
Selamlar canlarım!
Bölüm dün gelecekti ama bazı aksaklıklar sebebiyle bugüne sarktı. Sizi bir yıl kadar beklettiğim için üzgünüm (Şaka şaka gülün diye)
Neyse ki uzun soluklu bir bölüm getirdim size. Benden size yeni yıl hediyesi ✨
(Not: Gözden kaçırdığım yazım ve noktalama yanlışları olabilir, kusura bakmayın. Aynı şekilde mantık hatalarını da fark ederseniz bana bildirmekten çekinmeyin. Bende düzeltmiş olurum)
Oy ve yorumlarınız benim için çok kıymetli. Keyifli okumalar dilerim:)
7. BÖLÜM
GİDENLER VE KALANLAR
"Bilemezsin hayat seni üç beş günde harcar mı? Sever misin karanlığı? Bak sevdalar karardı. Gel...Gel. Zaman daraldı"
“Adam bir yıl sonrasına hazırlanıyor ama akşama varamadan öleceğini bilmiyor” demiş Tolstoy. Altını çizdiği cümlelerden biriydi Barun’un. Şimdi de gözlerinin önüne gelmişti bu cümle.
Gerçekten öyleydi. Yarına uyanacağımızı bilmeden planlar yapıyor nefes aldığımız belki de son anı bunun için harcıyorduk. Eğer öleceğimiz zamanı bilsek yine böyle mi yapardık diye düşündü.
Bakışları kucağına aldığı kadına kaydı. Babası ve abisinin başına gelenler için kendini suçluyordu ama bilmiyordu ki bunların yaşanacağını. Bilseydi burada olmazdı. Saçlarının kokusu geldi burnuna. Aisha’nın şampuan kokusu karışmıştı ama kendi bahar kokusu hala hissediliyordu. Bu dün evdeki konuşmayı getirdi aklına. Onunla oynayacağı oyunu ev halkına açıklamıştı. O günde bayılmış ve Akash durumunu kontrol ettikten sonra odaya o taşımıştı onu.
“Polis ne dedi peki?" diye sordu Çetan.
Barun bakışlarını ona çevirdi. "Polise gitmedim ve gitmeyeceğiz."
Bununla birlikte Çetan ve diğerlerinin kaşları çatılırken onları es geçip Kalindi'ye baktı Barun ve anlatmaya devam etti "Yanında ne kimliği ne de pasaportu var. Ülke gündemi terörist vakalarıyla doluyken onu polise götüremem. Anında sorguya alırlar ve bu süreç uzar. Ailesiyle iletişim de kuramaz"
"Bu ne demek? Ne yapacaksın o zaman?" diye çıkıştı Kalindi.
Onun fikri önemliydi yalnızca Barun için. Diğerleri oyundan haberdar olmak zorunda oldukları için oradaydı. "Ben yardım edeceğim. Ona yeni bir isim verdim, Geeta. O, uzun zamandır yurt dışında yaşayan bir akrabamız. Hintçe bilmiyor olmasını böyle kapatacağız. Gelme bahanesi ise düğün." diye açıklarken herkesin gözündeki şaşkınlığı okumuştu. "Gerçek kimliğini sadece siz bileceksiniz. Ailesi biraz toparlansın biri almaya gelecek zaten onu. Bu süre zarfında misafirimiz olacak."
"Sen ne saçmaladığının farkında mısın Barun?!" Kalindi hiddetle ayaklandı oturduğu koltuktan. "Sen bir devlet adamısın. Böyle gizli saklı işler yapamazsın. Bu oyun ortaya çıkarsa neler olacağını düşünemiyor musun?"
Barun da yerinden ayaklandı yavaşça. Onu yatıştırmak adına sakince gözlerine bakıyordu "Babaanne, risklerin farkındayım elbette. Ancak herkes üzerine düşeni yaparsa hiçbir sorun çıkmaz"
"Hayır! Kesinlikle kabul etmiyorum bunu!" Öfkeli gözleri Ezgi'ye dönerken elini ona doğru salladı "Al götür onu polise. Onlar halletsin. Bizi hiç ilgilendirmez"
Çetan ve Barat da ayaklanırken diğerleri de onu takip etmişti. Barun'un gözleri Ezgi'nin yaşlı gözleriyle buluştuğunda ne konuştuklarını anlamasa da babaannesinin bu durumu onaylamadığını anladığını görmüştü. Ezgi utançla hemen başını eğdiğinde yanında koluna girmiş olan Aisha ile göz göze geldi bu defa. Şaşkınlığının yanında gözlerindeki minneti görmek Barun’un içine oturdu.
"Anne biraz sakin olur musun?" diye konuştu Çetan.
Bakışları konuşan oğluna döndü Kalindi'nin "Ne söylediğini duymuyor musun Çetan? Evlatlık meselesi yüzünden zaten gözler üzerinde bir de bunu yapmasına izin vermem!"
Evlatlık meselesi yüzünden canını ayrı sıkıyorlardı ama şu an bunu düşünmek istemedi "Babaanne senden izin istemiyorum zaten. Sen bu durumu onaylasan da onaylamasan da ben ona yardım edeceğim. Beni biliyorsun." dedi Barun.
Ne kadar inatçı olduğunu biliyordu Kalindi. Yine de bunu kabul edemezdi. Büyük emek ve fedakarlıklar vererek sahip olduğu bu koltuğu tanımadığı bir kadın için riske atmasına izin vermeyecekti.
Kalindi öfkesine eklenen kırgınlık ile ona yaklaşırken "Benim evimde kalacak. Hem benim hem dedenin izni olması gerekiyor elbette!" diye konuştu.
Yapmaması gerekirken bu duruma da içerledi Barun. Dedesi ile yaptığı anlaşma yüzünden bu evde kalıyordu. Burada kendisinin de misafir olduğunu biliyordu.
"Zaten bu konuyu size açma sebebim de bu. Sizin eviniz, kimin kalacağına siz karar vereceksiniz tabii. Bu oyun sürecinde ben nerede olursam Ezgi de orada olmak zorunda olduğu için buraya getirdim. Eğer evde istemiyorsanız bende bu oyun bitene kadar ikimize bir yer ayarlarım olur biter"
"Abi!" Aisha ilk defa konuşup onlara doğru atılmıştı. Gözlerindeki ve sesindeki korku ayan beyan ortadaydı. Gidip dönmemesinden korkuyordu yine. Barun dişlerinin sıkarken gözlerini kapattı.
Aisha bakışlarını Kalindi'ye çevirdi. "Babaanne" dedi çaresizce.
Kalindi'nin eli göğsündeyken öfkeli gözlerini ona dikti. Ezgi'yi o getirmişti. Aisha korkmadı. Kaçırmadı gözlerini onun gözlerinden. Abisinin gitmesine bir kere daha göz yumamazdı.
Kalindi'nin bakışları tekrar Barun'a döndüğünde "Deden ne kendini tehlikeye atmana ne de o kızın bu evde kalmasına asla izin vermez" diye konuştu ayni aksi sesle.
"Tekrar ediyorum bu oyunu oynamak da kararım kesin. Dedemden gitmek için değil burada kalmak için izin isteyeceğim. Son sözü o söyleyecek o halde?"
Kalindi'nin öfkeden gözleri doldu. Barun bunu istememişti, kendini kötü hissetti. Endişelenmesini anlıyordu. Onun sözüne karşı gelmek istemezdi ama kararına saygı duymasını beklemişti. Kavita'nın mahvolan düğünü için hala bu kadar gergin olduğunu düşündü.
Barat öfkeyle ona bakarken "Haddini aşma Barun! Nasıl olur da onunla böyle konuşursun?" diye konuşarak araya girdi.
"Yanlış olan ne abi?" Çetan da araya girdiğinde ortamdaki gerginlik arttı. Amrita Kalindi'ye dokunup onu geri koltuğuna oturtmak istedi ama o bunu istemedi.
"Annem sadece onun iyiliğini düşünüyor. Böyle kaba olmasına gerek yok"
Saras babasına müdahale yapıp araya girerken Akash da Çetan'ı sakinleştirmeye çalışıyordu. Aisha Kalindi'den özür dileyip onların yanında olmasını istiyordu. Tüm bu kargaşa canını sıkmıştı Barun'un. Böyle zorlaşacağını düşünmemişti.
"Sadece bir oyun" diye mırıldanırken iki adım geriledi o kalabalıktan.
Bakışlarını Ezgi'ye çevirdiğinde yaşlı gözlerini üzerinde görmeyi beklemiyordu. Yoğun bir hüzün ve mahcupluk vardı bakışlarında. Bedenin titrediğini fark ettiğinde kaşları çatıldı hafifçe. İyi görünmüyordu. Barun kendini ona doğru bir adım atarken bulurken ismini mırıldandı. Her şey o kısacık saniyede oldu. Elbisesini sıkan yumruğu yanına düşerken gözleri kapanıp bedeni sola doğru yığıldığında son anda yetişip yere düşmesini engelledi.
“Geeta! Beni duyuyor musun?” diye endişeyle soluyan Aisha’nın sesiyle düşüncelerinden sıyrılırken adımlarını arkalarında kalan koltuğa ilerletti.
Dedesini ikna etmesi de zor olmuştu ama en sonunda işe mantıklı tarafından bakıp ona güvenmeyi seçmişti. Bunun için memnundu. Babaannesi hala kabullenmese de sonuç olarak o evdeydiler.
Ezgi’nin şimdi tam olarak neden bayıldığını bilmiyordu. En olası tahmini ise babasına bir şey olduğuydu. Koltuğun önüne gelip eğildi ve bedenini yavaşça üzerine bıraktı. Yüzü ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu. Dudaklarından titrek nefesler aldığını duydu.
Sıkıntıyla iç geçirip doğrulduğu sırada Aisha onun önüne çökmüş ve elini tutmuştu “Geeta! Aç gözlerini lütfen. King doktor çağır hemen”
Onun endişesi içine oturdu Barun’un “Aisha, sakin ol ve bağırmayı bırak" dedi tek süze bir sesle. Başındaki ağrı ikiye katlanmıştı sanki.
Aisha’nın gözleri Barun’a döndü. Gözleri dolmuştu. Bunu beklemediği için duraksadı Barun. Yutkunurken bakışlarını kaçırdı. Ne ara bu kadar yer edinmişlerdi birbirlerinde? Ezgi de ondan hayranlık ve minnetle bahsetmişti daha birkaç dakika önce.
Aisha’dan bahsediyoruz Asaf, onun kendini sevdirmemesi mümkün mü?
Öyleydi. Hak verdi bu düşüncesine. Aisha tekrar Ezgi’ye doğru dönüp dizlerinin üzerinde kalktı. Küçük bir çocuğa gösterilen şefkatle Ezgi'nin yüzüne düşen saçlarını geriye doğru taradı "Abi, ne yapacağız?” diye konuştu.
Bakışları Ezgi’nin yüzüne döndü. Gözlerindeki acıyı görmüştü ama hiçbir şey yapamamıştı. Bakışları yere düşürdüğü telefona kayarken "Önce ne olduğunu öğrenelim" diyerek hızlı adımlarla telefona yaklaştı ve eğilip yerden aldı. Arama hala sonlanmamıştı. Telefonu kulağına götürdü hemen.
"Ezgi! Ulaan ne oluyo orda, bi ses etsene Ezgi! Kahretsin! Ben böyle işin-"
Duyduğu ses beklediğinin aksine annesine ait değildi. Kulağını tırmalayan sert, korku ve endişe dolu erkek sesi Oğuz abisine de ait değildi.
"Kimsiniz?" diye sordu mesafeli bir şekilde.
"Asıl sen kim oluyon lan? Ezgi nerede?"
Kaşları çatılırken istemsizce elindeki telefonu sıktı. "Ben Hiwari Bazaar Kaymakamı, Asaf Barun Khan"
Arkadan başka sesler ve hışırtı sesleri duydu Barun. "He doğru. Bağışlayın Kaymakam Bey. Ben sizi tanımayınca öyle konuştum. Ezgi, iyi mi? O nerde?" diye tekrar konuştu o adam.
"Ben sizin kim olduğunuzu öğrenemedim hala?"
"Aziz Kayhan ben, Ezgi'nin kuzeniyim"
O görmese de kafasını salladı hafifçe. Boğazını temizleyip "Ezgi, şu an baygın. Meryem Hanım iyi mi? Her şey yolunda mı?"
"Hasan emmimin... Kalbi durdu" sesli bir nefes alıp verdiğini duydu karşısındaki adamın "Yengem de bayıldı. Doktorlar hala içerdeler, ne oluyo bilmiyik. Burda işler cidden karışık anlayacağınız"
Annesi gibi kuzeni da farklı bir Türkçe konuşuyordu. Neyse ki ne söylediklerini anlamak çok zor değildi. Konuşurken farkında olmadan pencerenin önüne doğru yürümüştü. Sıkıntıyla çenesini sıvazlarken arkasına döndüğünde Aisha ve King'in de merak dolu bakışlarıyla karşılaştı.
"Ben babamı istiyorum"
Ezgi'nin ağlayan sesi kulaklarına vurduğunda dilini dudaklarında gezdirdi. Neden bu halde olduğu şimdi anlaşılmıştı. Birkaç dakika önce babası hakkında söyledikleri geldi aklına.
"Ezgi uyandığında sizi tekrar arayacaktır ben sizi tutmayayım” dedi içindeki karmaşıklığa rağmen. “Sizde bizi gelişmelerden haberdar edin”
"Baba, nereye bekle?!" Sesi telefondan uzak gelirken birine seslendi ardından kalın sesi tekrar kulaklarını doldurdu Barun’un "Eyvallah, Kaymakam Bey. Selametle"
Aramayı sonlandırıp ağır hareketlerle masasına ilerledi ve telefonu üzerine bıraktı. Eğer babası ölürse işler daha sarpa saracak gibi hissetti. Ezgi’yi toplamak çok güç olurdu. Migreni kendini belli etti yine.
"Abi, ne olmuş?" Aisha’nın endişeli sesiyle onlara döndüğünde onun yerinde ayaklanmış olduğunu gördü. King’in de meraklı gözleri hala üzerindeydi.
Bakışları ikisi arasında gidip gelirken sanki göz göze gelseler bunu Ezgi’ye söyleyemezmiş gibi uyurken bile gözlerinin ona değmemesine özen gösterdi. “Babasının kalbi durmuş”
Aisha'nın zaten dolu olan gözleri yaşlarını boşaltırken hızla eliyle ağzını kapatmıştı. Bacakları bedenini taşıyamamış gibi yavaşça arkasında kalan sehpaya oturdu sonra. King'in ise yüzü asıldığında üzgün bakışları Ezgi'ye döndü.
Barun’un bakışları tekrar Aisha'ya döndüğünde gerçekten kötü göründüğünü fark etti. İçinde bir şeyler ezilirken dudaklarını birbirine bastırdı. Ağlamasına dayanamazdı. Kafasını çevirdi bu yüzden. Yanına gitmek isteyen yanının aksine ayakları hareket etmeye cesaret edemedi. Burnunu çektiğini duyduğunda sessizce iç geçirdi ve gözlerini kapattı. İki eli yanında yumruk olmuştu. Direnen yanını boş verip ona doğru bir adım atmıştı ki bugün ikinci kez kapısı çalınmadan açıldı.
Ayağı havada kalırken dumura uğramış gibi bir an hareketsiz kaldı. O, şu an burada görmek isteyeceği son kişi bile değildi. Akash’ın gözleri onun öfkeli gözlerini teğet geçip önce hala baygın yatan Ezgi’yi ardından onun başında ağlayan Aisha’yı buldu.
"Aisha"
"Akash abi!" Aisha onu fark eder etmez oturduğu yerden hızla kalkıp aralarındaki mesafeyi kapattı hemen. Kollarını boynuna doladı. Akash da çok geçmeden boştaki elini beline sarmıştı.
Göğüs kafesine bir şeylerin battığını hissetti Barun. Gözlerini kaçırdı. Boğazındaki o tanıdık yumrudan nefret etti bir kez daha.
"Şşş, güzelim sakin ol " Akash'ın dudaklarından dökülen Hintçe kelimeler kulağına geldiğinde dayanamamış gözlerini tekrar onlara çevirmişti.
Aisha burnunu çekip yüzüne bakmak için başını kaldırdı. Kollarını kendine geri çekerken "Akash abi iyi ki geldin. Geeta'ya bakman gerek" diye konuştu.
Akash'ın gözleri Aisha'nın yaşlı gözlerinden Ezgi'ye döndü. Aisha'nın kolunu okşayıp yanından ayrıldı ve Ezgi'ye doğru yaklaşıp elindeki çantasını sehpaya koydu.
"Ne işin var senin burada?" diye sordu Barun, delici bakışlarını onun üzerinden ayırmamıştı.
King yerinden ayaklanmışken "Aisha, doktor çağır deyince bende Akash abimi çağırdım Baruncum" diye yanıtladı onu.
"Ülke de başka doktor mu yok?!" dedi, sesindeki öfke tohumlarıyla.
"Abi," diye seslendi Aisha üzgünce. "Lütfen. Hiç sırası değil"
Gözlerine baktı. Yine onu koruyordu elbette. Tıpkı teselli bulmak için onun kollarına koşmayı tercih etmesi gibi. Onun bunları sorgulamaya hakkı var mıydı peki?
Akash, Ezgi'nin nabzını kontrol edip bileğini nazikçe yerine koydu. "Aisha haklı. Biraz sakin ol"
Histerik bir gülüş çıktı dudaklarının arasından. Yumruk yaptığı ellerini açıp ceplerine yerleştirdi "Sakin olayım öyle mi doktor bey? Başka ne önerirsiniz?"
King yerinde hareketlenip Aisha'nın yanına geçti. Şimdi üçü de karşısında duruyordu. "Baruncum, ben Geeta için oynadığımız oyun tehlikeye girmesin diye Akash abimi çağırdım. Şimdi başka bir doktor çağırsam ayrı bir sorun çıkar diye düşünmüştüm"
"Doğru olanda buydu elbette" dedi Akash da onu onaylayarak.
Aisha, onu ikna etmek için yanlarından geçip ona doğru adımlamaya başladığında elini kaldırıp durmasını belirtti Barun. Aisha yüzüne bakakaldı öylece. Kırgın bakan gözlerine bakmak canını sıktığı için gözlerini kaçırdı Barun yine.
"İstediğin gibi olsun" dedi, buz gibi çıkan sesini yalnızca o duymuştu.
"Geeta'nın korkulacak bir şeyi yok, Aisha merak etme." diye konuştu Akash aralarına girerek. "Aslında bir serum taksam iyi olacak ama -"
"Hastane olmaz. Kimliği yok" diyerek konuşmasını kesti Barun sertçe. "Eğer gerekliyse ara hastanedeki asistanını ne lazımsa ayarlasın, Ranvir gider alır"
Akash’ın kaşları bu çıkışına çatılırken onun neye öfkelendiğini çözmeye çalışıyor gibiydi. Barun’un aksine bunu dışarı vurmayıp arkasına döndü ve pencerelere doğru ilerledi. Ceketinin cebinden telefonunu çıkardı.
King Aisha'nın kolundan tutup onu diğer koltuğa oturttu o sırada. Barun Aisha'nın gözlerini hala üzerinde hissediyordu ama dönüp karşılık vermedi.
Akash konuşmasını bitirip onlara döndüğünde "Tamamdır, Ranvir abiyi gönderebilirsin. Asistanımı biliyor zaten, onu hastanenin önünde bekliyor olacak” dedi ve ardından dönüp Aisha'ya güven vermek istercesine gülümsedi.
Asistanı Ranvir’in bir akrabasıydı bu yüzden tanışıyorlardı. Barun ona cevap vermeyip sessizliğini sürdürdü.
Akash bunu bir onaylama olarak alıp Ezgi’nin yanındaki boşluğa oturdu ve gözlerini onun yüzüne çevirdi. “Ne oldu? Ailesinden bir haber mi aldı?” diye sordu. Aisha’nın gözleri de Ezgi’nin üzerindeyken gözleri doldu tekrar.
"Babasının kalbi durmuş" dedi King tek düze sesiyle. Barun’un bakışları ona döndü böylece. Onu da uzun zaman sonra ilk defa bu kadar durgun görüyordu.
"Konuşabildin mi ailesiyle? Şimdi durumu nasılmış?"
Akash’ın sesiyle donuk bakışlarını onun yüzüne dikti Barun. Şu an onun varlığına tahammülü sıfırdı. Uzun zaman sonra Aisha’ya bir adım atmıştı ve o yine ortaya çıkarak bir anlığına unuttuğu gerçekleri ona hatırlatmıştı.
Aisha’nın abisi yalnızca Akash’tı…
O, yıllar önce ölmüştü Aisha için. Kendisi söylemişti. Pişman olması neyi değiştirecekti? Onu yapayalnız bırakışını telafi edebilir miydi?
Haklıydı sende biliyorsun. Biz bunu hak ettik. Koruyamadık onu…
Gözlerini kapatıp açarken kendi içinde bir kabullenişi hatırlattı kendine.
"Abi?" Aisha onlara hala bir cevap vermediğimi belirtmek istermişçesine ona seslendiğinde bakışları ona döndü usulca.
Neden abi diye sesleniyor hala ona? Seslenmesin. Acıtıyor…
Tıpkı Barun'un ona artık Türkçe ismiyle seslenmeyi bırakışı gibi.
“Çıkın dışarı” dedi ruhsuz bir sesle. İçinde kopan fırtınayı yansıtmak yerine yine göğsünde yumuşatmaya çalıştı.
Ezgi yüzünden yıllar sonra hiç olmadıkları kadar bir arada olmuş ve konuşmuşlardı. Ne kadar zor olduğunu fark etmişti. Ona bu kadar yakınken uzak olmak.
Aisha'nın ağzı aralanırken gözünden iki damla yaş düştü. Anında bakışlarını kaçırdı Barun. Akash’a baktı aynı kayıtsızlıkla "Haydi, ne duruyorsunuz hala? Ranvir geldiğinde gelir takarsın sende serumu."
Akash’ın anlam veremez bakışlarını umursamayıp King’e döndü "Sende Aisha'yı biraz dışarı çıkar, hava alsın" dedi. Yalnız kalmalıydı. Yoksa daha çok üzecekti onu.
"Bu da nereden çıktı? Ben onun yanında kalmak istiyorum"
"Aisha," Sabır dilenir gibi iç çekti Barun "Sana çık dışarı dedim"
King kolundan tutup onu çekiştirmeye başladı "Aisha, gel hadi" Aisha ona uyarken öfkeli ve kırgın gözlerini Barun’dan çekip çıkmadan son kez Ezgi'ye baktı.
Akash onların ardından bakarken adımlarını Barun’un önüne attı. Karşı karşıya geldiklerinde mavi gözlerindeki öfke parıltılarını yakından gördü. "Öfkenin sahibi bensem bunu yalnızca benden çıkar. Aisha’dan ya da bir başkasından değil”
Yumruğunu sıktı sinirle Barun. Ancak istifini bozmadı hiç. "Çık dışarı" dedi sadece. Onunla bunun tartışmasını yapmayacaktı. Çünkü haksız çıkardı biliyordu.
Akash sesli bir nefes bırakırken kafasını iki yana salladı. Ardından başka bir şey söylemeden odadan çıktı. Barun ellerini saçlarının arasından geçirirken masasının önünde volta atmaya başladı. Gözleri içli nefesler almaya devam eden Ezgi’ye değdiğinde adımları durdu. Her şeyi karmaşık hale sokan oymuş gibi hissetti. Öfke değildi ama buna duyduğu his. İstiyordu ama öfkelenemiyordu. Sıkıntıyla bir nefes bırakırken yüzüne dalmış bakışlarını kaçırdı.
Masasının üzerindeki telefonu alıp Ranvir’i aradı hemen.
"Bende tam sizi arayacaktım efendim" diye konuşan iş sırasında kullandığı stabil sesini duydu.
Burun kemerini sıkarken boydan cam olan tarafa doğru ilerledi. "Hastaneye git, Akash’ın asistanı birkaç eşya verecek onları al da gel çabuk"
Normalde onunla iş gereği olsa bile böyle konuşmazdı ancak canı feci sıkılmıştı. Düşünmek istemiyordu hiçbir şey.
Ranvir de bu durumu fark etmiş "İyi misiniz?" diye sormuştu hemen.
"Sorun yok”
İyi değilim. Ama artık iyi olmak istiyorum…
Canının sıkkın olduğunu anladı karşısındaki adam ama üstelemedi zira hoşlanmayacağını biliyordu "Tamamdır, yola çıktım bile"
“Sen neden arayacaktın?” diye sordu Barun.
“Avukat ile konuştum onu haber verecektim. Bugün doluymuş yarın sizinle iletişime geçeceğini söyledi”
O görmese de kafasını salladı. Bir de başında vesayet davası vardı. Bu son zamanlardaki ona iyi gelen kişiyi getirdi aklına. Delhi’den dönüp düğün için uğraştığından gidememişti yanına. Özlemişti. Boş kaldığı bir zaman kollayıp onu görmesi gerekiyordu.
Ranvir’i onaylayıp aramayı sonlandırdı. Başındaki ağrı artmıştı. Migreni vardı. Sol eliyle şakaklarından başlayıp yüzünü sıvazladı. Camlardan birini yarım açtı sonra. Masasına geri dönüp koltuğuna otururken telefonunu masanın üzerine koymuştu. Masanın sağında kalan ilk küçük çekmeceyi açıp ağrı kesici ilacını aldı. Açılmamış diğer su şişesini de masanın üzerinden alıp ilacı içti.
Dirseklerini masaya yaslarken şakaklarını ovdu bir süre. Düşünmesi ve halletmesi gereken tonla şey vardı. Yapabilirdi. Kırılmanın, geçmişi düşünmenin bir anlamı yoktu. Daha önce dayanmıştı şimdi bu şekilde de dayanabilirdi.
Ofis telefonu çaldığında sesli bir nefes bıraktı. Uzanıp telefonu aldı ve kulağına yasladı.
Kesik nefesler aldığını duydu karşı tarafın ardından “Ezgi’m” diyen kulağına gelen yabancı erkek sesiyle kaşları çatıldı.
"Kimsiniz?"
Kısa bir süre sonra “Kaymakam Bey” dedi başka ama tanıdık olan ses. Oğuz abisiydi. “Ezgi uyandı mı? İyi mi? Babam onunla konuşmak istiyor”
Yerinde dikeldi istemsizce. Gözleri hala uyuyan Ezgi’yi buldu. Babasına olan düşkünlüğü çok başkaydı. Gözlerindeki hem sevginin hem de hayranlığın parıltısını görmüştü ondan bahsederken. Dokunmuştu içine bu durum inkâr edemezdi. Bu yüzdendi şimdi bu habere içinde bir şeylerin kıpırdaması.
“O hala baygın ama iyi” dedi konuşmayı hatırlayarak. Ardından içindeki gerçek merakla dudaklarını geri araladı. “Hasan Bey’in durumu nasıl?”
“O, açtı gözlerini. Şükürler olsun… Daha iyi olacak inşallah” dedi Oğuz. Sesi boğuk ve yorgun geliyordu.
Gözlerini açar açmaz onunla konuşmak istemişti. Şaşırmadan edemedi bu duruma Barun. Tahmin ettiği gibi babası da en az Ezgi kadar düşkündü ona.
“Kaymakam” telefonu ilk açtığında sesini duyduğu o adamdı konuşan. Babasıydı. Aramanın hoparlörde olduğunu anladı. “Ezgi’m iyi mi?” dedi bunu bir kere daha duymaya ihtiyacı varmış gibi. Sesi boğuk gelirken konuşmakta zorlanıyor gibiydi.
Kızının öldüğünü sanmıştı… Bu düşünce omuzlarının gerilmesine sebep oldu. Ona istediğini vererek “O gerçekten iyi, merak etmeyin” dedi hemen bu yüzden. Sol eliyle çenesini kaşıdı, başka ne söyleyebilirdi içini rahatlatmak için bilmiyordu.
Titrek bir nefes aldığında ağladığını anladı. Bu içini tarifi imkânsız bir şekilde sarsmıştı "Şükürler olsun" diyen sesi ise artık titriyordu.
“Baba yorma kendini. Bak duydun sende, iyi Ezgi. Ben ve annem bizzat konuştuk. Uyanınca o da arar hemen zaten” diye araya girmişti Oğuz. Daha yeni uyanmıştı kendine yüklenmesini istemiyordu.
Annesi neredeydi? İyi miydi?
“Dur... karışma” dedi tok ama kısık sesi Hasan Bey'in.
Barun annesini sormak istedi ve engel olmadı kendine “Meryem Hanım iyi mi? O da baygınlık geçirmişti”
İç çektiğini duydu Oğuz'un. “İyi, o da uyanmadı henüz. Sağ olun”
Kasılan omuzları gevşedi bu bilgiyle. Ciddi bir şey yoktu. Nedensizce annesinin sesini duymak iyi geliyordu. İç ısıtan bir histi onunla konuşmak.
“Kaymakam” diyerek tekrar ona seslenmişti Hasan Bey. Bir şey isteyecek gibiydi sesi bu yüzden “Buyurun efendim?” dedi hemen Barun da. Gözleri istemsizce Ezgi’ye döndü bu sırada.
Hasan Bey derin nefesler almaya devam ederken “Benim Ezgi’min… Sesini duymaya…ihtiyacım var-“
Onun kendisini yormasına izin vermeyip “Ben uyanır uyanmaz ona haberinizi vereceğim, içiniz rahat olsun” diye konuştu.
Ne söylese onun sesini duymadan yaşadığına ve iyi olduğuna inanmayacak gibiydi. İlk defa yaşayan biri için duyulan özlemi birinin sesinde bu denli hissediyordu. Bu mümkün müydü? Garipti.
Bakışları Ezgi’nin yüzünden ayrılmazken tıpkı onun gibi diye düşündü.
Hasan Bey sesli bir şekilde iç geçirirken "Allah razı olsun senden" dedi, sesinden büyük bir minnettarlık akıyordu şimdi.
Nasıl karşılık vereceğimi bilemedi bir an Barun. En sonunda "Sağ olun" diyebildi sadece.
Aramayı sonlandırdıklarında sesli bir nefes bıraktı. En azından babasının uyanmış olmasının onu ayakta tutacağına inanıyordu. Onları düşündüğü için uyuyamadığını ve iştahının olmadığının farkındaydı. Bu sabah onu kahvaltıya götürme sebeplerinden biri de buydu. Belki tadını bildiği bir yemek olursa kendini yemeye zorlar diye düşünmüştü ve haklı çıkmıştı.
Aklına dün akşamki yemek gelirken öfkelenmeden edemedi yine. Uzun zaman sonra ilk defa onlarla akşam yemeği yemek için sofraya oturmuştu. Yabancı olma konusunda Ezgi’den ne farkı orada? Babasının hiçbir şey olmamış gibi Türkiye’ye gitme hayalleri kurdurtması sinirine dokunmuştu. Zaten zor durduğu masadan kalkma sebebi olmuştu bu.
Odanın kapısı çaldığında yerinde irkildi. Onun yüzüne bakarken dalmıştı yine. “Gel” diye seslendiğinde Akash önlerinde Aisha ve King girdiler odaya.
Akash’ın elinde büyük beyaz bir hastane çantası vardı. Bir şey söylemeden Ezgi’nin yanına oturdu ve çantayı açıp gereken malzemeleri sehpanın üzerine çıkarmaya başladı.
Aisha ve King diğer koltuğa oturmuşlardı. Aisha’yı gerçekten kırmış olmalıydı ki yüzüne bakmıyordu. Üzgün bakışları Ezgi’nin üzerindeydi. Böylesi daha iyi diye düşündü. Daha kolay…
"Bir yarım saati geçti baygınlığı, bu normal mi Akash abi? Bayılmadan önce kalbini tutmuştu" diye sordu ağladığından çatallaşan sesiyle. Onun için gerçekten endişe ediyordu.
Akash elindeki iğneye ilaç ayarlarken ona kısa bir bakış attı “Korkudan ve üzüntüden olmalı. Nabzı gayet normal, merak etme tatlım”
Ezgi bu sırada hareketlendi. İyice sağa doğru dönerken yerinde küçüldüğünü gördü. Bir şeyler mırıldandı ancak anlaşılmadı. Kâbus gördüğünü düşündü Barun.
Aisha koltuktan kalkarken onlara doğru ilerledi. Akash iğnedeki ilacı serum torbasına aktarıyordu o sırada. Aisha Ezgi’nin önüne yere oturdu. Başının yanında duran elini tuttu. Neden bu kadar üzgün ve korkmuş olduğunu biliyordu. İkisi de sevdiği birini kaybetme korkusunu en iyi bilenlerden biriydiler. Kendini onun yerine koyduğunu bilmek canını sıktı. Sırf bu yüzden işi için Delhi’ye kalkan uçağını kaçırmıştı. Üçte kalkacaktı uçağı ancak saat çoktan geçmişti. Muhtemelen bu yüzden müdüründen azar işitecek belki de işinden olacaktı. İkisinin de Ezgi için mesleklerini riske atmaları ne ironiydi ama…
Ona Ezgi'nin babasının yaşıyor olduğunu söylemek istedi ama Akash'ın işini bitirip gitmesini bekledi. Onun bilmesine gerek duymuyordu.
Serum iğnesini Aisha’nın tuttuğu eline soktuğunda titrek bir nefes aldı Ezgi. Kaşları hafifçe çatılmış sonra tekrar eski halini almıştı. Canı mı yanmıştı?
"Serum bittiğinde yavaşça çıkarırsın iğnesini tamam mı?"
"Sen gidecek misin?” diye sordu Aisha hemen.
Akash eşyalarını toplayıp ayaklanırken "Benim ne yazık ki hastaneye geri dönmem gerekiyor güzelim. Sen uyanınca benim için Ezgi'ye geçmiş olsun dileklerimi iletirsin. Ben ayrıyeten konuşurum zaten sonra onunla" diye konuştu.
Onun ne ara Ezgi ile sohbeti bu kadar ilerlettiklerini düşünmeden edemedi Barun. Aisha kafasını sallayıp onu onaylarken Akash elini ona uzattı. Aisha elini tutup kalktı oturduğu yerden. Sırtı ona dönüktü bu yüzden yüzünü göremiyordu ama Akash’ın dudaklarında buruk bir tebessüm oluşmuştu. Gözlerindeki hüzünlü bakıştan tıpkı kendisi gibi Aisha’nın neden bu kadar endişelendiğini anladığını gördü.
“Babam fenalaştı! Hastaneye kaldırdılar! Kalp krizi riski var dediler… Sen neredeydin o zaman? Haberin bile yoktu ki!” Aisha dolu gözlerine rağmen öfkeyle göğsünü yumrukladı.
“Aisha” Bir adım sendelerken bakışlarını yüzünden ayırmadı Barun. Öğrendiği şeyle yutkunmaya çalıştı. Gerçekten haberi bile yoktu… “Affettiğini söylemiştin”
Barun, onu yalnız bıraktığı için kendini affetmeyecekti ama Aisha her şeye rağmen affettim demişti. Sebeplerini biliyordu. Onu anladığını söylemişti. Yalan mıydı?
“Değmezmişsin!”
Aklına gelen anı yumruğunu sıkmasına sebep oldu. Her nefes alışında göğsüne batan kalp kırıklarından yalnızca biriydi bu an.
Değmezmişsin…
Bir başkası söylese umurunda bile olmazdı. Ancak insanın canından çok sevdiği biri söyleyince boynuna ilmek oluyormuş bir kelime. Kalbinde ise kapanmayan bir yara…
"Akash abi beni de şirkete bırakır mısın?" King’in sesiyle dalmış gözlerini önüne çevirip başını eğdi. Elindeki telefonundan bakışlarını ayırıp telefonunu cebine koymuştu King "Saras abim çağırıyor, acil bana ihtiyacı varmış"
"Olur, yolumun üzeri zaten gel"
Akash ona cevap verdikten sonra masanın üzerindeki çantasına uzandı. King de Aisha’nın yanına adımlarken “Geeta uyanınca haberdar edersin bizi de” diye konuştu.
Barun tekrar başını kaldırdığında King’in Aisha’ya kollarını sardığını gördü. Kötü hissettiğini anlamış olmalıydı o da. Ne kadar yakın olup olmadıklarını bilmiyordu. Ancak belli ki birbirlerini anlayacak kadar yakınlardı.
King kapıyı açıp Akash’ı beklediğinde bakışları Barun’a döndü. “Görüşürüz Baruncum” dedi el sallayarak. Onları odadan atmasına takılmamış gibiydi. Hala eskisi gibi davranıyordu.
Başını eğdi Barun sadece. Akash tekrar Aisha’nın önünde durduğunda “Bir sorun olursa ararsın beni” dedi ona ve elini saçlarına koydu. Hafifçe okşayarak omuzlarına kadar indi ve omzuna da dokundu hafifçe.
Aisha’nın yüzünü yan profilden görürken dudaklarındaki buruk tebessümle kafasını eğdiğini gördü. Akash üzerindeki gözleri fark etmiş gibi bakışlarını Barun’a çevirdi. Bakışlarını kaçırmadı Barun. Her zamanki gibi boş baktı. Akash rahatsız olmuş gibi elini çekti Aisha’nın omuzundan. Ardından ona başını eğdi hafifçe ve King ile beraber odayı terk ettiler.
Onlar gittikten sonra Aisha’nın omuzlarının çöktüğünü gördü. Üzerindeki bakışlarını hissettiğini biliyordu ama dönüp bakmadı. Sağdaki koltuğa oturdu. Gözleri Ezgi’nin üzerindeyken kucağındaki elleriyle oynamaya başladı.
Gergindi yalnız kaldıkları için. Bu Barun’u da gererken bakışlarını masanın üzerindeki ellerine çevirdi o da. Sessizliğe alışıktı ama Ezgi’nin babasının yaşadığı haberini vermek için dudaklarını aralarken buldu kendini.
"Aisha-"
"Merak etme abi,"Aisha lafını böldüğünde hemen ardından derin bir iç çekmişti "Sadece Ezgi için buradayım. O uyandığında gideceğim"
Sadece Ezgi için buradayım.
Bu çıkışı beklemediği için durdu. Ne söyleyeceğini bilemedi bir an.
“Ona yardım edişini kendime bağlayıp umut etmeye çalışıyordum. Yanılmışım. Aptalca biliyorum. Hala aynı yerdeyiz. Aramıza ördüğüm duvarın arkasındasın hala…” Burnunu çektiğinde gözlerini yumdu Barun. Ağlıyordu. Onun yüzünden. Bunu görmek istemiyordu.
O, anca boyu kadar duvar örmüştü aralarına Barun ise üzerine eklemiş kendi boyunu aştırmıştı. Ona ulaşacağı bütün yolları kapatmıştı. Aisha, onun ördüğü duvarlara ağlıyordu aslında.
Yaşarmış yeşil gözlerini abisine çevirdi Aisha "Gerçekten hiçbir zaman aşamayacak mıyız o duvarları abi?” diye sordu, sesi titremişti. Engel olamamıştı. Pişmandı her şey için. Sesinden bile akıyordu. Duymuyor muydu? Bir umut istiyordu. Onun yanında olmak istiyordu. Eskisi gibi...
Barun yumduğu gözlerini açtı ama bakmadı ona. Yüzünde hiçbir duygu değişimine izin vermezken içinde bir yerlerde deprem oluyordu sanki. Aisha onun bu sessizliğini biliyordu. Cevap vermeyecekti yine ona. Bu yüzden akmaya devam eden gözyaşlarıyla bakışlarını Ezgi’ye çevirdi tekrar.
Ofis telefonunun sesi aralarına girdiğinde Barun iç çekip telefonu eline aldı ve kulağına yasladı.
“Efendim, valiliğe gidecek evraklar hazır. İmza için şimdi mi getireyim yoksa sonra mı istersiniz?” diye kulağına dolan ses sekreteri Sanchi’ye ( Sançi) aitti.
Ezgi ailesi ile konuşacağı için kimsenin onu rahatsız etmemesini tembihlemişti. Bu yüzden şimdi yanına gelmek için izin istiyordu.
Bu odada daha fazla kalmamak için “Odanda mısın?” diye sordu tek düze bir şekilde.
“Evet, efendim”
Koltuğundan ayaklanırken “Tamam ben geliyorum şimdi” dedi ve aramayı sonlandırıp telefonu yerine koydu.
Gömleğinin kollarını katlarken kapıya doğru ilerledi. “İşim uzun sürmez, gelirim hemen” diye bilgilendirdi Aisha’yı.
Az önceki an hiç yaşanmamış gibi davrandı. Dönüp bakmadı ne tepki verdiğine. Odadan çıktı aynı sükûnetle. Omuzları düştü hemen. Derin bir iç geçirirken bir alt kata ineceği için merdivenlere yöneldi.
Bu katta üç oda vardı. Tam ortada kalan odaya doğru ilerledi adımları. Solunda kalan daha ilerisindeki oda arşiv odasıydı. Sağındaki ise Sanchi’nin yardımcısı Aman’ın odasıydı. Kapısının aralık olduğunu gördüğünde bu aklına yarım saat kadar önce Ezgi’yi odasının önünde bulduğu anı hatırlattı.
Özel alanına izinsiz müdahale edildiği için gereksiz çıkıştığını düşünmüyordu ama gözlerinde gördüğü kırgınlık afallamasına sebep olmuştu. İnsanlarla iletişiminin çok iyi olduğunu savunamazdı. Tek dostu Ranvir’di mesela. Bundan şikayetçi de değildi. Ancak başka kişilerle konuşurken kendini ifade etmekte beceriksiz olduğunun bilincindeydi.
Ona misafir olduğunu unutma dedi diye mi kırılmıştı? İyi de yanlış olan neydi?
Yanlış olan onun yaptığıydı ama bakışları insana vicdan yaptırıyordu. Kaşları çatıldı bu düşünceyle. Bu da nereden çıkmıştı? Çok düşünmenin yan etkileri miydi bu?
Kafasını iki yana salladı ve kapıyı aralayıp içeri girdi. Sanchi onu görmesiyle koltuğundan ayaklandı. Aman da buradaydı. Duruşunu dikleştirip başıyla selam verdi o da. Barun selamını alırken tam karşısındaki masaya ilerledi.
“Efendim, evraklar bunlar” diyerek önüne imzalayacağı kağıtları çıkardı Sanchi hemen. Dört kâğıt vardı. Sanchi elindeki kalemi verdi.
Masaya doğru eğilip ilk kâğıdı imzaladı. “Efendim, Lila Hanım yurt dışından bu hafta sonu dönecekmiş” diye konuştu Sanchi aralarındaki gerici sessizliği bozarak.
Lila, Vali Mohan’ın kızıydı. Mohan Bey ile iş dışında da görüşüyordu. Ailesi babaannesi ile akrabaydı zaten. Saygı duyduğu nadir devlet adamlarından biriydi.
Kaşları hafifçe çatıldı Barun’un ve göz ucuyla karşısındaki kadına baktı. Hafifçe tebessüm ediyordu. Ta ki ters bakışlarını görene kadar.
“Bu bilgiyi istediğime dair bir şey söylediğimi hatırlamıyorum” dedi soğuk sesiyle.
Barun haklarında çıkan haberlerin ve dedikoduların farkındaydı elbette. Ancak kimseye açıklama yapma gereği duymuyordu. Özellikle iş hayatına özel hayatını katmaları hiç hoşlanmadığı bir şeydi. Bunu Sanchi’den ise hiç beklemiyordu. Barun bundan hoşlanmadığını bildiğini sanıyordu.
Sanchi yavaşça yutkundu. “Yanlış anladınız efendim, Mohan Bey kızı gelince sizinle toplantı yapacağını söylemişti ya. O yüzden bilgilendirmek istedim ben”
Mohan Bey bu vesayet davası yüzünden bozuk atıyordu zaten ona. Muhtemelen Lila’yı da bu yüzden bahane etmişti. Barun babaannesinin bu konu hakkında onu ne zaman sıkıştıracağını bekliyordu. Canı sıkıldı bunu hatırlayarak.
Bir şey söylemeyip kâğıtları imzalamayı bitirdi. Kalemi masanın üzerine bırakırken yerinde doğruldu. Bakışlarını ikisinin yüzüne çevirirken tek kaşını kaldırdı hafifçe “Başka bir şey?”
“Yok, efendim” diyen sesi mahcuptu Sanchi’nin. O maksatla söylemediğini söylüyordu ama ucu oraya dokunuyordu. Tebessümündeki imayı görmüştü. Neyse ki bakışlarından bir daha buna cesaret edemeyeceğinden emin olmuştu.
Kafasını eğdi onu onaylayarak ve sırtını dönüp odadan ayrıldı. Geldiği gibi merdivenleri kullandı tekrar. İç hesaplaşması bitmediğinden ayakları geri geri gidiyordu sanki. Odası görüş açısına girdiğinde bakışları odanın içine kaydı. Ezgi’nin yaşlarla ıslanmış yüzünü gördü. Uyanmıştı. İkisi de ayaktaydı ve Aisha kapıya yakın duruyordu.
Kaşları hafifçe çatılırken adımlarını hızlandırıp odaya girdi hemen. İki kadının da bakışları ona döndü. Ezgi’nin rengini çözemediği yaşlı gözleri korku ve endişe dolu bakıyorken Aisha’nın gözlerinde ise bunlara ek olarak bir rahatlama belirdiğini gördü.
Aisha hemen Ezgi’ye doğru döndü “Bak abim geldi. Sakince konuşalım, düşünelim tamam mı?” Sesi titriyordu.
Ne olmuştu o yokken?
Ezgi onu duymak istemiyor gibi kafasını iki yana salladı. Gözleri Barun’a döndü sonra. Çaresizdi bakışları. Ona doğru ilerlemek istedi ama adımları sarsaktı. Barun bunu fark edip kendisi ilerledi ona doğru.
"Kaymakam Bey, benim gitmem lazım! Benim Türkiye’ye dönmem lazım! Bir şey yapın lütfen, ben burada kalamam!" sonlara doğru nefesi yetmezken sol elini başına atıp saçlarını çekiştirdi.
Aisha dolu gözleriyle ona doğru yaklaşıp kolunu tuttuğunda irkilerek kolunu ondan kurtardı ve bir iki adım geriledi. “Ezgi, lütfen sakin ol biraz. Korkutuyorsun beni"
Aisha abisine bir şey yapması için kısa bir bakış attı bu sırada. Aisha’nın ona gerçek ismiyle seslenmesi Barun’un kaşlarını daha çok çatılmasına sebep olurken bakışlarıyla harekete geçip Ezgi ile aralarındaki mesafeyi kapatmaya çalıştı.
Aisha’yı duyduğundan emin değildi. Gerçekten iyi görünmüyordu. Bedeni titriyordu yine. Başındaki sol elinin üzerindeki kanı fark etti. Diğer eli ise bedenine vuruyordu ama farkında değil gibiydi. Eli ona uzandı ama Ezgi bu sefer ona attığı adımları geri aldı.
"İstemiyorum anladın mı? Sakinleşmek istemiyorum! Babamı istiyorum ben. Gitmem lazım. Burada olmak istemiyorum!" diyerek titreyen sesiyle sayıklamaya başladığında bakışları yere inmişti. Panik atak geçirdiğini düşündü Barun.
Bu defa kaçmasına müsaade etmeyerek ona yaklaştı ve kollarından tuttu nazikçe. Onu kendine çekerken hareket alanını kısıtlamaya çalıştı. Yaptıklarının bilincinde olmadığı için daha fazla kendisine ya da Aisha’ya zarar verebilirdi.
Ezgi iki eliyle koluna yapışırken onu itmeye kalktı “Bırakın beni! Gideceğim!” diye bağırdı. Yüzüne bakmıyordu konuşurken. Kolundaki ellerini sıkılaştırdı Barun. Bunun üzerine Ezgi vurmaya başladı ona.
Bunu umursamayıp yüzüne doğru eğildi “Geeta, bak bana” diye konuştu sakince.
Sesini duyduğu an hareketleri yavaşladı ve ona vurmayı bıraktı. Göğsü hızla inip kalkıyordu. Nefes alışverişlerinin düzensiz olduğunu fark etti.
Ağlamaktan içleri kızarmış gözlerini onu tutan adamın gözlerine çevirdi. “Geeta değilim ben, hayır değilim” dedi çatallaşmış sesiyle. Kafasını iki yana salladı aynı zamanda.
Barun onun için endişelenirken buldu kendini. Kafasını salladı onu onaylayarak. “Tamam değilsin” Ona babasının yaşıyor olduğunu söylemek için önce biraz sakinleşmesini sağlamalıydı. “Beni duyuyorsun değil mi Ezgi?”
Bir hıçkırık kaçtı dudaklarından. Kafasını salladı. Kollarına tutunan elleri sıkılaştı Ezgi’nin. Bu ailesinden haber aldığı anı getirdi aklına. Şimdi daha farklıydı. Aklını kaybedecek gibiydi. “Benimle birlikte burnundan nefes al ağzından ver, haydi” dedi düşündükleri canını sıkarken.
Hıçkırmaya devam ederken bakışlarını Barun’un boynuna indirmişti. Söylediğine uyup nefes alıp verdi bir süre. Kasılan bedeninin gevşediğini gördü Barun. Nefes alışverişleri düzene girdi usulca.
“Babam... Benim öldüğümü -hıçkırık- sanıyor. Bu yüzden... Gidiyor. Benim – hıçkırık- yanıma gidiyor olduğunu sanıyor" Ezgi titreyen sesi ve dudaklarıyla zar zor konuşmaya çalışırken hıçkırığı da ona hiç yardımcı olmuyordu.
Titremeye devam eden elleri Barun’un bileklerine indiğinde teninin soğukluğu irkilmesine sebep oldu. Tanışmak için elini tuttuğunda sıcaktı oysa elleri…
Gözleri de tekrar gözlerine çıkmıştı "Benim onun yanına... Gitmem – hıçkırık- gerek. Elinden tutmam ve yanında -hıçkırık- olduğumu – Hıçkırık- hissettirmem gerek"
Ne demek istediğini anlıyordu Barun. Korkusu ve ona olan özlemi gözlerinden okunuyordu. Elinden gelse onun hemen geri dönmesini sağlamak isterdi. Ne kadar zor olduğunu anlayabiliyordu. Sanki bunu görmüş gibi çaresiz bir kabullenişle omuzları düşerken gözyaşları hızlandı.
"Belki de buna gerek kalmadan çoktan hissetmiştir" dedi Barun aynı sakinlikle.
Bir an gözlerini alamadı derin bakan yeşillerinden. Kaşları çatıldı hafifçe. Dün ela olduklarını görüp yanıldığını düşünmüştü ama şimdi kızarıklarına rağmen yeşil gibiydi.
Onu ilk gördüğündeki gibi yeşildi gözleri.
Ezgi de kaşlarını çatar gibi olduğunda bir an nefesini tuttuğunu gördü. Onu daha fazla bekletmedi ve güzel haberi verdi. "Baban yaşıyor, Ezgi"
“Abi! Gerçekten mi?” Aisha sevinçle soluduğunda Barun’un kahveleri onun mutluluktan parlayan gözleriyle kesişti. Gözlerini kapatıp onayladı onu.
“Ne?” Ezgi birden dizlerinin üzerine doğru sendelediğinde Barun ayakta duramayacağını fark edip ona doğru atıldı ve düşmesini engelleyip sağ elini beline sardı.
Ezgi de ellerini korkuyla tekrar kollarına çıkarmıştı. Dokunuşuyla irkildi ama gözlerinin içine şaşkınlık ve mutlulukla bakmaktan alamadı kendini. "Doğru mu - hıçkırık- yaşıyor mu babam... gerçekten?" dedi, kelimeler hala zor çıkıyordu ağzından.
Barun başını sallarken “Doğru, yaşıyor. Sen uyurken aradılar. Bizzat konuştum onunla” dedi, gözlerinin içine bakmaya devam etti ona inanması için.
"Gerçekten - Hıçkırık- konuştunuz mu onunla?" dedi kısık sesiyle. Bu defa gerçek olduğuna inanamıyor gibiydi.
Birbirlerine olan yakınlıklarını o an fark etti Barun. Ezgi düşünebilecek kadar iyi bir durumda olsa bu yakınlıktan rahatsız olur muydu bilmiyordu ama kendisi olurdu. Yakını olan insanlarla bile temas kurmaktan çok hoşlanmazdı. Peki şimdi ne yapıyordu? Tanımadığı bir kadına dokunuyor onun da kendisine dokunmasına müsaade ediyordu.
Dudaklarını birbirine bastırırken “Evet, konuştum” diye tasdikledi tekrar onu.
Ezgi’nin dudakları kıvrıldığında gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Tekrar dizlerinin üstüne düşecek gibi olduğunda düşündüklerinin aksine daha sıkı kavrarken buldu belini.
Bu kadın dengesini bozuyordu.
Huysuzca kaşları çatılmıştı bu düşüncesine. Sol elini de kolundan çektiğinde bununla birlikte Ezgi’nin kolundaki eli yanına düştü. Aisha kenara çekilip onlara yol verirken Barun Ezgi’yi yönlendirerek ilerletti ve koltuğa oturttu usulca.
“Baban da senin uyanmanı bekliyor. Arayacağını söyledim" diye devam etti Barun konuşmaya.
Ellerini bedeninden geri çekmek istedi ama Ezgi kolundaki elini çekmedi. Farkında değil gibiydi bu yüzden sesini çıkarmayıp karşısına sehpaya oturdu.
Ezgi ne diyeceğini bilemez bir şekilde Barun’un yüzüne bakmaya devam etti. Aisha’nın Ezgi ile aralarına belli bir mesafe koymaya dikkat ederek koltuğa oturması dikkatini çekti Barun’un.
"Durumu nasılmış peki abi? Seninle konuştuğuna göre iyi olmalı?" diye onun yerine sorularını sıralamaya başlamıştı Aisha hemen.
"Detaylı olarak durumu hakkında konuşmadık ama Oğuz abisi tehlikeyi atlattığını söyledi. Babasının sesi de yorgun geliyordu doğal olarak. Sadece Ezgi'yi sordu" diye yanıtladı onu Barun.
Ezgi’nin gözyaşları hızlanırken gözleri artık karanlıkta dahi parlayan mücevherler gibiydi. Elini hızla Barun’un kolundan ayırdığında yanında oturan Aisha'ya dönüp "Sende duyuyorsun değil mi Aisha? Babam yaşıyor!" diyerek heyecanla konuştu.
Aisha ona gülümserken aralarında kısa bir bakışma geçti Ardından sanki anlaşmışlar gibi ikisi de aynı anda kollarını birbirlerine sardılar.
Aisha şefkatle onun sırtını sıvazlarken "Duymaz olur muyum canım? Bu son zamanlarda duyduğum en güzel haberdi hatta. Dualarımız kabul oldu, daha ne olsun? " dedi, sesi ağladığı için boğuk çıkıyordu onun da hala.
Dualarımız…
Onun babası için dua etmişti. İçine yayılan sıcaklığı hissetti Barun. Belli ki tahmin ettiğinden daha çok etkilemişti bu olay onu.
Ezgi kollarını daha çok sıkılaştırırken “Özür dilerim - hıçkırık- seni üzdüysem” diye konuştu mahcupça. Barun, kendisi gelmeden ona zorluk çıkardığı için böyle konuştuğunu düşündü.
“Sorun değil” dedi Aisha da hemen. “Önemli olan iyi olman”
Birbirlerinden ayrıldıktan sonra dudaklarında derin tebessümler vardı. Aisha gözlerini Barun’a çevirdi usulca. Ezgi'nin gülen gözleri ona da bulaşmıştı sanki. Artık onlar için çabalamasın istiyordu. Bu ancak onu üzüyordu çünkü. Benden uzak olsun böyle sadece gülsün bana yeter diye düşündü Barun.
"Annem yok muydu babamların yanında? İyi miymiş?" Ezgi, daha canlı gelen sesiyle konuştuğunda Aisha da olan gözlerini kaçırmış ona bakmıştı Barun.
Ellerini önünde kavuştururken bakışlarını onun yüzüne çevirdi. “Annende senin gibi bayılmış ama durumunun iyi olduğunu söyledi abin”
Sağ gözünden bir damla yaş düşerken gülümsemesi buruk bir hal aldı Ezgi’nin. “Hemen arayalım - hıçkırık- onları o halde” diye konuştu sabırsızca.
Barun yerinde ayaklandığı sırada “Evet, arayalım doğru” diye mırıldandı ağzının içinde. Masanın üzerindeki ofis telefonunu aldı ve Ezgi’ye uzattı. Direkt o konuşmalı diye düşünüyordu.
Ezgi buna biraz şaşırsa da telefonu elinden aldı. Bu defa heyecandan titreyen elleriyle numarayı tuşladı. Derin bir nefes alıp telefonu kulağına yasladığında diğer elini nereye koyacağını bilemez gibi bacağının üzerine sürtmeye başlamıştı. Gözleri önündeki sehpanın üzerinde geziniyordu. Arkasında kalan masasına yaslandı Barun ve Aisha’yla birlikte onu izlemeye devam etti.
Arama yanıtlanmış olacak ki birden yerinde sallanmayı bırakmıştı. "Anne," gözlerinden birer damla yaş süzüldü. “İyisin değil mi?”
Neden hala ağlıyordu? Gülümsediğini görmese tekrar kötü bir şey olduğunu düşünebilirdi.
Karşı tarafı dinlemeye devam ederken gözlerini kapattı. Dudakları kıvrıldı sonra. "Biliyorum anne, çok şükür" Gözlerini tekrar açarken hıçkırdı "Durumu nasıl? O, iyi artık değil mi? Onunla konuşmak istiyorum anne"
Ezgi, annesinden babasının durumunu dinlemeye devam ederken bir ara kaşlarını çatar gibi oldu. Aisha uzanıp elbisesini sıkan elini tuttu. Bunun üzerine yaşlı gözleri Aisha'ya döndü. Birbirlerine gülümsedikleri sırada annesi bir şey demiş olmalı ki bakışları tekrar önüne dönmüştü. Aynı zamanda oturduğu koltukta biraz daha öne kaydı. Artık babası ile konuşacağını anladı Barun.
"Babam," dudaklarından bir hıçkırık daha çıkarken gözyaşları hızlandı. Tahmininde de yanılmamıştı Barun. Birkaç saniye karşı tarafı dinledi. "Özür dilerim baba - hıçkırık - Çok özür dilerim"
Bütün bu başlarına gelenlerden kendini suçluyordu. İnsan böyle durumlarda bir suçlu aramak istiyordu ama ne kendini ne de bir başkasını suçlu bulunca hiçbir şey düzelmiyordu. Ona da bu tutumunun yanlış olduğunu söylemişti Barun fakat anlaşılan hala ikna olmamıştı.
"Bende çok korktum – Hıçkırık- baba. Hem de çok – Hıçkırık- korktum” Ağlamaktan sesi sonlara doğru boğuklaşırken hıçkırmaya başladı. Bunu durdurmak için dudaklarını birbirine bastırdı. Aisha ellerini ayırıp sehpaya uzandı ve onun için sürahiden bardağa su doldurdu.
O sırada Ezgi'ye babası her ne diyorsa kaşları çatılmıştı birden "Hayır, baba! Ağlamıyorum -hıçkırık- tamam. Yapma öyle -hıçkırık- bir şey" dedi ve sanki babası onu görüyormuş gibi hıçkırmaya devam ederek yanaklarını kurulamaya başladı.
Gerçekten küçük bir kız çocuğu gibiydi...
Bu düşünce içini burktu. Gözlerini kaçırmak istedi ama yapamadı. Aisha'nın doldurduğu sudan birkaç yudum alıp geri sehpaya bırakışını izledi.
Kaşları öfkeyle değil de üzgünce daha çok çatılmaya devam ediyordu. "Baba Allah aşkına daha kaç – Hıçkırık- saat oldu gözlerini açalı?! Üstelik büyük bir tehlike – Hıçkırık- atlattın. O halde bir de buraya – hıçkırık- gelmeyi mi düşünüyorsun cidden?! Hem abim var – Hıçkırık- durumlar böyleyken buraya gelemezsin"
Duyduklarıyla kaşları çatıldı Barun’un da. Babası buraya mı gelmeyi düşünüyordu gerçekten? Daha yeni ölümden dönmüştü. Bir de yaklaşık beş saati aşkın uçak yolculuğu yapacaktı öyle mi?
"Baba yapma. Böyle söyleme. En başta annemin ve oradaki herkesin senin desteğine çok ihtiyacı var şu an. Sen önce doktorların – Hıçkırık- gözetimi altında iyileşmelisin ardından onların yanında olmalısın. Hem ben iyiyim gerçekten, benim için endişelenmene gerek yok" Babası hala inat ediyor olmalı ki Ezgi onu ikna etmeye devam ediyordu. "Baba lütfen. Tamam sen gel. Sen al beni buradan ama Yiğit abim de iyi olsun öyle gel"
Hıçkırıkları azalmışken gözyaşları tekrar yanaklarından süzülmeye başlamıştı. Gözlerini ondan kaçırarak zemine sabitledi Barun. Ağlayan halini görmek tuhaf hissettiriyordu. Daha doğrusu dayanamıyordu. Onu kız çocuğuna benzettiği için miydi bu? Çünkü o özellikle ağlayan kız çocuklarına dayanamazdı.
"İnan hepimiz için en iyisi bu babacım" dedi burnunu çekerek. Babasını şimdilik buraya gelmemesi için ikna etmiş olmalı ki sesi rahatlamış geliyordu.
Gözlerini ona çevirmeden önce Aisha'ya çevirdi Barun. Koltukta Ezgi’ye doğru dönük bir şekilde oturmuş, sol kolunun dirseğini koltuğun sırtına dayayarak başını eline yaslamış ve dudaklarındaki buruk tebessümle onu izliyordu.
Ezgi bir anda gözlerini Aisha'ya çevirdi. Aisha'nın yüzündeki gülümseme büyürken Ezgi de ona karşılık vermeye çalıştı. Ardından beklemediği bir şekilde gözleri Barun’u buldu. Barun’un da ona baktığını fark edince yakalanan oymuş gibi gözlerini kaçırdı hemen. "Evet, baba doğru. Hepsi iyi insanlar – hıçkırık- beni çok iyi ağırlıyorlar burada, aklınız bende kalmasın" diye konuştu sonra.
Aisha ve diğerleri açısından bunu söyleyebilirdi ama onun için böyle düşündüğünü sanmıyordu. Bir de babaannesinin onun hakkında söylediklerini anlasaydı böyle kesin düşünmeye devam eder miydi bilmiyordu.
"Merak etme, babam. İyi – Hıçkırık- olacağım" dedi onu buna ikna etmeye çalıştı bu sefer de “İnşallah babacım, âmin" Gözlerini kapattı ve derin bir iç geçirdi.
Gözlerini tekrar açtığında dudakları büzülürken aynı zamanda tebessüm etmeye çalıştığını fark etti Barun "Babacım annem haklı. Sen iyice – hıçkırık- dinlen biraz. Söz yarın erkenden arayacağım sizi tekrar"
Anlaşılan konuşmalarının sonuna geliyordu ancak Hasan Bey bu durumdan pek hoşnut değildi. Gerçi Ezgi de çok kapatmaya istekli durmuyordu ama onu düşünüyordu yine.
Artık yüzünde kocaman bir gülümseme varken "Şartlar artık bunu gerektiriyor" dedi yaramaz bir tınıyla. Hemen ardından dudaklarından küçük bir kahkaha kaçtı "Baba ya sakın!"
Buraya geldiğinden beri dudaklarında ilk defa bu kadar içten bir gülümseme görüyordu.
"Tamam hadi inandım. Kapatıyorum artık." dişlerini göstererek gülmeye devam ederken hıçkırıkları kesilmiş gibiydi. "Tamam anne iletirim, öptüm ikinizi de"
Dudaklarında git gide büyüyen gülümsemeyle yine derin bir iç geçirdi "Elbette en çok seni baba. Allah'a emanet olun siz de. Görüşürüz"
Ezgi, telefonu kulağından indirdiği gibi Aisha yerinde doğruldu. Bununla birlikte Ezgi de yüzünü ona dönerken Aisha ona doğru uzandı ve iki eliyle yanaklarından tuttu “Bir insana gülmek bu kadar mı yakışır? Bak bak şuna bak" diyerek yanaklarını sıkmaya başladı.
Ezgi daha çok gülerken burnunu çekti. Sonra yine anlaşmışlar gibi aynı anda tekrar sarıldılar birbirlerine.
Ezgi'nin Aisha'nın omzuna başını yaslarken "İyi ki varsın Aisha" diye mırıldandığını işitti Barun.
“Sende Ezgi” Aisha da yanıt vermekte gecikmemişti. Karşısındaki bu manzaradan sonra ne hissedeceğini bilemedi Barun.
Aisha'nın telefonunun çalmasıyla birbirlerinden ayrıldılar. Aisha diğer koltukta duran çantasını aldı ve telefonunu çıkarıp ekrana baktı. Yüzü düştü birden. Barun kimin aradığını merak ettiği sırada "Ben geliyorum hemen" diyerek odanın kapısına yönelmişti Aisha.
Hem morali düşmüştü hem de dışarıda konuşmak istemişti. Şimdi daha çok merak etmişti kimin aradığını. Bakışlarını pencerenin ardındaki ondan çekip Ezgi'ye çevirdi Barun.
Göz göze geldiler. Bunu beklemediği için şaşırdı ama belli etmedi. Şimdi farklı olduğunu düşündü. Farklı bakıyordu gözleri. Yüzüne bile renk gelmiş gibiydi. Ezgi ona hafifçe tebessüm ettiğinde bakışları gülümsemesine kaydı kısa bir an ama tekrar gözlerine baktı. Ancak Ezgi gözlerini kaçırmıştı. Elleriyle yüzünü kurulamaya başladı.
"Baban buraya gelmeyi düşünüyor sanırım?" diyerek aralarındaki sessizliği bozan Barun oldu. Tekrar gözlerini ona çevirmişti böylelikle Ezgi de.
Yerinde kıpırdanırken artık daha rahat hareket ediyor gibiydi "Evet, öyle. Uyanır uyanmaz herkesi darlamaya başlamış bile"
Barun masaya yaslanmayı bıraktı "Aslında abin söylemişti bunun olacağını biliyor musun?" diye konuştuğunda Ezgi’nin gözlerinden bir şaşkınlık dalgası geçti. Bu dudaklarının ucunun kıvrılmasına sebep oldu istemsizce. Masanın arkasına ilerlerken “Babam uyansın bizden birini mi göndeririz yoksa kendi mi gelir ona karar veririz demişti. Ardından da gerçi kesin kendisi gelmek isteyecektir, bilirim huyunu demişti"
İkinci çekmeceyi açarken küçük ilkyardım kutusunu çıkardı Barun içinden. Elindeki kanın farkında değildi ancak kapatılmazsa mikrop kapabilirdi.
"Babam bazen annemden bile inatçı olabiliyor"
"Durumu nasıl peki? Doktor ne söylemiş?" diye sordu Barun.
Kısa bir an bakışlarını ona çevirdiğinde gözlerinde belli belirsiz bir şaşkınlık oluştuğunu gördü. Muhtemelen onunla konuşmasına şaşırıyor olmalıydı. Kendisi de garipsediği için ondan bir farkı yoktu. Bakışlarını önüne çevirdi ve ihtiyacı olan malzemeleri ayırdı.
"Çok şükür o iyi artık. Bir süre daha gözetim altında tutulması gerekiyormuş. Sağ ayağı alçıdaymış. Bunu söylememişlerdi daha önce. Onun dışında ciddi bir yarası yokmuş. Dinlenmesi gerekiyor tabii bolca”
Anladım dercesine kafasını salladı Barun. Ardından eline aldığı tentürdiyot şişesi, biraz pamuk ve yara bandı ile onun yanına doğru adımladı. Karşısına sehpaya oturdu tekrar. Ezgi’nin üzerindeki meraklı bakışları fark etti ama karşılık vermedi. Pamuğu ve yara bandını sağ tarafına sehpaya bırakırken diğer elindeki şişenin kapağını açtı bir yandan.
“Ne yapıyorsunuz?” diye sordu en sonunda Ezgi.
Ona hala siz diye hitap etmesine şaşırmıyor değildi ama böyle şeylere çok takılmazdı. Küçük bir parça pamuk aldı ve üzerine biraz tentürdiyot damlattı.
Bakışlarını karşısındaki kadına çevirdiğinde “Sol elini uzatır mısın?” diye konuştu.
“Ne?”
Gözleri kucağındaki sol eline kaydı istemsizce “Elin kanamış. Öyle kalmasın mikrop kapar”
Ezgi’nin kaşları daha çok çatılırken bakışları ellerine kaydı. Tahmin ettiği gibi farkında değildi. Gördüğü şeyden hoşlanmamış gibi gözlerini kaçırdığını gördü.
Barun sol elini uzattı ona doğru. O, hep kendi sarmıştı yaralarını. Başkasının dokunmasından hoşlanmazdı. Belki o da ona dokunmamdan rahatsız olabilir diye düşünerek bunu söylemekten geri durmadı “Rahatsız olursan kendin de yapabilirsin?”
Ezgi ona bakarken çok geçmeden elini uzattı ve elinin üzerine koydu. Teninin sıcaklığı geri gelmişti. Buna memnun hissetti Barun. Ezgi’nin ise kaşlarını hafifçe çattığını görmüştü.
Barun’un bakışları ellerine dönerken yüzünü eğdi daha dikkatli olmak için. Dikkatini parmaklarından elinin üzerine verdi. Serum iğnesini sert mi çıkarmışlardı? Ondan olmuş olabilirdi.
“Farkında olmadığına göre acımıyor sanırım?” diye sordu kendini tutamayarak.
“Hayır, acımıyor”
Pamuğu büyük elinin içinde küçücük kalmış elinin üzerine getirdi ve yavaşça üzerindeki kanı temizlemeye başladı.
Ezgi “Abinizi siz mi çağırdınız?” diye sorduğunda Barun’un bakışları ona döndü.
Gerçekleri bilmiyordu…
Bir an duraksadı. Aisha’nın anlatmış olabileceğini düşünmüştü. Belli ki öyle değildi.
Bunu düşünmek istemediğinde bakışlarını eline çevirip işine devam etti “Öyle” dedi sadece.
“Korkuttuysam üzgünüm gerçekten” diyen sesi samimiydi. Bayıldığı için mahcup hissetmesini saçma buldu. Böyle düşünmemeliydi.
“Elinde olmayan şeyler için üzülme” dedi kafasını iki yana sallarken.
Temiz, küçük bir pamuk daha aldıktan sonra iğne izinin olduğu yere yerleştirdi o parçayı “Baban senin durumun için ne yapmayı düşünüyor? Bunun için konuşmak daha erken ama abinin uyanması adına anlaştığınızı duydum?" dediğinde sesi daha yumuşaktı.
Elini çekip yara bandını paketinden çıkardı sonra. Dudaklarını dişlemeye başlarken bu konunun canını sıktığını görebiliyordu Barun
"Evet, öyle konuştuk. Yani en son babamı öyle ikna edebildim. Babam buraya gelmekte gerçekten kararlı, bende abim iyileştikten sonra gelmesini söyledim. Çünkü babam bizim ailede herkesi bir arada tutan kişi, Kaymakam Bey. O dağılırsa hepimiz dağılırız. Anlayacağınız benden çok oradakilerin babama ihtiyacı var şu an" dedi, ardından gözlerinin dolduğuna şahit oldu tekrar.
Elini tekrar elinin altına yaslarken yara bandını dikkatli bir şekilde pamuğun üzerinden yapıştırdı. "Anlıyorum. O zaman tahmin ettiğimizden daha uzun sürecek bu oyun" diye konuştu Barun.
Kim bilir abisi ne zaman uyanacaktı? Belki de uyanamayacaktı…
“Özür dilerim gerçekten” dedi telaşla birden. Bakışları gözlerine çıktı Barun’un. Oldukça mahcup bakıyordu şimdi. “Ben onları düşünürken bu durum tamamen çıkmış aklımdan. Çok özür dilerim”
Sesi titremişti konuşurken. Bu canını sıktı. Aklından çıkmış olduğunu anlamıştı elbette. Bu tavrına kaşlarını çatmadan edemedi. Zaten onlar için yeterince endişeleniyordu bir de bu oyun yüzünden tedirgin hissetmesini istemedi. “Dileme. Ben o anlamda söylemedim. Anlıyorum seni. Sen sadece onları düşün, böyle devam edersek oyun içinde sıkıntı yaşayacağımızı sanmıyorum zaten. İçin rahat olsun”
Buruk bir tebessüm etmeye çalışırken bakışlarındaki duygu şimdi çok büyük bir minnetti. Gözlerinin duygularını bu kadar şeffaf bir şekilde yansıtmasına inanamadı Barun. Gözlerini kırparken kendine gelmeye çalıştı. Bu sırada işinin bittiğini fark edip ellerini çekti elinden.
“Çok teşekkür ederim, her şey için”
Böyle düşünmesini istemiyordu. İnsanların ona karşı büyük bir minnettarlık ya da mahcup hissetmesi onu hep rahatsız ederdi. Nasıl davranacağını bilemez bu daha çok canını sıkardı. Yine öyle oldu. Gözlerini kaçırırken başını eğdi hafifçe.
Bu sırada Aisha odaya tekrar girince ikisinin de bakışları ona döndü. Odadan çıkarken olduğunun aksine yüzünde rahatlamış bir ifade vardı. Aisha’nın da gözleri ikisinin üzerinde gezindi. Bakışları bir an sehpanın üzerindeki şişe ve pamuğa döndü. Gözleri Barun’a çıktığında göz göze geldiler. Yeşillerindeki şaşkınlığı gördü Barun. Ancak son konuşmalarından ötürü ondan çekiniyor olmalı ki bakışı kısa sürdü ve Ezgi’ye çevirdi bakışlarını hemen.
Ezgi Barun’dan önce davranarak “Bir sorun mu var?” diye sordu.
Aisha düşünceli bir şekilde alnını kaşıdı "Müdürümle konuştum da. Ben iş için Delhi'ye gidecektim ya bugün hani-"
Ezgi yerinde endişeyle doğrulurken "Doğru ya! Öğlen gitmen gerekiyordu senin, saat beşi geçti dedin sen bana demin" diyerek Aisha'nın lafını yarıda kesti "Benim yüzümden gitmedin tabii. Ne dedi müdürün? Kovulmadın değil mi?"
"Hayır, hayır sakin ol. Müdürüm katıdır aslında biraz ama çok sever beni. Ailevi olarak acil bir işim çıktığından bahsettim. Her şeyin yolunda olduğunu ve bir daha olmayacağını söyledim. Ancak söylemez olaydım" Kaşlarını üzgünce çatılırken devam etti "O zaman araba gönderiyorum şirkete gelip hazırlanıyorsun bir saat sonraya uçak biletini ayırttım demesin mi? Mecbur gitmek zorundayım yani"
"Gitmeyip de ne yapacaksın Allah aşkına? Neden üzülüyorsun?"
"Babanın uyanmasını kutlayacaktık, ondan olabilir mi acaba?" dedi Aisha yalancı kızgınlığıyla ona cevaben.
Ezgi aralarındaki mesafeyi kapatırken ellerini Aisha'nın kollarına koydu "Üzüldüğün şeye bak. Döndüğünde kutlarız, ben bir yere kaçmıyorum ya" dedi ona takılarak.
Aisha kollarını sıvazlayan ellerini tuttu "Belli mi olur ben gelene kadar dönersen Türkiye'ye? Valla bozuşuruz ona göre" diye konuşarak o da ona takıldı.
"O zaman ne yap ne et işini bitirip çabucak dön, benden söylemesi" İkisi birlikte gülmeye başladıklarında vedalaşmak için birbirlerine sarıldılar tekrar. “O kadar uzun sürer mi işin cidden?” diye sormuştu Ezgi merakla.
Ülke dışına çıktıkları uzun sürüyordu daha çok. Ancak Delhi başkent ve büyük bir şehir olduğu için orada işleri de uzun sürebiliyordu. Barun bu bilgileri ondan değil onu gözlemleyerek edinmişti elbette.
Kolları ayrıldığında Aisha’nın buruk bir şekilde tebessüm ettiğini gördü “En fazla iki gün sanırım. Henüz belli değil ama. Ben babamla ya da Akash abim ile iletişim kurarım seninle” diye konuştu.
Onu söylememişti. Halbuki Barun’u arasa daha kolay ulaşırdı Ezgi’ye. Boğazına oturan yumruyu hissetti Barun yine. Neredeyse dört yıldır doğru düzgün telefon görüşmeleri yoktu zaten onların.
Aisha’ya bu cesareti vermeyen kendisiydi…
“Sen, ben yokken de odamda kalabilirsin. Eşyalarımı kullanmak için de çekinme lütfen” diye konuşan Aisha’nın sesiyle düşüncelerinden sıyrılmaya çalıştı.
“Teşekkür ederim” dedi Ezgi de hemen.
Aisha’nın telefonuna mesaj sesi geldiğinde "Ben ineyim aşağıya artık, araba gelmiş" diye konuştu. Bir adım gerilerken elini kaldırıp Ezgi’ye salladı “Hoşça kal Ezgi”
Buna daha fazla dayanamayıp gözlerini kaçırdı Barun ve önünde kavuşturduğu ellerine baktı. Ona hiç veda etme şansı olmamıştı. Her iş için şehir dışına çıktığında aklının bir yarısı onda kalırdı. Ancak Aisha’nın bundan haberi olmazdı. Tıpkı nereye giderse gitsin onu uzaktan izleyip kollayan adamlarının varlığı gibi…
“Sende öyle” diyen Ezgi’nin sesini duydu.
Derin bir iç geçirdi. Kafasını kaldırdığında Ezgi ile göz göze gelmeyi beklemiyordu. Onların vedalaşmasını bekliyor gibiydi. Aralarının bu derece kötü olacağını düşünmemişti sanırım. Bakışlarından geçen endişeyi gördü sonra. Ne düşündüğünü anlamak zor değildi.
Bir daha bu şansın onlar için olmayabileceği ihtimalini düşünüyordu. Yutkundu. Barun bunun farkındaydı. Ancak bir şey yapamazdı. O kadar cesaretli değildi. Yine de bakışları Aisha’ya döndü.
Aisha da kaçamak bakışlar atmayı bırakıp gözlerini abisine çevirmişti. Bir şey söylemek istedi ama ne söyleyeceğini bilemedi. Sarılmak isterdi ama buna cesareti hiç yoktu. Kafasını eğerek veda edebildi yalnızca.
İçine oturdu bu durum Barun’un. Başını eğdi o da usulca. Gözlerindeki parlayan hüzne bakarken dudaklarını ıslattı. İhtimaller bir kördüğüm olup canını sıktı.
Bir şey söyleyip söylememe konusunda kararsız kalırken en sonunda “Dikkat et kendine” cümlesi dökülüverdi dudaklarından.
"Ederim abi" dedi, şaşırmış olsa da dudakları kıvrıldı buruk bir şekilde Aisha’nın. “Sende dikkat et”
Gözlerini açıp kapayarak onayladı yalnızca onu Barun. Aisha son kez Ezgi’ye dönp gülümsedi ve sırtını onlara dönüp odadan çıktı. Asansöre ilerledi. Gözden kaybolana kadar onun ardından baktı Barun. İç geçirdi istemsizce. Ezgi’nin bakışlarını üzerinde hissedince rahatsızca yerinde kıpırdandı ve gözlerini kaçırdı hemen.
Ofis telefonunun melodisiyle bakışları Ezgi’nin kalktığı koltuğa döndü. Uzanıp telefonu aldı ve ayağa kalktı. Ezgi’nin üzerindeki tedirgin bakışlarını fark etti. Ailesinden kötü bir haber gelmesinden korktuğunu anladı.
Aramayı cevaplayıp kulağına yaslarken "Evet?" diye yanıtladı.
"Efendim, toplantı için aramıştım. Müdür Kirtan Bey ve Vasur Bey geldiler" dedi Sanchi. Sesi çekingen geliyordu.
Barun’un kaşları hafifçe çatılırken toplantıyı tamamen unuttuğunu fark etti. Hintçe konuştuğu için anlamış olduğunu düşünse de yine de Ezgi’ye bakıp onlar olmadığını belirtti.
“Tamam geliyorum” dedi ve kapattı telefonu. Ezgi bu sırada tekrar koltuğa oturmuştu.
Şu an olmak istediği tek yer kesinlikle toplantı salonu değildi. Akşam olmuştu. Acıkmıştı. Ezgi’nin de acıkmış olduğuna emindi. Eve gitmek istemiyordu. Tekrar o sofraya oturmak istemiyordu. Sıkıntıyla sesli bir nefes alıp verdi.
Telefonu masanın üzerindeki yerine koyup Ezgi’ye döndü. Sağ elini cebine atıp kapıya ilerlediğinde “Haydi gel benimle” diye seslendi ona da.
Ezgi yüzündeki soru soran ifadeyle yerinden ayaklanıp peşine düştü. Asansöre bindikten sonra zemin katın tuşuna bastı. Yanında bir hareketlenme hissedince bakışlarını sağındaki kadına çevirdi. Gözleri bir yere dalmışken şok ifadesi ile sağ eliyle ağzını kapatmıştı.
“Ne oldu?” diye sorduğunda sesiyle irkilip ona baktı Ezgi. Burnunun ve yanaklarının kızarmış olduğunu gördü. Kaşları çatıldı Barun’un. “İyi misin?”
Elinin ağzında olduğunu unutmuş gibi telaşla indirdi “Yok bir şey, yok. İyiyim” derken bakışlarını kaçırdı. Bir şey olmadığına daha çok kendini ikna etmeye çalışıyor gibiydi. Üstelemedi Barun.
Tuhaf bir kadındı kesinlikle.
Kata geldiklerinde asansörün kapısı açıldı. Ezgi sesli bir nefes bırakırken Barun’dan önce indi. Barun bu halini garipsedi ama kendisi bir şey söyleyene kadar konuşmamayı tercih etti. Onunla ilgili değildi belki de. Birlikte lobiye doğru ilerlediler. Girişteki çalışan ve halktan kişiler onu görünce etraftaki uğultu azaldı. Barun’un gözleri ise aralarında Ranvir’i aradı.
Onu çıkış kapısının orada sigara içerken gördü. Ranvir içerideki sessizliği fark edip bakışlarını çevirdiğinde onunla göz göze geldi. Onu aradığını anlamıştı hemen. Hızla elinde bitmek üzere olan sigarasını yere attı ve ayağının ucuyla söndürdü. Ardından seri adımlar ile onların yanına adımladı.
Bakışları Ezgi’ye kaydığında hafifçe tebessüm etti ona selam vererek. Barun Ezgi’ye döndü usulca “Son bir toplantım var, ona gireceğim şimdi. O zamana kadar Ranvir eşlik etsin sana sonra gideceğiz” diye konuştu.
Ranvir geldi yanlarına. Ezgi kafasını onu onaylayarak sallarken "Tamam" dedi, Ranvir'e bakıp gülümsedi tekrar.
Ranvir bu güler yüzlülüğe hazırlıksız yakalanırken gözlerinden geçen şaşkınlığa engel olamadı. Ailesinden iyi haberler aldığını düşündü. Ezgi de şaşkınlığını fark etmiş yüzündeki gülümseme büyümüştü. Ranvir’in yanına doğru geçti sonra.
Barun gözlerini Ranvir’e çevirirken Hitçe konuşarak “Ben toplantıdan çıkana kadar göz kulak ol ona, sonra çıkacağız” dedi.
Ranvir bir an ne dediğini anlayamayarak kaşlarını çattı hafifçe. Yine farkında olmadan Türkçe bir deyimi Hintçe söylediğini anladı ve bozuntuya vermeyerek onayladı onu.
Ezgi’ye döndü ardından ve yarım ağız gülümseyerek eliyle çıkışı işaret etti “Gelin bakalım Geeta Hanım”
Ezgi gülümserken ona eşlik etti ve ikisi birlikte çıkışa ilerlediler. Barun adımlarını tekrar asansörlere çevirdi. Asansöre binip beşinci katı tuşladı. Toplantı salonu oradaydı. Salon kapısına doğru ilerlerken ayakları geri geri gidiyordu sanki. Toplantıya girmek istemiyordu. Tam olarak nereye gitmek istediğini de bilmiyordu. İç geçirdi. Gün hiç bitmeyecekmiş gibi hissederken koyu renkteki kapının kolunu indirip içeriye girdi.
EZGİ KAYHAN
Yine o ağaçlı yolda buldum kendimi. Bu sefer koşmuyordum ama. Gayet sakin ve güvenli adımlarla yürüyordum. Önümdeki karaltıyı fark etmemle gözlerimi yavaşça yukarı kaldırdım. Önceki rüyamda sarıldığım adamdı bu. Neden bilmiyorum ama onu takip ediyordum. Sırtı dönüktü, yüzü gözükmüyordu yine. Uzun boyluydu, siyahlar içindeydi ve sağ elinde bir şey tutuyordu.
Neydi o?
Çanta mıydı?
"Ezgi’m"
Babamın yüreğime oturan sesini duymamla yerimde duraksadım. Benim durduğumu adamda fark etmiş gibi o da yerinde durmuştu.
"Baba!"
Babamın sesinin yürüdüğümüz taraftan geldiğini fark etmemle dolan gözlerim o adamın sırtını buldu. Dudaklarım benden iradesiz aralanırken "Siz kimsiniz? Beni babama mı götürüyorsunuz? diye sordum.
Yerinde hareketlendi. Sonra yüzünü bedeniyle birlikte bana doğru döndü.
"Baba!"
Yerimde hızla doğrulurken sağ elim hızla atan kalbimin üzerine gitti hemen.
Sol elimde birinin elini ve omzumda başka bir el daha hissettiğimde "Şşş Geeta, sadece bir kabus" diyen Aisha'nın sesi doldu kulaklarıma. Buğulu gözlerimle yüzüne bakmaya başladığımda kurumuş olduğunu hissettiğim yanaklarım tekrar ıslanmaya başlamıştı.
Neydi o rüya yine öyle?
"İyi misin?" diye benimle konuşmaya devam etti Aisha.
Sesindeki korkunun sebebini anlamlandıramadım. Konuşmak istedim ama olmadı. Boğazımda kocaman bir yumru vardı sanki. Yutkunmaya çalıştım.
O sırada netleşen görüntümle sağ elimdeki serumu fark ettim. Kaşlarım çatılırken elim ona uzandı "Ne oldu bana? Bunu kim taktı?" diye sordum çatallaşmış sesimle. Boğazım acıyordu ve dudaklarım kurumuştu.
Aisha seruma uzanan elimi tuttu hemen "Daha bitmedi serumun, dur." dedi, önüne gelen saçlarını omzundan geriye atarken tepkimi ölçmek isteyen korkak bakışları gözlerimi buldu "Bayıldın, Geeta. Akash abimi çağırdık, o taktı serumu. Sana da geçmiş olsun dileklerini iletmemi istedi"
Bayılmış mıydım?
Akashta buraya mı gelmişti?
O sırada Aisha ve King ile alışverişe gittiğimizi hatırladım.
King neredeydi o zaman?
Başım ağrıyordu. Kafamı bir yere mi vurmuştum?
Aisha hala tedirgin bir şekilde gözlerini üzerimde gezdirirken "Su verebilir misin, Aisha?" dedim. Sorularım için önce konuşabilmem gerekti. Onun içinde boğazımdaki yumrunun geçmesi.
Oturduğu yerden kalkmadan sehpadaki daha önce içtiğim şişeyi uzattı bana. Kapağını açıp birkaç yudum içtim. Boğazımdaki acıma biraz geçse de o yumru hala oradaydı. Neler olduğunu hatırlayabilmek adına gözlerimi etrafımda çevirdiğimde havanın kararmış olduğunu gördüm.
Ne zamandır uyuyordum?
Hem, Barun neredeydi?
"Saat kaç?" diye sordum.
Kolumu okşamaya başladığı sırada "Tam bilmiyorum ama beşi geçmiştir" diye yanıtladı beni endişeli sesiyle.
Neden hala endişeliydi? Dikkatini üzerimden ayırmıyor sanki bir şey olacakmış gibi tetikte bekliyordu. Tekrar fenalaşmamdan mı korkuyordu?
Ben neden bayılmıştım? En son annemle konuşuyordum. Doktor gelmişti.
"Ne demek kalbi durdu?"
Zihnimden kulaklarıma doluşan Alperen'in sesiyle gerçekler bir bir gözümün önüne düştü.
Babam...
Göğüs kafesim hızla inip kalkarken ellerimle kulaklarımı bastırıp o sesin kesilmesini istedim "Hayır, hayır doğru değil" yerimden doğruldum hızla ve ayağa kalktım.
Başta sendeler gibi olurken sonra dengemi sağladım. Aisha’nın da ayaklandığını gördüm. Sağ kolumdaki henüz bitmemiş serumu umursamadan hızla çıkardım.
“Geeta, yapma” Aisha bana engel olmaya çalışmıştı ama geç kalmıştı.
Gözyaşlarım hızını arttırdı. Sık nefeslerim arasından nefes almaya çalıştım. Ben burada duramazdım. Babamın yanına gitmeliyim. Hayır, o gidemezdi. Gidemezdi!
"Geeta, lütfen biraz sakin ol. Bak dinle beni önce" Aisha karşımda dururken onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Bu hatırladığım gerçeğin doğruluğunu kanıtlar gibiydi. Canım yandı. Elleriyle kollarıma uzandı ama bana engel olmasına izin vermeyecektim. Gidecektim buradan. Gitmeliydim.
Bir iki adım gerileyip "Geeta deme bana, sus. Yaklaşma! Dokunma!" diye sayıkladım güçsüz çıkan sesimle.
Hızla göğsüme çarpan kalp atışlarımdan nefret ettim. Sakin olmak istemiyordum. Ben… Ben gitmek istiyordum.
Ellerini kendine çekip havaya kaldırdı "Tamam, Ezgi diyeceğim. Hiçbir şey de yapmayacağım. Tamam mı? Ama lütfen biraz sakin olmaya çalış" korkudan titreyen sesiyle beni yatıştırmaya çalışmaya devam etti.
Onu dinlemedim. İstemedim. Kafamdaki ses susmuyordu çünkü.
"Ne demek kalbi durdu?"
Ellerimle yüzümü kapattım bu sefer ve kafamı iki yana sallamaya başladım. "Hayır, sus. Sus! Sus!" artık çığlık atıyordum belki de ama kendi sesim yabancı bir ses gibi geliyordu kulaklarıma.
"Ezgi! Duyuyor musun beni?" Aisha'nın sesi tekrar araya girdiğinde dayanamamış yanıma doğru adımlayarak koluma dokunmuştu.
Geri çekildim hemen "Benim gitmem gerek. Benim babamın yanında olmam gerek" kolumu ondan çekip kapıya yöneldim.
Aisha hemen önüme geçip durdurdu beni yine "Ezgi, Allah aşkına bekle abim gelsin. Sonra konuşalım ne yapacağımızı tamam mı?"
"Hayır, hayır. İstemiyorum! Ben babamı istiyorum. Çekil önümden gideceğim" diyerek onu geçmeye çalışırken tekrar kolumdan yakaladı. Kolumu hızla geri çekip bir iki adım geriledim yine.
"Ezgi-"
"Senin babanın sana ihtiyacı olsaydı ben senin ona gitmeni engellemeye çalışmazdım" diyerek onun lafını böldüm. Sesim her an yıkılacakmışım gibi çıkıyordu. Buna rağmen asla sakin değildim. Delirmek üzereydim. Hiçbir şey düşünemiyordum.
"Ezgi," dedi üzgünce o sırada kapı açıldı birden. Gelen Barun’du. Aisha ondaki bakışlarını bana çevirip “Bak abim geldi. Sakince konuşalım, düşünelim tamam mı?” dedi, sesi titriyordu.
Duymadım ne dediğini. Kafamı iki yana sallarken şimdi kaşları çatılmış bana bakan adama doğru ilerlemeye çalıştım.
O anlar mıydı ne istediğimi yoksa engel mi olurdu kardeşi gibi?
Titriyordum. Üstüne başım dönüyordu ama pes etmedim. Bu halimi fark etmiş gibi o kapattı aramızdaki mesafeyi.
"Kaymakam Bey, benim gitmem lazım! Benim Türkiye’ye dönmem lazım! Bir şey yapın, ben burada kalamam!" nefesim yetmezken sonlara doğru sesim boğuklaşmıştı.
"Ne demek kalbi durdu?"
Ellerimi saçlarıma atıp çekiştirmeye başladım sinirle. Allah'ım sen aklıma mukayyet ol!
Koluma bir el değdi. İrkilirken telaşla kolumu kurtarıp bir iki adım geriledim. Yüzümü o tarafa çevirdiğimde Aisha'nın korku ve endişe dolu yaşlı gözleriyle karşılaştım.
"Ezgi, lütfen sakinleş. Korkutuyorsun beni, lütfen" dedi bakışlarını abisine de değdirerek.
Neden korkuyordu? Aklımı kaybedeceğimden mi? Belki de çoktan kaybetmiştim. Ne yapacağım? Nasıl eve döneceğim? Başımdaki sol elimle saçlarımı çekiştirdim tekrar. Barun’un adımlarını gördüğümde beni sakinleştireceği korkusuyla attığım adımları geri aldım.
"İstemiyorum anladın mı? Sakinleşmek istemiyorum! Babamı istiyorum ben! Gitmem lazım. Burada olmak istemiyorum!" dedim titreyen sesimle. Diğer elimle bedenimin yanına vurduğumu hissettim o an.
Ne zamandır olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu ama canım yeni yanmaya başlamıştı. Buna rağmen durmadım. Buğulu gözlerim zemine inerken aynı şeyi tekrarlamaya devam ettim. Ne kadar çok söylersem onları gitmek istediğime o kadar ikna ederdim değil mi?
Birden kollarımdan tuttu biri ve beni kendine çekti. Ferah ve ahşap kokusu. Kalbimin sesi kulaklarımda atarken buğulu gözlerim boynundaydı. Sol tarafındaki kahverengi lekeye sabitlendi gözlerim.
Ellerimle beni tutan kollarına yapışırken itip kurtulmaya çalıştım kollarından. O da engel olacaktı bana. “Bırakın beni! Gideceğim!” diye bağırdım sık nefeslerim arasından.
Bu bırakmak yerine kollarını daha çok sıkılaştırmasına sebep oldu. Öfkelendim ve kollarına vurmaya başladım. Bırakacaktı! Dinlemeyecektim onu! Gitmek istiyordum. Babam beni bırakmazdı. Bende onu bırakmayacaktım.
"Geeta, yüzüme bak" diye konuştuğunda sıcak nefesi saçlarıma çarptı. Sesinin netliği ve sakin tonu bana olduğum yeri hatırlattı. Ellerim ona vurmayı bıraktı yavaşça. Nefes nefeseydim. Göğsümün hızla inip kalktığını fark ettim.
Bakışlarım bu komutu bekliyormuş gibi yüzüne çıktı usulca. Kafamı iki yana salladım “Geeta değilim ben, hayır değilim” dedim, çatallaşan sesimle. Koyu kahvelerinde karşılaştığım sıcaklık içimdeki fırtınaya güçlü bir darbe vurmuştu.
“Tamam değilsin” dedi o da kafasını sallayıp beni onaylayarak. Gözlerindeki ifade iyice yumuşamıştı. Yüzlerimizin ne kadar yakın olduğunu o an fark ettim. Beynim tekrar düşünmeye başlamıştı sanki. “Beni duyuyorsun değil mi Ezgi?”
Evet, Ezgi’ydim ben.
Babamın Ezgi’si. İki gözü…
Bir hıçkırık kaçtı dudaklarımdan. Şu zamana kadar gelmemesine şaşırmıştım. Onu kafamı sallayarak onaylarken hıçkırık atağım nefes alışverişimi daha da zorlaştırmaya başladı.
Benim kalbim ağrıyordu…
“Ne demek kalbi durdu?”
Kafamın içindeki ses yüreğimdeki acıyı tekrar katlarken kollarına tutunduğum ellerim sıkılaştı. Gözyaşlarım usulca yanaklarıma süzüldü.
“Benimle birlikte burnundan nefes al ve ağzından ver, haydi” dediğinde sesine tutundum bu defa.
Yoğun bakan gözlerinden kaçmak için bakışlarımı boynuna doğum lekesine indirdim tekrar. Hıçkırmaya devam ederken farkında olmadan söylediğine uymuş onunla birlikte burnumdan nefes alıp ağzımdan vermeye başlamıştım.
Kendimi ne kadar sıktığımı o zaman fark ettim. Kasılan bedenim anında gevşemişti. Özellikle omuzlarım ağrımaya başlamıştı gevşeyince. Nefes alışverişlerim düzene girince daha sakin hissettim kendimi.
"Babam... Benim öldüğümü – Hıçkırık- sanıyor. Bu yüzden... Gidiyor. Benim yanıma – Hıçkırık- gidiyor olduğunu sanıyor" Boğazıma binen yumruyla zar zor konuşmaya çalışırken sesim hiç olmadığı kadar çaresiz çıkmıştı.
Sesim gibi titrediğini yeni fark ettiğim ellerimi bileklerine indirdiğimde irkildiğini hissettim. Amacım beni bırakmasını sağlamaktı ama ondan güç aldığımı fark etmemle ona karşı direnmekten tamamen vazgeçtim.
Gözlerim gözlerine çıktı. "Benim onun yanına... Gitmem – Hıçkırık- gerek. Elinden tutmam ve yanında – Hıçkırık- olduğumu – Hıçkırık- hissettirmem gerek"
Beni anlamasını isteyerek baktım gözlerinin içine. Ve istediğimi aldım. Bu bakışını çözmüştüm onun. Anlıyordu beni… İçimdeki korkunun ve özlemin boyutunu görüyordu. Sıcak bir his yayıldı içime. Umut gibi…
Düşünmeye başlayan beynim ondan ne istediğimi yeni idrak ediyordu. Buradan gitmek için onun bir yol bulmasını istiyordum. Ne yapabilirdi ki? O daha ne yapabilirdi Ezgi? Omuzlarım düşerken gözyaşlarımın hızlandığını hissettim.
"Belki de buna gerek kalmadan çoktan hissetmiştir" diye konuştu gözlerime bakmaya devam ederek. Kaşlarım hafifçe çatıldı. Bu... Bu da ne demekti? Kafamın arkasında bir uyuşma hissettim. Dudakları aralandı tekrar "Baban yaşıyor, Ezgi"
“Abi! Gerçekten mi?!” Aisha’nın coşkuyla gelen sesini işittim. Barun bakışlarını ona çevirip gözlerini kapatıp açarak onu onayladığında onu izliyordum hala. Yutkunmaya çalıştım.
Baban yaşıyor, Ezgi.
“Ne?” Tuttuğumun farkında olmadığım nefesimi bıraktım usulca.
Ezgi’m!
Rüyamda babamın duyduğum sesi yankılandı zihnimde. Dizlerimin bağı çözüldü sanki ve öne doğru sendeledim. Korkuyla bileklerindeki elimi kollarına çıkarırken Barun benden önce davranmış hızlı bir refleksle elini belime sarmıştı. İstemsizce irkilsem de yüzüne bakmaya devam edip duyduklarımı sindirmeye çalıştım.
Doğru duymuştum değil mi? Babam yaşıyordu!
"Doğru mu - hıçkırık- yaşıyor mu babam gerçekten?" Kalbim bu defa bunun heyecanıyla göğsüme öyle hızlı çarptı ki harflerin çoğunu yutmuş konuşamamıştım.
Başını salladı beni onaylayarak. "Doğru, yaşıyor. Sen uyurken aradılar. Bizzat konuştum onunla” diye konuştuğunda koyu kahveleri umudun rengiydi o an benim için.
Bu kadar uzun uyuduğum için kendine kızmadan edemedim. Belki onun aradığı zamana denk gelebilirdim… Onun sesini duymuştu. Barun’u kıskandım onunla ilk o konuştuğu için. Buna rağmen içim kıpır kıpırdı.
Rüya mıydı bu da yoksa?
Olmasın…
Kuruyan dudaklarımı araladım tekrar ve kendimi tutamayarak "Gerçekten - hıçkırık- konuştunuz mu onunla?" diye sordum.
İnanamıyordum. Rüya değildi!
Duraksadı bir an ardından dudaklarını birbirine bastırdı “Evet, konuştum” diye doğruladı beni tekrar.
Kalbimden bir kuş canlanıp kanatlandı sanki. Dudaklarıma gelen tuzlu tat arttı. Yeniden doğmuş gibi derin bir nefes aldım. Gülümsedim. Bir daha hiç gülemeyecekmiş gibi hissetmiştim halbuki.
Tekrar dengemi kaybeder gibi olduğumda ona daha çok sıkı tutunurken o da belimdeki elini sıkılaştırmıştı. Kokusunu içime çektim istemsizce. Sol kolunu kendine çekerken belimden destek vererek beni yürümeye teşvik etti. Aisha bize yol verirken beni kalktığım koltuğa oturttu. İtiraz etmedim.
“Baban da senin uyanmanı bekliyor. Arayacağını söyledim” dedi yatıştırıcı ses tonuyla.
Babam yaşıyordu! Onunla konuşacaktım! Şükürler olsun... Yüzüne bakmaya devam ederken o da sehpaya karşıma oturmuştu.
Aisha da koltuğa aramızda belli bir mesafe kalacak şekilde otururken “Durumu nasılmış peki abi? Seninle konuştuğuna göre iyi olmalı?” diye sordu benim yerime.
Ona söylediklerim geldi aklıma. Nasıl korkuttuysam yanıma yaklaşmakta tereddüt ediyordu. Şoktaydım ve aklımdaki tek düşünce babamın yanına gitmekti. Düşünememiştim. Elimde değildi o an ama kendime kızmadan edemedim yine.
“Detaylı olarak durumu hakkında konuşmadık ama Oğuz abisi tehlikeyi atlattığını söyledi. Babasının sesi de yorgun geliyordu doğal olarak. Sadece Ezgi’yi sordu” dedi o sırada Barun.
Çok korkmuş olmalıydı. Bunu tahmin etmek bile canımı yakarken o bunları hissetmişti. Onun kalbinin... durduğunu duyduğumda belki de bin mislini yüreğimin ortasında hissetmiştim. O artık iyi olacaktı ve ben az sonra onun sesini duyacaktım. Gözlerim tekrar dolarken sağ gözümden bir damla yaş aktı.
Şükürler olsun…
Barun’un kolunda olduğunu unuttuğum elimi çektim hemen ve yanımda oturan Aisha'ya döndüm "Sende duyuyorsun değil mi Aisha? Babam yaşıyor!" diye şakıdım. Aramızda bir dargınlığın olmadığını göstermek istemiştim böylelikle de.
Bunu anlamıştı. Hiç bozulmamıştı o an ki tavırlarıma çünkü. Bakışlarında gördüm bunu. Sadece çekiniyor olmalıydı ki benden bir adım beklemişti. Dolu gözleri arasından kocaman gülümsedi. İkimiz de aynı anda öne doğru atıldık ve kollarımızı birbirimize sardık. Buna ihtiyacım vardı.
Aisha elini yavaşça sırtımda gezdirirken kendimi daha iyi hissettim. Sonra kulaklarımı ağlamaktan onun da boğuk çıkan sesi doldurdu "Duymaz olur muyum canım? Bu son zamanlarda duyduğum en güzel haberdi hatta. Dualarımız kabul oldu, daha ne olsun?"
Onun babam ve abim için dua ediyor olması içimi okşadı. Kollarımı sıkılaştırırken “Özür dilerim seni üzdüysem” diye konuştum.
“Sorun değil” kafasını iki yana salladığını hissettim “Önemli olan iyi olman”
Ondan ayrılırken gözlerinin içine teşekkür ederek baktım bu defa. Başını eğip gülümsedi. Ardından bakışlarını abisine çevirdi. Garip bir bakışma geçti aralarında ama konuşmadılar.
Birden aklıma en son annemin telefonda ses vermeyişi geldi. Bayılmıştı muhtemelen benim gibi. O an korkudan düşünememiştim bu ihtimali. Bakışlarım Barun da dururken “Annem yok muydu babamların yanında? İyi miymiş?” diye sordum hemen.
Konuşmamla birlikte gözleri bana döndü. Ellerini önünde kavuştururken “Annende senin gibi bayılmış ama durumunun iyi olduğunu söyledi Oğuz abin” diye konuştu durgun bir sesle.
Rahat bir nefes alırken gözyaşlarım usulca süzüldü yanaklarımdan. Buruk bir şekilde gülümsedim. “Hemen arayalım - hıçkırık - onları o halde” dedim, sabırsızca yerimde kıpırdandım sonra.
Gözleri bir an dalmış gibiyken oturduğu yerden ayaklandı. "Evet, arayalım doğru" diye mırıldandığını duydum kendi kendine.
Masasının üzerinden ofis telefonunu aldı. Ardından tekrar yanıma gelip direkt bana uzattı telefonu. Buna şaşırsam da bozuntuya vermeyip telefonu elinden aldım. Parmaklarım dahil tüm bedenim titriyordu sanki hala. Annemin numarasını tuşladım. Derin bir nefes alıp bıraktım ve telefonu kulağıma götürdüm. Gözlerim önümdeki sehpanın üzerinde gidip gelirken heyecan ve gerginlikten terleyen sağ elimin içini elbiseme sürtmeye başlamıştım.
Yerimde ileri geri sallanmaya başladığım sırada "Kızçem" Annemin pürüzlü sesi doldu kulaklarıma. İki damla yaş süzüldü yanaklarıma doğru.
"Anne," dedim. Boğazım düğümlendi tekrar, konuşamadım bir an. Anladı o da. İç geçirdi. “İyisin değil mi?” diye sordum, ondan da duymak istiyordum.
"Ben eyiyim” dedi hemen bu çok da önemli değilmiş gibi. “Baban uyandu Ezgi’m!" dediğinde bunu ondan duymak içimde uçan kuşa can kattı. Sevinci yüreğimi sarıp sarmaladı. Gözlerimi kapattım ve dudaklarımın kıvrılmasına izin verdim.
"Biliyorum anne, çok şükür" dedim, dudaklarım titriyordu hala. Gözlerimi tekrar aralarken "Durumu nasıl? O, iyi artık değil mi? Onunla konuşmak istiyorum anne" diye sabırsızca konuşmaya devam ettim.
Rahatlamış gibi derin bir nefes alıp verdi verdi “Çok şükür kızçem, çok şükür. Doktor tehlikeyi atlattiğuni söyledi. Ama gene da birkaç gün gözetime altına almak istediklerini söyledi. Her şey o kadar üst üste geldiki, babanın sağ ayağının alçuda olduğunu söylemeyu bile unutmuşuk sana”Dediğinde endişeyle kaşlarımı çatmadan edemedim. “Ciddi bişey değil, endişelenmeyesun, çatlak varmış. Ayağa kalkmasi zaman alabilirmiş gene da. İyice dinlenmesi gerekiyormuş"
Sesi son cümleyi söylerken imalı ve sitemkâr çıkmıştı. Babamaydı bu belli. Bunu bile özlemiştim…
Bu sırada elime bir el değdi. Buğulu gözlerim Aisha'ya döndü. Sıcacık gülümsedi. Gülümsemesine karşılık vermeye çalıştım.
"Bak telefon diyafona alayrum artık. Baban sabursuzlandi, söylenup durayi" diyen annemin sesiyle gözlerimi tekrar önüme çevirmiş heyecandan koltukta öne doğru kaymıştım biraz daha.
"Ezgi’m... İki gözüm"
İki gözüm…
Yorgun sesi kulaklarıma dolduğunda içimi öyle yoğun bir duygu seli sardı ki hayatımda hiç bu kadar duyguyu aynı anda hissetmemiştim.
"Babam..." dudaklarımdan bir hıçkırık kaçtı. Gözyaşlarım önünü alamadığım bir şekilde hızlandı.
Ona sarılmak istiyordum. Kokusunu içime çekmek ve güvende hissetmek istiyordum…
"Ah… Şükürler olsun... Vallahi çok korkuttun bizi iki gözüm… Çok korkuttun. Rabbim bu korkuyu ne bana bi daha… ne de başkasına yaşatsın"
Ağlıyordu… Babam ağlıyordu. Benim babam ağlamazdı ki... Kalbime çöken ağırlığın haddi hesabı yoktu.
O ne olursa olsun acısını, üzüntüsünü kimseye göstermezdi. Annesinin ölüm yıl dönümünde bile amcam, halalarım herkes ağlardı. O, tek damla yaş dökmez içinde yaşardı acısını. Daha önce babamı hiç ağlarken görmemiştim. Şimdi de görmüyordum, göremiyordum ama duyarken bile içim parçalanırken onu ağlarken görsem dağılırdım.
"Özür dilerim baba - hıçkırık- Çok özür dilerim"
Hepsi benim yüzümdendi. Eğer ona bir şey olsaydı kendimi asla affetmezdim.
Allah'ım ne olur sen Yiğit abimi de bize bağışla…
Boğazını temizlediğinde ağladığını belli etmemeye çalıştığını anladım "Takdiri ilahi kızım… senin bi kabahatin yok ki… neye özür diliyon?" dedi, sesini kızgın çıkarmak istemişti ama yapamamıştı yine.
İlk defa duygularını saklamak konusunda beceriksizdi babam. Bu başımıza gelenlerin onu ne kadar yaraladığını görmemi sağladı tekrar.
Ağlamam şiddetlendi. Hıçkırıklarım da öyle "Bende çok korktum – Hıçkırık- baba. Hem de çok – Hıçkırık- korktum." dedim zar zor boğuklaşan sesimle. Dudaklarımı birbirine bastırdım.
"İyiyim kızım ben… Ama bak sen böyle ağlamaya devam edersen… taburcuyu maburcuyu beklemem... vallahi çıkar gelirim ha, ona göre"
Bunu yapabileceğini bildiğimden kaşlarım çatıldı hemen "Hayır, baba! Ağlamıyorum – hıçkırık- tamam. Yapma öyle – hıçkırık - bir şey" dedim çabucak. Boştaki elimle yanaklarımı kurulamaya çalıştım sonra.
Bu sırada Aisha sehpanın üzerindeki sürahiden doldurduğu su bardağını uzatmıştı bana. Elinden alıp birkaç yudum aldım ve annemin konuşmaya dahil olmasıyla geri bıraktım hemen sehpaya "Kızum, ha bu babana sen bir şey de bari. Doktorlara 'benum çikişumi verun eyiyim ben' deyi direteyi. Neymişmiş gelip seni alacağmuş ordan"
Babam annemin bunu bana söylemesini istemiyor olacak ki anneme homurdanmaya başladığını duydum. Duyduklarım karşısında kaşlarım üzgünce çatıldı bu defa.
"Baba Allah aşkına daha kaç – Hıçkırık- saat oldu gözlerini açalı?! Üstelik büyük bir tehlike – Hıçkırık- atlattın. O halde bir de buraya – Hıçkırık- gelmeyi mi düşünüyorsun cidden?! Hem abim var – Hıçkırık- durumlar böyleyken buraya gelemezsin" dedim, sesimin sert çıkmasını istemiştim ama daha çok kırgın çıkmıştı.
Böyle düşünmemeliydi. Ben yeterince onlara karşı kendimi suçlu hissederken en azından iyi olana kadar bir de benim için uğraşmamalıydılar.
Ancak babam benim düşündüklerimin aksine inat etmeye devam etti "Oğlum… orda yatıyo, ben burda duruyom elimden bi şey gelmiyo… Bari kızım için bi şey yapmalıyım" dedi, hala zor konuşuyordu. Yüreğim sızladı bu düşüncesine. Sesi ise gerçekten kararlı geliyordu bu konuda.
"Baba yapma. Böyle söyleme… En başta annemin ve oradaki herkesin senin desteğine çok ihtiyacı var şu an. Sen önce doktorların – Hıçkırık- gözetimi altında iyileşmelisin ardından onların yanında olmalısın. Hem ben iyiyim gerçekten, benim için endişelenmene gerek yok" diyerek yine de onu ikna etmeye devam etmeye çalıştım.
"Yok daa, bi kere inat etti! Neymiş seni gelip kendi alacağumiş. Burda bekleyip durmaya dayanamazmiş, kimseye de güvenemezmiş!” Annem tekrar araya girdiğinde sesindeki öfkenin yanında endişesini de hissediyordum. Onu sadece benim ikna edebileceğimi biliyordu ve ona göre oynuyordu.
"İki gözüm-"
Babamın ısrar etmeye devam edeceğini hissettiğim sesiyle konuşmasına izin vermeyip "Baba lütfen. Tamam sen gel. Sen al beni buradan ama Yiğit abim de iyi olsun öyle gel" diye konuştum, onu ancak böyle ikna edebilirdim ve öyle de yaptım. Madem buraya gelmeden içi rahat etmeyecekti o zaman Yiğit abimin de iyileşmesini bekleyecektik.
Çünkü ne kadar onu ve annemleri düşündüğüm için şimdi buraya gelmesine karşı çıksam da aslında bende çok isterdim gelip beni almasını.
Hıçkırıklarım azalmışken gözyaşlarım yanaklarımdan süzülmeye devam ediyordu. Sesli bir şekilde iç geçirdiğini duydum babamın "Ana kız çürüteceksiniz beni… Tamam nasıl istiyosanız öyle olsun" dedi en sonunda.
İçim hiç olmadığı kadar rahatlarken "İnan hepimiz için en iyisi bu babacım" dedim burnumu çekerek.
"Oğuz bi şeyler anlattı… Kaymakam Bey yardım ediyomuş bize… Ailesi evinde ağırlıyormuş bi de seni?" diye bir de benden doğrulamak ister gibi konuştu birden. Yaşıyor olsam da şimdi de buradaki halimden endişeliydi.
Gözlerim Aisha'ya döndü. Koltukta bana doğru dönmüş sol dirseğini koltuğa yaslayarak buruk bir tebessümle beni izliyordu. Gözlerimizin buluşmasıyla dudaklarındaki gülümseme büyürken bende gözyaşlarım arasından ona tebessüm etmeye çalıştım. Bakışlarımı istemsizce Barun’a çevirdiğimde onu masasına yaslanmış bir şekilde beni izlerken yakaladım.
Çekinerek bakışlarımı kaçırdım hemen "Evet, baba doğru. Hepsi iyi insanlar – hıçkırık - beni çok iyi ağırlıyorlar burada, aklınız bende kalmasın" diye yanıtladım sonra babamı.
Daha ne yapabilirlerdi ki benim için? Hiç kimseye hissetmediğim kadar minnettar hissediyordum onlara karşı.
"Senun yürecüğünün temizliğunun şansıdur bu kızçem" dedi annem hemen.
Şans değildi anne. Bu insanlarla karşılaşmam kesinlikle şans değildi. Bunu tüm yüreğimle hissediyordum.
Onlarla nasıl anlaştığımızı sormadıklarına göre Barun abime annesinin Türk olduğunu söylemiş olmalıydı.
"Allah razı olsun hepsinden… Azıcık toparlanıp kendime geleyim... konuşurum onlarla da… Sen kendine iyi bak iki gözüm. Yıpratma kendini bu kadar… Allah’tan ümit kesilmez” dediğinde uzun süre nefeslendi. Fazla konuşmuştu, yorulmuş olmalıydı. Ağzımı açacağım an tekrar konuştu “Yemeden içmeden kesme sakın kendini ha… Vallahi doğru söyle, bi şeyler yiyebiliyon mu orda sen?"
Sorusu buruk bir tebessüme yol açtı dudaklarımda. Üzüldüğümde ne tür bir ruh halinde olduğumu biliyordu.
"Merak etme, babam. İyi – Hıçkırık - olacağım" dedim güven veren bir sesle.
“Yiğit’im de iyi olacak… Allah'ın izniyle de gelip alacam seni inşallah" diyerek tembihlemeye devam etti beni. İçimi rahatlatmaya çalışıyordu ve bu bütün terapilere bedeldi.
"İnşallah babacım, âmin" dedim, gözlerimi kapattım ve iç geçirmeden edemedim.
"Kızçem, babani daha da yormayalim olur mi? Dohtor diyeyi ki kendini çok yormasun, yarin gene konuşursunuz"
"Ya hanım sen ne karışıyosun? İyiyim ben!"
Onların birbirleriyle didişmesini bile özlemiştim. Dudaklarım kendiliğinden büzülürken aynı zamanda tebessüm etmeye çalıştım. "Babacım annem haklı. Sen iyice – hıçkırık - dinlen biraz. Söz yarın erkenden arayacağım sizi tekrar"
Her ne kadar bende telefonu kapatmak istemesem de birimizin geri adım atması gerekiyordu. Ve bu şu an asla babam olmayacağı için bunu ben yapmıştım.
"Sen ne zamandan beri ananı haklı bulur oldun kız? Hindistan havası mı çarptı sana ne oldu?"
Genelde babamı koruduğum için babam şu an şoklardaydı. Dudaklarımdaki gülümseme gittikçe büyürken "Şartlar artık bunu gerektiriyor" dedim, bilmiş bir şekilde.
"Öyle olsun bakalım Küçük Hanım… Sabah bekliyor olacam"
"Sabaha kadar uyumaz oturur he şimdi bu!" diyerek annem de katıldı çekişmemize. Aynı zamanda babamla uğraşmaya devam ediyordu hala.
"Baba ya sakın!" dedim dudaklarımdan minik bir kıkırtı çıkmıştı. O an ikimizin de birbirimizin içini rahatlatmak için eskisi gibi davranmaya çalıştığımızı fark ettim.
Her şey yine eskisi gibi olabilirdi değil mi baba?
"Yahu bakma sen şu anana. Sanki verdikleri ilaçtan başımızı kaldıra biliyomuşuz gibi hatun bi de sabahlıyacak diyo" diye konuştu babam huysuzca. Sinirlenmiş şive kaymıştı yine.
"Tamam hadi inandım. Kapatıyorum artık." dedim sırıttığımı fark ederek. Hıçkırıklarım tamamen kesilmişti artık.
"Allah'a emanet ol yavrum. Selamlarımızu da ilet Asaf Bey oğlum ile ailesine" dedi annem şefkatli sesiyle.
Asaf Bey oğlum mu? Ne ara oğluma terfi etmişti bu adam?
"Tamam anne iletirim, öptüm ikinizi de" dedim, sesimdeki özlemle.
"En çok beni ama he değil mi?" diye sordu babam yorgun olmasına rağmen muzip çıkan sesiyle araya girerek.
Unutmamıştı…
"Var mı isteğiniz annem İstanbul’dan, gelirken getireyim?"
"Yok, yavrum. Sağ salim gel, yeter"
"Tamamdır. Öptüm ikinizi de ama en çok babamı"
Babamın erkeksi gülen sesi doldu kulağıma. Benim de yüzümdeki kurnaz gülümseme büyüdü bununla birlikte.
"Cık cık cık" Annemin bizi yine onaylamayan sesiyle o günlerden birinin düşünden sıyrıldım.
Bunu her telefon konuşmamızda yapardım. Babamla bir olup annemle uğraşmaya bayılırdık. Derin bir iç geçirmeden edemedim yine. İçimdeki özlem dolup taştı kalbimden.
İçimin burukluğuna rağmen dudaklarımı saran kocaman gülümsememle "Elbette en çok seni baba. Hadi Allah'a emanet olun siz de. Görüşürüz " dedim. Ardından hiç istemeyerek de olsa aramayı sonlandırdım.
Bununla birlikte Aisha'nın yerinde doğruluğunu hissederken dudaklarımdaki şapşal gülümsemeyle bakışlarımı ona çevirdim. Bana doğru uzandı ve iki eliyle yanaklarımdan tuttu birden "Bir insana gülmek bu kadar mı yakışır? Bak bak şuna bak" diyerek yanaklarımı sıkmaya başladı.
Kıkırdadım söylediğine ve burnumu çektim. Ağlamak istemiyordum artık. İçimdeki sevinçle ona doğru sarılmak için hareketlendiğimde bunu anlamış o da yerinde bana doğru kayıp kollarını açmıştı.
Sarılmak başlı başına çok güzel hissettiren bir eylemdi ve ben sarılmayı çok severdim. Kendimi daha iyi hissettim yine. Başımı iyice omzuna yaslarken "İyi ki varsın Aisha" diye mırıldandım.
“Sende Ezgi” derken belimdeki ellerini sıkılaştırmıştı.
Telefonunun çalmasıyla kollarımızı birbirimizden ayırdık. Aisha diğer koltuktaki çantasından telefonunu çıkarıp arayan kişiye baktığında yüzünün düştüğünü gördüm.
Kaşlarım bununla birlikte merakla çatılırken Aisha "Ben geliyorum hemen" diyerek konuşmak için odadan çıkmıştı. Merak etmeden edemedim kimin aradığını.
Sulu gözlerimi Barun’a çevirdiğimde yine hissetmiş gibi onun da gözleri gözlerimi bulmuş göz göze gelmiştik. Farklı bakıyordu şimdi gözlerime sanki. Daha yumuşaktı bakışları. Daha derindi. Onu da korkutmuştum belki de. Hafifçe tebessüm ettim. Ardından gözlerimi kaçırırken ellerimle yüzümü kapatıp sıvazladım ve kendime gelmeye çalıştım.
"Baban buraya gelmeyi düşünüyor sanırım?" Aramızdaki sessizliği bozmasıyla tekrar bakışlarım onun yüzüne dönmüştü.
Sorusu ise beni beklemediğim yerden vurmuştu. Oturduğum yerde biraz geri kayıp rahat bir pozisyon almaya çalışarak kastığım bedenimi rahatlatmaya çalıştım.
"Evet, öyle. Uyanır uyanmaz doktorları darlamaya başlamış bile."
Masaya yaslanmayı bırakırken dudaklarını birbirine bastırmıştı “Aslında abin söylemişti bunun olacağını biliyor musun?" dedi, sesinde bir inanamazlık sezmiştim.
Abim ne söylemişti ki ona?
Beklemediğim bir şekilde dudağının ucu kıvrılmıştı. Masasının arkasına geçerken “Babam uyansın bizden birini mi göndeririz yoksa kendi mi gelir ona karar veririz demişti. Ardından da gerçi kesin kendisi gelmek isteyecektir, bilirim huyunu demişti" diye konuştu. Çekmecesini açarken içinde beyaz bir kutu çıkarıp masanın üzerine koydu.
Onu izlerken buruk bir gülümseme sardı dudaklarımı. "Babam bazen annemden bile inatçı olabiliyor" Annem de o Karadeniz inadı dedikleri inat vardı ama bazen babam da onu aratmıyordu gerçekten.
"Durumu nasıl peki? Tehlikeyi atlatmış mı?" diye sormasıyla şaşırmadan edemedim. Kendisi konuşmaya pek yanaşmadığı için üst üste sorular sorunca şaşırmadan edemiyordu insan.
Gözlerim yüzüne çıktı tekrar. Onun bakışları ise önündeki kutudaydı. “Çok şükür o iyi artık. Bir süre daha gözetim altında tutulması gerekiyormuş. Sağ ayağı alçıdaymış bir de. Bunu söylememişlerdi daha önce. Onun dışında ciddi bir yarası yokmuş. Dinlenmesi gerekiyor tabii bolca”
Anladım dercesine kafasını salladı. Ardından ellerinde pamuk ve küçük bir şişe gördüğümde bana doğru geldi. Karşıma sehpaya oturdu. Kaşlarım hafifçe çatıldı yüzüne bakarken. Bakışlarımı fark etti ama bir şey söylemedi. Pamuğu ve yeni fark ettiğim yara bandını yanında sehpaya bırakırken diğer eliyle küçük şişenin kapağını açtı.
“Ne yapıyorsunuz?” diye sordum merakla.
Küçük bir parça pamuk alırken şişenin içindeki sıvıdan damlattı üzerine biraz. Gözleri gözlerime döndüğünde “Sol elini uzatır mısın?” diye sordu.
“Ne?”
Bakışları kucağımdaki ellerime kaydı “Elin kanamış. Öyle kalmasın mikrop kapar”
Kaşlarım daha çok çatılırken sol elime baktım. Üzerindeki kurumuş kanı o zaman fark ettim. Ensemdeki tüyler ürperdi hemen. Serum iğnesini sertçe çıkardığım için öyle olmuş olmalı. Gözlerimi kaçırdım daha fazla bakamayarak. Kan görmekten hoşlanmazdım.
Onun da sol elinin içini bana doğru açmış olduğunu gördüm. Bu ilgisine ve inceliğine şaşırmadan edemedim yine.
“Rahatsız olursan kendin de yapabilirsin?” dedi.
Sessiz kalmamdan rahatsız olduğumu düşünmüştü. Rahatsız olduğum şey ona dokunmak değil kanıma dokunmaktı.
Elimi uzattım ve elinin üzerine koydum ondan rahatsız olmadığımı göstererek. Elimi tutmuyordu zaten, eli sadece yer görevi görüyordu. Büyük elinin içinde benim elimin küçücük kaldığını gördüm. Teninin soğukluğu ise hafifçe kaşlarımı çatmama sebep oldu.
Hava da soğuk değildi. Kansızlığı mı vardı acaba?
Bakışlarını elime çevirirken yüzünü eğdi elime doğru. “Farkında olmadığına göre acımıyor sanırım?” diye konuştu. Kaşları hafifçe çatılmıştı onun da.
“Hayır, acımıyor” dedim, dudaklarımı birbirine bastırdım. Midemde bir ekşime oldu. Tentürdiyot ile ıslattığı pamukla tenimdeki kanı temizlemeye başladı. Kanı düşünmek istemeyerek onunla konuşmaya karar verdim “Abinizi siz mi çağırdınız?”
Eli duraksar gibi olurken gözleri bir an üzerindeki gözlerime döndü. Kaşları daha çok çatılmışken düşünceli gözüküyordu.
İşine tekrar geri döndüğünde “Öyle” dedi durgunlaşan sesiyle.
“Korkuttuysam üzgünüm gerçekten” dedim samimi bir şekilde.
Kafasını iki yana salladı “Elinde olmayan şeyler için üzülme”
Ben baygınken bu adamın kafasına bir şey mi düşmüştü? Neden bu kadar normal davranıyordu?
Elimdeki kanı temizledikten sonra başka küçük temiz bir pamuğu iğnenin açmış olduğu küçük deliğin üzerine koydu. "Baban senin durumun için ne yapmayı düşünüyor? Bunun için konuşmak daha erken ama abinin uyanması adına anlaştığınızı duydum” diye konuştu.
Elimin altındaki elini kısa bir süreliğine çekip yara bandının paketini açtı bir yandan da. Dudaklarımı birbirine bastırdım mahcupça. O an babamı ikna etmek önemli olduğu için oynadığımız oyun aklıma gelmemişti.
"Evet, öyle konuştuk. Yani en son babamı öyle ikna edebildim. Babam buraya gelmekte gerçekten kararlı, bende abim iyileştikten sonra gelmesini söyledim. Çünkü babam bizim ailede herkesi bir arada tutan kişi, Kaymakam Bey. O dağılırsa hepimiz dağılırız. Anlayacağınız benden çok oradakilerin babama ihtiyacı var. " diye konuştum.
Oğuz abim geliyordu sürekli aklıma. Eminim babam uyanınca koca bir yük kalkmıştı omuzlarından. Gözlerim doldu tekrar.
Elinin varlığını elimin altında hissettim tekrar. Yara bandını yapıştırdı özenle. "Anlıyorum. O zaman tahmin ettiğimizden daha uzun sürecek bu oyun" dedi düşünceli sesiyle.
Kendi hayatımdaki insanların dengesini sarsmaya sebep olduğum gibi buradaki insanlarında dengesini bozmuştum.
“Özür dilerim gerçekten” dedim telaşla. Bakışları gözlerime çıktı hemen. “Ben onları düşünürken bu durum tamamen çıkmış aklımdan. Çok özür dilerim”
Sesim titremişti. Kaşları çatıldı bundan hoşlanmamış gibi. “Dileme. Ben o anlamda söylemedim. Anlıyorum seni. Sen sadece onları düşün, böyle devam edersek oyun içinde sıkıntı yaşayacağımızı sanmıyorum zaten. İçin rahat olsun, en azından bu konuda”
İçimde bir rahatlama peydah olurken gülümsedim içten bir şekilde. Ellerini çekti ellerimden. İşi bitmişti. Bende elimi kendime geri çektim. Göz temasımızı kesmemiştik.
“Çok teşekkür ederim, her şey için”
Garip bir adamdı. Dengesiz tavırlarını buna bağlıyordum. Belki de onu tanımadığım için böyle düşünüyordum bilmiyordum. Bende onu anlamak istedim o an. Bu biraz zor olacak gibiydi ama vaktimiz vardı.
Gözlerini kaçıran o olurken başını eğdi hafifçe. Bu sırada kapı açıldı ve Aisha içeri girdi. İkimizin bakışları da ona döndü hemen. Yanımızdan ayrılırken ki moral bozukluğunun aksine yüzünde rahatlamış bir ifade vardı. Onun da gözleri ikimizin üzerinde gezindi. Bakışları sehpanın üzerindeki pamuk ve şişeyi fark ederken kaşları havalandı hafifçe. Bu utanmama sebep oldu nedensizce.
Abisine kısa kaçamak bir bakış attıktan sonra bana baktığında "Bir sorun mu var?" diye sordum. Merak etmiştim kiminle konuştuğunu.
Düşünceli bir şekilde alnını kaşıdığında "Müdürümle konuştum da. Ben iş için Delhi'ye gidecektim ya bugün hani-"
Yerimde endişeyle doğrulup ayaklandığımda "Doğru ya! Öğlen gitmen gerekiyordu senin, saat beşi geçti dedin sen bana demin"diyerek Aisha'nın lafını yarıda kestim hemen. Bu aklımdan hepten çıkmıştı benim “Benim yüzümden gitmedin tabii. Ne dedi müdürün? Kovulmadın değil mi?"
"Hayır, hayır sakin ol. Müdürüm katıdır aslında biraz ama çok sever beni. Ailevi olarak acil bir işim çıktığından bahsettim. Her şeyin yolunda olduğunu ve bir daha olmayacağını söyledim. Ama söylemez olaydım" Kaşlarını üzgünce çattığında bu şaşırmama sebep olmuştu. Neden üzülüyordu bu duruma? "O zaman araba gönderiyorum şirkete gelip hazırlanıyorsun bir saat sonraya uçak biletini ayırttım demesin mi? Mecbur gitmek zorundayım yani" diye devam etti açıklamasına.
"Gitmeyip de ne yapacaksın Allah aşkına? Neden üzülüyorsun?" dedim kaşlarım hafifçe çatılırken.
Aisha alınmış gibi bir göz ucuyla beni süzerken "Babanın uyanmasını kutlayacaktık, ondan olabilir mi acaba?" dedi yalancı bir kızgınlıkla.
Bu kız bir de hala bunu mu düşünüyordu gerçekten?
İki adım atarak aramızdaki mesafeyi kapattım ve ellerimi Aisha'nın kollarına koydum. "Üzüldüğün şeye bak. Döndüğünde kutlarız, ben bir yere kaçmıyorum ya"
Aisha ona takıldığımı anlamış kollarındaki ellerimi tutarak "Belli mi olur ben gelene kadar dönersen Türkiye'ye? Valla bozuşuruz ona göre" diye konuştu gülerek.
"O zaman ne yap et işini bitirip çabucak dön, benden söylemesi" dedim tek kaşımı kaldırıp muzipçe gözlerine baktım. Bu halimize kıkırdadık sonra.
Aisha bu defa beklemediğim bir şekilde tekrar kollarının arasına aldı beni. Neden bilmiyorum ama korktuğunu hissetmiştim. O geldiğinde çoktan gitmiş olacağım derken şaka yaptığımı anladığını düşünüyordum, şahsen.
“O kadar uzun sürer mi işin cidden?” diye sordum kendimi tutamayarak.
Kollarımız ayrıldığında yüzüme baktı. Gülümsemesi buruktu. “En fazla iki gün sanırım. Henüz belli değil ama. Ben babamla ya da Akash abimle iletişim kurarım seninle” dedi durgun sesiyle.
Kaşlarım hafifçe çatıldı bu haline. Barun ile daha çabuk ulaşırdı aslında ama onu söylememişti.
Ben baygınken gerçekten bir şeyler olmuştu.
Tartışmışlar mıydı? Bu ihtimal içimi burktu benim de. Zaten araları bozuktu. Daha mı kötü olmuşlardı?
“Sen, ben yokken de odamda kalabilirsin. Eşyalarımı kullanmak için de çekinme lütfen” Sesi beni düşüncelerimden sıyırırken bakışlarım gözlerine çıktı tekrar. Bunu gelince konuşmayı aklıma not ettim.
Gülümsemesine karşılık vermeye çalışarak “Teşekkür ederim” dedim.
Telefonuna bir mesaj geldiğinde “Ben ineyim aşağıya artık, araba gelmiş” diye konuştu. Bir adım geri atarken elini kaldırdı bana sallayarak “Hoşça kal Ezgi”
“Hoşça kal Aisha. Dikkat et kendine lütfen” dedim bende ona el sallayarak.
Kafasını eğerken gülümsemesi genişledi “Sende öyle”
Barun’a göz ucuyla baktığımda onun hala aynı yerde oturmuş önünde kavuşturduğu ellerine baktığını gördüm.
Hiçbir şey söylemeyecek miydi gerçekten? O kadar mı kötüydü araları?
Barun kafasını kaldırdığında göz göze geldik. Ya bir daha göremezse onu? Yutkundum bu düşünceyle. Benim durumum bir örnekti aslında onlar için. Hayat sevdiklerine küsecek kadar uzun değildi maalesef.
Sanki gördü ne düşündüğümü. Bakışları Aisha’ya döndü. Bende ona döndüğümde bir şey söyleyecek gibi oldu ama vazgeçmiş gibi dudaklarını birbirine bastırdı. Ardından kafasını eğdi hafifçe. Böyle veda etti ona.
Gözlerinde parlayan hüzün düğün günü onun için ağlayaşını getirdi aklıma. Dudaklarım üzgünce büküldü. Bir şey yapmak istedim bu konuda ama henüz ne için bu durumda olduklarını bile bilmiyordum.
Barun da ona aynı şekilde karşılık verirken gözlerini kısa bir an kaçırıp dudaklarını yaladı. “Dikkat et kendine” dedi birden. Sesi uzaktı ama soğuk değildi.
Aisha’nın gözlerindeki şaşkınlığı okudum ve bu daha çok burktu içimi. Tahmin ettiğimden daha uzun zamandır bu haldeydiler sanırım.
Dudakları buruk bir şekilde kıvrılırken “Ederim abi. Sende dikkat et” dedi.
Ardından bana son kez bakıp gülümsedi ve sırtını döndü. Odadan çıktı. Bakışlarım Barun’a döndüğünde onun ardından bakıyor olduğunu gördüm. Ona sorsam söyler miydi neden konuşmadıklarını?
Sanmıyordum.
En iyisi Aisha ile dönünce konuşmaktı. İsterse o anlatırdı bana. Belki bir çözüm yolu bulurduk.
Barun üzerindeki bakışlarımı fark edip yerinde kıpırdanırken yakalanmamış gibi bakışlarını yere çevirdi. Bu sırada oturduğum koltuğa bıraktığım ofis telefonu çaldı.
Uzanıp telefonu aldı ve ayağa kalktı. Annemler mi arıyordu yoksa? Abime bir şey mi olmuştu? Kalbim korkuyla çarparken onun telefonu kulağına götürüşünü izledim.
Hintçe konuştuğu için bir şey anlamadım ama bu annemlerin olmadığına yeterli bir kanıt olduğu için içim rahatladı. Kaşları hafifçe çatılırken bana baktı ve sanki ne için endişelendiğimi anlamış gibi kafasını iki yana salladı hafifçe.
Bıkkın bir ifade ile karşı tarafı dinlemeye devam etti. Bende ayakta dikilmeyi bırakıp kalktığım koltuğa oturdum tekrar. Telefonu kapattıktan sonra sıkıntıyla sesli bir nefes bıraktığını duydum. İşiyle ilgili bir sorun çıkmıştı sanırım. Masasına ilerledi ve telefonu yerine bıraktı.
Bana döndüğünde göz göze geldik. Yakalanmıştım yine. Bu yüzden şaşırmadı sanırım ya da farkındaydı. Sağ elini cebine atarken “Haydi gel benimle” dedi tek düze bir sesle.
Kaşlarım hafifçe çatılırken soru sormama fırsat vermeden kapıya doğru ilerleyince bende peşine düşmek zorunda kaldım. Asansöre bindik. Eve dönüyorduk sanırım.
Kolu önümden uzanıp zemin katı tuşlarken bakışlarım kolundaydı. Bu birkaç dakika önceki halimizi getirdi aklıma. Panik atak gibi bir şey geçirmiştim ve beni sakinleştiren oydu. Kollarına tutunmuştum ayakta durmak için ve onun bir kolu belime sarılmıştı!
Şokla sağ elimle ağzımı kapattım hemen. Yüzü de çok yakındı! Yanaklarıma hücum eden kanı hissettim. Ona vurmuştum sanırım bir de. Hiçbir şey de söylememişti bunun hakkında.
“Ne oldu?” diyen sesiyle ona döndüm. Yüzüme bakarken kaşları çatıldı hafifçe “İyi misin?”
O sırada elimin hala ağzımda olduğunu fark edip indirdim. “Yok bir şey, yok. İyiyim” Bakışlarımı kaçırırken boğazımı temizledim ve o anları düşünmemeye çalıştım.
Evet, yoktu bir şey.
Asansörün kapısı açıldığında sesli bir nefes bıraktım ve kendimi dışarı attım ondan önce. Sıcak basmıştı. Yanında yürüyerek koridorda ilerledim. Sabaha göre zemin kat oldukça kalabalıktı. Çıkışa yönelmeden lobinin ortasında durdu. Onun ortama girmesiyle uğultu kesilmiş meraklı birçok kaçamak bakış bize dönmüştü.
Neden burada dikildiğimizi sorgularken onun gözleri birini arar gibi etrafta dolaşıyordu. Aradığını bulmuş gibi gözleri bir yere sabitlendiğinde bende merakla gözlerimi o tarafa çevirmiştim. Çıkış kapısının dışında sigara içen Ranvir'e bakıyordu.
Ranvir nasıl olduysa bakışlarımızı fark etmiş gibi gözlerini içeri çevirdi birden. Barun ile göz göze gelir gelmez elindeki sigarayı yere atıp söndürdü hızla. Ardından yanımıza geldi. Gözleri kısa bir anlığına bana da dönerken hafifçe tebessüm etmişti selam verir gibi. Aynı şekilde karşılık verdim bende ona.
Barun’un bana doğru döndüğünü hissettiğimde bende ona baktım "Son bir toplantım var, ona gireceğim şimdi. O zamana kadar Ranvir eşlik etsin sana, sonra gideceğiz" dedi.
"Tamam" dedim kafamı sallayarak. İşi çok uzun sürmeyecek olmalı ki onu odasında değil dışarıda bekleyecektim.
Ranvir ile de iyi anlaşabileceğimi düşünüyordum o gelene kadar.
Bu düşüncemle birlikte ona baktım ve gülümsedim tekrar. Beni ya öfkeli ya da ağlarken görünce şaşırmış gibiydi bu kadar gülümsememe.
Ben babamla konuşmuştum!
İçim kıpırdadı tekrar bunu hatırlayarak. Gülümsemem büyürken onun yanına geçtim. Bakışları Barun’a döndüğünde bende ona baktım. Ciddi yüz ifadesiyle ona Hintçe bir şeyler söyledi. Sanırım bana söylediğini ona da söylüyordu. Ranvir’in kaşları çatılır gibi oldu ama toparlanıp onu bir baş eğmesiyle onayladı hemen.
Konuşacakları bitmiş gibi bu sefer Ranvir döndü bana doğru ve gülümseyerek çıkış kapısını işaret etti "Gelin bakalım Geeta Hanım"
Hayran olduğum İngilizce aksanıyla konuştuğunda tekrar gülümsedim ve onun yönlendirmesi ile yan yana çıkışa doğru yürümeye başladık. Hava kararmaya başlamıştı. Beni kapıya biraz uzak olan banklardan birine yönlendirdi sonra. Binanın önündeki diğer bankları da yeni fark ediyordum onun gibi.
"Haberler güzel sanırım Geeta Hanım, yüzünüz gülüyor?" dedi, bankta hafifçe bana doğru dönmüştü.
Gözlerimi etraftan alıp yüzüne çevirdim. Şaşıracak gibi olurken onun da her şeyi bildiğini hatırladım.
Bununla birlikte baş hareketimle onu onayladım "Evet, babam uyandı çok şükür"
Bunu herkese haykırasım geldi birden.
Şşşş hayır, yapmıyoruz öyle bir delilik Ezgi.
Bana içten bir gülümseme sunarken "Umarım abinizde çok geçmeden sağlığına kavuşur" diye konuştu.
Benimle konuşmasına şaşırmadan edememiştim. Barun’un adamıydı sonuçta. Garipsemem normaldi bence.
"İnşallah" dedim umutla.
Biriyle sohbet etme isteği sardı o an içimi. Ancak Ranvir ile ne konuşacağımı bilmiyordum.
Bana gerek kalmadan O konuşmuştu benimle “Geeta Hanım size bir şey sorabilir miyim?” dedi, sesi düşünceli geliyordu.
Ona baktım. Kaşları çatılmıştı hafifçe. Ne soracağını çok merak ettiğim için ona doğru döndüm tamamen bende.
“Sor ama resmiyete gerek yok bence. Daha doğrusu ben hoşlanmıyorum. Bana sadece Geeta diyebilirsin” dedim.
Kaşları şaşkınlıkla havalandı. Bunu beklemiyordu sanırım. Ancak bu onun da hoşuna gitmiş gibi gülümsedi “Bende pek sevmem ama meslek gereği, mecbur. Sen nasıl istiyorsan öyle olsun”
Kafamı salladım bende onaylayarak. “Evet, ne soracaksın?”
Bakışlarını kaçırırken elleriyle oynadı. Düşünceli gözüküyordu yine. Sanki sorup sormamak da emin değilmiş gibiydi. Ancak söylemişti bir kere duymadan bırakmazdım artık. Neyse ki buna gerek kalmadı ve döküldü.
"Türkçe de gözü kulağı ol diye bir şey mi var?"
Sorusuyla birlikte kaşlarım çatıldı. "Göz kulak olmak" diye düzelttim onu.
"Aynen" diyerek onayladı beni o da. Bakışları bana dönmüştü "Ne demek oluyor tam olarak o?"
Bu şaşkın haline gülmeden edemedim "Bir şeyleri birine emanet ettiğimizde kullanırız. Gözünde kulağında onda olsun anlamında" diye açıkladım.
Kaşları havalandı "Sadece eşyalar için mi insanlar için de kullanılıyor mu?" diye sordu.
"Her şey için kullanılır. Mesela ben küçükken abimlerin peşinden onlarla oynayacağım diye hiç ayrılmazdım. Annem de onlara hep kardeşinize göz kulak olun derdi"
Oğuz abim istesem gittiği her yere götürürdü zaten beni ama Yiğit abim sürekli söylenirdi. Alperen’le zaten aramızda yaş farkı olmadığından ikimiz koşardık onların peşlerinden.
"Anladım, sağ ol"
Ranvir'in konuşmasıyla anılarımdan sıyrılırken yüzüme bakan garip bakışlarını yakaladım. Gözleri dalmış gibi ağzının içinde bir şeyler mırıldandı.
"Bir şey mi dedin?" dedim şüpheyle. Tek kaşımı havaya kaldırırken hafifçe ona doğru eğilmiştim.
Toparlanıp gülümsemeye çalıştı ama garip bakışlarını çekmedi yüzümden. Sanki bir şeylere anlam veremiyormuş ya da çözemiyormuş gibiydi. "Yok hayır"
"Sen nereden duydun bunu peki?" diye üstelemeye devam ettim bende.
Gözlerini kaçırdı yine. Yerinde doğrulup arkasına yaslanırken saçlarının önünü kaşıdı "Bir Türk Filmi izlemiştim de orada geçmişti. Aklıma gelmişken sana sorayım dedim"
Nedense açıklaması bana pek tatmin edici gelmemişti.
Tam hangi film olduğunu sorup onu biraz daha darlamak istemiştim ki oturduğu yerden ayaklandı birden "Kahve içer misin?" diye sordu bedenini bana doğru döndürerek. Kaçıyor muydu?
Bozuntuya vermeyip aralanmış ağzımı geri kapatmadan "İçerim" dedim.
Bununla birlikte tebessüm etti ve içeriye girdi. Çok geçmeden elinde iki karton bardakla geri geldi. Bardaklardan birini bana uzattıktan sonra tekrar eski yerine oturdu.
"Teşekkürler, kahve için"
"Rica ederim"
Kahve sıcaktı. Alttan tuttuğum için elim yanmasın diye dikkat ederek bardağımı bankın üzerine koydum. Sütlü kahveye benziyordu dışarıdan ama şekerli veya şekersiz içtiğimi sormamıştı zira öyleyse şekersiz asla içemezdim. Tadına bakmak için bardağımı kenarlarından tutup kaldırdım ve dudaklarıma götürüp bir yudum içtim. Sütlü kahve değil Nescafeydi. Şekerli olduğu için de bir sorun olmamıştı.
"Kaymakam Bey ile uzun zamandır çalışıyorsun sanırım?" diye sordum. Bu defa ben sohbet açmak istemiştim. Kaşları hafice çatılmıştı ama neye şaşırdığını anlamamıştım.
"Evet" dedi, kahvesinden bir yudum aldı. "Onunla kaymakam olmadan önceye dayanıyor tanışıklığımız"
“Yakın arkadaşsınız değil mi?” dedim buna şaşırmayarak. Zaten tahmin etmiştim. Ondan doğrulamak istedim sadece.
“Evet”
Kahvemden bir yudum daha alırken "Saras abilerinde İngilizce konuştuklarını duydum ama çok farklı bir aksanları var. Bazen ne dediklerini anlayamıyorum. Onların aksine sen ve Kaymakam Bey gayet anlaşılır ve iyi konuşuyorsunuz?" dedim, meraklı bir sesle.
Hafifçe güldü "Ben, üniversiteyi Barun ile yurtdışında okudum. İngiltere de”
Oha, İngiltere de mi?
Ona ismiyle seslenmesini ise ayrı garipsemiştim. Benim hala resmi hitap etmemdendi baştaki şaşırması da sanırım. Ben başta bana benimle tanışmayıp beni sinir ettiği için Kaymakam Bey demiştim ona ama sonra da öyle kalmıştı. Onun da pek umurunda değildi zaten ona nasıl seslendiğim.
"Ha oradan tanışıyorsunuz yani?" şaşkınlığımı gizleyememiş onu yine güldürmüştüm.
Gerçekten şu an karşımdaki Ranvir’in koruma olan Ranvir ile alakası yoktu.
"Hayır, o götürmüştü beni oraya. Göstermiyorum sanırım ama ondan büyüğüm ben. Anlayacağın okulda tanışmadık" sırıttı kendini beğenmiş bir edayla. Benim de şaşkınlığım ikiye katlanırken onun bu haline eşlik etmeden edemedim.
"Göstermiyorsun gerçekten" dedim gülüşümün arasından.
Gerçekten göstermiyordu. Ondan küçükte durmuyordu ama aynı yaşta ya da ondan taş çatlasın bir yaş büyük derdim.
Bu halimden keyif alarak gülmeye devam ederken "Evliyim, iki de çocuğum var desem bir de?" diye konuştu.
Yerimde doğruldum hayretle "Şaka yapıyorsun" diye haykırdım.
Yok daha neler. Evli, bir de iki çocuk mu?
Dayanamayıp kahkaha attı en sonunda. Dışarıdaki birkaç bakış bize dönünce toparladı biraz kendini.
"Şaka mıydı gerçekten?" dedim onu izlerken.
Gülüşünü durdurmaya çalışıp elindeki kahve bardağını banka koydu. Gülen gözleri yüzüme döndü sonra "Hayır, gerçekten ciddiyim" dedi. Bakışlarım parmaklarına kaydı hemen ama alyans göremedim.
Doğru ya onlar alyans takmıyordu.
"Hala inanmadın sanırım?" yüzüme bakarak sırıtmaya devam etti.
İnanmamak değil de şaşırmıştım sadece. Evli olabilirdi ama iki çocuğu beklemiyordum. Düşüncemle dudaklarım aralanırken birden yerinde hareketlendi. Konuşmak için vazgeçip ne yapacağını izledim.
Siyah kumaş pantolonun cebinden telefonunu çıkardı. Yüzündeki sırıtmayla ekrana dokundu birkaç kere ve sonra telefonun ekranını yüzüme doğrulttu. Bir fotoğraftı bu. Ana ekranındaki fotoğraf. Ranvir kucağında 2-3 yaşlarında bir kız çocuğunu tutuyordu. Bakışları; hemen yanında, kolunu beline sardığı, kucağında pembe kundaktaki bebekle ona bakan kadındaydı. Kadının üzerinde çok güzel, beyaz bir sari vardı. Teni esmerdi. Saçları tek örgü şeklinde sırtına uzanıyordu. Ranvir'e dudaklarındaki kocaman gülümsemeyle bakarken yüzünü yan profilden görebiliyordum sadece. Ranvir de ondan farklı değildi.
Bu çok güzel bir fotoğraftı gerçekten.
"Onlar, hayatımdaki en değerli üç kadın. Benim ailem" dedi sesindeki hayranlıkla.
Fotoğrafta olan gözlerim ona döndü. Gülümseyerek bana bakıyordu. İçten bir şekilde gülümsedim bende. Telefonu geri çekti, ekrana kısa bir göz atıp kapattı ve bankta kahvesinin yanına koydu. Sonra kahve bardağını alıp bana doğru dönük bir şekilde geriye doğru yaslandı.
"Eee, inandık sanırım artık" diyerek dalga geçti yine benimle. Resmiyeti bırakmayı bekliyormuş sanırım. Şu hallere bakın. Ya da göründüğünden daha sıcakkanlıydı sanırım.
"Tamam, tamam. Anladık, evli mutlu çocuklusun" dedim elimi havada sallayarak.
Küçük bir kahkaha attı yine. "Güzelmiş, sevdim bunu" dedi, kahvesinden bir yudum aldı ve gözleriyle elimdeki bardağımı işaret etti "İç bak, soğutma"
Güldüm. King gibiydi. Gülüşü bulaşıcıydı resmen.
Dediğine uyarak kahvemi içmeye devam ederken Ranvir tekrar telefonunu eline almıştı "Tekrar söylesene o sözü Geeta" dedi gözleri telefonundaydı.
Dudaklarımı birbirine bastırdım gülmemek için "Ne yapacaksın?"
Gözlerini gözlerime kaldırdı "Söyle sen bir önce" diye diretti.
"Evli, mutlu, çocuklu"
Kafamın içinde Demet Akalın'ın şarkısı yankılanmaya başladı o sırada. Ranvir'e de söylese miydim acaba bu şarkıyı, dinlerdi?
Elleri telefonun ekranında gezinirken hafifçe kaşları çatıldı "Biyografime mi yazsam yoksa evimin kapısına mı ya?" diye mırıldandı.
Bu sefer ben kahkahamı tutamadım. Bu adam ciddi miydi?
Gülüşümle birlikte bana baktı tekrar "Sence?"
"Sana inanamıyorum" dedim zar zor gülüşümün arasından.
"Neymiş o inanamadığın şey?" Barun’un sesiyle gülüşüm dudaklarımda asılı kalırken ne ara yanımıza geldiğini merak ettim.
Benim yüzüm ona dönüktü ama Ranvir'in değildi. Ranvir onun sesini duymasıyla eski ciddi ifadesine geri dönmüş aynı hızla oturuşunu düzeltip telefonunu kapatmıştı. Ardından onun yanına ayaklandı hemen. Barun’un bakışları ikimiz arasında gidip geldi. Garip bir sessizlik oluştu aramızda. Çatık kaşlarıyla gözleri üzerimizde gezinirken kahve bardaklarımızı fark etti.
Tip tip onlara da bakarken "Muhabbet koyuydu sanırım" dedi huysuz bir sesle. İş çizgisinden çıktığı için Ranvir’e mi kızıyordu şu an yoksa ben yanlış mı anlıyordum?
"Kahve içer misiniz sizde efendim?" diye sordu Ranvir. Anlaşılan düşündüğüm gibi bir şey değildi. Her zamanki gıcık halleri beyefendinin.
Gözlerini bana çevirdi birden "Hayır, gidiyoruz biz" dedi, gözleriyle artık kalkmamı söylemişti.
Hala oturduğumun farkında değildim. Bir yudumluk kalan kahvemi dikip boş bardağımı Ranvir'in bardağının yanına koyup ayaklandım bende.
"Buyurun, arabanız hazır zaten"
"Gerek yok. Ben kullanacağım. Sen eve gidebilirsin artık" diyerek durdurdu Ranvir'i. Göz göze geldiklerinde aralarında tuhaf bir bakışma geçti. Barun’un iyice kaşlarını çattığını Ranvir'in ise yarım ağız gülüyor olduğunu gördüm.
Boğazımı temizleyerek burada olduğumu hatırlatsa mıydım acaba?
"Tamam efendim, iyi akşamlar" dedi Ranvir bu bakışmaya bir son vererek.
Barun’un bakışları tekrar bana dönerken "Gel benimle" dedi, yine ve yine. Şaşırdık mı?
Onun arkasından ilerlemeye başladığımda son kez Ranvir'e döndüm ve geri geri adımlarken "Kahve ve sohbet için tekrar teşekkür ederim. Ve bu arada biyografine yazman daha uygun bence" diye konuştum gülerken.
Kafasını iki yana sallayarak o da güldü "Tamamdır, sağ ol"
Gülerek önüme döndüğüm sırada "Bakıyorum da baya iyi anlaşmışsın Ranvir ile de" diye konuştu.
Herkes ile iyi anlaşmamdan rahatsız mı olmuştu yoksa buna rağmen bir onunla anlaşamadığımı mı dile getiriyordu?
İkincisi üzerinden ilerlemeyi tercih edip "Evet, öyle. Çok sempatik ve sıcakkanlı bir adam. Anlaşmamam için hiçbir sebep yok" dedim. Ona laf çarptığımı anlamıştı ama bir şey söylemedi.
Sabah bindiğimiz siyah arabadan farklı başka siyah Range Rover bir arabanın yanında durduk. Ben arabayı süzerken Barun sürücü koltuğuna yerleşmişti. Bende yolcu koltuğuna geçtim hemen. Arabayı çalıştırdı ve kaymakamlığın bahçesinden çıktık. Koruma araçları biri önde diğeri arkada yerini almıştı yine.
Arkama yaslandım ve gözlerimi ona çevirdim. Düz dururken bile kaşları çatıktı adamın. Sert yüz ifadesiyle gözleri yoldaydı. Dikkatli ve kontrollü bir şekilde kullanıyordu arabayı.
"Türk filmi izler misiniz Kaymakam Bey?"
Arabadaki sessizlik canımı sıktığında sohbet açmak istedim ve aklıma ilk gelen şeyi sordum. Ranvir'in ağzından bir şey alamamıştım ama belki Barun bir şeyler söylerdi.
Yoldan bakışlarını ayırmazken vites değiştirdi "Hayır, izlemedim hiç" diye yanıtladı beni. Kaşlarım havalandı cevabıyla birlikte. Koltukta biraz ona doğru döndüm.
Şaşkınlığımı fark etmiş olacak ki “Neden bu kadar şaşırdın?” diye sordu.
Saklamadan “Ranvir Türk filmi izlediğini söyledi de bende sizinle izlemiştir diye düşünmüştüm" dedim.
Aslında tek sebep bu değildi, konuyu oraya çekmek için yapmıştım. Yoksa o da Türk sayılırdı. İnsan merak edip bir film olsa dahi izlerdi yani.
Belki de film izlemeyi sevmiyordu.
Belki de vakti yoktu?
Bu da mantıklı. İşkolik adam!
Bu sefer onun kaşları havalandı "Ranvir Türk filmi mi izliyormuş?" dedi, izlemesine değil de bunu kendinin bilmediğine şaşırmış gibiydi daha çok. Bu sırada kırmızı ışık yanmış ve durmuştuk. Yüzünü bana çevirdi hemen.
Kafamı salladım onu onaylayarak "Evet. İzlediği filmde bizim bir deyimimiz geçmişte onun anlamını sordu bana. Belki biliyorsunuzdur, göz kulak olmak" dedim.
Kaşları çatıldı. Bir şey hatırlamış gibi gözlerini kaçırırken burnundan sesli bir nefes bıraktı. Ne olmuştu şimdi?
Yeşil ışık yandığında "Yeşil yandı Kaymakam Bey" diye uyarmak zorunda kaldım. Bozuntuya vermeden önüne döndü ve arabayı hareket ettirdi.
"Evet, biliyorum. Yeni izledi herhalde bana söylemedi" Sesi bunun için ona kızgınmış gibi çıkıyordu ama ben altında başka bir sebebin yattığını düşünmeye başlamıştım.
"Türkiye'ye sık gidip gelir misiniz?" diye başka bir soru sordum.
Yemekleri konusunda birkaç bilgiye hakimdi. Annesi mi hazırlıyordu burada yoksa bizzat gidip yemişliği de var mıydı acaba?
"Hayır" dedi tek düze bir sesle.
"Neden peki?"
Sesli bir nefes döküldü dudaklarından "Çok soru soruyorsun" dedi ardından yandan bir bakış attı bana “Acıkmışsın belli, çenen açılmış"
"Allah Allah" dedim bozulmuş bir sesle. Kollarımı göğsümde bağladım ve yönümü cama doğru döndüm. O sırada midem kendi hakkında konuşulduğunu duymuş gibi guruldayarak kendini belli etti.
Umarım sadece ben duymuşumdur. Acıktığımın farkında bile değildim. Bu hallere de mi düşecektim gerçekten? Yemek yemek için arkadaşlarıyla buluşan bir insandım ben ama şimdi midemden bihaberdim.
İç geçirdim sessizce. Hava tamamen kararmıştı. Hala ana yolda araba kalabalığının içindeydik. Evin yolu bu kadar sürüyor muydu ya? Nereye gidiyorduk?
"Eve gitmiyor muyuz? Neden hala varamadık?"
"Bak, beş dakika bile sürmedi sessiz kalman. Acıkmışsın acıkmış" diyen sesi eğleniyor gibiydi. O ve eğlenmek?
Kaşlarım sinirle çatılmışken ona doğru döndüm tekrar "Ne alakası var acaba bunun onunla?" diyerek savunmaya geçtim.
Çemkirmeye de olabilirdi.
Yandan kısa bir bakış attı yine bana "Çok alakası var. Bilimsel açıklamalar okudum bunun hakkında. Çenesi düşen insanların yüzde doksanı aç olan kişilermiş”
Beni taklit mi etmişti o?
Dalga mı geçiyordu benimle yoksa bilimsel araştırma falan gerçek miydi?
Resmen uğraşıyordu benimle başka açıklaması olamazdı. "Bakın uğraşmayın benimle yoksa çok fena olur" dedim düşünmeden.
"Ne yaparsın? Yer misin yoksa beni?"
Tüm kanımın yanaklarıma toplandığını hissettim. Bu adam neler söylüyordu? Bende salak gibi koz veriyordum. Aklıma gelmemesi gerekirken odasındaki yakın halimiz gelmişti. Ellerimi yanaklarıma yasladım. Kesinlikle kızarmıştım. Eyvahtı.
Sessizliğim garibine gitmiş gibi birden gözlerini bana çevirdi. Ve ben işte o zaman dudağının kenarındaki gülümsemeyi fark ettim. Bu durumdan keyif mi alıyordu gerçekten? Dumura uğramış gibi yüzüne bakarken gülümsemesi önce çizgi halini aldı ardından yok oldu. Sanki kendisi de gülümsediğini yeni fark ediyormuş gibiydi. Önüne döndü hemen.
Bende önüme döndüm. Yutkundum ve ağzımı bir daha açmamaya karar verdim. Gözlerimi yola çevirdiğimde önce kalabalık bir caddeye girdi. Başka bir sokağı döndüğünde geniş ve uzun bir caddeye giriş yaptık. Hızını azalttığında sokak lambalarının ve dükkanların ışıklı tabelalarının aydınlattığı caddede ilerledi. Bir restoranın önündeki boş kaldırıma park etti arabayı.
Nereye gelmiştik böyle?
Birkaç saniye geçti ama arabadan inmek gibi bir girişimde bulunmadı. O hareket etmeyince bende etmiyordum doğal olarak. E şimdi gel de sorma neyi bekliyoruz diye?!
"Neresi burası? Neden eve gitmedik?" diye sordum dayanamayarak.
Benim kararlılık seviyesi…
Gözleri yüzüme dönerken eğlenen surat ifadesi yoktu artık "Burası bir Türk Restoranı" diye konuştu, bakışları benim olduğum tarafta olan cama kaydı.
Kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken bende gözlerimi cama çevirdim. Bakışlarım birkaç basamak ahşap merdivenleri tırmandı. Geniş ve büyük bir yerdi. Etrafı camla kaplıydı. İçerideki insanları az çok seçebiliyordum.
"Sahipleri de Türk o halde?" diye sordum.
"Evet"
Kafamı hafifçe eğip mekânın ismini görmeye çalıştım.
Kerem'in Yeri.
Bir tanıdığı falan mıydı acaba? Ya da akrabası?
“Ezgi” dediğinde istemsizce irkildim. Gerçek ismimi seslenmesini beklemiyordum. Bakışlarım ona döndüğünde o da gözlerini bana çevirmişti. “Seni buraya gerçekten bir şeyler yemen için getirdim. Ne kadar zor olduğunun farkındayım ama biz ne kadar durmak istersek isteyelim hayat devam ediyor. Bu yüzden istesen de istemesen de güçlü durmak ve sende devam etmek zorundasın. Demek istediğimi anlıyorsun değil mi?”
Kaşlarım eski haline dönerken şaşkındım. Uykusuzluğumun farkındaydı ki bunu saklamamıştım. Sabahki kahvaltı da mı bu yüzdendi? Dün akşam yemeğinde erken kalkmasına rağmen hiçbir şey yemediğimi fark etmiş olmalıydı.
"Anladım, teşekkür ederim" dedim başımı usulca sallayarak. Sabahta bunu düşünerek yemek yemiştim zaten.
Az önce ne konuşuyorduk şimdi ne konuşuyoruz?
Dengesiz adam.
Bir süre sessiz kalırken ikimiz de hareket etmedik. Gözleri dalmıştı yine.
"Bir şey sorabilir miyim?" dedim, dudaklarımı yalayarak. Bakışları usulca bana dönerken kafasını eğdi hafifçe sor der gibi. “Neden Geeta?”
Bunu o günde merak etmiştim ama pek önemsememiştim. Hazır dilini çözmüşken bazı meraklarımız giderilebilirdi.
Gözleri önüne döndü "Aklıma o an ilk bu isim geldi" diye cevap verdi. Daha çok geçiştirmek için böyle bir cevap vermiş gibiydi.
"Anlamı nedir?"
Hep o mu soracaktı bir şeylerin anlamını?
Derin bir nefes alıp verirken cevap vermeyeceğini düşünmüştüm ama gözlerini tekrar bana çevirip dudaklarını araladı "Şarkı demek"
"İsminin anlamı nedir?"
"Şarkı, melodi anlamlarına geliyor"
Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Nasıl yani? O gün ismimin anlamını bu yüzden mi sormuştu? Hani aklına ilk gelendi? Bende ne sövmüştüm adama o gün. Meğerse incelik yapmak istemiş.
Gülümsediğim sırada "Bu yüzden mi sormuştunuz ismimi o gün?" dedim.
"Hayır, sadece merak etmiştim” diye konuştuğunda bakışlarım düz bir hal aldı.
Kaymakam Bey kim incelik yapmak kim değil mi?
Yine de o an Geeta ismiyle biraz daha yakın hissettim kendimi. Sahte bir isim gibi değil de ismimin bir diğer yansıması gibi düşünebilirdim.
"Hadi gel" kapısını açtı ve bir şey söylememi beklemeden arabadan indi.
Kaşlarım çatıldığı sırada kapımı açtım bende hızla ve arabadan indim. Onun yanına geldiğimde yüzüme bakmadı.
"Ne oldu ki birdenbire? Ne güzel konuşuyorduk. "dedim hoşnutsuz bir sesle.
Cevap vermedi. Mekâna doğru ilerlemeye başlamıştı. Neden kaçıyor gibiydi? Trip atması gereken bendim bence şu an?
Arkasından ilerlemeye başladığımda "Dengesiz hallerinizi çekmek tam bir işkence gerçekten" diye söylenmeden edemedim. Cevapsız bıraktı yine beni.
Merdivenleri tırmanırken aklıma beni buraya getirme sebebi geldi tekrar. Gerçekten bir şeyler yemem için. Haklı olduğunu biliyordum ve bende öyle yapacaktım. Kötü şeyler düşünüp iştahımı kaçırmayacaktım. Bu akşam sadece babamın uyanışını düşünecektim. Abim için umutlu olacaktım.
Kutlama gibi düşün Ezgi. Babanın iyi olmasını kutluyormuşsun gibi. Evet, yapabilirdim.
Bu sırada mekâna giriş yaptık. Farklı seslerden konuşmalar kulaklarımı doldurduğunda onlara çatal bıçakların tabaklardaki sesi de eşlik ediyordu. Burası tahmin ettiğimden daha büyüktü. İleride, tam karşımızda uzun ve büyük bir tezgâh vardı. Tezgâhın arkasında kalan geniş bir kapı sağ tarafında ise uzun bir koridor vardı.
Restoran ikiye bölünmüş gibi duruyordu. Her iki tarafta çok kalabalık değildi. Aksine sakin bir ortam söz konusuydu. Ahşap masa ve sandalyeler, masaların üzerinde kırmızı örtüler vardı. Sol tarafta kalan pencerelerin her birinin üzerindeki küçük Türk bayrakları dikkatimi çekti hemen. Ardından iki tarafı ayırdığını düşündüğüm ortadaki sütunun üzerindeki kocaman Atatürk portresini gördüm.
Bu gördüklerim halis miydi?
Gözlerim doldu ve gururlu bakışlarımı içeride gezdirmeye devam ettim. Sanki ülkemden kilometrelerce uzakta değilmiş gibi hissettim anında.
"Senin de ağlayan halini izlemek tam bir işkence” Barun’un konuşmasıyla yerimde irkilirken buğulu gözlerim ona döndü. Ne ara bana doğru dönmüştü de gözlerimin dolduğunu görmüştü bilmiyordum.
Söylediğini kavramamla kaşlarım çatıldı hemen. Onun aksine sessiz kalmadım tabii ki. "Kurban olun bir kere" diyerek adeta çemkirdim hatta.
“Ne?” Adımları duraksadı ve bedenini hareket ettirmeden kafasını bana doğru çevirdi.
"Ne varmış ağlayan halimde diyorum? Bence o kadar da çirkin değilimdir" diye kıvırdım sonra.
"Sen görmediğin içindir o" dedi huysuzca.
"Görmediğimi nereden biliyorsunuz?"
Durdu. Bedenini tamamen bana doğru döndü "Ne?"
"Şey işte... Birkaç kere ağlarken ki halimi merak edip aynadan kendime bakmıştım"
Bu normal bir şey değil miydi? Neden öyle bakıyordu?
"Sen gerçekten delisin" dedi hastasına tanısını koyan doktorlar gibi ve sırtını dönüp mekânın soluna doğru ilerlemeye başladı.
"Çirkin, deli... Ben size ne yakıştırmalarda bulunuyorum söyleyeyim mi?" hiddetle konuşmaya devam ederken sağ elimi kaldırıp parmaklarımı kaldırdım her bir kelimeyle "Suratsız, dengesiz-"
Birden yine bana doğru dönmesiyle duraksadım. Gözleriyle havadaki sayım yaptığım elimi gösterdi "Devam et, devam et. İçinde kalmasın" diye konuştu.
Gözlerimi kaçırırken "Sırtınıza bakarken söylemek daha kolaydı ya" diye mırıldandım ağzımın içinde.
Bunu duymuş olmalı ki "Arkamdan konuşmaya bu kadar hevesli olduğunu öğrenmem iyi oldu" dedi hemen.
Ya! Resmen lafımı çarpıtıyordu!
Öfkeyle yüzüne tekrar baktığımda benimle eğlenen surat ifadesini görmek yine afallamama sebep olmuştu. Dudağının kenarı kıvrılmıştı yine.
"Asaf, oğlum!"
Sağ tarafımızdan gelen yabancı bir kadının ona Türkçe konuşarak seslenişiyle gözlerimiz oraya döndü. Kırlaşmış saçlarını arkada düzgün bir topuz yapmıştı. Ellili yaşlarda gözüküyordu. Boyu benden kısa duruyordu, üzerinde ise bazı yemek lekeleri bulunan beyaz bir mutfak önlüğü vardı.
Barun ona doğru döndüğünde kadın önüne gelir gelmez büyük bir özlemle ona kollarını sardı. Onun karşılık vermesini beklemeden geri çekilirken gözleri bir anlığına bana döndü ardından başını kaldırıp tekrar onun gözlerine bakarak "Nerelerdeydin oğlum, heç göremiyik seni bi zamandır buralarda?” diye konuştu.
İlk dikkatimi çeken şey kadının yanlış benzetmediysem Antep Ağzıyla konuşması olmuştu. Osman amcamın eşi Berivan yengem de Antepliydi oradan biliyordum bende. Anlaşılan bu kadın buranın sahiplerinden biriydi. Sitemine bakılırsa da Barun da buraya çok sık geliyordu.
"Çok yoğundum son zamanlarda. Delhi'deydim zaten, düğün için erken dönmek zorunda kaldım” diye açıkladı Barun kendini.
Kadının yüzünü yan profilden görürken dudaklarının üzgünce büküldüğünü gördüm "Düğün de iptal olmuş zaten, vallah duyunca çok üzüldüm... Gelemeyceğimizi diyek diye aramıştık babanı, o da anlattı olanları" dedi, gerçekten hüzünlü bir sesle. Bu akraba olma ihtimallerini kuvvetlendirdi aklımda.
Anladım dercesine kafasını salladı Barun sadece. Kadın onun moralinin bozulduğunu fark etmiş gibi tekrar gülümserken "Onu bunu boş ver de sen yoğunluğunu bahane ederek gelmemezlik etmezsin buraya." Göz ucuyla yine bana baktı ve Barun’a yaklaştı, bana attığı o kısa bakışından konuşulanları anlamadığımı sandığını gördüm "Yoğunluğunun sebebi bu güzel kızımız mıydı yoksa ha?"
Barun’un gözleri şaşkınlıkla büyürken "Ne?!" diye konuştu.
Benim de ondan pek bir farkım yoktu. Gerçekten ne?
İsminin Sevilay olduğunu öğrendiğim kadının dudaklarındaki gülümseme büyürken Barun’u sıkıştırmaya devam etti. "Kaçma kaçma. Bak onu buraya bile getirmişsin. Üstelik az evvel güleydin ona, gözümle gördüm"
İması karşısında utandım ve bakışlarımı onlardan kaçırdım. Beni buraya getirmesi ve bana gülmesi ona neden böyle düşündürtmüştü ki?
"Sevilay Teyze," diyen Barun’un sesiyle gözlerim tekrar ikisine dönmüştü. "Yanlış anlıyorsun, bir dakika-"
"Bak bak bir de utanırmış" Bakışları göz ucuyla bana dönerken gözlerindeki ışıltı gülümsemesine bile yansıyordu resmen. "Ee düğün ne zaman?"
Sesini alçaltmasına rağmen ne söylediğini duymamla birlikte gözlerim hızla büyürken tükürüğüm boğazıma kaçmış öksürmeye başlamıştım. İkisinin bakışları da bana dönerken öksürüğü dizginlemeye çalıştım.
Barun gerginlikle alnına dokundu. "Sevilay Teyze, o seni anlıyor" dedi en sonunda. Kadının gülümsemesi dudaklarında asılı kaldı, kaşlarını çattığını gördüm sonra "Ve sandığın gibi bir şey yok. O sadece misafirim"
Aralarında anlamadığım kısa bir bakışma geçti. Sevilay Teyze'nin bakışları bana döndü. Mahcubiyeti gözlerinden okunurken penyesinin sıvadığı kollarını aşağı indirdi.
"Kusura bakma gızım, ben attım tuttum öyle" diye konuştu.
Ellerimi havaya kaldırdım ona doğru "Estağfurullah" dedim.
Şirince gülümsediği sırada Barun’a kaçamak bir bakış attı "Bence duymazlıktan gelelim bi baştan başlayalım?" dedi. Gülümsemesine karşılık verip kafamı sallayarak onayladım onu.
"Hoş geldiniz o zaman" dedi hemen. Eliyle ileriyi gösterip "Ayakta kaldık. Geçin masanıza, geçin"
Bunun üzerine Barun yerinde hareketlendi ve muhtemelen ilerliyor olduğu cam kenarındaki ortada kalan boş olan masaya yaklaştı. Sevilay Teyze bir adım önümde ilerlerken bende onları takip ettim. Barun masanın sağ tarafına geçip cam kenarındaki sandalyeyi çekti ve oturmak yerine bana baktı.
Sandalyeyi benim için çektiğini anlamam uzun sürmezken şaşırmadan edemedim. Teşekkür ederek sandalyeye yerleştim. O da karşı tarafa geçti ardından. Ceketini çıkarıp sandalyesine astı ve oturdu.
Sevilay Teyze de pencerelerin karşısında kalan sandalyeye kurulduğunda meraklı gözleri Barun’un üzerindeydi. "Deden barıştı mı yoksa sizinle oğlum? Kızımız akraban mı ha?" daha fazla dayanamayıp konuştuğunda sesindeki heyecan kadar sorusu da şaşırmama sebep olmuştu.
Dedesi onlara küs müydü?
Gözlerimi Sevilay teyzeden ona çevirdim. Onun da kaşları daha çok çatılırken bana kaçamak bir bakış atmıştı. Sol kolunu masaya yaslarken parmaklarıyla masaya vurarak ritim tutturdu "Hayır, Sevilay teyze. Geeta akrabam değil" dedi durgunlaşan sesiyle.
Sevilay teyzenin anlam veremeyen bakışları kısa bir an bana dönerken "Geeta mı? Ben Türk sandıydım kızımızı" dedi, sesindeki canlılık uçup gitmişti. Barışmamış olmalarına üzülmüştü sanırım.
Onun gerçeği ona söyleyip söylemeyeceğini bilmediğim için araya girmedim. Barun’un gözleri bana dönerken "Türk zaten. Durum biraz karışık, anlatırım sonra" diye konuştu.
Kimdi acaba bu insanlar? Böyle söylediğine göre onlara da ailesi kadar güveniyor olmalıydı. Onlara rol yapmama gerek yoktu yani.
Sevilay teyze "Sen öyle diyorsan oğlum" diyerek onayladı onu ve bana doğru dönüp içten bir şekilde gülümsedi. Açık kestane rengindeki çekik gözleri iyice kayboldu böylelikle. Elini uzatırken “Kusura bakma kızım tekrardan. Sevilay ben, restoranın sahibi” diye konuştu.
Elini tuttum bende gülümseyerek. Gerçek ismimi söylemedim diğer ismimi biliyordu zaten.
Gözleri yüzümde dolanırken “Maşallah pek bi güzelsin” dedi birden.
Utandığım için bakışlarımı ellerime çevirirken “Teşekkür ederim” dedim.
Gözlerim şiş, saçlarım dağınık ve yüzümde sıfır makyajla yine de güzeldim demek? Ben öyle düşünmüyordum ama şu yaşadıklarımdan sonra nasıl göründüğüm düşüneceğim son şeydi.
Yerinde ayaklandığını duyunca gözlerim yine ona dönerken onun bakışları ikimiz arasında gidip geldi. “Halil amcana haber vereyim hemen geldiğini. Çok sevinecektir o da. Siz de ben dönene kadar ne yiyeceğinize karar verin”
Halil mi? Eşi falan mıydı acaba? Kerem kimdi o zaman?
Son kez bize bakıp gülümsedi ve tezgâhın yanına yürüyerek arkasında kalan kapıdan içeri girdi.
Bakışlarım hemen Barun’a dönerken onun gözlerini yüzümde buldum. "Kim bu insanlar? Neyiniz oluyorlar?" diye merakla konuştum.
Parmakları masada ritim tutmayı bıraktı ve bakışları ellerine dönerken kısa bir süre sessiz kaldı. "Kerem benim arkadaşım," derken dudakları kıvrılacak gibi oldu "Onlar da onun ailesi. Değer verdiğim sayılı insanlardan biriler."
"O nerede peki?" gözlerimi mekânda gezdirdim tekrar.
"Kaybettim"
Gözlerimi ona çevirmemle göz göze geldik. Kaybettim demişti. Ölmüş müydü?
Ölmemiştir...
Ne söyleyeceğimi bilemeyerek dudaklarımı ıslattım. Ne sormak istediğimi anlamış gibi hafifçe kafasını salladı.
Ölmüştü.
Yutkundum. Bunu hiç beklemiyordum. "Başın sağ olsun"
Dudaklarını birbirine bastırırken başını eğdi sadece. Gözlerimi kaçırmak istedim yoğun bakan kahvelerinden ancak yapamadım.
"Onlar neden buradalar peki? Ne için buraya gelmişler?"
Derin bir nefes alıp verdi "Sen onlara hikayeni anlatırsan belki onlar da sana hikayelerini anlatırlar"
Kaşlarım havalanırken kendimi tutamayarak "Siz?" diye sordum "Siz neden anlatmadınız o zaman bana hikayenizi?"
Tamam, ben ona anlatmak zorunda kalmıştım doğru. Hikayemin tamamen bundan ibaret olduğunu da söyleyemezdim. Yine de onun da kendinden bir şeylerden bahsetmesini isterdim.
Bu sefer onun kaşları şaşkınlıkla havalanırken "Hikayemi mi merak ediyorsun?" diye sordu sakin ses tonuyla.
"Evet"
Daha bu sabah fazla merak iyi değil demişti bana adam ama ben burnumun dikine gitmeye devam ediyordum.
Ben adam olmam, çok haklısın Serdar abi.
"Neden?" dedi gerçekten merak eder bir sesle.
"Sizi anlayabilmek için" dedim hiç düşünmeden.
"Neden anlamak istiyorsun ki beni?" gözlerindeki şaşkınlık sesine de yansıyordu artık. Neden bu kadar şaşırmıştı ki? Bu tavrı onun hakkında daha çok meraklanmama sebep olmuştu.
Dudaklarımı birbirine bastırdım ve bir cesaretle "Çünkü bazen anlaşılmak ister gibi bakıyorsunuz" diye cevap verdim.
Gözleri çok sık dalıyordu mesela. Sürekli bir şeyler düşünüyor gibiydi. O anlardan sıyrılıp gözlerime her baktığında duygularını arkasına sakladığı duvar bir anlık yok oluyordu. O bakışı o zaman görüyordum. Belki de yanılıyordum.
Ranvir’in onun için yanlış anlaşılmaya çok müsait bir adam deyişi geldi aklıma. Bence bu da duygularını sakladığı içindi. Kendini bu kadar içine kapatmasa olmuyor muydu?
Cevabıma yine çok şaşırmış gözlerini kaçırmıştı benden. Dudaklarını yaladı. Konuşacak gibi oldu sonra ama vazgeçti. Ardından tekrar dudaklarını aralamıştı ki Sevilay teyze ve eşi olduğunu tahmin ettiğim Halil amca masamızın yanına geldiler.
"Hoş geldiniz" Halil amca dudaklarındaki tebessüm ile Barun’un omzuna dokundu. Esmer tenli, uzun boylu ve göbekli bir adamdı. Siyah saçları ve bıyıkları ağarmıştı onun da. Sevilay teyzeden daha çok belli ediyordu yaşlılığını. Ardından bana elini uzattı. Gülümsemesine karşılık verip elini sıktım bende.
Barun’un bakışlarını üzerimde hissederken aklının az önceki konuşmamızda kaldığını hissediyordum. Valla benim de öyleydi.
"Halil amca, Sevilay teyzenin eşi" diye açıkladı sonra bana. Ona kısa kaçamak bir bakış atıp başımı sallayarak onayladım. "Halil amca, Geeta da benim misafirim"
Misafir. Bir yeri, kimseyi ziyaret edip sonunda evine geri dönen kimse.
Bu yüzden mi anlatmıyordu hikayesini bana? Hayatında gelip geçici biri olduğum için mi?
"Ee seçtiniz bi şeyler bakalım? Ne getireyim size?" Sevilay teyze neşeli sesiyle düşüncelerimi böldüğünde onun gözleri ikimiz arasında gidip geliyordu.
Menüye bakmamıştım. Baksam da önce onun konuşmasının daha uygun olacağını düşünürdüm yine. Gözlerim ona döndü mecbur. Aynı anda o da bakışlarını bana çevirmişti.
"Henüz bakmadık menüye" dedi ve göz temasımızı kesip masanın köşesinde duran menüsüne uzandı.
Bende ona ayak uydurup kendi menümü aldım. Az önce konuştuklarımızı bir kenara koyup şu ana odaklanmalıydım. Midemdeki seslere kulak vermeliyim mesela.
Derin bir nefes alırken sesli bir şekilde geri bıraktım. Kendi paramla yiyemeyeceğim için içim pek rahat değildi ama bunu düşünmemeye çalıştım. Menünün kapağını açtım ve yemekleri incelemeye başladım. Menü Hem Türkçe hem İngilizce hem de Hintçe bir şekilde hazırlanmıştı. Yemek fiyatları buranın para birimi şeklinde yazıyordu. Bu yüzden fiyatları hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Yemeklerde gözlerim gezinirken ağzımın suyu akmış olabilirdi. Burada neredeyse ne ararsan vardı. Bulgur pilavı, pirinç pilavı, nohut yemeği, kuru fasulye, dolma, mantı, bamya, hünkarbeğendi, mücver ve çorba çeşitleri... Gözlerim köfteleri bulduğunda dudaklarımı yaladım. Et vardı, et. Listenin devamı yok oldu o an benim için.
Barun’a kaçamak bir bakış atmak için kafamı kaldırdığımda o da bakışlarını kaldırdı aniden ve göz göze geldik. Tek kaşını havaya kaldırdığın da gözleriyle elimdeki menüyü işaret etti. Ne alemde olduğumu soruyordu. Güzel soruydu. Et alemindeydim. Daha fazla bakma gereği duymayıp menüyü masaya bıraktım bende.
Vakit kaybetmeden gözlerimi bizi bekleyen çifte çevirdim "Ben, köfte alayım" dedim, menünün kapağını kapattım "Yanına da pirinç pilavı"
Bu ikiliyi özlemiştim ve listenin geri kalanına kararsız kalmamak için bakmamıştım bilerek.
Sevilay teyze tüm sevecenliği ile gülümseyerek onayladı beni. Gözlerini Barun’a çevirdi. Bende ona doğru döndüm. Menüsünü çoktan kapatmış masanın köşesine geri koyuyordu "Bende aynısından alayım" dedi.
Kaşlarım havalandı. Şaşırmıştım. Gördüğüm kadarıyla sadece Türk yemeği değil Hint yemekleri de yapıyorlardı ama Barun benimle birlikte Türk yemeği yemeyi tercih etmişti. Demek ki daha önceden tatmış olduğu bir yemekti.
"Yanına içecek ne alırsınız?" diye sordu Halil amca.
"Ayran tabii ki" diye atıldım hemen.
Barun’un kaşları hafifçe çatıldı bana bakmaya devam ederken. Demek ki onun da bilmediği şeyler varmış.
Yüzümde keyifli bir gülümse yer alırken ellerimi masanın üzerinde birleştirip başımı ona doğru eğdim biraz. "Köfte ayran diye bir ikili vardır. Anneniz hiç bahsetmedi mi?"
Gözleri donuklaştı birden. Bu kaşlarımın çatılmasına sebep oldu. Halil amcanın da kalın kaşlarının çatıldığını gördüm. Sevilay teyzenin ise gözleri ondayken gülümsemesi dudaklarında asılı kalmıştı.
Barun bakışlarını pencereye çevirdi. Ne olduğunu sormak istediğim sırada "Bahsetmişti" diye yanıtladı beni. Şimdi sesi de gözleri gibi donuklaşmıştı.
Sanırım onun canını sıkan bir şeyi hatırlatmıştım. Kerem ile ilgili miydi acaba? Bu konu hakkında bir şey sormaya korktum bu yüzden.
"Tamam ayranı da ekledim. Bi on dakikaya hazır olur köfteleriniz" Sevilay teyze tekrar araya girdiğinde gözlerim onlara döndü. Kafamı hafifçe sallayıp tebessüm ettim.
Bunun üzerine Halil amca mekânın diğer tarafına doğru ilerlerken Sevilay teyze de mutfak olduğunu düşündüğüm kapıya doğru gitmişti.
Bakışlarım Barun’a döndüğünde onun bakışlarını üzerimde buldum. "Daha önce yemiş miydiniz köfte pilav?" diye sordum.
"Yedim. Aisha ile en sevdiğimiz yemeklerden biridir" dedi, buruk bir tebessüm oluştu dudaklarında bunları söylerken.
Az önceki hüzünlenen tavrı bu yüzdendi o zaman. Aisha’dan böyle bahsetmesi içimi rahatlattı. İyi hatırlıyordu en azından onu. Bu aralarının düzelmesi için bir umuttu.
"Annenizin en güzel yaptığı yemek ne peki?"
Bakışlarını masaya çevirirken kısa bir süre düşündü "Patlıcanlı bir yemekti, tuhaf bir ismi vardı?" dedi daha çok kendi kendine söyler gibi.
"Karnıyarık mı?" diye atıldım.
Kaşları çatılırken kafasını iki yana salladı. "Mukassa mıydı neydi - "
Kahkahamla birlikte dondu kaldı bir an. "Musakka olmasın o?" diye konuştum gülüşümün arasından.
Yüzüme sanki kaçıkmışım gibi bakmaya başladığında dudaklarımı birbirine bastırıp kendimi dizginlemeye çalıştım. "Mukassadan başka, ay!" yanlışımla birlikte duraksayıp tekrar kıkırdarken benim aksime o hiç eğlenmiyordu. "Yani sadece Musakka mı? Sizden daha uzun bir liste bekliyordum. Yemek yemeyi çok seviyor gibisiniz siz de çünkü" diyerek toparladım en sonunda.
Beni cevapsız bırakıp yüzüme tepkisiz bir şekilde bakmaya devam etti. "Komikti ama Kaymakam Bey, neden öyle bakıyorsunuz?" dedim, kendimi tutamayıp güldüm yine.
"Sen gerçekten delirmişsin"
"Gülmek ne zamandan beri delilik olmuş ya?!" dedim yalancı kızgınlığımla.
Bakışlarını tekrar pencereye çevirirken "Neyse, ağlamandan iyidir" dedi.
Ağladığımda çok çirkin olduğumu ima ettiği an geldi aklıma. İşkence çektirecek kadar.
O kadar çirkin değilimdir ya.
Güzel olmasam bile kesin tatlıyımdır.
Gamzelerim yeter be.
Çok geçmeden Sevilay teyze ve çalışan kıyafetli bir kadın masamıza yemeklerimizi getirdiler. Yirmilerinde olduğunu tahmin ettiğim genç garson bize hafifçe tebessüm edip yanımızdan ayrılırken Sevilay teyze de afiyet olsun diyerek yanımıza sonra uğrayacağını söyledi ve o da gitti.
Köftelerin kokularıyla açlığımı tekrar hissederken dudaklarımı yaladım. Barun çoktan başlamıştı yemeye. Bende sessizliğimi koruyarak yemeğimi yemeye koyuldum. Sevilay teyze söylediği gibi yemeklerin bitimine doğru yanımıza geldi ve önceki oturduğu sandalyeye oturdu.
Peçetemle dudaklarımı temizledikten sonra "Elinize sağlık, Sevilay Hanım. Çok lezzetliydiler" dedim.
Kaşları hafifçe çatılır gibi oldu. Bir şeyden hoşlanmamış gibiydi. “Afiyet olsun kızım ama hanım falan ne gerek var? Teyze de hele sende bana” dediğinde bunun nedeninin anlamış oldum.
Tebessüm ettim onu onaylayarak. Gözlerim Barun’a döndüğünde hala tabağını bitirmekle meşgul olduğunu gördüm.
"Tatlıdan ne istersin gızım? Bi de çay getireyim öyle oturalım sohbet edelim"
Sevilay teyze yerinden tekrar ayaklanacak gibi olurken ellerimi ileri uzatıp durdurdum onu. "Hayır, hayır. Hiç gerek yok gerçekten"
"Ne demek gerek yok? Yemeğin üzerine tatlı pek iyi gider." Kaşları çatılırken beni dinlemeyip yerinden kalkmıştı "Söyle hele gızım en sevdiğin tatlıyı, ondan getireyim?"
Gülümsedim, utanmıştım. Gözlerimi kaçırdığım sırada Barun’un üzerimdeki bakışları ile karşılaştım. Bu daha da utanmama sebep oldu. Tabağını bitirmişti. Onun bir şey söylemesini bekledim ama o sessizliğini korumaya devam etti.
"Kaymakam Bey tatlıları da siz seçin bence?" dedim, elimle Sevilay Teyze'yi işaret ederek.
Kaşları hafifçe çatıldı. Arkasına yaslanırken "Ben tatlı sevmem, sen istediğini söyleyebilirsin" dedi.
Benim de kaşlarım çatıldı bu söylediklerinin üzerine. "Tatlı sevilmez mi ya?" Aklıma gelen düşünceyle "Jalebi seviyorsunuz sanırım ama değil mi?" diye sordum. Düğün günü terasta tek onlardan yediğini görmüştüm.
Onun cevap vermesini beklemeden bizi izleyen Sevilay Teyze'ye döndüm sonra "Bende çok sevmiştim aslında Jalebiyi. Eğer varsa ondan alabiliriz aslında?"
Sevilay Teyze çizgi halini alan tebessümüyle Barun’a baktı hemen.
"Jalebi severim, evet" Barun’un konuşması ile ona döndü bakışlarım benim de. Onun gözleri önündeki tabağa dalıp gitmişti "Ama sadece annemin kendi tarifiyle yaptıklarını yerim"
O günkü tatlıları annesi yapmıştı o zaman.
"Gızım, eğer sen istersen getireyim ben yine de. Asaf’ın huyunu biliyorum ben"
Sevilay Teyze'nin konuşmasıyla Barun da olan bakışlarım ona döndü. "Hayır kalsın o zaman ya"
"Bak hala nazlanıyor. Sen söyle hele bi en sevdiğin tatlıyı" Sevilay Teyze ısrar etmeye devam ederken masanın üzerindeki ellerimle oynadım.
Pes ederek sesli bir nefes bıraktım. "Şekerpare‘ye bayılırım"
Bir elini diğer elinin avucuna vururken "Tüh, son tatlıyı da az önce başka birisine vermiştim" dedi, gerçekten üzülmüştü bunun için.
İçten bir şekilde gülümsedim bu haline "Önemli değil gerçekten, hem bana tatlı olsun yeter aslında" dedim.
"Fırında sütlaç yapmıştım yeni, o zaman ondan getiriyorum?" diye sordu, şen havasına geri dönmüştü hemen. O kadar iyi gelmişti ki enerjisi içim sıcacık olmuştu.
"Olur"
Memnun olmuş bir ifadeyle gülümsedi. Bu sırada yanından geçen garson adamı durdurdu. Tepsisinde olan bir sütlaç kasesini aldı. Garson adam ona gülümsedi. Çalışanları bile kendileri gibi yüzü gülen insanlardı.
Aldığı sütlaç kasesini benim önüme koyarken "Ben çaylarınızı demleyip getirene kadar bitsin bu kâse" dedi.
Buna sırıtırken buldum kendimi. Kafamı sallıyordum bir yandan da. Sevilay teyze mekânın karşı tarafında, masalardan birinin yanında bize arkası dönük duran Halil amcanın yanına doğru ilerlemeye başladı.
Sütlacın tadına bakmak için tatlı kaşığımı elime aldım. Görüntüsü benziyordu bakalım tadı aynı mıydı? Bir kaşık alıp yedim. Tadında çok bir farklılık yoktu. Uzun zamandır da sütlaç yemiyordum, özlemişim. İkinci kaşığımı yediğim sırada bakışlarımı ona çevirince göz göze geldik.
Beni mi izliyordu?
Lokmamı yutup "Daha önce tadına bakmış mıydınız Sütlacın?" diye sordum.
Bakışlarını önümdeki kâseye değdirdi "Bakmadım"
Kâseyi masada ona doğru kaydırdım "Çok ağır bir tatlı değildir aslında, denemek ister misiniz? Böyle tek başına yiyince olmadı"
Yaslandığı yerden doğruldu ve tatlı kaşığını eline aldı. Kabul edeceğini düşünmemiştim. Sanki bunu dememi bekliyormuş gibi. Güldüm. Yüzü ve bakışları yumuşamıştı buraya geldiğimizden beri. Dik ve sert duruşunun aksine burada daha rahat duruyordu ayrıca.
Barun Sütlacın tadına baktıktan sonra "Kheer adında böyle sütlü bir tatlı var Hindistan da ona çok benziyormuş tadı" diye konuştu.
Sütlacımı yemeye devam ettiğimden o konuşunca kaşığımın iç tarafını dudağıma yaslayıp öyle dinlemiştim onu. Tekrar gözlerimle kâseyi işaret ettiğimde itiraz etmedi ve bir kaşık daha aldı.
Kaşığımı dudaklarımdan çekip "Demek öyle, beğenmenize sevindim" dedim. Demek ki arada yiyormuş tatlı. Bahsettiği tatlının tadını bildiğine göre.
Sevilay teyze elindeki çay tepsisiyle masamızın yanında bitti tekrar. "Oğlum desene bende yiyeceğim ha, ne diye kızın tabağından nasipleniyorsun?" kaşlarını çatarak adeta onu azarladığında gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım.
Barun’un kaşları çatılırken şaşırdığını gördüm. Bunu beklemiyordu. Bu yüz ifadesine daha çok gülesim geldi. Yaramazlık yaparken annesine yakalanmış bir çocuk gibiydi şu an.
"Yemek istesem neden söylemeyeyim Sevilay teyze? Tadına baktım sadece"
Sevilay teyze bunun üzerine bana baktığında ona gülümsedim. Gülümsememe karşılık verirken elindeki çay tepsisini masaya bıraktı. “Öyle olsun" tepsideki çay fincanlarımızı önümüze koydu “Çaylarınızı soğutmayın"
Ben bu sırada kasemde kalan son iki kaşıklık yeri de yemiştim. Sevilay teyze boş kâseyi aldı ve tepsiye koydu.
Beyaz fincandaki çayı gördüğümde kaşlarım çatıldı "Bu-"
"Masala Çayı" diye tamamladı beni Barun.
Masala çayı mı?
Dudaklarımı yaladım ve gözlerimi ona çevirdim "Ben siyah çay bekliyordum. Bu yüzden şaşırdım biraz" dedim.
Bu çaydan çok sütlü kahveye benziyordu çünkü.
Sevilay Teyze hala yanımıza oturmamış ayakta dikilirken "Bu çayı da poşet çayla yapıyoruz kgzım. Burda bizim çayı öyle herkes sevmiyo, ondan bundan yapıyoruz" diye açıklama yaptı. Barun parmaklarını fincanına sararken gözlerini yüzümde gezdiriyordu.
"Tadı güzeldir he, merak etme" diye devam etti Sevilay Teyze. "Olmadı bi dahaki sefere senin sevdiğin gibi demlerim çayı ne olacak?"
Bir daha gelirsek tabii...
İç sesime dudak büzdüm. Sanmıyordum. Burayı çok sevmiştim. Tekrar ülkemde gibi hissetmiştim kendimi ama bu kısa bir ziyaretti sadece.
Misafirlik gibi...
Yine de onu bozmayarak "Olur" dedim dudaklarımdaki küçük tebessümle.
"Sevilay teyze otursana sende" Barun fincanını tabağına koyarken Sevilay teyzeye bakarak araya girmişti.
Masadaki tepsiyi geri eline alan Sevilay teyze "İki kişi kaldı dükkânda zaten oğlum, onları gönderelim amcanı da alıp geliyorum" dedi.
Bunun üzerine gözlerimi mekânın içinde gezdirdiğimde gerçekten sadece iki kişi kaldığını gördüm. Önümüzde ve arkamızdaki masalar bile boşalmıştı. Zaten o kalan iki kişide karşı tarafta kalan bir masada oturuyordu.
Fincanımın yanında duran çay kaşığımı elime alırken yüzümü dumanı tüten çayıma yaklaştırıp kokusunu içime çektim. Zerdeçal kokusu muydu bu?
Fincan tabağının yanında duran tek küp şekerini elime aldım. Gözlerim masanın sağında kalan baharatlıkların yanında şekerliği aradı sonra ama göremedim.
"Ne arıyorsun?" Barun’un konuşmasıyla gözlerim ona döndü.
Elimdeki şekeri gösterdim "Şeker arıyorum.”
"Masala Çayı'nın yapımında zaten şeker kullanılıyor. Ayrı şekerli içmek isteyenler için de sadece bir tane küp şeker konulur yanına"
"Siyah çayı normalde üç şekerli içince alışkanlık olmuş" dedim gülümseyerek.
Elimdeki şekeri çayın içine attığım sırada onun fincan tabağındaki şekerini alıp bana uzattığını gördüm. Kaşlarım havalandı şaşkınlıkla. Tatlı sevmediği gibi çayı da şekersiz içiyor olmalıydı tabii. Bu an babamı hatırlatmıştı bana. Dışarıda çay içtiğimiz zaman şekerlik olmasına rağmen kendi şekerini verirdi o da bana hep. Sonraları alışkanlık olmuştu tabii bu.
Tebessüm ederken elindeki şekeri aldım. Parmaklarım soğuk parmaklarına değdi. "Teşekkür ederim"
Dudakları kıvrılır gibi olurken kafasını salladı sadece. Diğer şekeri de attıktan sonra bir güzel karıştırdım. Sütle çayı bir arada düşünmemiştim hiç. Fincanı dudaklarıma götürdüğümde dudaklarımın yanmamasına dikkat ederek bir yudum aldım. Tadının güzel olabileceğini sanmıyordum. Ancak öyle değil, aksine gerçekten güzeldi. Çayın yanında farklı baharat tatları da almıştım ama ne oldukları hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ayrıca Barun’un söylediği gibi çok tatlıydı. Tabii iki şekerden sonra ne bekliyorsam. Şikayetçi miydim?
Hayır.
Çok geçmeden Sevilay teyze ve Halil amca son müşterilerini de göndermiş yanımıza gelmişlerdi. Sevilay teyze kendileri için de iki fincan çay getirmiş bize eşlik etmeye başlamışlardı. Halil amca ve Barun bir siyaset sohbetine giriştiler.
Sevilay teyze de başta bana çayı sevip sevmediğimi sormuştu. Ardından mutfakla aramın nasıl olduğuna dair bir muhabbete girişmiştik. Bir şeyler anlatırken o kadar tatlı yüz ifadelerine bürünüyordu ki gülümsemeden edemiyordum. Ne kadar süre konuştuk bilmiyorum en sonunda Barun ve Halil amcanın bakışları bize dönmüştü.
"Bu misafir meselesinin altında başka bi şey yatıyo gibi? Yardım edebileceğimiz bi şey var mı?" diye sordu Halil amca, büyük kahve gözleri Barun ve benim aramda gidip geldi.
Anlamıştım ki aralarında bir tanışıklıktan daha fazlası vardı ve haliyle benim kim olduğumu merak ediyorlardı.
Sevilay teyze Halil amcaya uyarıcı bakışlarını gönderirken Barun’un söylediklerini hatırlayarak lafı ben devraldım. "Efendim, ben aslında Kaymakam Bey'in ne misafiriyim ne de bir akrabası." söylediklerime karşın üçünün de kaşları çatılırken oturduğum sandalyede dikleştim "Ben aslında Tayland'a tatile gelmiştim. Babamın ayarladığı özel uçakla…"
Bilmem kaç defa daha anlattığım, anlatmak zorunda kaldığım, hikâyeyi bir de onlara anlattım. Gözlerim dolmuştu yine ama gülümsemeye çalışıyordum. Şaşırmışlardı. Hatta bunu hiç beklemediklerini okumuştum yüz ifadelerinden.
Sevilay teyze benim gibi dolu gözlerini yüzümde gezdirirken "Babanla abinden bi haber var mı peki gızım?" diye sordu.
"Abim henüz uyanmadı, gözetim altında" boğazıma oturan yumrudan konuşamadım bir an "Babam bugün uyandı, konuştum onunla"
Sol gözünden bir damla yaş aktı. Sevilay teyze masanın üzerindeki elime uzandı hemen. "İnsanın yaşı ne olursa olsun sevdikleriyle sınanması çok zor güzel gızım. Rabbim ailene de sana da sabır ve güç versin"
Gözlerinde bir annenin acısı vardı şimdi. Kim bilir nasıl yanıyordu yüreği hala. Acı geçer miydi?
Geçmezdi... Soğurdu, kabuk bağlardı belki ama geçmezdi. İzi kalırdı. Sürekli kendini hatırlatır, ilk günkü gibi canını yakardı insanın. Tekrar ve tekrar…
İçim burkuldu. Diğer elimi elimin üzerindeki elinin üzerine koyup sıktım. "Size de sabır ve güç versin" dudaklarım üzgünce büzülürken bakışlarım Halil amcaya da değdi. Donuklaşan bakışları masanın üzerindeydi. "Çok üzgünüm oğlunuz için. Başınız sağ olsun"
Sevilay Teyze başını hafifçe eğerken diğer gözünden de yaşlar akmaya başlamıştı. "Sağ ol kızım. Görüyorsun işte biz de onu böyle yaşatmaya çalışıyoruz" dedi, gözleri etrafta gezindi. "Buranın her yerine eli değdi, her yerde onun emeği var"
Gözlerim Barun’a döndüğünde onun bakışlarının üzerimde olduğunu gördüm. Ağlamış mıydı acaba o öldüğünde? Onu hiç ağlarken hayal edemiyordum.
"O, burada mı çalışıyordu?" diye sordum bakışlarımı tekrar Sevilay teyzeye çevirirken.
Yaşlı gözleri masaya döndü. Benim başıma gelenleri anlatırken boğazımda oluşan o yumrunun bin misli vardı şu an onda. Barun yerinde hareketlendi ve baharatlıkların yanında duran sürahiden ona bir bardağa su doldurup verdi. Sevilay teyze ona gülümseyip ellerimizi ayırdı ve suyunu içti bana cevap vermeden önce.
"Halil amcanla ben doğma büyüme Antepliyiz. Halil'in orada bi kasap zinciri vardı. Bende tıpkı bunun gibi bi lokanta işletiyordum orada. Evlendiğimiz zaman sadece bir kasap dükkanımız vardı. Zamanla Rabbim işlerimizi büyütmemize vesile oldu. Üç çocuğumuzu öyle büyüttük. Kerem ortancamızdır. Bir ablası bir de kız kardeşi var.” Duraksadı burnunu çekerken. Sol gözünden bir damla yaş düştü. "Kerem, üniversiteyi ilk sene kazanamayınca Halil çok yalvardı ona, 'gel oğlum, dükkanlardan birinin başına geç' diye… Ama dinlemedi babasını. Lisede zaten meslek bölümünde aşçılık okumuştu. Sonra üniversiteyi kazanınca tek derdi vardı: bilgilerini artırmak, sevilen bi aşçı olmak. İkinci senesiydi galiba, geldi dedi ki 'yurtdışına gideceğim değişim öğrencisi olarak'. Biz istemedik tabii. Dedik, uzak, garip yer, dil bilmez, yol bilmez… Ancak o yeni deneyimler kazanmak ve kendine alan yaratmak için gitmek istediğini söyledi ve bizi dinlemeyip gitti”
Derin bir nefes alıp verirken bakışlarını ayırmamıştı masa örtüsünden. Hayalleri ve gerçekleştirmek istediği hedefleri vardı. Artık onun yaşamıyor olduğunu düşünce içime bir şeylerin battığını hissettim.
"İtalya’da bi yılını daha tamamlamadan bi gün aradı bizi. 'Ben âşık oldum' dedi. Biz de sorduk tabii, 'Kimdir necidir bu kız?' dedik. Meğer kız buralıymış, ismi Mitali. Abisi de Kerem gibi aşçıymış. Bi kaç defa ailecek ziyarete gelmişler, orda tanışıp sevmişler birbirlerini. Bir süre sonra da evlenmeye karar vermişler. Kerem bunu bize söylediğinde, başta biz mırın kırın ettik. Halil’le de ilk defa sert bi tartışma yaşadılar o zaman. Biz istiyorduk ki yanımızda olsun, ama sanki o hep bizden uzaklaşmak derdindeymiş gibi hissediyorduk. En sonunda bu konuda onun yanında durursak evlendikten sonra Antep’te dükkanlardan birinin başına geçeceğini söyledi”
Yolunun buraya böyle düşmüş olduğunu düşünmemiştim hiç. Ben tüm dikkatim ve artan şaşkınlığım ile Sevilay teyzeyi dinlemeye devam ederken o konuşmasına tekrar ara verdi, özlemle iç geçirdi. Omuzları düşmüştü iyice. Bazı şeylerden pişman olduğunu düşündürttü bu bana.
"Mitali’nin ailesi buradaki zengin ve köklü ailelerden biri. Başta onlarda istememişlerdi bu birlikteliği ama abisi ön ayak olunca evlendiler. Mitali’yi alıp Antep'e geldikten sonra ben ufak bir kaza geçirdim. Altı ay ayağım sargıda kaldı. Bu yüzden Kerem de kasap dükkanları yerine benim restoranın başına geçti. Büyük kızım Merve’yle bende elimizden geldiğince ona yardım ettik. Bu süreçte Mitali’ye de bi çok Türk yemeğinin yapımını öğretmiştik. Zamanla oturttular düzenlerini ama bir türlü Mitali alışamadı oraya. Onu da anlıyorduk. Zordu. Yeni bi ülke, yeni bi dil, ailesinden uzak... Başka başka sorunlar üst üste geldi. Sonunda bi gün Kerem onun için Hindistan da yaşamaya karar verdiğini söyledi bize. İstemedik. Ama sonra düşündük… Evvelden onu zorla yanımızda tutmaya çalıştık da ne oldu? O yüzden bu sefer ses etmedik, yanında durduk bu defa”
Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Sesi de gittikçe boğuklaşıyordu. Önündeki bardaktan bir yudum aldı. Bakışlarını mekânın içinde gezdirmeye başlayarak anlatmaya devam etti.
"Burayı tutmuşlar beraber. Daha küçüktü burası ilk aldıklarında. Keremi'm kendisi büyüttü. Dekorasyonuna kadar kendisi ilgilenip ayarladı her şeyi. Hint yemekleri yanında Türk yemekleri yapıp satma fikri de ondan çıkmıştı." Gözyaşları arasından gülümserken yaşlı gözlerini Barun’a çevirdi. "Güzel de yemek yapardı Kerem'im. Özellikle harika kebap yapardı. Tıpkı babası gibi"
Gözümden bir damla yaş düştü. Oturduğum yerde öne doğru eğildim ve masanın üzerindeki elini tuttum. Evlat acısı zordu, çok zordu. Canından bir parçayı toprağa vermek ne kadar kolay olabilirdi ki zaten? Aklıma Yiğit abim geldiğinde içim titredi.
Annemi böyle görmek istemiyordum. Abimi böyle gözleri yaşlı anmak istemiyordum.
Yutkunmaya çalıştım. Sevilay teyze elimi sıkarken başını eğdi. Halil amca onun omzuna dokunup sıkarken iç geçirdi hüzünle. Bakışları nemlenmişti onun da.
Gözlerini bana çevirdi. Aynı acının izleri vardı kahverengi gözlerinde. "Mitali hamile kalınca Kerem annesini yardıma buraya çağırdı" diye devam etti anlatmaya Halil amca. Bir de çocuğu mu vardı? Geride bıraktıkları vardı… Daha çok üzüldüm. Gözyaşlarım yanaklarımı ıslatmaya devam etti. "Sevilay da gitti tabii. Ondan sonra ayağımız burdan kesilmez oldu zaten. Sevilay buraya geldikten sonra diğer Türk yemeklerinden de yapınca burda çok sevildi. Ünlü bi yer oldu restoran. Torunum bereketiyle geldi desek daha doğru olur."
Sevilay teyze başını kaldırıp ağlamaktan kızaran gözlerini Barun’a dikti "Ben geldikten bi hafta sonra mıydı neydi, Asaf ailesiyle birlikte geldi buraya. Kız kardeşiyle ikisi de ne kadar küçüktü o zaman"
Kaşlarım çatıldı şaşkınlıkla. Küçüktü derken? Yakın zamandan bahsetmiyor muyduk? Benim bakışlarım da Barun’a döndü. Onun gözlerinin çay fincanına bakarak dalmış olduğunu gördüm. O güne mi dönmüştü? Kaç yaşındaydı onu kaybettiğinde?
"Onların da Türk olduğunu öğrenince çok mutlu olmuştu Kerem. Asaf'la da çok iyi anlaşıyorlardı, sürekli ondan bahsederdi o zamanlar. Bi erkek kardeşim olsa, o Asaf gibi biri olurmuş derdi bana"
Barun halen o dalıp gittiği geçmişten çıkamamış gibi gözükürken Sevilay teyze ile aynı anda bakışlarımızı birbirimize çevirdik. Gözyaşları tekrar hızlanmıştı. Dudağımı üzgünce büzerken devam etmemesi için kafamı iki yana salladım.
Ancak onlara aslında anlatmak iyi geliyor olmalı ki Halil amca tekrar araya girerek konuştu "Bi oğlu oldu. İsmi Arda. Oğlunun doğmasına az kalmıştı. Bende burdaydım o sıra. Huzursuzdu o gün. Dakika başı evi arayıp duruyordu. Mitali için endişeleniyordu. En son oğlum madem aklın orada git onların yanına biz bakarız dükkâna dedim."
Hayır... Oğlunu göremeden vefat mı etmişti? Canım yandı. Sevilay teyze acıyla gözlerini yumarken kafasını iki yana salladı. Elini tamamen ellerimin arasına almıştım artık.
"Motoruna atlayıp çıktı gitti... Sevilay vardığında haber et diye tembihlemişti. İki saat geçmişti ama bir ses seda gelmedi. Dedik o telaşla herhalde unuttu çocuk, çok üstünde durmadık. Meğer oğlum evine bile varamamış. Hastaneden aradılar bizi... Başka bir araba çarpmış ona. Hastaneye nasıl vardığımızı hatırlamıyorum” Halil amcanın sesi sonlara doğru kısılırken gözleri dolmuştu. Bakışlarını kaçırdı benden. “Geldiğimizde Asaf vardı yanında. Kazanın olduğu yere yakın olunca olayı görüp gelmiş. Başta eşine haber verememiştik. Ama durumunun ciddi olduğunu öğrendiğimizde haber vermek zorunda kalmıştık. Ne kadar süre bekledik o ameliyathane koridorunda bilmiyorum, en sonunda daha fazla dayanamamış olmalı ki yavrum acı haberini aldık"
Burnumu çektim. Gözlerim yaralı anne ve baba üzerinde dolaşırken "Ben, özür dilerim. Sizi üzmek istemezdim gerçekten" dedim.
Sevilay teyze gülümsemeye çalışırken iç çekti ve elimi sıktı "Biliyoruz gızım, biliyoruz. Bazen insan anlatmak ister, onun gibi düşün. Hem sende paylaştın bizimle acını. Biz de seninle paylaşmak istedik"
Gülümsemesine karşılık verirken bir elimi geri çekip yanaklarımı kurulamaya çalıştım. Ardından dudaklarım aklımdaki soru için aralandı "Eşi ve oğlu nerede şu an peki?"
"Mitali yıkıldı tabii. Doğum başladı ama o istemedi. Erken doğum olduğu için ikisi için de risk vardı ama Rabbim onları bize bağışladı. Mitali’nin kendine gelmesi zaman aldı. Bu süre zarfında Arda’ya biz baktık. Doktorlar izin verince Türkiye’ye götürdük onu. Bi kaç ay sonra Mitali onu görmek isteyince geri geldik. Her şey öyle tepetaklak olmuştu ki burası aklımızdan tamamen çıkmıştı. Onun için üzülenler, restoranın kapanacağı için de çok üzülmüşlerdi. Asaf bile o yaşına rağmen ben işletirim bana satın burayı demişti” Sevilay teyze bakışlarını Barun’a çevirirken gayri ihtiyari gülümsedi. "Benim de gönlüm el vermiyordu zaten oğlumun emek verip hayallerini süslediği yeri bırakıp gitmeye. Bu yüzden kaldık burda, onun gerçekleştirmek istediklerini tamamlamaya çalıştık. Ailesi de Mitali'yi tekrar evlendirmek istedi. Kızcağız o kadar çok yıprattı ki kendini, bi süre sonra onlara karşı duramadı. Biz de eğer mutlu olacaksa ailesini üzmemesini söyledik. Evlendi. Ancak ne eşi ne de onun ailesi Arda'yı istemedi"
"Nasıl ya? O, Mitali'nin çocuğu sonuçta" ister istemez sinirlendiğimde kendimi tutamayarak araya girdim.
"Öyle Gızım, öyle. Bunu bilerek evlendikten sonra söylediler yoksa Mitali asla böyle bi şeyi kabul etmezdi. Ama iş işten geçtikten sonra onun da elinden bi şey gelmedi. Benim zaten yüreğim yanmış bi de bunun için kızmadım kimseye. Tek dayanağım oğlumdan kalan emanetti, aldık onu ve biz büyüttük. On yaşına girecek bu sene. Biz altı ay burda altı ay Türkiye’de duruyoruz. Burdayken Mitali her gün onu görmeye geliyor. Biz bu sene erken geldik biraz. Normalde mart ayını beklerdik. Biz burdayken halaları bakıyor ona orda. Büyük kızım Merve, evli. İki çocuğu var, okul işini o hallediyor. İşten geldikten sonra da küçük kızım Dilek bakıyor ona”
Buruk bir şekilde gülümserken “Ne kadar güzel. O, sizler gibi iyi yürekli bir aileye sahip olduğu için gerçekten çok şanslı bir çocuk" diye konuştum.
Arda on yaşındaysa babası Kerem on yıl önce ölmüştü. Tahmin ettiğimden çok olmuştu. Ancak acısı hala tazeydi. Barun şu an kaç yaşındaydı bilmiyordum ama tahminlerimce otuza dayandıysa arkadaşını kaybettiğinde reşit olmalıydı.
Sevilay teyze tombiş elleriyle yanaklarını kurulamaya başlarken o ruh halinden çıkmak ister gibi dişlerini göstererek gülmeye çalıştı. “Biraz daha erken gelseydiniz tanıştırırdım seni onunla"
"Arda, burada mı?" Barun uzun zaman sonra sessizliğini bozunca hepimizin bakışları ona döndü. Onun şaşkın bakışları ise cevap beklercesine Sevilay teyzedeydi.
"Okullar on beş tatile girdi ya oğlum. Dilek aldı geldi” diye yanıtladı onu Sevilay teyze. "Siz gelmeden önce burdaydı, yorgunluktan uyuyakalmış. Öyle olunca Dilek de alıp eve götürdü"
On beş tatil... Birkaç gün kalmıştı okulun tekrar açılmasına ve ben buradaydım. Bu tamamen aklımdan çıkmıştı benim. Annemler haber verebilmiş miydi acaba okula? Ya burada daha uzun süre kalırsam? Miniklerim beni çok merak ederdi. Onları yüzüstü bırakmayı asla istemiyordum. Üzgünce dudaklarımı büzdüm.
"Gızcağızı da üzdük durduk yere hanım" Halil amcanın Sevilay teyzeye hitaben konuşmasını duymamla düşüncelerimden sıyrıldım. Kaşlarım çatıldı hemen. Halil amcanın bakışları bana döndü "Kusura bakmayasın gızım sende"
"Olur mu öyle şey, lütfen. Asıl böyle düşünmeniz beni çok üzer" dedim, samimi olduğumu göstermek için ikisinin de gözlerini içine bakıyordum.
Barun oturduğu yerden ayaklanırken tekrar bakışlarımız ona döndü. "Biz kalkalım artık" dedi durgun çıkan sesiyle.
Bunun üzerine benimle birlikte yaşlı çiftte ayaklandı. "Oğlum, kalsaydınız biraz daha?" diye sordu Sevilay teyze.
"Gidelim artık, geç oldu" Bize doğru hiç bakmadan sandalyesinin arkasına astığı ceketini aldı ve giymeye başladı. Buradan bir an önce çıkıp gitmek ister gibi bir hali vardı sanki. O günleri hatırlamak onu üzmüş olmalıydı belki de.
Sevilay teyze onun önüne ilerleyip tıpkı ilk geldiğimizde olduğu gibi ona kollarını sardı. Onun da üzüldüğünü anlamış gibiydi. Boyu ufak kaldığı için beline sarmıştı kollarını. Çok tatlıydı. Buruk bir şekilde gülümsedim. Barun bu ani sarılışı beklemiyormuş gibi başta afallasa da ardından o da beceriksizce ona kollarını sardı. Beceriksizce diyorum çünkü oldukça çekingen ve gergin gözüküyordu.
"Geeta gızım gitmeden tekrar getir onu buraya" dedi Sevilay teyze kollarını ondan ayırırken. İsmim çok tuhaf çıkmıştı ağzından. Çok tatlıydı.
Uzunca bir aradan sonra Barun'la gözlerimiz kesişti böylelikle. Anlaşılmak ister gibi bakıyorsunuz çünkü. Yine öyle bakıyordu kahveleri.
Gözlerini gözlerimden ayırmadan "Olur" dedi sadece.
Sevilay teyze bu sefer beni birden kollarının arasına alınca göz temasımız kesilmiş oldu. "Kendine iyi bak güzel gızım. Allah, seni ailene bağışlasın inşallah" dedi beni sıkı sıkı sararken.
Ona aynı içtenlikle karşılık verdim. Başımı omzuna yaslarken kokusu burnumu sızlattı. Gözlerim doldu hemen.
Anne kokusu…
Dünyanın en güzel kokusu belki de. Onun sıcaklığı bile insanı en güvenli yerde hissettirirdi.
Birbirimizden ayrıldıktan sonra bizimle birlikte mekânın çıkışına gelerek bizi uğurladılar. Arabaya bindik ve diğer araçlarla birlikte caddeden ana yola çıktık.
"Ben teşekkür ederim" dedim arabadaki sessizliği bozarak.
Bakışlarını yoldan ayırmadan "Ne için?" diye sordu.
"Hem yemek için" gözleri kısa süreliğine gözlerime döndü bu sırada. "Hem de onlarla tanışmama vesile olduğunuz için"
O da orayı sevmeme memnun olmuş gibiydi. Kafasını hafifçe salladı sadece. Direksiyonu tutan elleri sıkılaşmıştı. Gözleri dalgındı yine. Aklıma restorana girmeden önceki konuşmamız geldi.
Oturduğum yerde ona doğru dönerken başımı koltuğa yasladım “Anlaşılmak kötü bir şey mi sizce?”
Aslında Kerem ve Mitali hakkında konuşmak istiyordum ama yeterince üzülmüştü bu akşam onlar için bu yüzden onları sonraya sakladım.
Böyle bir soru beklemiyor olacak ki kaşları çatılmıştı hemen. "Bilmem, ne kadar anlaşılmak istendiğine bağlı sanırım" diye konuştu, durgun bir sesle.
Herkes gibi onun da bir derdi vardı. Ancak bu şimdiki zamana sığan değil onunla uzun zamandır birlikte olan ve omuzlarına binen bir dert gibiydi.
"Ben anlaşılmak istediğiniz kadarını anlatırsanız dinlerim sizi isterseniz?” dedim bir cesaretle.
Bakışları bana döndü bir anlığına. Ne hissettiğini çözemedim o kısa andan. Tekrar yola bakarken “İlla ödeşmemiz gerekiyor yani?” diye konuştu.
“Hayır tabii ki isterseniz dedim. Hani illa şimdi de değil ne zaman isterseniz”
Kafasını salladı anladım dercesine “Ne anlatacağımı bilmiyorum?” dedi.
“Her şey olur. Havadan sudan. Mesleki dertlerinizi bile dinleyebilirim” dedim gülerek, aynı zamanda elimi havada sallamıştım.
“Düşündüğünün aksine anlaşılmak gibi bir derdim yok aslında”
“Neden?” diye sordum.
“Bunun gereksiz bir çaba olduğunu fark ettim. İnsanlar neye inanmak istiyorsa ona inanıyor çünkü. Senin bir önemin bile kalmıyor onların gözünde. Bu en yakınların için bile geçerli”
Kaşlarım çatıldı merakla. Neden böyle düşündüğünü anlamadım ama düşününce çok kırıcı olduğunu fark ettim. Kimden bahsediyordu? Aisha’dan mı? Sormalı mıydım? Bence tam vaktiydi Ezgi.
Dudaklarımı yalayıp “Aisha ile aranız bu yüzden mi bozuk? Sizi anlamadığı için mi?” diye sordum.
Aralarının bozuk olduğunu anlamama şaşıracağını sanmıyordum zaten. Bu bariz bir şeydi. Sebebini de biliyor olduğumu düşündü belki de. Gözlerini yoldan ayırmadı. Ademelmasının hareket ettiğini gördüm. Nokta atışı yapmıştım sanırım.
Ancak bu çok saçmaydı. Aisha gibi ince düşünceli bir kız nasıl olur da onu anlamazdı? Başka bir şey olmalıydı. Belki de Barun’un da suçu vardı?
Sesli bir şekilde iç çekerken “Bu konuşmak istediğim bir konu değil” dedi baskın sesiyle. Omuzları düşmüştü sanki.
“Üzgünüm eğer haddimi aştıysam”
“Hayır, sadece kapatalım bu konuyu” dedi sesli bir nefes vererek. Kafamı sallamakla yetindim bende. İstemiyorsa zorlayamazdım ya.
Hem ben moralimi daha fazla düşürmemeliydim. Babam uyanmıştım bugün benim. Onunla konuşmuştum. Bunları düşünmeliydim. Gülümsedim usulca ve yerimde doğruldum.
"Sizce de harika bir gün değil mi?" diye kendimi tutamayıp adeta şakıdım birden.
Mood yükseltme deyince de ben yahu!
"Bana dengesiz diyene bak" Hiç beklemediğim bir şekilde karşı atakta bulununca gözlerim şaşkınlıkla büyüdü. Dengesiz demişti bana.
Koltukta hiddetle ona doğru dönerken "Konuyu kapatalım dediniz bende kapatıp başka bir konu açtım. Ne var bunda?" dedim.
Hiç beklemeden "Konuşmak zorunda değildin" diye cevap verdi.
Alınmamalıydım, alınmamalıydım.
Koltuğa sırtımı geri yasladım "Sıkılıyorum ne yapayım?" dedim, sesim sitemkâr çıkmıştı.
Azıcık sohbet etse ölür müydü? Resmen kerpetenle laf alıyorduk ağzından.
Bakışlarım hala onda olduğu için dudağının kenarının kıvrılacak gibi olduğunu gördüm. Aklına bir şey gelmiş gibiydi. "Yarın daha güzel bir gün olsun" dedi, daha canlı gelen sesiyle.
Ne gelmişti aklına acaba?
Üstelik bugünün güzel olduğunu da kabul etmişti. Bakışları radyoya kaydı birden ve vitesteki sol elini uzatıp sağ üstteki tuşa bastı. Arabayı cızırtılı bir ses doldurdu önce. Ardından tanıdık bir melodi sardı etrafımızı.
Bir dakika...
Bu...
"Oha! Buray bu?!"
Barun ani bağırışımla irkilirken kaşlarını çatarak yüzüme kısa bir bakış attı "Ne?"
Gerçekten şu an Buray'ın Alacalı şarkısı çalıyordu radyoda!
Ayaklarımla çoktan şarkının ritmini tutturmuşken Buray şarkıya giriş yapmıştı. Sanki onu mutlaka tanıması lazımmış gibi "Buray, Buray" diye yanıtladım bir yandan onu. "Türk bir sanatçı. Siz mi ayarladınız frekansı?"
Aynı yüz ifadesiyle yola bakarken "Bu arabam bir haftadır babamdaydı, muhtemelen o-"
Şarkının en çok sevdiğim kısmına Buray ile giriş yaptığımda şaşkın bir adet Barun’un bakışlarını üzerimde hissediyordum.
Bunu umursamayıp el kol hareketlerimle kendimi şarkının enerjisine kaptırdım ve yüksek desibelde şarkıyı söylemeye devam ettim "Yakar yakar hayat. Yiyip yutar seniii. Atar her an kollarından, satar seniiiğ. Bulur seni sevdam. Korur seni sevdamm. Yorulmaz her düştüğünde tutar seniiiğ."
Barun kafasını iki yana sallarken uzanıp radyonun volüm düğmesini çevirerek şarkının sesini yükseltti. Bunu şarkıyı beğendiğinden değil de berbat sesimi bastırmak için yaptığını söyleyebilirim ama kanıtlayamam.
Henüz şarkı bitmeden eve gelmiştik bile. Barun arabayı bahçeye park ettikten sonra şarkının sesini kıstı "İstersen şarkı bitsin sen öyle gel"
Elim emniyet kemerimde duraksarken "Vallahi mi?" diye sordum.
Bana ters bir bakış atıp radyoyu kapattı. Resmen dalga geçmişti benimle!
Gıcık adam!
Arabadan indiğinde bende daha fazla oyalanmadan kapımı açıp indim. Peşi sıra onu eve doğru takip ederken "Güzeldi şarkı ama kabul edin?" dedim sesimdeki hayranlıkla. "Hı? Hadi hadi itiraf edin Kaymakam Bey" Uzun adımlarına yetişmeye çalışırken beklediğim hiçbir tepkiyi alamadım.
Bu sırada evin giriş holünü geçmiştik. Etrafta hiçbir ses yoktu. Saat geç olduğundan herkes odasına çekilmiş olmalıydı.
"En azından kafasını sallar insan ya! Tamam, anladık konuşmayı sevmiyorsunuz ama soru sorulursa nezaket gereği bir cevap verilir. Kısaca evet ya da hayır da diyebilirsiniz. Niye kasıyorsunuz bu durumu ben anla -"
"Tamam. Tamam sus" birden olduğu yerde durup bana doğru dönünce yerimde donakaldım. Yüzlerimiz oldukça yakındı. Geriye bir adım atarak aramızdaki mesafeyi açtım hemen. O bu durumdan hiç etkilenmiş gözükmezken daha çok öfkelenmiş gözüküyordu "Hayatımda dinlediğim en güzel şarkıydı. Oldu mu?"
Dişlerimi göstererek sırıtmaya başladım. "Aşk adam ya" Kaşları havalandı. Ne söylediğimi fark edip sağ avucumu alnıma vurdum "Yani Buray demek istedim. Buray'a"
Ne saçmalıyorsun Ezgi? Ne saçmalıyorsun?!
Hala çok uzağımda olmayan yüzünü yüzüme doğru eğerken gözleri dikkatli bir şekilde yüzümde gezindi "Daha önce senin kadar geveze birini hiç görmedim gerçekten"
Açık sözlülüğü karşısında ağzım aralanırken kaşlarımı çatmadan edemedim. “Sizin bilimsel açıklama elinizde patladı sanırım?” dedim altta kalmayarak. Aç olunca daha çok konuşan insan oranından bahsettiği bilimsel açıklamasından bahsediyordum.
O da hatırlamış gibi yüzündeki ifade yumuşarken “Sen boyut atlamışsın bu konuda ondan” diyerek açıklamasının arkasında durmaya devam etti.
"Hödüksünüz gerçekten"
"Ne? O da ne demek?" dedi ters bir tavırla. Gülmek istedim bu haline ama tuttum kendimi.
Ciddi ol Ezgi, ciddi ol.
"Kaba saba anlamında “diye yanıtladım onu.
"Ha demek öyle." Yerinde doğrulurken aramızdaki mesafenin açılmasıyla tutmuş olduğumu fark ettiğim nefesimi bıraktım. Dudağının kenarı kıvrıldı "Burada senin gibilere ne deniyor biliyor musun?"
Benim gibiler mi?
Birden bir adım daha atarak aramızdaki mesafeyi neredeyse sıfıra indirdi. Gözlerim büyüdü istemsizce. Yüzünü kulağıma doğru yaklaştırdı usulca. "Paala" diye fısıldadı sonra.
Kaşlarım çatıldı. Güçlükle yutkundum ve dudaklarımı araladım "O ne demek?"
“Kim bilir?” Yavaşça doğruldu ve gerçekten keyifli bir surat ifadesiyle yüzüme baktı.
"Canım ben bilemeyeceğime göre?" dedim, bu duruma sinir olmaya başlayarak.
Dudaklarını büzüp kaşlarını kaldırdı sadece. Ne ciddi miydi?
Lütfen ben ciddi olayım ama siz olmayın Kaymakam Bey.
"Ama Kaymakam Bey ben size böyle yapmadım" diye söylendim hemen.
Dudaklarındaki kıvrılma iyice belirginleşirken bana sırtını döndü ve merdivenleri çıkmaya başladı.
Arkasından ona yetişmeye çalışırken bir yandan da ev halkının uyanmaması için sessiz olmaya çalışıyordum. "Kaymakam Bey, ciddi olamazsınız?! Gerçekten söylemeyecek misiniz ya?!"
Üçüncü kata ulaştığımızda karşıma dikildi tekrar "Ben konuşmayı sevmezmişim ya bu yüzden bir şey söylemeyeceğim. Ama şu an en azından sana cevap veriyorum değil mi? Umarım bu seni tatmin eder"
"Hayır ama ya! Saçmalık bu! Kabul etmiyorum” Gözüme çarpan kakülümü elimle hiddetle geriye doğru attım. Resmen işine gelen laflarımı bana karşı kullanıyordu. “Hem ben meraktan çatlarım valla. Gece uyuyamam bakın"
Dudaklarını birbirine bastırdı. Gülecek gibiydi ama kendini tutuyordu sanki. O an sinirimden buna bile şaşıramadım "Şimdi tam da sana yakışan bir söz olduğunu doğruladın işte. Paala."
Bunu sinirlerimi hoplatmak için yapıyorsa kesinlikle doğru yoldaydı. Bu sefer ben aramızdaki mesafeyi kapatıp ona yaklaşırken "Vallahi ben ciddiyim. Bakın ciddiyim" dedim, böyle yaparak neyi kanıtlamaya çalıştığım hakkında en ufak bir fikrim yoktu.
Uzunca bir süre gözlerime baktıktan sonra “Cık. İkna olmadım. Hem bende meraktan çatlamak nasıl oluyormuş onu görmüş olurum yarın" dedi, ellerini cebinden çıkardı ve sırtını dönüp odasına doğru yürümeye başladı.
Ne?!
Hain adam!
"Kaymakam Bey" diye seslendim ardından. Ancak durmadı.
Gittikçe uzaklaşırken "İyi geceler" diye seslendiğini duydum.
Allah'ım gel de çıldırma!
Paala.
Ne demek olabilirdi ki? Benim gibiler derken neyi kastetmişti.
Geveze mi diyordu?
Yere gömer gibi attığım adımlarla Aisha'nın odasına ilerledim. Tam kapıyı açıyordum ki Aastha ablanın ismimi seslenmesiyle duraksadım.
Ona doğru döndüğümde "Yeni mi geldiniz?" diye sordu. Üzerinde hala sabahki sarisi vardı.
"Evet" diye yanıtladım onu. “Aisha yok ama Delhi’ye gitti”
Kaşları havalandı şaşkınlıkla “Haber vermedi hiç” diye konuştu.
“Unuttu sanırım” dedim tebessüm ederek.
Olabilir dercesine kafasını salladı. Onun odasında kalmaya devam edeceğimi anlayıp açmaya yeltendiğim kapıyı o açtı ve içeri girdi "Bende dönmenizi bekliyordum. Akash da geldikten sonra senin gelip gelmediğini sorup durdu. Tam anlatmadı ama bayıldığından serum takmak için kaymakamlığa gittiğini söyledi. İyisin değil mi? Kötü bir şey yoktur umarım?" diye konuştu hemen sonra.
Düşünceli tavrı içimi ısıttı hemen. Gülümsedim. Akash'a bir teşekkür borcum olmuştu. Bunu aklımın köşesine not ettim.
"Şükür, iyiyim Aastha abla."
"Kendine dikkat et demiştim sana. Aç mısın? Mutfakta akşam yemeğinden kalanlar var"
Bir porsiyon köfte pilav gömmüşüm hiç aç olur muyum be Aastha abla?
Gözlerine baktım minnetle "Yok, aç değilim Aastha abla. Yedik Barun ile bir şeyler"
İsmini ilk defa dışarıdan sesli söylemek garip hissettirmişti.
Aastha abla sesli bir nefes alıp verdikten sonra "Peki o halde “diyerek Aisha'nın yatağına doğru ilerledi ve üzerindeki dağılmış elbiselerini toplamaya başladı.
"Yüzüne bir renk gelmiş senin Barun iyi baktı sanırım sana?"
Aman bakmaz olaydı! Hain adam.
Öyle deme Ezgi karnını doyurdu o adam.
Dudaklarımı dişledim "Haklısın"
"Anlamadım, ne dedin?" Aastha abla tekrar konuştuğunda kendi kendime konuştuğumun farkına vardım.
"Onun da etkisi var elbette ama asıl olay babamın uyanması ve onunla konuşmam" dedim, sesimdeki coşkuyu gizlemeyerek.
“Ya inanamıyorum, bu ne güzel bir haber” Gözleri büyürken elindekileri bırakıp önümde durdu hemen. Ardından kollarını boynuma doladı. Kıkırdayarak bende ona kollarımı sardım.
Geri çekildiğinde "Şimdi durumu nasıl?" diye sordu.
"İyi. Daha iyi olacak inşallah"
“Peki abin?”
“Onun durumu hala aynı ama o da iyi olacak inşallah” dedim tüm kalbimle inanarak.
Ellerini önünde birleştirip havaya, yüzünün hizasına kaldırdı ve gözlerini kapattı. Dudaklarıyla Hintçe bir şeyler mırıldanırken ellerini bir aşağı bir yukarı hareket ettirdi. Sanırım onlar için dua etmişti. İçim ısındı.
Aklıma gelen fikirle aniden onun koluna yapışırken "Aastha abla!" diye bağırdım kendimi tutamayarak.
Kadıncağız korkup irkilirken gözlerini araladı hemen. "Ne oldu?"
"Paala ne demek Hintçe de?" diye sordum.
O söylemezse bende Hintçe bilen başka birine sorardım. Hah!
İnce kaşları çatıldı. Merakla cevabını bekledim. "Paala mı?"
Allah'ım inşallah doğru telaffuz etmişimdir. Âmin.
"Deli"
"Ne?!" diye soludum.
"Deli demek işte" dedi. Yüzüme şüpheyle bakarken "Nereden duydun bunu?"
Hödüğün birinden.
"Hiç."
Aaistha abla bende bir gariplik olduğunu anlamış ama yine de bunu üstelememişti. O, yatağa oturmuş elbise katlamaya devam ederken ben ise sinirden yerimde bir ileri bir geri yürümeye başlamıştım.
Demek deli demişti bana yine!
"Sensin deli bir kere"
"Bir şey mi dedin tatlım?"
"Hayır, ben o hödüğe diyorum”
"Kime? Ne?"
"Ama dur ben ona göstereceğim. Benimle uğraşmak ne demekmiş"
Aastha abla ayaklanarak karşıma dikildiğinde "Geeta, iyi misin sen? Ne diyorsun?" diye sordu. Kaşları çatılmış yüzüne göre büyük gözleriyle dikkatli bir şekilde yüzüme bakıyordu.
Bu adam yüzünden gerçekten deliriyordum galiba…
"Şey diyordum… Barun ve Akash nasıl olur da kardeş olabilirler? İkisi de o kadar zıt karakterlere sahipler ki ortak bir yönlerini görmedim” dedim yeni bir farkındalıkla.
Gerçekten öyleydi. Akash gayet kibar ve sıcakkanlı bir adamdı. Barun ise Google amcaya hödük yazınca görsellerde onun fotoğrafı çıkacak kadar soğuk ve gıcık bir adamdı.
Aastha ablanın omuzları düşerken gözlerini kaçırdı benden. Böyle bir tepki beklemediğim için hafifçe kaşlarım çatıldı. Ardından dudaklarından dökülen kelimeler ise beni büyük bir bozguna uğratmıştı.
"Zaten öz kardeş değiller"
BÖLÜM SONU
Burada bitirilir mi ama dediğinizi duyar gibiyim (ehehehe)
Sizce hangisi üvey? Küçük ipuçları vardı aslında bunun hakkında dikkat ettiyseniz?
Hepinizin bir ara Paala ne demek diye Google amcaya girdiğinizi söyleyebilirim ama kanıtlayamam sjsjsjsjsjsj
Barun ve Aisha arasında neler olmuş olabilir sizce?
Kerem'in Yeri hakkında neler düşünüyorsunuz?
Ve son olarak Buray sever misiniz?😁
Bir sonraki bölümden sonra hikayenin çok başka bir yere evrileceğini söyleyebilirim. Sabırsızlanıyorum ilerleyen bölümleri okumanız için. Final sınavlarım gelmeden sizinle bir bölüm daha buluşturmayı planlıyorum. Duruma göre sizi haberdar ederim. Kendinize iyi bakın, Allah'a emanet olun:)
Sevgilerimle...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 818 Okunma |
150 Oy |
0 Takip |
17 Bölümlü Kitap |