6. Bölüm

Bölüm 6 | Yabancı

Hatice
bayankimbilir

Selamlar canlarım!

Bölüme geçmeden önce küçük bir açıklama yapmak istiyorum. Görmüşsünüzdür belki uygulamaya pano özelliği geldi. Kitaplarım ve yeni bölüm hakkındaki duyurularımı oradan paylaşacağım. Aynı zamanda yeni bölümden kesit ve yeni bölüm tarihini de kitabın instagram sayfasında olduğu gibi burada pano kısmında da paylaşacağım. Herkese değil de sadece takipçilerime özel paylaştığım için beni takibe almayı unutmayın yoksa bunlardan haberdar olamazsınız. Bunu söylemek istedim.

Oy ve yorumlarınız benim için çok önemli. Keyifli okumalar dilerim:)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

6. BÖLÜM

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YABANCI

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ben duramam buralar dar efendi

 

 

 

 

 

 

Fırtınalar boyu aştı da göğü deldi🎶

 

Uçağımın arızalanması, Hindistan'a düşmesi, bu insanlarla karşılaşmam... Hepsi birer tesadüften ibaret olabilir miydi?

İyi veya kötü hayatımıza giren her insanın, yaşadığımız her olayın bir nedeni olduğuna ve bunların çoğu zaman beraberinde sınanmamız için bir imtihan kimi zaman da bir müjde getirdiğine inanırdım.

Peki benim bu yaşadıklarım bir imtihan mıydı yoksa başka bir müjdeli olayın habercisi miydi?

"Arabadan inmeyi düşünüyor musunuz Geeta Hanım?"

Barun’un sesi daldığım düşüncelerden sıyrılmamı sağladı. Kafamı yavaşça sesinin geldiği tarafa çevirdim. Araba çoktan durmuş o da çoktan arabadan inmişti. Açık olan kapısından kafasını eğmiş, kaşları çatık bir şekilde benden bir yanıt bekliyordu.

Nasıl oluyordu bilmiyordum ama yüzüne baktığımda bir sakinlik çöküyordu üzerime. Yüzümün hizasında iki kere şıklatılan parmaklar ile gözlerimi kırpıştırdım.

“İyi misin? Yoksa hala uyanamadın mı?” dedi, elini kendine doğru çekerken.

Kafamı iki yana sallayarak kendime gelmeye çalıştım. “İyiyim, dalmışım sadece”

Ardından onu daha fazla bekletmeyerek arabadan indim. Yanına adımlarken yüzünde dalıp gittiğimden utandığım için kafamı eğmiştim.

“İnat etmeyip telefon teklifimi kabul etseydin bu saatte buraya gelmene gerek kalmazdı” diye konuştu.

Bakışlarımı üzerimdeki gözlerine çevirdim. “Sorun değil” dedim durgun çıkan sesimle.

Bir an garipsedim bu durumu. Normalde telefonum hep elimin altında olurdu. Sosyal medyayı aktif kullanırdım. Anı biriktirmeyi çok seviyordum ve bu hayatımın bir parçasıydı. İki gündür telefonum yoktu ve ben yokluğunu şimdi fark ediyordum.

Kararımdan vazgeçmemem gözlerinden kısa bir şaşkınlık geçmesine sebep oldu. Bakışlarını etrafta gezdirmeye başladı. “Ayakta uyuyordun? Bence bu bir sorun”

Gözlerim büyüdüğünde bizi King ile o şekilde gördüğünü tamamen unuttuğumu fark ettim. Yanlış anlamamıştır değil mi? Dışarıdan her yöne çekilebilecek bir haldeydik çünkü. Beni öyle biri olarak tanımasını istemezdim. Bana yardım ediyordu sonuçta ve o şekilde biri olarak tanınmak çok utanç verici olurdu.

Eğer öyle anlasaydı ondan da bahsederdi ama değil mi? Sadece uykum olduğunu vurguluyordu.

Normalde bu durumda panikleyip kendimi açıklamaya çalışırdım ama içimde bir durgunluk vardı. Buna izin vermedi. “Yanlış anlamayın lütfen, dışarıdan nasıl gözüktüğümüzü idrak edebilecek bir durumda değildim o halimizin” diyebildim sadece.

Bakışları tekrar yüzüme döndüğünde kaşları çatıldı hafifçe “Yanlış anlamadım” dedi.

Tahmin ettiğim gibi olduğundan içim rahatlamıştı “Ben yine de söyleyeyim dedim, yanlış anlaşılmak istemem asla” diye konuştum. Gözlerimin içine bakmaya başladı. “Erken kalkmakla sorunum yok sadece gece uykusuz kaldım bu yüzden gözlerimi açmakta zorlandım biraz”

Ailemi düşündüğüm için uyuyamadığımı söylememe gerek yoktu. Gözlerinden nedenini anladığını görebiliyordum. Dudaklarını birbirine bastırırken başını eğdi hafifçe anladım der gibi.

Ardından kaymakamlığa doğru dönüp göz temasımızı kesti “Gidelim”

Araba kaymakamlığın tam önünde duruyordu. Kapının önünde çalışan olduğunu düşündüğüm takım elbiseli adamlar Barun’a saygıyla başlarını eğerek selam verdiler. Ondan çekilen bakışlar bana doğru dönerken aynı şekilde beni de selamlamaları şaşırmama sebep oldu. Onlara gülümsemeye çalışarak karşılık verdim. Anlaşılan Barun kurduğumuz oyun gereği akrabası olarak çoktan beni tanıtmıştı. Bunu ne ara yapmıştı ya da nasıl yapmıştı hiçbir fikrim yoktu.

Barun sanki arkasından atlı kovalıyormuş gibi giriş kapısına doğru ilerlemeye başladığında artık bu hallerine şaşırmayarak hızlı adımlarla arkasından ona yetişmeye çalıştım. Güvenlik kontrolünün yanındaki görevliler de ona saygıyla başını eğerken beni de ihmal etmediler. Onu takip ettiğim için bende kontrolden geçmemiştim. Belki de artık kim olduğumu bildikleri içindi bilmiyorum. İçeri girdikten sonra bakışlarımı etrafta gezdirdim.

Girişte danışma kısmında birkaç kişi vardı. Kıyafetleri geleneksel değil daha moderndi. Erkekler takım elbise, kadınlar ise gömlek- etek ya da gömlek - pantolon ikilisini giyiyordu.

Birden önümdeki bedene toslamamla yüzümü buruşturdum. Aynı zamanda geri adım atarken sağ elimle alnıma dokundum. Barun ona çarpmamla birlikte bedenini hareket ettirmeden kafasını bana doğru çevirdi.

Düz duran yüzüne diktim gözlerimi dudaklarımı birbirine bastırırken "Pardon" dedim.

"Yanımda yürü"

Önüne dönmesine rağmen hareket etmediğini gördüm. Yanına geçtim yine de. İlerlememekteki asıl sebebinin önünde duran adam yüzünden olduğunu fark ettim. Bu kişi düğünde tanıştığım koruması Ranvir’di. Üzerinde onun gibi siyah bir takım elbise vardı. Benim aksime de gayet dinç gözüküyordu.

Ranvir’in de bakışları bana döndü bu sırada. Dudaklarında samimi bir tebessüm oluştuğunda şaşırmadan edemedim. Başını eğerek selam verdi yine. Bende aynı şekilde karşılık verdim.

“En güvendiğim adamlarımdan biridir Ranvir” diyerek tanıttı Barun onu. Gözleri aramızdaki gidip gelirken aslında tanıştığımızı biliyor gibiydi.

Acaba Ranvir düğün günü ona saydırdıklarımı söylemiş miydi?

Barun en son ona baktığında “Geeta” dedi sadece.

Ranvir onu başıyla onaylarken bana elini uzattı. Dudaklarındaki gülümseme tekrar kendini belli etmişti. “Memnun oldum” dedi, güzel İngilizce aksanıyla.

Eline karşılık verirken bende tebessüm ettim “Bende memnun oldum”

Ellerimiz ayrıldığında Ranvir tekrar ciddi ifadesine bürünüp Barun’a baktı “Bir emriniz var mı efendim?”

Barun elinde tuttuğu anahtarı uzatırken “Otoparka götürme bahçede kalsın” diye konuştu. Arabasından bahsediyordu elbette.

“Emredersiniz”

“Ondan önce avukatı ara onunla görüşmek istediğimi söyle” diyerek devam ettiğinde şaşırmadan edemedim. Korumalar bu işlere de bakıyor muydu? Ayrıca avukat ile görüşmeyi benim meselem için istiyor olamazdı değil mi?

Ranvir’den yine “Emredersiniz” onayını duyduktan sonra bakışları bana dönmeden “Gidelim” dedi.

Asansörün olduğu geniş koridora doğru ilerlemeye başladığında söylediği gibi bu sefer yanında ilerledim bende. Üzerimizdeki bakışları hissettim ama dönüp bakmadım.

"Dün de söylediğim gibi ona güvenebilirsin. Kim olduğunu biliyor bu yüzden yanında rol yapmana da gerek yok" diye konuştu yürümeye devam ederken.

Kaşlarım havalandı şaşkınlıkla. Hakkımda onun bildikleri gibi o da her şeyi biliyordu yani. Bu durumu sadece ailesi biliyordu. Ranvir de bildiğine göre ona olan güveni şimdi daha netti. Burada bana pek bir söz düşmüyordu aslında. Hemen arkamızdaki Ranvir’in sesini duyduğumda kafamı çevirip baktım. Telefonla konuşarak geldiğini gördüm. Bakışlarımı fark edip hafifçe tebessüm etti. Bende karşılık verdikten sonra önüme döndüm hemen.

"Tamam" dedim sadece. Ona olduğu gibi Ranvir’e de güvenmek zorundaydım.

Koridorda ilerlemeye devam ederken birkaç oda kapısı olduğunu da yeni fark ediyordum. Sağ taraftaki asansörün önünde küçük bir yığılma olduğunu gördüm. Biz oraya yaklaşınca o küçük kalabalıktaki herkesin bakışları bize döndü ve sus pus kesilip saygıyla dikeldiler. Bu sırada Ranvir telefon konuşmasını bitirmiş önümüze geçip dün bindiğimiz sol taraftaki asansörü çağırmıştı. Çok geçmeden de asansör gelmişti.

Madem burası yoğun değil ne diye o tarafa yığılmış bu insanlar?

Asansöre Barun’dan sonra ben bindim. Kapılar kapanırken Ranvir’in karşı asansörün önündeki çalışanlarla diğer asansöre bindiğini gördüm. Barun öne çıkıp eğilerek dokuzuncu kat düğmesine bastı.

"Ranvir neden bu asansöre binmedi?”

"Tanışma faslınız bitti diye biliyorum. Sohbette mi edecektin? "dedi, aksi bir şekilde.

Yandan tip bir bakış attım "Hayır, bizimle gelebilirdi ya da diğer çalışanlardan birkaç kişi de aynı şekilde"

"Bu asansör ancak beni ve benim istediklerimi taşır" dedi aynı ses tonuyla.

Kaşlarım çatılırken önüme döndüm. Neydi şimdi bu?

Ben cevap veremeden asansörün kapısı açıldığında hiç vakit kaybetmeden indi asansörden. Hemen arkasından bende çıktım ve sola doğru dönerek koridorun sonundaki odasına ilerleyen onu ardı sıra takip ettim. Odasına girdiğimizde masasının arkasına ilerledi. Ceketini çıkarıp koltuğunun çaprazında kalan vestiyere astı. Bende dün oturduğum deri koltuğa yerleştim.

“Türkiye ile burası arasındaki saat farkını biliyor musunuz?” diye sordum.

Eğer çok gerideyse annemler henüz uyanmamış olabilirdi. Gerçi onların da uyuyabildiklerini düşünmüyordum ama yine de uyuyabildikleri o kısa ana denk gelmek istemezdim.

Bakışları yüzümdeyken “Yaklaşık iki buçuk saat geride Türkiye” diye cevapladı beni. Annesinden dolayı biliyor olmalı ki direkt cevap vermişti.

En son ne zaman Türkiye’ye gittiğini merak ederken buldum bir an kendimi. Annesi İzmir de yaşıyormuş önceden. Ailesi de oradaysa İzmir’e gitmiş olmalıydı illaki.

Şimdi bunu düşünmenin sırası mı Ezgi?

Derin bir nefes alıp verdim. Odada saat aradım ancak göremeyince “Saat kaç peki?” diye sordum bu defa.

Önündeki siyah kapaklı dosyayı açmıştı. Kaşları hafif çatılmıştı ama bu ifadesinin normal yüz ifadesi olduğunu anlamıştım. Garipti ama öyleydi. Genel ruh halinin öfkeli olduğunu söylemişti.

Neye öfkeliydi bu kadar?

Sağ kolundaki saate baktı “Yedi çeyrek. Henüz erken ama aramak istersen sen bilirsin?”

Orada saat dört buçuk falandı o zaman. Erkendi evet. Onlar aramadıklarına göre bir gelişme olmamıştı. Biraz daha bekleyebilirdim.

“Bekleyeyim” dedim, sesim kısık çıkmıştı.

Bakışlarımı yüzünden çekip önüme çevirdim. Arkama yaslandım usulca. Ağır ağır yutkundum. Kötü şeyler düşünmemeliydim. İkisi de iyi olacaktı. İnanıyordum…

Çevirdiği kağıtların hışırtısını duydum. Kucağımda birleştirdiğim ellerimle oynamayı bırakıp bakışlarımı ona çevirdim. Sağ elindeki parlak siyah bir kalemle şimdi bir şeyler yazıyordu. Gömleğinin kollarını sıvamıştı. Bu düğünde terastaki halini getirdi gözümün önüne.

“Bir şey sorabilir miyim?” dedim, sesim derste tuvalete gitmek isteyen çocuklar gibi çıkmıştı. Çünkü o öğrencinin dersi bölme gerginliği gibi benim de üzerimde onun işini bölme gerginliğim vardı.

Duraksar gibi olsa da bakışlarını işinden ayırmayıp yazmaya devam etti “Sor”

Yerimde dikleştim hemen. “Kavita’nın düğünü ne olacak şimdi? Yani bunun hakkında bir şey biliyor musunuz ya da siz bir şey yapacak mısınız?” diye sordum. Düşünmekten kaçmanın başka bir yolu konuşmaktı.

Durdu. Kalemini usulca masaya bıraktı. Ardından bakışlarını kaldırdığında kahveleriyle göz göze geldik. Kaşları biraz daha çatıldığında düşünüyor gibiydi. “Yapacağım ama henüz harekete geçmedim. Olayın soğumasını bekliyorum, şu an herkes çok gergin”

Başımı salladım onu onaylayarak. “Sizce ikna olacaklar mı? Ya o aile yani eski eniştenizin ailesi yine buna engel olurlarsa?” sesimdeki endişeye engel olamadım. Kavita ile birebir tanışmamış olabilirdik ama hiçbir kadının sırf bir kin uğruna mutluluğundan olmasının istemezdim.

“Halledeceğim ve bu defa kimse buna engel olamayacak” dedi kesin bir dille. Kaşları iyice çatılmıştı. Öfkelenmişti. “Aynı hataya tekrar düşmem, merak etme”

“Sizin hatanız olduğunu düşünmüyorum zaten ben”

Gözlerinden kısa bir şaşkınlık geçti “Benim hatamdı. Daha dikkatli olmalıydım” bakışları bir yere dalarken gözlerini önüne çevirdi “Ancak bazen hiçbir şey planladığımız gibi gitmez. Tüm dikkatin dağılıverir”

Öyleydi gerçekten. Şu an benim burada olmam gibi mesela. Bu yönden bakınca kendini suçlamasını anlayabiliyordum çünkü bende kendimi suçlamadan edemiyordum. Tayland’a gitmeyip son tatil haftamı da Adana’da geçirseydim her şey farklı olabilirdi.

Babam ve abim iyi olurdu…

Kapı tıklatıldığında yerimde irkilir gibi oldum. Gözlerim nemlenmişti. O da daldığı yerden çıkarken bakışlarını kaldırdığında bu halimi görmemesi için kapıya baktım bende. Hintçe bir şey söylediğinde kapının ardındaki kişiye girmesini söylemiş olmalı ki içeriye bir kadın girdi.

Dizlerinde biten bordo kalem bir etek, üzerinde ise beyaz bir gömlek vardı. Bakımlı yüzündeki dolgun dudaklarıyla hafifçe tebessüm ederken gözlerini bir anlığına bana değdirse de hemen Barun’a baktı. Elindeki mavi dosyayı göğsüne daha sıkı sabitleyerek Hintçe konuşmaya başladı. Beklediğimden daha ince bir ses tonu vardı.

Barun masasında yazdığı kâğıdı bir kenara koyup ona cevap verdi. Ardından siyah dosyayı sol eline alırken koltuğundan ayaklandı. Bunu görünce kaşlarım havalandı ve bende hemen ayağa kalktım.

Gidiyor muyduk, nereye?

Barun bana kısa bir bakış atıp kadına bir şeyler söylediğinde kadın onu kafasını eğerek onayladı. Bu sırada at kuyruğu şeklinde bağladığı, kızıla kaçan kahverengi saçlarından yüzüne düşen tutamı kulağının arkasına sıkıştırmıştı.

“Ufak bir işim var, kaymakamlıkta olacağım” diye İngilizce konuştuğunda kadında olan bakışlarım ona döndü. “Sen beni burada bekle”

Gözleri yüzümde dolandığında bir onay beklediğini fark edip başımı salladım.

Salak kafam, ne diye ayaklanıyorsun hemen!

Barun odadan çıkmadan bana son bir bakış attı. Asansöre bindiklerini gördükten sonra sesli bir nefes bıraktım ve avucumu alnıma vurdum. Yetmedi bir kere daha vurdum. Anlaşılan uyanamayan sadece ben değil beynimdi.

Koltuğa geri oturmak yerine odanın sağ tarafında kalan boydan cam olan yere doğru ilerledim. Bu dünkü haberi aldığım anları getirdi aklıma. Sanki o anları yaşayıp kendini kaybeden ben değil başka biri gibiydi.

O, Ezgi’ydi. Ben ise onun arkasına saklanan Geeta…

Dudaklarımı birbirine bastırdım ve bundan kaçmak adına bakışlarımı etrafta gezdirdim. Kaymakamlığın tam karşısında ormanlık bir yer vardı ve arkasındaki işlek caddeye çıkan yol boyunca ağaçlık alanlar devam ediyordu. İleri ise evler, birkaç tane de büyük bina göze çarpıyordu. Böylesi küçük bir şehirde bu kadar büyük binanın olması da şaşırtıcıydı gerçekten. Belki de tahmin ettiğim kadar küçük bir yer değildi burası.

Camın önünden ayrılıp yavaş adımlarla kapının solunda kalan vitrine doğru ilerledim. İçimde bir huzursuzluk vardı ama kötü şeyler düşünmemek için onu görmezden gelmeye çalışıyordum.

Vitrinin üzerinde iki tane plaket ve bir tane de çerçeve vardı. Çerçeveyi elime aldım. Fotoğrafta Barun yine o siyah takım elbiselerinden birinin içinde her iki yanında duran yaşlıca iki adamla birlikte kaymakamlığın önünde duruyordu. Yüzünde yine o sert ifadesiyle kameraya bakmıştı.

Çocukken de bu kadar suratsız mıydı acaba? Gözümün önüne kaşları sürekli çatık duran bir erkek çocuğu geldi. Kendi kendime güldüğüm sırada çerçeveyi geri yerine bıraktım.

Kapının önünden geçip diğer taraftaki vitrinlere göz gezdirirken odanın içindeki başka bir kapının varlığını fark ettim. Tıpkı odanın kapısı gibi gri renkte ve geniş olan kapı hafif aralık duruyordu. İçimdeki meraklı Melahat abla rahat durmadı ve adımlarımı odanın önüne doğru attım.

Çok az kıytırık olan aralıktan odanın içine bakmaya çalıştım ancak içerisi sabah olmasına rağmen karanlıktı ve hiçbir şey görülmüyordu. Pervaza doğru kafamı biraz daha eğmiştim bu sırada. Arşiv odası gibi bir şey miydi acaba?

“Ne yapıyorsun orada?!”

“Ayy!” elim refleksle korkuyla çarpan kalbime giderken panikle arkama sesin sahibine döndüm.

Barun elinde aynı dosya ile kapının orada dikiliyordu. Kaşları öfkeyle çatılmış ve bu sesine de yansımıştı. Yutkundum.

Ne ara geldin be adam? Kapı sesi bile duymadım!

“Ben şey… Öyle vakit geçsin diye dolanıyordum odada” diyerek panikle konuştum hemen. Göğsümdeki elimi indirmiş iki yanımda anlamsız bir şekilde sallıyordum. “Bu kapıyı da aralık görünce merak ettim ne var diye. Ama girmedim yani görmedim hiçbir şey”

Bu durumdan rahatsız olduğu belliydi bu yüzden böyle bir açıklama gereği duymuştum. Yüz ifadesi çok değişmeden bana doğru geldi. Tırsmadım desem yalan olurdu. Yanımdan geçip kapının önüne geçtiğinde ona doğru döndüm. Aralık olan kapıyı çekip kapattı sertçe.

Bakışları yüzüme dönerken “Fazla merak iyi değildir. Burada sadece misafir olduğunu unutmamalısın” diye konuştu donuk bir sesle. Gözlerindeki soğukluk ürperticiydi.

Onunla birer yabancı olduğumuzu unutuyordum bazen. Açık açık söylememişti belki ama sesi de gözleri de burada yabancı olduğumu haykırıyordu.

Bu neden dokunmuştu içime şimdi benim? Haksız olduğum için mi? Haksızdım çünkü izni olmadan ona ait olan bir yere bakmaya çalışmıştım. Yine de böyle davranmasına gerek var mıydı?

Daha fazla gözlerine bakamayarak bakışlarımı kaçırdım. “Unutmam artık” diyebildim sadece.

Yedik sanki odasını!

Telefon sesiyle üzerimdeki bakışlarından kurtulurken masasına doğru ilerleyen adımlarını gördüm. Bende o anın etkisinden çıkmaya çalışıp tekrar oturduğum koltuğa ilerledim.

Çağrıyı cevapladıktan birkaç saniye sonra "Önemli değil, efendim" diye Türkçe konuşması gözümden kaçmazken yüzündeki kasların gevşediğini fark ettim.

Koltuğunda gezinen gözlerini bana çevirmesi yerimde istemsizce irkilmeme sebep oldu. "Hemen veriyorum, tekrar geçmiş olsun" dedi karşı tarafa.

Az önceki yaşanan olayı düşünmekten uyuşmuş beynim bu sözleriyle konuştuğu kişinin bizimkilerin olabileceğini yeni kavrıyordu. Gözleri de bu düşüncemi doğruladığında onun gelmesini beklemeden ayaklandığım gibi masasının önünde bittim. Kalbim tekrar korkuyla hızla çarparken telefonu alıp kulağıma yasladım.

"Alo?"

"Kızçem" Annemin biraz olsun iyi çıkan sesini duymamla tuttuğum nefesimi bıraktım. Onun da derin bir iç çektiğini duydum.

Sol elimin parmaklarıyla alnımı ovuştururken "Anne, nasılsın? Nasılsınız? Babam nasıl? Abim? Bir gelişme var mı?" sorularımı artarda sıralarken alacağım yanıtları merak ettiğim kadar korkuyordum da. Çok korkuyordum hatta. Olduğum yerde bir ileri bir geri yürümeye başlamıştım.

Barun’un koltuğuna oturmuş bilgisayarıyla uğraşmaya başladığını gördüm. Bu hareketlerimde daha rahat olmamı sağladı.

"Kızçem, sen evvela kendinden haber et hele? Nasilsun? Aklum daim sendedur" sesindeki yorgunluk canımı yakmıştı. Onca şeyin arasında bir de hala benim için endişeleniyordu. Gözlerimin dolmasına engel olamadım.

"Anne, iyiyim ben yemin ederim. Aklın ben de kalmasın lütfen..." kısık çıkan sesimle konuştuğumda burnunu çekti. Ağlamıştı. Sesi o kadar net geliyordu ki eğer burnunu öyle çekmese bunu anlayamazdım.

"Anne,” boğazıma oturan yumrudan konuşamadım bir an “Babam ve abimin durumu nasıl?"

"Bir gelişme yok," zorlukla derin bir nefes alıp verdi "Babana bi kaç tane test yapmiştiler. Sonuçlari öğleye doğru çıkarmiş. Doktoru gene baksun diyerek* gelecekmiş” Bir hıçkırık böldüğünde sözlerini kalbimin üzerindeki ağırlık arttı “Şimdiye çoktan… uyanmasi lazımmuş”

(* Kontrol etmek anlamında)

Elim daralan göğsüme giderken yanağımdan süzülen bir damla yaş çeneme doğru yol aldı. Ne demek çoktan uyanması gerekiyordu? Uyanacaktı zaten. Benim babam güçlü bir adamdı. Neler atlatmıştı, bunun mu üstesinden gelemeyecekti?

Annem derin bir iç çekerek toparlandı hemen "Yiğit’umun yanundan az evel geldum. Alperen, Hicran'u azcık uyusun diy’ konağa goturdu. Oğuz şirkette, orayi hem diger işleru idare edeyrum deyip uğraşiy. Halanlar da öğleye doğru gene geleceklermiş."

"Tek misin şimdi başlarında?" diye sordum burnumu çekerek. Orada olmak istiyordum. Ona sarılmak kokusunu içime çekmek istiyordum…

“Melike ile Ali yanumda. Ali uşağum, sağ olsun, ayak işleruni görüyi. Melike kızçem de bağa yoldaş oliyi. Sen merak etmey kuzum benu, eyiyim ben” annem konuşmaya devam ederken kapı açılıp kapanma sesi geldi arkadan.

"Babam yiyecek bir şeyler getirmiş bize Meryem teyze. Senin başka bir şeye ihtiyacın var mı?"

Melike'nin sesini duymamla olduğum yerde adımlamayı bıraktım. Sesini duymam içimdeki özlemin ne denli büyük olduğunu fark etmemi sağladı tekrar.

"Benum değil ama Ezgi'nin seninle konuşmaya ihtiyaci vardur"

Annemle aramızda mesafelerin olmasının bir önemi yoktu. O ne hissettiğimi neye ihtiyacım olduğunu nerede olursam olayım her şekilde anlardı.

"Ne, telefondaki Ezgi mi?!" Melike'nin heyecanlı ve çığlık atarcasına gelen sesinin hemen ardından hışırtılı bir ses oluştu. Telefonun üzerine atlamış olmalıydı.

"Ezgi!"

"Mell" dedim gözyaşlarım hızlanmıştı.

Burnunu çekti. O da ağlıyordu. "Öyle korktum ki…Çok şükür ki yaşıyorsun. Nasılsın meleğim, iyisin değil mi?"

"İyiyim, çok şükür"

"Bende Meryem teyzeye eğer Ezgi ararsa haber ver demiştim" diye konuştu, sesinde hem coşan bir mutluluk hem de hüzün vardı "Sen burayı merak etme olur mu? Her şey yoluna girecek"

Bu içimdeki yangına bir su olurken ondan güç aldığımı hissettim. “İyi ki varsın”

“Sende iyi ki varsın meleğim” diye yanıtladı hemen beni. Tebessüm etmeye çalıştım gözyaşlarım arasından. Birkaç saniye sessiz kaldık.

"Mell," aklıma gelen düşünceyle söyleyeceklerim için yutkunmam gerekti "Senden bir şey isteyeceğim. Yapar mısın?"

Gözlerimi sakinleşmek isteyerek odada gezdirirken Kaymakam Bey’in üzerimde olan gözleriyle göz göze geldim. O anlam veremediğim bakışları daha kötü hissetmeme sebep oldu.

"Elbette yaparım. Sorman hata canım benim" dedi burnunu çekerek. Bunu biliyordum. Sadece asıl söyleyeceklerim için zaman kazanmak istemiştim. O da en az benim kadar bunun farkındaydı aslında.

"Babam... Onun yanında olamayışımı hissediyor olmalı. Benim yerime sen ol yanında. Elini tut ve bırakma ne olur. Hayatta olduğumu söyle. Onu ne kadar çok sevdiğimi…” Boğazım düğümlendiğinde devam etmek için biraz süre tanıdım kendime. Dudaklarımdaki tuzlu tadı hissettim. "Benim yokluğumu hissettirme ona olur mu?"

Onun da ağlaması şiddetlenince daha fazla devam etmedim. Devam edemememin bir diğer sebebi hıçkırık atağına geçmemdi. Ellerim bunun üzerine daha çok titremeye başladığında telefonu sıktım elimden düşmemesi için.

Toparlanmaya çalışarak derin bir nefes alıp verdim "Eğer ölmüş olsaydım… O, bu desteği yine senden alacaktı zaten"

Bana göre sevgi ve ölüm bu hayattaki tek gerçeklikti. Garipti ama aynı hisleri yaşatabiliyorlardı insana. Biri bir şeyin başlangıcıyken diğeri onun sonu olabiliyordu. Kimi zaman huzur verirken kimi zaman acı da verebiliyorlardı bu yüzden. Ve bundan kaçış yoktu...

"Kapa çeneni Ezgi, konuşma böyle!" diye çıkıştı beklediğim gibi ama geri adım atmayacaktım. Ne demek istediğimi anladığını biliyordum.

Kaymakam Bey masasından kalkmış birden karşıma dikilivermişti. Bu durumdayken belki de gözlerinde göreceğim acıma duygusuna maruz kalmamak için yüzüne bakmak istemedim. Hiçbir şey söylemeyerek yan tarafındaki orta sehpaya doğru eğildi ve üzerindeki sürahiden cam bardağa su doldurdu. Ne yaptığını izlemeyi bırakıp tekrar konuşmak için kendime biraz süre ayırdım.

"Kızma..." sesim beklediğimden de kötü çıkmıştı “Beni anladığını biliyorum. Lütfen yap bu söylediklerimi”

Bir hıçkırık daha kaçtı ağzından. Onu üzmek şu hayatta isteyebileceğim son şey bile değildi ancak bunları yapmasını istemek şu an benim yapabileceğim tek şeydi.

Çünkü biliyordum ki benim babama ihtiyacım olduğu gibi onun da bana ihtiyacı vardı.

Hıçkırık atağım yüzünden iç çeke çeke ağlarken kolumda bir dokunuş hissetmemle ani bir refleks ile kolumu kendime çekip o tarafa döndüm. Kaymakam Bey beklemediği bu tepkimden dolayı olsa gerek kaşları havalanmış bir şekilde yüzüme baktı.

Sulanmış gözlerim bulanık görürken bakışlarım sol elinde tuttuğu içi su dolu bardağı buldu. Çatılan kaşlarım gevşedi. Bozuntuya vermeden bardağı uzattı. Yüzüne alttan alttan bakarken beklemeden bardağa uzandım.

"Ezgi, orada mısın?" Melike'nin kulağıma değen ağlamaklı sesiyle bir anlığına duraksadım.

"Buradayım"

"Söz veriyorum, " dedi hemen sonra "Ben zaten onun yanındayım ve hep olacağım. Sen merak etme" sesli bir nefes bırakıp iç çektim. "Ama ne yaparsam yapayım senin yerini dolduramam biliyorsun. Bu yüzden sen hep iyi ol"

Aklıma Akash’ın bana iyi ol deyişi gelmişti. Herkes iyi olmamı istiyordu. Bu sadece babama bağlıydı… Ben ancak o iyi olursa iyi olabilirdim.

Boğazıma yüklenen yumru konuşmama engel oldu. Bu yüzden ona cevap veremedim. Ağladım sadece. Bunu anlamış gibi "Meryem teyze istiyor," diye konuştu. Yeterince üzmüştüm onu, içim acıyordu bunu hissettikçe de "Allah'a emanet ol, güzelim"

"Sende" diyebildim kesik nefeslerim arasından en sonunda.

Gözlerim tekrar beni bekleyen Kaymakam Bey'e döndüğünde bardağı elinden almak için tekrar elimi uzattım ancak sağ elini araya koyarak buna engel oldu. Kaşlarımı çatarak bakışlarımı yüzüne çevirdim.

"Önce otur şöyle,"

"İyiyim böyle – Hıçkırık - sağ olun" dedim sesimin mesafeli çıkmasına engel olamayarak.

Bunu önemsemedi bile. "Titriyorsun, inat etme ve otur şuraya" diyerek kararlı ses tonuyla üstelemeye devam etti.

O söylemeden tüm bedenimin titrediğinin farkında bile değildim. Pes ederek koltuğa oturdum. Su bardağını önüme uzattı hemen sonra. Elinden alıp bir yudum aldım. O da karşımdaki koltuğa geçip oturmuştu.

"Kızçem?"

"Evet, anne"

“Akıl fikir kalmadu bende söylemeyi unuttum. Tarık ve Ümit’i bulmuşlar” dediğinde sesli bir nefes bırakıp yerimde dikeldim hemen. “Şükürler olsun yaşıyilarmış… Kendilerine yeni yeni gelmişler de anca haberleri olmuş. Gece amcani arayip haber etmişler”

“Şükürler olsun” dedim rahat bir nefes verirken. Aynı zamanda hıçkırdım sonra. Omuzlarımdaki yükün biraz olsun hafiflediğini hissettim. “Neredelermiş? Ne olmuş?”

"Pakistan sinirinda bi yerdeymiş. Son anda kuleye ulaşip, uçaği güvenli bi yere indurmeye çalışmişlar. Hızuni azaltsalar da uçak gene düşmüş. Hastaney’ kaldırmişlar. Rabbim evlatlarina bağışlamış ikisuni da. Kırıkları mirıkları varmış ama durumlari iyiymiş çok şükür."

İç çektim. Benim yüzümden…

“Çok şükür annem – Hıçkırık- çok şükür. Başka bir haber alırsanız bana da söyleyin” diye tembihledim.

“Tamam söyleruz” dedi annem. Hıçkırdım. "Yıpratma kızçem kenduni. Rabbim babanı da abini de biza bağışlayacak inşallah”

"İnşallah annem. İyiyim ayrıca ben, gerçekten iyiyim" içinin asla rahat etmeyeceğini biliyordum ama üzerinde o kadar yük varken bir de benim için üzülsün istemiyordum.

"Şükürler olsun yavrum. Eyisun.” İç çekti. Benim içim titredi. “Rabbim karşına boylesi iyi insanlar çıkarmiş, çok şükür"

Gözlerim hala bakışlarını üzerimden çekmemiş olduğunu fark ettiğim Kaymakam Bey'e döndü. Bende gözlerimi çekmedim gözlerinden.

“Öyle anne, sen düşünme beni” dedim üzgünce. “Babamın doktoru muayeneye geldiğinde tekrar arayın olur mu?”

"Sen kaymakamlıkta mi olaceysun?"

"Evet, evet. Abime de söylemiştim zaten. Ben buradayım, ne zaman olursa olsun, bana ulaşabilirsiniz" Titremeye devam eden elimle bardağı tutamadığımı fark edip kucağıma koydum.

"Tamam kızçem. Doktor gelince arayacağum seni. Kendune çok eyi bak, Allah'a emanet ol yavrum" sesi titredi ve hasretle iç geçirdi bunları söylerken.

"Siz de Allah'a emanet olun annem, görüşürüz"

Telefon konuşmamız sonlandığında havadaki elim bedenimin yanına düştü. Diğer elimle kucağımda sabitlediğim su bardağını kaldırdım ve tüm suyu içtim. Çeşmeden içtiğim suyun aksine bu suyun tadı da evdeki su gibi tuhaf değil, boğazımı acıtmıyordu. Boş bardağı cam sehpanın üzerine koydum.

Gözlerim şimdi içi boş olan cam bardaktayken "Teşekkür ederim, su için" dedim, sesim ağladığım için boğuk çıkıyordu.

"Durum nedir? Annen ile tam olarak ne için anlaştınız?"

Teşekkürümü görmezden gelerek sorularını sıralamayı tercih etti. Gözlerimi boş bardaktan çekip ondan pek bir farkı olmayan koyu kahve gözlerine çevirdim.

Bana yardım ediyor olması, hem de mesleğini riske atarak, gerçekten iyi bir insan olduğu için miydi? Bunu düşününce başka ne gibi bir sebebi olabilir ki diyordum. Aklıma en yatanı ise para uğruna olması geliyor. Ailemin maddi durumundan bahsetmesem de özel uçağa bindiğimden söz etmiştim ve bu herkesin karşılayabileceği bir ayrıcalık değildi. Buradan zengin olduğum kanısına varıp bu işin sonunda yardımının karşılığını isteyecek olabilir miydi? İyi de adam da kaymakam. Ne maddi desteğe ihtiyacı var gibi duruyordu ne de parayı önemseyen biri gibi.

Ne olursa olsun eğer yaptıklarının karşılığını isteyecek olursa bunu ne ailem yadırgayacaktı ne de ben.

"İyi misin?" Keskin çıkan sesiyle yerimde irkildim.

Neden her iyi misin diye sorduğunda ona karşı kötü düşüncelerle ördüğüm duvarların sarsıldığını hissediyordum?

Peki ben neden aslında tam tersi çıkacakmış hissine rağmen aslında onun iyi biri çıkmasını ümit ediyordum?

"Geeta?" dedi, hafifçe öne doğru eğilip daha dikkatli baktı gözlerime. Hala cevap vermeyişim farklı şeyler düşündürtüyordu belli ki ona. "Şimdi anlatmak zorunda değilsin. Kendini daha iyi hissettiğinde konuşuruz"

Kaşlarımın çatılmasına mâni olamadım. Daha az önce odasına bakacağız diye azar yemiştik kendisinden. Bu anlayış neydi şimdi? Tamam bende yaptığımı savunmuyordum ama gerçekten hiçbir şey olmamış gibi mi davranacaktı?

Derin bir nefes alıp verirken bakışlarımı kucağımda tuttuğum telefona çevirdim. “Dengesiz işte ne olacak" diye mırıldandım ağzımın içinde. Hemen ardından burnumu çektim.

Gözlerimi kaçırmamdan onu onayladığımı anlamış olacak ki derin bir nefes alıp verdi. Göz ucuyla baktığımda koltukta arkasına yaslanmış olduğunu gördüm. Kollarını kaldırıp kafasının altında ellerini birleştirdi ve başını geriye doğru oraya yasladı.

Gözlerini kapatmış olduğunu gördüm. Yüz hatları gevşemiş ancak kaşları hala çatık duruyordu. Her zamanki gibi... Kollarını gerdiği için bedenine tam oturan gömleği daralmış ve böylelikle hem kol kasları hem de vücut hatları belirginleşmişti. Zayıftı aslında. İnce bir beli vardı.

Hatta bir erkeğe göre çok ince bir beli vardı…

Gözlerimi eğip kendi belime baktım. Burnumu çektim sesli bir şekilde. Ardından bakışlarımı tekrar ona çevirdim.

Kafamı iki yana salladım hızlıca.

Kendine gel Ezgi! Kendine gel!

Onu izlemekten rahatsız olup kucağımda sol elimin içinde duran telefonu masaya koydum. Aklıma babam gelince durmaya yüz tutmayan gözyaşlarım daha da çoğaldı. Ona dengesiz diyordum ama benim de çok normal bir ruh halinde olduğum tartışılırdı.

Birkaç dakika odanın içinde onun nefes alışveriş seslerini ve benim azalan iç çekişlerimi dinledik. Hıçkırıklarım dinip biraz daha sakinleştiğimde gözlerim tekrar ona döndü. Gözlerini açmış, bakışlarını odanın tavanında gezdiriyordu.

Ne düşünüyordu acaba? Aklından neler geçtiğini bilmeyi istedim bir anlığına.

"İkisi için de bir gelişme yok" Sesim beklediğimden net çıkmıştı.

Konuşmaya karar verdiğimi görünce derin bir nefes alıp verdi, yavaş hareketlerle kollarını indirip yerinde doğruldu sonra. Ne hissettiğini çözemediğim gözleriyle sulu harelerime baktı.

"Babamın," tekrar boğazıma yüklenen düğümle yutkunma ihtiyacı hissettim "Şimdiye kadar çoktan uyanması gerekiyormuş"

Dudaklarını birbirine bastırırken gözleri daha yumuşak bakmaya başladı. Buna rağmen kelimeleri bir ok gibi saplandı göğsüme. "Her duruma hazırlıklı olmalısın, Geeta"

Sahte ismimi söylerken ki ses tonu içimi ürpertmişti nedense. Sanki gerçekten ismim Geetaymış gibi...

"Ne kadar güzel teselli ediyorsunuz öyle Kaymakam Bey" dedim, kendimi gülümsemeye zorladım. Teselliye falan ihtiyacım da yoktu. Sadece bu durumu dile getirmesini beklemiyordum.

Benim aksime onun dudaklarından belli belirsiz bir gülümseme belirip kayboldu "Teselli vermekte pek becerikli olduğum söylenemez zaten," göz temasımızı kesmeden koltukta biraz öne doğru kaydı "Sana verebileceğim en makul teselli seni dinlemek olur”

"Neden bir yabancıya teselli vermek istiyorsunuz ki? diye sordum kendimi tutamayarak. Kaşları havalandı önce. Böyle bir yanıt beklemiyordu sanırım.

Bende beklemiyordum vallahi.

O an ona olan sinirimin ne kadar gereksiz olduğunu fark ettim. Zaten bunu istemiyor muydum? Burada yabancı olmak. Alışmamak. Evime dönmek… O zaman yanlış olan neydi?

Salaksın Ezgi…

Bakışlarını oynadığı ellerine çevirirken “Tanımadığın birine derdini anlatmak daha kolaydır derler. Bende sadece anlatmak istersen dinlerim diyorum, anlatıp anlatmamak sana kalmış" diye cevap verdi.

"Yalnız ben anlatmaya başlarsam susmam o kadar kolay olmayabilir" dedim önceki yersiz çıkışımın üstünü örtmeye çalışarak.

Yine dudaklarından belli belirsiz bir gülümseme geçerken “Anlatacak çok şeyim mi var demek istiyorsun yoksa konuşkan olduğunu mu belirtmek istiyorsun? Eğer ikincisiyse onun zaten farkındayım” diye konuştu

“Bazen laf mı sokuyorsunuz yoksa açıklama mı yapıyorsunuz anlamak çok zor” dedim kaşlarım hafifçe çatılmışken.

Kafasını iki yana sallarken dudağının kenarının kıvrıldığını gördüm “Emin ol laf atsam anlarsın”

Dalga geçmiyordu, şu an gerçekten samimiydi.

Dengesiz adam…

“Öyle olsun”

Gözlerini tekrar gözlerime çevirdiğinde seni dinlerim derken gerçekten ciddi olduğunu gördüm. Bu garip hissettirdi. Ne anlatacağımı da bilmiyordum aslında. Derin bir nefes aldım. Kafamda dönüp duran düşüncelerimden kelimeler ayıklamaya çalıştım.

"Şu yaşıma kadar hiç bu kadar yalnız ve çaresiz hissetmemiştim" Boğazımdaki yumru varlığını belli edip yutkunma isteği oluştursa da konuşmaya devam ettim "Bu o kadar berbat bir his ki... Ne zaman ayağıma bir taş takılıp dizlerimin üzerine düşsem elimden hep tutup beni tekrar ayağa kaldıran birileri olmuştu. Başta babam… Annem, abilerim, arkadaşlarım ve öğrencilerim… Şımartılarak büyüdüğümü düşünüyorsunuzdur, evet biraz öyle de” gülümsedim hafifçe ona bakarken. Bunu inkâr edecek değildim, öyleydi.

"Büyüdükçe babamın diğerlerinden farkını daha net görmeye başladım. Başım sıkıştığında ilk ona koşmamı istemesine rağmen bana aslında ne kadar güçlü olduğumu da hissettiriyordu. O sadece yanımda duruyordu aslında. Bazen elimden tutuyordu ama her defasında ben kendim ayağa kalkıyordum. Bunu öğretmişti bana hep ama öğretirken varlığına olan güvenine alıştırmıştı beni…”

İki yanımda duran ellerimle koltuğu sıkarken aynı zamanda gözlerimi yumdum sıkıca. Özlem hiç bu kadar içimi yakmamıştı.

"Bu sefer öyle yüksekten düştüm ki düştüğüm yerde bir çukur açıp oraya hapsoldum sanki," dedim buraya uçaktan atladığımı kastederek. "Aldığım yaralara rağmen tekrar ayağa kalkabileceğimi, oradan kurtulabileceğimi biliyorum ama onun yokluğu beni karanlığa daha çok boğuyor ve çıkışı göremiyorum. Çok karanlık. Ve ben karanlıktan çok korkarım” diye itiraf ederken dudaklarım dahi titremişti. “Ayağa kalkma gücünü hissetmem için ona ihtiyacım var… Çıkışı görebilmek için onun sesine ihtiyacım var… İyi olduğunu ve yanımda olduğunu duymak istiyorum” Cümlemi nasıl sonlandıracağımı bilemezken "Ben babamı istiyorum" dedim hiç düşünmeden. Sesim kısık çıkmıştı ama beni duyduğuna emindim. Gözlerimin içi yanarken yüreğimdeki acı dayanılmazdı.

Henüz hiçbir şey olmuş değil Ezgi. Bırakma kendini.

Gözlerimi açtım ve dudaklarımı araladım tekrar "Yolumu aydınlatan biri çıktı sonra ama karşıma. Aisha... Ona elimi uzatmıştım, onun elini bana çoktan uzattığını fark etmeden" Buruk bir tebessüm ederken tepkisini ölçmek için yüzüne baktım. Büyük bir dikkatle beni dinliyordu. Koyu kahverengi gözlerinden ise ne düşündüğünü tahmin etmek çok zordu. "Kadere inanır mısınız bilmem ama ben onun karşıma çıkışına tesadüf ya da şans gözüyle bakmıyorum. Eminim siz de çok garipsemişsinizdir. Birdenbire hayatınıza girdim. Tehlikeli bir iş açtım başınıza… Yine de yardım ediyorsunuz bana”

Bakışları önünde kavuşturduğu ellerine döndü “Tesadüf ya da kader… Sonuç olarak buradasın. Sebeplere değil bundan sonra olacaklara odaklanmalısın”

Bunları Aisha'ya da anlatabilirdim. Ondan hiçbir çekincem yoktu fakat hem konuşacak bu kadar geniş bir vaktimiz olmamıştı hem de anlattıklarımla onu daha da üzmek istemiyordum. O gün babamların kaza yaptığını öğrendikten sonra bana sarılırken gözlerinin dolduğuna şahit olmuştum. Şu an da içimi dökebileceğim tek makul kişi ise Barun’du. Hem onun bu yönden kaygılanabileceğim bir durumu da yoktu.

“Her şey benim yüzümden,” dedim kafamı iki yana sallarken. Kalbimin üzerindeki ağırlık kendini belli etmişti yine. “Eğer inat edip gitmek için ısrar etmeseydim babam ve abim şu an iyi olacaklardı…”

“Söylediğim gibi böyle düşünmenin artık bir önemi yok. Kendini suçlamanın ne sana ne de onlara bir faydası olacak” dedi, beni yatıştırmak ister gibi sesi sakin çıkıyordu. Sulanmış gözlerim gözlerini buldu.

"Ana yüreği hisseder derler bizim orada. Annem gerçekten hissetmiş olmalı ki o bile gitmemem için destek çıkmıştı başta babama," aklıma Hicran yengemle mutfakta yaptığımız son konuşma geldi yine. Gözyaşlarım hızlandı "Hicran yengemde huzursuz olduğunu söylemişti" gülmeye benzer bir ses çıkıverdi birden dudaklarımdan "Alperen bile türlü numaralar çevirmişti gitmeyeyim diye ama" devam edemedim. Hıçkırdım.

"Devam etme. Anlatmak şu an sana hiç iyi gelmiyor, anlaşıldı"

Haklıydı belki de bilmiyorum. Susmalıydım. Zaten o kadar bölük pörçük bir şeyler anlatmıştım ki ne söylediğimi ben bile bilmiyordum. Dirseklerimi dizlerime yaslarken hafifçe eğildim ve yüzümü ellerime yasladım. Hıçkırıklarım hızlanmadan ağlamamı durdurmam gerekiyordu. Bir süre öylece durup sakinleşmeye çalıştım.

“Annem öğlene doğru doktorun babamı kontrol etmeye geleceğini söyledi. Bende doktor geldiğinde bizi aramalarını söyledim” dedim konuşmanın başında sorduğu soruya cevaben. Ellerimi indirdim ve yerimde doğruldum hafifçe. Gözleri üzerimde olduğundan göz göze geldik.

“Anladım” dedi, kafasını eğerek.

“Bir de Tarık abi ve Ümit abiden haber almışlar” dediğimde kaşları hafifçe çatılır gibi olduğunda kim olduklarını unutmuş olabileceğini düşünüp “Pilot olan kardeşler yani” diye devam ettim.

Kafasını salladı devam et der gibi “Son anda kuleye ulaşıp güvenli iniş yapabilecekleri bir yer bulmuşlar. Pakistan’ın sınırında bir yer. Hızları azalsa da uçak düşmüş” Derin bir nefes alıp verdim. Eğer atlamasaydım bende o uçağın içinde olacaktım. Belki de ölmüş olacaktım… “Hastaneye kaldırmışlar. Durumları iyiymiş. Yeni uyanmışlar ondan haberleri gecikmiş”

“Şanslılarmış” dedi düşünceli bir şekilde. “Kim almaya gelecekmiş onları?”

Sorusu kaşlarımın çatılmasına sebep oldu. Bunu sormamıştım anneme. Elbet iyileştikten sonra geri döneceklerdi. “Bilmiyorum. En azından biraz toparlansınlar bunu da ayarlayacaklardır. Bize de haber verirler” dedim en sonunda.

Eğer Rıfat amca onları almaya gelirse beni de götürebilirlerdi. Ya da ayarladıkları herhangi biri… Sanırım Barun da bu yüzden merak etmişti bu durumu. Bunu o zaman düşünecektim.

Şimdilik önemli olan yaşıyor olmalarıydı… Şükürler olsun.

Kafasını salladı usulca anladım der gibi. Aramıza tekrar bir sessizlik çöktü. Yanaklarımı kuruladım iyice ve girdiğim buhran havasından sıyrılmaya çalıştım.

“Bir lavaboya gidip gel istersen” dedi.

Yüzüme bir su vursam fena olmazdı aslında. Başımı hafifçe eğip onun yüzüne bakmadan ayağa kalktım. Odadan çıktım ve daha önce gittiğimden yolunu bildiğim lavaboya girdim. Musluklardan birinin önüne geçerken gözlerimi aynadaki yansımama diktim ve beklediğim o görüntüyle karşılaştım.

Ağladığım için gözlerimin içi kıpkırmızı ve şişti. Musluğu açtım ve elimi ıslatıp yüzümü yıkadım. Yüzümdeki kapatıcı gitmişti muhtemelen ama onu da sorun edemeyecektim. Kendimi toparlamam lazımdı. Güçlü durmak zorundaydım.

Lavabodan çıktım. Bilerek uyuşuk adımlar atarak odaya geri adımladım. Panjurları açık olduğundan içerisi gözüküyordu. Barun oturduğu deri koltuktan kalkmış masasının başına geçmişti tekrar. Ben odaya girene kadar elini alnına atmış dalgın bir şekilde masayı izliyordu.

"Geçsene, ne bekliyorsun?" dediğinde yerimde irkildim. Dalmıştım. Kapının önünde boş boş dikiliyordum.

Koltuğa oturmadım. Pencerelerin önüne ilerledim yine. Belki manzarayı izlemek biraz olsun içimin açılmasını sağlardı. O da işine dönmüştü. Kollarımı göğsümde bağlamış dışarıyı seyrederken ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum ama bir şeyleri izleme fikri bir işe yaramamıştı. İçimdeki huzursuzluk büyümeye devam ediyordu. Kapının tıklatılması ve hemen ardından açılma sesiyle birlikte kafamı o tarafa çevirdim.

"Biz geldik!"

Odaya önde Aisha ardından King girdiğinde şaşırmadan edemedim. Barun da koltuğundan kalkarken en az benim kadar şaşırmış görünüyordu "Hayırdır, ne işiniz var burada?" diye sordu.

Aisha abisine hüzünlü kısa bir bakış atarken benim yanıma doğru hareketlendi "Ben... alışverişe çıkacaktım bu yüzden Geeta'yı da almaya geldim” sesi durgun olsa da göz göze geldiğimizde gülümseye çalıştı. "Umarım güzel haberler almışsınızdır?"

Dudaklarım kendiliğinden sarkarken "Maalesef, durum hala aynı… Öğlen doktor kontrol için tekrar gelecekmiş, bekliyoruz" dedim.

Kaşları üzgünce çatıldı ve ellerini kollarıma koyarak okşamaya başladı. Onun varlığı içime bir nebze su serpmişti.

"Ben seni görmeye geldim Baruncum"

King ortamdaki kasveti dağıtmak ister gibi yüzündeki sırıtma ile Barun’a doğru dönüp kollarını iki yana açtı. Barun ona göz devirip umursamazken Aisha'nın minik kıkırtısı ulaştı kulağıma. Anlaşılan uykusu açılmış kendine gelmişti.

Umarım kendine gelirken de o anları komple silmişti hafızasından!

"O zamana kadar vakit geçmiş olur işte ne dersin?" Aisha tekrar bana doğru dönerken bir cevap beklercesine yüzüme baktı.

“Teşekkür ederim ama benim için alışverişe hiç gerek yok gerçekten. Sen git lütfen”

Aisha bunu kabullenmeyerek "Var var. Hem bana da yardımcı olursun işte. Hadi itiraz istemiyorum" diyerek koluma girdi hemen.

Amacının sadece alışveriş değil kafamı dağıtmak olduğunun farkındaydım ama canım hiçbir şey yapmak istemiyordu.

King Barun’dan istediği ilgiyi alamayınca kapıya doğru adımladı. Bakışları bize dönerken "Ayrıca bende size eşlik edeceğim. Geeta bence bunu kaçırmak istemezsin, çok eğleneceğiz" diye konuştu ve göz kıpmayı da ihmal etmedi. Eğer bu açıklamayı yapmasa cidden Barun’u görmeye geldiğini düşünmeye başlayacaktım.

İçimden bir ses keyfimi yerine getirmek adına Aisha'nın bilerek King’i de çağırdığını söylüyordu.

Bakışlarım Barun’a döndüğünde onun parmaklarıyla alnına dokunduğunu gördüm. Bir şey söylememişti bu konuda. Oyun için sıkıntı olabilir belki diye düşünmüştüm ama o sorun etmiyordu sanırım.

“Hadi ama Geeta”

Bu kadar ısrara karşı koyamayarak "Peki" dedim.

“Biz gidiyoruz o halde abi?” dedi Aisha da ona bakarak. Sanırım o da oyunu düşünmüş ve ondan onay almak istemişti.

Aisha’ya baktı. Kafasını salladı onu onaylayarak. “Araba ayarlayayım ben”

“Biz taksi ayarlamıştık aşağıda bekliyor Baruncum” dedi King.

Barun Aisha’ya bakmaya devam etti. Bir şey düşünüyor gibiydi daha çok. Gözlerini kaçırıp bana baktığında Aisha ona “Sağ ol abi yine de” demişti.

Başını eğdi hafifçe. “Dikkat edin” dedi tek düze bir sesle. Bunu söylerken bakışları üzerimde olduğu için gerilmedim değil. Gitmese miydim acaba?

Aisha onu onaylayıp kapıya doğru ilerledi. Kolumda olduğu için bende. Göz temasımız kesilmişti böylelikle. Odadan dışarı çıkarken King arkamızdan kapıyı kapattı.

“Ben gelmesem mi acaba? Ya bir sorun olursa, kimliğim ortaya çıkarsa?” diye konuştum asansöre doğru ilerlerken.

“Sorun olmayacak endişelenme ya” dedi Aisha beni ilerletmeye devam ederken.

Barun Bey’in asansörünü kullanacağımız için asansör boş ve bu kattaydı bu yüzden beklememiştik. Kaymakamlıktan çıktığımızda hemen kapının önünde beklettikleri taksi duruyordu. Bu taksi geçen Aisha ile bindiğimiz ve benim güldüğüm taksi gibi değildi. Bizim sarı taksilerin mavi olanındandı. King öne geçerken Aisha ile bende arka koltukta yerimizi aldık. Kısa süren yolculuk boyunca King şöfor ile Hintçe bir şeyler konuşurken Aisha ile ikimiz sessizliğimizi korumuştuk.

Taksi kocaman bir alışveriş merkezinin önünde durduğunda kapımızı açıp indik. Saatin erken olmasına rağmen giriş kapısının önünde bir insan kalabalığı vardı. Aisha yine koluma girdi ve alışveriş merkezine giriş yaptık. İçerisi tahmin ettiğim gibi oldukça büyük ve genişti. Etrafta bir renk cümbüşü vardı. Alışveriş merkezi büyük olduğundan insan kalabalığı içeride çok belli olmuyordu. Hintçe konuşan sesler doluştu kulaklarıma hemen.

Aisha yerinde duraksarken ona döndük "Önce bir şeyler yemek ister misin Geeta, aç olmalısın?" diye sordu ilgiyle. Sabah evden kahvaltı yapmadan çıktığımız için böyle düşünüyor olmalıydı.

Hafifçe tebessüm ettim bu düşünceli tavrına "Kaymakam Bey ile ofise gitmeden kahvaltı yapmıştık, aç değilim yani" dedim.

Kısa bir şaşkınlık geçti gözlerinden ama buna memnun olmuş gibiydi aynı zamanda "Tamam, o halde alışveriş başlasın!" diyerek neşeli bir sesle yükseldi sonra.

Onun yönlendirmesiyle yürüyen merdivenlerden çıktık ve hemen karşımızda kalan mağazaya girdik. Mağazanın içi dışarıya göre daha sakindi. Burada modern elbiseler, çeşit çeşit çantalar, ayakkabılar ve aksesuarlar vardı. Etrafımı incelemeye devam ederken Aisha beni yönlendirerek rengarenk elbiselerin olduğu tarafa götürdü.

"Benim elbiseye ihtiyacım var bu yüzden ilk önce elbise bakacağım. Sende giymeyi ne kadar sık tercih ediyorsan ona göre istediğin kadar alabilirsin. Sonrasında pantolon tişört vs onlardan da almaya gideriz" diye açıklama yaptı Aisha.

Bunu sorun etmemesi için "Ben her ikisini de giyerim. Fark etmez benim için yani" dedim. Ben genel olarak elbise giymeyi tercih ederdim ama şu an burada en son düşüneceğim şey kıyafetlerimdi.

"Tamam o zaman benim dediğim gibi ilerleyelim" dedi ve askılıkları karıştırmaya başladı.

Yan taraftaki reyonların arasından çıkan King "Of şunun güzelliğine bak, Geeta bunu denemelisin" diyerek elindeki kırmızı elbiseyi gösterdi.

Şaşırsam da bozuntuya vermedim ve gösterdiği elbiseye baktım. Boyu ne kısa ne uzundu. Kolları yarasa kol ve dirseklere doğru dökümlü bir modeldi. Üzerinde ise minik beyaz çiçekler vardı. Gerçekten çok tatlı bir elbiseydi.

Benim bir şey söylememe kalmadan elbiseyi çoktan elime tutuşturmuş tıpkı Aisha gibi askılıktaki elbiseleri karıştırmaya başlamıştı. Pembe bir elbiseyi tutarken "Cık bunun rengi çok açık" diye söylendi. Kaşları çatılmış ve gözleri elbiselerin üzerinde gezerken komik mimikler sergiliyordu. Bu haline gülmeden edemedim.

Aisha "Hey! Bu elbise nasıl?" diye seslendi bize doğru. Elindeki elbise mürdüm rengindeydi ve modeli az çok benimkine benziyordu ama boyu daha kısaydı.

"Rengi soluk ve o elbise yaşını büyük gösterir Aisha. Üstelik çok da kısa. Babaanneme görünmeden giyeceksen sorun yok tabii ki" dedi King gülen sesiyle.

Kaşlarım hayretle havalandı. Gerçekten modadan anlıyor gibiydi. Gözlerimiz denk düştüğünde şaşkınlığımı fark edip o da bu ifademe şaşırdı. Ardından bozuntuya vermeyip gülümsedi ve göz kırptı.

Aisha King’i haklı bulmuş olacak ki elbiseyi bırakıp arayışına devam etti. Bende onlara ayak uydurmayı denemeyi seçip dikilmeyi bıraktım ve ellerimi elbiselerin üzerinde gezdirmeye başladım. Yeşil bir elbisenin üzerinde dururken olduğu yerde askısını çevirip elbiseyi inceledim. Bunun üzerindeki sarı çiçekler daha büyüktü. Kısa kollu ve dizlerimin altında kalacak boydaydı.

"Muhteşem bir seçim," King’in aniden omzumun üzerinden gelen sesiyle irkildim. Nefesi boynumu gıdıklamıştı. "Gözlerin ile harika uyum sağlar"

Hemen yanıma geçip elbiseyi yerinden çıkardı ve benim üzerime doğru tutup düşüncelerinin doğruluk payını ölçtü.

"Gözlerime mi?" diye bir soru dökülüverdi dudaklarımdan.

Gözlerime yeşil demişti. Tuhaf bir göz rengim olduğu söylenirdi çevrem tarafından. Uzaktan bakıp geçen herkes kahverengi diyordu, yeşil bir şey giysem ya da ağlasam mutlaka yeşil oluyordu ama güneşte ve yakından bakınca elaydı. Benim için fark etmiyordu ama ben çoğu kişi gibi kahverengi deyip geçiyordum.

"Evet, gözlerin yeşil değil mi? Düğünde yeşil gibiydi?" King sanki soruyu kendisine de sormuş gibi kafasını eğip gözlerini gözlerime sabitlemişti.

Düğünde yeşil elbise giymiştim. Ondan öyle sanmıştı, anlaşıldı.

"Genelde kahverengi olduğunu söylerler" dedim. Dikkatli bakışlarından utandığım için gözlerimi kaçırmıştım hemen. Onun gözlerini hala yüzümde hissederken bir adım atıp aramızdaki mesafeyi kapattığını fark etmemle gözlerimi tekrar yüzüne çevirdim.

"Aa cidden öyle, yeşil değil. Ela gibi" dedi, sevimli çıkan ses tonuyla. Türkçe kelimeler o kadar komik çıkıyordu ağzından sanki konuşmayı yeni sökmüş küçük bir çocuk konuşuyordu karşımda.

"Ben giriyorum kabine. Sen seçtin mi bir şeyler Geeta?"

Aisha, bana seslenirken koluna attığı birkaç elbise ile King’in arkasında duruyordu. King’in yakınlığından dolayı yüzüne daha fazla bakamadan elindeki elbiseyi aldım ve Aisha'nın arkasından "Geliyorum" dedim.

Aklıma gelmemesi gerekirken sabah törende uyuklarken söylediği şeyler geliyordu ve ben kendi kendime yine bozarıp kızarıyordum. Anlaşılan o hiçbir şey hatırlamıyordu. Yüzüne bakabilmemi sağlayan tek şey buydu.

Kabine girdiğimde üzerimdekileri hiç çıkarasım gelmedi. Of gerçekten kafam kazan gibiydi. Aisha bana da bir şeyler alma konusunda kararlıydı bu yüzden onun bu hevesini de kırmak istemiyordum.

O sırada "Vayy bu ne güzellik fıstık" diyen King’in coşkulu sesini işittim. Aisha çoktan giyinip çıkmış olmalıydı.

Bende daha fazla oyalanmadan üzerimdekileri çıkardım. Ardından kırmızı elbiseyi giydim. Allahtan elbisenin fermuarı yan tarafındaydı yoksa bir de onunla uğraşamazdım şu an. Kabinden çıktığımda Aisha kabininin kapısındaki aynadan kendine bakıyordu. Üzerinde şeftali rengi tonlarında çok tatlı bir elbise vardı.

Birden bir ıslık sesiyle yerimde irkildim. King ağzı kulaklarında beni süzerken aynı zamanda ıslık çalıyordu. Bu mağazadaki birkaç kişinin bakışlarını da üstümüze çekmişti.

Bu adam utanmamdan zevk mi alıyordu?!

Yanaklarımın yandığını hissederken işaret parmağımı dudaklarımın üstüne bastırıp 'sus' işareti yaptım.

Islığı kesip sırıtmaya devam ederken baş parmağı ve işaret parmağını çember şekline getirip elini havaya kaldırdı "Harika görünüyorsun. Çok yakışacağını söylemiştim"

Aisha hiç beklemediğim bir şekilde "Şöyle dön bakayım bir etrafında" dedi. Söylediğini yapıp etrafımda bir tur döndüm. "Ayy çok yakışmış gerçekten" diye onayladı King’i o da.

Onlara güzel övgüleri için teşekkür ederken bende kabin kapısındaki aynaya dönüp kendimi süzdüm. Kırmızı rengini bende çok yakıştırırdım kendime. Severdim de.

"Aisha diğer açık maviyi dene çabuk" King sabırsız bir sesle çoktan kabine girmiş Aisha'ya seslendi. Bende daha fazla aynanın önünde oyalanmayı bırakıp yeşil elbiseyi denemek için kabine girdim.

Bu elbisenin fermuarı sırtında olunca kabinden çıkmam biraz daha uzun sürmüştü. Solumdan Aisha'nın gülüşleri gelirken King’in bu seferde ona ıslık çalarak Hintçe bir şeyler söylediğini ve bir yandan da aynanın önünde onu elinden tutmuş etrafında döndürdüğünü gördüm.

Aisha'nın üzerindeki elbise diğer denediklerimiz gibi günlük bir elbise değildi. Parlak, açık mavi renginde, dizlerinin bir karış üstündeydi ve çok derin olmayan bir göğüs dekoltesi vardı. Elbise esmer tenine öyle uyum sağlamıştı ki şu an utanmasam bende ıslık çalabilirdim.

"Nasıl olmuş, Geeta?" Aisha beni fark etmiş kendi etrafında tekrar dönerek elbisesini göstermişti. King kenara çekildiğinde bakışlarının elbiseme kaydığını gördüm.

"Mükemmel olmuş, bayıldım" derken az önce onların yaptığı gibi baş parmağım ve işaret parmağımın uçlarını birleştirmiş elimi havaya kaldırmıştım.

Gülümsemesi daha çok genişlerken tekrar aynada kendine bakmaya başladı "Ben bunu da alacağım galiba. Hem şirketin 15. Yılına özel kutlamasında giyerim belki" dedi. "Sen beğendin mi üzerindekini?" diye sordu bana sonra.

Aynaya dönüp tekrar baktım kendime. Güzel gözüküyordu. Elbiseyi de rengini de beğenmiştim. "Beğendim"

"O halde bekleyin ben bir elbise daha deneyeceğim, Geeta sende alacaksan elbise bakmaya devam edebilirsin o sırada"

Bir süre elbise deneyişlerinden sonra beğendiklerimizi alıp mağazadan ayrılmıştık. Aisha yeterli olduğunu söylememe rağmen mor renkte bir elbise daha beğenmiş ve onu da almıştı. Kendimi mahcup hissetmeden edemiyordum. Sonuçta kendi parasıyla alıyordu. Kendimi borçlu hissediyordum ama asıl kötü hissettiren o borcu nasıl ödeyeceğimi bilememekti.

Aisha'nın yaptığı planda ilerleyip başka bir mağazaya girdik. Oradan da bana iki gömlek, üç tişört ve üç pantolon almıştık. Aisha da kendine iki tane bol kumaş pantolon almıştı. Onları odasındaki dolaba bırakacağını ve benim de giyebileceğimi söylemişti. O kadar düşünceliyi ki ben daha nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyordum.

Ellerimizde poşetlerle alışveriş merkezinin içerisinde ilerlemeye devam ederken King’in burada arkadaşlarıyla olan bir anısına gülüyorduk. Anlattığına göre bir akşam eğlence çıkışı arkadaş grubundan birine eşek şakası yapmak istemişler. Arkadaşı da oldukça sarhoşmuş. Amaçları onu mağazalardan birine sokup kadın mayolarından birini denetmekmiş. Adam o kafayla bir de kadınların kabin kısmına girince olan olmuş ve oradaki kadınlardan sapık damgasıyla bir güzel dayak yemiş. King bütün bunları yüzündeki gururlu bir sırıtış ile anlatmıştı. Arada Türkçe kelimeleri bulamamış ben yardım etmiştim ya da o Hintçe söylemiş Aisha da bana çevirmişti.

"Cagliş umarım hala sizinle konuşuyordur" dedi Aisha kahkahasının arasından. Gözünden yaş gelmişti gülerken. Bende o görüntüyü aklımda hayal ederken gülümsedim. Kafamın içindeki stresli düşünceler ancak bu kadarına izin veriyordu.

King kafasını iki yana sallarken "Ertesi gün başta hatırlamadı ama videoya almıştım o anları. İzletip hatırlattık," Kısık kahkahası lafını bölerken gülüşünü durdurmaya çalışıp devam etmeye çalıştı "Sonra bir güzel küfretti, kızdı. Hatta dövmeye kalkıştı bizi. Tabii ben o durumdan da akladım kendimi. Biz sadece mayo denettik, kabinlere dalan sensin diyerek sıyrıldım olaydan"

King gerçekten çok fenaydı. Pislik yapan arkadaşlara şahit olmuştum da bu kadarı da pesti yani.

Bir de bunu kahkahalarla anlatması yok mu?!

Merdivenlerin olduğu yere geldiğimizde Aisha King’e doğru dönüp "King sen kafeterya kısmına geç. Bir yer bul bekle, bizim son bir işimiz var" diye konuştu. Kaşlarımı çatmış onun yüzüne bakarken nasıl olduysa King bunu hiç sorgulamamıştı. Bizi ardında bırakıp yukarı çıkan merdivenlere yönelmişti.

"Nereye?" diye sordum o koluma girerken.

"İç çamaşırı mağazasına," diyerek yanıtladı sorumu hemen. Kızardığıma emindim yine. Şimdi anlaşılmıştı King’i neden gönderdiği.

Koridordan sağa doğru dönüp ilk mağazaya girdik ve oradan da ihtiyacımız olan birkaç parça alıp çıktık. Ardından yukarı yemek katına çıktığımızda kalabalık olduğundan King’i bulmamız biraz zor olmuştu. Onlar birer kahve içerken bende sevdiğim ve tadını bildiğim tek şeyi Latte içmiştim.

Tatlı yemeyi de teklif etmişlerdi ancak kabul etmemiştim. Zaten iştahım yoktu, içeceğimi bile zor yudumlamıştım. Aklımdaki yolların sonu sürekli babamın kontrolüne çıkıyordu. İçimdeki huzursuzluk gidip gelip göğsümü sıkıştırıyordu.

Tekrar göğsüm daraldığında içim annemin sesini duyma arzusuyla doldu. Bunun üzerine "Saat kaç oldu, öğleni geçti mi?" diye sorarak bakışlarını kendime topladım.

Aisha "Aa doktor gelecekti değil mi? Aklımdan çıkmış" diyerek telaşla kolundaki saate baktı hemen "Saat on iki, haydi kalkın anca yetişiriz" dedi sonra.

Kalbim hızlandı birden. Heyecandan mı korkudan mı bilmiyordum. Aisha yanına bıraktığı alışveriş poşetlerini aldı. King ve bende ayaklanırken poşetlerimizi alıp çıkışa yöneldik.

Alışveriş merkezinin önüne çıktığımızda King bir taksi çağırdı. Poşetleri bagaja yerleştirip arabadaki yerimizi aldık. Yol bitmiyordu sanki ya da ben fazla sabırsızdım, bilmiyorum. Kaymakamlığın önüne geldiğimizde göğsümdeki ağırlaşan kara bulutlarla taksiden indim. Poşetleri paylaşıp kaymakamlığa girdiğimizde asansöre doğru ilerledik. King dokuzuncu katı tuşladı.

"Sizin gelmenize gerek yoktu aslında, direkt eve geçseydiniz. Hem senin uçağın yok muydu Aisha?" diye sordum mahcup çıkan sesimle.

Boynundaki şalı düzeltirken "Nereye gideceğiz ya böyle önemli bir görüşmede? Hem henüz vakit var kalkmasına uçağımın sen merak etme" dedi gülümseyerek.

"Aisha haklı" diyerek King de onu onaylarken hafifçe tebessüm etmiştim. Yanımda olmaları kesinlikle daha iyi hissettirmişti. Gözlerim yanarken kendimi tuttum ve bakışlarımla onlara teşekkür ettim tekrardan.

Dokuzuncu kata geldiğimizde Aisha poşetlerini kontrol ediyordu. Kaşları çatıldığı sırada "Siyah poşet sizde mi? İçinde mavi elbisem vardı" diye sordu.

Elimdekilerin olmadığını bildiğim için kafamı iki yana salladım hemen. O esnada asansörden çoktan inmiştik.

"Bende de yok," dedi King "Bir dakika bir poşet daha eksik" gözleri ellerimizdeki poşetlerde gezindi.

Aisha gözlerini büyütürken "Onu yanıma koymuştum ben, takside kalmış olmalı. Çabuk geri ara adamı dönsün!" dedi King’e telaşla.

King sıkıntıyla saçlarını karıştırdı "Ben bizzat adamı mı arayıp çağırdım sanki Aisha? Taksi durağını aramıştım"

Aisha elini alnına vurdu ve oflamaya başladı. Onun üzerinde olan gözlerim hemen ardında kalan pencerenin arkasındaki bir çift koyu kahve gözlerle kesişti. Kaymakam Bey geldiğimizi fark etmiş kaşlarını çatmış bir şekilde bizi izliyordu.

"Tamam ya relax. Geeta burada kalsın. Sen gel, taksi durağını arayıp belirtiriz durumu" dedi King yerinde hareketlenip asansöre geçmesi için ona yol verdi.

Aisha bana baktı üzgünce "Evet, Geeta sen burada kal. Aramayı kaçırmanı istemem. Bizde mutlaka yetişmeye çalışacağız" dedi hemen.

"Sorun değil, sıkma canını" dedim gülümsemeye çalışarak. Yüzündeki endişe azalmasa da o da gülümsememe karşılık vermeye çalıştı.

Asansörün kapıları kapanırken bana el sallamayı da ihmal etmediler. Belki de yanımda olamayacak olsalar bile yüzümü güldürerek bana moral olmaya çalışıyorlardı hala. İşe yarıyordu da.

Derin bir nefes alıp verdim ve Barun’un odasına doğru adımladım. İçeri girdiğimde gözleri hemen gözlerimi buldu. "Merhaba" dedim kafamı eğip selam verirken. Kafasını eğdi o da sadece.

Sağ elindeki kalemi parmakları arasında çevirmeye başladı "Aisha ve King son anda fikir değiştirdiler galiba?" diye sordu.

"Hayır, öyle değil aslında" dedim, bakışlarım ellerinden yüzüne çıktı tekrar "İki poşeti takside unutmuşuz da onları almaya gittiler"

Anladım dercesine kafasını sallarken eliyle koltukları gösterip "Otursana" dedi.

Elimdeki poşetleri masanın üzerine bırakırken bakışlarının üzerimden bir anlığına onlara doğru kaydığını gördüm. Bu elimde olmadan utançla bakışlarımı yere indirmeme sebep oldu.

Koltuğa otururken gözlerimi hala ona çevirmeyip "Bizimkilerden telefon geldi mi?" diye sordum.

"Hayır" dedi sadece. Kafamı sallayarak onu onayladım tekrar. Gözlerimi o hariç odanın her yerinde gezdirmeye devam ettim. “Bir sorun çıkmadı değil mi?” diye sordu.

“Yok hayır, çıkmadı” dedim hemen.

Başka bir şey de konuşmadık. O tekrar işine dönmüş olmalı ki bakışlarını üzerimden çektiğini hissettim.

Buna güvenerek gözlerimi ona çevirdim. Önünde duran kağıtların arttığını gördüm. Masaya belli bir düzende yayılmış gibiydiler. Gömleğinin kollarını dirseklerine kadar sıvamış üst düğmelerinden ikisini de açmıştı. Saçları sabahki haliyle aynı duruyordu. Kaşları her zamanki gibi çatıktı, alnı hafif kırışmıştı bu yüzden.

Sol elinde küçük bir cetvel tuttuğunu fark ettim. Hafifçe kaşlarım çatıldı. Onunla ne yapıyordu ki?

Elindeki kalemi sertçe kâğıdın üzerine bıraktı birden. Dudaklarını gergince ısırırken kollarını masaya yaslayıp başını ellerinin arasına aldı ve şakaklarını ovmaya başladı. Başı ağrıyordu sanırım. Daha yeni öğlen olmuştu ama şimdiden yorgun gözüküyordu. Devlet memuru olmak büyük sorumluluk gerektirdiği gibi stresli bir işte olmalıydı.

Sabahın köründe zorun ne de işe geliyorsun, al işte!

Haklısın iç ses. Sonuç olarak devlet adamlarının böyle bir sorumluğu olduğunu sanmıyordum. Burada nasıldı gerçi bilmiyordum ama iş başı saatinin beş olmadığına emindim.

Kafasını kaldırdığında göz göze geldik. Ona bakarken yakalandığım için utanırken ne kadar çabalasam da gözlerimi kaçırmadan edemedim. Birden ofis telefonunun melodisi yükselince bakışlarım tekrar o yöne dönmüştü böylelikle. Yaslandığım yerden gergince doğrulduğum sırada Barun telefonu kulağına götürmüş çağrıyı cevaplamıştı.

"Benim efendim" dedi karşı tarafı dinledikten sonra. Türkçe konuşmuştu. Gözleri de bana döndüğünde annemlerin aradığından emin olmuştum.

Ayaklandığında bende ayağa kalktım. Kalbim korkudan göğüs kafesime vurmaya başladı. "Hemen veriyorum" Telefonu elinden alırken titreyen parmaklarım soğuk avucuna değmişti.

"Anne"

"Kızçem" dedi, sesindeki gerginlik ve endişe içimde yankılandı. Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes alıp verdim sakin olmaya çalışarak. Barun masasına yaslanmış gerçek bir merakla beni izliyordu.

"Doktor geldi mi anne?" diye sordum.

"Şimdi geldi, hemen aradum bende seni. Ne ettiklerini odasinin penceresindon bakiyruk biz da"

"Kim var yanında, abimler geldi mi?" diye sorarken yerimde duramayıp pencerelerin önüne adımladım ve yerimde bir ileri bir geri gitmeye başladım.

"Geldiiler. Cemile halan, Melike'yla Aziz abin da yanumda" diye konuştuğunda nefeslerinin sıklaştığını fark ettim.

"Anne sakin ol lütfen, bak kötüleşeceksin sende gözünü seveyim" dedim yalvarırcasına. Anneme sakin olmasını söylüyordum ama kendim kafayı yemek üzereydim.

Allah’ım lütfen babam iyi olsun…

Bir süre ses gelmedi ardından iç çektiğini duyduğumda ağladığını anladım. "Anne," Sol gözümden bir damla yaş çeneme doğru yol aldı "İyi olacak ikisi de... inan bana" diye konuştum güçlükle.

O sırada kapı açıldı ve King ile Aisha içeri girdiler. Bu kadar çabuk gelmelerine şaşırırken Aisha buldukları poşetlerimizi masanın üzerine bıraktı ve hemen yanıma doğru adımladı. King de önümüzdeki koltuğun koluna oturmuş yönünü bize dönmüştü.

“Anne” diye seslendim. Ses vermemişti yine ve bu kalbimdeki korkuyu arttırdı. “Anne?” Aisha koluma dokundu destek olmak istercesine. Gözlerim doldu.

"Neler oluyor orada, ne oluyor?!" diye bağırdığını duydum Alperen’in. Sesindeki korku tüylerimi diken diken ederken elimdeki telefonu sıkmıştım istemsizce.

"Anne! Ne oluyor, Alperen ne diyor?"

Yüzümde nasıl bir ifade oluştuysa bir şeylerin ters gittiğini anlamış olacaklar ki King ayaklanmış Barun da yaslandığı yerden doğrulmuş yanıma gelmişlerdi.

"Anne, konuşsana! Bir şey söyle!" diye bağırmaya devam ettim ancak annemin nefes alışverişinden başka bir şey duymuyordum.

O an etrafımdaki herkes silikleşti sanki. Kocaman elleri olan biri kalbimi avuçlarına almışta var gücüyle sıkıyor gibiydi. Boğulduğumu hissettim. Gözlerim yaşardı. Belki de ağlıyordum ama hiçbir şey hissetmiyordum.

Arkadan başka sesler gelirken yabancı bir kadının uzaktan gelen sesini duydum. Ne söylediği anlaşılmamıştı ama sonra yine Alperen'in o gür ve acı dolu sesi doldurdu kulaklarımı.

"Ne demek kalbi durdu ya?! Biri bir şey söylesin?!"

Babamın kalbi durmuş.

Ayak parmak ucumdan tüm vücuduma zehir gibi yayılan bir acı hissettim. Bu son nefes alışımmış gibi bir nefes soludum güçlükle ve titrek bir ses çıktı dudaklarımdan. Etrafımdaki insanlar bir şeyler söylüyordu ama algılayamadım.

Kalbim durmuştu.

Onunla birlikte benim de kalbim atmayı bırakmıştı sanki. Nefes alamıyordum. Boşta olan elimin hareket ettiğini hissettim. Sanki başka biri yönetiyordu bedenimi. Titriyordum.

"Geeta” Kulağımdaki uğultudan Barun’un sesini seçtim zar zor. Gözlerine bakıyordum ama göremiyordum.

Kalbimin üzerine koyduğum elimi sıktım. Üstüne çullanan acıyı söküp atmak istercesine tenime baskı uygularken telefondan gelen diğer acı feryatlar kulağımı tırmaladı.

“Geeta, güzelim bir şey söyle neler oluyor? Korkutma bizi!”

Bedenimin uyuştuğunu hissettim ve elimdeki telefonu tutamadım daha fazla. Üçünün de bakışları bir anlığına yere düşen telefona kayarken Aisha sesindeki yedi kat endişe ile bir şeyler söylemeye devam ediyordu ama anlamıyordum ne söylediğini.

Kalbi durmuştu.

Dünyam karardı birden.

Gerçi benim dünyam, onun kalbi atmayı bıraktığı zaman kararmıştı zaten...

Titreyen bacaklarım daha fazla bedenimi taşıyamadı ve ben ne kadar dirensem de kendimi beni çeken boşluğa bıraktım.

"Geeta!"

Geeta değildim ben, yabancıydım.

Babamın Ezgi'siydim ben.

İki gözüydüm…

“Baban neden sana 'iki gözüm' deyi biliyi misun kızçem?”

“Sormuştum da söylemedi. Değerli hissettiriyor ama öyle söylemesi, seviyorum”

“Öyle de tabii. Gözler kalbun yansimasidur… Kıymetlidur. Kalbumde sen varsun o da senun yansiman demiştu bağa

Onun kolları yakalamıştı yine bedenimi. Kokusundan tanımıştım. Sesleri git gide yok olup korktuğum karanlığa sürüklenirken kalbim burada dursun bir daha babamın olmadığı bir dünyaya gözlerimi açmayayım istedim.

 

 

 

BÖLÜM SONU

 

Sizce babası ve abisine ne olacak? Yaşayacak mı?

Kaymakamlıktaki o diğer odada ne var da sizce bu kadar sinirlendi Barun Bey?

Yeni bölümde merak ettikleriniz neler?

Bölümler arasına bir hafta veriyorum haberiniz olsun. Yeni bölümde görüşmek üzere. Kendinize iyi bakın, Allah'a emanet olun:)

 

Bölüm : 20.12.2024 21:08 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...