bir hayranlıkla beni dinlemişti. Gözlerim Barun’un kahveleri ile buluştuğunda onun da dedesinden farklı olmadığını görmek beni şaşırtmıştı.

Bu dün geceki konuşmalarımızı getirdi ister istemez aklıma. O da şanslı olduğumu ve her kız çocuğu için bunu dilemişti. Böyle düşünmesi beni derinden üzdü tekrar. Bende kendimi ona daha yakın hissediyordum artık.

Vasant dede elimi tuttuğunda sulanmış bakışlarım ona döndü tekrar. Büyük, yaşlılığının getirisiyle kırışmış elleriyle elimi okşayıp babacan bir tavırla gülümsedi. Ardından konuşmak için ellerini çekti elimden. “Şu zamanda senin gibi ailesini seven ve ailesinin kıymetini bilen çok az kızım. Tanrının seni onlara kavuşturması için her gün dua edeceğim. Güzel yüzün hiç solmasın.”

Sözleri o kadar içime dokundu ki hüngür hüngür ağlayacaktım şimdi. Buna engel oldum ve ağlamamayı başardım zira kendimi bıraktığım zaman toparlanmam zor oluyordu.

“Teşekkür ederim Vasant dede. Bende sizin için dua ediyorum, bana evinizi açtınız hakkınızı ödeyemem” dedim.

Memnun bir şekilde gülümsemesi büyürken uzanıp tekrar elime dokundu. İçten bir şekilde gülümsemesine karşılık verdim ve bende eline tutundum.

“Kalkalım mı artık?” Barun’un yumuşak ve alçak çıkan sesiyle ona döndü gözlerim. Dudaklarında hala o hafif tebessümün izi vardı. Başımı salladım sadece.

Gözlerini dedesine çevirip Hintçe konuşarak artık gideceğimizi söyledi. Yani öyle düşünüyorum. Vasant dede ellerini geri çektiğinde benim de bakışlarım ondaydı. Barun’a kafasını sallayıp bana baktı tekrar. “Ellerine sağlık kızım. Sadece hikâye anlatmak için değil öylesine sohbet etmek için de gel yanıma bundan sonra” diye konuştu.

“Gelirim tabii” Barun’a kaydı bakışlarım hemen. Kalindi Hanım’dan çekinmeme gerek yoktu ne de olsa artık. Bana söylemen yeterli demişti.

Gözlerini kaçıran ilk o olurken oturduğu yerden ayaklandı. Bende usulca yerimden kalkerken Vasant dedeye dönüp “Görüşürüz” dedim.

Barun da ona Hintçe bir şeyler söylediğinde Vasant dede kollarını kaldırıp bakışlarını ikimiz arasında gezdirerek “Dikkat edin kendinize” dedi.

Başımızı eğerek onu onayladıktan sonra Barun önden geçmem için eliyle beni yönlendirdi. Birlikte odadan dışarı çıktık ve merdivenlere doğru sessizce ilerlemeye başladık. Tabii bu birkaç saniye sürdü.

“Gelirim dedim ama sıkıntı olmaz değil mi?”

Onun gözleri düşünceli bir şekilde zeminde gezinirken benim gözlerim onun yan profilindeydi. Çene kemiğindeki bene baktım. Sakalları uzadığından artık o da görünmez olmak üzereydi.

“Olmaz. Olursa da ben hallederim” dedi ciddi bir şekilde. Bu içimi rahatlattı.

Merdivenlere geldiğimizde aşağıdan gelen sesler de artmıştı. Ancak kimse konuşmuyordu. Tabak çanak sesleri geliyordu sadece.

Yerimde durduğumda bunu fark edip o da durdu ve bana doğru döndü. “Babaanne neden katı bu konuda? Vasant dede onun yüzünden mi aşağıya inmiyor hiç?”

Kaşları hafifçe çatıldığında dudakları aralandı hemen “Hayır, babaannemle bir ilgisi yok onun. Dedemin başına gelen o kazadan sonra kendine gelmesi çok zor oldu. Bu duruma alışmak hem onun için hem bizim için de bir hayli zor oldu aslında. Yürüyememek ve üzerine konuşamamak onu ailesine ve sorumluluklarına karşı yetersiz hissettiriyor. Bu ona ağır geliyor olmalı ki odasına kapattı kendini. Babamlar ne yapsa ikna edemediler onu ve en sonunda kendi haline bıraktılar.”

“Kavita’nın düğününde de mi inmedi aşağıya?”

Derin bir nefes alıp verirken kahveleri yüzümde geziniyordu. “Kısa bir süreliğine indi. Senin dedenin aksine bayramlara bile katılmaz dedem” diye konuştu durgun sesiyle.

Dudaklarım üzgünce büküldü. “Kavita demişken… Dünkü tören tamamlanmış mı?” diye sordum çekingen bir sesle. Bütün her şey o güne bağlanıyor gibiydi.

“Evet. Artık evliler” diye yanıtladı beni.

Kafamı salladım anladım dercesine. En azından bu durum sorunsuz ilerlemişti. Tekrar konumuza döndüm “Sen hiç denedin mi peki Vasant dedeyi ikna etmeyi? Senin fikirlerini önemsiyor gibi çünkü”

“Babaannem bu duruma çok üzüldüğü için bunu denemek istedim başta ama sonra benden de daha fazla uzaklaşmasını istemediğim için vazgeçtim. Onu hayata döndürmeye çalışan herkesle arasına mesafe koydu. Babaanneme bile. Daha fazla yalnız kalmasını istemedim, onu anladığımı hissetmesini sağladım. Bu yüzden diğerleri kadar çok uzak değil bana”

Anladım dercesine başımı salladım. Bu durum elbette çok zordu. Hem Vasant dede açısından hem de ailesi açısından. Çocukları onu başlarında görmek, ne olursa olsun birlikte olmak istiyordu. Diğer yandan kendini eksik hisseden bir baba vardı. Bu durum bana hiç yabancı değildi.

“Ayrıca babaannem katı değil. Sadece hassas. Bakımıyla tamamen o ilgileniyor ve dedemin hoşlanmadığını bildiği için o istemedikçe kimseyi almıyor yanına” diye konuşmaya devam etti.

Üzgün bakışlarım kahvelerindeyken “O, gerçekten çok güçlü bir kadın” dedim.

Başını hafifçe eğdi. “Öyle”

Telefonu çaldığında cebinden çıkartıp kenara çekildi ve yine geçmem için yol verdi bana. Merdivenleri inerken yanımda inerek telefonda biriyle konuştu. Hole indiğimizde onun masaya doğru yönelmediğini görüp yerimde duraksadım yine. Durduğumu yine anında fark edip o da durdu. Konuşması kısa sürmüş telefonunu cebine koymuştu tekrar.

“Abi!” Aisha bizi görünce masadan kalktı hemen. Kalindi Hanım hariç diğer kadınlar mutfakta eşlerinin yemeğini bitirmesini bekliyor olmalı ki Nalini ve Aisha dışında başka kadın yoktu.

Herkesin bakışı bize dönmüştü şimdi. Bir kişi hariç. Çetan amca… Akash’ın da sırtı bize dönük olmasına rağmen dönüp bakmıştı ama o kafasını önünden kaldırmamıştı.

Aisha bizim gelmediğimizi görüp o yanımıza geldiğinde Barun’a çekingen bir bakış attı “Günaydın abi”

“Günaydın” dedi Barun kuru bir sesle. Beni dinlemeyeceğini anladım böylelikle. Onunla konuşmayacaktı. Aisha bunu anlasa da cevap vermesine bile razı olmuş gibiydi.

Bana baktığında hafifçe kaşları çatıldığında ‘nerede kaldın?’ der gibi baktı. Üzgünce dudak büzdüm.

Barat amca da Barun’a seslenip bir şeyler söylediğinde Aisha beklentiyle onun yüzüne baktı “Evet, abi. Hadi gelin bugün burada kahvaltı edin” dedi tekrar Türkçe konuşarak.

Barun’a baktım. Yüzünde herhangi bir mimik oynamadı. “Gitmemiz gerek. Başka zaman”

“Bugün işe gitmesen olmaz mı? Evde çalış çok istiyorsan?” Aisha’nın pes etmeye niyeti yoktu. Ona yardım etmek isterdim ama karışmak istemedim. Ben ona söyleyeceğimi söylemiştim ama belli ki istemiyordu, zorlayamazdım.

Sıkıntıyla bir nefes alıp verirken “Olmaz Aisha, ısrar etme” dedi net bir sesle. Ardından bakışlarını masaya çevirip Hintçe bir şey söyledi ve bana döndü. “Gidelim”

Onu onayladığım sırada Aisha koluma dokundu “Benim onunla konuşmam gereken bir şey var” dedi, yeşilleri bana döndü sonra.

Barun da bana baktı “Dışarıda bekliyorum” dedi ve sırtını dönüp çıkışa ilerledi.

Aisha’ya döndüğümde sulanmış gözleriyle onun arkasından baktığını gördüm. Koluma dokunan elini okşadım. Gözleri bana döndü tekrar. Dudaklarını yaladı “Geeta, onun yanından ayrılma olur mu? Sen yanında olursan o adamın peşinden gitmez” diye konuştu endişeyle.

Yutkundum. Nisha’nın babasından bahsediyordu. Haberlerde ne izlemişti bilmiyordum ama onu korkuttuğu belliydi. Tam olarak neyden korktuğunu anlayamıyordum. O adam ona zarar veremezdi zaten. O kadar koruması vardı, ayrıca o bir devlet adamıydı. Kendine zarar vereceğinden korkuyordu belki de…

“Merak etme Aisha, bir şey olmayacak” dedim ve gülümseyerek içini rahatlatmak istedim.

Beni onaylarken gülümsemeye çalıştı. “Akşam görüşürüz”

“Görüşürüz” dedim ve ona sarıldım. Sarılmama karşılık verip geri çekildi.

Ona el sallayıp arkamı döndüm ve dış kapıya ilerledim. Dışarı çıktığımda onu basamakların sonunda sırtı bana dönük bir şekilde Ranvir ile konuşurken buldum. Bir şey tartışıyor gibiydiler zira Ranvir’in kaşları çatılmıştı ve onun da sesinden sinirlendiği belli oluyordu.

Ranvir beni fark ettiğinde yanlarına gelmiştim. Beni görünce yüzündeki ifade hemen yumuşadı ve gülümsedi. Gülümsemesine karşılık verdiğim sırada Barun da beni fark etmiş bana doğru dönmüştü.

“Nasılsın Geeta?” diye sordu.

“İyiyim, teşekkür ederim. Sen nasılsın?”

“Bende iyiyim sağ ol” dedi.

Bakışlarım Barun’a kayarken “Bir sorun mu var?” diye sordum.

Sert bakışları Ranvir’e döndü. Bende ona baktım böylelikle. O ise Barun’un bakışlarını umursamayıp beni yanıtladı. “Efendimiz yorulmasın diye almaya geliyoruz ama kendisine rahat batıyor biraz.”

Böyle alaylı konuşmasından şu an koruma olan Ranvir değil onun arkadaşı olan Ranvir olduğunu anladım.

“Senin dilin pek bir gevşemiş sanki?” dedi Barun tehditvari bir sesle.

Ranvir gülümsemeye devam ederken “Neyse ben aranızı düzeltmenize sevindim, aferin böyle olun”

Konudan konuya atlayışı beni güldüreceği sırada söylediği şeyle tebessümde kaldı. Dün tartışmamıza o da şahit olmuştu ve gerçekten aramızı düzeltmemize memnun olmuş gibiydi.

Barun’un kaşları normal hale dönerken “Ne alaka? Onu niye araya karıştırıyorsun şimdi?” sesi huysuz çıkmıştı ve böyle korkutucu gözükmekten çok sevimli duruyordu. Kaşlarım çatıldı hafifçe.

Sevimli mi?

Ranvir ona yaklaşıp işaret parmağıyla çatılmış iki kaşının arasına dokundu. “Ne oldu, aklınız mı karıştı Kaymakam Bey?”

Neden aklı karışacaktı ki?

Barun ifadesini bozmayıp dik dik ona bakmaya devam etti. Ranvir keyfi iki kat artarak geri çekildi. Ellerini pantolonunun ceplerine koyarken “Bir daha kavga ederseniz alnınızı kaşırım bak” dedi.

Kaşlarım daha çok çatılırken ne demek istediğini anlamadım. Doğru çeviremedim sanırım. Barun’un yüzü gevşerken dudaklarını ısırıp kafasını diğer tarafa çevirdi. “Alnınızı karışlarım olacak o” diye konuştuğunda aslında yanlış çevirmediğimi Ranvir’in yanlış söylediğini anladım. Güldüm.

“Ha işte ondan demek istedim. Henüz üzerine çalışıyorum, olacak olacak” dedi Ranvir bozuntuya vermeden. Gülmeye devam ettim. Gerçekten Türkçe deyimler üzerine mi çalışıyordu?

Ranvir Barun’dan hem yaş olarak hem kalıp olarak da büyük bir adam olmasına rağmen ondan daha çocuk davranıyordu gerçekten. İçindeki çocuğu yansıtmaktan çekinmeyenlerdi belli ki o da.

Bir miyavlama sesiyle üçümüzün de bakışları yere dönerken yavru siyah beyaz bir kedinin Barun’un bacağına sürtündüğünü gördüm. Bu yüzümdeki gülümsemeyi büyütürken önüne dizlerimin üzerine çöktüm. “Oyy oyy sen nereden geldin öyle” başının üstünü okşadığımda elime doğru sokuldu hemen.

Hoşlandığını anlayıp kucağıma aldım ve ayaklandım. Gülümseyerek başını okşamaya devam ettiğimde bakışlarımı Barun’a kaldırdım. Onun hüzünle parlayan kahveleri ise kucağımdaki kedideydi. Bu yavru… Nisha’nın kedisinin yavrusu olmalıydı… Bakışları yüzüme çıktığında bunun doğru olduğunu anladım.

“Kedi sevmenin hiç sırası değil bence şu an. Gidelim haydi”

Ranvir’in kediye bakıp yüzünü buruşturduğunu görünce gülümsemem sırıtmaya dönüştü “Ne o korkuyor musun?”

“Hayvanları severim ama uzaktan” dedi dudaklarını büzerek.

Başımı kucağımdaki kediye doğru eğerken “Duydun mu minnoş? Ranvir abi seni sevmek istiyormuş” dedim. Beni anlamış gibi miyavladığında sırıtmam büyüdü ve Ranvir’e baktım. Ardından hızla iki adım atıp ona yaklaştım ve parmak uçlarımda yükselip kediyi yüzüne tuttum.

Başta şaşırsa da durumu çabuk kavrayıp geri kaçtı hemen. “Çek şu kediyi tanrı aşkına”

Biraz da biz onunla eğlenelim değil mi? Aslında amacım onunla uğraşarak biraz olsun Barun’u hüzünlü ruh halinden çıkarmaktı.

Tekrar Ranvir’in üstüne yürüdüm. Bu sefer hızla arkasında kalan arabanın sürücü kapısını açtı ve bindi. Koca adam kediden kaçıyordu ya.

Gülüşüm büyürken kediyi geri kendime çektim. Gözlerim Barun’a döndüğünde onun da dudağının kenarının kıvrılmış bir şekilde bizi izlediğini gördüm. Amacımın işe yaramış olması beni de mutlu etmişti.

Bu sırada başka bir miyavlama sesi duyulunca bakışlarımız oraya döndü. Başka bir yavru kedi Barun’un bacağına sürtünüyordu yine. Onun tüyleri tamamen siyahtı.

“Seni özlemişler sanırım” dedim.

Belki de Nisha’yı da…

Bakışları kedideyken omuzları düştü. Daha fazla kendini tutamamış gibi iç geçirirken usulca yanına diz çöktü sonra. Sol eliyle kedinin başını okşadı yavaşça. Hareketleri sanki onu incitmekten korkar gibiydi. Siyah kedi anında eline sokulmuştu.

“Özür dilerim” diye mırıldandığını duydum.

Onu kurtaramadığı için özür diliyordu…

Burnumun direği sızlarken kucağımdaki kedinin de onları izlediğini gördüm. Onların yanına adımladım ve Barun’un yanına çöktüm bende. Kucağımdaki kedinin ileri atıldığını hissettim, onu istediği gibi kardeşinin yanına bıraktım. O da Barun’un eline sokuldu hemen. Gözlerim dolarken dudaklarımda buruk bir tebessüm oluştu.

Sanki onu teselli ediyor gibiydiler…

Ben sizi yerim ama.

“Allah’ım tatlılıklara bak” diğer siyah kedinin yanağına dokundum. Miyavladı bana doğru. Çek elini dedi sanki. Diğer kucağıma aldığım beyazlı kedi bana doğru döndü. Elimi ona uzattığımda o beni geri çevirmedi. Gülümsedim.

Onun bakışlarını üzerimde hissediyordum şimdi. “Dört yavrusu var. Diğerleriyle de tanışmalısın” diye konuştu.

Gözlerim ona döndü, yoğun bakan kahveleri benimkilere tutundu hemen. Bunu istemesine şaşırmadan edemedim. İçime bir sıcaklık yayıldı ve gülümsemem genişledi.

Bir korna sesiyle yerimde irkildim. Ranvir bizi çağırıyordu anlaşılan. Barun’un ağzının içinde homurdandığını duydum ama Hintçeydi anlamadım bu yüzden. Kediyi sevmeyi bırakıp ayaklandım. O da kalktı benimle. Onlar bizi bırakmaya pek hevesli değildiler tabii. Ayrılmadılar yanımızdan. Barun son kez onlara bakıp arabanın önünden geçerek diğer tarafa doğru ilerledi.

“Yine görüşeceğiz” dedim onlara doğru el sallarken. Miyavladıklarında güldüm yine. Ardından onlara sırtımı dönüp arka koltuğun kapısını açtım ve bindim. İkisini de görebilmek adına ortaya geçip emniyet kemerimi bağladım. Ranvir de arabayı çalıştırıp evin bahçesinden çıkmıştı.

Sessizlik içinde kalınca göğsümdeki ağırlık kendini hatırlattı yine. Abimin durumunu düşünmeden edemedim. İyi olacağına inanmak istiyordum. Barun camını indirdiğinde içeriye dolan serin rüzgâr saçlarımı uçurmaya başladı usulca. Bu daha iyi hissetmeme sebep oldu.

“Söylediğim adamları bakımevine gönderdin mi?” Barun’un başını Ranvir’e çevirip konuşmasıyla arabadaki sessizlik bozulmuş oldu.

“Gönderdim. Satvari Hanım’a da zarar verir mi sence?”

Nisha’nın annesinden bahsettiklerini anladım. Kaşlarım endişeyle çatılırken merakla Barun’un cevabını bekledim.

Sıkıntıyla bir iç geçirdi “Onunla boşandığı için öfkesi hala diri. Bu saatten sonra ondan her şeyi de beklerim. Umarım yanılıyorumdur, kini sadece benim içindir” diye konuştu. Cevabı hiç tatmin edici değildi. İçime bir korku salmıştı.

Aisha o adamdan korkmakta haklı mıydı yani?

“Hastaneden çıkış yaptığı bilgisi geldi sabah” dedi Ranvir. Virat’dan mı bahsediyordu hala? O kadar kötü müydü hali? Barun’un eli geldi gözümün önüne…

“Tören için gönderdiğimiz korumalardan bir şey çıktı mı?” Barun onu umursamadığını belli ederken sesi sertleşmişti.

“Evet bende onu söyleyecektim. Caddenin başında ve sonundakiler kamyonu görmüşler ama ters giden bir şey sezmedikleri için şoföre dikkat etmemişler. Asıl önemli olan ise mabedin içindeki dört korumanın hali”

Barun ona baktı “Ne olmuş onlara?”

“Nisha’nın yanına koyduğumuz adamlar karakola götürülünce mabettekilerden ikisinin balkona yakın durup diğerlerinin görevini üstlenmişler. Ancak hiçbiri görev yerinde duramamış. Zehirlenmişler Barun. Olay anında üçü lavaboda, biri yerinde kıvranırken balkonda kalmaya gayret göstermiş. Hızlı gelen kamyonu ve Nisha’yı görmüş. Akash ve Geeta’nın peşinden o da koşmuş ancak yetişememiş”

O anlar geldi gözümün önüne. Yutkundum.

“Ne zehirlenmesinden bahsediyorsun?” diye sordu Barun sesindeki hiddetle.

Sıkıntıyla bir nefes verdi Ranvir “Dün kazadan sonra hastaneye gitmişler. Hepsinin kanında enfeksiyon çıkmış, gıda zehirlenmesi demiş doktor. Söylediklerine göre birlikte yedikleri tek şey ikram edilen tatlılarmış”

“Kimmiş onlara ikram yapan?”

“Yüzü kapalıymış ama bir kadın olduğunu söylüyorlar. İkram geri çevrilmez diye almışlar yoksa görev esnasında izin almadan böyle bir şey yapmayacaklarını biliyorsun” diye açıkladı Ranvir hemen.

Barun’un sağ elinin yumruk olduğunu gördüm “Oraya bile sızmışlar. Bu da oyunun bir parçası”

“Bende böyle düşünerek hastaneye uğrayıp dünden bu yana bu şikayetle başka gelen var mı diye sordum. Birkaç kişi daha gelmiş ve hepsi yedikleri tatlıdan sonra böyle olduklarını söylemişler”

İnanamıyordum! Bu nasıl bir şeydi böyle? Adam arkasında şüphe bırakmamak için başka insanları bile zehirlemişti!

Barun sinirle bir soluk bırakırken “Şüphe çekmemek için yaptığı belli. Bahse girerim ikram dağıtan kişi de kadın kılığında bir adamdı” diye konuştu.

Bir sessizlik çöktü ortama. Sanki bu durumu sindirmeye çalışıyor gibiydiler. Ardından bunu bozan Ranvir oldu. “Barun, o adamın arkasında birileri var. Yoksa sıradan bir adam bir devlet adamına karşı bu kadar planlı ve cesur olamaz”

Barun sessiz kaldığında Ranvir sesine eklenen şaşkınlıkla konuşmaya devam etti “Sen zaten bunun farkındaydın değil mi? Tabii ki öyle” Bunu kendisinden sakladığı için bozulmuş aynı zamanda sinirlenmiş gibiydi. “Aklında neler dönüyor bilmiyorum ama bir delilik yapıp ayağına gitme, en azından bensiz”

Bu Aisha’nın korkularını doğruluyordu. O adam gerçekten tehlikeliydi ve ona zarar verebilirdi. Diğer aile üyelerine nazaran Aisha, Nisha hakkında daha çok şey bildiğinden bunu ön görmüş olmalıydı. Tıpkı Ranvir gibi…

Barun burun kemerini sıkarken “Sen bu işe karışma ve sana verdiğim görevleri yap sadece. Böyle çizgiyi aşarak canımı sıkmaya başladın haberin olsun” diye konuştu.

Ranvir onu konumuyla vurmasına hiç alınmış gibi durmuyordu. Öfkesi daha çok harlanmış gibiydi. “Konumuz mevkiyse senin beni değil benim seni korumam gerekiyor o zaman”

Barun sesli bir nefes bırakırken “Sen benim korumam değilsin” dedi, bıkkın bir sesle. Ranvir’in bakışları kısa bir süreliğine yoldan ona döndü ama Barun onun bakışlarına karşılık vermeyip dudaklarını araladı tekrar “Sen benim sağ kolumsun… Ben, her şeyimi sağ elimle yaparım. Saatimi sağ koluma takarım, sağ elimle su içerim… En önemlisi sağ elimle yazarım ve bu benim için her şey. Onu kaybedersem bende olmam”

İlk defa ona karşı bu kadar açık konuşmuş gibi hissettim çünkü Ranvir’in söylediklerini sindirmesi birkaç dakikasını almıştı. “Eğer öyleyse kolun olmadan yine de hayatta kalırsın ama bedeninin geri kalanı olmadan kolunun bir önemi kalmaz” sesi daha sakindi şimdi. Söyledikleri ise içime dokunmuştu.

Sen yoksan benim bir önemim de yok demek istiyordu.

Onlar sadece arkadaş değildi, onlar dosttu.

“Önemi var. Bir ailen var. Onları düşün” Barun yorgunca başını geriye yaslayıp gözlerini akıp giden yola çevirdi “Aynı şeyleri konuşmak istemiyorum, tekrar başa dönmeyelim”

Ranvir bunun üzerine bir şey söylemedi. Canı sıkılmıştı, yüzü düşmüştü hemen. Belli ki bu konuyu daha önce de tartışmışlardı. Barun onu korumasını istemiyordu. Bana da onu sadece şoförü diye tanıtmıştı zaten. Ancak Ranvir için öyle değildi anlaşılan.

Yolculuğun geri kalanında kimse ağzını açmadı. Kerem’in Yeri’nin önünde durduk. Sokak akşama nazaran daha sakin görünüyordu. Aklıma dün akşamki Kumar vakası geldi. İstemsizce irkildim yerimde. Burayı güzel hatırlamak istediğim için zihnimden dün akşamı silmek istiyordum.

Barun arabadan indiğinde bende onu takip ettim. Ranvir de gelir diye düşünmüştüm ama o arabayı tekrar hareket ettirip gitmişti. Onun arkasından bakarken Barun çoktan sırtını dönüp mekânın giriş basamaklarını tırmanmaya başlamıştı. Diğer iki koruma aracındaki adamlarının da arabadan indiğini gördüm.

“O neden gelmiyor?” diye sordum arkasından ilerlerken. Geleceğini düşündüğüm için adama görüşürüz bile dememiştim.

"Aç olsa gelirdi, merak etme. Neha onu aç bırakmaz”

Adımlarına yetişmiş yanında ilerliyordum artık. Neha diye bahsettiği kişi Ranvir’in eşi olmalıydı. Başımı salladım sadece anladım dercesine.

Mekâna girmeden durdum ve ona doğru döndüm. Bunu görüp o da adımlarını durdurup bana baktı. “Ne oldu, neden öyle bakıyorsun?” diye sordu.

Dudaklarımı yaladım “O adam… Gerçekten sana zarar verebilir mi?”

Gözlerinden kısa bir şaşkınlık geçti. Ardından gözlerimin içine baktı öylece “Sence… bana daha ne kadar zarar verebilir?”

Yutkundum. Sözleri canımı acıttı. Yine de içim rahatlamamıştı. Bu olay polise bağlanıyordu her türlü ve oynadığımız oyun beni daha çok korkutuyordu artık.

“Oyun için endişelenme” dedi birden. Bu adam aklımı mı okuyordu benim? “Onu tehlikeye atmamak için dikkatli olacağım. Ucunun sana dokunmasına izin vermem”

Kaşlarım çatıldı hafifçe. Benim bahsettiğim onun alacağı sonuçlardı. Ancak o kendim için korktuğumu düşünmüştü. Beni bu yüzden hapse atsalar bile babamlar elbet gelip beni alacaklardı. Ancak o özgürlüğünden olduğu gibi mesleğinden de olabilirdi.

“Ya sen?”

“Ben mi?”

“Evet sen” dedim üzerine basarak. “Nenden biraz kendin için de endişelenmiyorsun?”

“Kendim için endişelenmeyi bırakalı uzun zaman oldu” diye konuştu tek düze bir sesle.

Kaşlarım çatılırken “Neden? İnsan kendi için endişelenmez mi hiç?” diye sordum.

İç çekerken bakışlarını kaçırdı. “Buna değecek kimse yok yanımda… Ondan”

Nisha geldi aklıma yine. Onunla kurduğu bağ…

Yine de böyle düşünmemeliydi. İnsan kendi içinde savaşmalıydı. Kendini sevmeli ve kendi başına da her şeyin üstesinden gelebileceğine inanmalıydı.

Elbette seni seven insanların verdiği güçte çok önemliydi. Bir ihtiyaçtı hatta. Ancak Barun için onlar ya gitmişti ya da onlarla konuşmuyordu…

Gözleri yüzüme döndü tekrar. Dudaklarımı araladım “Sebep her ne olursa olsun insan ailesiyle arasını açarsa hayatındaki çoğu şey yolunda gitmez. Üç günlük dünya sonuçta. Benim durumumu baz alarak da görebilirsin bu küslüklerin ne kadar gereksiz olduğunu”

“Senin durumunda olsam ben yine kendi başımın çaresine bakmak zorunda kalırdım sanırım. Belki de geri dönmek istemezdim” dedi, dudağının ucu kıvrıldı hafifçe. Benim bundan bahsetmediğimi anlamıştı ama konuyu küslüklerinden tamamen uzaklaştırmak ister gibi başka bir soru sordu “Sen çıksan yine yoluma, geri dönmem için yardım eder miydin acaba bana?”

“Sana yardım etmeyeceğimi düşündüren ne?” dedim kaşlarımı çatarak. Ayrıca ben değil o benim yoluma çıkmıştı.

"Bilmem” Tebessüm etti. Bu canımı sıkıyordu. Tebessümünde hüzün vardı çünkü. Ardından omuz silkti. “Bana da iyi insanların denk gelmesi binde bir olur zaten. Seninle karşılaşma olasılığımız bir o kadar düşük yani”

Kaşlarım havaya kalktı ve bakışlarım ikimiz üzerinde gidip geldi “Ama karşılaştık, demek ki o kadar imkânsız değilmiş”

“Karşılaşmadık… Sen gelip beni buldun” diye konuştu. Koyu kahveleri gözlerimde bir şeyler arar gibi dikkatliydi.

“Sonuç değişmiyor ama. Daha önce de kadere inandığımı söylemiştim. Eğer karşılaşmamız gerekiyorsa bu şekilde olmasa bile başka bir yerde mutlaka karşılaşırdık”

Bu şekilde değil her şeyin yolunda olduğu normal bir zamanda onunla karşılaşmak isterdim.

Gözleri aynı şekilde bakmaya devam etti bana. Kafasını eğdi anladım dercesine. Bakışlarını ilk kaçıran ben olurken “Geçelim mi?” diye konuştum.

Eliyle yol gösterdi geçmem için bana cevaben. İçeriye girdim. Hemen bir sıcaklık karşıladı beni. Dudaklarımda oluşan tebessümle etrafa kısa bir göz attım. Saat geç olduğu için daha doluydu bu sabah masalar. Garsonlar arasında Sevilay teyzeyi ya da Halil amcayı aradım ama göremedim. Gözlerim en son hep oturduğumuz masada durduğunda tamir işinin bittiğini gördüm ancak bu sefer de başka birinin oturduğunu görmemle kaşlarım hafifçe çatıldı.

Kadının arkası bize dönüktü. Parlak açık kestane rengi dalgalı saçları omuzlarını biraz geçiyordu. Barun çoktan oraya doğru ilerlemeye başlamışken bende hemen bir adım gerisindeydim.

Bu sırada masaya yaklaşan 8-9 yaşlarındaki bir erkek çocuğu Barun’u görmesiyle gözleri şaşkınlıkla büyüdü “Asaf abi!” diye bağırdı birden. Ardından ona doğru koştu ve bacağına sarıldı.

“Arda” Barun da onu gördüğüne sevinen bir ses tonuyla ismini söylediğinde ellerini saçlarında gezdirdi.

Doğru ya. O, Kerem’in oğluydu. Sevilay teyze kızıyla birlikte tatil için geldiklerini söylemişti. Kadının ismini hatırlayamadım ama. Arda’nın sesiyle birlikte masadaki kadında bize doğru dönüp ayağa kalkmıştı. Muhtemelen o da kızlarıydı. Yüzünün uzun yapısı hariç Sevilay teyzeye ne kadar benzediğini o an fark ettim.

Kalın dudaklarındaki gülümsemeyle Arda ve Barun da olan bakışları bana döndü onun da. Gülümsemesi tebessüme dönüşürken aynı şekilde bende ona karşılık verdim. Oval gümüş gözlükleri ardından bakışları kısa bir süre üzerimde gezindi ardından tekrar onlara döndü.

Barun eğilip Arda’yı kucağına aldı. Ardından bana doğru döndü. Onu kucağında bir çocukla görmek garipti.

Arda’nın meraklı bakışlarını üzerimde hissederek ona baktım. Gülümsedim. Benden çekinmiş gibi Barun’a daha çok sokulurken bakışları ona döndü “O kim?” diye sordu.

Gülümsemem genişledi. Barun’un bakışları bana dönerken “Masaya geçelim, tanışın olur mu?” diye konuştu. Arda ile birlikte onu onaylayarak kafamızı salladık.

Masaya dönüp ilerlemeye başladığında bende arkalarından ilerledim “Nasılsın bakalım?” dediğini duydum Barun’un.

“İyiyim. Biz de seni bekliyorduk.”

Masanın yanına geldiğimizde “Hoş geldiniz” dedi kadın bize hitaben ince sesiyle. Barun cam kenarındaki yerine geçerken bende karşısındaki sandalyeye doğru dolandım.

Barun, Arda’yı kucağından yanındaki sandalyeye indirdi ve doğrulup kadına baktı. Onun gözleri direkt ondaydı zaten. Barun sağ elini ona doğru uzatırken “Asıl siz hoş geldiniz” dedi bakışları Arda’ ya da değdi bu sırada.

Kadın gülümsedi ve elini tuttu. Barundan sarılmalı bir karşılama beklemiyordum zaten. Muhtemelen kadın da öyle.

Sarılma deme işte, deme onu!

İç sesimin isyanıyla dudaklarımı dişledim.

Kadın henüz oturmadan bakışları bana döndü. Elini indirmeyip bana uzattı “Dilek ben. Arda’nın halasıyım.”

Gülümsedim ve elini sıktım “Memnun oldum. Geeta bende”

Restoran içinde konuştuğumuz için Barun da Sevilay teyzelere gerçek ismimi söylememişti. Bende bu yüzden şimdi Geeta’yı kullanmıştım.

Yerimize otururken “Annemler bahsetti biraz sizden. Üzüldüm başınıza gelenler için. Çok geçmiş olsun” diye konuştu. Sesi samimiydi.

“Teşekkür ederim” dedim dudaklarımdaki buruk tebessümle.

"Yolculuk nasıldı?” Barun konuyu dağıtmak ister gibi Arda’ya hitaben konuştu. Kolunu sandalyesinin arkasına atarken hafifçe ona dönmüş ve saçlarını karıştırmıştı. Arda, biz gelmeden önce resim yapıyor olmalı ki hemen önündeki resim defterindeki resmine devam ediyordu. Sağ dirseğimi masaya koydum ve yanağımı avucumun içine alıp onları izledim.

Masada dağılmış renkli kalemlerden gri rengi alırken dudak büzdü “Sıkıcı”

“Gökyüzünde, bulutların arasında bir yolculuk nasıl sıkıcı olur?” sesini buna inanamaz gibi çıkarmıştı. Gökyüzüne olan bakışları geldi aklıma. Hepimizin korkuları var demişti. O neyden korkuyordu en çok?

“Birileri uyuduğu için ondan pek faydalanamadı” Dilek gülerek konuştuğunda bakışlarım ona döndü. Benden birkaç yaş büyük duruyordu. Yüzünde güzel bir makyaj vardı. Bu da yaşını büyük gösteriyor olabilirdi belki de.

Gözleri bir noktaya değdiğinde bakışlarının durulduğunu fark etmemle nereye baktığını gözlerimle takip ettim. Barun’un masanın üzerindeki yaralı sol eline bakıyordu. Hüzünlü bakışları onun yüzüne dönerken “Sen nasılsın Asaf? Başın sağ olsun, duyunca çok üzüldüm” diye konuştu.

Sevilay teyzeler Nisha’nın başına gelenlerden de bahsetmişti sanırım ona. Benim de gözlerim Barun’a dönerken acaba Nisha ile arasında geçenlerden Dilek’e de bahsetmiş miydi diye merak etmeden edemedim. Bu aileye gerçek ailesinden daha yakındı. Sevilay teyze ve Halil amca Nisha’yı bizzat tanıyor gibiydiler. Restorana getirmişti onu bu muhtemeldi zaten. O zaman Dilek ile de tanıştırmış olmalıydı onu.

Ona Asaf diye seslenmeleri de gözümden kaçmamıştı. Daha çok Barun’u kullanıyor gibiydi ama belli ki bu herkes için geçerli değildi. Herkesin bu ismi kullanmasından hoşlanmıyordu belki de. Bende dün öyle seslenmiştim ama yüzünde rahatsız olduğuna dair bir şey görmemiştim.

O yüzüne bakamadığından da olabilir mi acaba?

Sıkıntıyla dudak büktüm, doğru. Ancak söyleyebilirdi de ama bir şey dememişti.

Fırsat mı verdin, kaçtın!

Kaçmadım!

Kafamı iki yana sallayarak iç sesimle olan kavgamı geride bırakmaya çalıştım.

“Sağ ol” diyen Barun’un durgunlaşan sesiyle iç sesimle kavga etmeyi bırakıp ana döndüm.

Barun Dilek’in eline değen bakışlarını fark edip rahatsız olmuş gibi elini yanına indirdi. Ona dair sorulan tüm sorulan kaçmak ister gibiydi. Bana baktı birden. Buruk bir şekilde gülümsedim.

Sorun yok, her şey yoluna girecek.

Gözlerindeki karanlık bulutlar dağılırken beni anladığını hissettim. Bu içimi rahatlattı. Umutsuz ve boğulur gibi bakan kahvelerini görmekten hoşlanmıyordum.

Onu bu konudan kurtarmak adına yanağımı elimden çektim ve bakışlarımı Arda’ya çevirdim. “Tanışalım mı?” elimi uzattım masanın üzerinden ona doğru “Geeta benim ismim”

Çekingen bakışları önce yüzümde ardından elimde dolaştı. Küçük eliyle elimi tuttuğunda dudaklarımdaki gülümseme genişledi. “Benim ismim de Arda”

“Memnun oldum Arda”

Bakışları Barun ve Dilek’e kayıp tekrar bana baktığında kaşları merakla çatılmıştı “Sen Türk müsün?” diye sordu.

Ne söyleyeceğimi düşündüm. Barun’a baktığımda sorun yok dercesine gözlerini kapatıp açtı. Bu yüzden Arda’ya tekrar döndüm “Sır tutabilir misin?”

“Tutabilirim” dedi kendine güvenen bir sesle.

Gülümserken “O zaman bunu kimseye söyleme, bu aramızda bir sır. Bende Türk’üm” dedim.

Bakışları yanaklarıma kaydı. Ardından kafasını sallarken aklına bir şey takılmış gibi kaşlarını çatmıştı. “İsmin değişik ama?”

“Orası uzun hikâye. Belki bir gün anlatırım sana olur mu?”

“Olur” dedi şirin bir şekilde. Ardından Barun’a baktı “Nereden tanışıyorsunuz?”

Barun bana kaçamak bir bakış atarken ne cevap vereceğini çok merak ediyordum. Merak eden sadece ben değildim ayrıca. Dilek’in de bakışları onun üzerindeydi.

“Onun ailesinin yanına dönmek için yardıma ihtiyacı var, bende ona yardım ediyorum” dedi. Bunu beklemiyordum işte. Bir tanıdık ya da eski bir dost der sanıyordum ama o üstü kapalı da olsa gerçeği söylemekten geri durmamıştı.

Arda’nın meraklı bakışları ikimiz arasında gidip gelirken “Neden ailesinin yanına gidemiyor?” diye sordu bu sefer de.

“Kimliğini kaybetmiş. Bu yüzden babası gelip alacak onu”

Arda bana baktığında buruk bir şekilde gülümsedim. Üzerindeki çekingenlik kalkerken o da bana gülümsedi. Bakışları tekrar yanaklarıma kaydığında “Gamzelerin çok güzel” dedi birden. Gülümsemem mümkünmüş gibi daha çok büyümüştü.

“Teşekkür ederim” dedim. Yanakları kızarmıştı hemen. Utanmıştı, kıyamam ya. Barun’un bakışları hala üzerimizdeydi. Ona baktım. Göz göze geldik hemen.

“Serra’nın da böyle gamzeleri var ama o benim yaşımda olduğu için bu kadar büyümemişler daha”

Gamzelerimin büyüklüğü onu şaşırtmış gibiydi. İki yanağımı da kapladıkları için biraz haklı olabilirdi. Tekrar ona baktığımda “Serra kim, arkadaşın mı?” diye sordum. Bununla birlikte yanaklarındaki kızarıklık tüm yüzünü kapladı.

Dudaklarında tebessümle gözlerini önüne çevirdi “Serra, sıra arkadaşım” dedi. Sırıtmadan edemedim. Ah be Arda’m yerim senin o saf hislerini ya.

Bir yemediğin o kalmıştı zaten.

İç sesime kaşlarımı çattığım sırada Dilek Arda’ya dönüp “Ardacım hadi sen mutfağa git ve babaannene Asaf abinin geldiğini haber ver” diye konuştuğunda bakışlarım ona döndü. Neden bilmiyorum ama yüzü ilk geldiğimiz zamana nazaran düşmüş gibiydi.

Sevilay teyze burada olduğuna göre iyileşmiş olmalıydı. Onu göreceğim için mutlu hissettim birden kendimi. Arda hızla kafasını sallayıp halasını onayladı ve sandalyesinden inip arka tarafa doğru koştu.

Dilek hemen arkasından “Kusura bakmayın lütfen” diye konuştu mahcup bir sesle.

Bizi soru yağmuruna soktuğu için böyle söylüyordu. Başımı iki yana sallarken sorun yok dercesine gülümsedim. Barun’a baktığımda onun da kafasını iki yana salladığını gördüm.

Bakışları arkamda kalan bir yere kaydığında oturduğu yerden usulca ayaklandı. Merakla oraya döndüm bende. Arda’nın gidişi gibi dönüşü de hızlı olurken bu kez yalnız değildi. Hemen arkasında Sevilay teyze vardı.

“Oğlum” yüzünün her zerresinden okunan endişeyle Barun’un yanına geldi ve geçen sefer ki gibi bir şefkatle kollarını bedenine sardı. Barun bu sefer karşılık vermede gecikmedi. Yüzü yumuşarken ellerini sırtına koymuştu.

Arda yerine oturup titizlikle resmine devam ederken Dilek ve ben ses çıkarmadan karşımızdaki iç burkan bu manzarayı izliyorduk.

Sevilay teyze geri çekilip yüzüne baktı. Boyu ondan bir hayli kısa olduğundan başını kaldırması gerekti. Elleriyle yüzüne dokunurken gözlerinin dolduğunu gördüm. Sanki o değil de karşısında kendi oğlu Kerem varmış gibiydi. Bu içimi sızlattı.

“İyisin ya yavrum? O gadar arayim sesini duyacam diye! Amcan iyiydi dedi ama görmeyince içim bi türlü rahatlamadı”

Barun üzgünce ona bakarken yüzündeki ellerini tuttu. “Özür dilerim haber veremedim” Sağ elinin üzerinden öptü sonra “Merak etme, bir şeyim yok. İyi olacağım”

Sevilay teyze biraz daha rahatlamış gözükürken gülümsemeye çalışarak ellerini sıktı “Başın sağ olsun oğlum” dedi, sesi titremişti. Onun için bu kadar üzüldüğüne göre tahmin ettiğim gibi Nisha ile yakından tanışıyorlardı. Barun bir şey söylemeden başını eğdi sadece.

Elleri ayrılırken Sevilay teyzenin yaşlı gözleri bana döndü. Dudaklarındaki tebessüm büyürken bana doğru adımlamaya başladı. “Hoş geldin gızım” İçimdeki sevinçle ayaklandım hemen. Bende ona sarılmak istiyordum çünkü. Kollarının şefkatine ihtiyacım vardı. Belki o sadece yanıma gelip koluma dokunacaktı ama sarılsam bunu garipsemeyerek beni geri çevirmeyeceğini de biliyordum.

Kollarımı boynuna sardığımda onun da ellerini bedenimin etrafında hissettim. “Gusura bakma Gızım” kulağıma doğru boğuk sesiyle konuştuğunda kollarımı sıkılaştırdım. Gelir gelmez Barun ile ilgilenmekten bana selam vermediği için mahcup hissediyordu belli ki.

“Hayır lütfen, böyle düşünmeyin” dedim hemen. Belimdeki eli sıkılaştı onun da. Kokusunu içime çekerken başımı omzuna yasladım. Burnumun direği sızladı. Hayır Ezgi, ağlamanın hiç sırası değil.

Birbirimizden ayrıldığımızda ikimizin de yüzünde buruk bir tebessüm oluştu. “Siz nasıl oldunuz, Halil amca hasta demişti?” diye sordum. Teni biraz solgun gibiydi ama onun dışında gayet iyi görünüyordu.

Bakışları Barun’a döndüğünde bende ona baktım. Yerine oturmuş kaşları çatılmış bir şekilde Sevilay teyzenin cevabını bekliyordu. “İyicim iyi. Amcanız bi gıdım abartmış, çok yorulmuşum evvelki gün. Yataktan kalkamayınca hasta damgasını yedik tabii” dedi bizi çok bekletmeden.

“Çok yoruyorsun kendini. Daha dikkatli olmalısın” dedi Barun ilgiyle. Gözlerinde bunun için ona darıldığına dair bir bakış gördüm.

Sevilay teyze başını hafifçe eğip gülümserken “Anlaşıldı Kaymakam Bey” diye konuştu. Onun için endişelenirken bile duruşundan ödün vermemesine laf çarpmıştı. Gülümsemem genişledi. Dilek’in de onlara bakarak gülümsediğini gördüm.

“Gızım otur sen” diyerek eliyle sandalyemi işaret etti. “Ben de Arda’m seviyo diyeydi su böreği döşiyidim. Size de kısmetmiş. Fırına verip geliyom hemen.” dedi. Midemin boşluğu yine kendini belli etti ama gram iştahım yoktu. Bunu Sevilay teyzeye belli edip üzmemek adına gülümsemeye çalıştım.

Yanımızdan ayrılırken kızının omzunu okşadı. Barun’un bakışlarını üzerimde hissederken yerime oturdum tekrar bende.

“Resim yapmayı çok seviyorsun sanırım?” Arda’ya hitaben konuştuğumda masada ona doğru eğilmiştim biraz.

“Evet, bence dünyanın en güzel şeyi.” Bakışlarını kısa bir süre bana çevirip resmiyle ilgilenmeye devam etti “Sen sever misin resim yapmayı Geeta?”

“Halacım yaşıtın mı o senin? Abla diyeceksin”

“Hayır, sorun değil. Nasıl isterse öyle seslenebilir” dedim. Beni arkadaşı gibi benimsemesi aksine daha çok hoşuma gitmişti. Arda’nın da gülümsemesi genişlediğinde daha rahat yaklaşacağını düşündüm bana.

Masanın üzerinde birleştirdiğim ellerimle oynarken “Resim yapmayı severim ama bu konuda pek yetenekli olduğum söylenemez. Genelde öğrencilerim çizer bende onlarla boyarım. Boyamaya bayılırım” diye konuştum. O anlar canlandı hemen gözümün önünde. Onları çok özlemiştim.

“Sen öğretmen misin?” diye sordu Arda sesindeki merakla. Resmini bırakmış şimdi sadece bana bakıyordu. Buruk bir tebessümle başımı sallayarak onayladım onu.

Gülen gözleri puslandı birden ama konuştuğunda sesindeki heyecanı hissettim “Benim annemde öğretmen biliyor musun?”

Gözlerim bizi izleyen Barun’a döndü. O da bana baktı. Onun kahveleri de hüzünlüydü şimdi. Tekrar Arda’ya döndüğümde “Ya öyle mi?” dedim. Annesi hakkında çok bir şey bilmiyordum bu yüzden yanlış bir şey söylemek istemiyordum. Onu üzmekte isteyeceğim en son şey bile değildi.

Beni onaylayarak başını sallarken “Evet. Burada büyük bir okulda çalışıyor. Öğrencileri benden çok büyük ama” güldü. Bu durumu garipser gibiydi aynı zamanda. Belli ki lise ya da üniversite de öğretmenlik yapıyordu annesi.

Dilek’e dönüp “Hatta bugün onu ziyarete gideceğiz değil mi hala?” diye sordu heyecanla.

Dilek buruk bir şekilde gülümserken “Evet” dedi. Bende ona bakıp gülümsedim. Kim bilir ne kadar özlemişti onu.

Annesine içten içe kızdım yine o an. Arda zaten babasını kaybetmiş bir çocuktu onu bir de annesiz bırakmaya hakkı yoktu. Ailesinin istememesi bile ona engel olmamalıydı. Tamam, yaşadıklarını bilemezdim ama bana göre bir anne çocuğu için her zorluğa göğüs germeli ve savaşmaktan vazgeçmemeliydi.

Barun ile göz göze geldik tekrar. Sanki düşündüklerimi okumuş gibiydi. Onun da bu konu hakkındaki düşüncelerini merak ediyordum. Bunun içinde mutlaka bir şeyler yaptığından emindim.

Arda çizim yaptığı kalemini açarken konuyu yine resme getirmek amaçlı “Ne çiziyorsun, bakabilir miyim?” diye sordum merakla.

Kafasını sallarken defterini bana uzattı. Defteri aldım ve resmini incelemeye başladım. Anında yüzümde bir şaşkınlık peydah oldu. Yaşına göre mükemmel çiziyordu. Aklıma Melike geldi hemen. O da bu yaşlardayken böyle çizimler yapardı. Şimdi Arda’nın resmini görse sanatçı olur bu çocuktan diye şakırdı hemen. Kendisi de öyleydi çünkü. Çocukluktan besleyip büyütmüştü içindeki sanatçıyı. Gözlerim buğulandı.

Kendimi tekrar Arda’nın resmine verdim. Güneşli bir gün çizmişti. Arkada kocaman bir bahçe vardı. Önünde ise yan yana dizilmiş insanlar duruyordu. En sağda kalanları hemen tanıdım. Sevilay teyze ve Halil amcaydı bunlar. Gerçekten baya benzetmişti. Diğer insanların yüzünde dolaştırdım gözlerimi hemen.

En solda hepsinden uzun adamda kaldı bakışlarım. Bu oydu… Barun’u da çizmişti. Saçlarının şekli, gözlerinin rengi ve takım elbisesine kadar aynıydı. Sadece dudaklarındaki gülümseme yabancıydı. Böyle içten gülümsüyor muydu merak ediyordum. Belli ki Arda’ya gülümsemişti.

Bir de Nisha’ya…

Masasının üzerindeki fotoğraflar geldi aklıma. Gözlerim nemlendi ama tuttum kendimi.

Onun yanındaki kadında tanıdık geliyordu ama emin değildim. Aisha’ya benziyordu. Onunla Barun kadar yakınlar mıydı bilmiyordum ama. O kadının yanındaki Dilek’ti. Saçlarının renginden ve gözlüklerinden tanımıştım.

Onun yanında ve resmin tam ortasında bir çift vardı. Ortalarındaki çocuğun elini tutuyorlardı. Kadın ve adam çok tanıdık gelmese de çocuğu tanımamak mümkün değildi. Bakışlarım Arda’ya döndü. Diğer boyalarının ucunu açmakla meşguldü şimdi. Resme baktım tekrar. Bu oydu. Yanındaki de annesi ve babası… İçim burkuldu.

Hemen yanlarında başka bir çift ve önlerinde iki çocuk vardı. Kadının saçları Kerem gibi siyah ve kabarıktı. Onun diğer halası olabileceğini düşündüm. Kuzenlerini bile unutmamıştı. Bu bir aile tablosuydu, hem de çok güzel bir aile tablosu…

“Mükemmel çizmişsin gerçekten. Bayıldım” dedim incelemem bittiğinde. İşini bitirmiş parlayan gözleriyle bana bakıyordu şimdi. Hafifçe kaşlarımı çatmaya engel olamazken aklıma takılan bir kısmı dile getirdim bende “Yalnız neden elleri yok kimsenin?”

Dudakları büzüldü hemen “Çizemedim çünkü. Kaç kere denedim olmuyor.” Ardından aklına bir fikir gelmiş gibi gözleri büyüdü “Sen çizer misin Geeta?”

Cevap vermeme kalmadan kalemini çoktan bana uzatmıştı bile. Kalemi elime alırken yüzümü buruşturmadan edemedim. “Yetenekli olduğum bir konu değil dedim bak. Yapmasam daha iyi bence” buna rağmen beklentiyle bakan gözlerini üzerimden çekmedi “Pekâlâ bir deneyelim”

Ben el çizmeye çalışırken sonunda Barun ve Dilek bizi izlemeyi bırakmış sohbet etmeye başlamışlardı.

“İş yerinden ayrıldığını duydum. Bir sorun mu var?”

Dilek’in sıkıntıyla bir nefes bıraktığını duydum “Babam söyledi değil mi? Bir sorun yok sadece biraz ara vermek istedim. Ağır geliyor bazen, yetişemiyormuş gibi hissediyorum. Babamlara söyleyemedim sebebini üzülürler diye.”

“Bu onları daha çok endişelendirmiş sanki” dedi Barun anlayışlı bir sesle.

Dudaklarımı ısırdım. Ay el çizmek cidden çok zordu. Elimi koyup üzerinden mi çizsem acaba?

“Evet, öyle oldu. Bu yüzden yüz yüze konuşmak istedim yoksa onları her şeyin yolunda gittiğine ikna etmek bir hayli zor olurdu.” Yüzünü göremesem de Dilek’in gülümsediğini hissettim.

“Eğer yardıma ihtiyacın olursa çekinmemen gerektiğini biliyorsun” diye konuştu Barun.

“Biliyorum, teşekkür ederim”

Arda masada bana doğru eğilirken ne yaptığıma bakmaya çalıştı “Bitti mi?”

Defteri göğsüme yapıştırıp ondan saklarken şirince sırıttım. “Bir dakika, önce ben bir bakayım” dedim. Geri yerine yaslanırken sabırsız bakışları üzerimdeydi.

Sadece bir kişinin ellerini çizmiştim henüz. Resmi kaldırıp şöyle bir alıcı gözüyle baktım. Eyvah eyvah! El hariç her şeye benziyor bunlar. Bu sefer sıkıntıyla dudaklarımı dişledim “Yok olmamış bu, hemen silmem-”

Barun elimdeki defteri tuttu. “Ver biz de bir bakalım” dedi ve itiraz etmeme kalmadan defteri aldı.

Rezillik yükleniyor…

Resme bakarken hepimizin gözleri ondaydı. Normalde hafif çatılı duran kaşları biraz daha çatıldı. Dudağının kenarının kıvrıldığını gördüm sonra. Arda dayanamayıp sandalyesinde dizlerinin üzerine yükselip onunla resme bakmaya başladı.

Anında yüzü buruştu çocuğun “Benimkilerden de kötü çizmişsin Geeta”

"Arda” Dilek uyarırcasına ona seslendiğinde ona baktım ve sorun yok dercesine gülümsemeye çalıştım.

“Ben demiştim ama çizemem diye yani” diyerek kendimi savundum. Barun’un eğlenen gözleri bana döndü. Bu beni daha çok sinirlendirmek yerine hoşuma gitti. Hüzünlü bakmasındansa bunu yeğlerdim.

Gözleri tekrar resme döndüğünde geri kalan resmi inceledi. Parmağıyla bir yeri gösterirken bakışları yanındaki Arda’ya döndü “Bu baban mı?” diye sordu.

Arda’nın yüzü ışıldadı birden “Evet, benzemiş mi?”

Bu heyecanına karşı dudaklarında bir tebessüm belirdi Barun’un “Onun da saçları seninki gibi siyah ve dikti. Şekil almadıkları için sürekli şikâyet eder dururdu hatta” gülümsemesi büyüdü. Babasından bahsetmesi Arda’nın da hoşuna gitmiş olmalı ki yüzünde artan hayranlığıyla onu dinliyordu şimdi. Barun’un bakışları tekrar resimdeki Kerem’e döndü “Çenesindeki bene kadar çizmişsin ayrıca benzememesi mümkün mü?” dedi puslu bir sesle.

Onu özlüyor olmalıydı. Nasıl bir arkadaş ilişkileri olduğunu merak ederken buldum kendimi.

Arda kocaman gülümsedi. Bende gülümsedim bu manzaraya karşı. “Sen çizer misin ellerini Asaf abi?” diye sordu sonra ona. Sanırım ilk başta ona sormaya çekinmişti.

Barun “Ver bakalım silgiyi” diyerek defteri masaya koyduğunda kaşlarım şaşkınlıkla çatıldı.

Gerçekten çizecek miydi?

Arda kalemi de benim önümden alıp ona verdiğinde meraklı bakışlarım onun üzerindeydi. Bunu fark etmesine rağmen gözlerini çevirmedi bana. Dilek’e baktığımda onun bu duruma hiç de şaşırmış olmadığını gördüm.

Benim yaptığım kısmı silip kalemi sağ eline aldı. Bu Ranvir ile yaptıkları konuşmayı getirdi birden aklıma. Uzun, kemikli parmakları resmin üzerinde hareket ettiğinde dikkatimi tamamen oraya topladım.

Kalemi ustalıkla hareket ettirişine bakarken şok içindeydim “Sanatçıyım falan deyin de bayılayım şuraya” diye konuştum gülerek.

Bakışları bana döndü usulca. Tek kaşı havalanırken “Neden, sanatla ilgileniyor olamaz mıyım?” dedi, sesinden bu durumdan keyif aldığı belli oluyordu.

“Olabilirsin tabii. Ne bileyim, şaşırdım. Hiç öyle birine benzemiyorsun”

Dudaklarındaki tebessüm büyürken ondan önce Dilek konuştu “Bilmiyorsun sanırım, mühendis o”

Yeni bir şok dalgasıyla sarsıldım. Bakışlarım Dilek’in gülen yüzünden ona döndü tekrar şaşkınlıkla “Ayıptır sorması kaç mesleğin var?”

Güldü. Dudağının yanından yanaklarına doğru oluşan çizgilere baktım. Bu afallamama sebep oldu. Gözleri resimdeyken “İngiltere’ye siyaset okumaya gittiğimi düşünmedin herhalde? Otomotiv mühendisi mezunuyum” diye konuştu.

Ben bunu hiç düşünmemiştim. Burada devlet adamı olmak için buranın kanununu bilmeliydi tabii ki. Demek ki döndükten sonra burada bir de siyaset bölümünü bitirmişti.

Çizgiler kayboldu. Eski ciddiyetine geri dönmüştü. Belki de ben halüsinasyon falan görmüştüm. Gülmemişti öyle.

“Ranvir de mi mühendis?” dedim merakla, birlikte orada okumuşlardı.

Silgiyle beğenmediği bir kısmı düzeltirken “Hayır, o işletme okudu” dedi.

Arda yanağını avucuna yaslamış onu izliyordu. Tam öyle bir manzara sunuyordu aslında. Kendime engel olamayarak bende onu taklit ettim. “Mühendislik yapıyor musun peki şu an?”

“Evet. İngiltere’de bir şirket adına çalışıyorum. Burada ve Türkiye’de de ortak olduğum çalışmalar var”

Maşallah gerçekten. Resmen kendini çalışmaya adamış gibiydi. İşkolik olduğu konusundaki fikrim de doğrulanıyordu bence.

“Öyleyse İngiltere’ye hala gidip geliyorsundur?” diye sordum.

Şimdi son kişiye gelmiş Halil amcanın elini çiziyordu. “Evet, gidiyorum”

Yine de Türkiye’ye gelmiyordu ama. Cesaretim yok demişti. Annesinin ailesi yüzünden miydi? Yüzleşmekten mi korkuyordu?

“Çok güzel oldular Asaf abi” diye araya girdi Arda heyecanla. Kalemi defterin yanına bıraktığında bittiğini anladım.

Arda ile birlikte bende eğilip baktım deftere. “Gerçekten çok güzel olmuşlar” dedim. Resim şimdi tamamlanmıştı işte.

Bakışlarımız buluştuğunda “Olduğu kadar. Benim asıl işim araba çizmek, bunlar pek alanım değil” dedi.

“Maşallah matruşka gibisin” dedim gülerek. Şaşkın bir tebessüm etti bu benzetmeme ve utanmış gibi başını eğdi.

Arda resmini aldı ve ona teşekkür etti. Ardından kaldığı yerden boyamasına devam etmeye başladı. Barun arkasına yaslanırken bakışları Dilek’e döndü “Merve ablalar nasıl?” diye sordu. Merve, Arda’nın diğer halası olmalıydı.

Dilek’in yüzü gölgelendi. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı belli ki. “İyiler, şükür.” Dudaklarını yalarken Arda’ya kaçamak bir bakış attı. Onun duymasını istemiyordu anlaşılan.

Barun da bunu fark etmiş kaşlarını çatmıştı. Masanın sağında kalan boş sürahi gözüme çarptığında onu elime alıp Arda’ya seslendim “Bana mutfağı gösterir misin bunu dolduralım?” dedim.

Bunu garsonlardan da rica edebilirdik ama biz müşteri sayılmazdık sonuçta. Masadan kalkmak için ilk aklıma gelen makul bir bahaneydi.

Dilek ne yapmak istediğimi anlayıp bana gülümsediğinde bende ona gülümsedim. Arda elindeki kalemi bırakıp sürahiyi istedi “Sen otur Geeta ben halledebilirim, büyüdüm artık” diye konuştu.

Ama şimdi konumuz bu değil ki evladım.

Cesaretini kırmak istemediğim için sürahiyi almasına izin verdim. En azından göndermiştim. Bu da bir başarıydı değil mi?

Yerime oturmadan Dilek’e baktım tekrar “Eğer özelse bende kalkabilirim?”

Ailevi bir konuydu muhtemelen ve rahatsız olabilirdi.

Kafasını iki yana salladı “Otur lütfen, gerek yok. Burada olduğuna göre Asaf sana güveniyor olmalı. O güveniyorsa benim için de sorun yok”

Kaşlarım hafifçe havalanırken bakışlarım Barun’a döndü. Bana güveniyor muydu gerçekten? Burada olmamdan neyi kastetmişti tam olarak? Başta bana inanmadığı ve halasının eski eşinin tuttuğu biri olduğumu düşündüğü geldi aklıma. Bunu ortadan kaldırmıştık ama bana tamamen güvendiğinden de emin değildim. Sonuçta yeni tanışıyorduk.

Peki ben ona güveniyor muydum?

Benim ona güvenmekten başka şansım yoktu ki…

Belki de onun da öyleydi.

Gözlerini kaçıran o olurken yerinde dikeldi ve dikkatini Dilek’e verdi “Yolunda gitmeyen bir şeyler mi var?”

“Evet… Ablamların evinde işler biraz karışık. Sorun eniştemin ailesi… Konu Arda, biliyorsun onların ablamın Arda’ya bakmasındaki tavrını zaten. Artık iyice zıvanadan çıktılar ve ablamı zor durumda bırakıyorlar. Onlar yüzünden eniştemle arası bozuluyor. Ablam Arda’yı kendi çocuklarından ayrı tutmayıp büyüttü, baktı. Sonra ben aldım onu yanıma ama ablama ve çocuklara çok alışmıştı. Benimle yaşamaya birlikte alıştık. Derken okula başlamasıyla tekrar düzenimiz değişti. Ben işe giderken Arda’yı okula bırakıyorum çıkışta ablam alıyor. Akşam da ben eve geçerken alıyorum. Bazen uyumuş oluyor ya da kuzenleriyle kalmak istiyor. Ablam da hiçbir zaman kırmaz onu. Keza eniştem de öyle. Bunca sene hiçbir zaman sesini çıkarmadı destek oldu. Şimdi o da arada kaldı. Bir yanında ailesi bir yanında ablam…” sıkıntıyla sesli bir nefes bıraktı.

Bu gerçekten zor bir durumdu. Ablasını düşündüm. Kardeşinin emanetine sahip çıkmayı istemesi en büyük hakkıydı ve buna kimse engel olamazdı. Belli ki eşi de yanındaydı ve bu onun için bu yoldaki en güzel şeydi. Ancak ailesi bu durumdan rahatsızdı. Bu da iki eşin arasını açmak için muhtemel sebeplerdendi.

Barun’un kaşları çatılırken düşünceli gözüküyordu. Masadaki bakışları tekrar ona dönerken “Halil amcaların haberi var mı?” diye sordu ilgiyle.

“Ablam bir şey söylememem için tembih etti ama aralarındaki tartışmanın ciddiye binmesinden korkuyorum… bu yüzden sadece babama söyledim. Annemin henüz haberi yok.”

Barun sağ eliyle çenesini sıvazladı “Endişe etme, bir yolunu buluruz” dedi, onun içini rahatlatmak ister gibi.

Dilek’in gözlerindeki kara bulutlar dağıldı ve tebessüm etmeye çalıştı. Bu sırada Arda ve Sevilay teyze yanımıza geldiler. Arda oturmadan önce elindeki artık dolu olan sürahiyi bana uzattı. Ona teşekkür ettim.

“Soğumadan yiyin bakayım” Sevilay teyze masanın ortasına büyük bir servis tabağındaki börekleri koydu. Başka bir kadın garsonda büyük bir tepside kahvaltılıkları masaya diziyordu. “Asaf oğlum sana kahve mi getirteyim?”

“İçtim kahvemi ben. Çay alayım bende” dedi ona.

Sevilay teyze bana döndüğünde “Sana da siyah çay demliyom gızım?” diye sordu.

“Zahmet etmeyin gerçekten, Masala Çayı da olur” dedim. Zaten iştahım yoktu bu yüzden uğraşmasına gerek yoktu.

Sanki bu konudaki keyifsizliğimi anlamış gibi üstelemedi. “Babaanne ben kayısılı meyve suyu istiyom” diye konuştu hemen Arda. Önündeki eşyalarını çoktan toplamış sandalyesindeki küçük çantasına koyuyordu.

“Tamam paşam, getiriyom” dedi ve garsonla birlikte yanımızdan ayrıldı.

Dilek Arda’nın önündeki tabağını doldurmaya başladı. Barun’a baktığımda onun da bana bakıyor olduğunu gördüm. Gözleriyle tabağımı işaret ettiğinde başlamak için beni beklediğini anlamak şaşırmama sebep oldu. Hafifçe tebessüm edip gözlerimi kaçırdım hemen.

Çatalımı elime aldım ve böreklerden birini tabağıma koydum. Bunu yiyebilsem yeterdi bana. Benim ardımdan o da iki börek aldı tabağına. Başka bir şey almadığında onun da bugün iştahının yerinde olmadığını anladım.

Bir garson içeceklerimizi getirdi o sırada. Dilek’te bizimle birlikte çay içiyordu. Fincanımın yanındaki şekeri çayın içine attığım sırada bir el daha uzanıp çayıma şeker attı. Gözlerim onun kahvelerine döndü. Teşekkür edercesine tebessüm ettim. Başını eğdi hafifçe o da.

Dumanı tüten çayımı karıştırdım usulca. Ardından diğer elime bıçağımı alıp böreğimi parçalara böldüm. Çatalımla bir parçayı ağzıma attığımda ağzımdaki kötü tadın gitmesini umuyordum. Lokmamı yutmak için çayımdan içmem gerekti. Yemeye zorladım kendimi yine de. Son parçayı ağzıma attığım sırada Sevilay teyze tekrar masamızın yanında bitmişti.

“Oğlum bak Dilek ne getirmiş sana” Elindeki bir kâseyi bizim ortamıza koyarken gözleri Barun’daydı “Merve yapmış kışlık için meze. Sen seviyosun diye sana da göndermiş”

Barun’un mahcup bakışları Dilek’e dönerken “Zahmet emişsiniz gerçekten, sağ olun” dedi.

“Lafı bile olmaz” dedi Dilek’te gülümseyerek.

Sevilay teyze bana dönerken “Gızım Acuka diyik biz buna sizin orda da yapılıyodur belki biliyosundur, bi tadına bak hele sende” diye konuştu.

“Biliyorum, yaparız biz de. Özellikle abim çok sever…” dedim boğazıma oturan yumruyla. Berivan yengemde Antepli olduğu için bizim kahvaltı sofralarından da eksik olmazdı Acuka.

Yiğit abim çocukluğundan beri bayılarak yerdi onu. Küçükken annem hepimizin ekmeğine sürer ve bizde önce kimin bitireceğine dair yarışa girerdik. Alperen acı olduğu için sevmezdi bu yüzden katılmazdı bize. Yiğit abim ve Oğuz abim de bilerek yavaş yiyip her seferinde benim kazanmamı sağlarlardı. O anlar canlanırken gözümün önünde gözlerim nemlendi ve dudaklarımda buruk bir tebessüm oluştu.

Bu sırada Barun ekmeklikten ekmek alıp üzerine Acukadan sürmeye başlamıştı. Bunu yaparken çok iştahlı gözükmüyordu daha çok ayıp olmaması için tatmak istiyor gibiydi. Arda yüzünü buruşturarak onu izliyordu. Sanırım tadına bakmıştı daha önce ve beğenmemişti.

“Benim mutfakta işlerim çok, uğrarım yine aranıza” dedi Sevilay teyze ve tekrar yanımızdan ayrıldı.

Yiyip yememek arasında kalsam da elim ekmeğe uzandı. Aldığım ekmekten bir parça kopardım ve üzerine mezeden sürdüm. Bunu yaparken boğazım düğümlendi. Ya abimle bir daha Acuka yiyemezsek?

“Bence yeme Ezgi, çok acı o” dedi Arda aynı ifadeyle şimdi bana bakıyordu.

Gülmeye zorladım kendimi “Biliyorum ama bence çok güzel”

Aklıma Kavita’nın düğününde terasta yaşadığım acı vakası geldi. Barun’un bakışlarını üzerimde hissettim ama karşılık vermedim.

Arda elindeki ekmek parçasını küçük kaselerdeki koyu turuncu bir yiyeceğe batırırken “Bence reçel daha güzel” diye konuştu.

“Ne reçeli o?” kendimi konuşmaya zorladım. Boğazımdaki yumru buna engel oluyordu. Sanki ağzımı açsam ağlayacaktım.

“Kuşburnu reçeli” diye yanıtladı beni. Tepki veremedim. Midem bulanmaya başlamıştı.

Bakışlarım elimdeki ekmeğe döndü. Boğazımdaki yumruyu geçirmek için yutkundum ama işe yaramadı. Yavaşça ağzıma attım ekmeği. Aynı yavaşlıkla çiğnerken lokma ağzımın içinde dolanıyor ama bir türlü yutamıyordum. Masada olan bakışlarım buğulandığında gözlerimin dolduğu anladım.

Hiç sırası değil Ezgi, hayır.

Çayımdan bir yudum aldım. Bu yutmama yardımcı olmuştu ama ardından ağzıma öyle iğrenç bir tat geldi ki midemin kalktığını hissettim.

Elimle istemsizce karnıma bastırırken kendimi daha fazla tutamayacağımı anlayıp sandalyemden ayaklandım “İzninizle”

Hızla arkamı döndüm ve koşar adım lavaboların olduğu koridora girdim. Aklıma burada dün akşam yaşananların gelmesi daha çok midemin bulanmasını sağlamıştı. Yaşlar gözlerimden boşalmaya başladı. Elimle ağzımı kapattım ve koşarak lavabodan içeri girdim. Kabinlerden birine girip klozete doğru eğildim ve yediğim üç beş şeyi de geri çıkardım.

Kusmak kötü hissettirirken ağlayarak kusmak berbat hissettiriyordu. Sesli bir şekilde ağlamaya başladığımda elimle ağzımı kapattım. Sırtımı kapıya yasladım yorgunca. Abimin yüzü geldi gözlerimin önüne. Anılarımızı canım yanarak hatırlamak istemiyordum. Ona sarılmaya o kadar ihtiyacım vardı ki şu an. Özlemiştim, hem de çok.

Burnumu çektiğimde toparlanmaya çalıştım. Kabinden çıktım. Benden başka üç kadın daha vardı içeride. Meraklı bakışlarını üzerimde hissettim. Sesimi duymuşlardı. Aldırmamaya çalışarak lavaboda yüzümü yıkadım. Ağzımı suyla çalkalayıp kötü tattan kurtulmaya çalıştım. En son boynumu da ıslattığımda biraz daha iyi hissettim kendimi. Peçeteyle yüzümü ve ellerimi kurulayıp oradan çıktığımda önüme Dilek çıktı.

“İyi misin?” diye sordu beni görür görmez. Kahveleri yüzümde dolandı.

Bundan rahatsız olup gözlerimi kaçırdım “İyiyim, sağ ol”

Başka bir şey sormadı. Birlikte masaya geri döndük. Barun’un dikkatli bakışlarını üzerimde hissetsem de gözlerine bakmadım. Ağladığımı anlamasını istemiyordum.

Yerimize oturduğumuzda “Kusura bakmayın, aniden kalktım öyle” diye konuştum.

“İyi misin?” diye soran oydu bu sefer. Neye üzüldüğümü ve ne olduğunu anlamış gibiydi sesi.

Yutkundum. Kafamı salladım sadece. Hem bir şeyle ilgilenmek için hem de ağzımdaki tattan tamamen kurtulmak için sağımda kalan sürahiye uzandım ve bardağıma su doldurup içtim. Gözlerim Arda’ya değdiğinde onun da bana bakıyor olmasını beklemiyordum.

“Gözlerin kızarmış Geeta?” diye konuştu. Tahmin ettiğim haldeydim ve bundan nefret ediyordum bazen.

Gülümsemeye çalışarak “Yüzümü yıkarken fazla hızlı çarptım suyu herhalde ondan şey oldu” dedim. Onun dışında kimse yemedi tabii ki bu yalanımı.

"Arda, benim böreğimi de ister misin?” diye konuştu Barun. Bu konu hakkında konuşmak istemediğimi anlayarak onun dikkatini dağıtmıştı.

“Teşekkür ederim ama ben doydum” boncuk gözleri bana döndü tekrar “Ama Geeta yiyemedi ona verebilirsin”

“Yok yedim-”

“Bence de iyi fikir” Barun konuşmama fırsat vermeden onu onayladı ve tabağındaki böreği benim boş tabağıma koydu. Yetmedi, domates salatalıklardan ve diğer kahvaltılıklardan koymaya başladı. Ona baktım sonunda. Bu hareketinde bile hala ciddi ifadesini koruyordu.

Üzerindeki şaşkın bakışlarımı fark etmesine rağmen tabağımı doldurana kadar dönüp bakmadı. Tekrar arkasına yaslandığında koyu kahve hareleri benimkilerle buluştu. Ona bakmak burnumun direğini sızlatmıştı. Gözleri gözlerimdeyken ondan duygularımı saklayamıyordum ve işin garip yanı bundan rahatsızlık duymuyordum.

Dudakları aralandı “Tabağını bitir. Güçlü durman için yemek yemen gerekiyor. Bunu konuşmuştuk” Sesi emir vermekten çok rica ediyor gibi çıkmıştı. Kendisi de bu yüzden yemek yemeye kendini zorluyormuş gibi hissettim. Beni anlıyormuş gibi bakıyordu çünkü.

Gözlerimi kaçırıp tabağıma baktım. Çok doldurmamıştı aslında, normalde ben bu tabakla doymazdım bile. Devam eden iştahsızlığımın farkında olduğu için tabağıma koyduklarını ona göre ayarlamış gibiydi. Bir şey söyleyemedim. Yine ağlayasım gelmişti.

Ağlamak istiyordum ben ya güçlü olmak değil.

“Hem böylelikle babandan da gerçeği saklamak zorunda kalmazsın, onun da içi rahat olur” diye konuşmaya devam ettiğinde bakışlarım tekrar ona döndü. Beni teşvik etmek için şimdi de babamı kullanıyordu ve doğru yolda ilerliyordu.

Babam beni çok iyi tanıdığı için doğru düzgün yemediğimi uyuyamadığımı biliyordu ve ilk sorduğu şeyler bunlar oluyordu. Ona yalan söyleyemediğim ve istemediğim için ya geçiştiriyor ya da gerçeği saklıyordum. O da çoğu konuşmalarımıza şahit olduğu için bunu biliyordu.

Başımı eğerken dudaklarımı yaladım. “Teşekkür ederim” diye mırıldandım.

Beni duyduğundan emindim zira hemen sonra o da konuşmuştu. “Etme, tabağını bitir yeter. Yoksa o zamana kadar gitmeyeceğiz”

Kaşlarım çatıldı hafifçe. Ciddi olamazdı herhalde? Tamam çok değil dedikte hepsini de yerim demedim. Dilek’in bakışlarını üzerimizde hissettim ama o tarafa bakmadım.

Bu sırada masaya bir garson geldi ve onların boşalmış tabaklarını ve bardaklarını topladı. Bakışlarım benim de yarı dolan olan çay fincanına kaydı. Muhtemelen buz gibi olmuştu. İçmekte istemiyordum bu yüzden onu elime aldım ve garsona uzattım. Barun bu sırada ona Hintçe bir şeyler söyledi. Adam tebessüm edip onu onayladı.

“Asaf abi biliyor musun bizim okulun ordaki parka örümcek ağı yaptılar. Ben en üstüne tırmanabiliyorum” Arda aklına gelen şeyle heyecanla konuştuğunda gözleri ona döndü.

Yanağımı avucuma yaslarken umutsuz bakışlarla tabağıma baktım bende. Diğer elimle çatalımı aldım ve peynirden bir parça attım ağzıma. Hiçbir şey düşünmemek için onların konuşmasına verdim kendimi ve öyle yemeye devam ettim.

"Haberim var çünkü halan videonu attı” Sağ elini onun başına getirdi tepesinde dikelmiş saçlarıyla oynadı. Yüzünde hüzünlü bir ifade oluştu, sanki aklına bir şey gelmiş gibiydi. “Çok cesur bir çocuksun, aferin sana”

Arda gülen gözleriyle ona bakarken “Neden sende bir kere bizi ziyarete gelmiyorsun? Sana o parkı göstermek istiyorum demiştim” diye sordu. Belli ki daha önce de bunu konuşmuşlardı.

Saçlarındaki elleri duraksar gibi olurken gözleri donuklaştı. “Abinin çok işi var söyledi ya Ardacım. Yoksa gelirdi senin yanına” onun yerine konuşan Dilek olmuştu yine.

Annesinin ailesi yüzünden İzmir’e gitmiyorsa bile Antep’e Arda’yı görmeye gidebilirdi. Korktuğu şey tam olarak neydi anlayamıyordum.

Arda bundan pek memnun olmamışçasına dudak büktü. Aşırı sevimli geldi bu haliyle yine. Konuşurken buldum kendimi bu yüzden “Eminim burada da çok güzel parklar vardır. Hatta lunapark bile vardır. Burada gitseniz de olur bence” dedim.

Kırgınlığı pek geçmese de bu da ona yetmiş gibiydi. Umutla bakışlarını ona çevirdi “Gider miyiz gerçekten?”

Daha önce götürmemiş olmasına şaşırmadım desem yalan olur. Ona değer veriyor gibiydi bu yüzden gitmiş olduklarını düşünmüştüm. Gerçi şimdi onu bir lunaparkta hayal ettim de… Şaşırmam yersiz olmuş gerçekten.

“Gideriz” dedi ve aynı zamanda hafifçe kafasını salladı.

Arda gülümserken gözleri bana döndü hemen “Sende gelecek misin bizimle parka Geeta?” diye sordu.

Yanağımdaki elimi indirirken şaşkındım. “Şey bilmem” Ne diyeceğimi bilemez bir şekilde Barun’a baktım. O ise bu kararı bana bırakmış gibi sessiz kaldı.

“Neden, parkları sevmez misin?”

Arda’ya döndüm tekrar “Hayır aksine çok severim. Salıncakta sallanmaya bayılırım mesela. Hatta hala evimizin önündeki büyük çınar ağacının dalına salıncak kurdururum abilerime biliyor musun” içim burkuldu bunu söylerken. Anılar bir hançer gibiydi artık. İstesem de kaçamıyordum.

Güldü. “Bende çok severim. Dedemde bana kurmuştu bir keresinde salıncak ama onlar parktaki gibi olmuyo, dönüyorlar sürekli.”

“Aslında onlar daha hızlı biliyor musun? Dönmesini de kendin engelleyebiliyorsun ayrıca” bu konu üzerine birden Arda ile sohbet etmeye başladık.

Bu arada bizimle ilgilenen garson iki fincan çay getirdi. Birini Dilek’in önüne diğerini de Barun’nun önüne koydu.

Ardayla konuşurken bir yandan tabağımı da yarılamayı başarmıştım. Arada börek parçalarından Arda’ya uzatıp ağzına sokmaya çalışıyordum ama sanki onunla iş birliği yapmışlar gibi reddediyordu beni. Bir de bunu o kadar kibar yapıyordu ki bir şey de diyemiyordum.

Biz onunla salıncaktan başlayıp lunaparktaki tüm aletler hakkında konuşurken Barun bizi dinlemiş Dilek ise telefonuyla ilgilenmişti. Onda tuhaf bir şeyler sezmiştim. Cana yakın olmak zorunda değildi sonuçta yeni tanışmıştık elbette ama varlığımdan huzursuz olmuş gibiydi. Belki de ben yanlış anlıyordum, bilmiyorum. Sonuçta neden olsun ki?

Ve tabağımı zor da olsa bitirmiştim!

Kendimi bunun için tebrik edeceğimi hayatta düşünmezdim ama görüyorsunuz ya hayat sürprizlerle doluydu gerçekten…

Barun’un telefonu çaldı bu sırada. Aramayı yanımızda yanıtladı. Gerçi Hitçe konuşacaktı ondandır diye düşündüm. Kısa bir süre karşı tarafı dinledikten sonra İngilizce konuşarak tamam dedi. Onun benim bildiğim İngilizce konuştuğu tek bir kişi vardı o da Ranvir’di.

Arda ise anlattığım olaya gülmekle meşguldü o sırada. Ona Alperen’i kandırarak hız trenine bindirdiğimi ve sonrasında onun korkudan bayıldığını anlatmıştım. Şimdi güldüğüme bakmayın o zaman aklım çıkmıştı tabii ona bir şey oldu diye. Ancak o zamandan beri dalga malzemelerimizden biriydi bu olay.

“Annen çok mu kızdı sonra?”

“Evet, annemin tersi bir hayli kötüdür. Ondan sonra ikimizi asla yalnız bırakmadılar zaten yoksa birimizin başına mutlaka bir şey geliyordu”

Sırıttığında dayanamayıp yanağını sıktım. Bana karşı tüm çekingenliği yok olmuştu. Artık tamamen rahat konuşuyordu benimle. Bu beni biraz olsun mutlu eden şeylerden biri olmuştu.

Barun’un bakışları tabağımdan bana dönerken “Biz artık kalkalım” dedi. Memnun bir ifade vardı gözlerinde.

Kafamı sallayıp onu onaylarken Arda’nın yüzünün düşer gibi olduğunu gördüm. Ona gülümsedim. Hep birlikte ayaklandık masadan. Barun ceketini giydi üzerine. Arda onu izlerken “Yine geleceksiniz değil mi Asaf abi?” diye sordu.

Beni de işin içine katarak sorması içimi okşadı ve gülümsemem genişledi. Barun ona döndüğünde elini çekingen bir şekilde saçına koyup okşadı yine ve dudakları kıvrıldı. “Akşam bir yere kaybolma derim” Arda’nın yüzü mutlulukla ışıldadı ve ona sarıldı hemen. Ona olan sevgisi çok tatlıydı.

Bakışlarım Dilek’e kaydığında ilk geldiğimize nazaran daha soğuktu. Düz bir ifadeyle zemine bakarak bir yere dalıp gitmişti. Belki de o da iyi bir gününde değildi. Ablasının durumunu düşünüyordu belki de. Her insanın kendince dertleri vardı sonuçta.

Bizi uğurlamaya Sevilay teyze de gelirken Arda ikimize el sallayıp “Görüşürüz” diye şakımıştı. Bende el sallayarak ona karşılık verirken Barun sadece tebessüm etmekle yetindi.

Ranvir arabayı mekânın önüne getirmişti yine. Arkasında iki siyah koruma aracı vardı. Arabanın yanında bizi bekliyordu. Bizim geldiğimizi fark edince elindeki telefonuyla ilgilenmeyi bıraktı. Kim ile yazışıyorsa sırıtıyordu ve tahminler çok zor olmasa gerekti.

Göz göze gelince gülümsedi yine. Gülümsemesine aynı içtenlikle karşılık vermeye çalıştım. Aynı zamanda ona karşı mahcup hissetmeden de edemedim kendimi. Adama tek laf etmeden inmiştim arabadan, insan bir teşekkür ederdi.

“Bir an hiç gelmeyeceksiniz sandım” diye konuştu sitemle.

Barun ellerini ceplerine yerleştirirken üstten bir bakış attı “Sabrın göz yaşartıcı gerçekten”

Aralarında öyle bir konuşma hiç geçmemiş gibi davranıyorlardı. Bu iyi bir şey miydi yoksa kötü mü hiçbir fikrim yoktu. Ancak aralarının açılmasının beni de üzeceğini o an fark ettim.

Ranvir bana arka koltuğun kapısını açarken Barun diğer tarafa dolanmıştı. Tekrar ortaya geçip emniyet kemerimi bağladım. Onlarda yerleştikten sonra yola koyulduk.

“Ranvir ben hiçbir şey söylemeden indim öyle kusura bakma, senin de bizimle geleceğini sanıyordum” daha fazla dayanamayıp hafifçe öne eğilip ona doğru dönmüştüm.

Başta neyden bahsettiğimi anlamamış gibi kaşları çatılırken sonra anlamış gibi yüzü gevşedi “Hayır, Geeta sorun değil. Dert etme bunu. Aç değildim bu yüzden eşlik etmedim size” dedi ve içten bir şekilde gülümsedi.

İçimin rahatlamasıyla dudaklarımda bir tebessüm oluştu. Barun’un da onun hakkında haklı olduğunu anlamış oldum böylelikle. Birbirlerini gerçekten iyi tanıyorlardı. Tekrar arkama yaslandığımda bir süre sessiz kaldık. Akıp giden yolu izlemek aklıma getirmemek için uğraştığım düşünceleri getirdi. İçimi saran kasvet dayanılmazdı.

Bu sırada sessizliğimizi Barun’un telefonun zil sesi bozdu. Ona odaklanmaya çalıştım. Barun telefonu arkaya bana uzattı birden.

Hasan Bey arıyor…

Arayan babamdı. Kalbim göğüs kafesime çarptı korkuyla. Aramayı yanıtlayıp kulağıma götürdüm. “Alo”

“Kızım, nasılsın?” diyen pürüzlü sesi geldi kulağıma. İç çektim. Ağlayacaktım. Normal konuştuğuna göre abim adına bir gelişme olmadığını anladım.

“İyi olmaya çalışıyorum baba. Sen nasılsın?” diye sordum.

“İyiyim iki gözüm, merak etme”

“Abim… Hala aynı mı? Neden geç aradınız bugün, bir şey olmadı değil mi?” dedim endişe etmeden yapamayarak. Böyle bir şeyi saklayacaklarını düşünmüyordum ama korkuyordum.

“Abin aynı… Test sonuçlarını bekliyoz. Birçok test yaptıkları için uzun sürebileceğini söyledi doktor” sıkıntıyla bir iç geçirdi. Elim göğsüme gitti. Canım yanıyordu. “İlaçların etkisinden zor uyandım bugün. Bir gelişme olmayınca erken vakitte aramayayım dedim. Bir şey olursa ulaşırız biz Kaymakam Bey’e, sen dert etme bir de bunu” sesi genizden ve yorgun geliyordu.

Gözlerim doldu. “Bunu düşünme sen baba. Saat kaç olursa olsun arayın dedim. Ben bu yüzden gün içinde bile kaymakamlıkta duruyorum.”

“Endişelenmekte haklısın kızım ama kendini bu yüzden yıpratma. Bizim için kendine iyi bak ha?” o haldeyken bile beni düşünmeye devam etmesi içimi sızlattı.

“Söz, baba. Bakacağım” derin bir nefes alıp verdim “Annem nasıl, yanında mı?”

“Annen iyi. Alperen oda ayarlamış ona da uyuyo sanırım daha gelmedi. Belki de uyandı abinin yanına gitti” dedi. Başımı eğdim üzgünce. “Bak Cemile halan var yanımda o konuşmak istiyo seninle”

Cemile halamla çok iyi anlaştığımız söylenemezdi. Biraz eski kafalıydı. Çoğu zaman herkesin işine burnunu sokardı. Hiçbir zaman bunu kötü bir niyetle yaptığını düşünmedim aksine iyiliğimizi düşünüyordu ama yanlış bir şekilde uyguluyordu. Benim de çenem pek durmadığından sataşırdık sürekli. Şimdi o sürtüşmelerimizi bile özlemiştim. Belli ki o da öyleydi. Sesinde özlem ve yorgunluk vardı. Omuzlarım onlara sarılma ihtiyacıyla çöktü.

Halamla da konuştuktan sonra ikisiyle de vedalaşıp aramayı sonlandırdım. Telefonu geri ona verirken bakışları dikiz aynasından üzerimdeydi. Dile getirmese de anlamıştım neyi merak ettiğini.

Ona baktım bende aynadan. “İyiler. Abimin durumu hala aynı”

Koyu kahvelerinde gördüğüm fırtına ona mı aitti yoksa ben kendi içimdeki fırtınayı onun gözlerine mi yansıtıyordum, bilmiyordum. Bu kendimi daha üzgün hissetmeme sebep olmuştu.

“Bir gelişme yok sanırım?” Ranvir bana hitaben konuştuğunda bakışlarımı ona çevirdim. Barun’a fark etmeden Türkçe yanıt vermiştim bu yüzden anlamamış olmalıydı.

“Hayır yok” Gözlerimi birkaç kere kırpıştırıp gözyaşlarımı geri göndermeye çalıştım.

Dikiz aynasından gözlerini bana çevirdi o da. “İyi şeylerin olması hep zaman alır, Geeta. Sabretmeye devam et” tebessüm ettiğinde içimi rahatlatmaya çalışması en az sözleri kadar iyi gelmişti. Minnettar bir şekilde baktım ona.

Umarım bu zaman çok uzun sürmezdi. Tek dileğim buydu. O, önüne dönüp hızını arttırdığında bende yerimde geriye doğru yaslandım. Bu sefer uzun süren sessizliğimizi Ranvir bozmuştu.

Barun’a kısa bir bakış attıktan sonra “Komiser Subratla konuştum. Arabamıza saldıran kişiler ile Virat arasında bir bağ bulamamışlar” dedi.

“Onlara ne oldu, hala karakoldalar mı?” diye sordum merakla.

“Hayır, serbest bırakıldılar. Reşit bile değiller. Birkaç sokak serserisi”

Ağzım şaşkınlıkla aralandı. Barun ise bunu zaten bekliyormuş gibiydi. Sessiz kaldı.

“Virat’ı tutuklamak için sağlam bir delil olması gerek elimizde diyor” diye devam etti Ranvir.

Barun sinirle ellerini saçlarından geçirdi. O adamın başıboş dolanması zoruna gidiyor olmalıydı. O adamı tanımıyordum, yüzünü doğru dürüst görmemiştim bile ama onun anlattığına göre kendi ailesine zarar vermekten çekinmeyen bir adamdı. Eğer şüphelerinde haklıysa ve bence öyleydi en az onun kadar bende o adamın cezasını çekmesini istiyordum.

“İfade veren korumalar gerçekten garip gelen hiçbir şey görmemişler mi?” dedi, dişlerinin arasından.

“Her şey normalmiş, dikkat çeken bir şey olmamış. En son Geeta’yı görmüşler yanında” bakışları kısa bir an bana değdi. Sonra aklına bir şey gelmiş gibi kaşları çatıldı hafifçe “Yalnız bir adamın uzun süre Nisha’nın yanında durduğunu söylüyorlar. Şüphelenip yaklaşmış onlara biri ama müşteri olduğunu anlamış geri dönmüş sonra”

Barun’un kaşları çatılırken ona dönmüştü “Nasıl bir adam, tarif ettiler mi?”

“Uzun ve zayıf bir adammış. Üzerinde sade beyaz bir geleneksel kıyafet varmış. Müslümanmış sanırım, başında takke olduğunu söylüyor”

Kaşlarım çatıldı. Bir dakika… O benim de gördüğüm adam olabilir miydi? Yerimde huzursuzca kıpırdanırken bakışlarım onun yüzüne döndü “Bende gördüm sanırım o adamı”

İkisi de bana baktı. Ranvir yola dönerken o kaşları iyice çatılmış merakla bana bakmaya devam etti “Aynı adam mı emin misin?”

“Yüzünü görmedim. Ama bu tarife uyuyor. Bende o adamdan rahatsız olduğum için mabede girmeyip orada kalmıştım aslında”

“Seni rahatsız eden neydi?”

Dudaklarımı yaladım “Nisha ondan korkmuş gibiydi… Başına dokunmasına izin vermedi”

Barun’un çenesinin kasıldığını gördüm. “Sen gördüğün şekilde baştan anlatır mısın?”

Kafamı salladım ve o anı gözümün önüne getirmeye çalıştım. Hiçbir detayı atlamamalıydım. “Korumanın dediği gibi uzun ve çelimsiz bir adamdı. Giyimi de aynıydı. Yararlı olur mu bilmiyorum ama sağ kulağında küpe gibi duran siyah bir kumaş vardı. Nisha’ya bir şeyler söyleyip önünde diz çökerken takkesi düştü hatta. Keldi ve bu durum onu panikletmiş gibiydi. Hızlı bir şekilde takkeyi geri kafasına giydiğini gördüm”

“Kel ve siyah küpeli mi?” Barun daha çok kendine tekrar eder gibi konuştuğunda Ranvir ona baktı ve kısa bir bakışma geçti aralarında.

“Tanıyor musunuz?”

“Sanırım” Barun düşünceli bir şekilde çenesini sıvazladı. “Nisha ile… sadece konuştu mu?”

Kafamı olumsuzca iki yana sallarken “Hayır, Nisha ona siyah poşette bir şey verdi. Bende müşteri olduğunu düşünmüştüm” dedim.

“Siyah poşet mi?” diye mırıldandı. Bu bir sorudan çok algılamak için bir tekrar gibiydi.

Aklında parçaları nasıl birleştirdiyse yüzü öyle donuklaştı ki bu ifadesiyle az önce yemekteki adam aynı kişi değildi sanki. Korktum. Kötü bir şey mi çıkarmıştı. Kimdi o adam?

Kafasını iki yana salladı usulca “Nisha, bilezikleri hep şeffaf poşette satar” dedi, gözleri düşünceli bir şekilde dalmıştı. Göğsüme bir korku düştü. O poşette ne vardı o zaman?

Barun öfkeyle soluyarak önüne dönerken dirseklerini dizlerine yaslayarak öne doğru eğilip yüzünü ellerine gömdü.

“Barun, bu ne demek oluyor? O adamın Nisha ile ne gibi bir bağı olabilir ki? Hem de senin bilmediğin?” Ranvir de hem şaşkınlık hem de öfkeyle konuştuğunda içimdeki endişe arttı.

“Kim o adam?” diye sordum.

Barun duruşunu bozmazken sakin olmaya çalışıyor gibiydi. Ranvir ona bir bakış atıp “Bizim de tanıdığımız söylenemez. Daha önce Virat’ın kumar oynadığı bir mekâna baskın yapmıştık. Orada asıl o adamın patronu vardı” diye konuştu.

O baskını biliyordum. Barun dün anlatmıştı. Virat’a vurduğu ve Nisha’nın ona bu yüzden küstüğü baskın... Belge yetersizliğinden mekânın kapanmadığı ve tutuklanan diğer adamların da salındığını söylemişti.

Kaşlarım çatıldı “Onun adamı olduğunu nereden anladınız?”

“Hem kendisi hem de adamları kel ve sağ kulaklarında siyah deriden bir şey takıyorlar. Nedenini ya da kim olduklarını bilmiyoruz. Orada olduğuna göre tekin insanlar değil anlayacağın” diye açıkladı Ranvir.

Gerçekten ne işleri vardı bu adamların Nisha’nın yanında?

Barun yerinde doğruldu. Camına yarıya indirdiğinde rüzgâr içeriye doldu. Ardından yakasındaki düğmeleri açtı. Üzgün ve endişeli bakışlarımı üzerinden ayıramadım.

Telefonunu çıkarıp birini aradı. Gayet sakin bir şekilde o kişiyle Hintçe konuştu. Konuştuğu kişinin sesini de duyduğumda erkek olduğunu anladım.

Aramayı sonlandırdığında “O adamı bulup ne yapacaksın?” diye sordu Ranvir.

“Virat ile nasıl bir bağlantıları olduğunu soracağım. Nisha… bu ilişkinin neresinde? Belki de Virat bu adama güveniyor. Hepsini öğreneceğim” dedi dişlerinin arasından.

Yine yerimde kıpırdandım huzursuzca. Ranvir’in kaşlarının çatıldığını gördüm “Subrat’tan sadece isim listesini istedin? Kendin mi gidip hesap soracaksın? Bu çok tehlikeli, Barun. Kim olduğunu bilmiyoruz”

Konuştuğu kişi şu komiser olan adam olmalıydı. Ondan o baskındaki yakalananların listesini mi istemişti? Gerçekten kendisi mi gidecekti?

“O da benim kim olduğumu bilmiyor”

“Aklından ne geçiyor bilmiyorum ama ayağına gitmemiz tam bir aptallık olur. En doğru yol bunu Subrat’a söylememiz. Karakola getirilir, derdi neymiş öğreniriz” diye konuştu Ranvir hararetle.

Bence de öyle olmalıydı. Ben şahitlik yapamasam bile korumaları da görmüştü onlar yapabilirdi.

Barun burun kemerini sıktı “Bu tarz adamları polisle konuşturamazsın. Eğer her şey göz önünde olsaydı sabıka kayıtları temiz çıkmaz o gün karakoldan ellerini kollarını sallayarak çıkamazlardı. Onlarla anladıkları dilden konuşacağım” dedi kararlı bir sesle.

Ranvir sağ elini direksiyona vurdu birden “S*keyim böyle işi” diye tısladığında dudaklarımı birbirine bastırdım. Barun ise aniden kafasını ona çevirmişti.

Ranvir onun bakışlarını fark edip ne hatırladıysa yüzünü buruşturdu ve dikiz aynasından bana baktı “Kusura bakma Geeta, burada olduğunu unutmuşum bir anlığına” diye konuştu mahcup bir sesle.

Şaşkınlığımı üzerimden atarak kafamı iki yana salladım sorun yok dercesine. Argo sözlerden hoşlanmazdım ama ilk defa öyle bir ortamda bulunuyor değildim.

Barun’a baktım. Onu uyarmak için ona öyle baktığını anladım. O da kullanıyor muydu bu tarz sözler acaba? Gözlerim kısıldı. Pek yakışmazdı sanki ağzına.

“Pekâlâ, gidip görelim” dedi Ranvir ciddi bir ifadeye bürünerek. Barun yine ona baktığında kaşlarının çatılmış olduğunu gördüm bu defa. Ranvir de bunu gördü “Hiç öyle bakma. Bu konuda geri planda kalmayacağım”

“Tehlikeli olduğunu kendin söyledin?”

Ranvir onu kendi lafıyla vurmasını takmadı “Tehlike bizim göbek adımız”

Barun hoşnutsuz bir şekilde kafasını iki yana salladı. Onu ikna etmenin gereksiz bir çaba olacağını anlamış gibi pes etti. Endişelenmeden edemedim. İçimi huzursuz eden bir şeyler vardı.

“O zaman karakola mı döneyim şimdi?” diye sordu Ranvir sessizliği bozarak.

“Hayır, daha sonra gideceğim”

Ranvir’in düşünceli yüzünde bir gölgelenme olurken sıkıntıyla iç geçirdi “Bu kamyon şoförünün eşkâlini verebilseydik yolumuz biraz aydınlanırdı belki” bakışları aynadan bana değdiğinde “Geeta’nın ifade vermesinin bir yolu yok değil mi?”

Ranvir’in dün geceki ona anlattıklarımı bilmesine şaşırmadım. Anlaşılan sadece bu konua konuştuklarımızı anlatmıştı ona. Gözlerim merakla Barun’a dönerken kaşlarının iyice çatılmış olduğunu gördüm.

Yine burun kemerini sıkarken gözlerini kapattı “Öyle bir şey olmayacak” dedi net ve kararlı ses tonuyla.

Keşke daha fazla yardım edebilseydim ama benim de elimden bir şey gelmiyordu. Birden aklıma düşen fikirle öne doğru eğildim “Ben gördüklerimi Akash’a anlatsam ve o ifade verse. Sonuçta o da oradaydı. Görmüş olması çok normal”

Ranvir’in gözleri yoldayken kaşları hafifçe çatıldı “Çok mantıklı”

Bir umut Barun’a baktığımda onun bu fikrimden hiç hoşlanmadığını gördüm. “Olmaz” dedi sadece.

“Barun-”

“Yardım etmez” diye böldü Ranvir’i. “Ayrıca babamın bu işe karışmasını istemiyorum” arkasına yaslanırken bıkkın bir nefes bıraktı.

Neden bundan rahatsız oluyordu ki?

“O nereden çıktı?” dedi Ranvir.

Aynı düz ses tonuyla “Babama haber vermeden bir adım atmaz o” diye konuştu.

“Nisha için bu durumu görmezden gelebileceğini düşünüyorum”

“Elbette öyle. Sorun sadece babam değil. Onun polise ifade verdiğinin Ragini’nin kulağına gittiğini düşünsene ki bunun olasılığı çok yüksek. Onlarla uğraşamam bir de” dedi, omuzları çökmüştü sanki yine.

Kendimi tutamayıp “Neden?” diye sordum. Aralarının iyi olmadığı aşikardı aslında ama yine de aslını ondan duymak istemiştim.

Bakışlarımız dikiz aynasında kısa bir an kesişti. Dudaklarını araladığında tekrar yola dönmüştü “Beni pek sevdiği söylenemez. Oğlunu tehlikeli işlerime bulaştırdığım için ortalığı ayağa kaldırabilir bu yüzden”

Daha önce böyle bir durumla karşılaşmış gibiydi sesi. Aklıma babasına bana verdiği eşyalar için hesap sorduğu sabah geldi. Ragini Hanım ile birbirlerine olan bakışları, Barun Akash’a yöneldiğinde Ragini Hanım’ın onun önüne geçmesi ve ona attığı tedirgin bakışlar…

“Peki ne yapacaksın o zaman?” diye sordu Ranvir.

Bence Akash’a söylesek kimseye söylemezdi ama bu fikrimi onlara söylemedim. Barun onun ile ilgili her şeyden rahatsız oluyor gibiydi. Şu an yeterince gerginken çok da uygun bir zaman değildi.

"Kendim ifade vereceğim” dedi çok normal bir şey söylemiş gibi bir sesle. Kaşlarım çatık şaşkın bir şekilde ona baktığımda Ranvir’in de aynı şekilde ona baktığını gördüm.

“O nasıl olacak?” sesindeki öfkeyi gizleyememişti bunu sorarken ama Barun ona pek aldırmamış gibiydi. Aynı tavrıyla yanıtladı onu “Ben görmüşüm gibi ifade vereceğim işte. Subrat’a mabedin önüne gelirken yanımdan hızla geçen kamyondan bahsetmiştim. Adamın yüzünü sonradan hatırladığımı söyleyeceğim, bu kadar”

Bu da mantıklıydı evet. Ancak Ranvir pek memnun olmamış gibiydi bu plandan. “Emin misin?” diye sordu. Neden bu kadar tedirgin olduğunu anlayamadım.

Yoksa bizim oynadığımız oyun mu tehlikeye girerdi? Eğer öyle bir şey olsaydı mesleğini riske atmazdı değil mi?

“Evet, Nisha için” diye konuştu durgunlaşan yüzüyle. Bu daha çok kafamı karıştırdı. Nisha için eminim mesleğini riske atardı ki Virat’ı karşısına alarak bunu zaten yapmıştı.

Bunu hissetmiş gibi aynadan bana baktı birden. Endişemi gördü. Oyunun tehlikeye girmemesi için dikkatli olacağım demişti restoranın önünde. Öyle baktı yine. Güven veriyordu. Ona inanmayı seçtim.

“O halde önce şu şoförü bulalım. Virat’ı yakalarsak ve eğer o adam ise arkasındaki zaten ortaya çıkacaktır” Ranvir kabullenmiş bir şekilde onunla konuştuğunda göz temasımız koptu. Bakışları yola dönerken sesiz kaldı. Düşünceleriyle savaştığına emindim.

Yollar tanıdık gelmeye başladığında kaymakamlığa yaklaşmış olduğumuzu düşündüm. Çok geçmeden fikrimde doğrulandı. Ancak bahçeye giremedik çünkü büyük bir insan kalabalığı vardı. Bizim geldiğimizi fark edince elinde mikrofon ve kamera olan gazeteci bir grup insan hemen bu tarafa yöneldi ama beşi aşkın koruma önlerine siper olup onlara engel oldular. Dün hastanede yaşananlar hala gündemdeydi belli ki.

“Tanrım, bunlar yine mi burada?” Ranvir sitemle konuştuğunda yüz ifadesi gerçekten komikti.

Barun’un alnını ovduğunu gördüm. “Bir bunlar eksikti gerçekten” diye konuştu o da. Ardından yerinde doğrulup “Hiçbir açıklama yapmayacağım. Herkesi gönder” dedi Ranvir’e.

Emniyet kemerini çözdüğünde bende kendiminkini çözdüm ve arabadan indik. Flaşların patlama sesleri geldi hemen. Arabanın önüne ilerlerken girişe kısa bir göz attım.

Allah’ım bu ne? Biz oradan nasıl geçeceğiz şimdi?

Ranvir kalabalığın yanındaki korumalara doğru ilerlerken Barun solumda durdu. Tedirginliğimi fark etmiş gibi “Sakin ol, uzun sürmeyecek” diye konuştu.

Herkesin bakışı üzerimizde olduğundan gerilip ona baktım “En son bu kadar insanı kamerayla bana bakarken 23 Nisan gösterisinde görmüştüm herhalde” dedim.

“Eminim onlar bu kadar rahatsız edici değillerdir”

Onlara yine kısa bir bakış atarken sesli bir nefes bıraktım “Onlarda işini yapıyor sadece”

“Öyle, bu konuda saygım sonsuz ama bazen o kadar katlanılmaz oluyorlar ki insanı bunaltıyorlar” dedi bıkkınlığı sesine de yansırken. Böyle bir derdim olmadığı için onu iyi anlayamazdım ama düşününce haklı olabileceği gözüküyordu.

Ranvir geri yanımıza geldiğinde onu takip etmemizi söyledi. Arkamıza da iki koruma geçmişti. Biz onlara yaklaştıkça flaşların ve konuşmaların sesi arttı. O kadar yoğun bir karmaşa vardı ki kelime seçmek zordu ama Nisha’nın isminin geçtiğini duymuştum.

Barun’un elini belimde hissettim birden. İrkilirken ona baktım. O ise ciddi yüz ifadesiyle önüne bakıyordu. Ranvir bize yolu açarken yüzüme patlayan ışıklardan rahatsız olup onun beni yönlendirmesine güvenerek kafamı eğdim. Kenara çekilen insanlar korumaları aşmaya çalışıp ona mikrofon uzatmaya çalışıyorlardı. Hatta biri bana bile uzatmıştı!

Ben ne alaka kardeşim!

Bir ara Ranvir’in de önünü kestiklerinde bu kısa duraklama üzerimizdeki baskıyı daha çok arttırdı. İstemsizce ona doğru sokuldum. Belimdeki elinin sıkılaştığını hissettim onun da. Nihayet kalabalıktan çıktığımızda rahat bir nefes almıştım. Ranvir geride kalıp korumalara bir şey söylerken o adımlarını yavaşlatmayıp girişe yöneldi hemen. Hala eli belimde olduğu için ona ayak uydurdum bende.

İçeri girdiğimizde çoğu bakış üzerimizdeydi. Barun bunu umursamadı. Elini belimden indirirken sesli bir nefes bıraktı. Ardından asansörlerin olduğu koridora doğru ilerledik. Asansörün gelmesini beklerken Ranvir bize yetişmişti. Hala bize bakmakta olan birkaç çalışana bağırarak bir şeyler söyledi. Hepsi işlerine geri döndüler.

Barun yan taraftaki duvara yaslanırken sıkıntıyla iç çekerek işaret parmağı ve baş parmağıyla burun kemerini sıktı. Başı çok mu ağrıyordu acaba, sürekli eli başına gidiyordu bugün?

Ranvir onun önünde dururken “Sanırım Geeta hakkında yeni bir açıklama yapmamız gerekecek, şuna bak olayı nereye çekmişler!” diye söylendi.

Çatılan kaşlarımla ona doğru döndüm “Ne? Ben ne alaka?”

“Barun’un Nisha’nın velayetini almak için seninle bir ilişkiniz olduğunu söylüyorlar”

Gözlerim hayretle büyürken Barun’un yerinde doğrulmuş Ranvir’e bunu söylediği için kötü bakışlar atmaya başladığını gördüm.

“Yok artık!” derken sinirim bozulmuşçasına güldüm birden. “Bir anlaşmalı evliliğimiz eksikti”

“Ne o, hoşuna gitti herhalde bu söylenti?”

Dudaklarımdaki tebessüm anında yok oldu “Ne? Ne münasebet!”

Sesinde bariz bir alay vardı ama yüzünde bundan eser yoktu. Bunu nasıl beceriyordu hiçbir fikrim yoktu gerçekten. “Ha o kadar kötü bir şey yani birlikte olmamız?”

“Ne, hayır! Öyle değil”

Ranvir’in kısık kahkahası üzerine bakışlarım ona döndü. Oyuna gelmiş gibi hissettim kendimi. Omuzlarım istemsizce çökerken kaşlarım çatıldı iyice. Ben niye İngilizce konuşup ona malzeme veriyorsam!

“Geeta öyle bakma. Öfkeli gözükmekten çok sevimli bir kediye benziyorsun” diye konuştu Ranvir gülüşünün arasından.

Kızardığıma emindim. Ben nasıl bu duruma düşmüştüm?

Yer yarılabilir mi şu an? İçine girmem gereken konular var.

Barun sesli bir şekilde boğazını temizlediğinde bakışları Ranvir’in üzerindeydi. Ranvir dudaklarını birbirine bastırırken aralarında yine anlamlandıramadığım bir bakışma geçti.

İkisinin gözleri de aynı anda bana döndüğünde daha çok utandım. “Ben gidiyorum” dedim ve panikle arkama dönüp hızlı hızlı ilerlemeye başladım.

Arkamdan “Nereye?” diye seslenen oydu.

Yanlış yöne gittiğimi o an fark edip yüzümü buruşturdum ve aynı hızla geri döndüm. Başımı kaldırmadan aralarından geçerken gelmiş olan asansöre ilerledim.

Aynı ses tonuyla “Her neyse, delilerin ne yaptığını çok sorgulamamak lazım” dediğini duyduğumda şok olmuş bir şekilde yerimde duraksar gibi oldum. Bana yine deli demişti!

Sakin ol Ezgi, sadece seninle uğraşıyor.

Hiçbir şey olmamış gibi yanımdan geçip asansöre girdiğinde arkasından öfkeyle bakıp bende asansöre bindim.

“Demek öyle Kaymakam Bey” diye konuştum.

Paala.

O günkü sesi yankılandı kulaklarımda. “Paala” dedim ona dönmeden. “Deli ha deli! Bu deli senin o çok güvendiğin aklını nasıl çelecek sen gör”

Yalnız bendeki özgüvene ne demeli?

Gözlerim kat numaralarındayken yandan ona bir bakış attığımda kaşlarının hafifçe havalandığını gördüm. Kelimenin anlamını öğrenmeme mi yoksa onu açık açık tehdit etmem mi şaşırdığını bilmiyordum.

“Alınma hemen. Şaka yapıyorum” diye konuştu. Sesi o keyifli tona geçmişti şimdi.

“Siz ve şaka yapmak?” dedim huysuzca.

“Evet”

“Hiç komik değildi o halde” dedim onu bozmak için.

“Şaka biraz gerçeği yansıtınca komik olmuyor, evet”

“Ya bak!” sinirle ona döndüğümde güldüğünü görmek tüm sinirimin içime kaçmasına sebep oldu. Hem de yanaklarındaki çizgiler belli olacak şekilde gülüyordu bir de. Bu defa emin oldum. Gerçektiler.

Ne kadar yakın durduğumuzu fark ettim o sırada. Gözleri yüzümde gezinirken “Ranvir’e hak vermemek elde değil” dedi birden.

Kaşlarım merakla çatıldı bu sefer “Hangi konuda?” diye diklendiğim sırada asansör ses çıkararak durdu.

İkimizin de bakışları kapıya döndüğünde asansörün kapısı açılmamıştı. Gözlerim hemen kat numarasına kaydığında sekizde kaldığını gördüm. İyi de biz dokuza basmıştık ve bildiğim kadarıyla bu asansörü sadece o kullanıyordu?

“Neden durdu?” konuştuğumda sesimdeki korkuyu saklayamamıştım.

Kaşları çatılmıştı onun da. İlerleyip tekrar dokuza bastı. Ancak hiçbir hareket olmadı. Tedirginliğim iyice artmaya başlarken gözlerimi iki de bir kat göstergesine çevirip duruyordum. Barun en alttaki üzerinde alarm resmi olan tuşa bastı.

Yandaki duvara yaslanırken bana baktı. “Sakin ol, bir sorun var sanırım hallederler şimdi”

Başımla onu onaylarken derin bir nefes alıp verdim. Uzun zamandır kapalı bir yerde kalmamıştım. Hatırlamak istemediğim ve hafızamın en ücra köşelerine hapsettiğim o olaydan sonra karanlıkta kalmaktan çok korkuyordum. Bu çocukluğumdan beri benimle birlikte olan bir travmaydı artık. Özellikle de karanlık ortam bir de kapalı bir ortamsa korkumla baş etmem çok zor oluyordu. Kendimi o anda hissetmeden edemiyordum. Aldığım psikolojik tedaviler ve ilaçlar krizlerimi hafifletse de tamamen kurtulmamı sağlayamamışlardı maalesef.

Tamam sakin ol Ezgi. Bir şey yok, bir şey yok. Hiçbir şey olmayacak. Kendimi telkin edip sakin kalmaya çalıştım. Yalnız değildim hem. O vardı.

“Çok uzun sürmez değil mi?” diye sordum. Kafamdaki düşünceleri susturması için konuşsun istedim benimle.

Omuz silkti “Sorunun ne olduğuna bağlı. Çok sık olan bir durum değil, ne oldu anlamadım bende” Sol kolumu okşamaya başlarken dudaklarımı dişledim. Bana bakarken kaşları çatıldı “Merak etme, havalandırma kapağı var, oksijenimiz bitmez bu sürede” diyerek eliyle tavanı gösterdi.

Sorun bu değildi. Beni korkutan bu değildi… Yerimde titredim kendime engel olamayarak. “Ya düşerse?”

İyi olmadığımı anlayıp yaslandığı yerden yanıma adımladı. “Güvenlik halatları var, aklına öyle şeyler getirme” dedi, sakinliği bulaşıcıydı sanki. İçimin biraz hafiflediğini hissettim.

Huh. Sakin ol, bir şey yok.

Ona söyle.

Evet, ona söylemeliydim belki de. Nefesimi dizginleyip yüzüne baktım. Birden ışıklar gitti ve o karanlıkta kayboldu. Hiç yokmuş gibi…

Kalbim göğüs kafesime korkuyla çarptı. Hayır, hayır. Bir şey yok. Kontrolümü kaybettiğimi hissettim. Kendimde kayboldum sanki o an ve tek düşündüğüm şey karanlık oldu. Yerimden kıpırdayamadım. Nefes alışverişlerim sıklaşırken elim boğazıma gitti. Sanki büyük bir el boğazımı sıkıyordu.

Barun’un sesini duyar gibi oldum o sırada. Bir şey söylüyordu ama anlamıyordum. Çok uzaktan geliyordu sesi. Gözlerimi onu aramak için etrafta dolaştırmak nefesimi daha çok kesiyordu. Kulaklarımda kendi sesim yankılandı birden.

Baba! Anne!

Yutkunmaya çalıştım. Ağzıma tuzlu bir su tadı geldiğinde ağladığımı o zaman fark ettim. Titriyordum. Gözlerim korkuyla tavana döndü.

Baba, anne ne olur kurtarın beni!

Babam burada değildi. Ben burada kısılıp kalmıştım. Kimse beni kurtaramayacaktı. Burada kimse yoktu. Kollarımı bedenime sardım. Üşüyordum. Korku ise devasaydı. İçimde büyüyen umutsuzlukla birlikte gözyaşlarım dozunu arttırdı. Hıçkırdım.

Başım dönerken geri geri adımladım. Sırtım soğuk duvarla buluştuğunda dizlerimin bağı çözüldü ve bedenimi yere bıraktım. Tüm gücüm bedenimden çekilmişti sanki. Başıma keskin bir ağrı girdiğinde dudaklarım kıpırdadı ama kendi sesimi bile duyamıyordum artık.

Tek bildiğim canımın çok yandığıydı çünkü burada kimse yoktu…

 

29.12.2000

“Bir kedi varmış yüze kadar sayarmış sıfırını atmış on kalmış” İlhan diğerlerinin üzerinde elini göstererek ona kadar saydığında parmağı en son Yiğit’te durdu.

Yiğit oluşan halkadan bir adım geri çıktığında Ezgi heyecanla İlhan’a dönüp “Biy keyede ben sayim mi İyhan noluy?” diye sordu.

Ezgi, abileri, kuzenleri, İlhan ve Melike ile Kayhan konağının bahçesinde saklambaç oynamak için toplanmışlardı. İlhan, Oğuz ile yaşıt ve onun en yakın arkadaşıydı. Aynı zamanda ailelerinin de hatırı sayılır bir dostlukları vardı.

“Sen saymayı bilmiyosun ki kızım!” Alperen yanında duran Ezgi’ye sataşmakta gecikmemişti.

Ezgi ona kaşlarını çatıp “Biliyoyum!” diye bağırdı.

İlhan o bağırdığı için hafiften yüzünü buruştursa da onu kırmamak için “İyi bir kereliğine say bakalım” diye konuştu.

Ezgi’nin yüzündeki ifade anında değişirken kocaman gülümseyip aynı tekerlemeyi söyleyerek parmağını kalan kişiler üzerinde gezdirdi. Sıra ona kadar sayacağı zamana gelince “Biy, İki, üç, beş, sekiş, aytı, dokus, üç, on iki” eli en son kendisinde durduğunda “on” dedi

Yiğit onun saymasından çok kendisinin çıkması için saymayı uzatmasına gülerken kafasını iki yana sallıyordu. Cihan gülüşünün arasından “Kız hep yanlış saydın” diye konuştu.

Alperen bunu duyunca “Al işte! Sayılmas o saman bana ne. İlhan abi tekrar saysın onu da” diyerek isyan etti.

Ezgi yine sinirle ona dönmüştü ve her an üzerine atlayacak gibi duruyordu. Yiğit olası bir savaşın çıkacağını fark edip “Hayır sayılıyo. Ezgi de çıktı, İlhan sen devam et abicim. Daha küçük öğrenecek o da saymayı” diye konuşarak buna engel oldu.

Ezgi ona baktığında gülümsedi. Alperen haksızlık diye homurdansa da bir sonraki turda kendisi çıkınca buna bir son verdi.

Ebe Oğuz olmuştu. “Neden ilk ebe her zaman ben oluyom bu oyunlarda anlamıyom ki!” diye söylendi. Gerçekten öyleydi. Ne oyun oynasalar mahallede ya da okulda mutlaka ebe o seçiliyordu. Sürekli şikâyet etmesi de hiçbir işe yaramıyordu maalesef.

Yiğit yan yana duran Alperen, Ezgi ve Melike’nin önünde durduğunda “Sakın bahçeden dışarı çıkmıyosunuz, unutmayın akşamları kurtlar yalnız küçük çocukları topluyo. Alır götürür sizi ona göre” diye konuştu ciddi bir sesle. Aralarında en küçük onlardı bu yüzden bu kural sadece onlar için geçerliydi.

Ezgi korkmuş bir şekilde kaşlarını çatarak Alperen’e döndü “Hani yoktu kuytlar?” diye sordu.

Alperen bunu onları korkutmak için söylediklerini düşünüyordu bu yüzden Ezgi’ye de öyle söylemişti. Ancak şimdi abisinin ona dönen bakışlarından artık o kadar emin değildi.

Yiğit ona kaşlarını çatarak bakarken “İstersen gel dışarı çıkalım Alperen o zaman görürsün yalan mı gerçek mi?” diye konuştu.

Onların bahçeden çıkmamasını babası istemişti. Özellikle hava kararmaya yakın dışarısı pek güvenli olmuyordu. Ayrıca kaybolma ihtimalleri çok yüksekti. Yiğitler de belli başlı sokaklara gidebiliyorlardı bu yüzden.

Alperen minik ellerini yumruk yaparken korkuyla yutkunmadan edemedi. Yiğit bu sırada Ezgi’nin üzerinde montunun olmadığını gördü. Halbuki evden çıkarken annesi hepsine özenle giydirmişti. Aralık ayında olmalarına rağmen hava çok soğuk değildi ama güneş batınca ayaz oluyordu. Havanın kararmasına da çok kalmadığı için anneleri hepsine montunu giydirmişti.

“Senin montun nerede Ezgi?”

Ezgi gözlerini ayak ucuna kaçırırken ellerini önünde kavuşturdu. Ne zaman bir haltlar karıştırsa böyle yapardı. Yiğit bunu anladığından merakla ona baktı.

“Şey abi Karabaş çok üşümüş gözüküyoydu bende onun üzeyine öyttüm” dedi Ezgi.

Yiğit’in çatılan kaşları düzelirken bunu beklemiyordu. Karabaş onların köpeğiydi. Daha doğrusu en büyük amcaları Kadir’in. Normalde yaylada onunla olurdu ama hastalandığı için birkaç gündür buradaydı.

“Ya akıllım onun kocaman postu var üşür mü o?” diye sataştı Alperen yine ona. Bir yandan da gülüyordu.

Ezgi onu yanından itti “Tityiyoydu salak, sen ne anlaysın”

“Sensin salak!”

Oğuz ve İlhan onların bu haline gülmeye başlamışlardı. Yiğit “Tamam Ezgi, rahat durun” dedi ve üzerindeki siyah montun fermuarını açtı. “Sende benimkini giy o halde”

Oğuz önüne geçip onu eliyle durdururken “Abi seninki çok uzun olur ona. Koşarken takılıp düşer, ben vereyim” diye konuştu.

Normalde Yiğit buna itiraz ederdi ama söylediği mantıklı geldiği için kafasını salladı “Sen al o zaman benimkini” dedi Oğuz’a da.

Bu sırada Ezgi onlara yaklaşıp “Abi ben mont giymek istemiyoyum zaten. Hem üşümüyoyum da bak, annem kalın kazak giydiydi bana” dedi, eliyle üzerinde örgü mor kazağı çekiştirerek.

Montun içinde kaybolduğu ve bunaldığı için hareketleri kısıtlanıyormuş gibi hissediyordu ve bu yüzden mont giymekten nefret ediyordu. Çok üşüyen bir çocukta değildi. Ancak annesinin zoruyla mecbur giyiyordu.

Oğuz itiraz edecek gibi olurken Yiğit ona engel oldu “Üşüyünce akıllanıp gelir yanımıza merak etme” dedi gülümseyerek. Oğuz da gülerken onu onaylamıştı. İkisinin aklında da Ezgi’nin o pıtı pıtı yürüyüşüyle yanlarına gelip bir şeyler istediği anlar canlanmıştı.

“Haydi o zaman saymaya başlıyom” Oğuz artık her anlarına şahitlik eden ve bahçelerindeki en kalın ağaçlardan biri olan Çınar Ağacına doğru ilerledi.

Oğuz gözünü yumup saymaya başladığında herkes bir tarafa dağıldı. Melike Ezgi’nin koluna yapıştığında onu arka bahçeye doğru götürmek istedi ama Ezgi ondan kurtulup ters tarafa koştu hemen. Mustafa amcasının arabasının arkasına gizlendi. Mustafa, İlhan’ın babasıydı ve bu akşam onlara yemeğe gelmişlerdi.

Ezgi, başını abisi saymayı bitirmiş mi diye bakmak için dışarı çıkardığında bahçe kapısından çıkmakta olan Alperen’i gördü. Kaşları çatılırken Oğuz’un arkasını hala dönmediğini görüp hızla onun arkasından koştu.

Aşağıdaki yolda ilerleyen Alperen’e yetişti nefes nefese. Alperen onu fark edince dehşete düştü. “Senin ne işin var burda? Çabuk geri dön!”

“Sen neden çıktın bahçeden! Kuytlar gelecek bak hadi geyi dönelim” diye konuştu Ezgi onun koluna yapışarak.

Ancak Alperen dönmek istemiyordu. Herkes bahçedeki saklanma yerlerini ezberlemişti artık. O da abileri gibi istediği yere saklanıp ebelenmeden oyunu bitirmek istiyordu. Kurtlar umurunda değildi. Onlardan da saklanabilirdi.

Bir yandan bahçe kapısını kollarken diğer yandan kolunu Ezgiden kurtardı “Ben korkmuyom onlardan. Sen korkuyosun, git!”

Ezgi üzgünce dudağını büzerken “Ama seni yeyleyse ondan da koykuyoyum” diye konuştu.

Alperen yutkunurken daha çok öfkelendi. “Öyle bi şey olmayacak! Şimdi git, abim gelecek saklanmamız gerek”

“Tamam, bende seninle saklanacağım o zaman” Ezgi ona güvenerek bu kararı verdiğinde ona doğru bir adım attı.

Alperen’in ise sabrı tamamen taşmıştı artık. “Hiç bi yere gelemessin! Seni istemiyom yanımda, git!” diye bağırdı yüzüne.

Onunla ne zaman saklansalar mutlaka bulunuyorlardı. Çünkü sürekli konuşup ses yapıyor ya da yerinde rahat duramadığı için yerlerini belli ediyordu.

Kararından vazgeçmeden ona sırtını dönüp yolda koşarak ondan uzaklaştı. Ezgi arkasından bakarken kalbinin kırıldığını hissetti. Gözden kaybolduğunda gerçekten gittiğini anlamıştı. Oysaki geri dönecek diye beklemişti.

Bahçe kapısına doğru ilerlediği sırada kapının arkasında Oğuz’un sesini duymasıyla hem sobeleneceği hem de dışarıda yakalanacağı için panikledi. Hemen sol tarafında kalan tarla yoluna girdi koşarak. Yol toprak olduğu için bata çıka ilerliyordu. Birkaç defa takılıp düşecek gibi oldu.

Sokak lambaları artık iyice uzakta kalıp önü karanlığa büründüğünde hızını yavaşlattı. Arkasından birinin gelip gelmediğini kontrol etmek için başını bir anlığına arkasına çevirdiği sırada ayağı boşluğa denk geldi. Düşmeden önce başını ağzı açık kalmış su kuyusunun kenarına vurdu. Acıyla ağzından bir inleme kaçarken küçük bedeni kuyunun içine düştü.

Kuyudaki su tamamen çekilmemişti. Dibinde kalan su birikintisinin içine düştüğünde su sesi kuyunun içinde yankılandı. Yan bir şekilde zeminde yatarken başından akan kanlar suya karışıyordu. Başındaki acı ve içindeki korkuyla gözleri usulca kapandı.

 

*********

Ezgi yavaşça gözlerini araladı. Kocaman bir karanlıkla karşılaştı. Sanki gözlerini hiç açmamış gibiydi. Panikledi. Çığlık attı ama sesi çıkmadı. Boğazı acıyordu. Minik kalbi korkuyla atmaya başladı. Yerinde doğrulmaya çalıştığında başına giren keskin ağrıyla acıyla inledi. Canı çok yanıyordu. Ağlamaya başladı.

“Abi!” Abilerine seslendi. Hangisi olursa olsun sesini duyunca birinin mutlaka geleceğini biliyordu.

Kuyuya düştüğünün farkında değildi sadece havanın karardığını sanıyordu. Kalkıp eve koşmak için can attı. Dizlerinin üzerine doğrulup ağlayarak abilerine seslenmeye devam etti.

Üşüdüğünü hissedip kollarını etrafına doladığında ıslak olduğunu o zaman fark etti. Paniği arttı. Sendeleyip tekrar suya düştü. Zar zor ayağa kalktığında başındaki ağrı artarken etrafının döndüğünü hissetti.

Gökyüzü bulutlu olduğundan ay ışığı çok yoktu. Gözleri biraz karanlığa alışınca etrafındaki duvarları gördü. Dört bir yanındaydılar.

En yakınındaki duvara dokunup itmeye çalıştı. Hiçbir şey olmadı. Başını yukarı kaldırdığında duvarların yukarıya doğru devam ettiğini gördü. O zaman anladı kuyuya düştüğünü ve korkuyla yerinde titredi. Çığlıklar atarak ağlamaya başladı.

“Baba! Anne!” aklına gelen herkese defalarca kez seslendi ama kimse onu duymadı. Kimse yardıma gelmedi. Ya buradan hiç çıkamazsa? Diye düşündü. İçindeki korku devasaydı.

Sesi kısılıp başı daha fazla dönmeye başladığında bacakları onu taşıyamadı ve yere düştü tekrar. Sırtını duvar dibine verip bacaklarını kendine çekti. Dişleri birbirine vuruyordu. Üşüyordu, çok üşüyordu. Sesli ağlayışına hıçkırıkları karıştı.

“Baba, anne ne olur kurtarın beni” sesi o kadar güçsüz çıkmıştı ki kendisi bile zor anlamıştı ne dediğini.

Üstelik hıçkırıkları konuşmasına engel oluyordu. Yine de onlara seslenmekten vazgeçmedi. Ancak kimse onu duymuyordu.

Başı tonlarca ağırlıktaymış gibiydi. Direnmekten vazgeçti. Başı güçsüzce dizlerine düştü. Ağzını açamadı bir daha. Ayaklarını ve ellerini hissetmiyordu artık. Eskisi kadar üşümüyordu da sanki. Başındaki ağrıyı da hissetmiyordu.

Bir ara öldüğünü düşündü. Bu minik kalbinin korkuyla tekrar hızlanmasına ve onun varlığını hissetmesine sebep oldu.

Ağlamaktan gözleri acımaya başlamıştı. Islak kirpiklerinin altından karanlık boşluğa baktı. Uykusu gelmişti ama gözlerini kapatmamak için direndi.

Ya abileri onu bulmaya gelip ona seslenirse ve onları duyamazsa diye korktu. Burnunu çekti ve iç çekişleri eşliğinde birinin gelip onu kurtarmasını beklemeye başladı.

 

 

*********

 

“Oğuz ilk kimi sobelediyse ebe o olacak, biliyosunuz” diye konuştu Aziz. Herkes yine bahçedeydi. Biri hariç…

Bunun üzerine “İlk Cihan abimi buldum” dedi Oğuz.

Bu sırada Melike Yiğit’in elini çekiştirdi. Yiğit ona baktığında “Yiit abi, Esgi yok” diye konuştu.

Yiğit kaşlarını çattı. Ortalıkta gözükmeyince eve su içmeye girdiğini düşünmüştü. Nereye gidebilirdi ki?

Oğuz’a dönüp “Ezgi eve mi girdi?” diye sordu.

Oğuz’un kaşları çatıldı hemen “Bilmiyom abi, onu henüz bulmadım” duraksadığında dudaklarını birbirine bastırdı “Abi, ben bahçede her yere baktım ama Ezgi yoktu”

“Ne demek yoktu Oğuz? Ezgiden bahsediyoz?” diye çıkıştı Yiğit. Saklanamazdı ki o, nasıl bulamamıştı?

Alperen tedirgin bir şekilde ellerini kavuşturdu. Geri dönmemiş miydi? Neredeydi? Abilerine söyleseydi kendinin de bahçeden çıktığını söylemek zorunda kalacaktı. Oğuz görmeden arka bahçeden girerek sobelemişti çünkü. Onlar gibi dışarıdan geldiğini bilmiyorlardı.

Aziz elini Yiğit’in omzuna koyarken “Eve saklanmıştır belki oğlum, hele bi oraya bakalım” diye konuştu.

Yiğit derin bir nefes alıp verirken kafasını salladı “Ben bakıp geleyim”

Eve girdiğinde holde onun botlarını aradı ama yoklardı. Bu sırada elinde çay tepsisiyle merdivenlere yönelen halası onu gördü “Paşam ne oldu, bir şey mi istedin?”

“Su içmeye gelmiştim Cemile hala. Ezgi de susadım diyodu, su içmeye falan geldi mi az önce?”

Cemile’nin kalın kaşları hafifçe çatıldı “Yok oğlum mutfağa kimse gelmedi” diye konuştu.

İçine bir korku düştü. Neredeydi bu kız? Halası yukarı çıktıktan sonra o da dışarı çıktı. Melike’nin önünde durup ellerini omuzlarına koyarak yüzüne eğildi “Melikeceğim Ezgi seninle saklanmadı mı nerede o?”

“Evde değil miymiş?”

“Hayır” diye yanıtladı Aziz’i Yiğit.

Melike’nin gözleri dolmuştu. Kafasını iki yana salladı “Hayır gelmedi” yanaklarından yaşlar süzülmeye başlamıştı.

Yiğit gözyaşlarını sildi hemen “Peki gördün mü nereye saklandığını?” diye sordu.

“Arabaların oraya doğru koştuğunu gördüm” dedi gözyaşlarının arasından.

Oğuz, Cihan ve İlhan oraya doğru koşmuştu bile. Yiğit ve Aziz de onları takip ettiler. Dört tane araba vardı hepsinin yanına, altına baktılar ama yoktu. Zaten burada olsa mutlaka Oğuz bulmuştu onu. Kaç kere geçmişti buradan.

Yiğit arabaların kapısını açmayı denedi belki de içlerine girip uyuyakalmıştı. Ona belli olmazdı, yapardı. Ancak bütün arabalar kilitliydi.

“Abi” Oğuz endişeli bir şekilde Yiğit’e seslendi.

Yiğit ona baktığında korktuğunu görmüştü. O da korkmaya başlamıştı ama kötü düşünmek istemiyordu. Gözleri Alperen’e kaydığında dudaklarını dişleyerek gözlerini etrafta gezdirdiğini gördü.

"Alperen” onun yanına adımladığında Alperen isminin seslenmesiyle irkildi “Sen gördün mü Ezgi’yi?”

Alperen gözlerini kaçırdı. Yiğit kaşlarını çattı iyice “Alperen!”

Korkuyordu. Ya Ezgi’yi kurtlar yakaladıysa diye çok korkuyordu. Bu korku, onu babasının gerçeği öğrenmesinden daha çok korkuttuğu için abisine gerçeği anlatmaya karar verdi “Abi ben… Ben bahçeden çıkmıştım o da peşimden geldi”

Herkes şaşkınlıkla ona bakarken Oğuz sesindeki hiddetle “Sen arka taraftan gelmedin mi? Ne demek dışarıdaydım?” diye soludu.

Alperen kafasını iki yana salladı. Dokunsan ağlayacakmış gibi dudakları titriyordu. Yiğit öfkeyle onu omuzlarından tuttu “Nereye saklandınız, Ezgi nerede?”

Alperen ağlamaya başladı “Bilmiyom. O benimle gelmedi. Ona geri dönmesini söylemiştim”

Yiğit öfkeyle onu bıraktı. Eğer dönmüş olsaydı burada olurdu. Mutlaka sesini duyarlardı ama yoktu. Nereye gitmişti? Şimdi babasına nasıl söyleyecekti onun kaybolduğunu?

"Abi hemen babama haber verelim” Oğuz korkulu gözlerle ona baktığında yutkunmaya çalışıp kafasını salladı.

Hasan Ağa avluda misafirleri ile çay içiyordu o sırada. Çayını tazelemesi için kardeşi Fatma’yı çağırdığında yanında oturan Mustafa “Benim gelin büyüdükçe pek bir güzelleşiyo he” diye konuştu. Sesi hayli keyifliydi. En sevdiği şeydi dostunu bu şekilde sinir etmek.

İstediğini almıştı çünkü Hasan gözlerini kısıp tip bir bakış attı ona. Mustafa, Ezgi doğduğundan beri onu gelini bellemişti. Dünür olmaya pek bir meraklıydı ama Hasan’ın kızını vermek gibi bir düşüncesi yoktu.

Hasan böyle söylediğinde Mustafa “Yav ele gitmeyecek işte” deyip bıyığının altından kıs kıs gülüyordu.

Hasan imalı gözlerine bakmamak için gözlerini diğer tarafa çevirdiğinde Meryem’in elini yine göğsünde gezdirdiğini görünce bu sefer dayanamayıp “Hayırdır hele Hanım?” diye seslendi ona.

“Göysüme bi darluk geldı, geçmeyi. Anlamadum.” Dudaklarını yaladı ve gözlerindeki tedirginliği saklayamayarak “Uşaklari çağırsana artık bey. Ezona az galdi ha, aklum kalmasun” diye konuştu.

Beyler divanda oturdukları için pencereye yakındılar. Hasan onu onayladığı sırada merdivenden ayak sesleri geldi ve çocuklar karşılarına dizildiler. Hepsinin yüzünün kireç gibi olduğunu fark eden Hasan’ın kaşları çatıldı.

Meryem de bunu anlarken aralarında Ezgi’yi göremeyince kalbi korkuyla çarpmaya başladı. Kızı mutlaka kendini belli ederdi oysaki.

“Ezgi nerde oğlum?” diyerek Yiğit’e baktı.

Melike arkadan bir feryat kopararak annesine koştu “Anne Esgi yok” diyerek ağlamaya başladı.

Meryem’in göğsündeki ağrı artarken Güzide kızının saçlarını okşayarak şaşkınlıkla eşine, Rasim’e baktı.

Hasan sakinliğini korumaya çalışırken Alperen’in ağladığını Oğuz’un gözlerinin dolu dolu olduğunu gördü. En son Yiğit’e baktığında o da korkuyla ona bakıyordu.

Babasının gözlerinden ne sorduğunu anlayarak zorla dudaklarını araladı “Baba… Ezgi’yi bulamıyoz”

Meryem zar zor ayağa kalkarken duyduklarına inanmak istemiyordu. “Ne demek bulamayruğuz, nerde kardeşunız ha?!”

Hasan ve diğerleri de ayaklanırken Yiğit bakışlarını yere çevirdi “Saklambaç oynuyoduk. Saklanmak için bahçeden çıkmış anne”

Alperen suçlulukla eğdiği başını kaldırıp abisine çevirdi. Onu ele vermemişti. Keşke beni şikâyet etseydi ama Ezgi burada olsaydı diye düşündü.

"Tamam, hep b’elden bakar buluruz. Daha küçücük çocuk, nereye gidecek ki? Uzaklaşmamıştır." Mustafa ortalığı yatıştırmak için konuştuğunda Osman da onu onaylamıştı.

Kadınlar ve çocuklar tekrar bahçeyi ve evi ararken adamlarda dışarıda ayrılmış sokakları aramaya başlamışlardı. Ancak aramadıkları sokak kalmazken konağın kapısına elleri boş döndüler. Hanımlarda dışarı çıkmış onları bekliyordu.

Meryem onların geldiğini görüp yaşlı gözlerle Hasan’a doğru koştu. “Kızumuz nerde Hasan? Nerde?”

Hasan çaresizce ellerini yumruk yaptı. Aklından bin bir ihtimal dolaşıyor yüreği kor gibi yanıyordu. Ya onu bulamazlarsa? Dışarıya hiçbir şey yansıtamadı ama eşi anladı onu.

Meryem’in başı dönüp sendelediğinde kolundan kavradı hızla. İyi görünmüyordu. Mustafa’nın eşi Emel arkadaşının yanına koştu hemen. Koluna girip ona destek olmaya çalıştı.

“Jandarmaya haber verdik yenge, buluruz evealllah. Hemen çökmey ha toparlan azıcık” diye konuştu Osman abisinin konuşamayacağını anlayınca.

Hasan’ın gözleri duvar kenarına sinmiş çocuklara kaydı. Hepsi yere çökmüşken Alperen hala ağlıyordu. Ayakta duran Yiğit'te durdu bakışları. Ağır adımlarla ona doğru ilerlediğinde herkesin bakışları onlara dönmüştü.

"Ben sana demedim mi ha, kardeşinin üstünden gözünü ayırma diye?!" Özellikle Ezgi’ye göz kulak ol demişti çünkü yerinde asla durmayan bir çocuktu.

Yiğit’in içi suçlulukla yanarken bakışlarını yüzüne kaldıramadı “Baba,”

Yanağına yediği tokatla yüzü sağa doğru döndü. Herkes şok içinde onlara bakıyordu şimdi. Kızardı, bağırırdı ama Hasan Ağa çocuklarına hiçbir zaman el kaldırmazdı.

Yiğit’in dudakları titredi ama ağlamadı. Başını kaldırmadı. Hiçbir şey söylemedi. Babası haklıydı çünkü. Onu kontrol etmemişti. Aklına dışarı çıkabileceği ihtimalini getirmemişti çünkü Ezgi söz dinleyen bir çocuktu hep. Ama nasıl olduysa olmuştu ve kardeşi yoktu şu an.

Ya onu bir daha göremezlerse? Bu düşünce küçük kalbinin korkuyla çarpmasına sebep oldu ve sol gözünden bir damla yaşın akmasına engel olamadı.

Meryem hiddetle yanlarına ilerleyip Yiğit’i arkasına alırken öfkeyle Hasan’a baktı "Git öfkeni başka yerde kus Hasan Ağa! Uşağa uşak emanet edeysun, ne bekleyisun daa?!"

"Meryem!” diye uyarırcasına o da sesini yükseltmişti. İlk defa çocuklarından birine el kaldırmıştı. Hemen ardından pişman olmuştu ama içindeki yangın gözünü kör ediyordu.

“He Meryem he, de daa!”

Hasan yumruğunu sıkıp bir şey söylemeden onun ağlamaktan kızaran gözlerine baktı. Onu bir o anlardı. Şimdi bile gözlerine öfkeyle bakarken içini okuyordu.

Meryem pişman olduğunu gördü. Korkusunu gördü. Aynı yangında yanıyordu yürekleri. Elinin tersiyle yorgunca onun göğsüne vurdu.

"Git ha! Öfkeni bi işe yara' şey* için kullanasun da kızumuzu bulup gelesun!"

(* İşe yarar bir şey)

Mustafa Hasan’ın arkasına gelip omzunu sıktı destek olmak istercesine. Hasan arkasına dönüp onun yanından geçip yürümeye başladı. Osman telefonla tanıdıklarına haber veriyordu bu sırada. Rasim de imamı aradığını ve anons yaptıracağını söyledi arkasından.

Hasan yüzünü ellerinin arasına alıp sıvazladı. Ne yapacaktı? Nereye gidecekti? Rabbim sen yavrumu bana bağışla diye dua etti içinden. Bu sırada arkasından duyduğu adım sesleriyle Mustafa’nın peşinden geldiğini anladı.

Nereye gideceğini bilmiyordu bu yüzden bir anlık yerinde duraksadı. Her yere bakmışlardı. Nereye gitmiş olabilirdi ki? Biri mi kaçırmıştı yoksa? Kim? Husumetli olduğu herkesi gözden geçirdi.

Gözlerini karanlık gökyüzünden indirirken sağında kalan tarla yolu dikkatini çekti. O an buraya bakmadıklarını fark etti. Hiç düşünmeden oraya doğru yürümeye başladı.

İyi de orada nereye gidecekti? Koca boş tarla. Üstelik yol doğru düzgün aydınlık bile değildi. Kokardı kızı.

Mustafa arkasından onu takip etmeye devam ederken “Burda ne arasın çocukcağız Hasan?” diye konuştu.

Onu dinlemedi, ilerlemeye devam etti. İçindeki gereksiz umuda tutundu. Telefonlarının fenerini açmak zorunda kaldılar bir süre sonra. Hasan koşuyordu artık. Eliyle sağ tarafı işret ederken Mustafa’ya oraya bakmasını söyledi. Ayrıldılar. Geç kalacakmış gibi hissediyordu. İsmini bağırmaya devam ederken hızını arttırdı.

İleride gözüne bir şey çarptığında adımları yavaşladı. Bu kuyunun ağzı neden açıktı? Aklına gelen düşünce dizlerinin bağını çözecek cinsten titretti bedenini. Olamazdı, mümkün değildi?

Ağır adımlarla kuyuya yaklaştığında ağzının kenarındaki kırmızılık gözüne çarptı hemen. Işığı oraya yaklaştırdı. Kandı.

Yutkunmaya çalıştı ama boğazındaki yumru gitmedi. “Hayır, hayır” diye sayıklarken titremeye başlayan elindeki ışığı kuyunun içine tuttu.

Gözleri bir siluet seçmesiyle nefesini tuttu. “Ezgi…” sesi en son korkuyla böyle annesini hastanede gördüğünde titremişti. “Ezgi, kızım!”

“Baba” cılız gelen sesini zar zor işittiğinde kızını tanımıştı hemen. Sol gözünden bir damla yuvarlandı.

Yaşadığı ve sesini duyduğu için içi biraz olsun rahatlarken heyecanla ileri atıldı “Burdayım babacım, korkma kurtaracam seni tamam mı?” diye bağırdı.

Ardından hızla doğrulup Mustafa’ya seslendi. Mustafa yanına nefes nefese geldiğinde önce kuyuya ardından arkadaşının yüzündeki dehşeti görmesiyle ne olduğunu anladığında bedeni sarsıldı.

Hasan kendisi konuşacak durumda olmadığı için “Çabuk ambulans itfaiye ne varsa ara çabuk” diyerek boğuk çıkan sesiyle konuştuğunda Mustafa vakit kaybetmeden söylediğini yaptı.

Hasan bu süre zarfında Ezgi ile konuşmaya çalıştı. Ancak ondan baba dışında başka bir yanıt alamadı. Ne kadar çok korktuğunu tahmin edebiliyordu. Bu kalbine bir hançer yemiş kadar acıtıyordu canını.

“Ezgi’m burdayım. Ne olur babacım az daha dayan tamam mı kurtaracam seni” diye konuştu.

Seni de kaybedemem diye düşündü. Annesini, bir parçasını toprağa vermişti ve Ezgi onun ardından gelen yaşama tutunma umuduydu. Onu da kaybedemezdi. Yoksa geriye kendinden bir şey kalmazdı.

Mustafa aşağı bakmaya cesaret edemiyordu. Ezgi onun da kızı sayılırdı. Her anına şahitlik etmişti. İnsanın evladıyla sınanması hayattaki en zor imtihandı belki de ve bunu en iyi bilenlerdendi.

Ezgi tepesindeki ışığın babası gelince daha çok olduğunu gördü. Başını zar zor çevirip ona bakmak istedi. Ancak yapamadı. Hasan onun bembeyaz kalmış yüzünün yarısını gördü. Dudakları kıpırdıyordu cansızca ama sesi çıkmıyordu artık.

Atlayıp çekip çıkarmak istedi onu oradan ama yapamazdı. Kuyu kendisi geri çıkamayacağı kadar derindi. Ekipler biraz daha geç kalırsa kafayı yiyecekmiş gibi hissetti.

Neyse ki düşündüğü olmadı ve kurtarma ekiplerinin siren sesi çok geçmeden yakından duyuldu. Meryem ve diğerleri onu bulduklarını anlayıp ambulans ve itfaiyenin arkasından koştular.

Şimdi bütün Çukurova bu olayı konuşuyordu. Kimi köylü bir yardımları olur diye olay yerine geliyordu kimisi evinin camından dedikoduları dinliyordu.

Meryem ne olduğunu anladığı an bir feryat kopardı. İleri doğru atılmaya çalıştığında Emel ve Berivan onu kolundan yakaladılar. Gücü onlara yetmezken sesli bir şekilde ağlayarak yere yığıldı. Kaç metre yükseklikten düşmüş ve saatler sonra bulunmuştu. Ölmüş olduğu ihtimali bir ok gibi saplandı göğsüne. Kızgın bir demirle yüreğini oyuyorlardı sanki.

Osman ve Rasim çocukları oradan uzaklaştırmaya çalıştı çünkü onlarda ne olduğunu anlamışlardı. Yiğit şimdi içli içli ağlıyor amcasının onu bırakması için yerinde çırpınıyordu. Oğuz’un da ondan bir farkı yokken annesinin yanına çökmüş elini tutuyordu.

Alperen’in ise ağlaması durmuştu. Sadece babasını izliyordu. Onu hiç böyle görmemişti. Fatma gözyaşlarına engel olamayarak onu kucağına aldı.

“Hala, Ezgi nerede hani?” diye sordu cansız sesiyle. Bulmuşlardı. Kurtlar götürmemişti onu. O zaman neden herkes böyle üzgündü?

Fatma bir şey söyleyemezken burnunu çekip ona sarılmaktan başka bir şey yapamadı.

“Halatı bana bağlayın, ben inecem!” Hasan ekiplerin başındaki görevli adamın karşısına geçti hemen.

Görevli adam soğukkanlı bir ifadeyle onun yüzüne bakarken “Bu durum çok riskli Hasan Ağa. Çocuğun herhangi bir yerinde kırık olabilir, dikkatli bir şekilde çıkarılması gerek. Endişenizi anlıyorum fakat kenara çekilin biz de vazifemizi yapalım” diye konuştu.

“Bakın hele” nefesi kesildi bir an ama durmadı "Çok korkmuş... Sizin hiçbirinize yanaşmaz şimdi. Beni bekliyo o. İlk yardım eğitimi de var bende, ne yapacamı biliyom. Siz sadece bana yardım edin, ona ulaşayım!"

Görevli adamın kaşları çatılırken çok fazla düşünmedi çünkü vakitleri kısıtlıydı. Kafasını onaylar bir şekilde sallarken diğer arkadaşlarına emir verdi ve Hasan’ı aşağı inmek için kısa bir sürede hazırladılar.

Onu güvenlik halatıyla içeri uzatırlarken Hasan Ezgi ile konuşmaya devam etti. Kalbi ağzından çıkacakmış gibiydi. Bunu düşünmedi ve sadece onu buradan çıkarmaya odaklandı.

Ayakları yere bastığında onun duvar dibinde küçülmüş bedeninin önüne diz çöktü. Küçük bedeni zangır zangır titriyordu.

“İki gözüm... bak burdayım. Ben geldim” sesi titredi hemen.

Ezgi güçlükle kafasını kaldırdığında ona baktı. Rengi çekilmiş dudaklarını araladı güçsüzce “Baba”

Kıyafetinin ve yüzünün yarısı kan olmuştu. Bu görüntü Hasan’ın yüreğini ezdi. Eğilip saçlarına bir buse kondurdu. Kokusuna kan karışmıştı. Nefes alışverişleri kesik kesikti. Nabzını kontrol etti. Yavaştı. Korku damarlarında akan kandı artık.

Dikkatli bir şekilde onu kucağına aldı ve bedenine sabitledi. Yukarıdaki görevlilere talimat verdiğinde yavaşça yukarı yükseldiler. Küçük bedeni buz gibiydi. Kollarını sıkılaştırırken onu göğsüne hapsetmek ister gibiydi. Onu sarıp sarmalamak öpüp koklamak için yanıp tutuşuyordu her bir zerresi. Önce iyi olduğundan emin olmalıydı. Kalbi hala korkuyla göğüs kafesine çarpıyordu bu yüzden.

Dışarı çıktıklarında Meryem’in kocasının kucağında ölü gibi duran kızının bedenini görmesiyle feryatları daha sesli bir hal aldı. Kalkıp onlara ilerlemek kızına sarılmak istedi ama görevliler kimseyi oraya yaklaştırmadı.

Eli göğsündeyken kafasını iki yana salladı. O, ölmüş olamazdı. Gözleri karardı birden. Emel yanında bir şeyler söylüyordu ama duymuyordu. Olduğu yere yığıldı tekrar.

Sağlık ekipleri topraklı yolda sedyeyi ilerletemeyecekleri için arabayı kuyunun yanın getirmişlerdi. Hasan ayaklarını yere basar basmaz oraya doğru ilerledi. İtfaiye görevlileri halatı toplarken onun gözü hiç kimseyi görmedi o an.

Teknisyenlerden biri önünü kesip Ezgi’yi almak istedi. Onu bırakmak istemiyordu ancak bırakmak zorunda kaldı. Onu arabanın içindeki sedyeye dikkatli bir şekilde yatırırlarken Hasan hemen peşlerinden arabaya bindi.

Kapılar kapanırken hastaneye doğru yol almaya başlamışlardı. İki görevli onun ıslak elbiselerini çıkarırken Hasan kızının minik elini ellerinin içine aldı. Buz gibiydi teni. Omuzları çöktü tamamen. Gözleri dolduğunda onun solgun yüzüne daha fazla bakamadı. Başını eğdi güçsüzce.

“Vücut ısısı normalin çok altında, Hipotermi olasılığı çok yüksek hemen nazal tüpü hazırla”

Diğer görevli onu onaylarken az önce konuşan da Ezgi’nin üzerine bir battaniye örttü.

“Nabzı düşüyor solunum cihazını takalım”

Hasan acıyan gözleriyle başını kaldırdığında küçük yüzünü kaplayan solunum cihazına baktı. Onun da kalbinin durduğunu hissetti o an.

Elini sıkıca tutarken bir yandan da okşadı. Elleri titriyordu. İliklerine kadar korktuğunu hissetti. Daha fazla tutamadı kendini ve gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı.

Titreyen dudaklarını ellerinin arasındaki minik eline dayarken “Ne olur kızım... bırakma beni” diye fısıldadı.

Öpücükler kondurdu moraran yerlerine sonra. Yol boyunca da bırakmadı elini. Sanki bıraksa tekrar kaybolacak gibiydi.

Hastaneye vardıklarında hızlı bir şekilde onu arabadan indirdiler. Acile kadar kızının elini tutmaya devam etti Hasan ama sonra onun dışarıda kalmasını söyledikleri için bırakmak zorunda kaldı. Kendini yakınlardaki koltuklardan birine güçsüzce bıraktığında yüzünü ellerinin arasına aldı.

Ya ona bir şey olursa? Ya geç kaldıysa?

Kafasında dönüp duran sorular ve Ezgi’nin solmuş teni kalbinin sıkışmasına sebep oluyordu. Onun yanında içeride olmak istedi. Tekrar gözlerine bakmaya sesini duymaya öyle çok ihtiyacı vardı ki…

“Hasan!”

Meryem’in sesiyle başını kaldırıp koridorun başına çevirdi. Koşarak ona doğru gelirken hemen arkasında Mustafa, Emel ve Osman da vardı. Zorla ayağa kalktı ve onun karşısında durdu.

Meryem onu kollarından yakaladığında Hasan da ona tutundu. Şimdi ikisi de düşmemek için birbirine tutunuyor gibiydi.

Meryem yaşlı gözlerini onun yüzünde dolaştırırken "Yaşiyir de mi ha?... Kızumuz yaşiyir de mi?" diye konuştu.

Hasan kolunu sıktı istemsizce. Canı yanıyordu. Yutkunmaya çalıştı “Bilmiyom”

Sesi kendine ait değildi sanki, tanıyamadı. Annesini kaybettiğinde bile bu kadar yıkılmış hissetmemişti. Bu çok başka bir acıydı…

Meryem onun kızarmış gözlerinden ağladığını anlarken ne kadar korktuğunu okuyabiliyordu elalarından. Kollarını doladı hemen ona. Başını göğsüne yaslarken gözlerini kapattığında yanaklarına yaşlar süzüldü.

Hasan ihtiyaçla kollarını bedenine sararken nerede ve kim olduğu umurunda değildi o an. Küçük bir çocuk gibi başını karısının omzuna yasladı. Derin bir nefes alıp verdi. Kokusunu içine çekti usulca. Tek dileği kızını da böyle doya doya koklamak ve ona sarılmaktı.

Geçen bir saat onlara bir ömür gibi gelirken telefonları hiç susmadı. Haberi duyan dostları, akrabaları durumu öğrenmek için arıyor bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını soruyorlardı. Evde çocuklarla kalan Fatma da on dakikaya bir arıyordu.

Nihayet doktor dışarı çıktığında karşısına dikildiler hemen. Genç erkek doktor bu hastaneye yeni atanmış olduğu için Hasan Ağa’yı tanımıyordu. “Ezgi Kayhan’ın yakınları siz misiniz?” diye sormuştu bu yüzden.

Hasan yanındaki Meryem’i de göstererek “Anasıyla babasıyız biz” diye yanıtladı doktoru.

“Kızumuz nasıldur doktor? Yaşiyir de mi ha?” Meryem çatallaşan sesiyle sabırsızca konuştuğunda kolunu tuttuğu Hasan’ın eli sıkılaştı.

“Kızınız yaşıyor ve şu an durumu iyi” diyen doktorla birlikte sesli bir nefes bıraktılar. Meryem gözyaşları içinde Hasan’ın koluna sarıldı.

“Çok şükür” Emel de ağlarken Mustafa’ya sarılmıştı.

“Kafasındaki yara bir hayli derindi. Yedi dikiş atıldı. MR sonuçları temiz çıktı. Yalnız çok kan kaybetmiş. Soğukta kaldığı için de geldiğinde bedeni şoktaydı. Tam vaktinde müdahale edilmiş yani aksi taktirde çok geç olabilirdi…” dedi genç doktor. Buruk bir tebessüm etti ardından. “Çok geçmiş olsun”

Hasan ve Meryem de farkındaydı bunun. Ya kuyuda su olmasaydı ve daha sert bir zemine düşseydi? Akıllarına türlü senaryolar geliyordu ve bir kere daha Allah’a şükrediyorlardı.

“Onu görebilir miyiz?” Hasan büyük bir istekle doktorun gözlerine bakarken Meryem de onu onaylayarak başını salladı.

Doktor gözlüğünü düzelttiğinde “Şimdi normal odaya alınacak, o zaman görebilirsiniz” diye konuştu. Ardından tekrar geçmiş olsun dileklerini ileterek yanlarından ayrıldı.

Hasan ve Meryem rahat bir nefes alırken birbirlerine sarıldılar. Mustafa ile Osman evdekileri ve diğer arayan akrabaları haberdar etmeye başlamışlardı.

Ezgi’yi normal odaya aldıklarında Meryem’in isteği üzerine Rasim; Yiğit, Oğuz ve Alperen’i de getirmişti hastaneye.

Hastaneye geldiklerinde üçü birden anneleri ve babalarına sarıldılar. Hasan özellikle Yiğit’i sıkı sıkı sardı. Her hücresine kadar pişmandı ona vurduğu için. İlk göz ağrıydı o.

Her bir evladının yeri ayrıydı onun için. Kıyamazdı hiçbirine. Ne olduysa kaybetmişti kendini. Eğilip vurduğu yanağından öptü oğlunun. Dışarıdan göründüğünün aksine ailesine bambaşka bir adamdı Hasan.

Yiğit şaşırsa da içten içe mutlu olmuştu. İçindeki suçluluk duygusu biraz olsun azalmıştı. Babasına sıkıca sarıldı tekrar.

Birkaç saat sonra Ezgi çığlıklar eşliğinde uyandığında herkes onu görmek için can atıyordu. Hemşirelerden biri sakinleştirici vererek onu yatıştırırken önce Meryem ve Hasan girdi yanına.

Meryem kızının kokusunu içine çekerek sarılmak istedi ama Ezgi yatakta gittikçe küçülerek ondan geriye kaçtı. Yüzünü onlardan saklarken onunla konuşma çabası da başarısız olmuştu. Onları görmüyor, duymuyor gibiydi.

Hasan şok içindeydi. Hiçbir şey yapamadı... öylece izledi. Ezgi hıçkırıklarla ağlayıp tekrar kriz geçirdiğinde hemşireler onları dışarı çıkardılar.

Doktor odaya girip tekrar dışarı çıktığında Meryem hala ağlamaya devam ediyordu. Hasan onu hiç bu kadar çok ağlarken görmemişti. Canı bir kez de bunun için yandı.

Doktorun yüzünde sıkıntılı bir ifade belirirken “Hasan Bey biliyorsunuz ki Ezgi yaşına göre çok büyük bir olay atlattı. Çok korkmuş ve hala çok korkuyor. Bu gibi durumlar çocuklarda ağır travmalara sebep olabiliyor. Psikolojik destek alması gerekecek. Siz de bu durumu çabuk atlatabilmesi için anlayışla yaklaşıp ona destek olmalısınız” diye açıklama yaptı.

Meryem acıyla gözlerini yumup arkasında kalan koltuğa bıraktı bedenini. Kızı ondan korkuyordu… Ona sarılamamıştı bile… bunun acısını nasıl tarif edebilirdi?

Hasan doktoru onayladığında suskundu. Tam kavuştuklarını sanırken kızı onları yanına yaklaştırmıyordu.

Orada kaldığı süre zarfında ne kadar yalnız ve korkmuş olduğunu düşündükçe nefesi kesiliyordu sanki. Canı daha ne kadar yanabilirdi bilmiyordu artık.

Ertesi gün Ezgi’nin yanına tek girdiğinde onu boş bakışlarla yatakta oturmuş karşısındaki duvarı izlerken bulmuştu. Tenine biraz renk gelmiş yarası alnının saç bitiminden şakağına doğru olduğu için öndeki saçlarını kesmişlerdi. Tombul yanakları daha öne çıkmıştı. Yüzüne bu kadar uzun izleme fırsatı bulmuşken ses çıkarmaya niyeti yoktu ancak gözleri birden ona dönünce yakalanmış oldu.

Bozuntuya vermedi ve bir daha hiç gülemeyecekmiş gibi hissettikten sonra ona gülümsedi. “Ezgi’m. Kızım”

Ezgi’nin gözleri dolarken o tanıdık bakışı gördü gözlerinde. Hasan’ı görmüştü… Gözyaşları yanaklarından süzülürken kollarını açtı ona doğru.

Hasan üzerindeki şaşkınlıktan kurtulup onu korkutmamak adına temkinli ama seri adımlarla yanına oturdu ve onu kollarının arasına aldı.

“Babam... Bir tanem. Burdayım Ezgi’m... Burdayım iki gözüm” Kollarını sıkılaştırıp onu göğsüne hapsetti iyice.

Başının üzerine öpücükler kondurdu. Kokusunu doya doya içine çekerken tekrar nefes aldığını hissetti. Kendini güvende hissetsin istiyordu. Onun yanındayken korkmamasını istiyordu.

Bu sarılmanın onu biraz olsun çözdüğünü düşünmüştü ancak öyle olmadı. Ezgi babası dışında kimseye yanaşmadı. Meryem yine de umutluydu. En azından babası yanındaydı. İçi daha rahattı.

Taburcu olduktan sonra psikolojik destek süreci başlamıştı. Bu hiç kolay olmadı. Hasan ile bile bir kere konuşmamıştı. Psikoloğa da ne yaklaştı ne de konuşmuştu. Bu yüzden bu durumu ertelemek zorunda kaldılar.

Eve geldiklerinde saçının ön kısmı kesildiği için diğer kısmını da kesmeleri gerekmişti. Bunu mecburen Hasan yapmıştı. İçli içli ağlamıştı Ezgi. Onun hıçkırıklarını dinlerken göğsünden bir şeyler kopuyor gibi hissetmişti Hasan. Elleri titremişti ama duramamıştı.

İşi bittikten sonra onu göğsünde sakinleştirirken “Bi daha kimsenin saçını kesmesine izin vermeyecem tamam mı iki gözüm, söz veriyom” diye konuşmuştu.

Ardından ondan da sözlü olmasa da bir baş sallamasıyla buna dair bir söz almıştı.

Odasından hiç çıkmıyordu Ezgi. Eski neşe saçan, yerinde duramayan cıvıl cıvıl kızı bir gecede yok olmuştu sanki. En zoru ise sesine hasret kalmalarıydı. Hasan yedirirse yemek yiyordu yoksa acıktığını söylemiyordu.

Geceleri daha zordu. Işıklar komple açık bir şekilde yatıyordu. Uykusu sürekli kabuslarla bölünüyor çığlıklar eşliğinde uyanıyordu. Kendi başına yatamıyordu. Babasını hep yanında istiyordu. Hasan bu yüzden hep onunlaydı.

Bir kere fenalaşmış herkesi çok korkutmuştu. Uyurken elektrikler kesilmiş ve odasını sadece ay ışığı aydınlatmaya başlamıştı. Kâbus görerek uyanıp etrafının karanlık olduğunu fark ettiğinde korkuyla bir çığlık atmış Hasan’ı da uyandırmıştı.

“Bi şey yok babacım, sakin ol” Hasan onu sakinleştirmeye çalışıyor ama Ezgi’nin durumu daha da kötüleşiyordu.

Seslerine ev halkı uyanırken Meryem koşarak Ezgi’nin odasının önüne gelmiş ve kapıyı açmıştı. Kızının ağlayarak çığlık attığını ve babasından kaçtığını görünce içine çöken korkuyla ne yapacağını bilemedi. Onların yanına adımladı hızla.

Hasan Ezgi’yi kollarından yakalarken kesik nefesler aldığını fark etti. Endişeyle atan kalp atışları kulaklarına tırmandı. “Ezgi... iki gözüm burdayım bak, korkma ha”

Ezgi’nin bilinci kapanıp kollarına bayıldığında Hasan aceleyle kızını kucağına aldı ve hızla hastanenin yolunu tuttu.

Psikiyatri doktoru onun kriz geçirdiğini söylemişti. Doktor, büyük bir korkuya kapıldığı için kalp krizi riskinin bile olduğundan bahsettiğinde Hasan ve Meryem’in yüzü kireç gibi olmuştu.

“Bunun bi çaresi yok mu? Hep boyle mi gidecek bu iş?” diye sormuştu zar zor Hasan.

Genç, kadın doktor dudaklarını birbirine bastırdı “Yaşı küçük olduğu için atlatması uzun sürebilir. Hiç geçmeyebilir de... Bunu zaman gösterecek Hasan Bey. Yazdığım ilaçları düzenli kullanıp düzenli muayene olursa hafifleyebilir. Sizin desteğiniz çok önemli bu konuda. Korkusunu tetikleyecek unsurlardan uzak tutulmasına çok dikkat etmelisiniz ve yanında olmalısınız”

Bu açıklama zihinlerine oturdu. Sindirmek çok zordu. Ancak doktorun söylediğini dikkate aldılar ve bir daha kriz geçirmemesi adına kızlarının üzerine titrediler.

Bir ay böyle geçerken Ezgi annesinin yaşlı gözlerle kapının ağzından onları izlemesine dayanamamış gibi bir gün Hasan ona yemek yedirirken yatağından inip ona doğru yürüdü. Yanına geldiğinde Meryem önüne diz çöktü beklentiyle.

Bir şey isteyeceğini ya da kapıyı kapatacağını düşünmüştü ancak Ezgi onun boynuna kollarını doladı birden. Meryem’in yüreğindeki solan çiçek tekrar yeşerdi sanki. Hasretle sarıldı kızına. Öpüp kokladı uzun uzun.

O günden sonra yavaş yavaş aşağı inmeye ve diğer aile üyelerinin kendisini görmesine izin verdi. Hasan onunla ilgilenmek için bütün işlerini evde halletmeye başlamıştı.

Herkes Hasan'daki değişimin farkındaydı. Daha sessizdi. Sanki bu konuda Ezgi’ye eşlik ediyor gibiydi. Günün çoğu zamanı onunla geçiyordu.

Kızının yavaşta olsa iyileşmesini görmek paha biçilemez bir rahatlık sunuyordu içine. Ah bir de konuşsa diye geçiriyordu içinden. Bu konuda gittikçe kaygılanıyorlardı.

“Ya bi daha hiç konuşmayisa?” diye konuşarak uyuyan kızının saçlarını okşadı Meryem. Sol gözünden bir damla yaş yuvarlandı yanağına.

Hasan’ın içine oturdu bu ihtimal. “Konuşacak elbet. Benim kızım o, güçlüdür. Sadece zamana ihtiyacı var” Uzanıp minik elini tuttu sonra.

Altı ay geçmişti. Meryem okula gideceği için derdini anlatabilsin diye ona işaret dili öğretme fikrini sundu. Canları acıyordu ama başka çareleri yoktu.

Ezgi aile dışında kimseye yanaşmadığından önce Hasan öğrendi işaret dilini. Ardından kızına kendisi öğretti. Bir süre de böyle devam ettiler.

Yiğitler Ezgi’yi oyun oynamaya bahçeye çıkarmaya çalıştılar ama bu pek işe yaramadı. Daha çok Melike ile evde oyuncaklarla ilgilendi. Onun bu durgun hali evdeki herkesi çok üzüyordu.

Alperen’i bile... Konuşuyor diye yanında saklanmasını istemediği kardeşi şimdi kimseyle konuşmuyordu. Ve o bundan kendisini suçluyordu.

Onun gibi o da dışarı çıkmıyor ve kimseyle gerekmedikçe konuşmuyordu. Okula başlamıştı ama diğer çocuklar gibi içinde hiçbir heyecan yoktu.

Bir yıl olmuştu. Hasan hala işine evden devam ediyordu çünkü Ezgi bir an olsun yanından ayrılmıyordu. Ezgi, sanki babası birkaç dakika yanından gitse tekrar o kuyuda kalacakmış gibi hissediyordu. Korku çok baskındı ve hiç geçmeyecek gibiydi. Üzerinden zaman geçmesine rağmen hala hava karardığında bile içini bir korku sarıyordu.

Bir gün o uyurken yaylada babasıyla oturan abisi Kadir aradı Hasan’ı. Babasının fenalaştığını ama onun hastaneye gitmemek için direndiğini söyledi. Hasan Ezgi için içi hiç rahat etmese de mecbur arabaya atlayıp yaylaya çıktı o akşam.

Çakır’ın kalbi sıkışmıştı birden. Geçtiğini ve hastaneye gitmeye gerek olmadığını söylese de Kadir’i buna pek ikna edememişti. Normalde bu kadar inatçı bir adam değildi ama konu kendi sağlığı olduğunda pek umursamıyordu bunu.

Kadir de Hasan’ı dinleyeceğini düşünerek onu çağırmıştı. Hasan gelince Kadir’e ona haber verdiği için kızdı ama iki oğluna daha fazla direnemedi. Hastaneye gidip muayene oldu. Ciddi bir şeyi yoktu. Yaylaya geri döndüklerinde sabah olmuştu.

Ezgi uyandığında babasını yanında göremeyince korktu. Meryem sabah namazını yeni bitirmişti. Uyandığında korkmasın diye gece onunla kalmıştı. Seccadesini bir kenara koyup yatakta yanına oturdu.

Ezgi’nin soru soran gözleri yüzünde dolaştı. ‘Babam nerede?’

Sesini duyamasa da gözlerinden anlıyordu onu artık Meryem ama sesini duymak istiyordu yine de.

"Dedin hastalanmiş kızum... Baban yanina gitti, gelecek ha, tamam mı?" diye konuştu Meryem. Uzanıp rahatlaması için kızının saçlarını okşadı. Ezgi ağlamaya başlayarak kafasını iki yana salladı. “Ağlama güzel kızum”

Meryem onu kollarının arasına almak istediğinde Ezgi geri çekilip kollarını kaldırdı “Babama götür beni anne”

Meryem onu sakinleştirmeye çalışsa da işe yaramadı. Hıçkırık krizine girmişti yine. Kriz geçireceğinden korkup onu götürmeye karar verdi. Rasim’e araba ayarlamasını söyledi ardından yayla soğuk olduğu için Ezgi’yi sıkı sıkı giydirdi. Ezgi bu sırada hala ağlamaya devam ediyordu.

Bir saat kadar sonra yaylaya geldiklerinde Hasan ve Kadir dışarıda konuşuyorlardı. Ezgi o kadar uzaklıktan ve sırtı dönük olmasına rağmen babasını hemen tanıdı ve annesini beklemeden arabadan indi.

Aralarında bir tepe vardı. Hasanlar henüz onları fark etmemişti. Ezgi onlara doğru koşmaya başladı. Meryem arkasından seslendi ama durmadı.

Ezgi babasına seslenmek istedi ona baksın diye. Kollarını kaldırıp konuşmak istedi ama babasının arkası dönüktü onu göremezdi... Bu canını acıttı. Gözyaşları hızlandı.

“Baba!”

Hasan’ın kaşları şaşkınlıkla çatılırken duyduğu sese inanamadı. Onun sesine duyduğu hasretten kafayı yediğini düşündü bir an. Kendi kafasında duyduğunu sandı.

“Baba!” Ezgi şimdi nefes nefese düzlüğe çıkmış onlara yaklaşmıştı.

Meryem ona yetişmeye çalışırken onun sesini duyduğu an adımları duraksadı. Sevinç gözyaşları yanaklarını ıslattı bu defa.

Hasan arkasına dönüp Ezgi’yi gördüğünde kafasında kurmadığını anladı. Kızı gerçekten ona sesleniyordu. Gözlerinin dolduğunu hissederken hiç beklemeden ona doğru koştu o da.

Babasının yüzünü ona dönmesiyle gülümseyen Ezgi yerinde durup kollarını açarak onu bekledi. Hasan onu kollarının arasına aldığında Ezgi göğsüne sokuldu hemen.

Artık güvendeydi. Babası buradaydı.

“Sesine kurban olurum senin” Hasan saçlarına öpücüler kondururken kokusunu içine çekti.

Sadece birkaç saat ayrı kalmışlardı ama öyle özlemişti ki onu, eve dönmek için can atmıştı.

“Ditme, biy daha ditme ne oluy” dedi Ezgi boğuk çıkan sesiyle.

Hasan’ın gözlerinden yaşlar akarken diğer eliyle yüzünü kendisine çevirdi. Kızının yanaklarını kurulurken kızarmış gözlerine ve burnuna baktı. “Gitmem, iki gözüm söz”

Meryem de yanlarına gelirken kocaman gülümseyerek baktı ikisine. Hasan’ın gözleri onun yeşil hareleriyle kesiştiğinde aynı duygular içinde olduklarını gördü.

Diğer kolunu da açarak onu da yanlarına çağırdı. Meryem büyük bir istekle kocasının açtığı kolunun arasına girdi.

Ezgi babasının göğsüne başını yasladı tekrar ve ıslak kirpiklerinin altından annesine baktı. Meryem ona gülümseyip eğildi ve yanağından öptü. “Şükürler olsun”

Ezgi onların konuştuğu için ne kadar mutlu olduklarını fark etti. Onu gerçekten duymuşlardı… Artık korkmasına gerek yoktu.

Gülümsedi ve annesine bakarken dudaklarını araladı “Anne”

“Annem… Canumun içi” diye karşılık aldı Meryem’den.

Küçük elini uzatıp annesinin yanaklarından süzülen yaşları sildi. “Ağlama” dudakları büzüldü. Onun ağlaması hiç hoşuna gitmiyordu.

Meryem elini tutup avuç içlerinden öptü. Diğer eliyle de onun başlattığı işi tamamlayıp gözyaşlarını sildi.

Hasan karısının belindeki elini sıkılaştırırken eğilip şakağına bir buse kondurdu. Meryem onun gücüydü. O güçlüyse kendisi de güç buluyordu. Rabbine bir kez daha şükretti.

Bu tabloya uzaktan şahitlik eden Kadir’in dudaklarında buruk bir tebessüm oluştu. Sevgi ne yüce bir duygu diye düşündü. İyileştiremeyeceği bir yara yoktu.

 

 

 

 

 

 

 

 

BÖLÜM SONU

 

Bölümü hakkında düşünceleriniz neler?

İlerleyen bölümler hakkındaki sorularınızı buraya alabilirim?

Virat ne işler karıştırıyor dersiniz?

Ranvir ve imaları desem? :)

Geçmişteki olayı tahmin etmiş miydiniz?

Gelecek bölüm Barun'un ağzından başlayacağız benden söylemesi:) Yeni bölümde görüşmek üzere, sağlıcakla kalın.

 

Sevgilerimle...

 

 

Bölüm : 09.03.2025 20:59 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...