
Selamlar canlarım!
Önceki bölüme gelen güzel yorumlarınız öyle mutlu etti ki beni çok teşekkür ediyorum tekrardan. Nasıl deşarj oldum anlatamam. Bazılarını açıp tekrar tekrar okuyarak sırıttığımı söylesem ne diyebilirsiniz ki... Her zaman söylüyorum düşünceleriniz benim için çok kıymetli bu yüzden yazmaktan çekinmeyin.
23 Ekim de kitabımızın birinci yılını doldurduk. Bu yolda benimle olup onları böyle sahiplendiğiniz için de ayrı teşekkür etmek istiyorum. Siz şimdi Barun gibi ne çok teşekkür ediyorsun diye huysuzlanmadan sizi hemen bölümle baş başa bırakayım.
Bölüm şarkımızı kesinlikle dinlemenizi tavsiye ederim bu arada.
Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın, keyifli okumalar dilerim:)
16. BÖLÜM
YAŞAMA DEĞER KAT'ANLAR
Bir yârim olsun isterdim gözleri yeşil
Bir yârim olsun isterdim gül yüzü gülen
(Satvari ölmeden önce bakımevine gittikleri gün)
Barun’un içindeki suçluluk duygusu öyle yoğundu ki Satvari’nin yüzüne bakacak cesareti yoktu. En azından Virat’ı içeri tıkana kadar yanına gitmeyi düşünmezken Satvari’nin onu çağırmasını hiç beklemiyordu.
Satvari onu karşısında görünce gözlerinin dolmasını engelleyemedi. Barun’un kendini suçladığı için yüzüne bakamadığının da farkındadır. Eliyle yatakta yanına vurdu ve onu oturması için teşvik etti.
Barun yutkunurken isteğini yerine getirip yanına oturdu. Satvari başını kaldırması için bu defa uzanarak sol elini tutar.
Barun bu sakinliğinin aksine ona bağırmasını beklediği için içten şaşırmıştı. Omuzları düşerken yüzüne kısa bir bakış attı.
“Özür dilerim… İkinize de… söz vermiştim” diye konuştuğunda sesi boğuk çıkmıştı Barun’un. Satvari’nin yüreği sızlarken sol gözünden bir damla yaş aktı. Elini geri çekerken göğsüne yasladı. “Beni bir daha görmek istemezsen anlarım ama izin ver burada kalmanı ve tedavinin devam etmesini sağlayayım. Bunu Nisha’ya borçluyum, lütfen”
“Kafanı kaldır” dedi Satvari ağlayan sesiyle. Barun isteğini gerçekleştirdiğinde onun yaşlarla dolu gözleriyle göz göze geldi. Nisha’ya tıpatıp benzeyen gözleriyle… Bu kalbindeki ince bir sızıya sebep oldu. Satvari titreyen dudaklarını araladı tekrar. “Bu olanlardan dolayı suçlayacağım en son insan bile değilsin sen Barun Khan. En az Nisha’m kadar sende masumsun… Ben elinden gelen her şeyi yaptığına eminim. Bu yüzden… böyle konuşma”
İçindeki pişmanlık ateşini Satvari’nin söyledikleri bile biraz olsun söndürememişti. Sevdiği her şeyi bu pişmanlığı duyarak kaybetmişti. En büyük suçlu kendisiydi bu yüzden. Dokunduğu her çiçeği kendi bataklığına çekmiş ve soldurmuştu.
Satvari’nin pişmanlığı ise hayatını cehenneme çeviren o adam ile tanıştığı güneydi. Henüz reşit bile değildi onunla tanıştığında. Evlenmeden hamile kalmış ve ailesi ona sırtını dönmüştü. O zamanlar bir pişmanlık duymamıştı bunun için ama görebilseydi o adamın gerçek yüzünü hiç düşünmeden ailesine kendini affettirmenin bir yolunu bulurdu.
Öyle olsa belki ölen iki yavrusu da hayata gelmezdi… Onlara güzel bir hayat sunamadıktan sonra acı da olsa hiç hayata gelmemelerini yeğlerdi.
Satvari’nin bakışları odada yeni fark ettiği kadına döndü. Ezgi’nin dolu gözleriyle kesişti gözleri ilk. Ardından kısa bir süzdü onu. Geleneksel kıyafetler içerisinde değildi. Uzun açık kestane rengi saçları ve yorgun yüzünde parlayan ela gözleri vardı. Onu daha önce görmediğine emindi.
Barun onun bakışlarını takip etmeden Ezgi’ye baktığını anlamıştı. “Geeta, misafirim. Aynı zamanda Nisha’nın ilk arkadaşı…” diye konuştu. İlk ve son arkadaşı…
Satvari’nin gözyaşları tekrar yanaklarına süzülmeye başladı. Aksine dudaklarında derin bir tebessüm vardı. Kızının arkadaşı olmayı başarabildiyse onun için özel biri olmalı diye düşündü. Artık kendisi için de öyleydi.
Barun Ezgi’ye dönmese de onun da aynı durumda olduğunu biliyordu. Onun gelmesini kendisi istemişti. Odaya girmekten vazgeçip geri dönmeye kalkarsa ona engel olsun diye… Ezgi belki de farkında olmadan çok daha fazlasını yapmıştı onun için. Onu anladığını gösteren bakışları hatta sesi bile ona cesaret vermişti.
Satvari bakışlarını Barun’a çevirdiğinde yorgun bir iç geçirdi. “Hastalığımdan dolayı ölüp gidersem Nisha’nın o adamın eline kalacağından hep çok korkmuştum…Geceleri uyku girmiyordu gözüme… çünkü elimden hiçbir şey gelmiyordu. Kendi yavrusunu koruyamamak bir anne için ne kadar acizce bir durum anlayamazsın…”
“Nisha’m küçük yaşına rağmen göğüslediklerinin yanında umudumuzu yine o buldu: Seni buldu” diye devam etti Satvari, sesi titriyor gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Uzanıp Barun’un elini tuttu tekrar. Yüzüne bakmasını istemişti ve isteğini almıştı. “Sen bir annenin korkularını çekip aldın, ona umut oldun. Bir anne olarak kızımı hiç mutlu edememişken sen onun yüzünde güller açtırdın. Ona bir çocuk olduğunu…hatırlattın. Sana ne kadar teşekkür etsem az bu yüzden”
Barun duydukları karşısında ezilirken kafasını iki yana salladı. Devam etmesini istemiyordu. Ona dair her şey yüreğine acıyla yüklenen bir ağırlıktı sanki.
“Buraya geldiğimden beri hiç dilinden düşmüyordun. Ona ben iyileştikten sonra bir evimiz olacağını söylemişsin… Senin de bizimle kalmanın mümkün olup olmadığını merak ediyordu. Utanmış soramamış… sana. O seni çok seviyordu Barun…”
Barun ağzını açıp onun da onu çok sevdiğini söylemek istedi ama boğazı düğüm düğüm olmuştu. Onu çok özlemişti… Gözlerinin içi yandığında bakışlarını kaçırdı.
“Onun hatırı için Barun…Virat’ın peşini bırak” diye devam etti Satvari. Barun bakışlarını anında ona çevirirken omuzları dikleşti. Satvari elinin üzerini okşadı. “Haberlerde gördüm her şeyi. Bizim için yeterince başını derde soktun. Bırak kendi cehenneminde boğulsun”
“O yaptı. Nisha’yı o aldı bizden…” Barun’un içi sıkıntıyla doldu. Gerçeği onun da bilmeye hakkı olduğunu düşündü. “Bunu bilerek nasıl görmezden gelmemi istersin?”
Satvari’nin gözleri şokla büyürken kafasını iki yana salladı. “Yapmış olamaz, hayır” Halbuki içten içe onun doğru söylediğinden emindi.
Barun’un boynu hafifçe sola bükülürken “Yaptı. Hastanede kendisi söyledi… Onu ait olduğu yere göndermek için kanıt arıyorum. Onu bizden almanın bedelini misliyle ödeteceğim ona” diye konuşurken sesinin sertleşmesine engel olamadı.
Satvari’nin birkaç gündür göğsünü yoklayan ağrı peydah oldu tekrar. Ağlaması şiddetlenirken Ezgi bu haline dayanamayıp yatağının yanına yaklaştı. Komidinin üzerindeki sürahiden bir su doldurup ona uzattı. Satvari ona teşekkür edercesine bakmaya çalıştı.
Suyunu yudumlarken Ezgi ile Barun’un arasında geçen bakışmaya şahit oldu. Barun’un yüzündeki yumuşamayı ve gözlerinden silinen gerginliği apaçık gördüğünde bu kadının sadece bir misafir olmadığını düşündü. Nisha gibi onun içinde özel biriydi.
Ezgi yerine geçtiğinde Satvari de Barun’a döndü. Onu vazgeçirmeliydi. “O düşündüğünden de tehlikeli bir adam… Silah taşıyan arkadaşları var”
Barun’un kaşları çatılırken Satvari’nin bir şeyler bildiğini düşünerek ona biraz daha yaklaştı “Birine çalışıyor olabilir mi? Sen duydun mu bir şey?” diye sordu, şüphelerini dile getirerek.
“Bilmiyorum. Sadece birkaç kez o adamları gördüm”
“Nasıl adamlardı, kel mi? Hatırlıyor musun?”
Satvari o güne gitti zihninde. Evdeki yatağı pencereye çok uzak değildi. Evin önüne gelen birilerini fark ettiğinde zorla uzanıp perdeyi aralamış ve kim olduklarına bakmıştı. Onları tanımıyordu.
“Hayır, kel değillerdi. Takım elbiseli iri yarı adamlardı. Bellerinde silah vardı” dedi yerinde titrerken.
Barun’un diğer eli yumruk olurken “Virat hakkında senin dikkatini çeken başka bir şey olmadı mı?” diye konuştu.
Satvari kısa bir süre düşündü. “Ben değil ama bir komşum evin arka tarafındaki kilere girip saatlerce çıkmadığına şahit olmuş. Orada ne yapıyor kocan diye sormuştu bana da?”
Barun’un kaşları düşünceli bir şekilde çatılırken “Hangi komşun bu?” diye sordu.
“Saba. Karşıdaki pembe kapılı evde oturuyor” dedi Satvari burnunu çekerken. Bu bilgilerin onu geri adım attırmak yerine daha da hırslandırdığını görmek göğsündeki ağrıyı şiddetlendirdi ve bu yüzden uzun zamandır aklını kurcalayan kötü düşünceleri dile getirmedi. Kızı ondan bir şey saklamıştı. Eline asıldı yine. “Kendi kızına bunu yapan sana acımaz Barun… Lütfen ondan uzak dur. Tanrı onun cezasını verecektir”
Barun diğer elini onun elinin üzerine koyup sıktı. “Benim için endişelenme. O, bu dünyada da yaşattıklarının bedelini ödeyecek. Bunu sağlamak için elimden geleni yapacağım”
Satvari’nin nefesi sıklaşırken boştaki eli göğsüne gitti. Kafasını iki yana sallarken “Yapma. Nisha’m da bunu istemezdi” diye konuştu gözyaşlarının arasından.
Barun duraksarken bir şey söyleyemedi. Bu sözleri elini kolunu bağlamış gibi hissettirdi. Satvari’nin durumu kötüleşirken Barun koridora çıkıp hemşirelere seslendi.
Ezgi de yatağa yaklaşıp Satvari’nin geri yaslanmasını sağlamıştı. Ardından nefes alamadığını düşündüğü için elbisesinin yakasındaki düğmelerini açtı. Satvari Ezgi’nin sıcak elini yanağında hissettiğinde yaşlı gözleri onun yüzüne döndü.
Onun da şimdi yeşile çalan gözlerinden yaşlar aktığını gördü. Onun için de Barun’un değerli olduğunu düşünmek istedi. Eğer o isterse Barun’u engelleyebilirdi. Onu Virat’tan koruyabilirdi. “İzin verme…Onun elini bırakma” diye konuştu zorlaşan nefesinin arasından.
Artık tanrıdan tek dileği ise kızı ve kendisini kollaması için gönderdiği bu adamın yoluna taş değmemesi ve geri kalan ömründe huzur içinde yaşamasıydı.
*******
ASAF BARUN KHAN
Sabah Ranvir bizi kahvaltıya çağırdıktan sonra Ezgi’ye birtakım işlerim olduğundan hazırlanmak için acele etmemesini söylemiştim. O gittikten sonra biriken maillerimi kontrol etmiş Almanya’da düzenlenecek fuar için ekibimle iletişime geçerek onlara fuara katılamayacağımı bildirmiştim. Bir süre şehir dışına bile çıkmayı düşünmüyordum.
Ardından her sabah yapmaya çalıştığım gibi dedemin yanına inmiştim. Ona dün gece aldığımız güzel haberi verdim. Ezgi adına o da mutlu olmuştu. Aslında en az babaannem kadar bu oyun için tedirgindi ama onun kadar belli etmiyordu. Yine de artık tedirginliği ağır basmış olacak ki geri dönüşünü en kısa sürede ailesi ile konuşmamı istemişti benden.
İç geçirirken bakışlarım akıp giden yoldaydı. Herkes gibi bende bir yol seçmiştim. Yaşamak artık benim için sadece bir işe yaramaktan ibaretti. İşe yaradığımı hissediyorsam yaşıyorum demekti. Bu yolun çamurundan dikeninden ilerlemek zor olsa da yaşamak için başka bir yolum olduğuna inanmıyordum.
Ne zaman bunun tersine inansam, sıradan bir yaşam umut etsem bir şekilde hep her şeyi elime yüzüme bulaştırmıştım. Bedellerini ağır ödemiştim… ödüyordum. Sanırım anneme katılmadığım tek konu buydu. Umut insanı her zaman diri tutmuyordu, öldürüyordu da…
Onun gözleri düştü zihnime birden.
Bugün güneşte ela olduklarına karar verdiğim gözler…
Onun sesli gülüşünün yaydığı ışıkla tüm boğulduğum karanlık düşünceler yok olmuştu sanki. Belki de en normal, en canlı sabahı geçirmiştim bugün ama küçük bir mutluluğu bile hak etmediğim gerçeği çok geçmeden yüzüme vurulmuş ve şimdi de kendi ait olduğum karanlığıma çekiliyordum. Oysa orada kalmak isterdim.
“Barun” diye seslenen Ranvir’in sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. Şoför koltuğunda yerini almış önünde ilerleyen koruma aracını takip ediyordu. “Ne düşünüyorsun?”
“Çok şey”
“Bence Geeta’nın seni nasıl koruduğunu düşünmelisin?” diye konuştu keyiflenen sesiyle. Bunu gerginliğimizi biraz atmak için yaptığını biliyordum.
Evden çıkmadan olanlar geldi aklıma. Ezgi’ye bir sorun olursa bana Neha’nın telefonundan ulaşabileceğini söylemiştim.
Neha ise Ranvir’in eşi olduğunu kanıtlayarak ‘Merak etme, emanetine çok iyi göz kulak olurum’ diyerek bana laf çarpmıştı.
Neyse ki Hintçe konuşmuş Ezgi anlamamıştı. Buna rağmen Kunvar Çiftinin üzerime gelmesine dayanamamış benim yanımda durmuştu.
“Galiba gerçekten düşünüyorsun?” diyen Ranvir’i takmadım.
Ranvir’in onu ilk gün söyledikleriyle vurup utandırmasıyla yüzünün kızarmasını hatırladım. Saklamaya çalışmıştı ama bu onu daha… tatlı yapıyordu.
Sabah odamdaki karşılaşmamız geldi aklıma böylelikle. Oldukça yakınımda olan yüzü ve teninin sıcaklığı… Daha fena kızarmıştı teni ve bunu saklamaya çalışırken ki girdiği haller takdire şayandı. Dudağımın kenarının kıvrılmasına mâni olamadım.
“Sen gülümsüyor musun bir de? Hoşuna gitti tabii” dedi Ranvir eğlenen sesiyle. Dudaklarım çizgi haline döndü hemen. “Sen var ya çok fena bir şey olacaksın. Bana hanımcı diyordun, sen beni de geçeceksin bu gidişle bak gör”
“Kes şunu” dedim homurdanarak.
“Yalan mı kardeşim? Bana daha dün kızıyordun ama kıza dosya hakkında her şeyi bülbül gibi şakımışsın, hayırdır?”
Kaşlarım çatıldı iyice. Khushi ile yaptığı yapboza bakıp döndükten sonra onları konuşurken görmüştüm “Geeta ne söyledi sana?”
“Mafya olduklarını bile biliyordu! Ben daha Neha’ya söyleyemedim bunu” dedi isyanla. Göz devirdim.
“Ne var bunda?”
Bana inanamaz bir şekilde kısa bir bakış attı. “Ne demek ne var? Bizim için endişelenebilecekleri hiç aklına gelmedi mi?”
Kaşlarım eski haline dönerken bunu hiç düşünmediğimi fark ettim. Neha’yı anlıyordum ama o neden bizim için endişelensin ki?
“Anlaşılan gelmemiş. Doğal olarak kız da korkmuş. Amir Prabal ile iş birliği yapmak için seni ikna edip edemeyeceğimi sordu bana da”
Şaşırdım. Terasta yaptığımız konuşma geldi aklıma. Babamı araya sokmamı istemesin de bunun da etkisi olabilir miydi? Ben öfkemden bunu görmemiş gereksiz çıkışmıştım ona oysa.
“Sen ne söyledin?” diye sordum.
İç çekti. “Bunun mümkün olmadığını elbette. Ancak endişe etmemesi için bu durumu halledeceğimizi söyledim”
“Neha’ya niye böyle söyleyip içini rahatlatmadın o halde?”
“Sence Neha bu sözlere inanır mı artık? Geeta daha önce nelerle uğraştığımızı bilmiyor. Bilse emin ol o da inanmazdı” diye konuştu sıkıntıyla. Ardından kaşlarının havalandığını gördüm “Yoksa onlardan da bahsettin mi ona? Belki de inanmış gibi yaptı bana?”
“Hayır. Bunu neden yapayım? Sadece… amacımı biliyor”
Ranvir’in şaşkınlığının kat kat arttığını hissetmemek mümkün değildi. “Bize bile ağzını zor açan adam iki günlük kadına bu kadar şeyi nasıl anlattı çok merak ediyorum doğrusu?”
Bilmiyordum… İçimi görecekmiş gibi bakan gözleri yüzünden mi yoksa sırtımı sıvazlayan sesinden mi? Gerçekten nasıl olmuştu bu?
“Bilmiyorum”
“Geeta’ya helal olsun o halde. Favori insan sıralamam da bir numaraya aday şu an” diye konuştu.
Kaşlarım hafifçe çatılırken ona baktım. Ranvir o listeye kimseyi kolay kolay almazdı ve şu an Ezgi’nin bir numara için aday olduğunu söylüyordu?
Çevremdeki küçük büyük herkesi kendine hayran bırakmayı nasıl başarıyordu?
Ben bir şey söylemeyince o tekrar konuşmuştu “O değil de Barun, sen teşhis edebilecek misin adamı? Ya Geeta’nın onayı gerekirse ne yapacağız?”
Başkomiser Subraj arayıp verdiğimiz şoför profiline benzeyen bir ceset bulduklarını söylemiş ve teşhis için olay yerine beni çağırmıştı. Bu haberi beklediğimden çok şaşırmamıştım. Yalnızca bu kadar çabuk bulunmasını beklemiyordum. Karşımızda belki de büyük bir mafya çetesi vardı ve ortadan kaldırmaya çalıştıkları ilk kişi bizim aradığımız şoför olmamalıydı. Nasıl böyle bir hata yapıp yakalanmış olabilirlerdi inanmak güçtü.
“Çizilen resim aslına çok yakın olmuş. Görür görmez Geeta onu görmüş gibi irkilmişti. Bu yüzden öyle bir sorun yaşayacağımızı sanmıyorum. Dua edelim ki onu öldürenler saklamada hata yaptıkları gibi başka bir iz daha bırakmış olsunlar” dedim. Pek umudum yoktu ama yine de polise karşı somut bir delilim olmasını istiyordum artık.
Ranvir yalnızca derin bir iç geçirdi. Navigasyondaki ses geldiğimizi söylemeden gördüğümüz polis arabaları ve olay yeri inceleme arabasıyla olay yerine geldiğimizi anladık.
Şehirden uzakta kalan bir ormandı burası. Ceset saklamak için makul bir yer… Üstelik Büyük Mabede çok da uzak değildi. Bunlar bile aradığımız adam olmasını destekler nitelikteydi.
Ranvir arabayı park ettikten sonra omuzlarımı dikleştirip arabadan indim. Arkamızdaki araçtan inen korumalara burada kalmalarını işaret ettim. Bir polis memuru yanıma geldiğinde bana eşlik edeceğini söyledi. Bir adım gerimden gelen Ranvir ve Nityam ile polis memurunu takip ettim.
Ormanın oldukça içine ilerlediğimizde neden bize polis memurunun eşlik ettiğini daha iyi anladım. Olay yerine geldiğimizde ilk gözüme çarpan kişi Savcı Samir olmuştu. Bordo renginde takım elbisesinin içinde karşısındaki Subraj ile konuşuyordu. Prabal yoktu, bu da işime gelmişti.
Bizi fark ettiklerinde konuşmalarını bitirerek bize dönmüşlerdi. Samir kaymakamlıktaki görüşmemize nazaran bugün gergin değil daha sakin görünüyordu. Eğer Satvari Hanım’ın verdiği bilgileri söyleyeceksem ilk olarak ona güvenmem gerekiyordu. Onun da Prabal gibi peşinde olduğum adamlar tarafından satın alınmadığından emin olmalıydım.
“Merhaba, Barun Bey” diyerek elini uzatan Samir’di. Dudaklarında resmiyet içeren hafif bir tebessüm vardı. Başımı sallarken eline karşılık verdim.
Aynı şekilde Subraj ile de el sıkıştık. Açık kahverengindeki üniforması içindeydi. Yüzünde her zamanki soğukkanlı ifadesi vardı.
Ranvir ve Nityam iki adım gerimde kalmışlardı. Olay yeri inceleme ekipleri hala etrafta çalışırken teşhis edeceğim ceset ise beş adım ilerimde üzeri örtülmüş bir şekilde yatıyordu.
“Ben temizlendikten sonra teşhis etmek istersiniz diye düşünmüştüm ama siz başkomisere olay yerinde bakmak istediğinizi söylemişsiniz” diye konuştu Samir. Cesede baktığımı görmüş olmalıydı. Dikkatli bakışları yüzümde gezinirken bir korku emaresi arıyor gibiydi. “Bundan emin misiniz? Ceset pek iyi bir durumda değil”
İlk defa ceset görüyor değildim. “Eminim, sorun yok” dedim bu yüzden direkt.
“Pekâlâ” diyerek eliyle o tarafı gösterdi.
Yerde yatan bedenin yanına doğru ilerledik. “Kim bulmuş cesedi?” diye sordum. Cesede yaklaştıkça burnuma gelen yoğun koku arttı. Kan ve çürümüş et kokusu.
“Ormanda avlanan bir adamın köpeği bulmuş efendim. Ceset ihbarı üzerine gelmiştik biz de” dedi Subraj. Cesedin yanında durduğumuzda devam etti. “Üzerinden kimlik çıkmadı ancak aradığımız yaş aralığında ve cesedin iki üç günlük olduğundan şüphelendiğimizden sizin de bir teşhis etmenizi istedik”
İki üç gün mü? Yani kaza günü mü öldürülmüştü?
Ciğerlerim öfkeyle doldu. Görmeme bile gerek yoktu. O olduğunu biliyordum. Belki de Prabal şu an onlara cesedi bulduğumuzu söylüyordu. “Nasıl öldürülmüş?”
Beni yanıtlayan yine Subraj’dı. “Boğularak”
“Parmak izi?”
“Yok, efendim. Bu cinayeti işleyenlerin yakalanmak istemediği bariz. Maktulün bedeninde darp izleri de mevcut ama yine yapanlara dair hiçbir bir iz yok. Temas edilmemiş, sert bir cisim kullanıldığını düşünüyoruz”
Öfkeyle bir soluk bırakırken etrafıma baktım. “Göze batan bir ayak izi de mi yok?”
Subraj hala kanıt toplayan ekibine bakarken “Araştırmalar hala devam ediyor ama takdir edersiniz ki onlarca ayak izi var, hangisinin katile ya da katillere ait olduğunu ispat etmek çok zor” diye konuştu sıkıntılı bir sesle.
“Ormana gelen tüm yollarda bulunan kameralardan son üç gün araştırılsın. Mutlaka bir hata yapmış olmalılar” dedi Samir de. Kameralardan bir şey çıkar mıydı emin değildim ama cesetten başka bir ipucu çıkmayacağı kesindi.
Subraj onun emrini yanındaki bir memura ilettikten sonra cesedin yanına çöktü. “Tüm kıyafetleri çıkarılmış ve bu beyaz çarşafa sarıp gömmüşler”
Sanki yakmak istemişler de sonra vazgeçmişler gibi…
“Siz Müslümanlarda böyle gömüyordunuz ölülerinizi değil mi Barun Bey?” diye konuşan Samir’e döndü bakışlarım. Onun bakışları önümüzdeki cesetteyken elleri pantolonunun cebindeydi.
“Evet”
Benden mi şüpheleniyordu bu adam?
“Belki de aradığımız katil ya da katiller Müslümandır o halde?”
Kaşlarım çatıldı hafifçe “Ne demek istiyorsunuz?”
“Ah, yanlış anlamayın lütfen Barun Bey. Bir devlet adamını suçlayacak kadar aklımı yitirmedim merak etmeyin” diyerek kafasını iki yana salladı ihtiyatla. Duruşundaki o emin tavır sözlerine samimilik katıyor onun hakkındaki çelişkilerimi çoğaltıyordu. “Bahsettiğim şey cinayet dosyalarındaki her bir bilginin büyük resmin bir parçası olduğu”
Bu bilginin bile bizi katile götürebileceğini söylemek istediğini anlamıştım. Ancak benim düşündüğüm insanları bu bilgiyle yakalamak çok zordu.
Bu sırada Subraj maktulün üzerindeki örtüyü göğsüne kadar çekti. Kan kokusu yoğunlaştı. Dikkatimi tamamen cesede verdim. Aklımın bir köşesine çizilen robot resmi getirirken yerdeki adamın yüzüne baktım. Bir gözü morarmış hatta çürümüştü. Ağzından akan kanlar ise çenesine doğru yol almış kurumuştu.
Yakından bakmak için Subraj gibi yanına çömeldim bende. Teni resimdeki adam gibi beyazdı. Yüz şekli ise aynıydı. Gözleri de çekikti. Acaba gözlüğü neredeydi? Kısa saçları siyahtı ama Ezgi o gün başında şapka olduğundan saçlarını görmemişti.
“Bu aradığımız adam” dedim soğuk sesimle.
Şu an önümde Nisha’yı bizden alan adam yatıyordu... Nisha’nın yerde yatan kanlar içindeki bedeni geldi gözümün önüne. Ezgi’nin hıçkırık sesleri ve Akash’ın onun kanına bulanan elleri…
Ve sürekli başa sararak yüreğime işkence eden o an. Gülümseyerek bana el sallayan Nisha…
Yutkundum. Yüzünü zihnime kazımak istercesine bakışlarımı adamın üzerinde gezdirdim. İçimde kabaran öfkemle yumruğumu sıktım. Onun boynuna asılan ben olmalı yaptığı bu caniliğin hesabını sormalıydım. Bu kadar kolay ölmemeliydi.
Sakin olmak adına derin bir nefes alıp verdim. Ona yapamamış olsam bile bu işte parmağı olan herkesin acı çekmesini sağlayacaktım.
Yüzümdeki ifadeyi bozmadan yerimde ayaklandım. Buradan bir an önce gitmek istiyordum.
“Emin misiniz Barun Bey?” diye konuşan Samir’e baktım. Aradığımız adam olması canını sıkmış görünüyordu.
“Eminim” dedim onun bu halini aldırmadan. Ardından Subraj’a baktım “Yanında gözlük ya da şapka bulundu mu?”
Subraj da cesedin yüzünü kapatıp ayaklanırken “Şapka ve kıyafetlere dair biz iz yok ancak gözlük camına benzeyen cam parçaları bulundu. İncelenecek, efendim” diye açıkladı. Kalın kaşları çatılmış düşünceli gözüküyordu.
Virat’ın nasıl bir adam olduğuna az çok şahit olduğu için ona şüphelerimden ilk bahsettiğimde savcı kadar karşı çıkmamış ama inandığına dair de bir şey yapmamıştı. Şimdi şoförün öldürülmesi ise kafasında benim sözlerimi haklı çıkaran bir durum sağlamış olmalıydı.
Bu sırada Subraj’ın yanına olay yeri inceleme ekibinden bir memur geldi. Eldivenli elleriyle buruşmuş ve toprağa bulanmış bir kâğıt parçasını ona uzattı. “Başkomiserim bunu yakınlarda toprağın altında bulduk. Bir fotoğraf”
Kaşlarım merakla çatılırken Subraj eline eldiven giymiş ve kâğıdı almıştı. Savcı ve benim önümüze gelirken buruşmuş kâğıdı araladı iyice.
Fotoğrafta ne gördüyse yüzündeki ifade dağıldı ve bakışlarını bana kaldırdı. Kaşlarım iyice çatılırken “Ne oldu?” diye sordum.
“Efendim, bu vefat eden Nisha Shankar”
“Ne?” diye şaşkınlıkla soluyan Samir’di. Eldiven istedi hemen diğer memurdan.
Subraj bana da bir eldiven uzatırken bakışlarım hala o kağıttaydı. İçimdeki boşlukta fırtınalar koptu denizler taştı ama ben öylece durdum. Boğuldum.
Samir fotoğrafa baktıktan sonra “Bu nasıl olur?” diyerek sıkıntıyla yüzünü sıvazladı.
Subraj kâğıdı alıp bana uzattı. Yer yer toprak lekesi olmuştu kağıt. Buruşukluğunu düzelttim iyice. Bu gerçekten oydu: Nisha… Yüzü netti ama habersiz çekilmişti. O günkü kıyafetleri vardı üzerinde. Mabedin duvarının önündeydi. Bilezik kasası ise yanında…
Bakışlarım yerdeki adama kaydı. Bu fotoğrafı ona vermişlerdi… Kurbanı tanıması için.
Dişlerimi sıktığımda gözlerimin içi yandı. Parmaklarımla zonklamaya başlayan alnımı ovuşturdum “Bu fotoğrafı… istiyorum”
“Önce incelenmesi gerek Kaymakam Bey, ayrıca kanıt olarak dosyada bulunması gerekiyor”
Dik bakışlarım Subraj’a döndü “O halde dosya için kopyasını çıkar” dedim katılaşan sesimle.
Bu fotoğrafı zihinlerine kazıyarak hesap soracaktım onlara. Tek tek.
Sana söz veriyorum Nisha… Hiçbiri sana yaşatılanların acısını çekmeden ölmeyecek.
Subraj başını eğmekle yetindi. Bakışlarım son kez fotoğrafa döndüğünde sanki yarısının yırtılmış gibi olduğunu fark ettim. Nisha’nın baktığı yöne doğru olan yer biri tarafından yırtılmış gibiydi…
“Ne oldu Kaymakam Bey? Bir şey mi gördünüz?” diyen Subraj’a baktım.
“Başka bir kâğıt parçası olması lazım. Bu fotoğraf yırtılmış” sanki görebilecekmişim gibi etrafta gezdirdim bakışlarımı.
Samir fotoğrafı alıp tekrar baktı. “Bunun bir anlamı yok ki. Amaçları belli. Katile kurbanı tanıması için verilmiş. Diğer yarısının ne önemi var?”
Belki de haklıydı. Gerçeği sesli duymak içimdeki kötü hissi arttırdı. Samir fotoğrafı Subraj’a verdi.
“Yeni bir gelişme olursa haber veririm efendim” dedi bunun üzerine Subraj sadece.
Aklım fotoğrafın diğer yarısındayken kafamı salladım bende. Bakışlarım savcıya döndü. Ellerindeki eldivenleri çıkarırken düşünceli gözüküyordu.
“Artık bana inanıyor olmalısınız Samir Bey?” diye konuştum ona doğru dönerken.
Koyu renk gözleri yüzüme döndü. “Kesin konuşmayı sevmem Barun Bey ama şu saatten sonra Nisha Shankar’ın bir kaza sonucu öldüğü artık çok inandırıcı gelmiyor, evet” dedi, sesi düzdü. “Sonuçlar çıktığında ve bu adamın kim olduğunu öğrendiğimizde daha net konuşuruz ancak bu planı babasının yaptığına dair elimizde hala sizin inancınızdan başka bir kanıt yok”
Yumruğumu sıktım iyice. Sakin ol Barun. Öfkenin sahibi o değil. İçimdeki ateşi yatıştırdım ve parmaklarımı gevşettim.
“Peki sizce küçük bir çocuk neden böyle bir planla öldürülmek istenir? Bu normal bir durum mu?”
“Elbette değil-”
“O fotoğrafı gördünüz” diyerek böldüm lafını. Bundan hoşlanmadıysa da belli etmedi. Umurumda da değildi. “Bu planı kuranlar saat kaçta ve nerede çalışıyor olduğunu bilenler, yani onu yakından tanıyan insanlar. Bu da Virat Shankar’ı tekrar sorgulamak için yeterli bir sebep?”
Samir ellerini ceplerine yerleştirdi. “O halde siz de onu yakından tanıyorsunuz? Siz de şüpheli olmaz mısınız bu durumda? Hatırlatmak isterim ki babası da sizi suçluyor”
“Böyle bir şey yapmak için hiçbir amacım yok. Olay saatlerinde nerede ne yaptığımda kanıtlandı. Ancak o adam bana inat kendi kızının canına kıydı” dedim tek nefeste.
“Onun da o saatlerde nerede ne yaptığı kanıtlandı. Eğer size inat böyle bir şey yapmış olsaydı daha önce birçok fırsatı olmuş olmalı, neden şimdi peki?” dedi Samir sorgulayan sesiyle. Düşünceli bakışları yüzümde gezindi.
Bunu bende bilmiyordum. Neden? Ertesi gün mahkeme olduğu ve benim kazanma ihtimalim yüksek olduğu için mi?
“Nisha’nın velayetini almamı istemiyordu. Mahkemeyi kaybedeceğini anlamış olmalı” dedim kafamdan geçenleri söyleyerek.
Samir sıkıntıyla bir nefes bırakırken gözlüğünü düzeltti. “Bilmiyorum, Barun Bey. Bu şekilde tasarlanmış bir cinayetin sebebinin bu olması mantıksız geliyor. Kafamda oturmayan şeyler var anlayacağınız. Bırakalım bunu bize zaman göstersin. Virat Shankar ise fail, mutlaka ortaya çıkacaktır zaten”
“O göründüğü gibi biri değil, Samir Bey. Bunu er geç anlayacaksınız”
Kaşları usulca çatılırken “Başka bir şeyler mi biliyorsunuz?” diye konuştu.
Ona Gian’dan şimdi mi bahsetmeliydim? Yoksa önce Prabal’ı mı aradan çekmeliydim? Bakışlarım bizi dinleyen Subraj’a döndü. Önce ona amirinin gerçek yüzünü ispat etmeliydim. Savcıya hala güvenmediğim için önce Subraj’ı inandırdıktan sonra savcıya söyleyecektim. Bunun için şu buluşma gününü kullanmayı planlıyordum. Sabırlı olmalı ve beklemeliydim.
Savcıya döndüm tekrar “Sözlerim sizin için yeterli bir kanıt değil ne de olsa. Onları canlı hale getirince size söylemediklerimi öğrenirsiniz” dedim dümdüz.
“Bakın Barun Bey, siz beni yeni tanıyor olabilirsiniz ama ben sizin yaptıklarınızı gördüm. Derdiniz adaleti sağlamak ise neden polis ya da benim gibi savcı olmadınız, merak ediyorum?”
Savunduğu adalete hakaret ettiğimi düşünüp hala bu duruma içerliyordu anlaşılan. Ancak benim tek derdim ülkede dönen kirli işlerin gerçek yüzünü ortaya çıkarmaktı, ülkeme hakaret etmek değil.
Alnıma dokunurken iç geçirdim. “Yakalanmalarına vesile olduğum örgütlere siz yaklaşamamışken benim bunu başarmam sizin için yeterli bir cevap olmalı”
Bu sözlerim onu öfkelendirdiyse de belli etmedi. “Bu riski almaya, düşman toplamaya değer mi peki?” diye sordu, sesinde gerçek bir merak vardı. Koltuğumda oturup benden istenileni yapmam gerekirken suç çetelerinin peşinden gidiyor başımı beladan çıkarmıyordum. Delirdiğimi düşünüyor olmalıydı.
Kurtarılan çocukların ve kadınların korku dolu yüzleri geldi gözümün önüne. Evlatlarına kavuşan ailelerin yaşlarla dolu gözlerindeki minnet… Yavrusunu ellerinden alanlar yakalandığı için yüreği yanan ama bizlere dua eden anneler…
“Değer”
Samir beni anlamak ister gibi bakışlarını yüzümde gezdirmeye devam etti. Bu sırada ne ara yanımızdan ayrıldığını görmediğim Subraj tekrar aramızda durmuştu. “Savcım buradaki işimiz bitti”
“Pekâlâ, gidelim o halde” diyerek kafasını hafifçe eğerek önden ilerlemem için eliyle işaret verdi.
Bir elimi cebime sokarken geldiğimiz tarafa ilerledim. Ranvir ile kısa bir an göz göze geldik. Ne düşündüğümü ya da planladığımı merak ediyor gibiydi. Savcının korumaları ile arkamıza geçerlerken Samir ve Subraj da yanımda ilerlemeye başladı.
“Nagaland’da dört terörist yakalanmış diyorlar doğru mu Subraj?” diye konuştu Samir. Sesindeki ciddiyet kaybolmuş sanki havadan sudan sohbet ediyormuş gibiydi.
Açtığı sohbet ise kaşlarımı hafifçe çatmama sebep olmuştu. Bahsettikleri yer Kuzey eyaletlerinden biriydi. Bildiğim kadarıyla orası genelde bağımsızlık isteyen bazı etnik grupların çıkardığı isyanlar yüzünden gündeme gelen bir yerdi.
“Evet savcım, dört kişiler ancak henüz konuşmamışlar. Bu yüzden kimin gönderdiklerini ya da amaçlarını bilmiyoruz. Masum olduklarını iddia edip yalvarıyorlarmış” diye açıkladı Subraj.
“Hep öyle söylerler” dedi Samir umursamaz bir sesle.
“Merak etmeyin, bizimkilerin yaptıklarına dayanamayıp en sonunda öteceklerdir zaten”
Omuzlarım gerilirken bakışlarımı topraklı yoldan ayırmadım. Onları konuşturmak için yaptıkları şeyler işkenceden farksızdı. Gerçekten ülkenin huzurunu bozan alçaklar için uygun bir yöntemdi belki de ama ya gerçekten masumlarsa? Bunu neden düşünmüyorlardı?
Ezgi düştü aklıma. Ya Aisha’yı bulmasaydı ve bir şekilde polise gitseydi… Ona inanırlar mıydı? Belki. İnanana kadar canını ne kadar yakarlardı kim bilir? Üstelik ailesine yaşadığını söyleyemez ve onun gerçekten öldüğünü düşünürlerdi. Yakını olan pilotlar uyanana kadar…
“İçimizde de çok hain var Subraj. Yoksa bu son zamanlardaki artan teröristlerin onca askere rağmen içeri sızması mümkün değil” diyordu Samir.
“Biz de öyle düşünüyoruz savcım. Bu yüzden sıkı bir denetime geçildi. Ülke giriş çıkışları ve seyahatler kısıtlandı biliyorsunuzdur”
Kaşlarım havalandı. Yeni bir uygulamaydı sanırım bu, henüz haberdar değildim. Detaylarını araştırmayı aklımın bir köşesine not ettim. Zira Ezgi ve ailesi için lazım olacaktı.
“Geçen benim kuzenden kimlik istemişler. Turiste benziyor diye” diye konuştu Samir gülen sesiyle. Bu sırada ormandan çıkmış arabaların yanına gelmiştik. “Sizin de yurt dışından misafiriniz gelmiş sanırım Barun Bey, onu da bu yüzden rahatsız etmemişlerdir umarım?”
İrkildim ama bunu yüzüme yansıtmadım. Karşılıklı dikiliyorduk şimdi. Sohbetleri boyunca sessiz kalsam da onları dinlediğimi biliyorlardı.
Samir’in bakışlarına karşılık verirken “Hayır, olmadı” diye konuştum kuru bir sesle. Konuyu ondan uzaklaştırmam gerekiyordu.
“Bildiğim kadarıyla misafiriniz Hint vatandaşıymış zaten, bir sorun olmaması normal”
Kafamı eğdim doğru diyerek. Ülkenin savcısına ve polisine yalan söylüyordum. Teknik olarak ben söylemesem de yine de rahatsız ediciydi.
Bu tavrım istediğim mesajı vermiş olmalı ki samimi sohbetinden hoşlanmadığımı anlamıştı. Bu yüzden konuya devam etmemişti. Bunun yerine elini uzatırken “Belki iyi bir başlangıç yapmadık ama bundan sonra birlikte çalışabileceğimizi düşünüyorum Barun Bey?” diye konuştu, dudaklarında yine resmi bir tebessüm vardı.
“Umarım öyle olur” derken elini sıktım.
Subraj ile de el sıkıştıktan sonra Mercedes c200 modelindeki siyah parlak arabasına binip yanımızdan ayrıldı.
Subraj’ın bakışları bana dönerken “Siz bir şey mi isteyeceksiniz Kaymakam Bey?” diye sordu. Hala yerimden ayrılmadığım için bunu doğru anlamıştı.
“Evet, Subraj. Önemli bir şey konuşacağım seninle”
Kaşları merakla çatıldı. “Buyurun?”
İçimdeki yaralı tarafım rahatsızca kıpırdandı. Ona güvenebilirdim. Bunu düşünmemeliydim.
Etrafıma bakındım. Ekibindeki komiserler arabaların yanındaydı. Kimsenin dikkati üzerimizde değildi. Benim adamlarım hariç.
“Konu Amir Prabal. Ancak bunun bir süre aramızda kalmasını istiyorum” dedim.
“Amir Prabal mı? Ne olmuş amirime?”
İç çektim “Arabaya geçelim mi?”
Bu gizemli tavrım onu kuşkulandırmış açık kahve gözlerindeki merak parıltısını arttırmıştı. Kafasını sallayıp beni onaylarken arabama doğru ilerledik. Ranvir arka kapıyı benim için açarken emin misin dercesine baktı. Ne yapmaya çalıştığımı anlamıştı. Kafamı eğdim hafifçe.
Subraj da diğer taraftan bindiğinde koltukta bana doğru döndü “Sizi dinliyorum Kaymakam Bey? Ne söyleyeceksiniz amirim hakkında?”
Ellerimi dizlerime yaslayıp gözlerimi ondan ayırmamaya dikkat ederken “Lafı uzatmayı sevmem biliyorsun, bu yüzden direkt konuya gireceğim. Ben Amir Prabal’ın Virat’ın arkasındaki adamlara çalıştığını düşünüyorum” diye konuştum.
“Ne?” derken yüzü çarpılmış bir hal aldı.
“Biliyorum böyle sana üstünü şikâyet etmem çok manasız ama beni dinleyeceğine inanıyorum?”
“Siz ne söylediğinizin farkında mısınız Kaymakam Bey?” kafasını iki yana salladı ihtiyatla. Bu tavrı beni şaşırtmamıştı. Hemen kabullenmesini beklemek aptallık olurdu. “Amir Prabal öyle biri değil, böyle bir şey mümkün değil”
Öfkemi dizginleyip dudaklarımı birbirine bastırdım. “İzin ver sana bunu kanıtlayayım o halde?”
“Siz bu kanıya nereden vardınız?” diye sordu merakla. Hala duyduğu suçlamayı kabullenemiyor gibiydi.
“Bakımevinin önünde imalı birkaç laf etti. Ayrıca böylesine kusursuz bir planda köstebek olması çok normal değil mi?”
Otuz iki yaşında genç bir memur olmasına rağmen oldukça zor dosyaları başarılı bir şekilde kapatmıştı. Bunların birkaçında yanında olsam da karşısına buna benzer belki de çok dosya çıkmıştı. Bu yüzden ihtimalleri benden daha iyi düşündüğüne emindim. Gözlerinde oluşan şüphe bunun kanıtıydı.
Kafasını iki yana salladı yine de “O para için bunu yapabilecek bir adam değil”
“Sadece para için değil… bana olan nefreti yüzünden de karşımda duruyor. Kendisi de bunu söyledi zaten” dedim. Geçmişteki olanları düşünmemek için çenemi kastım.
Gözlerine ekilen şüphe tohumunun iyice yerleştiğini gördüm “Siz daha önceden tanışıyor muydunuz?” diye sordu, ancak sesi zaten bundan şüpheleniyormuş gibiydi. Belli ki Prabal da bundan hiç bahsetmemişti ama onun gözünden de bir şeyler kaçmamıştı.
“Evet. Bizim tanışıklığımız çok daha önceye, başkomiser olduğu zamana dayanıyor” dedim saklamadan. Onu ikna etmenin tek yolu olabildiğince bir şey saklamamaktı.
Henüz reşit bile değilken üvey abimi öldürmekle suçlandığımda dosyanın başındaki başkomiser oydu. Babamın isteği üzerine karakolda tutulsam da orada gördüğüm muameleden haberi dahi yoktu. Prabal’ın ona söylememem için savurduğu tehditleri de unutmamıştım. Babama olan nefretini benden çıkarırken bir polis memurundan çok şeytanın ta kendisiydi.
Subraj şaşırsa da daha fazlasını sormadı ama gözlerindeki merakı gördüm. “Peki bunu nasıl kanıtlayacaksınız?”
“Bir planım var. Bunun için bir haber bekliyorum” diye açıkladım kendimden emin sesimle. “Onu aldıktan sonra sende yardım edersen onun köstebek olduğunu kanıtlayacağız”
Düşünceli bakışlarını önüne çevirdi. Sesli bir nefes bırakırken parmaklarıyla dudağının üzerindeki bıyığını taradı “Benden kendi amirimin arkasından iş çevirmemi istiyorsunuz… Ya yanılıyorsanız? Ve bu durum öğrenilirse? Arkadaşlarım benim hakkımda ne düşünür?”
Zor bir durum olduğunun farkındaydım. Ucunda mesleği vardı üstelik. Duruşumu dikleştirip ondan tarafa döndüm iyice. “Bu zamana kadar güvenimi hiç boşa çıkarmadın Subraj. Düşünmen için sana zaman verebilirim… Yanıtın olumsuz olsa bile her şey aramızda kalacak, merak etme”
İç geçirdi sıkıntıyla. Omuzları düşmüştü. Dudaklarımı araladım tekrardan. “Senden ne istediğimin farkındayım Subraj ve bunun için üzgünüm. Ancak mesleğinin riske girmemesi için elimden geleni yapacağım. Gerçeği görmen yeterli, sonrasında savcıya kanıtlayacağız ve gerisini o halledecek”
“Güveniniz için minnettarım” Yüzündeki sıkıntılı ifade kendisini korurken gözlerimin içine baktı. Neden bunu savcıya şimdi söylemediğimi anlıyordu çünkü şu an sadece ona güveniyordum. “Siz benim tanıdığım en dürüst insanlardan birisiniz Kaymakam Bey. Üstelik para ve koltuk düşkünü olan adamlardan farklı olarak halkın refahını gözetmekten başka derdi olmayan devlet adamlarından birisiniz. Size olan saygımdan söylediklerinizi gerçekten düşüneceğim ve karar vereceğim”
Kafamı eğdim onu anladığımı belirterek. Doğru kararı vereceğini düşünüyordum. İçim biraz olsun hafifledi. “Cevabını bekliyor olacağım. Ayrıca sonuçlar çıktığında bana ya da Ranvir’e haber verirsen sevinirim”
“Tabii, efendim. İyi günler” dedi ve başını eğdi ardından kapıyı açıp arabadan indi.
Sesli bir nefes bıraktım ve sırtımı koltuğa yasladım. Subraj’ın Ranvir ile el sıkıştığını gördüm. Ranvir şoför koltuğuna gelirken Subraj arabasının yanındaki ekibinin yanına ilerlemişti. Ranvir kapımın önünde dikildi. Kapıyı açtım ve indim.
“Gidebiliriz” dedim sadece. Ardından arabanın arkasından yolcu koltuğuna dolandım.
Ranvir korumaları yönlendirdikten sonra yerine yerleşti. Orman yolundan çıkana kadar sürdü sessizliği.
“Nasıl geçti?”
“Beklediğim gibi. Zaman verdim düşünmesi için” dedim boş sesimle. Başımı koltuğa yasladım iyice. Gözlerim kapanmak için isyan ediyordu. Migrenimin kalkması an meselesiydi.
Gece terastan indikten sonra aklımda Gian ile yaptığımız konuşma ve Nisha dönüp durduğundan gözüme uyku girmemişti yine. Bende her zaman olduğu gibi kendimi işe vermiştim. Gözlerim kapanıp kendimi koltuğa attığımda saat dörde geliyordu.
“Neyi düşünecek tam olarak, ne konuştunuz?”
“Ona Prabal’ın hain olduğunu kanıtlayabileceğimi söyledim. O da bana yardım etmek için düşüneceğini söyledi”
Kaşları merakla çatılırken “Nasıl kanıtlayacaksın bunu? Bir planın mı var?” diye sordu.
Şoförün yüzü belirdi gözümün önünde. Bu caniliği yapmayı nasıl kabul etmişti? Hiç mi vicdanı sızlamamıştı?
Gülümseyerek el sallayan Nisha…
Gözlerimi kapatırken karanlığa sığındım. O anı izledim. Ondan uzaklaşan adımlarımı… Yavaşça yutkundum. Gitmemeliydim. Onu sıkıca sarmalı… bırakmamalıydım.
Dedem hayatta herkesin bir sınavı olduğunu söylerdi. Benim sınavım da sevdiklerimi pişmanlıklar yaşayarak kaybetmek miydi?
“Barun” dedi Ranvir, bakışlarını bir an üzerimde hissettim. Sesi durgunlaşmıştı. “İyi misin?”
İç geçirdim. “Sorun yok” gözlerimi açıp tavanı izlemeye devam ettim. Bana ne sorduğunu hatırladığımda “Benim her zaman bir planım var” diye konuştum.
Zamanı gelince ona anlatacaktım ama şu an buna halim yoktu. Onun da bunu anladığını biliyordum. Bu yüzden başka bir şey sormadı.
Virat ile karşılaşacağımda ona yapmak istediklerimi dizginlemek zorunda kalacağımı düşünmek sinirlerimi yıpratıyordu zaten. Boğuluyordum. Ama artık nefes almak istiyordum.
Evden çıkmadan önce de yakamı bırakmayan bu ruh hali yüzünden rahat nefes aldığım nadir yerlerden birine gitmek istemiştim. Yurda gitmek istiyordum. Oradaki çocuklara onlara yeni bir arkadaş getireceğime dair söz vermiştim.
Nisha’yı onlarla tanıştıracaktım…
O artık olmayınca bir süre yurda gidemem diye düşünmüştüm ama Ezgi’nin varlığı bu fikrimi değiştirmişti. Tanıştıracağım kişi o olabilirdi… Aamir ve Mahit ile tanıştığında bunu seve seve yapacağını göstermişti zaten.
Yine de sormak istemiştim ama bu düşündüğümden zor olmuştu. Oraya daha önce kimseyi götürmemiştim. Tereddüttüm bu yüzdendi. Yakınım dediğim kişiler bir elin parmağını geçmezdi zaten. Onları bile özel alanlarıma davet ederken çekinirdim. Bilmiyorum… yalnız kalmak bazen kolayıma geliyordu sanırım.
Ya da kendime vermiş olduğum bir cezaydı belki de.
Ezgi, onu nereye götürmek istediğimi anlamış mıydı bilmiyordum ama yine de kabul etmişti.
Şu an ne yaptığını merak ederken buldum kendimi. Kulağıma Mishti ile kıkırtıları dolarken içimde onu görme isteği yanıp belirdi. Bu çok sık olmaya başlamıştı. Neden böyle hissediyordum?
“Savcı hakkında ne düşünüyorsun?” diye soran Ranvir ile o ana döndüm. “Bugün daha ılımandı”
“Bilmiyorum. Hala çelişkili. Sen yalan söylediğine dair bir şey gördün mü?”
“Hayır, samimi gibiydi” dedi kafasını iki yana sallarken. “Onun hakkında ufak çaplı bir araştırma da yaptım dün. İşinde başarılı bir adam. Kimseden kötü bir şey duymadım. Çok titiz olduğunu söylüyorlar bu yüzden bir şeye ikna etmek zormuş kendisini”
Zor biri olduğu belliydi. Bu dosya için değil genel olarak böyle olduğunu duymak iyi olmuştu.
“Özeline inecek olursak. Evliymiş. Eşi de avukat. Babası da emekli bir komutanmış. Oldukça vatansever bir adam olması buradan geliyor sanırım. Sen gerçekleri önüne döktüğünde ülkesini seven bir adam olarak gerekeni yapacak yüreğe sahip biri mi olacak çok merak ediyorum”
Ranvir’in gerçeklerden kastı devletin içindeki çürüklerin varlığıydı. “Belki de onlardan biridir ama belli etmiyordur. Rol yapmakta ne kadar iyi olduklarını biliyorsun”
“Ona güvenmekten başka bir yolumuz yok Barun. Bunu ne zaman kabulleneceksin?” diye sordu sıkıntılı bir sesle.
“O beklediğimiz gibi biri çıkmaz ve o adamların arkasını toplarsa her şey başa sarar. Belki de daha kötü olur, onlara hiç ulaşamayız” dedim, sesim istemsizce sert çıkmıştı.
Ranvir bunu kabul etmeyerek kafasını salladı tekrar. “Her zaman en kötüsünü düşünerek yol alıyorsun ama bazen olacakların önüne geçemezsin kardeşim. Şu an savcının onlara çalıştığına dair şüphe uyandıran hiçbir durum yok. Bırak her şey olacağına varsın. Bırak, biraz yüklerin hafiflesin Barun”
Kolay değildi… Güvenmek, sırtını birine yaslamak kolay değildi. Ben ekiple çalıştığımda bile yardım almaz üzerime düşen her şeyi kendim yapardım. Zorlansam dahi gıkımı çıkarmaz tek başıma hallederdim. Şimdi ise böylesine önemli bir konuda ipleri başkasının da tutmasını sağlamak benim için çok zordu.
“Ben doğru olan neyse onu yapıyorum” dedim sadece.
“Buna şüphem yok. Benim derdim kendini her dosyada böyle heba etmen. Sen, senin için değerli olan birini kaybettin… ama yasını tutmayı bile kendine çok görür gibi yerinde durmuyorsun. Biraz dur ve dinlen Barun” diye konuştu kederle.
İçime oturdu sözleri ama kabul etmedim “Bunu sana yapmadığımı düşündüren ne?”
Kısa bir an yüzüme baktıktan sonra “Bu mu dinlenmiş halin? Şu gözlerinin haline bak. Dakika başı ellerinin alnına gitmesi, sık sık dalıp gitmen de cabası. O aklının içinde kim bilir nasıl eziyet ediyorsun kendine? Biraz izin versen bu kadar kendine yüklenmek zorunda kalmazsın. Tanrı korusun hasta edeceksin kendini bu gidişle” dedi gerçek bir endişeyle.
“Merak etme, benden o kadar kolay kurtulamazsın”
Ters bir bakış attı bu defa. “Ben hiç olmadığım kadar ciddiyim Barun. Yorulmak, ağlamak, yas tutmak da birer ihtiyaçtır. Bu yüzden kendine de vakit ayır biraz” diye konuştu aynı durgun ses tonuyla. “Kendine vakit ayırdan kastım çalışmak değil! Uyumakla başlayabilirsin mesela”
“Sen bu aralar çok konuşmaya başladın, ne yapsak mesai saatlerini mi azaltsak?” diye söylendim.
Bunu umursamadı ve konuyu kapatma girişimime engel oldu “Uyku hapı almıştın, kullandın mı ondan? Nasıl?”
“Bir kere kullandım, bıraktım”
“Neden?”
İç geçirdim “Çok derin uyutuyor. Uyandıktan sonra uyuşukluk yapıyor, rahatsız edici”
Söylediklerimi onaylamayarak cıkladı. “Bir insan evladı zaten az uyumuşken neden bir de yedide kalkıp işe gider onu anlamıyorum. Hiç askerden alışkanlık deme sen hep böyleydin kardeşim. Saat onda dersin varken benimle yedide kalkıp spora geliyor sonra da ders çalışıyordun” diye konuştu.
Önceleri kabuslarım ve uyku bozukluğumdan uyuyamıyordum. Askerden sonra tetikte uyumaya alışıldığından derin de uyuyamaya başlamıştım. Çoğu zaman bedenimle birlikte zihnimi de yoruyordum ki hemen uykuya dalabileyim. Bu durum bazen gerçekten işkence gibi hissettiriyordu.
Bunu ona itiraf etmedim. Benim için endişelendiğinin farkındaydım ama buna gerek yoktu.
“Beni dert etme, bir sorun olsa söylerim” dedim usanmış bir sesle. Söylemezdim. O da bunu biliyordu ve arada böyle söylenmek zorunda kalıyordu.
“Söylersin aynen” dedi kafasını aşağı yukarı sallayarak. Cıkladığında aklına bir şey geldiğini anladım. “Aisha’nın doktor kontrolüne gidip gitmediğini sordun ama sen gidip gitmediğini söylemedin. Çocuklarda bir şey söylemedi, gittin değil mi?”
Annemin geçirdiği göğüs kanseri genetik de nüksedebileceğinden Aisha ile düzenli olarak doktor kontrolüne gidiyorduk. Ona soramadığım için peşine taktığım korumalarımdan öğreniyordum gittiğini ve sonuçlarını.
“Gittim. Geeta hastanedeyken aradan onu da çıkarmıştım. Ondan haberin olmamıştır kuşlarının”
“Sonuçlar çıktı mı?” diyerek umursamaz tavrımı duymazdan geldi.
“Temiz. Bir şey yok”
Rahatlamış gibi omuzları düştü. “Vücut direncin az olduğu için bu hastalığın sende görülme ihtimali daha mı yüksek?”
“Hayır. Her ikimiz için de yüzde elli risk olduğunu söylemişti doktor. Ancak kız çocuğunda görülme riski daha fazlaymış” dedim durgunlaşan sesimle.
Annem teşhis koyulur koyulmaz bizim için de test yaptırmıştı. Gözlerindeki korkunun sebebini anlamamıştım o zaman. Grip gibi ilaç alınca geçip gidecek bir hastalık olduğunu düşünmüştüm. O ise yine ilk bizi düşünmüştü.
“Sağlık kadar önemli bir nimet yok bu hayatta kardeşim. Her gün tanrıya şükretsek az” diye konuştu Ranvir. Kafamı salladım onu onaylayarak. “Şükretmek demişken. Neha, sağlığınız adına Aisha ve senin için küçük bir dua töreni düzenlemek istiyordu. Kısa da olsa katılırsın değil mi?”
Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. Babaannem de belli dönemler yapıyordu bunu bizim için. O da bir süre törende kalmamı istiyordu. Dinlerine inanmasam da bu isteklerini kıramıyordum.
Daha önce Neha da Ranvir ve benim için kötülüklerden korunmamız adına dua törenleri düzenlemişti. Birkaçına katılmaya çalışmıştım. Şimdi de Aisha ve benim sağlığım için tören düzenleyeceğini söylüyordu.
Ranvir ve Neha da Aisha’yı en az benim kadar kardeşi olarak görüyorlardı. Ancak aramızda yaşananlardan sonra onlara bir şey söylememe rağmen ikisi de Aisha ile aralarına mesafe koymuşlardı.
“Katılmaya çalışırım… Sağ olun” diyebildim en sonunda. Birileri için değerli olduğunu hissetmek her defasında beni bozguna uğratıyordu.
Kafasını eğdi. Bakışlarımı bir süre üzerinden çekemedim. Hayatımda iyi olan tek şey onun dostluğuna sahip olmaktı belki de…
Bu sırada telefonum çaldı. Cebimden telefonumu çıkarıp ekrana baktım.
Lila Sharma arıyor…
Kaşlarım merakla çatılırken çağrıyı yanıtlayıp kulağıma götürdüm “Efendim, Lila?”
“Ah, müsait miydin Barun? Sana harika bir haberim var” diye sordu canlı gelen sesiyle.
“Müsaidim, ne haberi?”
“Hani şu İtalya’da sponsorluk için çalışmak istediğiniz bir adam vardı: Ermando Bernardi?” dediğinde hatırladığıma dair bir onay verdikten sonra devam etti. “Sana onu buraya gelmesi ve bu işi konuşmak için ikna ettiğimi söylesem?”
Şaşırmadan edemedim. Amcamdan duyduğuma göre Ermando Bernardi İtalya’da ve birçok yerde ticaret alanında başarılı işlere imza atan bir adammış. Onun bizim şirketle çalışmak istemesi hem imajımız hem de işlerimiz açısından çok iyi olur demişti bu yüzden.
Ancak kendisiyle iletişim kurmak o kadar kolay olmadığından henüz bir geri dönüş alamamıştık ama Lila bunu yaptığını söylüyordu. Babasının yani Mohan Bey’in özellikle amcam ile arasının iyi olmasından bu meseleyi biliyor olmasına şaşırmamıştım.
“Peki bunu nasıl yaptın?” diye sordum.
“Sizinki kadar olmasa da bizim de her yerde bir elimiz var Barun Bey” dedi alayla. Dudaklarında o kendini beğenmiş gülümsemesinin olduğuna emindim. “Ermando Bey’in eşi Zaira Hanım’ın bakım ürünleri üreten bir markası varmış. Benim İtalya’da yüzü olduğum dergide çalışan birkaç kişiyle tanıştım. İçlerinden biri onunla yakından tanıştığını söyledi. Bende ona durumu izah ederek kadının numarasını aldım ve aradım”
“Başta biraz bozuldu tabii bu emrivakime ama onunla buluşup konuştuktan sonra önyargısı yıkıldı. Hatta aramızda iş bile konuştuk. Sizin meseleyi de eşiyle konuşacağını ve bana geri dönüş yapacağını söylemişti. Az önce aradı ve yakın zamanda eşi ile bizi ziyaret edeceklerini söyledi”
Gerçekten güzel plandı. Kaleyi içten fethetmişti. “Bu gerçekten güzel bir haber Lila. Ancak bunu amcamlara söylesen daha iyi olur”
“Tabii ki ilk Barat amcayı aradım Barun. O da sana haber vermemi istedi çünkü Delhi’deki şirket üzerinden anlaşma sağlanacakmış. Anlayacağın senin ilgilenmen gerekiyor” diye açıkladı.
Burun kemerimi sıkarken sıkıntıyla bir nefes verdim. Bu kararı babamın verdiğinden emindim. Amcam bana güvenmezdi bu yüzden şirket işlerinde babam araya onu sürerek bana söz hakkı tanırdı.
Desai’lerin beş aile şirketi vardı. Babam ve amcam ayrı ayrı, Saras abi ve King birini yönetiyordu. Delhi’deki şirketin yönetimi ise resmi olarak bende gözüküyordu ama gerçekte amcamın kızı Divya ablamın eşi tarafından yönetiliyordu.
İngiltere’den döndükten sonra babam ve ailesinin hiçbir şeyini istemediğimden o şirket başıboş kalmıştı. Rohit abi geçici olarak geçmişti ama daha sonrasında da ayrılmamıştı. Ben evde yaşamaya başladıktan sonra dedem yönetimi ele almamı istemişti. Ancak amcam buna karşı çıkmıştı. O şirketin Rohit abinin hakkı olduğunu bunca yıl onun başında durduğunu söylemişti.
Bir nevi haklıydı. Benim zaten şirket yönetmek gibi bir isteğim yoktu. Umursamamıştım bile. Ancak dedem damadı da olsa dışarıdan birinin malları üzerinde tamamen söz hakkı olmasını istemiyordu. Bu yüzden benim de gerektiğinde işlerin başında olmamı söyleyerek son sözü söylemişti.
Tipik uyulması gereken bir Desai kuralı…
“Anladım Lila. Ne zaman gelecekler peki?” diye sordum konuşmaya dönerek.
“Henüz net bir tarih vermediler ama merak etme Delhi’ye değil buraya davet ettim” dedi neyden rahatsız olduğumu anlayarak. Nisha’nın dosyası yüzünden burada kalmak istediğimi biliyordu. Ciddileşen ses tonuyla devam etti. “Ben her şeyi planladım Barun. Havaalanından alınmalarından tut kalacakları otele ve yemek yiyeceğimiz restorana kadar. Sen sadece o muhteşem ikna edici konuşmalarından birini hazırla ve benimle restorana gel yeter”
Bu durum babaannemin ona bir şans ver diyen sesini hatırlattı. Tamam demiştim bir de… Bu yemek şans olarak sayılabilir miydi?
Sesli bir nefes bıraktım “Gerçekten her şeyi düşünmüşsün sağ ol, Lila”
“Rica ederim. O halde haberleşiriz yine”
“Tamamdır, görüşürüz” dedim.
“Görüşürüz”
Aramayı sonlandırıp telefonu elimde çevirmeye başladım. Ranvir’in soru soran bakışlarını görünce Lila’nın ne için aradığını anlattım.
En az benim kadar şaşırırken “Anlaşılan Lila artık sadece sizinkilerin değil senin de gözüne girmeye çalışıyor. Ya da kalbine mi demeliyim?” diye konuştu alayla.
Sessiz kaldım. Gerçekten evlilik konusunda fikri değişmiş miydi? Yaptığı elbette güzel bir şeydi ama bunu Ranvir’in dediği şekilde değerlendirmek istemiyordum.
Ranvir sessizliğimi yanlış yorumlayarak “İşe yaradı mı yoksa?” diye sordu.
“Hayır. Bu konuda konuşmak istemiyorum”
Ona babaannem ile yaptığımız konuşmadan da bahsetmemiştim henüz. Şu an da ise ne onu ne de dosya hakkında konuşup düşünmek istiyordum. Bunu anlayıp daha fazla üstelemedi o da.
Uzun süren sessizliği yine o bozmuştu. “Geeta’nın abisi iyi olduğuna göre geri dönmesi yakındır değil mi? Okulunun başladığını söylerken bir hayli üzgün görünüyordu”
Çay içerken sohbet arasında dönmüştü bu muhabbet ve evde olduğu gibi yine bir süre yüzü düşmüştü. İşine ve öğrencilerine çok değer veriyordu. Onlardan bahsederken ses tonu bile değişiyordu sanki.
“Henüz ailesiyle bunu konuşma fırsatım olmadı. Daha yeni düzeldi her şey zaten. Biraz zamana ihtiyaçları var. Bu yüzden onlar açana kadar bu konuyu konuşmam” diye konuştum. Kafasını eğdi beni onaylayarak.
Oğuz abisinin gece arayıp verdiği haber anı geldi aklıma. Ezgi’nin inanamayışı ve gözlerinden akan yaşlar... Başımı koltuğa yaslarken sesli bir nefes bıraktım. O zamana kadar içimde kötü bir haber geleceğinden duyduğum korkudan haberim yoktu. Üzerimden bir yük kalkmış gibi hissettim. Çünkü eğer abisine bir şey olsaydı onu nasıl teselli edeceğimi ya da onu burada nasıl tutacağımı bilmiyordum.
Arabada yaptığımız konuşma geldi daha sonra aklıma. Oğuz’u tanıyor olabilir miydim? Sesi başta bu yüzden mi tanıdık gelmişti? Ya da annesinin sesi? Başka bir bölükten tanıdığım bir Oğuz vardı ama soyadını bilmiyordum. Belki görsem daha iyi hatırlardım.
Aklıma tamir edeceğime söz verdiğim bilekliği gelince bakışlarımı Ranvir’e çevirdim “Tanıdığın güvenilir bir kuyumcu var mı?”
“Kuyumcu mu? Ne yapacaksın orada?” diye sordu şaşkınlıkla.
“Geeta’nın bilekliği kopmuş. Onu tamir ettireceğim”
Bana kısa bir bakış attığında dudaklarında oluşan sırıtmayı görmemek mümkün değildi “Bende Geeta gitmesin diye harekete geçeceksin sandım, neyse bu da bir şey”
“Ne? Ne hareketi?”
Kısık gülüşü gelirken kulağıma “Yüzük falan almak gibi kardeşim, anlarsın ya” diye konuştu.
Kaşlarım çatıldı. “Sen gerçekten kafayı yemeye başladın. Ben neden onun gitmemesini isteyeyim ayrıca?” diye söylendim huysuz bir sesle.
Gülmeye devam etti. Gerçekten eğleniyordu. “Hayatında biri yokmuş ne düşünüyorsun?
Elimi alnıma attım. Başlıyorduk yine. Ezgi’nin hayatında biri olmamasına çok şaşırmamıştım. Evli olmadığını zaten kendisi söylemişti. Ancak sevdiği biri olabilirdi. Öyle olsa sevdiği kadının başına böyle bir felaket gelmişken arayan ya da gelip onu buradan almak isteyen biri olurdu diye düşünüyordum? Bu yine de hiçbir şeyi değiştirmiyordu tabii.
“Belki de kalbinde biri var nereden biliyorsun?”
“Sana biri mi var dedi?”
Kafamı iki yana sallarken “Hayır. Ama neden olmasın?” dedim. Bu konu hakkında hiç konuşmamıştık bile. “Bu bizi ilgilendirmez ayrıca. Tek istediğim hiçbir sorun çıkmadan evine geri dönmesi. Anlıyor musun? Sadece bu”
“Anladık buz adam” diye çıkıştı. Gerçekten bozulmuş gibiydi. “İşçiliğini beğendiğim bir yer var, dedemin arkadaşı. Adresini mi atayım bana mı vereceksin?”
Ona sorduğum şeyi hatırladım böylece. “Adresi at, ben hallederim”
Kafasını salladı. Bu sırada eve yaklaştığımızı fark ettim. Önümüzdeki koruma aracı kaldırımdaki boş yere park ederken Ranvir de hemen arkasına park etti. Birlikte arabadan indik. Giriş kapısının şifresini girerken arkasındaydım.
İçimi o his sardı yine. Onu görmek istedim. Sanki onu görürsem içimdeki tüm sıkıntı geçecekmiş gibi bir his. Çok manasızdı ama bu hisse kapılmamak elde değildi.
Kafamı iki yana sallarken girişte ilerleyip bahçeye çıktık. Çimlerde oyuncaklarıyla oynayan Khushi’nin bizi fark etmesiyle babasına koşması bir olmuştu. Onun sesini duymayı bekledim ama yoktu. Bakışlarım çardaklara kaydığında Neha’nın yalnız olduğunu gördüm. Gözleri üzerimizde gezinirken elindeki dergiyi kapatıp masaya bırakmıştı.
Ezgi neredeydi?
“Hani beş defa ona kadar sayarsam gelecektiniz baba? Geç kaldınız?” diye söyleniyordu Khushi babasının kucağında.
“Eksik söylemişim canım, üzgünüm. Sen ne yaptın bitirdin mi yapbozunu?”
“Bitmedi”
Gözlerim bahçeyi taradı ama onu göremedim. Eve girmiş olmalıydı belki de? Mishti de yoktu.
“Hoş geldiniz” Masanın yanına geldiğimizde ayaklanmıştı Neha.
Ranvir diğer koluyla onu sararken saçlarının arasına bir buse kondurdu. “Hoş bulduk güzelim”
Neha ile bakışlarımız buluştuğunda “Geeta nerede?” diye sordum.
“İçeride Mishti ile oyun oynarken uyuyakalmışlar. Henüz uyanmadılar” dedi dudaklarındaki tebessümle.
Omuzlarım düştü istemsizce. Ardından kafamı sallayarak onayladım onu. Khushi oyununa dönerken biz de masaya geçtik
Neha’nın ifadesi ciddileşirken bakışları ikimiz arasında gidip geldi “Nasıl geçti? Bir gelişme var mı?”
“Fena değil. Henüz net bir şey yok ama halledeceğiz” diye açıkladı Ranvir sıkıntılı bir sesle. Ardından bu kederli havayı dağıtıp yerinde geriye yaslandı “Siz ne yaptınız biz yokken?”
Neha onun konuyu kapatmak istediğini anlayarak derin bir nefes verdi. Gözlerindeki tek şey endişeydi ve bu bir nevi benim yüzümdendi. Ranvir için endişeleniyordu. Ancak yine onun için bir şey söyleyemiyordu.
Acaba Virat’ın arkasındaki adamların mafya olduğunu öğrendikten sonra ne yapacaktı? Yine Ranvir’in yanımda durmasına izin verir miydi?
Ne karar verirse kabulümdü. Bende uyarmış geri durmasını söylemiştim ama dinlememişti. Belki eşi söylerse yapardı. Bu yüzden Ranvir’in bir an önce bu meseleyi ona söylemesi gerekiyordu.
“Sohbet ettik. Bizim albüme baktık beraber. Sonra Misthi rahat bırakmadı zaten. Onunla oynadık” dedi Neha. Bu defa dudaklarında içten bir gülümseme vardı. “Gerçekten çok temiz kalpli bir kız”
Anlaşılan eşi gibi onun da kalbini kazanmıştı. Bu aslında çok zor bir şeydi. Neha kolay kolay kimseye güvenmez ve kendisi hakkında çok konuşmazdı. Ben başta misafir olduğu için yakın davrandığını düşünmüştüm ama belli ki o da gözlerinden okunan saf ışığı görmüştü.
Ranvir onu onaylarken bende kafamı salladım. “Ben artık bir şey söylemiyorum canım çünkü beyefendi olumlu bakmakta ve kaçmakta ısrar ediyor” diye konuştu Ranvir şikayetçi bir sesle.
Dirseğimi masaya yaslarken parmaklarımla burun kemerimi sıktım. Neha onun neyden bahsettiğini tabii ki anlamıştı. Bakışlarını üzerimde hissettim ama sessiz kalmaya devam ettim.
“Kaçsın bakalım, daha ne kadar kaçabilecekse?” dedi o da sesi düşünceliydi. En azından kocasından daha makuldü. “Limonata içer misiniz?”
“Çok iyi olur güzelim, içim yandı kavruldu”
Neha ayaklandığında bende ayağa kalktım. “Ellerimi bir yıkayayım bende” diye konuştum.
Şoförün yanında bulunan Nisha’nın fotoğrafı geldi gözümün önüne. İçim sıkıldı. Ağır adımlarla Neha’nın ardından eve girdim. Bakışlarımı kaldırdığımda onu ve Misthi’yi gördüm. Misthi onun göğsüne sokulmuş o da kollarını etrafına dolamıştı.
Yüzüne bakma isteğimi bastırıp üst kata banyoya çıktım. Ellerimi iyice yıkadıktan sonra yüzüme bir su vurdum. Ellerimi lavabonun kenarına yaslarken başımı eğip saçlarımdan akan damlaları izledim bir süre. Geri plana atmama rağmen yakama yapışan kötü düşünceler vardı. Karanlık bir sis gibi içime sirayet ediyorlardı.
Vazgeç diyordu bir yanım. Onları yakalayamayacaksın ve bir intikam uğruna iyice karanlığa çekileceksin.
“Nisha’m da bunu yapmanı istemezdi”
Kafamı iki yana salladım. Bu iş kişisel bir intikamdan çok hayatı sömürülen diğer çocukları kurtarmak için de bir çıkış yoluydu artık. Bunu düşünecek ve pes etmeyecektim. Bu yol beni nereye götürüyorsa sonuna kadar gidecektim. Yolun sonunda işimi kaybedecek olsam dahi… geri adım atmayacaktım.
Sesli bir nefes bıraktım ve toparlandım. Yüzümü ve ellerimi kuruladıktan sonra banyodan çıktım. Aşağı inerken mutfaktan ses duymayınca Neha’nın çoktan dışarı çıkmış olduğunu anladım. Bende dış kapıya doğru ilerlerken holün ortasında durdum.
Sıkıntıyla iç geçirdim. Ardından adımlarıma uyup salonun merdivenlerini inerken buldum kendimi. Uyudukları koltuğun önüne geldiğimde yüzleri daha netti artık. Misthi yönünü diğer tarafa çevirmişti.
Bakışlarım Ezgi’nin yüzüne kaydı. Derin bir uykuda gözüküyordu. Alnındaki saçlar sıcaktan yüzüne yapışmıştı. Uyurken çarpmasın diye Neha klimayı kapatmış olmalıydı. Gözlerim üzerindeki elbiseye değdiğinde yutkundum. Sabah onu ilk gördüğümde gerçek bir ışık saçtığını düşünmüştüm. Özüne dönmüş gibi…
Üstelik nasıl olmuştu bilmiyordum ama bugün ilk karşılaştığımız günkü gibi kokuyordu. Dünyadaki bütün bahçelerden toplanmış çiçekler gibi. Bahar gibi…
Söylediği gibi onun için harika bir sabah olmalıydı ki daha rahat ve neşeliydi bugün. Sıyrılan eteğinden açıkta kalan bacaklarına kısa bir bakış atıp sessizce hareket ederek koltuğun ucundaki pikeye uzandım.
“Annem uyuyan insanın üzerine kar yağar der”
Sesi kulağımdayken pikeyi açıp ikisinin üzerine örttüm usulca. Koltuğun yanına çöktüm ardından. Yüzüne yakından baktığımda kafamdaki o uğursuz karanlık dağıldı. Kastığımın farkında olmadığım omuzlarım gevşedi birden.
İçimde o an yeni bir his belirdi. Gözlerine bakmak istiyordum. Sanki onlara bakarsam içimdeki tüm kötü hisler geçecekmiş gibiydi…
Elimi uzattım ve tenine yapışan saçlarını usulca geriye doğru taradım. Teni her zaman olduğu gibi sıcaktı. Uzun kirpiklerine, derin gamzelerine ve hafif aralık duran renkli dudaklarına baktım. İç geçirdim yine elimde olmadan.
“Onun için geldim”
O günden beri aklımdan çıkmayan bu cümlesi vardı bir de. Kendime eziyet etmekten başka bir şey değildi bu. Kafamdaki durum böyle karmakarışıkken bunu Ranvir’e nasıl açıklayabilirdim?
Ezgi yerinde hafifçe kıpırdandığında düşüncelerimden sıyrıldım ve elimi geri çektim. Gözlerini açmadı. Misthi’yi saran kolunu sıkılaştırmıştı sadece. Bu Nisha ile uyuduğumuz o günü aklıma getirdiğinde dudaklarımda oluşan buruk tebessüme engel olamadım.
“Barun amca?”
Misthi’nin uykulu sesiyle bakışlarım ona döndü. Gözlerini aralamış olsa da hala uyku mahmuru bakıyordu.
İşaret parmağımı dudaklarıma yaslarken “Geeta ablan hala uyuyor, onu uyandırmayalım tamam mı?”
Beni onaylayarak kafasını salladı. Ardından onu saran kola baktı ve onu oradan çıkarmam için kollarını bana doğru kaldırdı.
Onun üzerindeki pikeyi kaldırırken yavaşça bedenini Ezgi’nin kolunun altından çıkardım. Minik kollarını boynuma dolayıp kafasını omzuna yasladı. Ezgi tekrar yerinde kıpırdanır gibi oldu. Yastığa daha çok gömüldüğünü gördüm. Üzerindeki örtüyü düzelttim ve yüzüne son kez bakıp yerimde doğruldum.
Dış kapıya doğru ilerlerken “Babam da geydi mi Barun amca?” diye sordu Misthi. Bazı harfleri söyleyemediğinden konuşması daha tatlı bir hal alıyordu. Ezgi bunu anlayabilseydi eminim onu gerçekten ısırabilirdi.
“Evet geldi”
“Geeta abyam uyanınca onu götüyecek misin peki?” diye sordu bu defa.
Bahçeye çıkarken dudaklarımda buruk bir tebessüm oluşmuştu yine. “Onu çok mu sevdin?”
“Evet” diye yanıtladı hemen. “O benimye oyun oynadı. Biyikte çay içip yemek yaptık biyiyo musun?”
“Ne pişirdiniz?” diyerek meraklı görünmeye çalıştım. Birbirlerini anlamamasına rağmen bu kadar çok şeyi nasıl yapmışlardı bilmiyordum.
“Ben annemye babama Paratha yaptım. O da bir sürü tatyı yaptı”
Gülmeden edemedim. Pek şaşırtıcı değildi. Neha ve Ranvir’in yanına geldiğimizde Misthi babasının kollarına atlayarak beni ve onu götüreceğimi unutmuş oldu.
Sandalyeme otururken Neha’ya benim için de getirmiş olduğu limonata için teşekkür ettim. Misthi ne yaptıklarını Ranvir’e de anlatırken Khushi de yanımızda bitmişti. Limonatamı yudumlarken sessiz kalıp onları izledim. Onların yanındayken en sevdiğim şeylerden biri buydu çünkü.
EZGİ KAYHAN
Yaşadığım bir anı dışarıdan izliyordum sanki. Başta hatırlayamasam da sonrasında evime yakın olan parkta olduğumu anladım.
Pembe renginde üzerinde küçük sarı çiçekler olan bir elbise giymiştim. Karşımda ise unuttuğumu sandığım o yüz vardı. Aynı değersiz hissettiren mavi gözler ve kelimelerinin bir ok gibi kalbime saplanmasını sağlayan aynı dudaklar.
“Büyü artık Ezgi! Şımarık hallerini ve zırt pırt ağlayan halini ancak baban çeker çünkü senin, anladın mı?”
Yüzümde oluşan şaşkınlığı izledim. Şaşkınlık değil, hayal kırıklığı… İsmini içimden bile anmak istemediğim o şahıs zehrini kusmaya devam ederken sadece kendime odaklanmıştım. Onun karşısında nasıl ağlamamak için kendimi sıktığımı, bedenimin yanındaki elimin nasıl yumruk olduğunu gördüm. Diğer elim ise göğsüme gitmişti ama o… canımı nasıl yaktığını görmemişti bile.
Bir zamanlar değer verdiğim, en önemlisi güvendiğim adamın kalbimi parçalara ayırışını an be an izledim. İzlememe rağmen aynı acıyı hissettim göğsümün ortasında.
Sonra etraf karardı ve mekân değişti. Daha yakın bir anıya geçiş yapmış olmalıyım ki etraf daha netti. Bu yüzden nerede olduğumu hemen tanıdım. Desai Malikanesindeydim.
Üçüncü katın balkonundan birine el sallıyordum. Sonra sağımdan gelen onun sesini duydum.
“Bu halin ne?”
Sesi oldukça yumuşaktı. Aramızdaki mesafeyi kapatırken bakışları yüzümde geziniyordu.
“Oyun oynuyorduk” dedim, sesim oldukça kısık çıkarken.
Eli saçımdan bir şey uzaklaştırırken bunun bir tüy olduğunu gördüm. O an kafama dank etti. Bu an Mina ve Manu’nun odasında King ile yastık savaşı yaptığımız gündü. Onun Nisha’yı görmeye gitmeden önceki anı…
Kahverenginin en eşsiz tonuna sahip gözlerine bakarken o da bakışlarını hiç koparmadı gözlerimden. Dudakları aralandığında “Çocuk gibisin” diye konuşmuştu.
Yüzümdeki ifade bocaladı. Şaşkınlık içerisinde kirpiklerimi kırpıştırırken ondan geriye doğru bir adım attım. Sonra bir adım daha ve ondan uzaklaşmaya başladım. Bu an böyle değildi oysa biliyordum. Ancak o gün göğsüme batmayan sızı şimdi canımı yakıyordu.
Kaçtım. Onun tersi istikamette koşarken gözlerimden akan yaşları hissettim. Nefret ettim bu halimden. Merdivenlere ne ara geldiğimi bilmiyordum. Hızımı bir an kesmedim. Ancak ayaklarımın birbirine dolanmasıyla düşmemek için korkuluklara tutunmak istedim ama elim kaydı ve boşluğa doğru düştüm.
Yerimde debelenirken sırtımın sert zemine çarpmasıyla dudaklarımdan bir inilti koptu. Canım gerçekten yanmıştı. Gözlerimi araladım. Uyuşukluk halinden sıyrılmaya çalışırken düştüğüm yerden doğruldum.
Yanımdaki koltuğu seçti gözlerim. Gerçekten düşmüştüm. Bulanık görüyordum ve göğsüm hızla inip kalkıyordu. Ellerimi yanaklarıma götürdüğümde ağlamış olduğumu anladım. Bedenime dolanmış pikeyi fark ettiğimde ise kaşlarım çatıldı.
En son Misthi’yi uyutuyordum. Misthi? O neredeydi?
“Hih!” diyerek çığlık atmam kaçınılmaz oldu. Ezmiş miydim çocuğu?
Panikle pikeyi kucağıma toplayıp yerimde geri geri kaydım. Elimi saçlarıma geçirdiğimde sesli bir soluk bıraktım “Yok”
“Geeta” diye seslendiklerini duydum.
Bakışlarımı kaldırdığımda giriş kapısından önde Barun’un ardından Neha ve Ranvir’in girmiş olduğunu gördüm. Rüyamda gördüklerimden sonra onu karşımda görmek midemde yumruk etkisi bıraktı.
Onlar ne zaman gelmişti?
Salonun girişinde durduklarında o yine bir adım öndeydi. Bakışlarını yüzümde hissettim ama gözlerine bakamadım.
“İyi misin Geeta? Çığlığını duyduk?” diyen Neha’ya baktım.
Hala aynı şekilde oturmaya devam ederken elimle yüzümü kapattım. Rezillikti gerçekten. “Koltuktan düştüm, biraz deli yatarım da ben” dedim utana sıkıla.
“Yerde ne arıyordun öyleyse?” dedi Ranvir. Allah’ım onu görmüşler miydi? “Sakın bize Misthi’nin üstüne düştüğünü sandığını söyleme”
Yüzümü buruştururken cevabını almış olmalı ki kısık kahkahasını duydum. Neha’ya baktığımda onun da dudaklarında anlayışlı bir gülümseme vardı.
“Uyku mahmuru ne sanabilirdim acaba? Gülme ya” dedim huysuzlanarak. Ranvir dudaklarını birbirine bastırdı.
Barun’a kaçamak bir bakış attığımda onun gülmediğini düşünceli bakışlarının üzerimde olduğunu gördüm. Neha Ranvir’e dirsek attığında Ranvir gülmeyi kesip dudaklarını birbirine bastırdı.
“Misthi uyandı çoktan Geeta, dışarıda ablası ile oyun oynuyorlar” dedi Neha daha sonra.
Onu kafamı sallayarak onaylarken ayağa kalkmıştım. Üzerimi düzelttim ardından pikeyi katlayıp koltuğa bıraktım. Ellerimin titrediğini fark ettiğimde diğerlerinin görmemesi için gelişi güzel arkama sakladım. Rüyamda gördüklerimin etkisi hala üzerimdeydi.
Sakin ol Ezgi, sadece rüya.
Onlara döndüğümde yine onun yüzüne bakamazken “Üzgünüm, korkuttuğum için” diye konuştum.
“Sorun değil” dedi Neha yanıma gelip koluma dokundu. “Hadi dışarı çıkalım, burası iyice yanmış”
Gerçekten biz uyurken klimayı kapatmış olmalı ki içerisi yanıyordu. “Ben bir elimi yüzümü yıkayıp geleyim” dedim.
Ranvir lavabonun üst katta olduğunu söylerken onu başımla onayladım. Ranvir önde dışarıya geri çıkarlarken Barun’un hareket etmediğini gördüm. Gerildim. Arkamda birleştirdiğim ellerimi sıktım. Merdivenlere gitmek için yanından geçmem gerekiyordu.
Neden gitmiyordu?
Yanından geçecekken “Gerçekten… iyi misin Ezgi?” diye konuşmasıyla durmak zorunda kaldım. Sesi rüyamdaki gibi yumuşaktı. İrkildim istemsizce.
“İyiyim”
“Çocuk gibisin”
O gün bunu hiç o anlamda söylediğini düşünmemiştim. Yakınlığı yüzünden aklıma gelmemişti belki de. Ama şimdi geçmişte olanları hatırladıktan sonra onun bu cümlesi hiç olmadığım kadar kötü hissettiriyordu.
Bu ruh halinden çıkmadan onunla konuşmak istemiyordum. Sadece yukarı çıkmak istiyordum.
“Ben yokken canını sıkan bir şey mi oldu?” diye sorduğunda kendimi sıkmayı bırakıp zor da olsa bakışlarımı gözlerine çevirdim. Kaşlarının hafifçe çatılmış olduğunu gördüm.
Neden böyle düşündüğüne anlam veremesem de onu bu şüpheden uzaklaştırmak isteyerek gülümsedim “Hayır, olmadı”
Bakışları kısa bir an gülümsememe kaydı ardından tekrar gözlerime baktı. Ancak ben daha fazla bakamadım gözlerine. Yoksa oturup ağlayacaktım. Kaçarcasına yanından geçtim ve merdivenlere yöneldim. Bu rüyamda ondan kaçtığım anları hatırlattığında adımlarım hızlandı. Karşıdaki koridora girip sağda kaldığını öğrendiğim banyoya girdim hemen.
“Off” Nefeslerimi düzene sokmaya çalışırken elimi alnıma attım. “Salaksın Ezgi! Salaksın! Adamın ne suçu var da kaçıyorsun? Sonra tabii ki şüphelenir”
Direkt karşıda kalan lavaboya ilerledim. Aynaya baktığımda ağladığımdan gözümün altına karaltı yapan maskaramı fark ettim. Diğerleri terlediğimden dolayı olduğunu düşünüp çok üstelememişlerdi belki de ama o anlamış mıydı ağladığımı? Bu yüzden mi öyle garip bakıp sorguya çekmişti?
Bakışlarım geriye doğru kaymış fularıma kaydı. Sesli bir soluk bırakıp ilk önce onu çözdüm ve kenara koydum. Sonrasında yüzümü ve boynumu yıkadım.
Gözlerimin altını nasıl halledeceğimi düşünürken aynanın sağ tarafında kalan duvara monteli dolabın rafında bir ıslak havlu paketi dikkatimi çekti. İçinden bir tane alıp gözlerimin altını sildim.
Birdenbire o adamı hatırlamamın anlamı neydi? Unuttuğumu sanıyordum… Üstüne Barun ile aramızda geçen o anı görmem de cabasıydı. O da hakkımda öyle düşünüyor olabilirdi… Ancak Barun onun yaptığı gibi beni küçümsemezdi. O öyle bir adam değildi.
Ona da güvenmiştin?
“Aynı şey değil. Bizim onunla aramızda duygusal bir bağ vardı. Ben o bağa güvenmiştim. Bu yüzden kalbimi açmıştım. Onu sevmek istemiştim. Çünkü onun beni sevdiğini sanmıştım…” Burnumun direği sızladı. Kafamı iki yana salladım. “Oysa Barun ile aramızda öyle bir bağ yok. Bu yüzden hakkımda istediğini düşünebilir. Sorsam dürüstçe söyler düşüncelerini ama onun yaptığı gibi yapmazdı”
Beni rahatsız eden neydi o zaman? Gözlerine bakamayacak, ondan kaçacak kadar beni üzen…?
Aynadan gözlerime baktım “Ben… yine de onun hakkımda böyle düşünmesini istemiyordum. Katlanılması zor biri olduğumu… düşünmesi beni üzerdi”
Hem de çok üzerdi.
Titrek bir nefes bırakıp bakışlarımı kaçırdım. Lavabonun kenarına bıraktığım fularımı aldım. Babamın ellerini tutuyormuş gibi hissetmek istedim. “Ona söz vermiştin Ezgi. Bu mesele yüzünden kendini üzmeyecektin… Kimse için kendimden ödün vermeyecek ve kimse için olmadığım birine dönüşmeyecektim”
“Seni gerçekten sevenler seni olduğun gibi seven insanlardır, iki gözüm. Benim gibi…”
Gülümsedim. Sevgisini dile getirdiği nadir anlardan biriydi. O zamanlar çok kötüydüm ve odamdan çıkmazken içimi döktüğüm kişi yine babamdı. Sırtımdaki eli ve yüzümü güldüren lafları tüm terapilere bedeldi.
Beni ömür boyu çekecek tek erkek babam olsa bile sorun değildi. Kendim olarak kalır ve seve seve yanından ayrılmazdım. Babam da buna zaten dünden razıydı.
Kollarım ona sarılma özlemiyle yandı sanki o an. Ona sarılsam geçerdi çünkü her şey. Omuzlarım düştü. İç geçirip kendimi toparladım ve fularımı saçımdaki yerine bağladım. Örgüm de dağılmıştı hep ama tekrar örmeye üşendim.
“Ah ah Ezgi, bugünleri de mi görecektik? Sen ki saçlarına her gün farklı modeller yapan kadın şimdi örmeye üşeniyorsun” diye söylendim kendi kendime. Güldüm daha sonra. Kesinlikle daha iyi hissediyordum.
Islak kâküllerime şekil verdikten sonra ellerimi kurulayıp banyodan çıktım. Bahçeye çıktığımda onları masada konuşurlarken buldum. Misthi’nin ismimi seslenmesiyle bakışlarım sol tarafa döndü. Khushi ile çimenlerin üzerinde oturuyorlardı. Önlerinde bir sürü oyuncak vardı.
Bana gülerek el sallarken Khushi de ona katılmıştı. Gülümsemem büyürken bende onlara el salladım. Ranvir bu defa baş köşede otururken sağında Neha solunda Barun oturuyordu. Barun’un yanındaki sandalyeyi çekip oturdum bende.
“Kızlarımı kendine aşık etmek için ne yaptın böyle söyle Geeta?” diye konuştu neşeyle.
Sanki hiç gitmemişler de yalnızca ben uyuyakalmışım hissi verdi bu tavrı bana. Onların neden gittiklerini hatırladım böylece. Neler olmuştu merak ediyordum.
Bakışlarımı Ranvir’e çevirdiğimde dudaklarımdaki gülümseme hala yerini koruyordu “Ben bir şey yapmadım, onlar tıpkı sizin gibi sıcakkanlılar sadece”
Ranvir söylediğimi keyifle Neha’ya çevirdiğinde Neha da gülümseyerek bana bakmıştı.
“Ee siz ne konuşuyordunuz?” diye sordum. Ona baktım en son. Bakışlarımın ona döndüğünü fark edip o da bana baktı. Beklediğimden daha iyi görünüyordu. Sanırım iyi gelişmeler vardı.
“Öyle havadan sudan” dedi Ranvir.
Bu sırada Neha yerinden kalktı “Tatlı yapmıştım, onları getireyim yiyelim”
Tatlı mı? Dudaklarımı ıslattım. Şu an bana iyi gelecek en iyi şey tatlıydı kesinlikle.
O eve girdikten sonra bir sessizlik çöktü masaya. Bu anın dosya hakkında konuşmak için iyi bir fırsat olduğunu düşünüp dudaklarımı araladım.
“Şoför… ölmüş mü gerçekten? Nasıl olmuş?”
Ranvir geriye yaslanırken “Şoför olduğu henüz kesinleşmedi ama evet adam ölmüş” diye konuştu sıkıntıyla. Bakışlarını Barun’a çevirince bende ona döndüm.
O ise dirseklerini masaya yaslamış kavuşturduğu ellerine bakıyordu. “Teşhis ettim. O adamdı. Öldürülmüş. Sebebi de belli. Katili araştırıyorlar şimdi”
“Katil hakkında bir iz yok mu peki hiç?”
Kafasını eğdi “Hayır. Yalnızca…”
“Nisha’nın kaza gününden bir fotoğrafı bulundu” diyerek onun sözünü tamamladı Ranvir.
Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Bakışlarım üzgünce ona döndü. Düşündüğümden daha kötüydü o halde. Sadece yine belli etmiyordu “Neden?”
Sorumla birlikte keskin kahvelerini bana çevirdi sonunda “Belli değil mi? Onu öldürmek için tutulmuş” diye konuştu soğuyan sesiyle.
Gözlerim nemlenirken içim sızladı. Nasıl bu kadar kötü olabiliyorlardı? Küçücük çocuktan ne istemişlerdi?
“Ve siz bu adamların bir araya geldiği mekâna gitmeyi düşünüyorsunuz?” dedim sesimdeki hiddeti saklamadan. Bakışlarım ikisi arasında gidip geldi. “Üstelik polisten habersiz?”
“Oralara hiç girme be Geeta” dedi Ranvir. O da masaya yaslanmıştı. Yorgun bir nefes verirken saçlarını karıştırdı.
“Amacım işinize karışmak değil ama bu mesele gittikçe tehlikeli bir hal almaya başlıyor”
İçimde kötü bir his var diyemedim.
“Ona göre hareket edeceğiz zaten, merak etme” dedi Barun, sesi düşünceliydi.
Bu sırada Neha evin kapısında göründü. Onun henüz olayın detaylarından haberi olmadığı için konuşmayı sonlandırmış olduk.
Yanımıza gelirken kızlarına seslendi. Khushi kardeşinin elini tutup yanımıza ilerletti onu da. Neha elindeki tepsiyi masaya koyup tatlı tabaklarını dağıttı.
Çatalımı elime alırken tabaktaki tatlıya baktım. Kaşlarım hafifçe çatıldı. Şerbetli bir tatlıya benziyordu ve çok tanıdıktı. “Bu…”
“Şekerpare deniyor sanırım sizin orada?” diyen Neha’ya baktım şaşkınlıkla. Gerçekten şekerpare yapmıştı.
“Ben Kerem’in Yeri’nde yemiştim bir defa Geeta, çok sevmiştim” dedi Ranvir, bir dizine Khushi oturmuştu ve tatlılarını yemeye başlamışlardı çoktan. “Neha da tarifine bakıp yapmıştı bir defa. Bugün de senin için yaptı”
“Benim de en sevdiğim tatlıdır ve harika görünüyor gerçekten. Ellerine sağlık” dedim neşeyle.
En sevdiğim olması onu da şaşırtırken mutlu olmuş gibi gülümsemesi genişledi. “Afiyet olsun. Bu ikinci yapışım, olmamış olabilir. Ranvir aynısı olduğunu söylüyor ama ona göre yanık yemek getirsem de yemeklerim çok güzeldir. Bu yüzden sizin yorumlarınızı bekliyorum”
Gülerken onu onayladım. Ranvir de sırıtırken ona göz kırpmıştı. Neha kafasını iki yana sallayıp kucağındaki kızına tatlısını yemesinde yardımcı oldu.
Bakışlarım yanımdaki adama döndüğünde henüz başlamamış olduğunu gördüm. Tatlıyla arasının pek olmadığını hatırladım ama yine de merak ederek “Daha önce yemiş miydin?” diye sordum.
Gözleri yüzüme döndüğünde “Hayır” dedi.
“Bakalım nasıl bulacaksın o halde?” derken tatlımdan bir çatal aldım ve yedim. Bir çatal daha aldığımda onun da çatalını eline aldığını gördüm.
Gerçekten güzeldi. Yalnızca bir tık şerbeti fazla olmuş gibiydi o kadar. Barun tatlısının birini bitirdikten sonra Neha’ya eline sağlık dedi. Anlaşılan beğenmişti yoksa bitirmezdi diye düşündüm. Neha’ya bende bir tatlı gurmesi edasıyla yorumlarımı sunarken aynı zamanda tabağımı bitirmiştim.
Barun tabağını benim önüme doğru sürükledi. İkinci tatlısına dokunmamıştı hala. Yüzüne baktığımda gözlerindeki soruyu gördüm. Kendisi yemeyeceği için ben ister miyim diye soruyordu. Teşekkür ettim ve tabii ki kabul ederek tabağını kendi boş tabağımın üzerine koydum.
“Biz yokken de iyi vakit geçirmişsiniz sanırım Geeta?” diye konuştu Ranvir. Bu sırada Khushi dudaklarına tatlı uzatmıştı. Babası gibi o da ona yediriyordu anlaşılan.
Gülümserken aklıma albümlerine baktığımız geldi. Barun’un mezuniyet fotoğrafını hatırlarken bakışlarımı kısa bir an ona çevirdim. Göz göze geldik. Onun da kahvelerinde meraklı parıltılar vardı.
O fotoğrafın albümde olduğunu biliyor muydu acaba?
“Tabii. Ayrıca ne kadar çapkın ve kıskanç olduğunuzu öğrendik Ranvir Bey” dedim ona sataşarak.
Kaşları çatıldı anında. “Kıskanç mı? Ben mi? Kuru iftira” diye konuştu hemen. Çapkınlığa takılmamıştı bile. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım.
“Birisi Neha’ya çiçek uzattı diye maçı yarım bırakmışlığınız varmış ama?”
Ranvir bozgun bir bakış attı Neha’ya. “O tam o yüzden değildi. Birileri çarpıtmış” diyerek kabullenmemeye devam etti.
Ağzımdaki tatlıyı yutarken eğlenen bakışlarım hala ondaydı. “Basketbol oynamaya neden sadece ikiniz oynadığınızda götürüyorsun o zaman Neha’yı?”
“O kadar erkeğin için de tek olmasın diye götürmüyorduk, bunun kıskançlıkla ne ilgisi var?”
“Öyle mi Ranvircim?” Neha onun dediğini anlamış olmalı ki kaşları havalanmıştı. Bakışlarını bizde de gezdirdikten sonra tekrar ona baktı. “O halde Geeta buradayken çağırın arkadaşlarınızı bir maç yapalım. Ben de tek olmuş olmam hem, nasıl fikir?”
Ranvir’in çatalı havada kalırken adeta taş kesildi. Buna rağmen Neha ciddi olduğunu göstermek isteyerek bakışlarını ondan çekmeyip bir yanıt bekledi. Ranvir bana baktığında Neha’yı destekleyerek tek kaşımı kaldırarak benim de ondan cevap beklediğimi belirttim.
“Tanrım, birdiler iki oldular” diye söylendi kafasını iki yana sallarken. Ardından Barun’a baktı “Kardeşim sen de bir şey söylesene, Ranvir haklı desene”
Neha ile aynı anda bakışlarımız ona döndüğünde Barun bir an duraksadı. Ardından “Ranvir haklı” dediğinde kaşlarım şaşkınlıkla havalandı.
Tamamen ona doğru dönerken “Gelemeyiz yani sizinle, öyle mi?” dedim.
Bu çıkışım şaşkınlıkla kaşlarının çatılmasına sebep olurken kendini hemen toparladı ve Neha ile ikimize bakarak “Sorun erkeklerin olması değil. Onlar oldukça sert oynuyorlar bu yüzden bize ayak uyduramazsınız. Yaralanabilirsiniz ve bunu istemiyoruz, gelmenizi değil” diye açıkladı.
“Erkek erkeğe sert oynuyorsunuz. Eminim biz olduğumuzda ona göre oynamaya çalışacaklardır” dedi Neha hemen lafı yapıştırarak. Onu kafamı sallayarak onayladım.
Barun Ranvir’e baktı. Ranvir fena bozulmuştu ama kıskançlığını kabullenmemekte ısrarcı olduğundan hiçbir şey söylemedi.
“Ee yapıyor muyuz bir maç?” diye sordu Neha üstelemeye devam ederek. Sesinde keyfin yanında bir meydan okuma vardı.
Ranvir de bunu anlamıştı tabii ki. Geri adım atmadı bu yüzden. “Yapalım bir maç. Biz de uzun zamandır bir araya gelmiyorduk zaten, süper olur”
Barun kafasını eğip iki yana sallarken aralarındaki inatlaşmanın onun da farkında olduğunu anladım. İçimden bir ses bu maçın pek iyi bitmeyeceğini söylüyordu.
Bir dakika? Ben az önce basketbol maçı oynamak için mi inat etmiştim? Hem de basketbol hakkında emin olduğum tek şeyin topunun turuncu olduğu halde? Elimle buruşturduğum yüzümü sıvazladım.
Oynamayı bilmediğimi Neha’ya da söylemiştim ama sanırım Ranvir’in kıskandığını kabul ettirmek uğruna bunu önemsememişti. Ancak önemsenmeliydi. Kesin rezil olurdum kesin!
Umarım arkadaşları gelemezdi ve bu plan iptal olurdu…
Bu maç muhabbeti kapandıktan sonra Ranvir’in bir tık tadı kaçmış gibiydi. Tatlılar da bitmiş Neha tabakları tekrar tepsiye toplayıp mutfağa götürmüştü.
Barun sağ kolundaki şık gümüş saatine göz atarken “Biz de kalkalım artık?” diyerek Ranvir ve bana baktı.
Onu onayladığımda Ranvir de başını sallamıştı. Kızlarla sarılarak vedalaştık. İkisinin yanaklarından kocaman öpücükler çalmıştım bir de tabii. Misthi gidiyor olduğumuz için gerçekten üzülmüş gibiydi ve çattığı kaşlarının ardından Barun’a bakıp durmuştu.
Beklemediğim bir şekilde Neha da kollarını bana sardığında “Tanıştığıma çok memnun oldum Geeta. Ne zaman istersen gel, ben genel olarak evdeyim” diye konuştu kulağıma.
Gülümsedim ve sarılışına karşılık verdim hemen “Bende çok memnun oldum. Teşekkür ederim her şey için”
Geri çekildikten sonra Ranvir’e de aynı içtenlikle teşekkür ettim. O da gülümsememe karşılık verirken bir abi edasıyla elimi iki eliyle birden sıktı.
Neha ile çıkışa kadar bize eşlik ettiler. Kapının önünde iki araba kaldığını gördüm. Üstelik biri Barun’un arabası değildi. Başka ama yine cip model koyu gri bir arabaydı. Arkasındaki koruma aracından inen bir görevli gelip Barun’a bir araba anahtarı verdi. Bu anahtarla yabancı arabayı açtığında binmem için eliyle yol gösterdi.
Diğer tarafa dolanırken Ranvir’in “Neden bu arabayı getirttin? Nereye gidiyorsunuz?” diye soran şaşkın sesini işittim.
Barun da kendi kapısını açarken binmeden önce ona döndü “Dinlen demedin mi? Bende dinlenmeye gidiyorum”
Kaşlarım hafifçe çatılmışken arabaya bindim. Anlaşılan aralarında dönen bir muhabbetti. Ranvir’in yüzünde garip bir gülümseme vardı. Bir kolunu Neha’nın omzuna atmış ve bedeninin ona yaslanmasını sağlamıştı. Neha da kolunu beline sarmıştı. Ardımızdan el salladıklarında bende onlara el salladım.
“Neden farklı bir arabaya bindik anlamadım?” diye konuştum.
“Seninle gitmek istediğim bir yer vardı. Umarım fikrin değişmemiştir?”
Bu sorumun cevabı olmasa da “Hayır, değişmedi” diye yanıtladım onu. Neden fikrimin değişeceğini düşünmüştü ki?
“Yurda gidiyoruz. Aamir ve Mahit’in yanına. Oraya giderken korumalarla gitmem. Bu yüzden plakası üzerime olmayan bu aracı kullanıyorum” dedi tek bir cümlede tüm sorularımın yanıtlarını vererek.
Anladığımı belirterek kafamı salladım. Bu sırada oradaki çocukları düşünmek aklıma kendi öğrencilerimi getirdi.
“Saat kaç acaba?” diye sordum.
“Üç”
O kadar olmuş muydu ya? Türkiye de saat birdi o halde. Metin Bey sabahkine nazaran çok yoğun olmasa gerekti. Aramadan bilemezdim.
“Ben müdürümü arayabilir miyim?”
Kafasını eğerken vitesin arkasında kalan boşluktaki yerden telefonunu alıp bana verdi. Teşekkür ederek aldım. Numarayı kaydettiği için bulmam zor olmadı. Bu sırada arabanın durduğunu fark ettim. Bakışlarımı kaldırdığımda başka bir sokakta kaldırım kenarında durduğumuzu gördüm.
“Ne oldu?”
Kontağı kapatıp el frenini kaldırdı. “Cadde de trafik yoğun olmalı, araba seslerinden konuşamazsın. Ayrıca müdürünün söyleyeceklerini bende merak ediyorum”
Bu çok iyi olurdu aslında. Daha rahat hissederdim. Gülümsedim “Teşekkür ederim” dedim gülümserken. Başını eğdi hafifçe. “Aramayı hoparlöre alayım o zaman?”
“Olur”
Ben aramayı yaptıktan sonra elimdeki telefonu aldı usulca “Şöyle yapalım” diyerek radyo ekranının üzerindeki bir çıkıntıyı çekti. Ardından telefonu oraya yerleştirdi. Mıknatıs sistemli olmalı ki telefonu tutuyordu.
Arama üçüncü çalışta yanıtlandı ve Metin Bey’in “Alo” diyen sesini duyduk.
“Benim Metin Bey, Ezgi”
“Ah Ezgicim, numarayı kaydetmiştim zaten de o kaba adam konuşur sandım ilk” dediğinde gözlerim şaşkınlıkla büyüdü. Barun’a kısa bir bakış attığımda kaşlarını hafifçe çatmış telefona bakıyordu.
Koltukta öne doğru kayarken boğazımı temizledim “Öyle demeyin, aslında iyi ve kibar biridir. Sizi tanımadığı için ilk öyle konuşmuştur” dedim sevecen bir sesle.
“Yok kızım, adamın sesi bile ta buradan ürkmeme sebep oldu. Allah muhafaza sende çok yaklaşma kendisine, dikkat et” diyerek beni iyice yerin dibine sokmaya devam etti.
Tekrar Barun’a baktığımda bu defa göz göze geldik. Dudaklarımı oynatarak ‘kusura bakma’ dedim. Yüzü yumuşarken sorun değil dercesine kafasını iki yana salladı.
“Ederim Metin Bey. Siz müsait miydiniz?” diye sordum. Barun ‘bence gayet müsait kendisi’ dercesine yüzüme baktı. Bu huysuz ifadesine gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım.
“Müsaidim, buyur. Abin hakkında bir gelişme mi var yoksa? Bende hem onu sormak için hem de geri dönüşünü sormak için aramıştım ortanca abini ama ulaşamadım”
“Evet, onun için aramıştım bende. Orası karışık olduğundan size geri dönememişler. Abim hayati tehlikeyi atlattı çok şükür” diye açıkladım.
“Ah, gözün aydın Ezgicim” dedi gerçekten rahatlamış bir sesle.
“Teşekkür ederim”
“Peki ne zaman dönebileceğine dair bir planlama yapabildiniz mi?” diye sordu.
Sıkıntılı bir nefes bıraktım. “Henüz konuşmadık ama bir süre daha buradayım gibi gözüküyor. Siz ne yaptınız, yerime yeni bir öğretmen mi geldi?”
Barun’un şimdi yüzünü bir eline yaslamış dikkatli bir şekilde onun cevabını beklediğini gördüm.
“Ben bir dilekçe göndermiştim bakanlığa. Bizim okuldan gönüllü bir öğretmen sen gelen kadar ders verecek çocuklara” diye açıkladı Metin Bey tane tane. İç geçirdi daha sonra. “Şimdi geri dönüşün belli olmadığına göre tekrar bir dilekçe yazabilirim. Ayrıca başına gelen kazaya dair bir belge istiyorlar senden. Uçuş yaptığın havayoluyla iletişime geçebilirsin bunun için”
Gerçekten Barun’un dediği gibi olmuştu. Göz göze geldiğimizde buruk bir şekilde tebessüm ettim. “Anladım. Ben bizimkilere haber vereceğim. En yakın zamanda size iletmeye çalışırlar. Başka bir şey var mı peki?”
“Birkaç hukuksal süreç olabilir. Onları sen geldiğinde halledebiliriz ancak. Bu yüzden şimdilik dert etme” dedi anlayışlı bir sesle.
“Peki. Çok teşekkür ederim Metin Bey, her şey için” dedim içten bir şekilde.
Gülümsediğini hissettim. “Ne demek. Sen okulumuzun çok değerli öğretmenlerinden birisin. Elimden ne geliyorsa yapmak isterim bu yüzden”
“Sağ olun tekrardan, kendinize çok iyi bakın”
“Sende kendine çok iyi bak Ezgicim”
Arama sonlandıktan sonra omuzlarım düştü rahatlamış bir şekilde. Düşündüğümden daha iyi geçmişti. Şimdilik her şey yolundaydı. Yine de içim buruktu çünkü miniklerim beni arayacaktı ve gelemediğim her gün çok üzüleceklerdi. Bunun kısa sürmesini umut etmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu şu an.
“İyi misin?” diye soran Barun’un sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım.
Ona doğru döndüm ve yüzüne baktım. Kahvelerinde sıcak hissettiren bir merak vardı. “İyiyim. Gerçekten söylediğin gibi oldu… sadece öğrencilerim çok üzülecek bu yüzden içim buruk”
“Anlıyorum” dedi kafasını hafifçe eğerek. “Ailene bugün için de izin ver. Gerçekten toparlansınlar. Sonrasında ne yapabileceğimizi konuşuruz”
Gülümsemem mahcup bir hal aldı. “Teşekkür ederim. Onca işinin arasında bir de bunu düşünüyorsun gerçekten”
Gözlerimin içine bakmaya devam ederken “Yapabildiğim tek şey bu olduğu için üzgünüm” diye konuştu dürüstçe. Sesindeki içtenlik sarıp sarmaladı sanki beni. Tam anlamıyla gülümsedim bu defa.
Gözlerimi kaçıran ben olurken sesli bir nefes bıraktım. Hazır durmuşken annemleri de aramayı düşünerek “Bizimkileri de arasam olur mu?” diye sordum.
“Tabii” dediği anda telefonu çaldı. Ekranda annemin isminin belirmesiyle sırıtmaya başladım. Hissetmişti sanki. “Senden önce davrandılar bile”
Gülerek aramayı yanıtladım hemen. “Alo” diyen annemin sesi arabayı doldurdu. Hoparlörü kapatmamıştım. Onun duymasında bir sakınca görmedim. O da bir şey söylememişti.
“Bende tam seni arayacaktım anne”
“Ee kalp kalbe karşıdur demişler kızum ha”
Gülümserken kafamı salladım. “Nasılsın annecim?”
“Şükür ha kızum, biraz daa düzeldum” diye yanıtladı beni. Sesi gerçekten daha canlı geliyordu. Rahat bir nefes bıraktım. “Sen neceysun kızum?”
“İyiyim anne iyiyim” dedim. O an Barun’un annemin ağzından dolayı onu anlayıp anlamadığını merak ettim. Daha önce bunun hakkında bir şey söylememişti. “Yiğit abimin durumunda bir değişiklik var mı anne?”
Titrek bir nefes bıraktı “Yoh. Normal odaya aldular, bekleyiruk”
İçimin sıkılmasına izin vermedim. O iyiydi ve bizimleydi. Beklemek sorun değildi. Barun’a kısa bir bakış attığımda koltuğunda geri yaslanmış olduğunu gördüm. Ona baktığımı fark etmiş gibi telefondaki bakışlarını bana çevirdi. Hafifçe tebessüm edip önüme döndüm hemen.
“Babam nasıl peki? Yanında mı?” diye sordum hattaki anneme.
“İyi iyi toparlayır. Fizik tedaviye başladılar, Alperen oraya götürdü onu” dedi. Rahat bir soluk bıraktım. Her şey yolundaydı. “Sen bi şeyler yiyisun ha, aksatmaysun değil mi kızum?"
Gülümsedim “Yiyorum anne. Lütfen sende dikkat et kendine artık tamam mı?” diye tembihledim.
“Ediyrum ediyrum… Ben unutsam, Melike kızum unutmaz ha, bilisun sen. Bizi dert etmeyesun"
Biliyordum. Melike bana söz vermemiş olsa bile onlara çok iyi bakardı. Yalnız değillerdi bu yüzden endişem yoktu. Ancak annem benim burada yalnız olduğumu düşünüyor olmalı ki endişelenmeden duramıyordu.
Halbuki yalnız değildim. Beni de düşünen insanlar vardı burada. Yanımdaki adamın varlığını hissettim tekrar. O vardı… O olmasa Aisha vardı. Aisha olmadığı zamanlarda da Aastha abla. Ranvir ve Neha tarafından da değerli hissetmiştim bugün. Dudaklarım kıvrılırken burnumun direği sızladı.
“Asaf oğlum nasildur ha? Her şey yolundami?” diye konuşan annemin sesiyle tekrar konuşmaya döndüm. Ona böyle hitap etmesi hala garip geliyordu. Normalde kimseye bu kadar kolay ısınmazdı.
Hafifçe tebessüm ederken “Kendisi cevaplasın anne, seni duyuyor zaten” diye konuştum.
Barun benim gibi koltukta öne doğru gelirken omuzlarının gerilmiş gibi dikleşmiş olduğunu gördüm “İyiyim efendim. Sağ olun”
“Efendim deyip duriy bu çocuk daa hala?” diye söylendi annem gülerek. Onun güldüğünü duymak içimi tarifi imkânsız bir mutluluğa boğdu. Bende gülerek Barun’a baktığımda onun da kafasını hafifçe eğmiş tebessüm ediyor olduğunu gördüm. “İyi ol oğlum, hep iyi ol… Annen baban nasıldur, herkes iyidur inşallah?”
Yutkundum. Annemler onun annesinin vefat ettiğini bilmiyorlardı hala. İçim burkuldu. Ona baktığımda o hala telefona bakıyordu. Yüzünden hiçbir şey okuyamadım.
“Herkes iyi, sağ olun sorduğunuz için”
“Hasan, 'onlarla da bi gün konuşalum' diyeydi. Neticede Ezgi'm sizin evde kalayi, onlara da ayrı bi teşekkür edek istiyruk oğlum”
Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. Tedirgince yerimde kıpırdanmadan edemedim. Çetan amca ile konuşmuyordu ve şimdi bu yüzden konuşması gerekecekti. Onu böyle zor bir durumda bırakmak istemezdim.
Araya gireceğim sırada benden önce davrandı “Anlıyorum, haklısınız. Sizin de müsait olduğunuz bir akşam konuşmanızı sağlarım”
Ona döndüm hızla. Bu çok önemli değildi reddedebilir ya da gerçeği söyleyebilirdi. Neden yapmıyordu? Bakışlarımı fark edip gözlerini bana çevirdi o da. Neyden memnun olmadığımı anlamaya çalışır gibi tek kaşını kaldırdı.
“He tamam oğlum, gene haberleşiruk ona göre. Çook selamlarımızı da ilet sen ha” diyen annem ile bakışlarımız koptu.
“İletirim”
“Anne, Oğuz abim geldi mi?” diyerek konuyu değiştirmek istedim.
Sesli bir nefes bırakırken “Alperen burda olince doğrudan evden şirkete gitmiş” diye konuştu.
“Hicran yengem peki?”
“Daha çok olmadi, Gül teyzenle eve gittiler. Yavaş da olsa toparlayi, şükür”
Sesli bir nefes bıraktım. Umarım çok daha iyi olurdu. Hala onunla konuşacak cesaretim olmasa da o konuşmak isterse onu dinlerdim. Bu sırada bir kapı kapanma sesi geldi.
Bunun üzerine “Ah Ezgi’m burda asıl seninle konuşma bekleyan başka biri var ha” dedi annem, sesinden gülümsediğini anlamak zor değildi.
Kaşlarım hafifçe çatılırken “Kim?” diye sordum.
“Bizi unutmuş sanırım birileri, kim diye soruyor bir de!” dedi başka ama aşina olduğum o sert ses.
Nefesimi tuttum bir an. “Rüya?”
“Demek ki o kadar da unutmamış. Evet, benim kara kızın Rüya” dediğinde sesi neşeden uzaktı. Gerçekten oydu.
Kara kız… Normalde ona böyle seslendiğim için saçımı çeker ‘Ahırdaki inek miyim ben kara kız ne lan!’ derdi. En olmadı ters bakışlarından nasiplenirdim.
Titrek bir nefes bırakırken “Senin ne işin var orada? Ne zaman geldin?” diye soludum şaşkınlıkla.
“Sen… gerçekten baş belasısın! Bizi ne kadar korkuttuğundan haberin var mı?” dedi, kelimelerinin hiddetine rağmen sesi titriyordu. Göğsüme bir ağırlık çöktü. “Gerçekten iyi misin? İyisin değil mi?”
Sesinden akan endişesi kalbimde bir cız etkisi yaratırken gözlerim doldu. “İyiyim… gerçekten iyiyim. Sana… kim haber verdi?”
“Her anını bize bildiren kız, vardım diye mesaj atmayınca içimde kötü bir his oluştu zaten. Aradım ve hiç kimseye ulaşmadım üstelik. Alperen ağlayarak aradığında… bedenim buz kesmiş gibi kalakaldım öylece… İnanamadım”
Alperen ağlamış mıydı? Belli ki Rüya da… Dudaklarımı birbirine bastırdım. Onlara yaşattığım korku tahmin ettiğimden çok daha büyüktü…
“O an gelecektim Adana’ya ama hava şartlarından uçuşlar hep iptal olmuştu. Sonra yaşıyor olduğun haberini aldık zaten. Berat burası karışık olacağından biraz daha bekleyelim dedi… O da izin aldı, birlikte geldik. Mehmet ve Sıla izin alamadılar ama onlar da çok korktu, benden haber bekliyorlar”
İnanamıyordum. Eminim onların da içi içini yemiştir. Rüya için çok sorun olmamıştır belki ama Berat nasıl izin almıştı? Elim göğsüme gitti. Umarım benim yüzümden kendini zor bir duruma sokmamıştır?
“Bizimkiler idare ediyordu. Ne gerek vardı gelmenize? Berat nasıl izin almış ayrıca, yıllık iznini annesi hastalandığında kullanmıştı?”
“Hallettim dedi bilmiyorum. Sen bunu dert etme” dedi geçiştirerek. Bu cevap hiç tatmin edici değildi. “Hem ne demek gerek yoktu? Senin ailen bizim de ailemiz, böyle zor bir zamanda elbette yanlarında olacağız. Ayrıca… onların üzerimde kendi ailemden daha çok emeği var biliyorsun”
Ona sarılma isteğiyle tutuştu her bir yanım. Annemin arkadan gelen sesini duydum ama ne dediği net anlaşılmadı. Onlar için de Rüya bir diğer kızları gibiydi biliyordum.
Derin bir nefes alıp verdim. “Teşekkür ederim… İyi ki varsınız”
“Sende iyi ki varsın…”
“Berat nerede?” diye sordum araya giren kısa sessizlikten sonra.
“Mell su alıp geleceğim demiş geri gelmemiş. Meryem teyze endişelendiğinden Berat bakmaya gitti”
Kaşlarım hafifçe çatıldı. Nereye kaybolmuştu bu kız?
“Acilen senin dönüşünü kararlaştırmamız lazım” dediğinde sesinde başından beri hissettiğim bir suçluluk vardı. Buna anlam veremedim.
“Neden, başka bir sorun mu var?”
“Neden olacak seni almadan geri dönemem de ondan. Bütün Huzur Sokağı sakinleri çiçek kızımızı almadan dönme diye uğurladılar beni”
“Ne?” dedim şaşkınlıkla.
“Sorma. Rukiye cadısının bile ağladığını gördüm biliyor musun?”
Alt dudağımı sarkıttım üzgünce “Bizi sevdiğini söylemiştim. Ondan uğraşıyordu bizimle hep”
“Bizi bilmem ama seni seviyormuş… Buraya gelene kadar hiçbiri yalnız bırakmadı beni sağ olsunlar. Bakkal Hüseyin dayı bile geldi, Ezgi. Onunla ne ara bu kadar samimiyeti arttırdın Allah bilir? Adam bir perişan görmen lazım. Bütün drama quenliği Gülizarcım yaptı ama. Benden de çok ağladı zor sakinleştirdiler” her zamanki gibi olayı alaya alayım derken son cümlesinde kendini ele vermişti. Bundan bir an duraksadı. Onun da çok üzüldüğünü hatta ağladığını bilmek içimi burktu.
Rüya böyleydi çünkü. Duygularını çok yansıtmazdı. Kaçmak istediği zaman da her şeyi alaya alırdı. Acısını böyle hafifletip gizleyeceğini düşünürdü.
Bu anı değerlendirip “Onların nasıl haberi oldu?” diye sorarak içinde kalanlar neyse döksün istedim.
Kısa bir sessizlikten sonra “Haberi apartmana girmeden almıştım… Dizlerim boşalmış kendimi yere bırakmışım bütün mahalle başıma toplanınca öğrenmiş oldular. Beratları aramışlar sonra. Onlar gelene kadar yerimde hareket edemedim… Seni… bir daha göremeyeceğim sandım…”
İçim ezilirken başımı eğdim hafifçe. Rüya ise istediğim gibi kaçmadan içindekileri dökmeyi denedi. “Kafamda öyle şeyler döndü ki Ezgi… Sen beni boğacakmış gibi sarılıp veda ederken söylenmekten başka bir şey yapmamış üstüne salak saçma laflar etmiştim. O an sadece kendi sözlerim dönüp durdu kafamda ve hissettiğim pişmanlık canımı çok yaktı…”
“Beni çok özle bebek” diyerek kaçmaya çalışan Rüya’nın yanağına sulu bir öpücük kondurmuştum.
Yüzünü buruştururken homurdandı. Onu sinir etmeye bayılıyordum. Gülümsemem büyüdü.
“Ne özleyeceğim seni be? Hadi git artık da kafamı dinleyeyim bende birazcık”
Bu andan bahsettiğini biliyordum. İçim burkuldu yine. “Rüya-”
“Aptalın tekiyim biliyorum. Düşünmeden konuşuyorum bazen. Hani derler ya bir şeyin değerini kaybetmeden anlamazsın diye, o an yaşadığım aydınlanma buydu işte. Biliyorsun sevgimi gösterme konusunda oldukça beceriksizim. Ama şunu da daha iyi anladım ki etrafımda olan güzel şeylerin sebebi hep sendin Ezgi…” bir an duraksarken ağlamamak için kendini sıktığını hissettim. Ben Rüya’yı hiç bu şekilde görmemiştim. “Arkadaşlarımız, beni de koruyup kollayan ailen, mahalledeki insanlar… hatta ev bile seninle güzelmiş. Sensiz ise renksiz ve soğuk… Ben bu bıraktığın boşlukla nasıl baş edeceğimi bilemedim…Benim için aslında ne kadar değerli biri olduğunu söyleyemeden gittin diye… çok korktum”
“Hayır, böyle düşünme. Hissettim. Ben senin sevgini hep hissettim… Her zaman söylemesen de olur çünkü ben seni biliyorum Rüya… Kalbini biliyorum” dedim, dolan gözlerim sanki o ekrandaymış gibi telefondaydı. “Deli yattığımı bildiğinden geceleri beni kontrol ettiğini, odama gelip üzerimi örttüğünden haberim yok mu sanıyorsun? Ya da dava kazandım bahanesiyle sürekli eve tatlı alıp gelmeni aslında ben seviyorum diye yaptığını anlamıyorum mu sanıyorsun?” sesim kısıldı sonlara doğru. Sesli bir nefes bıraktım “Sen nasıl beni olduğum gibi seviyorsan bende seni olduğun gibi seviyorum. Ve hep çok seveceğim”
O güvenimi boşa çıkarmayan nadir insanlardan biriydi. Sevgisini hissetmediğimi nasıl düşünebilirdi?
Normalde bunları dert etmediğimi bilirdi. Kaç senedir beraberdik sonuçta ancak öldüğümü düşünmek… onu bu denli sarsmış olmalıydı.
“Ağlama sakın. Zaten zor tutuyorum kendimi” dedi huysuz bir sesle.
Gülerken dudaklarımı birbirine bastırdım “Ağlamıyorum”
“Böyle bir olay da ancak senin başına gelirdi zaten” dedi daha sonra. Onun için duygusallık buraya kadardı. “Bir de o kadar ülkenin arasından Hindistan’a düşmen de şaka olmalı gerçekten”
“Ben mi seçtim ya buraya atlayayım diye? Siz dua edin o yükseklikten atlarken korkudan durmadı kalbim” dedim yalancı kızgınlığımla.
“Düzgün konuş be. Sana yasak artık ölüm mölüm konuşmak”
“Tamam sustum”
İç geçirdi “Henüz Hasan amcamla konuşmadık ama biz Berat ile seni almaya gelmeyi düşünüyoruz Ezgi. Biliyorsun Berat’ın pasaportu var. Bende başvuru yaptım. Ardından vize çıkaracağız, o zamana kadar senin eşyaların da dönmüş olur Pakistan’dan. Geriye bilet alıp gelmek kalacak”
Kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken yerimde dikeldim istemsizce. Beni tedirgin eden babamın tepkisiydi. “İyi düşünmüşsün sağ olun ama benim yüzümden kendinizi daha fazla zor bir duruma sokmayın lütfen. Bir de babam… bu fikre pek sıcak bakmayabilir. Çok üstüne gitmeyin olur mu?” diye konuştum.
“Haberim var ondan da kendisi gelip almak istiyormuş seni. Ancak zor bir ameliyat atlattı. Ayağa kalkması kim bilir ne kadar sürecek? O zamana kadar bekleyecek miyiz böyle?”
Ellerimle oynarken omuzlarım düştü “Biliyorum ama inat etti bir kere. Ben… ısrar edersek durumunun daha kötüleşmesinden korkuyorum”
“Anlıyorum. Biz yine bir şansımızı deneyelim bakalım” dedi düşünceli bir şekilde.
“Pekâlâ”
“Bu arada velilerin de haberi var başına gelenlerden” dedi bunu yeni hatırlamış gibi.
“Metin Bey söylemiştir, onunla iletişimdeyiz”
“Pek öyle sayılmaz” dediğinde kaşlarım hafifçe çatıldı. “Sen sanırım onlara birkaç işin olduğundan tatilin son haftası Adana’dan erken dönebileceğini söylemişin. Çocuklara da bu yüzden kar yağarsa okulun bahçesinde buluşup oynayalım diye söz vermişsin…”
“Evet doğru” dedim dalgın bir sesle. Ama içim nasıl buruktu anlatamazdım. Üzgünce omuzlarım düştü. “Kar mı yağdı?”
“Evet. Senden haber beklemişler. Kimisi mesaj atmış. Alt komşu Songül Hanım, Bilal’in annesi, kayınvalidesinde olduğundan duymamış haberi. Eve seni sormak için geldiğinde anlattı bana her şeyi. Bende başına geleni söyledim. O sıra yaşadığını öğrenmiştik Allah’tan yoksa bir de onları ayağa kaldırırdık… Yine de çok üzüldüler. Hepsi adına geçmiş olsun dileklerini iletmemi istedi”
Kafamı salladım o görmese de. İç geçirdim. “Umarım çocuklara söylemezler”
“Yok, onlara sadece abinin hasta olduğunu o yüzden bir süre gelemeyeceğini söylemişler. Özge ile de konuştum. Diğer özel öğrencilerin ailelerine de haber vermiş. Bir sorun yokmuş” diye konuştu. İçim bir nebze de olsa rahatlamıştı gerçekten. “Metin Bey ile de konuştum ayrıca. Muhtemelen senin de haberin vardır geçici öğretmenden, arayacağım diyordu?”
“Evet var”
“Merak etme o süreçte bende. Oğuz abiyle konuştuk, akrabalarınızın uçak şirketinden bu kazaya dair belge isteyecek. Onu da ileteceğim. Geri kalan hukuk sürecini sen gelince hallederiz. Şimdilik bunları düşünmene gerek yok” diye açıkladı her şeyi. Bir de sevgimi hissettiremiyorum derdi? Daha ne yapacaktı?
Buruk bir tebessüm oluştu dudaklarımda “Teşekkür ederim her şey için Rüya’m… Bu yaptıkların çok değerli benim için”
“Sende benim için değerlisin bunu unutma”
“Unutmam”
“Hadi yine şanslısın ki Türk birilerinin yanında kalıyormuşsun. Melek olmalı bu kaymakam amca be, teşekkürlerimi iletmeyi unutma kendilerine”
Kaşlarım çatılırken “Kaymakam amca mı?” diye sordum.
“He, ismini söylemişti amcanın da Meryem teyze, unuttum şimdi” dedi hala amca demeye devam ederek. Elimle yüzümü kapattım. Önce Metin Bey şimdi de Rüya… beni rezil etmek için sözleşmiş gibiydiler bugün.
“İsmi Asaf ve düşündüğün gibi yaşlı biri değil” dedim uyaran bir sesle. Utançtan yüzümü ateş bastığını hissediyordum.
Ancak Rüya sesimdeki bu tonu umursamadı “Kızım sana göre kırk küsur yaşındaki biri yaşlı olmayabilir ama gerçekte öyle. Şimdi durup adamın yaşını mı tartışalım ayrıca? Niye taktın amca dememe?”
“Adam Oğuz abimle yaşıt çünkü” dedim yüzümü sıvazlarken. Ona kısa bir bakış atarken ‘kusura bakma’ bakışları attım yine. Bunu anlayıp sorun değil dercesine kafasını iki yana salladı.
“Oha! O nasıl kaymakam lan?” dedi çok kibar olan arkadaşım. Kızamıyordum da çünkü bende başta çok şaşırmıştım. Ancak bu konuşmayı onun duyduğu bir konuşmada yapmak zorunda mıydık?
Artık devam etmemesi için “İstersen kendin sor çünkü seni duyuyor” dedim.
“Has… ne?” dediğinde sinirim bozulmuşçasına gülmeye başladım. “Şakaydı değil mi? Ezgi şaka de kızım?”
Sesindeki umut beni daha çok güldürdü. Ben cevap vermeye kalmadan Barun “Merhaba, Rüya Hanım” diyerek varlığını kanıtlamış oldu.
Rüya kısa bir süre ses vermedi. Belki de yerin dibine girmek için yer arıyordu? Şu an kara kaşlarını çatmış dudaklarını kemiriyor olduğunu biliyordum. “Merhaba Asaf Bey, nasılsınız?” dedi hiçbir şey olmamış gibi.
“İyiyim, sağ olun. Siz?” diyerek Barun da ona ayak uydurmuştu.
“Ezgi’nin sesini duydum daha iyi oldum gerçekten. Bilseydim baştan selam verirdim size de kusura bakmayın” diye konuştu Rüya. Sadece onun için değil yaşı için söyledikleri yüzünden de böyle söylüyordu.
Barun da bunu anlamış gibi “Sorun değil. Teşekkürlerinizi aldım. Merak etmeyin hem, Ezgi iyi” dedi gayet kibar bir sesle.
“Minnettarlığımı kelimelerle ifade edemem sanırım… Ayrıca genç yaşta devletiniz adına böyle bir sorumluluk alma cesaretinizi de tebrik ediyorum. Her yiğidin harcı değil sonuçta” diyerek rezilliğini kapatmaya çalıştı canım arkadaşım.
“Sağ olun”
“Berat gelmedi sanırım hala?” diyerek araya girdim ve onları daha fazla zor durumda bırakmadan konuşmayı ele aldım.
“Yok gelmedi. Nereye gitti bunlar ya?” diye söylendi kısa bir an. “Neyse tatlım yine konuşuruz zaten. Buralar bize emanet aklın burada kalmasın”
İç geçirdim hüzünle. “Tamam, çok iyi bakın kendinize. Kocaman öpüyorum hepinizi”
“Biz de seni. Hadi Allah’a emanet. Size de iyi günler Asaf Bey”
“İyi günler”
“Siz de” dedikten sonra usulca uzanıp aramayı sonlandırdım bende. Yerimde doğrulurken ona baktım “Lütfen bir daha hoparlörde konuşmayalım”
Dudağının kenarının kıvrıldığını görmeyi beklemiyordum. “Arkamdan konuşmayı tercih edeceksin yani?” dedi.
“Hayır tabii ki! Ama şuna baksana rezillik ya” dedim isyanla.
Barun aynı ifadeyle kafasını iki yana sallarken emniyet kemerini taktı. Bende onu taklit ederek kendi kemerimi taktım. Ardından tekrar yola çıktık.
"Kusura bakma annem bilse öyle konuşmazdı. Benim de durumunuzu hiç söylemeye fırsatım olmadı" diye konuştum onların konuşma meselesini açarak.
"Sorun değil, bende söyleyebilirdim ama benim de fırsatım olmadı hiç"
İç geçirdim "Bunu yapmak zorunda değilsin yine de. İstersen ben anlatabilirim onlara?"
Kafasını iki yana sallarken "Sorun değil Ezgi. Sadece bir konuşma. Hallederim. Bugün sadece neşenizi kaçırmamak için bir şey söylemek istemedim. Konuşma yapılacağı zaman açıklarım gerekeni" diye konuştu durgun bir sesle.
Bu ince düşüncesi bu defa kalbimi kırdı. Kim bilir ne kadar üzgündü ama hala başkalarını da düşünecek kadar iyi bir yüreğe sahipti "Teşekkür ederim" dedim tüm kalbimle.
Annesi onları öyle iyi yetiştirmişti ki dünyanın tüm kötülüğüne rağmen iyi birer insan olarak kalmayı başarmışlardı. Bence annesi onlarla gurur duyuyor olmalıydı.
Gözleri kısa bir an bana döndü. Kafasını eğdi usulca. Annemler gerçeği öğrenince onun için çok üzüleceklerdi eminim. Üstelik babası ve kız kardeşiyle arası da iyi değildi. Bunu söyler miydi bilmiyordum ama bu konuşmanın onu üzeceği kesindi.
En azından onlar ile arasının düzelmesini o kadar isterdim ki…
“Su içmek istersen buradan alabilirsin” diyerek sol elini vitesten çekip ortamızda kalan kutu gibi yeri gösterdi.
Damağım kurumuştu gerçekten. Hem çok konuşmuş hem de öğrendiklerim beni bir hayli üzmüştü. O da bunlara şahit olduğundan yine su ilacına sığınmıştı sanırım.
Ona tekrar teşekkür ederken kutunun kaydırmalı kapağını açtım. Dışarıdan küçük duruyordu ama içi oldukça genişti. Küçük su şişelerinin yanında başka içeceklerin de olduğunu gördüm. Şişelerden birini elime alıp kapağını geri kapattım.
Suyumu içtim. Sırtımı yasladım koltuğa sonra. Her şey yolundaydı. Herkes iyiydi… Derin bir nefes alıp verdim.
Belki öğrencilerime verdiğim sözü tutamamıştım ama şimdi Barun’un o çocuklara verdiği sözü tutmasını sağlayacaktım. Bunu düşünerek mutlu olmayı seçtim.
“Geleceğimizden haberleri var mı?” diye sordum ona dönerek.
“Yok”
Ellerimi birbirine çarparken “Sürpriz yani, en sevdiğim” diye şakıdım.
“Hatırlattığın iyi oldu aslında. Müdüre Parvati Hanım’a haber versem iyi olur” dedi ve sağ şeride geçip hızını azalttı. Telefonu hala aynı yerdeyken sol eliyle ekranı açtı.
Araba sürdüğünden yardım etmek isteyerek öne atıldım “Ben arayayım dur”
Bir an duraksasa da elini geri çekti. Telefon dili İngilizce olduğundan kadının ismini bulmam zor olmadı. Aramayı hoparlöre aldım ve arkama geri yaslandım. İkinci çalışta arama yanıtlanırken kadının ince sesi arabanın içini doldurdu. Barun da ona Hintçe konuşarak karşılık verirken rahat ve kibardı.
Bu sırada arabalar gittikçe çoğalmış trafik oluşmuştu. Bununla birlikte korna sesleri de artmıştı. Hiçbir şey anlamasam da kısa süren konuşmalarını dinledim. Tek düşündüğüm şey Hintçe’nin garip bir dil olduğuydu.
Arama sonlandığında “Bir sorun yok değil mi?” diye sordum.
“Hayır, aksine çok sevindi”
İçimi bir heyecan sardı. “Çok uzak mı yurt?”
“Biraz, evet”
Demek ki yolumuz uzundu. Sohbet etmek için ideal bir zamandı “Başka bildiğin bir dil var mı?” diye sordum meraklı bakışlarım yüzündeyken. Hintçe, İngilizce ve Türkçe biliyordu. Bir de İşaret Dili tabii.
“Almanca biliyorum. Az biraz da İspanyolcam var”
Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. “Neden az biraz?”
“Üniversitede sıra arkadaşım İspanyol’du. O öğretmişti bende ona Türkçe öğretiyordum” diye açıkladı.
“Hevesliydi yani Türkçe öğrenme konusunda?”
Kafasını eğdi hafifçe. “Evet, ilginç ve harika bir dil olduğunu söylerdi”
Tabii ki öyledir dilimiz. Oldukça da zengindir. Göğsüm bir gururla kabarmadı değil. “Öğrenebildi mi bari?”
“Derdini anlatacak kadar, evet”
“Almanca peki?” diye sordum bu defa. Bakışlarım direksiyondaki ellerinde, her konuştuğunda yükselip alçalan ademelmasında ve omuzlarında geziniyordu.
“Onu ders olarak aldım. Araba sektöründe Almanlar bir hayli iyiler. Üç ay orada staj yaptım” dedi.
Ranvir’in onun orada yaşamak isteyeceğine dair söyledikleri geldi aklıma. Belli ki sevmişti orayı “Nasıldı Almanya, güzel mi?” diye sordum bu yüzden. Bende orayı merak etmiyor değildim.
“Kaldığım yer sakindi, güzeldi. Belli bir düzenleri vardı bu da hoşuma gitmişti. Ayrıca çok fazla Türk ile karşılaşman da mümkün” dediğinde ilgiyle onu dinlemeye devam ediyordum. Yutkunduğunu gördüm “Ancak bana göre sokakları renksiz ve insanları genel olarak soğuktu”
“Bu karşılaştırma Hindistan’a göre mi İngiltere’ye göre mi?”
“Türkiye’ye göre” demesini beklemiyordum. Bakışlarım yüzüne çıktı. Böyle düşünmesi içimi ısıttı birden. Gülümsedim. “Peki ya sen?” diye devam ederek konuyu bana çevirdi “Kaç dil biliyorsun?”
Kaçtığını anlamıştım ama bozuntuya vermedim. “Gürcüce biliyorum biraz. Dedem yani annemin babası Gürcistan göçmeni”
“Annen o yüzden mi Türkçeyi böyle farklı konuşuyor?” diye sordu merakla. Sesi ise meraklı çocuklar gibiydi.
Gülmeden edemedim. “Hayır. Ona ağız deriz. Dilin bölgesel olarak farklı konuşulması yani. Karadenizli insanların çoğu özellikle eski nesil öyle konuşur Türkçeyi. Ordu da çok belli olmaz aslında bu dil ama anneannem Rizeli. Rize ağzı daha farklı oradan. Annemlerde çoğu zaman öyle konuşuyor”
“Sen de öyle konuşabiliyor musun peki?”
“Tabii daa ne sanduğn?” dedim hemen. Kıkırdadım sonra.
Bakışları kısa bir an bana döndüğünde kahvelerinde bir yumuşaklık dudaklarında ise bir tebessüm vardı. “Çok sevimli”
“Hım ne?”
“Dil yani tuhaf ama sevimli” dedi.
“Sen bir de anneannemi görsen kızıyor mu seviyor mu anlamazsın” dedim gülerek.
“Onlar Ordu da mı yaşıyor?”
“Evet. Dedemler oraya göçmüşler. Anneannem de oraya gelin gelmiş. Öyle ikon bir çiftler ki ikisi de birbirinden deli. Bir yerden sonra ne dediklerini bile anlamıyorsun ikisi de başka frekansa geçiyor. Biri Gürcüce diğeri Lazca. Gerisini sen düşün” diye konuştum.
“Nasıl anlaşıyorlar o halde?” dedi merakla.
“Onların anlaşma şekli ve sevgi dilleri biraz farklı” dedim sırıtmaya başlarken. Ona anneannemin dedemi tüfekle topuğundan vurduğunu söylememeliydim. Yoksa o sevimli lafını geri alabilirdi.
Anladım dercesine kafasını salladı. “Babanlar peki? Abin normal konuşuyordu ama babanın ve dedenin de aksanı farklı gibiydi? Adana ağzı da mı var?”
“Elbette. Gençler çok konuşmaz o yüzden çok duymazsın ama büyükler genelde öyle konuşur. Yiğit abim tam bir Adana kekosudur aslında” derken gülüyordum. Oğuz abimle çıkardıkları vukuatlar bir hayli kabarıktı. “Oğuz abim ve Alperen sinirlenince kayar ağızları. Oğuz abim Rize ağzı sever ama. Direkt oraya kayar konuşması”
“Sen peki?”
Sağ elimi havada sallarken “Bana hiç belli olmaz. Neredeysem oranın ağzını konuşurum. Bu otomatikman yükleniyor sanki. Bazen İstanbul Hanımefendiliğim tutar tabii bozmam Türkçemi” diye konuştum.
Trafik olduğundan dura kalka ilerliyordu. Tekrar durduğunda sağ dirseğini cama yasladı ve bana baktı “Başka hangi dil biliyorsun?”
“Osmanlıca biliyorum bir de” derken ona doğru döndüm bende. Ayağımı kıçımın altına alma isteğini zor bastırdım. Asla düz oturamıyordum yerimde ya. “Bende merak ettiğimden onu ders olarak almıştım. Tarih bilgin ne kadar bilmiyorum ama Osmanlıyı biliyorsundur herhalde?”
Dudağı kıvrılırken “Orada yaşıyor olmasam da ülkemin tarihini biliyorum, merak etme” diye konuştu.
“Hala bazen garip geliyor da. Türk olman yani” dedim dürüstçe.
Öndeki araba ilerlerken onu takip ettik. “Mitoloji okur musun?” diye sordu birden.
“Yok neden?”
“Türk mitoloji romanlarında eski kelimeler olurdu hep. Merak edip anlamlarını araştırmak çok zevkli oluyor. Oradan biliyorum bende eski Türkçeyi” diye açıkladı.
“Yaa ne güzel”
“Başka?”
“Kasım ayında İtalyanca öğrenmeye başlamıştım” dedim. Hafta sonları iki saatlik gittiğim bir kurs bulmuştum. Orası da bu hafta başlayacaktı. Kuruma da ancak Rüyalar haber verebilirdi artık.
“Neden İtalyanca?” diye sordu. Yol açıldığından hızını arttırmaya başlamıştı.
Kısa bir süre düşündüm. “İki sebebi var. Birincisi bence çok hoş bir dil ve İtalya’ya gitmek istiyorum. Gezmek istediğim çok yer var. Belki biliyorsundur Romeo ve Juliet’in heykeli de var orada?”
“Duydum, evet. İtalya’ya da gittim”
Şaşkınlıkla kaşlarım çatılırken “Sen bana yaşını doğru söylediğinden emin misin? Bu kadar çok şeyi hangi ara yaptın ya?” diye söylendim.
Hayır kıskanmamıştım tabii ki.
Kafasını hafifçe eğip tebessüm etti yine “Okul gezisi vardı ve katılım zorunluydu maalesef”
“Okula bak be. Peki gittiniz mi heykellerin yanına?” dedim hevesle.
“Hayır, toplu geziyorduk. Oraya uğramadık”
“Rivayetine inanıyor musun peki?”
Kaşları çatıldı hafifçe “Ne rivayeti?”
“Juliet’in göğsüne dokununca âşık olacağın kişi ile tanışıyormuşsun” diye açıkladım kısaca.
Bana bakarken yüzünde keyifli bir ifade vardı “Bir de kadere inanıyorum dersin?”
“Ya hayır öyle değil” diyerek savunmaya geçtim hemen. “Böyle rivayetler çok hoşuma gidiyor benim. Mesela bugün bahsettiğimiz Galata Kulesi ve Kız Kulesi aşkı gibi. Eminim burada da vardır böyle rivayetler”
“Var, evet. Ancak adı üstünde rivayet. Dinlediğim ve inandığım çoğu aşk hikayesinde âşık olduğun kişiyi arayınca bulmuyorsun… O seni buluyor sanırım”
“Hissediyorsun bence. O kişi olduğunu yani” diye konuştum düşünceli bir şekilde. Annem öyle derdi. Babamı tanıdığı ilk andan itibaren ömrünün onunla geçeceğini hissetmiş. Yine de geri adım atmadım “Ama bak bazen bu inanışlar da tutuyor. Üniversiteden bir arkadaşım vardı Hülya, İtalya’ya gitmişti. Garanti olsun diye her yerine dokunmuş bir de heykelin manyak! Döndükten sonra daha bir ay geçmeden evleneceği adamla tanıştı”
Bir ara sırf kendi paramı kazanmak isteyerek Rüya’ya eşlik edip şirin bir kafede garsonluk yapmıştım. Hülya ile orada tanışmıştık. Bizim üniversitede tıp okuyordu. Ailesi Bursa’daydı o da yurt da kalıyordu. Samimi olduktan sonra arada bize gelir takılırdık, bazen bizde de kalırdı. Erasmus ile İtalya’ya gideceğinde ben anlatmıştım ona bu rivayeti. Yaparken video atmıştı bir de bize. Döndükten sonra da bölümüne yatay geçişle gelen Selim ile tanışmıştı. Yani şu an ki eşiyle…
“Denk gelmiş” dedi eğlenen sesiyle. Ters bir bakış attım ama aldırmadı. Gıcık adam! “İkinci nedenini söylemedin?”
Dudaklarımı birbirine bastırdım. Anlık bir utanç bastı söyleyeceğim neden için “İtalyan erkeklerini merak ediyorum. Dedikleri kadar var mı acaba?”
“Nesi varmış İtalyan erkeklerinin?” diye sordu ciddileşen sesiyle.
“Boy pos, yakışıklılık ne ararsan” dedim hayranlıkla.
Kaşları iyice çatılmışken “Ben bir farklılık göremedim?” dedi anlam veremez gibi.
Güldüm “Sana göre değil zaten. Kadın gözüyle bakılması lazım” Kafasını eğdi anladım der gibi ama yüz ifadesinden anlamadığı o kadar belliydi ki… Gülüşüm büyürken “Anlamadın değil mi?” dedim.
Sesli bir nefes bıraktı. Bu bir yanıttı: Evet.
Ona doğru iyice dönerken “Bak şimdi” dedim hevesle ama o beni yanlış anlamış ve bana bakmıştı gerçekten. Panikle koluna dokunup önüne dönmesini belirtirken “Öyle değil sen yola bak lütfen lafın gelişi o” diye konuştum. Kafası iyice karıştı adamın tabii ama bir şey söylemedi.
“Karşı cinsten etkilendiğin bazı şeyler vardır ve onda ilk bu özellikler ilgini çeker. Mesela gözleri gibi, saçları ya da elleri de olabilir…” diyerek konuya geri döndüm. Beni dikkatle dinlediğini fark ettim. “Sen bir kadının hangi özelliğinden etkilenip onu güzel bulursun mesela?”
Bir süre düşündü. Başını hafifçe sağa eğerken “Ben… bilmiyorum bunu… sanırım” dedi öylece.
Bu adamın ilişkiler hakkında bilgisi sıfırdı cidden? Şaşırmadan edemedim. “Şöyle diyeyim o zaman… Mesela Lila Hanım’ı güzel buluyor musun?” diye sordum aklıma gelen ilk isimle.
“O model zaten, güzelliği herkes tarafından tescillenmiş” dediğinde sesindeki o yumuşak tını kaybolmuş yüzü anlık asılmıştı. Sanırım bu soru hoşuna gitmemişti. Aralarındaki anlaşmalı evlilik yüzünden olmalıydı. Yüzümü buruşturdum.
Aferin Ezgi, başka isim mi yok?
“Dediğin gibi bu herkes için ama ben senin için soruyorum. Onu boş ver o zaman… Ben… Evet, ben o halde? Beni güzel buluyor musun?” diye sordum bu defa. Sonradan bir utangaçlık bastı böyle bir şey sorduğum için ama artık çok geçti.
“Bu sana göre tabii ki yoksa bence tabii ki güzel bir kadınım” diyerek omzumdaki saçlarımı arkaya savurdum. “Sakın kibarlık yapıp bir onay verme, gerçek düşünceni soruyorum bak”
Gerçi bunu söylememe gerek yoktu, dürüst olacağını biliyordum.
“İzin verirsen cevap vereceğim zaten” dedi kafasını iki yana sallarken.
“Ay tamam, pardon” dedim gülerek. Koltukta öne doğru kaydım yine yerimde duramayıp “Şöyle kısa bir bak ama” diye konuştum bu durumu eğlenceye çevirerek. Örgümü sol tarafıma alıp sözde modellik yaparak ona bakıp gülümsedim.
Bana baktıktan sonra “Bir de şöyle bak” diyerek elimi çenemin altına koyup şirince sırıttım.
Bu defa daha uzun baktığında dudağının yanındaki çizgiler belirginleşecek şekilde gülümsedi “Bunlara gerek yok, zaten güzelsin”
“Ne?”
“Güzelsin”
Bir an dilim tutulmuş gibi cevap veremedim. Midemde bir karıncalanma olurken bakışlarımı önümdeki yola çevirdim. Boğazımı hafifçe temizleyip “Teşekkür ederim” dedim.
Ne konuşuyorduk biz?
Ay sanki ilk defa biri güzel olduğunu söylüyor Ezgi? Ne oluyordu bana?
Terleyen avuç içlerimi elbiseme sürterken “Demek ki senin kadınlardaki güzellik anlayışın benim gibi biri olabilir” diye konuştum ne söyleyeceğimi hatırlayarak.
“Sadece fiziksel görünüşten mi etkileniriz, karakterin bir önemi yok mu?”
“Elbette var. Asıl en önemlisi karakter. Karakteri iyi olmadıktan sonra ha güzelmiş ha çirkinmiş hiçbir önemi kalmaz. Benim bahsettiğim ilk izlenim. Birinden etkilendiğin zaman bu sende merak uyandırır. Onu tanımak istersin. İlk izlenim de bu yüzden önemlidir” diye açıkladım bir öğretmen edasıyla.
İlişki tavsiyesi verecek son insan olabilirdim ama girdiğim şu triplere baktı. Neyse ki karşımdaki adamın durumu benden beterdi.
Anladığını belirtircesine kafasını salladı. Bu defa gerçekten anlamış gibiydi. “Seni bir adamda etkileyen şeyler ne?” diye sorduğunda bunu kanıtladı. “İtalyan olması bir numara herhalde?” dedi daha sonra.
“Neden olmasın?” dedim gülerken. O sırada yabancı damat getirdiğimi gören sülalemin geçirdiği şok… Babamın kalbine inerdi! Annemin tarafını söylemiyorum bile… Çıkacak kaosu düşünürken kahkahamı bastıramadım.
“Ne oldu?”
Gülüşümü durdurmaya çalıştım “Bir an bizimkilerin karşısına yabancı bir damat çıkardığımı düşündüm de... Ortalık fena karışırdı, bizim aşkta mahşere kalırdı” diye konuştum dalga geçerek. Sonra büyük konuştuğumu fark edip “Allah korusun öyle bir şey olmasın da” diyerek parmaklarımın sırtını üç kere torpidoya vurdum.
Elime garip bir bakış atarken “Ne yapıyorsun?” dedi.
“Şey ya büyük konuştum da korktum bir an. Başıma gelmesin öyle bir şey diye… Hani nazar değmesin diye ya da kötü şans gelmesin diye yapılan bir hareket? Sert bir yere üç kere vurursun. Hiç görmedin mi?”
“Hayır” dedi düz bir sesle. Bu sırada bir ara sokağa girdi. Gelmiş olduğumuzu düşündüm. Bu kadar çabuk mu? “O halde ilk sırada ne var?”
“Bir sıralamam yok aslında ya. Sanırım… beni ilk gözleri etkiler. Boy pos da önemli şimdi. Güçlü olmalı bir de yoksa ben değil direkt bizimkiler kabul etmez o kişiyi” dedim gülerken. Başka ne söyleyeceğimi düşünürken rüyamda gördüğüm şahıs gelince aklıma bütün hevesim kaçtı. “Öyle işte”
Sanki o da bu halimi fark etmiş gibi daha fazla üstelemedi. Başka ara sokaklardan girip geniş bir caddeye çıkmıştık. Kaldırımın kenarına arabayı park ettiğinde ona döndüm. “Neden durduk?”
“Çocuklara tatlı alacağım, elimiz boş gitmeyelim” diye konuştu dalgın bir sesle. Emniyet kemerini çıkardı daha sonra. “Sende gel”
Onu onaylarken bende kemerimi çıkardım ve birlikte arabadan indik. Küçük bir dükkâna ilerledik. Bu sırada sağ tarafta yolun başında kalan bir sokak satıcısı dikkatimi çekti. Önündeki küçük masaların hepsi doluydu. Bir de sıra vardı.
“Ne oldu?” diyen onun sesiyle bakışlarımı ona çevirdim. Ondan geride kaldığımdan omzunun üzerinden bana seslenmişti.
Elimle o satıcıyı işaret ederken “Ne satıyorlar orada?” diye sordum.
İşaret ettiğim yere baktığında omuzları düştü sanki. “Panipuri satıyorlar”
Bu yiyecek neden tanıdık geliyordu? Sonra birden dank etti. Nisha’nın sevdiği yiyecekti bu…
“Hadi çocuklara ondan alalım” dedim aramıza çöken sessizliği bozarak. O artık yok diye onun hatıralarına küsmemeliydi. Kolundan tutup onu ilerletmeye başladım. “Bende tadını çok merak ediyorum hem”
Bir şey söylemedi ama adımlarıma ayak uydurup benimle sıranın sonuna geçti. Kolundan elimi çekerken masalarda oturan birkaç kişinin bakışının bize döndüğünü gördüm. Ne oldu, neden bakıyor şimdi bu insanlar? Sıradaki insanlarda bize dönmeye başladı birden.
Önümüzdeki adam Barun’un elini saygıyla sıkarken onun kaymakam olduğunu hatırlamamla yüzümü buruşturdum hafifçe. Tabii ya bu yüzden öyle bakmışlardı. Birden sıra iki yana açıldı. Anladığım kadarıyla bize öncelik verdiler.
Ancak Barun kafasını iki yana sallarken bir şeyler söyledi. Sıradan vatandaşlar gibi sıramızın gelmesini bekledik. Bizden sonra gelen olmadığından en son biz vardık.
Sıra bize geldiğinde cam tezgâhın arkasındaki satıcı olan pala bıyıklı dayıya baktım. Teni oldukça esmerdi. Saçları ağarmış tonton yanakları çökmüştü. Açık kahve büyük gözlerinde bizi gördüğüne dair mutluluğu parlıyordu. Üzerinde açık sarı renginde sade bir tunik takımı vardı. Koyu renk bıyıklarının yanında diğer dikkat çeken özelliği ise büyük göbeğiydi.
Bizi öyle bir coşkuyla karşıladı ki dediklerinden gram anlamasam da kocaman gülümsememe engel olamadım. Dayı bana da bir şeyler söyleyip başını eğdi selam verir gibi. Bende aynı şekilde başımı eğdim.
Barun beni tanıtırken satıcı dayı çoktan siparişleri hazırlamaya başlamıştı. Önündeki yeşil sıvıdan büyük süzgeç bir kaşıkla içindeki yuvarlak yiyecekleri tepsiye çıkarıyordu. Birini alıp tezgâhın üst kısmındaki küçük tabaklardan birine koydu ve bir şeyler söyleyerek bana doğru sürükledi.
Barun’a doğru yaklaşırken “Ne diyor?” diye sordum Türkçe konuşarak.
“Senin ilk defa Panipuri yiyeceğini söylemiştim, umarım güzel yapıyorsundur dedim. O da böylesini hiç yiyemeyeceğini ve seni sürekli buraya getirmem için beni rahat bırakmayacağını iddia ediyor”
“Yaa valla şimdi daha çok merak ettim!” dedim heyecanla. Uzandım ve tabağı elime aldım. “Hadi deneyelim, tek yiyemem ama sende iste”
Ne demek istediğimi anlarken kafasını eğdi hafifçe ve satıcı dayıya dönüp bir Panipuri de kendine istedi. Gülümsedim. Bakışlarım tabağıma döndüğünde orta büyüklükteki yiyeceğin üstünde bir delik olduğunu gördüm. İçinde püreye benzer bir şey görünüyordu.
“Evet, Panipuri’nin içinde bizi neler bekliyor Kaymakam Bey? Bir bilgilendirme yapın lütfen” dedim eğlenerek. Yemekleri hakkında bilgi vermesinin hoşuma gittiğini yeni fark ediyordum.
Bu role bürünmüş halim ona tebessüm ettirdi. ‘Hay hay’ dercesine başını eğerken “Pani üzerine dökülen baharatlı suya deniyor. İçinde nane, kişniş ve kimyon gibi baharatlar var. İsteğe bağlı değişiyor tabii” diye açıklamaya başladı gerçekten. Gözleriyle tabağımdaki yiyeceği işaret edip sunumuna devam etti “Puri ise hamur topları demek. Kızartılan hamurun çıtır çıtır olması çok önemlidir. İç harcında ise patates ve çeşitli baharatlardan oluşan bir püre var. Bazıları nohut da ekliyor ama ben nohutsuz severim”
“Hmm” dedim düşünceli bir sesle ve daha fazla beklemeden elimle Panipuriyi havaya kaldırdım. Suyu damladığından tabağını diğer elimle çenemin altına tutarken bir ısırık aldım.
Dışı çıtır çıtırdı. Ağzıma direkt mayhoş bir tat geldi. Ardından baharatlı patates püresi tadı… Dudağımın kenarından akan suyu hissettim sonra. Diğer yarısından da aynı şekilde suyu boşalıyordu. Elimle çenemden akmasına izin vermedim suyun.
“O öyle değil tek lokmada yenir, bak” diyerek ona bakmamı sağladı Barun. Kendi Panipurisini tek lokmada ağzına attı sonra.
“Yuh!” derken bunu beklemediğim için gülüyordum. Biz de yapardık bunu herhalde. Çok büyük değildi toplar. Benimkisi olması gereken bir kibarlıktı.
Yanağının bir tarafı şişken ne kadar komik göründüğünü fark ederken gülüşüm büyüdü. Her şeyi unutmuş sanki sadece bu an varmış gibi davranıyordu artık. Tam istediğim gibi…
Kahvelerinden içime bir sıcaklık akarken “Panipurinin özelliği budur zaten. Tek lokmada yenir ki senin gibi elimizden yüzümüzden suyu akmasın. Sabredip bekleseydin daha erken öğrenebilirdin” diye konuştu şaşkınlığıma ithafen.
Baş parmağımı ona doğru kaldırdıktan sonra kalan lokmamı da attım ağzıma. “Onu boş ver de bu müthiş bir şeymiş gerçekten, bayıldım!”
Beğenmem hoşuna gitmiş gibi gülümsedi. Baya baya gülümsedi hem de. O, anlık afallamamı fark etmeyip tezgâhın üzerinden bir mendil alıp uzattı bana. Bir yandan da aynı ifadeyle satıcı dayı ile konuşuyordu.
Adamdan bir tabak daha alırken bana uzattı yine “Tekrar dene bakalım?” dedi keyifli bir sesle. Beyefendi yapamayacağımı düşünüyorsa gerçekten çok yanılıyordu.
Tabağı aldım meydan okumasını kabul ederek. “Sen?”
“Bana biri yeterli”
Panipuriyi elime aldım ve tek seferde ağzıma attım. Lokmamı çiğnerken tek kaşımı kaldırıp zaferle yüzüne baktım. Dudağını büzüp ‘Vay be’ dercesine kafasını salladı.
Bu sırada satıcı dayı bize bir şeyler söylediğinde bakışlarımız oraya döndü. Benimle konuşuyordu ve mimiklerinden beğenip beğenmediğimi sorduğunu anladım.
Barun’dan önce davranarak dayıya doğru onların beğeni hareketini yaparken “Great! Great!” diye bağırdım büyük bir coşkuyla. “Very delicious!”
Adam ne dediğimi anlamamış olsa bile kocaman sırıtmam ve mimiklerimden cevabını almış olmalı ki o da kocaman gülümsemişti. Gülerek Barun’a döndüğümde onun da güldüğünü görmeyi beklemiyordum
“Neden bağırıyorsun?” dedi gülüşünün arasından.
“Ben bir an heyecanlanınca…” gerisi gelmedi çünkü Barun daha fazla dayanamamış gibi sesli bir şekilde gülmeye başlamıştı.
Bu defa gerçekten bocalarken kısık kahkahası içimde bir şeylerin hareket etmesine sebep oldu. Göğsümde bir kuş kanat çırpmıştı sanki… Kaşlarımı çatmak istedim ama gözlerinin kısılıp iyice kaybolmuş olması ve yanağındakiler yetmiyormuş gibi gözlerinin yanında beliren çizgiler buna izin vermedi. Kendimi gülümserken buldum.
Gözleri gözlerime döndüğünde göğsümde kanat çırpan kuşların sayısının arttığını hissettim. Elimi kalbimin üzerine götürmemek için zor tuttum kendimi. Alt dudağını ısırıp gülümsemesini bastırırken kahveleri hiç olmadığı kadar parlaktı.
Satıcı dayının sesiyle bakışlarımız koparken hazırlanan siparişlerimizi uzattığını gördüm Barun’a. Bir şeyler konuştular ardından Barun poşetlerini alıp Panipuri’lerin ücretini ödedi. Ben ise hala kulağımda çınlayan gülüşünün etkisindeydim.
Ne oluyordu bana? Elimle kalbimin üzerine vurdum hafifçe. Tövbe tövbe. Panipuri mi dokunmuştu ne alakaydı?
Arabaya ilerledik tekrar. Çevremizdeki bakışları hissetsem de buna aldırmadım. Barun elindeki poşetleri arka koltuğa bırakırken ben yerime geçmiştim. Açtığım şişemi alıp su içtim biraz.
“Bir şey yok. Bir şey yok”
Barun da yerine geçip arabayı çalıştırdı. Caddeyi çıkıp geldiğimiz sokaklardan geri geçtik. Girdiğim bu tuhaf ruh halinden kurtulmak isteyerek başka şeyler düşünmeye çalıştım. Bu sırada radyo dikkatimi çekti. Diğer arabasında olduğu gibi bunda da geniş bir ekranı vardı. Muhtemelen dokunmatikti.
Buray çaldığını hatırladım bir an. Frekansı Çetan amcanın ayarladığını söylemişti. “Türkçe şarkı dinler misin?” diye sordum merakla.
“Genel olarak çok şarkı dinlemem. Türkçe şarkı da bazen annemin dinlediklerini dinlerim” dedi. Ana yola çıktığımızdan hızını arttırmıştı. “Sen seviyorsun sanırım dinlemeyi?”
“Kesinlikle! Şarkı dinlemek ve dans etmek hayatımın bir parçası diyebilirim” dedim gülerek.
“En sevdiğin sanatçı da şu geçen ki adam herhalde?” dedi hafifçe kaşları çatılırken. O da hatırlıyordu. “Neydi ismi… Bursay mı?”
“Ne?” diye bir kahkaha attım. Bursay mı? O kadar güldüm ki hızımı alamayıp sağımda kalan omzuna vurdum “İlahi Barun ya. Buray ismi Buray”
Önce omzuna ardından bana şaşkın bir bakış attı “Bu ismini yanlış söylediğim için miydi?”
Ne yaptığımı yeni fark ederken yüzüm endişeyle buruştu. Adama yumruk atmıştım resmen! “Yok, olur mu öyle şey… refleksle oldu, evet refleks”
“Bu nasıl bir refleks böyle?”
Gülerken vurma alışkanlığım olduğunu ve bunun bence normal bir şey olduğunu nasıl açıklayacaktım ben şimdi bu adama?
“Türk de olsan orada yaşamayınca anlamıyorsun işte bazı şeyleri, ben ne yapayım?” Gülmek istedim bu şaşkın haline ama endişem daha ağır bastı. Koluna vurduğum yere dokunurken “Acıdı mı? Özür dilerim” dedim hemen.
Kafasını iki yana sallarken dudağının kenarı kıvrılmıştı “Küçücük avucunla vurduğun yer mi acıyacak? Ben sadece şaşırdım ondan diyorum. Cidden adamın ismini yanlış söyledim diye vurdun sandım”
Gülüyordum ama kaşlarım hafifçe çatılmıştı “Küçücük deyip küçümsemeyin Kaymakam Bey, elimin ağır olduğunu söylerler” dedim kendimden emin bir sesle.
“Biliyorum”
“Nereden biliyorsun?”
“Kaymakamlıkta kriz geçirdiğinde seni tutmayayım diye de vurmuştun bana. Cenaze töreninde de…” diye açıkladığında sesi suçlar gibi değil anlayışlı bir tondaydı. “Darbelerinin bu kadar sert olması şaşırtmıştı beni de o zaman”
Yutkundum. Yine de hiçbir şey olmamış gibi davranarak “Şanslısın ki şiddet sevmem bu yüzden öfkelendiğimde benden korkmana gerek yok” diye konuştum gülerek.
“Sağ ol, içim rahatladı”
Bak hala tiye alıyordu beni. Gıcık adam!
“Her neyse ne diyorduk? Hah evet, Buray’ı severim. Yalın’ı da çok severim. Hatta onu daha çok dinlerim sanırım. Genel olarak pop şarkılar dinlemeyi seviyorum”
“Neden hep tuhaf isimli adamları dinliyorsun? Tabii Yalın dediğin kişi erkek ise?” diye konuştu.
Güldüm yine. “Erkek. Gerçek ismi Hüseyin zaten Yalın dediğim sanatçının. Ama sahne adı olarak Yalın’ı kullanıyor. Buray’ın gerçek ismi o zaten. Kıbrıs Türk’ü kendisi. Görsen çok tatlı bir adam” dedim heyecanla. Aklıma gelen şeyle daha çok sırıtırken ona doğru döndüm iyice “Hatta ilk Buray konserine gittiğimde mikrofon uzatmıştı bize doğru ‘Nereye geldiniz?’ diye sormuştu. Biz de ‘Buray’a’ diye bağırmıştık”
Yaptığı espriyi anlayınca yüzü buruştu hafifçe. Ben ise çok komikmiş gibi gülüyordum hala “Kabul biraz kötüydü. Ama çok eğlenmiştim o gün. Yalın’ın şarkılarını da hiçbir şeye değişmem. Sen de kesinlikle dinlemelisin”
“Sen böyle anlatırken merak etmemek elde değil zaten”
Gözlerim tekrar radyoya değerken “Sen frekansı ayarlayamaz mısın Türkiye’ye?” diye sordum.
“Ayarlarım, istersen?” dedi o da radyoya bakarken.
“Evet. Belki Yalın denk gelir bakalım”
Sağ şeride geçip hızını azaltırken sol eli radyoya uzandı. Ekran açıldı. Dil İngilizceydi. Menüye girip radyo kısmına birkaç sayı girdi. Sesi yükselttiğinde Türkçe bir reklam doldurdu arabayı. Olmuştu. Sabırla şarkının başlamasını bekledim.
Reklam bittiğinde bir adam “Evet sevgili dinleyiciler, sıradaki istek şarkımız Ankara’daki dinleyicimiz Alp Bey’den geliyor. Sevenler Ağlarmış diyecek Haluk Levent” diye konuştu enerji dolu bir sesle. Hemen ardından şarkının melodisi duyuldu.
Barun uzanıp radyonun sesini yükseltirken “Dinler misin Haluk Levent?” diye sordu.
“Hayır ama biliyorum kendisini. Sen dinliyorsun sanırım?” dedim elimde olmayan şaşkınlığımla.
Kafasını salladı usulca “Annemin en sevdiği sanatçılardan. Babamla konserine bile gitmişler”
“Yaa”
Haluk Levent şarkıya girdiğinde arkama yaslanıp şarkıya odaklandım merakla.
Bir yârim olsun isterdim gözleri yeşil
Bir yârim olsun isterdim gül yüzü gülen
Onu çok sevmek isterdim, delice sevmek
Peşinden koşup koşup sonunda almak
Annesinin çerçevedeki yüzü geldi aklıma. Parlayan yeşil gözleri…
Ben sevmek, sevmek isterdim
Nerden bilirdim?
Sevenler ağlarmış
Çetan amcanın şimdi bu şarkıları dinlediğini düşününce içim burkuldu. Belki de dinleyemiyordu? Nasıl dayanıyordu bu acıya? Geçiyor muydu yoksa zamanla hafifliyor muydu?
Şarkı bitene kadar hiç sesimi çıkarmadan durdum. Barun da aynı sükûnetle arabayı sürmeye devam etti. Onun bu konu hakkında ne düşündüğünü merak ettim. Şarkı bittiğinde tekrar reklam arasına girildi. Bu sırada biz de araba trafiğinden kurtulmuş azalan evlerin arasında topraklı bir yolda ilerliyorduk. Sanırım yaklaşmıştık.
“Çok güzelmiş” dedim şarkı için. Kafasını salladı beni onaylayarak.
Haluk Levent dinliyordu gerçekten. Onun tarzına uygun bir sanatçıydı bence de.
Tahmin ettiğim gibi gelmiştik. Beyaz, üç katlı, büyük bir binanın bahçe kapısının sağına arabayı park etti. Kemerlerimizi çözüp arabadan indik. O, poşetleri aldı daha sonra. Kapı kendiliğinden iki yana açılırken kamera sistemi olmalı ki geldiğimizi görmüş olmalılar diye düşündüm. Sağ tarafta kalan güvenlik kulübesini görünce bu fikrim de doğrulanmış oldu.
Kulübeden üniformalı bir adam çıktı. Ranvir kadar olmasa da uzun ve iriydi. Bize selam verirken Barun’a bir şeyler söyledi. Barun onu başını sallayarak onayladı. Ardından güvenlik görevlisini arkamızda bırakıp bahçenin ortasına doğru ilerlemeye başladık.
Evlerinin olduğu gibi yurdunda oldukça büyük bir bahçesi tam ortasında ise küçük bir fiskiye havuzu vardı. Dört beş tane koca ağaç göze batıyordu daha sonra. Bahçeyi çevreleyen duvarlardaki resimlere baktım. Gökkuşağı, çöp adamlar, bulut, güneş… Çocuklar çizmiş olmalıydı. Gülümsedim. Hemen duvarın önündeki kısımlarda da dikilmiş çiçek fidanları vardı.
Bakışlarım binaya döndüğünde giriş merdivenlerinde bize doğru gelen kadını fark ettim. Hafif kiloluydu, üzerinde koyu mavi ve gri renklerinde bir sari vardı. Sarisinin şalını arkadan başına örtmüştü. Biz de ona doğru ilerledik.
Bu kadın müdire olmalıydı. Yuvarlak yüzünde küçük kalan koyu renk gözlerinde ve kalın dudaklarında bizi gördüğüne memnun bir gülümseme vardı. Kırk küsur yaşında gözüküyordu ancak gözleri yaşanmışlıkların verdiği bir kederle parlıyordu sanki.
Ellerini önünde birleştirip bizi selamlarken Hintçe bir şeyler söyledi. Ardından bana dönüp “Namesta sushree Geeta” diye konuştu ince sesiyle.
Merhaba dediğini anlamıştım elbette. İkinci bilmediğim kelime de hanım falan demekti sanırım. Barun söylemeden ismimi nereden biliyordu bilmiyordum.
“Nameste” dedim bende gülümseyip bozuntuya vermeyerek.
İkimize bakıp konuşurken onu anladığımı sanıyordu ama maalesef hanımefendi anlamıyordum. Barun ona karşılık verirken bir poşeti ona uzattı. Kadın tekrar binaya yönelirken Barun bana dönmüştü.
“Çocuklar yemek saatindeymiş, bitince gelecekler. Parvati Hanım’ın da biraz işi varmış bize sonra katılabileceğini söyledi” diye açıkladı konuştuklarını. Kafamı sallayarak onayladım onu.
“Beni nereden tanıyor?”
Sıkıntıyla bir nefes bıraktı “Haberlerden… Burada hakkımdaki her şey hızlı yayılır”
Hayatının bu kadar göz önünde olması onun için oldukça rahatsız ediciydi belli ki. Sadece kaymakam olduğu için miydi bu yoksa başka bir şeyler mi vardı? Bizim orada kaymakamlar bu kadar görünür değildi ya da ben farkında değildim bilmiyordum. Burada öyle değildi belki de?
“Sadece Parvati Hanım mı var çocukların başında?”
“Şöyle geçelim önce gel” diyerek eliyle ileride banklardan birini gösterdi. Yan yana ilerlerken sorumu yanıtladı bir yandan “Parvati Hanım hem buranın müdiresi hem de çocukların annesi. İki kadın yardımcısı var ama genel olarak o ilgileniyor her şeyle”
“Kaç çocuk var?”
“On beş” dedi. Banka geçip oturduk. Elindeki poşeti aramıza koydu.
“Daha fazla beklemiştim”
İç çekerken bakışları binadaydı “Eski değil burası… İngiltere’den geldikten sonra ben yaptırdım”
“Sen mi yaptırdın?” dedim şaşkınlıkla.
“Hm hm. Dedem, babasından kalan değerli bir tarlasını satmıştı. Parasının bir kısmını torunlarına paylaştırdı. Başta istemedim… Onlarla görüşmeyip eve gitmediğimden bu parayı kabul etmem de doğru gelmedi”
“Neden onlarla da görüşmüyordun?” diye sordum. Çetan amca ve Akashlar yüzünden eve gitmediğini biliyordum ama dedesi ve diğerlerinden neden kaçtığını anlamamıştım.
“Ben sadece kaymakam olduğum ya da babam eski vali olduğu için tanınmıyorum. Dedemin ailesi oldukça varlıklı insanlarmış. Hindistan’ın her yerinde dolaşan bir saygınlıkları var. Bu yüzden ailenin küçük büyük her üyesi ona göre davranması gerekiyor” dedi sesindeki bariz hoşnutsuzlukla. “Benim aksime bu durumu kimse yadırgamıyor ya da karşı çıkmıyor çünkü işin içinde inançları var. Onlara göre inançlar sorgulanamaz. Onlardan uzak olunca baskılarından da uzak oluyordum”
Demek ailesinin isminden dolayıydı herkesin ne yaptığından haberdar olmasının sebebi. Ciddi bir baskı oluşturuyordu bu biliyordum. Bende az yaşamamıştım. Ağa kızısın diye insanlar sürekli bir açığını arıyormuş gibiydi. Her hareketine, sözüne ve görüştüğüne dikkat etmen gerekiyordu. Barun’un bahsettiği de bunlardı.
“Peki fikrini değiştiren ne oldu?”
İç geçirdi. “Babaannemin baskısı dayanılmazdı. Anında yayılıyordu çünkü haber. Desai’lerin torunları hem ayrı evde yaşıyor hem de hakkı olan parayı almıyor diye… Babaannemde çok kahrımı çekti çocukken. Hastalandığımda sabaha kadar o beklerdi başımda. Annem gittikten sonra yani… Onun hatırına aldım ama kendime harcamak yerine aklıma böyle bir fikir geldi işte”
Her ne kadar onların yaşayış biçimini ve kurallarını sevmese de onlara kıymet veriyordu. Vefalı bir insandı çünkü. Sırf hastayken ona baktı diye Kalindi Hanım’ı kıramıyordu. Onun için değerli insanlardı aslında ama farkında değil gibiydi.
“Annem özellikle vefat edilenlerin arkasından böyle şeyler yapıldığını söylemişti. O da bir arkadaşı için bağış yapardı mesela. Bende onun adına yaptırmak istedim bu yeri…”
Bu çok güzel bir düşünceydi. Yutkundum. “Annenin ismi ne?” diye sordum kısık bir sesle. Onun hakkında daha çok şey öğrenmek istiyordum aslında ama sormaya çekiniyordum.
Gözleri hala binadayken “Sümeyra… Birçok anlamı var ama ben filizlenen bir yaprak anlamını yakıştırıyorum ona” diye konuştu hüzünle harmanlanan sesiyle.
Çok zarif bir isimdi bence ve annesine yakışıyordu. Bu konuyu uzatıp onu daha fazla üzmek istemedim yine de. Kafamı eğdim hafifçe.
İç geçirirken anlatmaya kaldığı yerden devam etti “Askere gittiğimde temeli atılıyordu buranın. Güvenebileceğim birini ararken de Parvati Hanım ile kesişti yollarımız”
“Onun bir ailesi yok mu? Yani nasıl hep burada kalıyor?” diye sordum bu defa.
“Parvati Hanım’ın çocuğu olmuyormuş. Bunu öğrendikten sonra ne eşinin ailesi ne de kendi ailesi onu evinde istemiş. Eşiyle boşanmışlar. Kerem’in Yeri’nde mutfakta çalışıyordu onunla tanıştığımda. Birini aradığımı Sevilay teyzeden öğrenmiş. Öyle tanıştık” dedi, o günlere gitmiş gibi düşünceli bir sesle. Eşine ayrı ailelerine ayrı sinirlenmiştim. Onun elinde olmayan bir şey için onu nasıl böyle cezalandırırlardı? “O, bence gerçekten anne olmak için yaratılmış bir kadın. Her bir çocuğun üzerine öyle titriyor ki öz anneleri olsa bu kadar olur dersin…Onun da yaşamak için tutunduğu amaç bu çocuklar sanırım… Bu yüzden içim hiç olmadığı kadar rahat”
Yüzündeki o yaşanmışlık ve gözlerindeki ışıltının ardındaki keder bu yüzdendi demek ki… Hikayesi öyle içime dokundu ki bir süre bir şey söyleyemedim.
Çocuk sesleriyle aramızdaki sessizlik bozulurken bakışlarımız yurdun kapısına döndü. Dudaklarım kıvrılırken heyecanla yerimde kıpırdandım. En önde koşan çocuk tanıdıktı… Aamir. Mahit ise arkada tekerlekli sandalyede olan bir arkadaşına yardım ediyordu.
Aamir önümüze geldiğinde ışıldayan gözlerle bana baktı. Sesimi annesine benzetip ağladığı o gün geldi gözümün önüne. Benimle bu yüzden bağ kurduğu için miydi bu yakınlık bilmiyordum ama bu çocukta beni çeken bir şey vardı. Ona sarılmak isteyerek kollarımı açtım. Yüzüne bir utangaçlık yayılsa da kollarıma atıldı hemen. Hastaydı en son ama daha iyi görünüyordu, iyileşmiş olmalıydı.
Diğer çocuklar bize çekingen bakışlar atarken Barun’un önüne doğru geçmişlerdi. Altı kız yedi erkek varken iki kişi eksik görünüyordu. En büyükleri tekerlekli sandalyedeki çocuk gibi duruyordu. O da en fazla on iki yaşındaydı muhtemelen.
Her ne kadar onlar için üzülsem de her birinin hikayesini öğrenmek istiyordum.
Aamir geri çekilirken bakışları alnıma kaydı. Pamuğu göremeyince merakla kollarını kaldırdı “İyi misin?”
“Sence?” dedikten sonra yanağından makas aldım. Ardından kolumu kasım varmış gibi kaldırıp “İyiyim, turp gibiyim hatta” diye devam ettim gülerek.
Gülümsedi yine utangaç utangaç. Bu sırada iki kız çocuğu Barun’un ismini seslenerek çıktılar binadan. Bakışlarımız oraya döndü. El ele tutuşmuş yanımıza doğru koşuyorlardı. Barun bir şey şeyler söyledi onlara bakarak. Koşmamalarını söylemiş olacak ki onu dinleyerek yürümeye başladılar.
Kızlar önümüze geldiklerinde yüzlerinde ayrı bir heyecan vardı. Beni fark etmemiş bile olabilirlerdi. İkisi de tıpatıp aynıydı, ikizdiler. Aynı hararetle ona bir şeyler söylediler. Barun’un dudaklarında saf bir tebessüm peydah oldu.
Kızlar tekrar binaya gittiklerinde “Ne diyorlar?” diye sordum merakla.
“Daha önceki gelişimde birlikte çiçek ekmiştik. Onlarınki filizlenmeye başlamış, onu gösterecekler”
Ya yerim onların heyecanını! İçim sıcacık oldu. Yakınındaki erkek çocuklardan birine bir şeyler söylerken saçını okşayan Barun’u izledim. Onlarla çiçek ekerken hayal ettim birden onu… Çok tatlıydı.
Kızlar bir saksıyı birlikte tutup tekrar yanımıza geldiler. Barun saksılarını alıp dizine koydu. Minicik bir gövde çıkmıştı topraktan. Beyaz saksılarının üzerinde ise farklı desenler vardı. Onları da kızlar süslemiş olmalıydı. Hemen hemen hepsinin yaşı yakın olduğundan okula gitmiyor olmalıydılar. Onlara bu şekilde vakit geçirtiyor olmalıydı Parvati Hanım.
Kızlar beni fark ettiler o sırada. Gülümsedim. Barun’a meraklı bakışlar attılar diğerleri gibi. Erkek çocuklardan kumral olanı Barun’a bir şey söyledi. Barun onu onaylarken yerinde dikleşmişti. İsmimi söylediğinde beni tanıttığını anladım.
Yerimde hareketlendiğimde bana döndü bakışlar. Elimi havaya kaldırırken “Nameste” dedim tek bildiğim kelimeyle.
Kimisi gülümsememe çekingen bir şekilde karşılık verirken kimisi beni merakla süzmeye devam etti. İkizlerden biri bir şey söyledi. Bunun üzerine Aamir bana döndü. “Bizimle oynayacaksın değil mi Geeta abla?” diye sordu.
Tabii onlar kendileri gibi çocuk birini getireceklerini sanmışlardı Barun’un. Ancak ben her anlamda onlara büyük bir sürpriz olmuştum. Bu yüzden onlarla oynamayacağımı düşünüyor olmalıydılar.
“Elbette! Bunun için geldim zaten” dedim onları yanıltarak. Hepsi arkadaşları için işaret dili öğrenmiş olmalıydılar ki ne demek istediğimi anlamışlardı. Yüzlerinde anında bir aydınlanma oldu. Bu beni ayrı mutlu etti. “Tanışalım mı önce? Sizin isimleriniz ne?”
Hepsi tek tek isimlerini söyledi. Bir tur da ben sayarak isimlerini ezberlemeye çalıştım. Bazılarını karıştırarak onları güldürmüş de oldum. Neyse ki isim hafızam kötü değildi. Birkaç tekrara alışırdım.
Kız çocuklarının bakışları özellikle saçlarıma kayıyordu. Farkındaydım. İsminin Satya olduğunu hatırladığım kız çocuklarından biri yanıma iyice sokulurken “Saçların ne kadar uzun?” dedi şaşkınlıkla. Siyah, küçük gözleri adeta parlıyordu. Diğerleri de ondan cesaret alıp yaklaştılar hemen.
Gülümserken daha iyi görebilmeleri için örgümü önüme alıp tokamı çıkardım ve saçlarımı açtım. Hayranlık dolu nidalar çıktı küçük dudaklarından. “Dokunmak ister misiniz?” diye sordum.

(Temsili Ezgiciğimin saçları)
Hevesle öne atılırlarken Hintçe kendi aralarında bir şeyler söylediler. Onların saçları da özenle taranmış ve şekil verilmiş gözüküyordu. “Sizin saçlarınız da harika görünüyor yalnız”
“Parvati annemiz yaptı” dedi ikizlerden biri. Hangisiydi acaba? Sai mi Pari mi?
“Bende senin gibi saçlarımı uzatmak istiyorum. Böyle yerlere kadar. Tıpkı masaldaki Rapunzel gibi” dedi kızlardan bir başkası. Sanırım ismi Ananya’ydı. Onun da açık kahve uzun saçları vardı.
Nisha düştü zihnime söyledikleriyle. Dudaklarımdaki gülümseme buruk bir hal aldı. Barun’a bakamadım. Eminim onun aklına da o gelmişti.
Kızlar bunların farkında olmadan saçlarımla oynamaya ve sorularına devam ettiler. Kendi saçları bağlı olduğundan bana açtıklarında nereye kadar geldiklerini gösterdiler. Onları dinlerken tüm hüzünlü hislerim dağıldı böylelikle.
Barun Hintçe konuşarak hepsinin dikkatini kendine çekerken dizindeki saksıyı aramızdaki boşluğa bıraktı. Onlar için aldığı Panipuri kutusunu poşetinden çıkardı daha sonra. Çocuklardan bir sevinç çığlığı yükseldi. Gülümsemem büyüdü onları izlerken.
Ben mendillerini dağıtırken Barun da Panipurilerini verdi. Tabii onlar nasıl yendiğini bildiklerinden tek lokmada attılar ağızlarına. Onlarla tekrar biz de yedik. Evet, Barun da bize katılmıştı. Onları asla kırmıyordu zaten. Hatta onların yanında daha rahat davrandığını fark ettim.
Yemek faslımız bitince bizim söylememize kalmadan çöplerini çöp kutusuna attılar. Bizimkileri Aamir almıştı.
“Evet, ne oynayacağız?” dedim onlara bakıp gülümserken.
Birbirlerine bakıp fikirlerini belirttiler. Oldukça kararsız kalmış olmalılar ki bir süre sürdü bu durum. Mahit sözcüleri olarak öne çıktı sonunda “Saklambaç oynayalım” dedi.
Anlık ifadem bocalasa da hemen toparladım. Saklambaç ile güzel bir çocukluğum yoktu ama bunları aşmıştım.
“Harika” Ellerimi çırparken yerimden ayaklandım hemen. Barun’un hala yaslanarak bizi izlediğini gördüğümde tek kaşımı kaldırarak ona baktım.
Dudaklarındaki tebessümü bozmadan kafasını iki yana salladı sadece. Anlaşılan bize katılmayacaktı. Tekrar çocuklara döndüm. Yan yana durarak daire oluşturmuş yine bir şeyler tartışıyorlardı. Solumdaki Aamir’e dönüp “Ne oluyor?” diye sordum.
“Kimin ebe olacağını kararlaştırıyoruz” dedi kollarını kaldırarak.
Ama böyle olmaz ki. “Hey hey!” diyerek dikkatlerini üzerime çektim. Kollarımı kaldırdım “Ebeyi ben seçeceğim çocuklar tamam mı? Şimdi bir tekerleme sayacağım ve en son kalan kişi ebe olacak, anlaşıldı mı?”
Hepsi meraklı gözlerle kafasını salladılar. Gülümsedim ve işaret parmağımı üzerlerinde gezdirirken tekerlememi söylemeye başladım. “Portakalı soydum. Başucuma koydum. Ben bir yalan uydurdum. Duma duma dum. Kırmızı mum. Dolapta pekmez, yala yala bitmez. Ayşecik cik cik cik. Fatmacık cık cık cık. Sen bu oyundan çık”
İlk çıkan kişimiz en küçükleri Zuber’di. Masum yüzünde tatlı bir sevinç peydah oldu hemen ve kenara çekildi. Bu döngüye devam ederken çocuklar tekerlememe bayılmış kendilerince bana eşlik etmeye başlamışlardı. Onlarla gülerken ebemizi de seçmiş olmuştuk. Kız çocuklarından biriydi ama isminden emin değildim.
Sorup öğrendim hemen. Tisya’ydı. Tek gözlük takan o olduğundan onu aklımda böyle tutmaya karar verdim.
En yakın ağaç Barun ile oturduğumuz bankın biraz ilerisinde kalıyordu. Tisya ona yaklaşırken ben Barun’a dönüp “Sobe ne demek?” diye sordum.
“Öyle bir kelime yok Hintçe de. Tum pakade gae diyebilirsin. Yakalandın demek”
Biraz uzundu, inşallah unutmazdım. Kafamı eğip teşekkür ettim. Tisya çoktan saymaya başlamıştı. Etrafıma bakındım hemen. Nereye saklanacaktım?
Sol elimden çekildiğimde bakışlarım aşağı döndü. Aamir elimden tutarken onu takip etmemi istedi. Koşar adımlarına ayak uydurdum bende. Binaya giriş merdivenlerinin solunda düz bir yer vardı. Tekerlekli sandalyede olan Vatsal buradan inmişti. Aamir beni oraya götürüp duvarın önüne çökmemi istedi. Birlikte dizlerimizin üzerine çöküp bekledik. Göz göze geldiğimizde sırıttım. O da aynı şekilde karşılık verdi hemen.
Duvarın üzerinden biraz başımızı çıkarıp Tisya’nın nerede olduğuna baktık. Birileri çoktan çıkmıştı ortaya. Aamir tekrar Tisya’yı kontrol ettikten sonra bana bakıp kollarını kaldırdı “Şu an uzakta. Hemen çıkıp oraya koşalım”
Baş parmağımı kaldırıp ona sessiz bir onay verdim. Kanımda anında bir adrenalin yükselmesi yaşandı. Dizlerimizin üzerinde aşağı doğru biraz ilerledik. Elbisem hep toz olmuştu muhtemelen ama umursamadım. Aynı anda yerimizden çıkıp koşmaya başladık sonra.
Aamir beni geçerken sobeledi ama ben yetişemedim. Tisya bizi fark edip koşmuş ve aynı anda ağaca dokunmuştuk. En sona kalıp sobeleyemeyince ebe ben olmuştum. Yenilmişlikle omuzlarımı düşürürken Aamir yine elimi tutmuştu.
“İstersen ben senin yerine ebe olabilirim?” diye konuştu tatlı tatlı.
Kocaman gülümserken kıvırcık saçlarını karıştırdım sevgiyle. “Teşekkür ederim canım ama ben ebe olmayı da çok severim merak etme”
Saçlarını sevmem hoşuna gitmiş gibi gülümsedi. Ardından kafasını sallayıp onayladı beni. Çocuklar beni ağaca yönlendirirken sayma işlemini nasıl yapacağımı düşündüm. Elliye kadar saysam saklanırlardı herhalde? Etrafıma bakındım.
“Sen yum gözlerini ben hepsi saklanınca sana haber vereceğim” diyen Barun’un sesini duydum. Ona bakıp gözlerimi kapatıp açtım. Ardından dönüp gözlerimi ağaca dayadığım kolumun üzerine yasladım.
Barun’un talimatıyla geri çekilirken büyük bir dikkatle bakışlarımı etrafta gezdirdim. Gözlerim tekrar onunla kesişince “İpucu ver” dedim. Beni karıştırma der gibi kaşlarını havaya kaldırdı. “Ayıp be, o kadar hukukumuz var” diye konuştum gülerek. O da gülümserken kafasını iki yana salladı.
Vatsal bile arkadaşları sayesinde çok iyi saklanmıştı. Bahçenin ortasındayken dış kapının yanındaki ağacın arkasında kızlardan birini gördüm. İkizlerden biri… O da onu gördüğümü fark etmiş yerinden koşarak çıkmıştı. Geri dönerek yumduğum ağaca koştum bende. Elimi ağaca vururken “Tum pakade gae Pari ya da Sai! Artık hangisiysen” diye bağırdım yarı Hintçe yarı Türkçe cümlemle.
“Sai” dedi Barun olduğu yerden. Nefes nefese ona bakarken yüzümde zafer tebessümü vardı. Sonuç olarak sobelemiştim yani. Sai yenilmiş bir şekilde yere çökerken nefeslerini düzene sokmaya çalışıyordu.
Bu koşuşturmaca devam ederken sıcaktan ve saçlarım açık olduğundan terlemeye başlamıştım. Yüzümün kıpkırmızı kesildiğine emindim. Mahit’i sobelemek için koşarken ayağım yerdeki çıkıntıya takıldı ve dizlerimin üzerine düştüm. Ellerimin içi yanarken kısa bir an birbirine sürtmeden edemedim. Düştüğüm gibi kalkarken koşmaya devam ederek onu sobeledim ve yeni ebemizi seçmiş oldum.
Barun’un ayaklandığından bir haberken “İyi misin?” diyerek yanıma yaklaştığını fark ettim.
“İyiyim iyiyim bir şey yok” dedim elimle git git yaparak.
Beni dinlememiş önümde durmuştu. Havadaki elimi tuttuğunda kaşlarım hafifçe çatıldı ve yüzüne baktım. Onun bakışları ise şimdi çevirdiği avuç içimdeydi. Düştükten sonra avuçlarım acıdığından ellerimi birbirine sürttüğümü görmüş olmalıydı. Parmakları tenimi okşadığında içim ürperdi.
“Zemini görmüyor musun? Dikkat et biraz” diye konuştu hoşnutsuz bir sesle. Zeminin kare taşlar şeklinde çıkıntılı olmasından bahsediyordu. Ne diyeceğimi bilemedim bir an. Diğer elime de baktı. Kahveleri yüzüme çıkarken ellerimi bıraktı.
Aklıma birkaç saat önce gördüğüm rüyam geldi yine. Yutkunurken kafamı salladım sadece.
Tekrar banka doğru geri giderken sırtına bakıp sesli bir soluk bıraktım. O saçma düşünce ve ruh halinin beni yine ele geçirmesine izin vermeyecektim.
Mahit’in çoktan saymaya başladığını gördüm. Herkes bir yana dağıldı. Saklanacak çok bir yer seçeneği yoktu. Vaktim azaldığından panikle aklıma ilk gelen yere Barun’un oturduğu bankın arkasına çöktüm. Mahit’in sesini duyarken kafamı çıkarıp bakmaya cesaret edemedim.
Üzerimdeki bakışları fark ettiğimde kafamı yukarı kaldırdım. Barun başını uzatmış bana bakıyordu. “Saklanmak için harika bir yer” dedi benimle eğlenerek.
Kaşlarım hafifçe çatıldı “Ne varmış? Ayrıca konuşma benimle yerimi belli edeceksin” dedim fısıltılı bir sesle de olsa kızmayı başararak. “Dur bir dakika, önce Mahit uzaklaştı mı söyler misin?”
“Bak yine beni dahil ediyorsun?”
“Ya ne olur söylesen? Ne kadar gıcıksın!” diye çıkıştım.
Yüzündeki keyif artarken bakışları sırtıma kaydı “Saçların yere değiyor”
“Konuşma benimle” dedim yine sinirle. Bir yandan saçlarımı kucağıma toplamayı ihmal etmedim tabii.
Kendi başıma Mahit’in yerini tespit edip yerimden çıktım ve sobeledim. Lalita ile aynı anda sobelerken sevinçle ellerimizi birbirine vurduk. Barun’a bakıp dil çıkarmak istedim ama son anda tuttum kendimi.
Çocuklarda yorulunca kısa bir mola verdik. Onun yanına otururken yüzüne bakmadım. Satya’nın tokası çözülüp bir örgüsü bozulunca onu önüme almış saçını tekrar düzeltmeye başlamıştım. Diğerleri de kimisi yere çökmüş bir şekilde Barun ile konuşuyorlardı.
Ayakta olan erkek çocuklardan ikisi hararetle bir şey anlatıyorlardı. İsminin Pawan olduğunu hatırladığım çocuk onlara baktığımı fark etmişti. Bana bakarken bazen gözlerinde bir soğukluk görüyordum çocuğun. Sanki burada olmamdan hoşlanmamış gibiydi. Her çocuk bir olmazdı sonuçta. Elbet vardır bir sebebi. Öğreniriz. Hafifçe tebessüm ettim ben yine de. Bakışlarını kaçırdı.
İşim bittiğinde Satya’dan kucak dolusu bir sarılma almıştım. Tombul yanaklarını da sıkmadan bırakmamıştım tabii ki.
Susadığımdan trip atmayı birkaç saniyeliğine erteleyip ona döndüm “Arabaya gidip su alacağım, anahtarı verir misin?”
“Dışarı çıkma, mutfak girişte hemen oradan içebilirsin” diye konuştu o da bana dönerken.
Kafamı salladım hemen ve bakışlarına karşılık vermeden yerimden kalktım. Onu çocuklarla ardımda bırakıp binaya girdim. Büyük bir hol karşıladı beni. Hemen karşıda iki yana açılan beyaz ahşaptan bir kapı vardı. Açık olan aralıktan salon tarzı bir yere benzettim. Sağda yukarı çıkan merdivenler vardı. Hemen yanındaki uzun kolonda büyük bir çerçeve asılıydı ve içindeki resimde tanıdık bir yüz vardı.
Sümeyra Hanım… Barun ve Aisha’nın annesi.
Renkli, kadife çiçeklerinden uzun bir zincir yapılmış çerçevenin önüne asılmıştı. Vesikalık bir fotoğrafın büyük hali gibiydi. Sadece göğsünden yukarısı gözüküyordu. Mavi bir sari vardı üzerinde. Otuzlarında, yani genç duruyordu. Siyah, parlak dalgalı saçları omuzlarına dökülmüşken dudaklarındaki ışıltılı gülümseme yeşil gözlerine yansımıştı. Çok güzel bir kadındı gerçekten.
Barun’un gülünce gözlerinin kısılıp yanında çizgilerin çıkmasının kime çektiği de belli olmuştu. Dudaklarımda buruk bir tebessüm varken ona son kez bakıp sola doğru döndüm.
Solda sadece bir kapı vardı ve mutfakta burasıydı anlaşılan. Oraya ilerleyip içeri girdim. Oldukça geniş olan ve açık renklerle dekore edilmiş mutfak bir aile evindeki kadar sıcaktı. Solda pencereler ve uzun bir yemek masası vardı. Tezgâh ise tam karşımda kalıyordu.
Beyaz dolaplardan tahmin ederek su bardağını bulduğum sırada tezgahtaki kutu dikkatimi çekti. Barun’un aldığı diğer Panipuri kutusuydu. Alt dudağımı yaladım. Canım çekmişti yine iyi mi?
“Yeniden doğduğum bugün de keşke iştah duygum biraz körelseydi” diye konuştum kendi kendime. Gerçekten umutsuz bir vakaydım.
Bakışlarım arkamda kalan kapıya kaydı. Bence bir tane yememden bir şey olmazdı. Kendimi hemen ikna ettim. Kutunun kapağını açıp bir tane Panipuri aldım. Suyunu akıtmamaya dikkat ederek tek seferde ağzıma atarken damağıma yayılan tatla gözlerimi kapattım.
“Bilseydim bu kadar çok sevdiğini sana ayrı bir kutu alırdım” diyen Barun’un sesini duymamla gözlerim panikle büyüdü.
Lokmam boğazıma kaçarken deli gibi öksürmeye başladım birden. Arkamdan gelen hızlı adım seslerini işittim. Çıkardığım bardağa su doldurup bana uzatmıştı hemen. Gözlerim yaşarmışken utançtan renk değiştirmeye başlamıştım. Rezillikti!
Ciğerlerim yanmaya başlamıştı artık öksürmekten. Suyu alıp içtim bir yandan. Kendimi toparlamaya çalışırken o tekrar konuştu “İyi misin?”
Yüzüne bakamazken “İyiyim” dedim, bir elim hala göğsümdeydi.
“Küs müyüz?” dedi birden. Mutfağa gelmeden önce ona trip atıyor olduğumu hatırladım. Normalde buna gülebilirdim ama beni mutfaktaki bir fare gibi yakaladığından utanç daha ağır basıyordu şu an.
Sessizliğimi yanlış anlamış bana doğru eğilerek tekrar konuşmuştu “Sana bir kutu Panipuri alırsam barışmamız mümkün mü?”
Ona doğru dönerken “Maalesef gönlümü almak o kadar kolay değil Kaymakam Bey” dedim onunla uğraşarak.
Bunu anlamış yüzündeki ifade yumuşamıştı. Gerçekten ona küstüğümü düşünmüş olamazdı herhalde? Tezgâha hafifçe yaslanırken bakışları yüzümde gezindi “Gönlünü almam için ne yapmam gerekiyor peki?”
Bunu öyle bir sormuştu ki içimde ılık bir şeyin aktığını hissettim. Ben bugün gerçekten iyi değildim galiba.
“Düşünmem lazım” dedim bakışlarımı kaçırarak. Dudaklarımı dişlerken aklıma ilk gelen şeyi söyledim “Sanırım oynarken bize katılsan hiç fena olmaz”
“Anlaştık” dedi hiç düşünmeden. “Ya Panipuri?”
Başımı hafifçe eğerken elimi alnıma yasladım “Kusura bakma ve onu bir süre hatırlatma lütfen”
“Ben ciddiyim, dönerken alalım sana bir kutu?” dedi, asıl bunu daha önce sormadığı için mahcup olması gereken kendisiymiş gibi.
En sonunda bakışlarımı yüzüne çıkarırken “Teşekkür ederim” dedim gülümseyerek.
“Ben teşekkür ederim” dedi içten bir şekilde. Gözleri de onları destekler gibi sıcak bakıyordu “Benimle gelmeyi kabul ettiğin için”
Gülümsemem genişledi “Rica ederim. Bu kadar büyütme ayrıca ben gelmesem sen onların gönlünü yine alırdın”
“Belki… ama bu kadar mutlu edemezdim”
“Ranvir ve kızları da güzel bir seçenek olurdu bence?” dedim gülerek.
Gözlerime bakarken “Aslına bakarsan buraya getirdiğim ilk kişi sensin” diye konuştu.
“Ranvir bile gelmedi yani?” dedim şaşkınlıkla. Kafasını iki yana sallarken ellerini ceplerine yerleştirmişti. “Neden?”
“Özel bir nedeni yok. Onlarla yalnız vakit geçirmeyi seviyorum sadece”
“Buranın varlığından haberdarlardır ama?”
Kafasını eğdi “Elbette. Benim yaptırdığımı bilmiyorlar yalnızca”
O halde onun için anlamını da bilmiyorlardı. Çocuklara söz vermese benim de haberim olmayacaktı muhtemelen ama yine de özel hissetmeden edemedim. Hatta göğsümdeki kuşun kanat çırpışını hissettim yine.
“Bugün aramızda kalırsa sevinirim bu yüzden” diye devam etti bana hissettirdiklerinden habersiz.
Elimle gözüme gelen kâkülümü düzeltirken gülümsemem utangaç bir hal aldı “Aramızda, bana güvenebilirsin”
“Sağ ol” Bakışları gülümsememe kayıp tekrar gözlerime çıkarken “Sen gerçekten mutlu musun peki, burada olmaktan yani?” diye sordu.
“Neden, oradan mutsuz mu gözüküyorum?” dedim kaşlarım hafifçe çatılmışken.
Tebessüm etti. Bugün çok sık tebessüm ediyordu ama bu defa garip bir durgunluk vardı tebessümünde “Hayır… sadece duymak istiyorum”
Garip bir istekti. Kim bilir aklından ne geçiyordu?
“Mutluyum elbette, hem de çok” dedim içten bir şekilde. Güldüm “Oldu mu?”
Tebessümü genişlerken kafasını salladı sadece. Birlikte çocukların yanına geri döndüğümüzde onların kendi aralarında oynadıklarını gördük. Bizi görünce etrafımızı sardılar hemen.
“Şimdi ne oynayacağız Geeta abla?” diye konuştu Aamir heyecanla.
Ellerimi birbirine vurduktan sonra kollarımı kaldırdım “Başka bir oyuna geçelim isterseniz? Hem Barun abiniz de bizimle oynayacak” diye konuştum. Hepsinin yüzü aydınlanırken yerlerinde heyecanla kıpırdandılar. “Evet, ne oynuyoruz?”
Neelam (Nilam) elini yukarı kaldırırken yerinde zıpladı. Hintçe konuştuğunda diğerleri de onu onaylayarak kafalarını sallıyorlardı. Aamir benim alık bakışları fark etmiş arkadaşlarının isteğini çevirmişti. Körebe oynamak istiyorlardı. Bende onların sevincine katılırken Barun bizim aksimize boş gözlerle bizi izliyordu.
“Ne oldu, caydın mı yoksa?” diye sordum hemen.
“Ne?” dedi gerçekten anlamamış gibi. “O ne demek?”
“Vazgeçmek yani”
“Hayır, vazgeçmedim”
Gülümserken hemen çocuklara döndüm ve onu göstererek “O zaman ilk ebemiz Barun abiniz çocuklar” dedim neşeyle. Çocuklar gülerken beni onaylayarak kafalarını salladılar.
Ona döndüm gülerek. Onun da bakışları bana dönerken “Ne yapacağım? Bilmiyorum bu oyunu?” diye konuştu.
Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı “Çocukken de mi hiç oynamadın, nasıl bilmiyorum?”
“Oynamadım”
“Bak şimdi, ebe olan kişinin gözlerini bağlıyoruz ve o da diğerlerini yakalamaya çalışıyor. Adı da oradan geliyor işte” diye açıkladım.
Kafasını salladı anladığını belirterek “Yakaladığım kişide ebe mi olacak?”
“Evet”
“Bir sonraki ebe belli o zaman” dedi öylece.
“Kimmiş?”
Dudakları kıvrıldı ve gözleriyle beni işaret etti “Sen tabii ki”
Bu özgüvenine karşı kaşlarım anında çatılırken “Hah! Bir kere o kadar kolay değil o. Gözlerin kapalı olacak dedim anlamadın mı?” diye konuştum.
Omuz silkerken oldukça keyifliydi “Olsun, ben yine de bulurum seni” dedi kendinden emin bir sesle. Şaşkınlıkla ona bakarken sıcak bakan kahveleri dilime ket vurmuş gibi hissettim.
Bakışlarımı kaçırdım “Göreceğiz onu Kaymakam Bey” diye söylendim ve çocuklara döndüm “Şimdi gözlerini bağlayalım o halde”
Neyle bağlayacağımı düşünürken çocuklarda bunu sormuşlardı. Mahit binaya bunun için bir şey bulmaya gireceği sırada onu durdurdum. Kafamdaki fuları çıkardım.
Barun ne yapmaya çalıştığımı anlamış “O olmaz” demişti birden.
“Nedenmiş?”
“Değerli bir şey senin için çünkü. Başka bir şey buluruz”
Benim gibi kaşları çatılmıştı onun da. Söyledikleri beni durdurmadı elbette. Alt tarafı gözlerimizi bağlayacaktık sanki başka bir şey yapacaktık? Ben bu kadar evham yapmıyordum ona ne oluyordu?
“Gerek yok” diyerek direttim ve fuları elime alıp ona doğru döndüm. Bu sırada hiç hesaba katmadığım bir şeyi fark ettim. Ağrı Dağı’na uzanan boyunu… “Eğilir misin?”
“Ne?”
“Eğil eğil, buradan nasıl bağlayayım bunu gözüne?” diye çıkıştım.
Elimdeki fulara değdi bakışları. “Ver ben bağlarım”
Kafamı iki yana sallarken “Olmaz. Ya gevşek bağlarsan?” diye konuştum şüpheci bir tavırla.
Bana inanamaz bir şekilde baktı. Gülmek istedim bu haline ama ciddiyetimi bozmayıp tuttum kendimi. Bu sırada ilerideki bank dikkatimi çekince aklıma gelen fikirle kolundan tuttum hemen “Ya da gel şöyle yapalım” diye konuştum.
İtiraz etmedi bu defa. Adımlarıma ayak uydurup peşimden geldi. Onu bankın önüne park edip bankın üzerine çıktım. “Ne yapıyorsun?” dedi şaşkın bir sesle.
Onun önünde durduğumda bile boyuna yetişememiştim. Şaka mıydı? Ben bir de kendime uzun derdim. “Ne oldu, neden öyle bakıyorsun?” diye konuşmuştu tekrar. Kaşlarımı çatmış olduğumu fark ettim bununla birlikte.
Bir de uzun diye döv istersen adamı Ezgi?
“Hiç. Geceleri rahat uyuyabiliyor musun onu merak ettim sadece?”
“Bu nereden çıktı?” diye sordu saf saf. Gerilmiş gibi omuzları dikleşmişti garip bir şekilde.
“Milletin boy hakkını yemişsin daha ne olacak?” dedim hiddetle.
Omuzları düşerken kafasını iki yana salladı. “Annem de babam da uzun. Ben ne yapabilirim?”
“Bizimki de uzun da abilerimize kaptırmışız. Şu an haklı haklı konuşup daha çok sinirimi bozuyorsun haberin olsun”
“Tamam, bir şey demiyorum” derken dudağının kenarı kıvrılmıştı. Komik miydi? Ayrıca bu kadar yakınımdayken gülmemeliydi. İçimiz gıdıklanıyordu burada.
İç geçirip bunu önemsememeye çalıştım. “Gözlerini kapat, hadi” dedim ona biraz daha yaklaşırken. Kokusu yoğunlaştı. Aklıma şu an hiç gelmemesi gereken o an geldi. Sabah burun buruna geldiğimiz o an…
Gözleri yüzümde gezindi. Ardından istediğim gibi kapattı. Kirpiklerinin sıklığına bakarken yutkunmadan edemedim. Yanaklarım ise çoktan ısınmıştı. Uzanıp elimdeki fuları gözlerine kapattım ve başının arkasında düğüm atmaya başladım. Parmaklarım yumuşak saç tutamlarına değerken midemde aynı anda giren krampları hissettim.
Gözlerinin önünde elimi salladım “Görmüyorsun değil mi?”
“Hayır”
“Bu kaç?” diyerek üç parmağımı kaldırdım yüzüne doğru.
Kaşları çatıldı hafifçe “Görmediğimi söyledim ya, nasıl söyleyeyim kaç?”
Gülerken “Test zaten bu, oyun kuralı. Görmüyorsun tamam, ikna oldum” diye konuştum. Banktan yere atladım sonra. Kolundan tuttum onu yine ve bizi heyecanla bekleyen çocukların yanına ilerlettim. Hiç tereddüt etmeden benimle ilerledi.
“Şimdi bir de şöyle dön bakalım” diyerek onu etrafında döndürdüm.
Kaşları yine merakla çatılırken “Bu ne için?” diye sordu.
“Gözlerini kapatmadan önce yerimizi ezberlemiş olabilirsin. Yönünü kaybet diye yapıyorum”
Saçma buldu belki de ama kabullenmiş gibi sesini çıkarmadı ve ellerime uydu. Ondan uzaklaştığımda çocuklarla birlikte etrafa dağıldık iyice.
Barun temkinli bir şekilde elini az önce olduğum yere uzatırken “Gittin mi?” diye konuştu.
“Evet, oyun başladı. Bul bizi!” diye bağırdım.
Başı sesimin geldiği yöne döndüğünde panikle yerimi değiştirdim hemen. Onun dikkatli adımları ise o tarafa yönelmişti. Çocuklar gülerek onun adını seslenip yolundan kaçmaya başladılar. Benim de onlardan bir farkım yoktu.
Az daha kız çocuklardan birini, ismi Madhuri olması lazım, yakalayacaktı. Kıvırcık ve tombiş olmasından hatırlamıştım ismini. Çığlıklar eşliğinde Barun’un elinden kaçarken ben bile heyecanlanmıştım.
Çocuklardan bazıları cesaret edip yanına yaklaşıp temas ediyorlardı. Onlardan biri de bendim. Koluna vuracağım sırada hissetmiş gibi benden tarafa dönünce “Hih!” nidası kaçtı dudaklarımdan. O ise çevik bir hareketle ona uzanan elimi kıl payı kaçırmıştı. Teninin tenime değmesi saniyeler sürerken hemen elimi kurtarmış ve kaçmıştım.
“Bir de beni yakalayacakmış, hani?” diye bağırarak onu kışkırtmayı denedim. Sesimin geldiği yöne döndü ama hareket etmedi bu defa. Ben ise gülerek çoktan yer değiştirmiştim.
“Bir yere saklandın kesin bulamayayım diye. Hile yapıyorsun” diye konuştu.
Kaşlarım çatıldı anında. “Hiç de bile. Gayet kuralına göre oynuyorum oyunu”
“Hiç sanmıyorum ama olsun. Hile yapsan da bulurum seni”
“Hile yapan falan yok! Bulamayacağını anladın hemen iftira atıyorsun değil mi? Yediremedin tabii kendine. Koskoca Asaf Barun Khan hem körebe oynuyor hem de birini bile yakalayamıyor. Sonra da iftira atarak mızıkçılık yapıyor”
Onun adımlarının olduğum yere doğru olduğundan habersiz konuşmaya devam ederken onun “Mızıkçılık mı?” dediğini duydum. Bazı kelimeleri cidden ilk defa duyuyordu.
“Oyunbozan yani. Öyle değil misin? Öylesin” diyerek hararetle konuşmaya devam ederken onun ne kadar yakınıma gelmiş olduğu yeni kafama dank ediyordu. Panikle gözlerim büyürken oyuna geldiğimi geç anladım.
Birden sessizleşmemden o da oyununun farkına varmış olduğumu anlamış olacak ki birden ileri atıldı. Arkamı dönüp sol tarafa doğru koşacağım sırada belime sarılan kol ile bu girişimim engellendi. “Yakaladım”
Dudaklarımdan küçük bir çığlık kaçarken ellerimi beni tutan koluna koyup ittirmeye çalıştım. Son bir direniş. Ancak öyle sıkı tutuyordu ki gevşetmem mümkün değildi.
Haksızlıktı! Bana derken kendisi hile yapmıştı. Hiddetle artık arkamda hissettiğim bedenine dönerken hala kaçmak için yerimde çırpınıyordum. Ancak o buna izin vermeyerek belimdeki elinin baskısını arttırdı ve göğsüne yaslanmamı sağladı.
Kafamı geriye itip yüzüne bakarken “Bana diyene bak! Asıl buna hile denir!” diyerek adeta çemkirdim.
Dudaklarındaki keyifli tebessümü artarken diğer eliyle gözlerindeki fuları çözdü. Kahveleri gözlerimle buluştuğunda yüzündeki ifade bir anlığına bocaladı. O an bende ne kadar yakın olduğumuzu idrak etmiş oldum. Belimdeki elini gevşettiğini hissettim usulca ama beni bırakmadı.
Elinin tenimdeki varlığı ve şimdi tatlı bir esinti gibi yüzümde gezinen kahveleri bütün vücudumu uyuşturuyormuş gibi hissettim. Buna beynim de dahil olabilirdi.
Fularımı tutan eliyle omzumdan sarkmış saçlarımı geriye doğru nazikçe atarken “Ne yapmışım?” diye konuştu usulca. Saçlarıma dokunulmasından hoşlanmazdım oysa ama onun tüy kadar hafif dokunuşlarına bir şey diyemedim.
Kısa bir an neyden bahsettiğini de anlamadım. Tekrar gözlerine baktığımda “Bilerek konuşturdun beni!” dedim ancak sesim hiddetli çıkmak yerine havası inmiş bir balon gibi çıkmıştı. Üzerime çöken bu sakinliğe hayret ettim. Sakinleşmemeliydim oysa… oyuna getirmişti beni.
Gülümsedi hain adam “Ne kadar da mızıkçısın?”
Benim lafımla beni vuruyordu bir de! Kaşlarım iyice çatılırken “Ben mızıkçı falan değilim. Sen çok kurnaz bir adamsın” diye konuştum.
“Bu sonucu değiştirir mi? Bulurum dedim ve buldum”
Ona kötü kötü bakmaya devam ederken bundan gram etkilendiğini sanmıyordum. Yoksa böyle sinir bozucu ama sevimli bir şekilde gülmezdi. Evet, yine güldü. O kısık sesi duyamadım ama yanaklarında derinleşen çizgiler aynı etkiye sahipti.
Çocukların sesini o an duydum. Benim ismimi söylüyorlar ve alkış tutuyorlardı. Bilselerdi Barun’un beni oyuna getirdiğini benim yanımda olurlar mıydı acaba?
Omuzlarım yenilgiyle düşerken ona baktım “Pekâlâ, bağla hadi gözlerimi”
Belimdeki elini tamamen çektiğinde bir boşluğa düşmeyi beklemiyordum. Bu kısa da olsa kendime kaşlarımı çatmama sebep oldu.
Fuları aramıza kaldırdığında bir an tereddüt ettiğini gördüm. Yüzündeki keyif silinmişti. Gözleri gözlerime çıktığında “Korkmayacağından… emin misin?” diye sordu birden.
Karanlıktan bahsediyordu… Göğsüme o garip sıcak his yayıldı yine. Gülümsemeye çalıştım “Eminim. Aştım bunu yoksa başından kabul etmezdim oynamayı” dedim. Adama sinirli kalmak bile zordu.
Birkaç saniye daha gözlerime baktıktan sonra ikna olmuş olacak ki “Kapat o halde gözlerini” dedi fularımı havaya kaldırarak. Dediğini yaptım ve gözlerimi kapattım. Kumaşın varlığını hissettim sonra gözlerimin üzerinde.
“İyi mi böyle, sıktı mı?”
“Hayır, iyi” dedim
Başımın arkasında elleri fuları düğümlerken sorun olmadığını söylememe rağmen alttan hafif aydınlık yer bırakması dudaklarımın kıvrılmasına sebep oldu.
“Sen bittin Kaymakam Bey! Görürsün, senin beni bulduğundan daha önce bulacağım seni” diye konuştum, sesim hem keyifli hem de meydan okur gibi çıkmıştı.
Elleri bir an duraksar gibi olurken “Bundan hiç şüphem yok” dedi, sesinde bir alay tınısı aradım ama aksine göremesem de gülümsediğini hissettim.
İşi bittiğinde “Bu kaç?” diye sorup beni taklit etmesini ise hiç beklemiyordum.
Gülerken “Beş” dedim direkt.
Elini fularımın üzerinde hissettim “Aralık bırakalım derken çok mu abarttık, görüyor musun?” diye söylendiğinde bir kahkaha attım.
“Vallahi salladım” dedim gülüşümün arasından. “Tekrar sor”
“Bu kaç?” dedi yine ciddi bir sesle.
“Üç” dedim sallayarak.
“Tamam görmüyorsun, inandım”
“Kaçtı?” diye sordum merakla.
“Hiçbir şey yapmadım” dediğinde kaşlarım havaya kalktı. İşini garantiye almıştı beyefendi.
İşaret parmağımı ona doğru sallarken “Sen var ya çok fenasın” dedim seni gidi seni der gibi. Onun da gülümsediğini hissettim ama bunu görememek hoşuma gitmedi o an. Bu isteğimi umursamayıp “Etrafımda da döndürmeyecek misin?” diye sordum.
Benim ona yaptığım gibi omuzlarımdan nazikçe tutarak beni etrafımda döndürdü. Gülmeden edemedim yine. Beni bıraktığında oyunun başlamış olduğunu anlayıp ileri doğru atıldım hemen.
Çocukların ismimi seslenişlerini takip ederken kim olduklarını ayırt etmekle uğraşmıyordum. Onlardan birini de yakalasam yeterdi. Kimisi bana dokunup kaçarken Hintçe bir şeyler söylüyorlardı.
Kızlardan birini az daha yakalıyordum. Onların arasına dalmış olmalıyım ki çığlıklar çoğalmıştı. Gülümsemem büyüdü. Hafifçe eğilmiştim koşarken. Deli gibi seslerini takip ederek birini tutmaya çalıştım.
Barun Bey’den ise hiçbir atak yoktu. Sinirlenmemek elde değildi “Ya insan bir seslenir, bir dokunur bir şey yapar ya!” diye patlamadan edemedim. Bizden başka kimse olmadığı için bu kadar rahat Türkçe konuşuyordum. “Bir yerde durup heykel gibi dikildiğine o kadar eminim ki!”
Bir an onun güldüğünü duyar gibi oldum. Evet gülmüştü ve oydu! Yakınında olmalıydım. Kollarımı gelişigüzel etrafa savururken bu defa burnuma kokusu geldi. O ferah toprak kokusu… Kesinlikle buradaydı. Heyecanla hareketlerimi hızlandırırken elim tenine değdi “Yakaladım!”
İleri atılıp tutmak istedim ama kaçmış olmalı ki birden parmaklarımdaki his yok oldu. “Kaç tabii kaç! Hain herif!” diye söylendim.
Arkamda sağ çaprazımdan gelen sesli gülüşünü duydum bu defa. “Senin gözlerin kapalı benim kulaklarım değil yalnız”
Anında sesine dönerken ne söylediği umurumda değildi. Sırıttım. Bu sırada bedenime değen minik bedenleri de es geçmeyerek ellerimi sağa sola savurdum. Ah! Birini yakalasam dahi olurdu ya!
Bu sırada asıl hedefimi hatırlayıp büyük adımlarla belirlediğim yere ilerledim. Onun bana yaptığını yapmak isteyerek “Korktun tabii seni hemen bulacağım diye” dedim üstüne giderek.
“Ben mi korkuyormuşum?” diyen onun şaşkın sesiyle istediğini alan bir avcı gibi sırıttım. Sesi sol taraftan geliyordu ama hemen o tarafa dönmedim.
Düz ilerlemeye devam ederken “Evet, sen tabii ki. Şuna baksana hayalet avlıyorum sanki” diye konuştum.
Onun cevap vermesine kalmadan sesinin geldiği yöne bir koşu yaptım. Yoktu! Bir daha cevap da vermemişti. İlerlerken sağa sola ellerimi savurmayı ihmal etmedim. Anlamıştı ya hayır!
“Hileci! Kurnaz! Yemin ediyorum dünyanın en gıcık insanısın!” diye söylendim sinirle. “Ama asıl seni oyuna davet eden de kabahat zaten!”
Yine ondan hiçbir ses yoktu. Şimdi ağlayacaktım! Çocukların sesi de uzaktan geliyordu. Onlardan da uzaklaşmış olmalıydım. Tam bu sırada adım sesleri duydum. Omuzlarım dikleşirken oraya doğru atıldım hiç beklemeden.
Koluna yapıştığımda “Vallahi yakaladım! Bırakmam!” dedim coşkuyla. Üstelik onun gibi hile yapmamış kendim yakalamıştım. Dudaklarımda kocaman bir zafer gülümsemesi oluştu.
Tuttuğum kol belimi kavrayıp beni kendine çektiğinde gülümsemem bıçak değmiş gibi kesildi. Ne tutuşu ne de burnuma gelen ağır erkek parfümü ona aitti… Bu Barun değildi.
Ancak yine de koku tanıdıktı. Aklıma gelen isimle kalbim korkuyla hızlandı. Hayır, o olamazdı.
Karşımdaki adamın kulağıma doğru eğildiğini hissettim “Bende seni gördüğüme çok sevindim güzelim”
Kumar… Bu gerçekten oydu.
BÖLÜM SONU
Burada bırakamazsın dediğinizi duyar gibiyim... Bir sonraki bölüm bomba şeyler olacak!
Sizi bilmiyorum ama bu bölümü yazarken Barun'un alıklığı beni çok güldürdü, kıyamam:)
İkisinin de hissettikleri şeyin farkına varmaya başlamalarına ne diyorsunuz? Sizce ilk kim kabullenir?
Rüya Hasan ağayı ikna edebilecek mi dersiniz?
Savcı Samir hakkında ne düşünüyorsunuz? Samimi mi yoksa hain mi sizce?
Son olarak arka planda Türkiye de neler olduğunu merak ediyor musunuz? Bir sonraki bölüm bunun için süprizlerim olabilir 👉🏻👈🏻
Daha önce söylemeyi unutmuşum, kitabın sayfasında paylaştığım editlere göz atmayı unutmayın. Siz de yapıyorsanız beni etiketleyin ki görüp sevgi seline boğayım sizi:)
Bir sonraki bölümde görüşmek üzere. Kendinize çok iyi bakın, sevgilerimle...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 818 Okunma |
150 Oy |
0 Takip |
17 Bölümlü Kitap |