
Selamlar canlarım!
Uzun ve bölüm isminin hakkını veren bir bölüm getirdim size. Tepkilerinizi aşırı merak ediyorum:,)
Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın, keyifli okumalar (şüpheli)
9. BÖLÜM
KALP KIRIKLARI
“Kırık kalpleri birleştirmek için bir dua var mı?”
Aile bağları ince bir ipliğe benzer derdi Çakır dedem. Kördüğüm yapmadığın sürece inceldiği yerden kopması her zaman kaçınılmaz olurdu.
Fikir ayrılıkları, tartışmalar ve onu takip eden ayrılıklar. Bunlar o ipin kopması için başlangıç ve sonrası evreleri. Eğer iki tarafta bir adım atarsa o ipi tekrar düğümlemek elbette mümkündü. Hatta öncekinden daha sıkı bir şekilde...
Bu durum belli ki Barun ve ailesi için o kadar kolay değildi. Buraya geldiğim günden beri onlara olan kayıtsızlığı ve soğuk tavırları hep dikkatimi çekmişti. Başta karakterine bağlamıştım bunu ancak sonrasında öğrendiğim gerçekler yanıldığımı düşündürtmüştü.
Annesinin vefat etmesi ve üzerine babasının başka bir kadınla ilişkisi olduğu hatta bir çocukları olduğunu öğrenmesi onu derinden yaralamış gözüküyordu. Üstelik bir de babası o kadınla evlenmişti. Babasıyla derdi buyken diğerleriyle de onları aileye kabul ettikleri için uzak davranıyor gibiydi. Onun bu davranışlarını tanımlayan doğru kelime buydu sanırım, evet. Uzak...
Etrafına duvarlar örmüştü ve kimsenin ona ulaşmasına izin vermiyordu. Çetan amcanın yaptığını da elbette savunmuyordum lakin Barun’a o adımları fazlasıyla atıyor gibiydi. Belli ki pişmandı. Tabii çok geç kalmış gözüküyordu.
Bunlar benim gözlemlerimdi henüz. İkisiyle de gerçekler ve hislerine dair bir şey konuşmamıştım.
Akash, onun aksine bu durumu çoktan kabullenmiş gibi gözüküyordu. Diğer aile üyelerine sıcak davranıyordu. Keza onlar da ona. Aisha ile gerçekten kardeş gibiydiler. Birbirlerine ne kadar çok değer verdiklerini gözlerinden anlayabiliyordum.
"Geeta"
King'in omzuma dokunmasıyla irkildim. Kafamdaki düşünceler dağılırken buğulu gözlerim yüzüne çıktı. Yüzünü ilk defa bu kadar ciddi görüyordum. Üzgün gözlerle gözlerime baktı. Nasıl gözüktüğümü bilmiyordum ama berbat olduğumdan emindim.
“İyi misin?" gülümsemeye çalıştı.
Alt dudağım sarktı istemsizce ve sadece kafamı sallamakla yetindim. İyi değildim. Bugünün bir kâbus olmasını diliyordum. Gözlerim merdivenlere döndü tekrar. Aastha abla ve Saras abinin de yukarı çıkıyor olduğunu gördüm.
"Kaymakam Bey'e ne olmuş?" diye sordum. Sesim ağlamaktan çatallaşmış ve kısık çıkmıştı.
King'in de bakışları kısa süreliğine merdivenlere dönerken "Onu dert etme" Gözlerinin tekrar yüzüme döndüğünü hissettim. "Atlatacaktır. Sana yansıtmaz bile"
Gözlerim ona döndü. Onların bu haline elinden bir şey gelmediği için çok üzülüyor gibiydi o da.
"Neden böyleler?"
Sesli bir nefes bıraktı sıkıntıyla. "Ragini yengem ve Akash bu eve geldiklerinden beri öyleler. Zor bir durum. Bugün çok üzerine gitme, mümkünse birkaç saat yanına bile gitme. Şu an çok öfkeli olmalı. Acısını bile öfkesiyle gösteren bir adamdır Barun, bu yüzden öfkesini senden çıkarmasını istemem"
Acısını bile öfkesiyle gösteren bir adam...
Bu mümkünmüş gibi daha fazla yaktı canımı. Dinlemek isterdim. Ne yaşadıysa ve ne hissettiyse... Ancak bu pek mümkün değil gibiydi.
Yaslandığım koltuktan ayrıldım ve bacaklarımın üzerinde durmaya çalıştım. Başta başım döner gibi oldu ama toparladım. "Ben odaya çıkacağım" dedim kafamı eğerek.
Bu şekilde daha fazla durmak istemiyordum. King ardımdan bir şeyler söyledi ama onu duymadım. Kan kokusundan midem bulantım hat safhaya çıkmıştı. Kan görmeye dayanamazdım ben ama şu an elbisemin etekleri kan içindeydi. Kendimden tiksindim ve adımlarımı hızlandırarak odaya çıktım.
Aslında şu an en çok babamın sesini duymaya ihtiyacım vardı ancak konuşmaya halim yoktu. Ayrıca öyle kötü hissediyordum ki onların da bu halime üzülmesini istemiyordum. Biraz toparlanıp Çetan amcadan telefonunu rica ederek konuşmayı planladım.
Odaya girer girmez banyoya girdim ve ellerimi yıkadım hemen. Nisha’nın suya bulaşan kanını görmek tekrar gözlerimin dolmasına sebep olurken daha fazla tutamadım kendimi ve klozetin kapağını açıp midemdekileri çıkardım. Gözyaşlarım arttı. Bir süre yerde o şekilde ağladım. Biraz rahatlamış hissettim. Tekrar elimi yüzümü yıkayıp toparlanmaya çalıştım sonra.
Aynaya bakma cesareti gösterdiğimde beklediğim bir görüntü karşıladı beni. Gözlerimin içi ve burnumun ucu kızarmıştı. Alnımdaki kaküller birbirine karışmış dağılan saçlarımla uyum göstermişti. Gözlerimde çok durmadan eğildim ve musluğu açıp birkaç defa yüzüme su çarptım. Ardından yüzümü havluya kurulayıp banyodan çıktım.
Duş alsam iyi olurdu ama hiç halim yoktu buna. Aisha'nın dolabından yeni aldığımız kıyafetlerden bir kumaş pantolon ve tişört alıp giyindim. Çıkardığım sariyi banyodaki kirli sepetine attım.
Evime dönmek istiyordum...
Burnumun ucu sızladı hemen. Ayaklarımı sürüye sürüye yatağa ilerledim ve sol kısmına oturup sırtımı başlığa yasladım. Yönümü kapıya doğru çevirdim. Yatağın boş kısmına bakmak Aisha'nın yokluğunu daha çok yüzüme vuruyordu. Nasıl bu kadar bağlanmıştım ona bilmiyordum ama iki günde özlemiştim onu.
Sıcakkanlı bir yapım vardı ancak daha önce hiç kimsenin bu kadar kısa bir sürede hayatımda büyük bir yer edindiğini hatırlamıyordum.
Komidinin üzerindeki çerçeve dikkatimi çekti o an. Uzanıp elime aldım. Taş çatlasın otuz yaşının başlarındaki bir kadın kucağında üç dört yaşlarındaki bir kız çocuğuyla birlikte kameraya gülümsüyordu. Kadının üzerinde çok güzel kavuniçi bir sari, küçük kızında üzerinde aynı renkte bir elbise vardı.
Bu küçük kız Aisha'ydı. Gür siyah saçları ve annesinden aldığını gördüğüm yeşil gözleriyle tıpatıp aynısıydı. Annesinin boynuna sıkıca sarılmış ve otuz iki diş kameraya gülümsüyordu.
Annesine çevirdim gözlerimi. Buğday tenine, açık kestane rengine kaçan ve omuzlarına dökülen saçlarına baktım. Yeşil gözlerinin parlaklığı fotoğraftan bile belli oluyordu. Aisha sadece bu özellikleri almıştı ondan. Yüz şekli ve ten rengi daha çok halasına benziyordu bence. Annesinin yüz şekli daha çok Barun’u andırıyordu. Keskin yüz hatları, çenesinin öne çıkıklığı, gözlerinin çekikliği...
O sırada aklıma annemlerle ilk konuştuğum gün bayılıp gözlerimi bu yatakta açtığımda Aisha'nın dolu gözlerle bu fotoğrafa baktığı an geldi. Gözlerimin dolduğunu hissettim bu anıyla. Onunla konuşmaya ihtiyacım vardı.
Çerçeveyi tekrar aynı yerine koyduktan sonra yorgunca kafamı başlığa yasladım. Kollarımdaki bilezikleri izleyerek daldığım derin düşünceler kapının çalınmasıyla bölündü.
"Girebilirsiniz"
Yatakta doğrulduğumda belimde bir sızı oluştu. Kim bilir kaç dakikadır aynı pozisyonda oturuyordum. Gelen Nalini'ydi. Göz göze gelince gülümsedi ve yanıma ilerleyip yatakta yanıma oturdu.
"Nasıl olduğuna bakmaya geldim" diye açıklamada bulundu ben bir şey söylemeyince. Eve geldikten sonra nereye gitmişti hiçbir fikrim yoktu o sıra.
"İyiyim, teşekkür ederim" dedim ve bende gülümsemeye çalıştım.
"Bir şeyler yapmak ister misin? Belki biraz kafan dağılır"
"Hayır, sağ ol" dedim, sonra dayanamayıp tekrar dudaklarımı araladım "Kaymakam Bey'e ne olmuş biliyor musun?"
Belki ben odaya kapandıktan sonra bir şeyler olmuş ve öğrenmiştir diye düşünüyordum.
Yüzü düştü onun da "Tam olarak bilmiyorum. Amcamla yine tartışmışlar gibi" dedi, kaşları çatıldı sonra "Buraya gelirken o da terastan geliyordu sanırım, anneannem vardı yanında. Şu ölen kızın cenazesine çağırmışlar, oraya gidecekmiş sanırım. Öyle diyordu" dedi.
Kaşlarım çatılmıştı benim de. Şaşırmıştım. Bizim orada kimsesizler için cenaze töreni düzenlenmezdi. Burada öyle değildi anlaşılan. Yetkili biri olduğu için de onu çağırmışlardı herhalde. Ben yine de gitmez diye düşünmüştüm. Kötü bir gün geçiriyordu ama belli ki çabuk toparlamıştı.
"Söylesem beni de götürür mü acaba törene?" derken buldum kendimi.
Nalini bir umut sorduğum soru karşısında buruk bir tebessüm etti "Gerçekten yüzün gibi çok güzel de bir kalbin var. Daha o küçük kızı tanıyalı ne kadar oldu ama sen onun için bu kadar üzülüp uğraşıyorsun"
Sözleri beni hazırlıksız yakalarken ne söyleyeceğimi bilemedim ve kafamı eğdim sadece. Böyle olmasını istemezdim. Yanından ayrılmamalıydım. O zaman onu koruyabilirdim... Gözlerim doldu.
"Sormadan bilemeyiz, o kadar iyi tanımıyorum onu" tekrar konuştuğunda başta neyden bahsettiğini anlamadım ama sonra sorduğum asıl soruya cevap verdiğini anladım.
Yerimden ayaklandım hemen. Gitmeden ona yetişmeliydim. Nalini'ye tekrar teşekkür ettikten sonra odadan çıktım. Onun odasına doğru koşar adım ilerlerken merdivenlerden onun sesini duymamla bakışlarım oraya döndü.
Birinci katın merdivenlerinde Aastha abla ile konuşuyordu. Onun sırtı bana dönük olduğu için henüz beni görmemişti. Aastha ablada beni fark etmezken Hintçe konuştukları için konuşmalarından bir şey anlamıyordum. Gerçi daha çok Aastha abla konuşuyor Barun kısa cevaplar veriyor gibiydi. İkisinin sesleri de oldukça durgun geliyordu. Barun hala üzerini değiştimemişti. Aastha abla elini onun koluna koydu ve bir abla edasıyla okşadı. Barun tekrar bir şeyler söylediğinde Aastha abla kolunu indirdi.
"Kaymakam Bey" diye seslendim konuşmalarının bittiğini görerek. İkisinin bakışları da bana döndü.
Merdivenlerden hızla indim ve yanlarına geldim. Gözlerim Aastha ablanın gözlerinden Barun’un yüzüne döndü. Adeta tüm bedeninden yorgunluk akıyor gibiydi. Yutkundum ona bakarken.
"Bende sizinle cenaze törenine gelebilir miyim?"
Yüzünde herhangi bir değişim olmadı. Bir an bir tereddüt görür gibi oldum gözlerinde o kadar. Dalmış gibiydi daha çok. İyi görünmüyordu. Sonra bir anlığına gözleri yanımızdaki Aastha ablaya döndü. Olumsuz bir yanıt almayı ya da bunu neden bu kadar çok istediğimi soracağını düşündüm ancak o hiçbirini yapmadı.
"Sen bilirsin, gel. Yarım saate hazırlanıp aşağı inmiş ol" dedi ve ardından arkasını dönüp koridorda ilerlemeye başladı.
Hemen şimdi gidiyor sanmıştım ama yanılmıştım. Sanırım dedesinin yanına gidiyordu. Arkasından onu izledim. Omuzlarım düştü.
"Geeta, emin misin gitmek istediğine?" Aastha ablanın konuşmasıyla sırtında olan gözlerimi ona çevirdim. Sesindeki endişeyi hissettim yine.
Tebessüm ederek içini rahatlatmaya çalıştım. "Eminim Aastha abla."
"Peki. Hazırlanmanda sana yardımcı olayım o halde"
İtiraz etmedim ve koluna girip tekrar Aisha'nın odasına çıktık. Odaya girdiğimizde kimse yoktu, Nalini de arkamdan çıkmış olmalıydı.
Aastha abla benden önce hareket edip dolaba yöneldi ve içinden sade, beyaz bir sari çıkarıp bana uzattı. Kaşlarım şaşkınlıkla havalandığında "Beyaz mı giyeceğim?" diye sordum. Biz cenaze törenlerinde siyah ya da koyu renkler giyerdik.
"Evet, burada beyaz giyilir. Bu uygun, giyebilirsin"
Anladığımı belirterek kafamı salladım. Banyoya geçip beyaz sariyi giydim hemen. Saçlarımı hızlı bir şekilde tek şekilde ördüm ve bileğimdeki yeşil tokamla ucunu bağladım. Onlarla uğraşmak istemiyordum bir de. Aastha abla sarinin şalını boynuma atmak istedi ama bunu reddettim. Zaten çok açık değildi bana göre önüm. Aklıma ister istemez birkaç saat öncesi geliyordu.
Şalımla Nisha’nın başına tampon yapmam...
Düşüncelerimden Aastha ablanın sesiyle ayrıldım. "Bilezikleri çıkarsan daha iyi olur Geetacım, hoş karşılanmaz"
Gözlerim yeşil bileziklere dönerken kaşlarım çatıldı "O vermişti ama bunları, çıkarmak istemiyorum"
"Peki, sen bilirsin" diyerek buna saygı duydu.
Muhtemelen kulaklarımdaki küpeleri de görmüş olmalıydı ama onları çıkarmam konusunda bir şey söylememiş sadece bilezikleri söylemişti. Anlaşılan burada takıların bile farklı anlamları vardı.
“Aastha abla, kıza vuran kamyon bulunmuş mu acaba bir bilgin var mı?” diye sordum aklıma gelen şeyle. Sırf sokakta yaşıyor diye onun hakkını yemezler diye düşünüyordum.
Yüzünde düşünceli bir ifade belirdi “Henüz bulamamışlar diye biliyorum”
Bulunsa bile bahanesi hazırdı: Görmedim.
İnsan en azından bir dururdu. Hastaneye götürmeye çalışırdı! Ancak insan olmadığı için bunu yapmadı elbette! Allah’ından bulursun inşallah cani adam!
"Ben ineyim artık. Teşekkür ederim Aastha abla"
Buruk bir şekilde gülümsedi ve benimle birlikte odadan dışarı çıktı. Merdivenleri bitirdiğimizde Aastha abla mutfağa geçmek için yanımdan ayrıldı. Bende Barun’un inmesini bekledim. Çok sürmeden onu üçüncü kattan merdivenlerden inerken gördüm.
Benim gibi beyaz giyinmemişti. Sabahki siyah takım elbisesine benzer başka bir takım elbise giymişti. O zaman benim bileziklerimde o kadar göze batmazdı herhalde. Kısa bir an göz göze geldik. Dalgın daha doğrusu düşünceli gözüküyordu.
Yanımdan geçerken "Gidelim" dedi.
Onu takip ederek dışarı çıktım. Arabası kapının önüne getirilmişti. Ranvir olmadığına göre kendisi kullanacaktı sanırım. Öyle de oldu. Yanına oturdum bende ve yola koyulduk. Diğer günlerden oldukça daha sessiz gözüküyordu. Kavgaları çok mu ciddi bir meseleydi acaba?
Gözlerim yüzünde dolaştı. Kaşları çatık, alnı kırışmıştı, gözleri dikkatli bir şekilde yolu takip ediyordu. Bakışlarım vitesi değiştirip tekrar direksiyonu tutan sol elinde kaldı. Üzerindeki kumaşı çıkarmıştı, yarası apaçık ortadaydı. Uzun parmaklarının üzerindeki yaralardaki ve eklem kemiklerinin üzerindeki kan kurumuştu. Yaraları kötü gözüküyordu. Yüzüm buruştu istemsizce. Çok acıyor muydu acaba?
"Elinize ne oldu?" diye sordum, sesim kısık çıkmıştı.
Gözleri kısa bir an yüzüme döndü sonra tekrar yola baktı "Önemli bir şey değil"
"Sizin pek önemsemediğiniz belli. Bir pansuman yaptırsaydınız keşke, kötü gözüküyor" dedim kendimi tutamayarak.
Bakışları tekrar benden tarafa döndüğünde kollarımdaki bileziklerde takılı kaldı gözleri bir süre. Bir şey de söylemedi. Neden öyle garip bakmıştı? Cenazeye giderken taktığım için mi? Yanlış anlayacağını düşünerek açıklama yapma gereksinimi duydum.
"O, vermişti bana bu bilezikleri. Bu yüzden çıkarmak istemedim"
Bakışlarını kaçırıp yola bakarken yutkunduğunu gördüm "Sorun değil"
Ve bu yaklaşık bir saat süren yolculuğumuzdaki tek diyalog olmuştu.
Bugün ayrı bir konuşma havasında değildi, gerçi çoğu zaman değildi ya neyse, bu yüzden bende sessizliği bozmaya cesaret edemedim. Bu tarihte bir ilkti benim için.
Konuşmayı seviyordum. Mutluyken de üzgünken de sinirliyken de... Hatta boğulacağımı bilmesem yemek yerken bile konuşurdum herhalde.
Boş ve kocaman bir araziye gelmiştik. Bir grup beyazlar içindeki insan biraz ileride toplanmıştı. Bir kimsesiz için bu kadar kalabalık bir tören düzenlenmesi ne kadar normaldi bilmiyordum. Belki de sokakta büyümesine rağmen tanıyanı ve seveni çoktu.
Arabadan indiğimizde iki siyah araçta arkamızda durmuştu. Sağ taraftaki arabanın şoför koltuğundan inen kişi tanıdıktı. Ranvir ile göz göze geldik. Gülümsedi hafifçe ve başıyla selam verdi. Diğer korumalarda arabadan inerken onun yanına dizildiler.
Bu kadar çok koruması olması normal miydi?
Tam bu sırada hemen yanımıza tanıdık bir araba daha yanaştı. Gelen Akash'tı. Arabasından indiğinde "Geleceğini bilmiyordum" dedi bana doğru. Aynı şeyi bende ona söylemek istemiştim ama benden önce davranmıştı. Üzerini değiştirmiş, buradaki diğer erkekler gibi beyaz tunik ve pantolon giymişti.
Akash yanımıza adımladığında Barun ile bir bakışma geçti aralarında. Barun hiçbir şey söylemeden yanından geçip gitti. Ranvir ve diğer korumalarda onu takip ettiler. Ne yapacağımı bilemedim. Peşinden gitmeli miydim? Gel dememişti ama? Bu kararı bana bıraktığı anlamına geliyordu sanırım.
"İyi misin?"
Konuşan Akash’a döndüm. Bu durumu garipsemiş gözükmüyordu, bende bozuntuya vermedim.
Gülümsemeye çalışarak "İyiyim, sorun yok" dedim. Kafasını salladı usulca. "Bende seni görmeyi beklemiyordum"
Gözlerinden hüzün bulutları geçerken ellerini ceplerine koydu. Daha çok rahat izlenimi vererek gerçek duygularını saklamaya çalışan bir tavrı vardı. Bu düşüncemi kanıtlar gibi gözlerini kaçırarak etrafta gezdirdi "Çocuk hastalarım hassas noktamdır. İster istemez suçluluk hissetmeden yapamıyorum"
Bunun nedenini merak ettim ama o an soramadım. Gözümün önüne Nisha’nın yüzü geldi. Sıkıntıyla bir nefes bıraktım. Ağlamayacaktım.
Onun elinde olan bir durum değildi bu ama insan yine kendini suçlamadan yapamıyordu. Üstelik o bir de doktordu. Eminim daha önce birçok kez yaşadığı bir iç hesaplaşmaydı kendisiyle.
"Haydi gel, tören başlamak üzere" dedi ben bir şey söylemeyince. Cümlesi biter bitmez ilerideki kalabalığa doğru ilerlemeye başladı.
Bu durum onun için oldukça zorken daha fazla üzerine konuşmak istemiyor olmalıydı. Ona ayak uydurarak yanında yürümeye başladım bende. Gözlerim Barun’u aradığında onu kalabalığın içinden ziyade daha uzak bir köşede kalan bir platform gibi bir şeyin üzerinde olduğunu fark ettim.
Ranvir ile bir şey için tartışıyor gibiydiler. Kaşlarını çatmıştı ve gerçekten öfkeli gözüküyordu. Ne olmuştu şimdi?
Bakışlarımı önüme çevirdiğimde kadın ve erkeklerin iki yana ayrıldığını fark ettim. Etrafını sardıkları şeyi net göremesem de bir sürü odunun üst üste dizilmiş olduğunu gördüm. Odunlar üzerlerine Kadife çiçekleri asılarak süslenmişti sanki. O an kafama başka bir şey dank etti. Bu farkındalıkla adımlarım yavaşladı ve Akash’tan biraz geride kaldım.
Hindistan da bazı din inançlarına göre ölen insanların cesedini yakıyorlardı... Sonra da kimi küllerini saklarken kimi de Ganj Nehri'ne döküyordu. Bu bilgiyi ilk öğrendiğimde tüylerim diken diken olmuştu. Korkunç bir şeydi. Bu nasıl benim aklımdan çıkmıştı? İçimi bir korku sardı.
Bu yüzdendi... Barun’un yüzündeki tereddüt bu yüzdendi. Bizim ölüleri toprağa gömdüğümüzü bildiği için ölülerin yakıldığı bir törende bulunmak istemeyeceğimi düşünmüştü.
"Ben karşı tarafa geçiyorum Geeta" Akash yanına geç geldiğimi fark etmediği gibi yüzümdeki dehşet ifadesini de fark etmemiş olmalı ki erkeklerin olduğu tarafa ilerledi hızla. Bu işime gelmişti tabii benim de.
O, Müslüman değil miydi? Nasıl kaldırıyordu içi bu durumu? Gerçi Barun da öyleydi ama o mecburiyetten buradaydı bir nevi. Ben yapamazdım. İçim daraldı. Onu... Hayır, ne yapacaklarını dile bile getiremiyordum. Bunu nasıl izlerdim?
Nisha kimsesiz değil miydi? Öyleyse bir dini de olmamalıydı. Yani en azından buradaki insanları ilgilendiren bir inancı yoktu. O zaman yakılmasına da gerek yoktu. Buna kim karar veriyordu? Etrafımdaki insanları inceledim. Yetkili birileri elbette olmalıydı. Ancak herkes kasaba ahalisinden insanlara benziyordu.
Kadınlar kendi aralarında konuşurken kimisi ağlıyordu. Ön taraflardan şiddetli bir kadın ağlama sesi geliyordu. Ben çok geride kaldığım için kim olduğunu göremiyordum. Erkeklerin olduğu tarafa baktığımda ise kadınlardan çok daha fazla olduklarını gördüm. Daha sakin bir şekilde törenin başlamasını bekliyorlardı.
Ellerimi saçlarımdan geçirdim hızla. Ne yapacaktım? Buna engel olmalıydım. Ona bunu yapmalarına engel olmalıydım.
Birden bir sessizlik oluştu kalabalıktan. Önümdeki kadınların omuzlarının üzerinden bakmaya çalıştığımda kırklı yaşlarında, esmer tenli bir adamın Nisha'nın küçük bedenini taşıyarak odunların üzerine yatırdığını gördüm. Elim çığlık atmamak için dudaklarıma kapandı hemen. Bu gördüklerim gerçek olamazdı. İnanamıyordum! Telaşlandım. Etrafıma bakındım yine çaresizce.
Aklıma gelen şeyle gözlerim büyüdü. Tabii ya! Ben neden yetkiliyi dışarıda arıyorsam oysa o oldukça yakınımdaydı. Barun’un köylülerle konuşup bu duruma engel olabileceğini biliyordum. Tam bunun için arkama dönüp onun yanına gideceğim sırada onun zaten buraya geliyor olduğunu gördüm.
Belli ki o da buna engel olmak için geliyordu. İçim biraz olsun rahatlarken o öfkeli adımlarla yanımdan geçerek kadınların açtığı yoldan Nisha’nın bedenine doğru ilerlemeye devam etti. Ranvir ve adamları onu takip ederken Ranvir’in yüzünde onun aksine endişeli bir ifade vardı.
Barun hiç beklemediğim bir şekilde Nisha’yı oraya taşıyan adamın yakasını tuttuğunda törendeki kadınlardan bir çığlık ve erkeklerden bir homurdanma yükseldi. Erkekler müdahale etmek istediklerinde Barun’un korumaları buna engel oldu hemen.
Neler oluyordu?
Barun gözlerinden ateş saçarak o adama bir şeyler söylediğinde herkes suspus kesildi. Adam titreyen sesiyle bağırarak ona yanıt verdi. Bu Barun’u daha çok öfkelendirmişti. Akash diğer erkeklerin arasından sıyrılıp öne çıkarken müdahale etmek istedi ama ona da Ranvir engel olmuştu.
Barun adamın yüzüne eğilirken dişlerinin arasından konuştu. Adam ona yanıt verdiğinde o da sesini alçaltmıştı. Ben her türlü anlamıyordum zaten ne konuştuklarını.
Adam her ne söylediyse Barun yakasını kendine doğru çekti ve adamın ayaklarını yerden kesti adeta. Kadınlardan ufak çaplı bir şaşkınlık nidası koparken bende onlardan farklı değildim. Elinden gelse adamı öldürecek gibi bakıyordu şimdi.
Son kez bir şeyler söyledikten sonra bakışları bu taraftan önden birine kaydı. Omuzlarının düştüğünü gördüm. Ardından adamı bıraktı sert bir şekilde. Korumalar adamın koluna girip onu oradan uzaklaştırmaya başladığında adam ağlayarak bir şeyler söyledi. Ona yalvarıyor gibiydi.
Gerçekten ne yaşanmıştı az önce?
Barun az önce baktığı yere bakarak yüksek sesle bir şeyler söyledi. Diğer insanlara hitaben de konuşuyordu sanırım.
Altyazı da geçer misiniz beyefendi Hintçe bilmeyenler de var da?
Bu konuşmanın beklediğim konuşma olduğunu düşünüyordum. Nisha’nın bu törende bulunmaması adına onlara karşı çıkıyordu.
Barun öfkeli ifadesini bozmayıp bu defa bana doğru ilerledi. Önümde durduğunda gözlerime kısa bir bakış atıp “Gel” diyerek bileğimden nazikçe tuttu ve beni de beraberinde ilerletmeye başladı.
Ne? Nereye?
Şokumu atlatır atlatmaz bileğimi elinden çektim “Neler oluyor?” diye sordum. Cevap vermezken bu onu sinirlendirmiş gibi bu sefer aynı tutuşuyla kolumdan tuttu ve öyle ilerlemeye devam etti “Size diyorum hey! Ne yapıyorsunuz?”
Platformun yanına geldiğimizde kolumu bırakmadan birlikte yukarı çıkmamızı sağladı. Yalpalar gibi oldum. Uzaktan bu kadar yüksek gözükmüyordu. Ranvir ve diğer korumalarında peşimizden geldiğini ve aşağıda kaldıklarını gördüm. Barun bu sırada önüme geçti ve alanı görmemi engelledi. Gerçekten ne yapmaya çalışıyordu bu adam?
"Burada kal ve uslu dur. Sorgunu sonra yaparsın" diye konuştu dişlerinin arasından. Öfkeliydi. O adamaydı öfkesi ama hala geçmiş değildi belli.
“Töreni iptal etmediniz mi? Neden eve gitmiyoruz?” dedim onu dinlemeyerek.
Sıkıntıyla bir nefes bırakırken çenesini sıvazladı “Tören iptal falan değil. Gideceğiz az sonra”
Ne? Yani onlarla bu yüzden konuşmamış mıydı? Panik tüm bedenimi sardı tekrar.
"Kaymakam Bey onu... yakacaklar... Bir şey yapın lütfen. Siz durumu üstlenirseniz sorun olmayacaktır"
"Biz hiçbir şey yapamayız" Lafımı ağzıma tıkarken yumruklarını sıktığını gördüm. "Bu yüzden şimdi rahat dur. Buraya gelmek isteyen de sendin"
Bu da ne demekti şimdi? Olmasa bile en azından deneyebilirdi! Öfkelendim. Onu dinlemeyip yana doğru bir adım atarak o tarafa ilerlemek için harekete geçtim ancak bu sefer kolumdan sert bir şekilde tutarak durdurdu beni.
"Bırakın kolumu! Siz yapmazsanız ben yaparım. Buna göz yummayacağım" bağırmaya devam ederken bir yandan da kolumu elinden kurtarmaya çalışıyordum.
Öfkeden parlayan kahvelerini gözlerime dikti. "Ne yapabilirsin, söyle?!" dedi hiddetle. Bilmiyordum! Allah kahretsin ki bilmiyordum! Ne yapacağımı bilmiyordum ama buna böyle sessiz de kalamazdım. Benim cevap vermemi beklemeden öfkeyle konuşmaya devam etti "Ben ne yapacaksın söyleyeyim mi? Seni bırakırsam önce kendinin sonra benim başımı belaya sokmaktan başka bir şey yapmayacaksın?!"
Oynadığımız oyunun tehlikeye girmesinden korkuyordu. Derdi mevkisi, itibarıydı. Gerçekten mi? Kendisi denese böyle bir sorun olmayacaktı halbuki! Aklımı kaçıracaktım!
O sırada bakışlarım kolunun yanından cenaze alanına kaydığında bir adamın üstünde Nisha'nın bedeni bulunan odunları ateşe verdiğini gördüm. "Hayır! Hayır…" diye mırıldanarak hızla oraya doğru tekrar atıldığımda çok geçmeden yine onun tarafından engellenmiştim. Bu sefer beklemiyor olacak ki tam platformun ucunda yakalamıştı beni.
Kolunu arkadan belime sardığında ellerimi koluna getirerek itmeye çalıştım. "Bırak beni, bırak!" ağlayan sesimden kelimeler düzgün çıkmazken çırpınışlarıma rağmen kolunu daha da sıkılaştırdı.
Kokusu sardı etrafımı. Koluna vurmaya başladım. Canının yanması umurumda değildi o an çünkü benim canım çok yanıyordu. Gücümün yetmeyişi daha çok sinirlenmeme sebep oldu. Bu çabamda ona gram etki etmedi. Aksine bedenimi kendisine tamamen yasladı.
Gözlerimi bir anlığına cenaze alanına çevirdiğimde beni karşılayan alevler kanımı dondurdu. Durdum. Zaman durdu belki de… O zaman neden alevler durmak yerine yükselmeye devam ediyordu?
Koluna vurmayı bıraktım önce. Sonra çırpınmayı... Alevler bu kadar uzaktan dahi gözlerimi yakıyordu sanki. İçinde Nisha'nın gülümseyen suratı belirdi birden. Kesik, sesli bir hıçkırık döküldü dudaklarımdan.
Abim için beslediğim umut çiçeğimin dökülen yapraklarını yaktılar... Onu yine koruyamamıştım.
Barun çırpınmayı bıraktığımı görünce belimdeki elini gevşetti. Bu hareketi o ana tekrar dönmemi sağlamıştı. Aynı zamanda içimde artık acımdan beslenen öfkemi de harlamıştı. Hışımla ona doğru döndüm ve onu omuzlarından ittirdim. Kollarından kurtulma çabam gibi bu da pek bir işe yaramasa da bir adım geriledi. Karşı koymadan düz surat ifadesi ile izledi beni.
İşaret parmağımı öfkeyle ona doğru sallarken "Şimdi sizin de o kamyon şoföründen bir farkınız kalmadı!" diye bağırdım. Ses tellerim ağlamaktan ve bağırmaktan acımaya başlamıştı. Beklemediğim bir açıklıkla yüzündeki ifade sarsıldı. Kaşları çatıldı hafifçe.
Haksızdım, abartıyordum belki de ama bu sessizliğine ve kayıtsızlığına öfkelenmeden yapamıyordum. Tek bildiğim canımın yandığıydı…
“Siz bencil herifin tekisiniz... O evde yabancı olmayı hak ediyorsunuz aslında!” Bir adım atarak aramızdaki mesafeyi kapattım ve sağ elimi göğsüne doğru vurdum. "Kalbiniz körelmiş sizin" dedim tıslayarak. Acıyan gözlerimi gözlerine diktim tekrar. Dağılan parçalar vardı kahvelerinde şimdi. "Bu yüzden hayatınız boyunca asla mutlu olamayacaksınız!"
"Bu yüzden acıdın mı bana?" dedi hiç beklemediğim bir şekilde. "Öyleyse bu seni hiç ilgilendirmez. Tıpkı bu çocuğun başına gelenler gibi!”
Göğsüm derin nefesler aldığım için hızla inip kalkarken ne cevap vereceğimi bilemedim. Üstüne bir de hıçkırığım tutmuştu.
Bir sen eksiktin şu an gerçekten!
O da bir adım atarak aramızdaki mesafeyi sıfıra indirirken yüzünü yüzüme eğdi "Sende benim gördüğüm en laftan anlamayan kadınsın!” sıcak nefesi yüzüme çarptı “Ayrıca bencil dediğin adam bu oyunu senin yüzünden oynuyor”
Beni böyle vuramazdı! Ona bana yardım etmesi için kafasına silah dayamamıştım! Bu bile ne kadar kibirli bir adam olduğunu gösteriyordu.
“Size inanamıyorum – Hıçkırık- gerçekten” dedim boğuklaşan sesimle. Bir an duraksar gibi oldu yüzüme bakarken.
“Neden?” dedi buna hiç şaşırmamış gibi. Yerinde doğruldu hafifçe “Çoktan nasıl biri olduğuma karar vermişsin kafanda halbuki”
Yutkundum. “Evet, haklı olduğumu gösteriyorsunuz sağ olun” dedim aynı şekilde.
“Haklısın” dedi kafasını hafifçe aşağı yukarı sallarken.
Kaşlarım çatılırken boğazımdaki yumru büyüdü. Islak kirpiklerim altından ona bakarken söylediklerini sindirmek çok zordu. Gözleri dipsiz bir kuyu gibiydi. Baktıkça kayboluyordum. Öfkesi gibi...Yutuyordu şu an beni.
Göz temasımızı kesmeden yerinde doğruldu ve asıl beni sarsan kelimler döküldü dudaklarından “Ben senin aksine ait olmadığım yeri biliyorum merak etme. Ancak sen bunu unutuyorsun ve her şeye burnunu sokmaya devam ediyorsun. Anlaşılan gidene kadar sana böyle kim olduğunu hatırlatacağım”
Gözleri sözlerini desteklerken o korktuğum his sardı hemen etrafımı. Yalnızlık… Sol gözümden akan yaşı hissettim. Yine yapmıştı aynı şeyi ve bu defa bilerekti… Oysaki daha bu sabah üzgün olduğunu söylemişti bunun için.
O benim sözlerime gram alınmazken ben neden onun söylediklerine kırılıyordum? Kimdi ki o, kelimeleri beni bu denli yaralasın?
Öylece yüzüne baktım. Öfkem hala geçmemişti aksine daha çok harlanmıştı ama son söyledikleri dilime ket vurmuştu sanki. Gururuma mı dokunmuştu yoksa başka bir şey miydi emin olamıyordum ama derin bir ağlama isteği ile dolup taştım.
Ranvir’in ne ara yanımıza geldiğini bilmiyordum. Barun’u kolundan çekerken göz temasımızı kesti “Tanrı aşkına ne konuşuyorsunuz?” diyerek söylendi. Onu benden uzaklaştırıp yüzüne baktı “Dur artık sende. Öfkenin sahibi o değil, pişman olacağın şeyler yapma”
Barun ondan kolunu kurtarırken “Ne yapacağımı bilmiyorum ben!” diye patladı ona da. “Aklımı kaçıracağım!”
Elini sinirle saçlarından geçirdi. Öfkesinin sahibi gerçekte de o adam mıydı bilmiyordum, bilmek de istemiyordum! Ne hali varsa görsündü. Onun yanından başka çekip gidecek yerimin olmadığını fark etmek daha çok canımı sıktı. Sinirden gözlerim doldu tekrar. Kafamı sağa çevirdim.
“Barun, yeterince dikkat çektin. Sakin ol ve planımızı hatırla” diyen Ranvir’in sesini duydum.
Bunlar neyden bahsediyordu? Ne planı? Bakışlarım onlara döndü.
Barun ileriye bakıp Ranvir’in yanından geçerken “Buna daha fazla katlanmayacağım” diye konuştu burnundan soluyarak. Göze göze geldiğimizde bakışlarımı kaçırdım hemen. Çok geçmeden o da yanımdan geçip gitti.
Ranvir bakışlarını ondan bana çevirdiğinde üzgün görünüyordu. Yanıma yaklaştı ve koluma dokundu varla yok arası. Yaşlı gözlerim elinden yüzüne döndü. "Zor bir gün geçiriyor, lütfen öfkesini üstüne alınma Geeta" dedi aynı kederli bir ses tonuyla.
Maalesef bunun için çok geçti, Ranvir. Bütün öfkesini yiyip yutmuştum. Elhamdülillah.
Ben bir şey söylemeyince kafasını eğdi ve onun peşinden gitti. İkisi de garip davranıyordu ve bunu anlamamıştım.
Onun ektiği his filizlendi içimde. Uçsuz bucaksız bir okyanusun içinde yapayalnız... Hıçkırdım. Çok bile tutmuştum içimde. Ağlamam şiddetlendi. Hiçbir şey umurumda değildi o an. Ne olduğum yer ne de zaman.
Arkamı dönüp platformun ucuna geldim ve bacaklarımı sarkıtarak oturdum. Kapalı olan havaya doğru yükselen dumana baktım. Gökyüzünü iyice karartmaya başlamıştı. Sanki içime de dolmuştu o kara duman. Yakıyor, derin bir sızı oluşturuyordu.
İnsanlar çoktan dağılmıştı. Birkaç kişi kalmıştı sadece. Bir ambulans arabasının gelmiş olduğunu fark ettim. Akash’ı seçti gözlerim. Birini bindiriyorlardı arabaya ama görememiştim yüzünü. Barun’un yakasına yapıştığı adamın da orada olduğunu fark ettim sonra. Gözlerim istemeden onu aradığında arabasının önünde Ranvir’in yine önüne geçmiş sanki oraya gitmesini engeller gibi onunla konuştuğunu gördüm.
Kimdi o adam? Onu neden bu kadar çok öfkelendiriyordu?
Bakışlarım artık Nisha’nın olmadığı yere döndü. Ateş sönmüştü. Benim içim neden yanıyordu hala?
Ellerimi iki yanıma sabitlerken başımı eğdim. Korumaların dördü gitmişken diğer ikisi hala aynı yerde duruyorlardı. Ona dair her şey sinirimi daha da bozuyordu şu an!
Adamlarının da senin de canın cehenneme, pislik adam!
Bir süre sonra yakınımda adım sesleri işittiğimde ona içimde söylenmeyi bırakıp kafamı kaldırdım. Başta ağladığım için yüzünü bulanık görsem de gelenin Akash olduğunu gördüm. Kaşları endişeyle çatılmıştı. Ona da sinir oldum birden. O neden engel olmamıştı buna?
Belki de adam da söyledi o kaymakam bozuntusuna ama onu zaten normalde de ciddiye almayan beyefendi şimdi dinlese şaşırırdım.
Sinirle bir nefes verdiğimde Akash önümde durmuştu. "Geeta" hıçkırdım yine seslenişi yüzünden. Kaçırdığım gözlerimi gözlerine çevirdim sonra. "İyi misin?"
Evime gitmek istiyorum.
Yüzümü kurulamaya çalışırken "İyiyim" diye konuştum.
Ben Nisha için ağladığımı düşündüğü için bunu soruyor sanmıştım ama o tekrar konuşmasıyla yanıldığımı gösterdi "Gördüm sizi, tartışıyordunuz?"
Onun sesinde de hissedilir bir keder vardı. Benim göremediğim ne dönüyordu burada acaba?
Gözlerimi bu sefer sinirle kaçırırken üzerimdeki elbiseyi çekiştirdim. "Önemli değil, boş ver"
Bu konu hakkında konuşmak istemiyordum. Mümkünse bugünü komple silmek istiyordum hafızamdan. Güne kötü başladık diye söylenirken asıl felaket elimde patlamıştı.
Bunu anlamış gibi daha fazla üstelemedi. "Haydi gidelim artık o halde" dedi, elini uzattı sonra. Eklem yerleri çıkık duran uzun parmaklarına baktım.
Kendim inemeyeceğim kadar yüksek bir yerde değildim ama nezaketini geri çevirmedim. Elini tuttuğumda teninin sıcaklığı tenime yayıldı. Ayaklarım tekrar yere bastığında elimi kendime çektim.
O sırada yanımda kalan iki korumanında bakışlarının üzerimizde olduğunu fark ettim. Kıl bir bakış attım onlara da hemen. Bir şey anladıklarını sanmıyordum zira yüzlerinde mimik bile oynamadı.
Adamlar sadece işini yapıyor Ezgi.
Bakmasınlar bana ne!
Arabalara doğru ilerlemeye başladığımızda onlar hala aynı yerindeydiler. Onun arabasına bineceğim geldi aklıma. Mümkünse bir süre aynı ortamda dahi bulunmak istemiyordum onunla. Bu zor olacaktı elbette ama en azından şu an onunla yalnız kalma fikri bile içimin daralmasına yetiyordu.
Adımlarımı durdurup Akash'a doğru döndüm. Bu sırada onun bize kısa bir bakış atıp sürücü koltuğuna doğru ilerlediğini gördüm.
Git, bekleme!
Ancak arabayı çalıştırmamasıyla beni beklediğini anlamam çok uzun sürmedi.
"Bir sorun mu var Geeta?"
Akash'ın konuşmasıyla gözlerim ona döndü tekrar. Sıkıntıyla iç geçirdim. "Akash, eğer eve gidiyorsan ben senin arabanla gelebilir miyim?" diye sordum aklıma gelen ilk şeyle.
Bakışları yumuşarken kısa bir an kafamın üzerinden muhtemelen onun arabasına baktı. Tartıştığımızı gördüğü için neden böyle bir şey istediğimi anlamıştı. "Gelebilirsin tabii. Eve gidiyorum, izinliyim bugün"
Sabah nöbetten geldiğini hatırladım öyle deyince. Dudaklarımda mahcup bir tebessüm oluşurken "Teşekkür ederim" dedim.
Benim aksime samimi bir şekilde gülümsedi ve eliyle önden geçmem için yol gösterdi. Arabasının kapılarını açtı. Burada şoför koltukları sağ tarafta olduğu için Kaymakam Bey'in olduğu taraf benim oturacağım yere bakıyordu. Arabasının camları siyah filmle kaplı olduğundan onu göremiyordum ama bakışlarının üzerimde olduğunu hissediyordum. Bu yüzden bir daha çevirmedim gözlerimi oraya. İki arabanın arasında hızla ilerleyip ön koltuğa geçtim. Ne düşündüğü umurumda değildi şu an. Benim de onun umurunda olduğumu düşünmüyordum zaten. Hatta bu durumdan onun da hoşnut olduğunu bile söyleyebilirdim.
Akash arabayı çalıştırdı ve geri döndürüp alanın çıkışına sürdü. Başımı geriye yaslayıp acıyan gözlerimi kapattım. Kısa bir an öyle durdum. Ardından bakışlarımı yola çevirip sessizce akıp giden yolu izledim. Yarım saat kadar yol aldıktan sonra araba durmuştu. Neden durduğumuzu anlamamıştım çünkü eve gelmemiştik.
Bakışlarımı önüme çevirdiğimde gözüme ilk çarpan gökyüzüne yakın olmamızdı. Yüksek bir yerdeydik. Bir tepenin başındaydık sanırım. Hemen sol tarafta küçük bir kulübe vardı. Önünde ise masalar ve sandalyeler diziliydi. Genç, başında kumaş bağlı olan bir adam masalarda bulunan kişilere tepsideki siparişlerini dağıtıyordu.
"Benim biraz hava almaya ihtiyacım var, senin de öyle gözüküyor?" Gözlerim konuşan Akash'a döndü. Onun gözleri zaten benim üzerimdeydi. "Eğer yalnız kalmak istersen eve geçelim?"
Aslında çok iyi olurdu. Bir süre o eve gitmek istemiyordum. Hafifçe tebessüm ettim "Çok düşüncelisin, teşekkür ederim"
“Rica ederim” dedi dudakları kıvrılırken ardından "Haydi inelim o halde" diyerek arabadan inmek için hareketlendi.
Ona ayak uydurdum. Arabadan indikten sonra boş olan masalardan birine yerleştik. Karşımızda şehrin bir kısmını kuşbakışı gördüğümüz bir manzara vardı. Sandalyelerimiz karşılıklı değil manzaraya doğru dönüktü. Ben etrafı incelerken çalışan adam yanımızda bitti.
Akash adamla Hintçe bir şeyler konuştuktan sonra bana dönerken "Ben kahve içeceğim sen önce bir şeyler yemek ister misin?" diye sordu.
Sabah yediklerimi çıkarmama rağmen iştah miştah kalmamıştı bende. "Aç değilim, sağ ol."
"Pekâlâ. Ne içmek istersin?"
Kucağımdaki ellerimle oynarken "Çay varsa çay alayım bende" diye konuştum.
Başını eğdi hafifçe ve adama dönüp siparişlerimizi söyledi. İçeceklerimiz gelene kadar konuşmadık. Sessizce karşımızdaki manzaraya izledik. Bulutlar dağılmış hava gittikçe kararmaya başlamıştı. Saat kaç olmuştu acaba?
Beyaz bir fincanda gelmişti çayım. Ve evet, dumanı tüten Masala çayıydı bu. Onun kahvesi de siyah bir kupada gelmişti. Üşüyen parmaklarımı fincanın etrafını sardım.
"Okul işin ne olacak? Bunun hakkında konuştun mu ailenle?" diye sorarak aramızdaki sessizliği yine o bozmuştu.
Bunu sormasını beklemiyordum. Daha fazla Nisha üzerine düşünüp üzülmemem için başka bir şeylerden konuşmak istemiş olmalıydı. Ancak bu durumda beni en az onun kadar üzüyordu.
Tatilin bitmesine birkaç gün kalmıştı ve ben hala Hindistandaydım. Sıkıntılarım azalmak yerine çoğalıyordu resmen. Bu düşünce omuzlarımı daha çok düşürdü.
"Hayır, henüz fırsatım olmadı ama artık konuşmam gerekiyor. Metin Bey yani okul müdürümüz iyi bir insandır. Yerime geçici birini bulmasını isteyeceğim. Tabii bu konuda tek yetkili o değil ama gerekeni yapacağını düşünüyorum"
"Umarım halledilir. Bir de işinden olursan çok kötü olur" diye konuştu samimiyetle.
"Öğretmenim ben, tıpkı senin hastalarının bitmediği gibi benim de ömrüm bitmediği sürece öğrencilerim eksilmez. Sorun şu an ki öğrencilerim. Onlara vermiş olduğum bir söz var. Onları ben mezun edecektim okuldan" sesim sonlara doğru kısılırken gözlerim dumanı tüten çayımdaydı.
Eğer buraya atlamayıp ölmüş olsaydım eminim çok üzülürlerdi. Yaşları ne kadar küçük olsa da kocaman kalpleri vardı. Ne olursa olsun beni unutmayacaklarını biliyordum.
Boğazıma oturan yumruyu geçirmek için çayımdan bir yudum aldım. O da kahvesini içtikten sonra "Öğretmen olmasaydın ne olmak isterdin?" diye sordu. Sesinde saf bir merak vardı şimdi.
"Bilmem... Hiç düşünmedim açıkçası. Çocukluktan beri hayalimdi. İlkokul öğretmenimi çok severdim, hayrandım ona adeta. Düşünce yapısıyla, mesleğine olan bağlılığıyla, giyimiyle bile hayatıma öyle dokunmuştu ki bende birilerinin kalbine bu denli dokunmak istedim."
Canım Nisa Öğretmenim...
İlkokul sırasında oturan minik Ezgi'yi düşündüm. Sağ elini çenesine yaslamış ve dikkatle öğretmenin tahtada anlattığı dersi dinliyordu. Öğretmeniyle göz göze gelme çabaları ve geldikten sonra dudaklarında oluşan o koca sırıtma.
Ardından başka başka anılar sızdı zihnime… Sınıftan biriyle evleri yakın olduğu için eve beraber gittiklerini öğrendiğinde kıskanmam, her teneffüs masasının dibinde bitip aklıma takılan her soruyu sormam, mezuniyet günüde ben başka okula gitmem deyip salya sümük ağlayarak ortalığı birbirine katmam...
"Bebeğim ağlama ama artık." Sıcacık elleriyle yüzümü tekrar kuruluyor Nisa öğretmenim. Ardından kollarını gevşetip önümde diz çöküyor.
"Ben bu okuldan gitmek istemiyorum." diyorum dudaklarımı daha çok büzerek. Onun da gözlerinin dolduğunu görüyorum.
Gülümsüyor sonra "Büyüdüğün için artık ortaokula gitmen gerekiyor. Orada da bir sürü öğretmenlerin olacak."
"Ya onlar benim sorularıma cevap vermezse?" diyorum üzgün üzgün. Arkadaşlarım bile bazen çok konuştuğum için benimle muhatap olmazken o beni her zaman sabırla dinliyordu. Tıpkı babam gibi...
Bu sefer minik bir kahkaha çıkıyor dudaklarından "Deli kız. Ben bir yere mi gidiyorum? Ne zaman istersen gelip beni ziyaret edebilirsin" diyor.
"Sizin de başka öğrencileriniz mi olacak artık?" diye soruyorum bu sefer. Kaşlarım hala çatık. Kıskançlığımı sesimden bile sezmiş olmalı ki yine gülüyor.
"En çok sizi seveceğim tamam mı? Bu aramızda sır" diyor yüzüme doğru fısıldayarak.
Bu beni tatmin ediyor olmalı ki hemen boynuna sarılıyorum.
Akash'ın önümde sallanan eliyle gözlerimi kırpıştırıp düşüncelerimden sıyrıldım "Daldın gittin"
Dudaklarımdaki tebessümü büyütüp rüzgârdan gözüme gelen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. "Ay evet, kusura bakma"
Güldü bu halime ve sorun değil dercesine kafasını salladı. Ne konuştuğumuzu hatırlayarak tekrar dudaklarımı araladım "Aslında öğretmen olmasam tercümanlıkta yapabilirdim sanırım. Küçük yaştan beri de dil öğrenmeyi seviyorum" dedim. Çayımdan bir yudum daha aldım.
"Evet, akıcı ve güzel konuşuyorsun İngilizce'yi de" dedi hemen. Gülümsemem genişledi.
Merakla yerimde kıpırdanırken "Peki ya sen? Doktor olmasaydın ne olmak isterdin?" diye sordum.
Sorum karşısında dudaklarındaki tebessüm çizgi halini aldı. “Asker olmayı çok isterdim” Gözlerini manzaraya karşı çevirirken oturduğu yerde geriye yaslandı. "Tıpkı babam gibi..."
Dudaklarıma götürdüğüm fincanla duraksadım. Babam gibi derken? Çetan amca eski vali değil miydi? Bu şaşkınlığımı hemen dile getirdim. "Çetan amca asker miydi?"
"Ah Hayır, sen bilmiyorsun sanırım. O, benim öz babam değil"
Ne?
İçtiğim çay nefes boruma kaçınca öksürmeye başladım. Allahtan ağzımda kalan çayı püskürtüp rezil olmamıştım. Öksürüğümü dizginlemeye çalışırken şoklardan şoka giriyordum.
Çetan amca öz babası değildi… Bunu beklemiyordum. Öz babasına ne olmuştu, neredeydi? O zaman benim aldatma hikayesi de yalandı. Boşuna kınamıştım adamı. Gerçi bu eşi vefat eder etmez evlenmesini aklamıyordu ama yine de düşündüklerim yüzünden kendimi kınadım bu defa.
"Bilmiyordum ve şu an aşırı şaşkınım" dedim, bunu sesime de yansıtarak.
Yönünü tamamen bana döndü. Gözlerini yüzüme çevirdi, hüzün basmıştı şimdi mavilerini “On yedi yaşındaydım. Babamın şehit haberini aldığımda” diye konuştu durgunlaşan sesiyle.
Öylece baktım gözlerine. Boğazıma adını bilmediğim bir his oturdu. Yutkunamadım bile.
"Çok üzgünüm" diyebildim sadece.
Başını eğdi hafifçe. Tekrar hüzünlü harelerini gözlerime kaldırdığında yutkunduğunu gördüm. Bu zor gelmiş olmalı ki kahvesinden bir yudum aldı hemen.
"Çocukluğumdan beri benim gözümde babam dünyanın en güçlü ve en cesur adamıydı, hala öyle. Hep onun gibi olmak istedim. Çok vakit geçiremezdik birlikte ama o kısa anlar bile ona hayran olmama yetmişti" Tekrar konuştuğunda titreyen sesinde derin bir özlem vardı. " O sene askeri eğitimlere hazırlanmak için başvuru yapmıştım. Kabul edilmişti. Dört gözle dönmesini ve ona bu haberi vermeyi bekliyordum. Onun yerine şehit haberi geldi… İnanamadım… Nasıl inanabilir ki insan?"
Gözlerine bakmak zor olduğu için bakışlarımı fincanıma çevirmiştim. Derin bir nefes alıp verdiğini duydum. "Annem yıkıldı. Babamdan ve benden başka kimsesi yoktu… Zor ve sancılı bir süreçti. Cenaze töreninin üzerinden iki ay geçmişti. Babamın acısı hala aynı yerinde duruyordu oysa, geçmemişti” Sanki uzun zamandır bunları kimseye anlatmamış gibiydi sesi. Hem hüzün dolu hem de rahattı “Babamın ailesi de bizi istemedi. Daha doğrusu annemi... Beni yanlarına almak istediler ama gitmedim. Annemi bir de benim terk etmemi istediler. Nasıl yapardım? O saatten sonra sadece annem vardı benim için de. Ancak tanrı tarafından sınanmaya devam edildik. Bu sefer de yaşadığımız köydeki insanlar annemi benden almaya çalıştılar"
Müslüman değildi. Bu yüzden törende ona garip gelen bir şey yoktu.
İç çekerken başımı kaldırdım ve yüzüne baktım. Son söylediklerinden sonra üzüntüden çatılan kaşlarım şaşkınlıkla daha çok çatıldılar ona bakarken. Gözlerime bakarken yutkunduğunu gördüm tekrar. "Hindistan da bazı yerlerde Sati Geleneği diye bir inanış var. Bu inanışa göre dul kalan kadınlar ya kendisi ya da başkaları tarafından yakılıp günahlarından arınarak eşinin yanına gittiği düşünülüyor"
Yok, bu insanların yakmakla bir derdi vardı. İnsanların inançlarını sorgulamam ama bu gerçekten... canilikten başka bir şey değildi.
"O anları unutmak için her şeyi yapardım ama otuz yaşıma geldim hala her bir saniyesi gözümün önünde. Onlara engel olmaya çalıştım. Gücüm yetmedi… Sadece ellerinde çırpınıp bağırıyordum. Aklımdan geçen tek düşünce ise babam olsaydı bunların hiçbirini yaşamıyor olacağımızdı… Bu sırada o geldi, Çetan Khan. O an içime dolan umudu sana tarif edemem, Geeta. Onu bizi koruması için babam göndermiş gibiydi…"
Dudaklarında oluşan buruk tebessümün gözlerine de yansıması kalbimi daha çok kırdı. Gözlerim dolmuştu.
Bir çocuğun gözü önünde annesini yakmaya çalışmışlar...
Aklım almıyordu gerçekten.
Kahvesinden bir yudum alırken bu sefer o gözlerini kaçırıyordu benden. "Adamları önce annemi köylülerin elinden aldı sonra da beni. Başta kimse bir şey diyemedi ama sonrasında karşı çıkmaya başladılar. Onun dinine hakaret edip saldırmaya çalışanlar bile oldu. Biz bu sırada arabalardan birine bindirildik. Bizi evine getirdi. Bilmiyorsan Çetan babam o zamanlar valiydi. Bu olay her yere yayıldı tabii. Yabancı biriyle evlenip din değiştirmesinden bazı kesim tarafından çok sevilen bir adam değilmiş zaten. Üstüne onların inanışı gereği yaptığı bu saçmalığa engel olduğu için öfkeleri iyice artmış durumdaydı. Bir saldırı haline geçmişlerdi. Korumalarını arttırmak zorunda kalmıştı o derece."
Neye şaşıracağımı bilmiyordum. Çetan amca sadece onlara yardım etmek istemiş ama o da zararlı çıkmıştı. Acaba bu kadar erken emekli olması bu olay yüzünden miydi? Ragini Hanım ile evlenmeye nasıl karar vermişlerdi peki?
"Birkaç gün orada kaldıktan sonra birden annemle evlenme kararı aldıklarını söylediler. Karşı çıktım buna tabii. Sonuçta hangi çocuk bu durumu hemen kabullenir ki? Ne çocuklarını ne de babaanneyi dinlediler. Bir aşk evliliği değildi bu, çocuk değildim biliyordum. Annem çok acı çekti, çok yıprandı... Artık tek düşündüğü bendim. Bu kararı vermesinin sebebi benim içindi biliyordum... Sormama bile gerek yoktu” sesi sonlara doğru kısılırken gözleri yüzümde durdu en son “Çalışıp ikimize de bakabileceğimi söylemiştim ama o okumamı istedi. Üzerime çok fazla titrer olmuştu ve asker olmama da asla izin vermedi. O saatten sonra ona sırtımı dönemezdim. Bende doktor olmaya karar verdim. Başka çocukların babasını iyileştireyim, en azından onlar babasız kalmasın diye düşündüm"
Gülümsedi. Acı dolu bir gülümsemeydi ama bu... O kadar içime dokundu ki sözleri sesli bir şekilde ağlamak istedim o an ona, annesine, yaşadıklarına...
Babasını kaybetmişti, annesini yakmaya çalışmışlardı, yeni bir aileye alışmak zorunda kalmış ve hayallerinden vazgeçmişti. Bunları yaşarken ise sadece on yedi yaşındaydı.
Onun neden bu duruma onun aksine hala öfkeli olmadığını şimdi daha iyi anlıyordum. Ailesi olarak yanında sadece annesi vardı ve Akash onu da kaybetmemek uğruna yaşanan her şeyi kabullenmişti. Ragini Hanım neyi nasıl istiyorsa ona göre yaşamıştı bunca yıl belki de…
Gözümden bir damla yaş aktı. Kafamı çevirmiştim hemen ama görmüştü. Yüzünü buruşturduğunu gördüm göz ucuyla "Üzülme diye konuyu değiştireyim dedim, kaptırmışım kendimi. Gerçekten özür dilerim" diye konuştu üzgünce.
Elimle yanağımı kurulurken ona döndüm "Hayır böyle düşünme lütfen. Bazen anlatmak rahatlatır insanı biliyorum. Senin bunları bana anlatmış olman da çok değerli ayrıca"
Gerçekten yaşadıkları ve hissettikleri hakkında benimle bu kadar açık konuşması beni mutlu etmişti. Bu ona iyi geldiğimi gösteriyordu. Hafifçe tebessüm ederken başını eğdi.
Aramıza kısa bir sessizlik girerken ben anlattıklarını sindirmeye çalışıyor o da anlattığı şeylerin ağırlığını tekrar sırtlanıyor gibiydi.
“Bu konu hakkında bir şey sorabilir miyim?” diyerek aklıma takılan şey ile sessizliği bozan ben oldum. Başını onay verircesine salladığında tekrar dudaklarımı aralamıştım. “Çetan amca neden böyle bir karar almış peki biliyor musun?"
Ragini Hanım oğlunun geleceği için böyle bir karar almışken Çetan amcanın onunla evlenmek istemesinin sebebini merak ediyordum.
"Sordum ancak o dönem pek iyi değildi. Detaylı konuşamadık. Sonrasında da ben açmadım konuyu çünkü bariz belliydi nedeni. Kendisinin de söylediği gibi itibarını koruması gerekiyordu. Zaten zor bir süreçteydi o da. Eşini kaybetmişti. Üstüne emek verdiği mesleğini kaybetmek istemediğini düşündüm. Bu yüzden bu kararını çok yadırgamadım. Aralarında bir nevi anlaşma gibiydi bu evlilik. Hatta olay unutulunca evden ayrılmamızı isterler diye bir sürü ihtimal vardı kafamda ama aksine herkesin bizi de aileden biri gibi görmelerini sağladı. Her konuda destek oldu bana. Babamın yerini tutamazdı elbette ama onun yokluğunu hissettirmemeye çalıştı. Ben daha önce onun kadar merhametli bir adam tanımadım”
Kafamda bazı taşlar yerine otururken içten içe adam hakkında düşündüklerim yüzünden kendimi kötü hissettim yine. Meğer her şey bir zorunlulukmuş. Anlamıştım ama başka bir şeyler olduğunu. Gözlerinde hala Aisha’nın annesinin sevgisinin izi vardı çünkü, görmüştüm. Onun hikayesini de dinlemek istedim.
Akash farkında mıydı bilmiyordum ama sesinde ona dair de bir hayranlık tınısı vardı. Aralarında kan bağı olmasa da gerçekten bir baba oğul gibiydiler.
Herkes hatta Kalindi Hanım bile bu evliliği kabullenmişken Barun’un bunca yıl neden ona hala nefret dolu olduğunu anlamıyordum. Sadece babası da değildi, Ragini Hanım ve Akash'a da aynı nefreti besliyor gibiydi. Çocukken böyle olmasını anlardım ama daha sonra anlamamış mıydı babasını hiç?
Bu konuşmadan sonra ikimizde manzarayı izledik bir süre. Akash bir kahve daha istedi, bana da çay isteyip istemediğimi sordu. İstemediğimi söyledim ve süren sessizliğimizde kafamdaki düşünceleri toparlamaya çalıştım.
Birkaç saat önce yaşanan olayları unutmak istedim. Nisha ile hiç karşılaşmamış, bana hiç gülmemiş, saçlarıma dokunmamış gibi... Sesli bir nefes alıp verdim. Hızlanan rüzgâr saçlarımı geriye doğru savururken gözlerimi kapattım. Göz pınarlarım acıdı. Yüzüme vuran hava biraz daha iyi hissettirmişti.
"Kalkalım mı?" diye sordu bana dönerek. Kafamı sallayarak onu onayladım ve onunla birlikte ayaklandık. Hesabı ödedikten sonra arabaya doğru ilerledik.
Arabasına bindik ve tekrar yola koyulduk. Aramızda süren sessizlik yol boyu devam etti. Beni abimin durumu ve gün içinde yaşadıklarım tüketirken onu ise anlattıkları durgunlaştırmıştı. Çok kötü şeyler yaşamak zorunda kalmıştı ve bunları atlatmak, yaralarını sarmak kolay değildi. Yüzüne bakma dürtüsüne engel olamadım böyle düşününce.
Sağ kaşının kenarındaki dikiş izi değdi ilk gözüme. O zaman mı olmuştu acaba bu yarada? İçim ezildi bu düşünceyle. Gözlerim kısa ama düzenli kirpiklerinde, tıraş olmuş yanaklarında ve hareket eden ademelmasında gezindi. Yüzünde görünürde bir yarası yok gibiydi. Yakalanıp yanlış anlamaması için bakışlarımı yola çevirdim sonra. O ise aynı ve dikkatli bir şekilde arabayı sürmeye devam etti.
Nihayet eve vardığımızda hava tamamen kararmıştı. Bahçede Barun’un arabasını görmek kaçtığım şeylerin dönüp dolaşıp tekrar nasıl karşıma çıktığını kanıtlar gibiydi. Sıkıntılı bir nefes verdim. Kaç saattir oradaydık acaba? Annemler aramıştı belki de? Acil bir şey olsa Akash’ı arayıp haber verirdi değil mi?
Ya oyunumuza son verip ne halin varsa gör derse bana şimdi?
Ne yapacaktım?
Yapmazdı öyle bir şey değil mi?
Biz de polise gideriz, yapacak bir şey yok Ezgi.
Beraber yan yana yürüyerek eve girdik. Kimse yoktu etrafta, çalışanlar bile gözükmüyordu. Mutfaktan birtakım seslerin yanında konuşan kadın sesleri geliyordu. Aastha ablanın sesini seçebilmiştim aralarından sadece. Ne konuştuklarını anlamıyordum tabii.
Sanki sözleşmişiz gibi merdivenlerin başında durduk ikimizde. Aynı anda birbirimize döndüğümüzde bu halimize güldük. "Önce sen söyle" dedi gülümsemesi tebessüme dönüşürken.
Gözüme gelen saçımı kulağımın arkasına attım ve masmavi olan gözlerine baktım. "Bu küçük kaçamak ve çay için teşekkür ederim Akash"
Zorunda değildi beni de götürmeye ama incelik yapmıştı. İyi gelmek istemişti belki de ve başarmıştı da.
Dudakları içten bir şekilde gülümserken sağ yanağında oluşan gamzeyi gördüm. Bunu daha önce fark etmemiştim. “Asıl ben teşekkür ederim, dinlediğin için”
“Ne zaman istersen” dedim kafamı hafifçe eğmiş ve gülümsemesine karşılık vermeye çalışmıştım.
On yedi yaşındaki Akash karşımda değilmiş aslında gözlerindeymiş. Bunu anlamıştım mavilerine bakarken. Her insan çocukluğundan bir parça taşırmış gözlerinde. O da oradaydı ve onu görmek ona sarılma isteği yarattı içimde birden. Ancak cesaret edemedim. Yanlış anlayabilir, en kötüsü biri görebilirdi.
"Sende ne zaman istersen" dedi. Başımı salladım gülümsemem büyürken. Ardından eliyle merdivenleri işaret etti "Ben odama çıkıyorum o halde, sen ne yapacaksın?"
"Bende odaya çıkayım. Belki Aisha gelmiştir"
Yine yan yana merdivenleri çıkmaya başladığımızda "Gelseydi haber verirdi bana muhtemelen. Sabah konuştuğumuzda en geç yarın sabah evde olurum demişti" diye konuştu.
"Anladım" Omuzlarım düştü istemsizce. Bu gece de tek kalacaktık maalesef.
Kendi evimde tek başıma yatmakla bir başkasının odasında tek başıma yatmak kesinlikle aynı şey değilmiş bunu anlıyordum. O, yanımda olunca daha iyi hissediyordum kendimi.
İkinci katın balkonuna geldiğimizde tekrar durduk. Onun odası bu kattaydı. Gözlerim koltukların oraya kaydığında onu gördüm. Barun’u... O henüz bizi fark etmemişti. Önündeki masada duran bilgisayarı ile uğraşıyordu. Gözlerimi kaçırdım hemen.
Akash bendeki garipliği fark edip baktığım tarafa göz atınca onu gördü. Bakışları yüzüme döndüğünde dudaklarını birbirine bastırdı. Hemen gitmek istediğimi anlamış gibi "Yemekte görüşürüz o halde" dedi ve geri geri adımladı.
Gülümsemeye çalışarak "Görüşürüz" dedim.
Yalnız çok geçti. Göz göze gelmiştik. Akash bozuntuya vermeden sırtını dönüp giderken bende hızla gözlerimi kaçırıp arkamı döndüm ve merdivenleri çıkmaya başladım.
"Ezgi"
Adımı seslenmesiyle üçüncü basamakta durdum. Sesli bir nefe bıraktım. Bana gerçek ismimle seslenmesinden hoşlanmıyordum artık.
“Anlaşılan gidene kadar sana böyle kim olduğunu hatırlatacağım”
Yutkundum. Acil bir şey olsa daha önce konuşurdu şimdi neden konuşuyordu benimle? Yoksa gerçekten oyundan vazgeçtiğini mi söyleyecekti? Bu düşünceyle omuzlarım dikleşti ve ona doğru döndüm. Sesi normal geliyordu aslında. Hatta hiçbir şey olmamış gibi…
Bilgisayarını masadan alarak ayaklandığını ve bana doğru geldiğini gördüm. Gerildim. Ne diyeceksen yerinde desene be adam?!
Önümde durmasını beklerken yanımdan geçti ve merdivenleri tırmanmaya başladı.
Ne?
Ben yanlış mı duymuştum, bana seslenmemiş miydi yani?
"Okul müdürün olduğunu söyleyen bir adam ve annenler aradı. Evde olmadığını, dönünce arayacağını söyledim" diye konuştu birden.
Ona doğru dönerken tutmuş olduğumu yeni fark ettiğim nefesimi geri bıraktım. Yanlış duymamıştım. Üstelik beklediğim gibi bir vazgeçme konusu da yoktu. Aksine annemlerin aradığını haber veriyordu. Kötü bir şey olsaydı söyleyeceğini düşündüm ama sanırım değişen bir şey yoktu. Annem sesimi duymak için aramış olmalıydı.
Hem okul müdürü mü demişti o? Metin Bey onu mu aramıştı? Numarasını annemler vermiş olmalıydı. Adamın kulağı çınladı herhalde. Ne konuşacağımızı düşününce gerildim ister istemez.
Açık açık gel demese de onun peşinden gittim. Çalışma odasına girdi. Ardından girip kapıyı kapattım. Elindeki ceketini koltuğun üzerine bırakırken masasının arkasına ilerledi. Diğer elinde kalan bilgisayarı üzerine bıraktıktan sonra pantolonun cebinden telefonunu çıkardı hemen. Ben ise kapının orada öylece durmuş onu izliyordum. Kafasını kaldırıp gözlerimiz buluştuğunda bir şey söylemeden telefonu uzattı bana doğru.
Bana karşı hala öfkeli olmasını bekliyordum. Bunu değil, hiçbir şey olmamış gibi davranmasını değil.
En azından soğuk davranıyor.
Sıkıntılı bir nefes bırakırken göz temasından kaçınıp yanına ilerledim. Telefonu elinden aldım. Son aramalarını açmıştı. Telefonunun dili İngilizceydi bunu yeni fark ediyordum. Kaşlarım çatık bir şekilde ilk defa eline telefon almış gibi bön bön ekrana baktım bir süre.
Onun bakışlarını üzerimde hissettim. Sanırım beni yalnız bırakmasını söyleyeceğimi düşündü. Ancak buna gerek yoktu. O hiçbir şey olmamış gibi davranıyorsa bende öyle davranırdım.
Tekrar yerine oturdu böylelikle. Klavyesinde gelen seslerle yaptığı işe geri döndüğünü anladım.
Bakışlarım tekrar telefona döndüğünde en üstteki iki 05** ile başlayan yabancı numaralar hemen dikkat çekiyordu zaten. En üstteki annemin numarasıydı. Onu ‘Meryem Hanım’ diye kaydetmiş olduğunu gördüm. Diğer numara ise Metin Bey’in olmalıydı. Parmağım ilk onun numarasının üzerine giderken bir altında kalan ismi görmem birkaç saniye duraklamama sebep oldu. Aisha ile konuşmuştu. Gitmeden önceki vedalaşmaları geldi gözümün önüne. Ne konuştuklarını deli gibi merak ettim.
Sesli bir nefes bırakıp Metin Bey’in numarasını tuşladım ve kulağıma götürdüm telefonu. Duvarı komple kaplayan pencereye ilerledim bir yandan da. Burası evin arkasına bakıyordu. Büyük bir havuz ve karşısında bir orman karşıladı beni.
"Alo,"
"Benim Metin Bey, Ezgi"
"Ah Ezgicim sen miydin, numaraya dikkat etmemişim. İyi misin kızım? Korkuttun bizi vallahi?"
İnsan çalıştığı okuldaki müdürünün sesini özler miydi? Ben özlemişim. Allah'ım bu günleri de mi yaşayacaktım gerçekten?
"İyiyim… şükür. Siz nasılsınız?" diye sordum.
Sesli bir iç geçirdi "İyiyiz iyiyiz. Sen bizi merak etme. Sana ulaşamayınca ailenle konuştum. Öğrendim her şeyi, çok üzüldüm. Çok geçmiş olsun. Dualarımız baban ve abinle. Umarım tez zamanda iyileşirler."
Bu kadar ilgili olmasını beklemediğim için şaşırırken elimin titremeye başladığını hissettim. Parmaklarımı sıkılaştırdım bu yüzden. “Sağ olun, Allah razı olsun."
"Okul işini seninle konuşmam daha uygun olur diye orada yanında kaldığın kişilerin numarasını istedim annenden bende. Kaymakam olduğunu söyleyen kaba bir adam açtı telefonu, senin evde olmadığını söyledi. Yanlış numarayı çevirdiğimi sanmıştım bir an vallahi” diye konuştuğunda göz devirmeden edemedim. Telefonla konuşurken bile onun hakkında hemen fikir sahibi olabiliyordunuz işte. “Neyse ben asıl konumuza geleyim, ne zaman döneceğin belli mi Ezgicim?"
"Hayır, değil maalesef" sesim o kadar kötü çıktı ki kendi çaresizliğime acırken buldum kendimi.
"Sıkma canını. Sana bir mazeret izni çıkaralım ama en fazla iki haftaya zorlayabilirim biliyorsun. Böyle bir durumda seni zor durumda bırakmak istemem ama önceliğim çocukların derslerinden geri kalmamasını sağlamak”
"Anlıyorum, emin olun ki benim önceliğimde onlar" dedim zar zor. Konuşamıyordum. Konuşamıyordum! Boğazımda koca bir yumru vardı yine.
"Sen dönene kadar başka bir öğretmen göndereceklerdir aklın onlarda kalmasın. Duruma göre yine haberleşiriz, sen üzme daha fazla kendini. Onlar bize emanet"
"Çok Teşekkür ederim" dedim, minnetimi sesime de yansıtarak. Biraz olsun kafam daha rahattı şimdi. Aklıma gelen şeyle dudaklarım tekrar aralandı "Metin Bey sizden bir şey daha rica edebilir miyim?"
"Tabii, söyle. Elimden geleni yapmaya çalışırım" dedi hemen.
"Benim ayrıyeten beş tane ayrı ders verdiğim özel öğrencim vardı. Onların ailelerine de haber vermem gerekiyor. Öğretmenler odasındaki dolabımda mor kapaklı bir defterde hepsinin numarası yazıyor. Özge biliyor, ona söylerseniz o halledecektir” diye konuştum. Özge, okuldan öğretmen arkadaşlarımdan en samimi olduğum kişiydi.
Üç tanesi ortaokul ve lise öğrencisiydi. Onlar bir şekilde idare edebilirdi ama diğer ikisi ilkokul ve işitme engellilerdi. Okulda uyum sağlamakta zorlandıkları için evde ders alıyorlardı. Biri Özge'nin arkadaşının çocuğuydu. Benim işaret dili bildiğimi öğrenince böyle bir şey yapar mısın öğretmen arıyorlar demişti ve bende seve seve kabul etmiştim. Her çocuk eğitim almayı hak ediyordu. Buna hiçbir şey engel olamazdı.
Şaşırmamıştı. Duymuş olmalıydı ayrı ders verdiğimi ancak bunun hakkında hiç konuşmamıştı benimle. "Çoktan söyledim bil, için rahat olsun” dedi güven verircesine.
Yutkunmaya çalışırken "Çok sağ olun. Ona da iyi olduğumu ve teşekkürlerimi iletin lütfen” dedim titreyen sesimle.
Haberi var mıydı bilmiyordum. Eşinin memleketine gideceklerdi tatile. Okul açılmadan birkaç gün önce döneceklerini söylemişti. Dönmüştü belki de.
Bende evime dönmek istiyordum.
"Tamam kızım iletirim. Sen kendine iyi bak. Allah'a emanet ol" dedi telefonu kapatmadan önce.
"Siz de öyle"
Arama sonlanırken elim yanıma düştü güçsüzce. Alnımı karşımdaki cama yasladım. Gözlerim kapanırken sol gözümden bir yaş çeneme doğru yol aldı. Yutkundum tekrar.
Şimdi kendini bırakmanın sırası değil Ezgi, sabret. Annenle konuşacaksın daha...
Bu kabullenişle titrek bir nefes aldım ve alnımı camdan ayırdım. Annemi aramak için telefona tekrar baktığımda ekranın kapanmış olduğunu gördüm. Açma tuşuna basınca ekran aydınlandı ve kilit ekranı gözüktü.
Beni gün batımına doğru çekilmiş bir mor çiçek tarlası karşıladı. Şok içinde kalırken birden güldüm. Sesli bir şekilde hem de. Gözlerimden yaşlar akıyordu ama ben gülüyordum. Gerçekten deliriyordum sanırım.
"İyi misin sen?" diye seslendi birden.
Sesi içimde bir yelere dokunuyordu ve ben bunu istemiyordum. Ona karşı yumuşamak istemiyordum. Bunu hak etmiyordu.
Tebessümüm yok olurken ona doğru döndüm. Gözlerim onun gözleri hariç her yere değiyordu. "Telefon kapandı da" demeyi tercih ettim. Nasıl olduğum onu ilgilendirmezdi.
"Şifre yok" dedi hiç bozuntuya vermeden.
Kafamı salladım ve hemen arkamı döndüm yine. Böyle daha iyiydi. Ona sırtımı döndüğüm an varlığı da silinip gidiyor gibiydi.
Kilit ekranındaki fotoğrafa baktım yine. Kendi çekmiş gibiydi. Ya da başka biri... Belli ki çok seviyor olmalı ki ekranına koymuştu. Ekranı kaydırdım ve bu sefer annemin numarasına tıkladım hemen. İkinci çalışta açtı annem telefonu.
"Anne, benim" dedim.
"Nereydun sen kızçem?" dedi meraklı ve endişeli ses tonuyla.
Uzaktayım anne, çok uzakta...
Sesini duymak içimi titretirken birkaç saat önce yaşadıklarımı getirdi aklıma. Nisha’nın gülen yeşil gözleri belirdi karşımda. Gözlerimi kapattım, gözyaşlarım arttı. “Anne,” boğazıma oturan yumru konuşmama engel oldu yine devam edemedim.
“Ezgi? Bi şey mi oldi gızum? İyi misun sen?”
"Değilim anne" Titrek bir nefes aldım kafamı iki yana sallarken. "Bir kız çocuğuyla tanışmıştım Anne. Görsen o kadar tatlıydı ki... Abimin hayalindeki çocuğa benziyordu… Ama sonra… bir kaza… oldu. Onu… kaybettim” devam edemedim. Bir hıçkırık kaçtı ağzımdan tutamadım.
Annemin nefesini tuttuğunu hissettim. Beni anlayacağını biliyordum. Burada ne kadar yalnız olduğumu da anlasın istiyordum.
"Anne" dedim hıçkırıklarım artarken "Burada kalmak -hıçkırık- istemiyorum. Lütfen babama söyle – hıçkırık- ağabeylerimden biri gelsin alsın beni. Burada kalmak -hıçkırık- istemiyorum, lütfen."
Bugün yaşadıklarım çok ağırdı. Altında kalmış hissediyordum. Ya Yiğit abimi bir daha göremezsem? Bugün yaşananlar… bunun bir işareti olabilir miydi? Hayır, istemiyordum. Buna dayanmak istemiyordum!
"Senun ağzundan ne çikiy da kulakların işitey mi gızum?" Sesinin çaresizliğinin yanında hissettiğim özlem nefesimi kesti. Canım hiç bu kadar yanmamıştı.
Ağlamam şiddetlenirken hıçkırıklarımı zapt etmek için dudaklarımı ısırıyordum "Anne yapamıyorum – hıçkırık- Onu ikna et – hıçkırık- lütfen"
Babam bir şeyi kafasına koydu mu onu kimse o yoldan döndüremezdi. Özellikle o konu ben isem annem bile inadını kıramazdı onun. Ben şu an imkansızı istiyordum, biliyordum. Elimden başka bir şey gelmiyordu çünkü!
"Ağlama!" diye kızmaya çalıştı boğuk gelen sesiyle. Onu da üzüyordum. Bu gözyaşlarımın artmasına sebep oldu "Sen Hasan Kayhan’un gızısun da! Ne demek yapamiyrum? Dimdik duracan Ezgi, bunu onlara borçlusun, işittin mi beni? Baban gözünü açtiysa, abin hâla direnip duruyken sen 'yapamayrum' diyemezsun!" bir hıçkırık kaçtı onun da ağzından. Devam edemedi. Tutamamıştı kendini daha fazla.
O öyle yapıyordu çünkü... Güçlü durmaya çalışıyordu...
Ben onun kadar güçlü değildim ki.
Sol elimi acıyla hızlanan kalbime götürdüm "Ben onların varlığıyla – hıçkırık- güçlüydüm. Burada çok yalnız – hıçkırık- hissediyorum anne – hıçkırık- buna dayanmak istemiyorum! Ne zaman düşsem – hıçkırık- yaralarımı hep sizinle sarardım. Burada – hıçkırık- hiç kimse yok!” bu çaresiz sitemim ona değildi. Beni anladığını biliyordum. Şiddetli bir şekilde ağlamaya başlarken annemin de ağladığını duydum. Hiçbir şey söyleyemedi…
Benim onların elimi tutmasına ihtiyacım vardı. Gözyaşlarımı silmelerini ve her şey geçecek demelerine ihtiyacım vardı. Tek başıma ayağa kalkmak istemiyordum, onların beni kaldırmasını istiyordum…
Telefonun düşme sesi geldi birden. Bir an giden aklımla benim elimdeki telefonun düştüğünü sandım ama değildi.
"Anne!" diye endişeyle seslenirken herhangi bir yanıt almayı bekledim. Ne nefes alışverişi ne de hıçkırıkları vardı artık kulağımda.
Ayrı olmak böyleydi işte. Endişeden ölüp bitiyorsun, yanına koşmak istiyorsun ama elin kolun bağlı telefonun diğer ucundan bir yanıt beklemekten başka bir şey yapamıyorsun.
Koşabileceğim tek kişiye döndüm. Telaşla arkama döndüğümde göz göze geldik hemen. Bakışlarını sırtımda hissettiğimden çok şaşırmadım buna. Bir şeylerin ters gitmiş olduğunu anlamış olmalıydı. Benim ona dönmemi bekliyormuş gibi ayaklandı hemen.
"Ses vermiyor? Neden -hıçkırık- ses vermiyor? Hat mı kesildi acaba? – hıçkırık- Çekmiyor herhalde telefon?" diye konuştum zar zor. "Anne" diye seslenmeye devam ettim yine de. Kalp atışlarım korkuyla daha çok hızlandı.
Bana ne yapacağını bilemez gibi baktı. "Sen şöyle bir otur önce, gel. Sonra tekrar arayalım" diye konuştu. Sesindeki sakinlik üzerime sirayet etti sanki. Sıklaşan nefes alışverişimi o zaman duydum. İçimdeki korku biraz olsun azalmamıştı. Panik atak geçirmenin hiç sırası değildi!
Kafamı iki yana salladım. "Anne, orada mısın? Ses ver -hıçkırık- lütfen, özür dilerim" telefonu kulağımdan çekip ekrana baktığımda aramanın hala devam ettiğini gördüm. Barun yanıma doğru adımladı o sırada. Kokusu etrafımı sararken törendeki sesi çınladı kulağımda birden.
"Sende benim gördüğüm en laftan anlamayan kadınsın!”
Telefonu kulağıma daha çok bastırırken o önümde dikildi. Onun bakışları üzerimdeyken ben gözlerine bakamadım.
"Anne!"
"Meryem Teyze!"
Telefondan gelen Alperen ve Melike'nin endişeli sesi tüylerimi diken diken ederken "Anne! Alperen! – hıçkırık- Neler oluyor, bir şey söyleyin?" diye bağırdım. Ona sırtımı döndüm tekrar ve bir ileri bir geri yürümeye başladım. Kalbim göğüs kafesimi aşıp çıkacak gibiydi.
"Bir hemşire çağır koş" Alperen'in yorgun ama endişeli sesi içimdeki korkuyu hat safhaya çıkarırken bu an çok tanıdıktı. Aklıma babamın kalbinin durduğu an geldi. Sol elimi sıkmaktan tırnaklarımın derimi hep çizdiğini hissettim.
Onlara seslenmeye devam ederken hışırtılı bir ses oluştu karşı tarafta ardından bir kapı kapanma sesi. "Ezgi?"
"Alperen! Annem – hıçkırık- nerede, ne oldu?" diye sordum hemen.
Yorgunca bir nefes verdi "Ne dedin ona? Niye ağlıyor, bir şeyler sayıklıyordu?!" diye konuştu.
"Annem iyi mi, nerede?"
Sıkıntıyla bir iç geçirirken bir yere çöktüğünü hissettim. "Bayılmış"
Canım daha fazla ne kadar yanabilir diye düşünürken her defasında içimdeki sızı gittikçe büyüyordu “Bayılmış mı?”
Barun ile göz göze geldiğimizde kahvelerinde bir endişe görmeyi beklemiyordum. Onun annesi vefat etmişti. Ben dertlerimle anneme yakınırken o böyle zamanlarda kime koşuyordu? Babasıyla da konuşmuyordu.
Siz o evde yabancı olmayı hak ediyorsunuz aslında!
Daha önce kimsenin canını bilerek yakmak istememiştim. O canımı acıtmış ve bende onun canını acıtmak isteyerek öfkemin esiri olmuştum. Kendimi tanıyamıyordum artık…
Ne kadar kızgın ya da kırgın da olsam öfkeyle çıkarmazdım bunun acısını. Genelde konuşmazdım. Susardım. Ona bunu söylediğim için pişman olsam da geri adım atmayacaktım. Elimizden bir şey gelmemesi bahane değildi benim için. Denemeliydi…
“Doğru düzgün yemediği için tansiyonu düşüp fırlıyor böyle. Melike yanında şu an” diye konuşan Alperen’in sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım.
Ciddi bir şey olmadığını anlayıp bakışlarını kaçıran bu defa o olurken sırtını bana dönüp ağır adımlarla koltuğuna ilerledi. Gözlerimi sırtından çekip yere indirdim ve bende sırtımı cama yasladım.
"Beni hemen almaya gelmeniz için – hıçkırık- babamı ikna etmesini istemiştim" dedim durulan sesimle. Gözyaşlarım yanaklarımı ıslatmaya devam ediyordu "Orada olmak – hıçkırık- istiyorum, Alperen. Yanınızda – hıçkırık- olmak istiyorum"
"İnan bana buraya geldiğinde hep orada kalsaydım da bunlara şahit olmasaydım deyip pişman olurdun." Kaşlarım çatılırken onunla ilk defa böyle sakin ve ciddi bir konuşma yaptığımızı fark ettim. "Ben şu yaşıma kadar bir kere bile babamın hastalanıp yataklara düştüğünü görmedim. Şimdi onu makinelere bağlı yataktan çıkamaz bir halde görmek ne kadar zoruma gidiyo biliyon mu?"
Her an ağlayacakmış gibi çıkan sesinin yanında söyledikleri dizimin bağını çözerken usulca yere bıraktım bedenimi. Üzerimde hissettiğim bakışları umursamayarak dizlerimi kendime çektim ve başımı diğer tarafa bakacak şekilde oraya yasladım.
"Annem. Bizim Deli Meryem... En yakın arkadaşının Güzide teyzenin cenazesinde bile gözyaşı dökmeyen kadın senin haberini duyduğundan beri ağlıyo Ezgi. Önce kızının öldüğünü sanıyo sonra kocası ve oğlunun kaza yapıp hastaneye kaldırıldığını öğreniyo. Senin sesini duyana kadar kendinde değildi. Konuşmuyodu, hiçbir tepki vermiyodu. Sadece gözyaşı döküyodu. Senin yaşadığını öğrendikten sonra... Sanki babamda abimde iyi olmuş gibi renk geldi yüzüne. Senin ölüm haberinle yıkılmışken her şey senin yaşadığını öğrenince tekrar düzelecekmiş gibi..."
Gözyaşlarım tekrar hızlanırken kalbimdeki acı büyüdü büyüdü ve patlayıp kalbimin duvarlarını aşıp bütün organlarıma yayılmaya başladı sanki. İçimden taşmak isteyen o acıyı zapt etmek ister gibi dudaklarımı birbirine bastırdım.
"Doktorlar bile abimden umudunu kesmişken o hala onun uyanacağına inanıyo. Sırf sana bağladığı umut yüzünden… Babam uyandı sonuçta bu yüzden" titrek bir nefes kaçtı dudaklarından. O an onun da ağlamamak için kendini sıktığını anladım.
Anneme söylediklerim için anında pişman olmuştum. Ben ne yapmıştım? Çocuk gibi davranıp onu daha çok üzmüştüm.
Benim Nisha’ya umut bağlamam gibi o da benim yaşamama umut bağlamıştı…
Derin bir nefes aldı ama sanki o nefes benim ciğerlerime de battı. "Yiğit abimin yerinde ben olmalıydım şu an. Babamla seni almaya ben gelecektim. Babam ona şirkette bir toplantıya girmesini söylemiş. Birden çıkageldi eve. Alperen girsin toplantıya ben gideceğim senle baba dedi. Tartıştık tabii. Normalde benim çocukça inatlaşmalarıma asla katlanmaz pes eder biliyosun ama öyle olmadı. Sanki hissetmişte beni korumak için inatlaşmış gibi..."
Tutamadım kendimi. O da... Dudaklarından boğuk bir hıçkırık koparken benim sessiz iniltilerime karıştı. "O giderse… ben bu suçlulukla nasıl yaşarım Ezgi?" diye konuşmaya çalıştı ama konuşamadı. Aynı acıydı hissettiğimiz... Boğazda düğümlenen aynı yumru. "Bak buradayım, elimden bir şey geliyo mu onun için?"
Dudaklarımdan dökülen acı dolu iniltiler sesli bir hal aldı. Bedenim sarsılırken olduğum yerde küçülüp mümkünmüş gibi bacaklarıma doladığım diğer kolumu sıkılaştırdım.
Sakinleşmek ister gibi derin bir nefes alıp verdi. Tekrar konuştuğunda sesi boğuk gelse de eski durgun haline gelmişti. "Bizim çok mu hoşumuza gidiyo sence bu durum? Ne kadar zor tutuyoz kendimizi bir bilsen. Oğuz abim bir ölüden farksız her sabah hastaneye gelip bize bakıyo, senden haber alıyo ve şirkete gidiyo. Yiğit abimin şirketini idare ederken kendi işlerini de halletmeye çalışıyo. Diğer şirketteki işlere amcam ve Aziz abimler bakıyolar. Bende bir yandan evdekileri idare etmeye çalışıyom bir yandan hastanede bekliyom öylece”
Bende sakinleşmeliydim. Ağlamamalıydım ama yapamıyordum. Durduramıyordum kendimi. Bu nasıl bir acıydı böyle?
"Annem Yiğit abimin yanına gitmek dışında babamın yanından ayrılmıyo. Bugün hemen yanındaki odayı tutup ikna ettim onu biraz rahat uyusun diye” Benim konuşamayacağımı anlamıştı. Bu defa o anlatıyor ben dinliyordum. Daha çok orada olsam da değişen bir şey olmayacağına beni ikna etmeye çalışıyor gibiydi. İçimi rahatlatmaya çalışıyordu. “Dedem haber alınca indi yayladan konakta şu an. Fatma halamlarda konakta kalıyo kaç gündür. Cemile halam ve ikisi sırayla akşamları gelip babamın yanında kalıyolar. Gündüz Ayşen teyzem burada oluyo, Melike ile annemin yanında duruyolar"
"Ayşen teyzem mi geldi?" dedim şaşırarak. Burnumu çektim sonra.
Annemler dört kardeştiler. En büyükleri Hacer teyzem, sonra annem, İsmail dayım ve en küçükleri Ayşen teyzemdi.
Aralarında tek bekar oydu. Kırk yaşına gelmesine rağmen hiç evlenmemişti. Ordu da anneannemlerle yaşıyordu. Gezmeyi çok seviyordu ve bu huyumu ondan aldığımı düşünürdüm. Ordu da ‘Gezer Ayşen’ diye çağırırlardı ona. Türkiye’yi gezmiş olduğu kadar birçok ülkeye de gitmişti.
Tayland’ın seçeneklerimde olması onun fikriydi hatta…
"Evet, dün sabahtı sanırım ya da önceki gün müydü?" Durdu bir süre düşünürmüş gibi ardından vazgeçmiş olacak ki "Zaman algımı kaybetmiş olabilirim. Her neyse işte. Dedem ve anneannemi de zor tuttuk zaten. Dedem özel araç dışında uzun yolculuk yapamıyo biliyosun, bir de onlara araba ayarlamakla uğraşacaktık. İkisi de bir inat. Annem konuştu da ikna etti onları neyse ki."
Hıçkırıklarım iç çekişlere dönmüştü. Kim bilir onlarda ne kadar endişelenmişti. Dedemin sağlığı iyi değildi zaten şu sıralar, ya bir şey olsaydı ona da?
"Hele sen dayımı görecektin Ezgi" diyen Alperen'in sesine tutundum. Ağzından gülmeye benzer bir ses geldi. "Tutturmasın mı öyle şey mi olur, ben Ezgi'yi alır gelirim pasaport çıkarın bana diye. Adam Ordu da yayladan merkeze zor iniyo, Hindistan'a seni almaya gelecekmiş! İnanabiliyon mu buna sen?"
Güldüm. Sanki görecekmiş gibi kafamı iki yana salladım. Dayım her zamanki dayımdı. Arabaya binmekten nefret ederdi. Elinden gelse her yere yürüyerek gitmeye çalışırdı. Ordu’dan çıkmışlığı yoktu. Abilerimin düğününe bile zor getirmiştik adamı.
Koskaca İsmail Çilingiroğlu arabadan mı korkuyorsun diye dalga geçtiğimizde yok ben babama çekmişim diyerek topu dedeme atıyordu. Sorun şu ki dedem rahatsızlığı yüzünden uzun yolculuk yapamıyordu sadece. Dayımın bu konuda maşallahı vardı, turp gibiydi.
Aklıma gelen kişiyle dudaklarımdaki gülümseme çizgi halini aldı ve yutkunmaya çalıştım "Hicran yengem?"
Onun da tekrar durulduğunu hissettim. "O... Yiğit ağabeyim gibi komada sanki. O uyanırsa uyanacak, uyanmazsa..." sustu. Bir ah çekti. Bin Ah'a bedeldi…
Komada mı? Annem böyle bir şey söylememişti…Söyleyememişti.
“Abim… Komada mı?” Dudaklarımı ısırdım hıçkırmamak için.
“Uyanmamasının sebebini kafasına aldığı darbeden dolayı olduğunu söylüyolar. Gerisi bir sürü tıp terimi anlamıyom. Son birkaç test yapacaklarmış ama… komaya girme riski olduğunu söylediler” burnunu çektiğini duydum. Sesli bir şekilde hıçkırdım bende. Canım yanıyordu. “Annem söyleyememiştir. Dedim ya… uyanacağından başka bir ihtimale inanmıyo”
Elimdeki telefonu sıktım. Boğazımdaki yumruyu gönderip konuşamadım. Bunu anlayıp o konuşmaya ve Hicran yengemden bahsetmeye devam etti.
"Gül teyze de geldi Ayşen teyzemle. Yengemin yanında kalıyo burada. Zar zor annesi bir şeyler yediriyo. Onun dışında bütün gün oturup abimi izliyo ya da uyuyo. Sorduklarımıza cevap vermekten başka ağzını bıçak açmıyo"
Gül teyze onun annesiydi. Hicran yengemin ailesinden kalan son kişi… Babası Ahmet amca direk işinde* çalışıyormuş ve o küçükken bir iş kazası geçirmiş. Yüksekten düşmüş… vefat etmiş. Şimdi de ona aile olan adamı kaybetme korkusuyla mücadele ediyordu.
*Elektrik enerjisi üreten santralleri kurmak
Lütfen abi, bizim için değilse bile onun için dayan...
"Dün yanına gittiğimde konuştu ilk defa benimle. Nasıl, dedi sadece. Senden bahsettiğini anladım. İyi olduğunu söyledim. Konuşacağını sanmıyom ama yarın sabah uyanık olursa konuşturayım sizi. Belki iyi gelir…"
"Bilmiyorum – hıçkırık- Anneme söylemiştim bende – hıçkırık- zaten ama unuttu sanırım" dedim, sesim kendime o kadar yabancı geldi ki birden. Berbat bir haldeydim.
Derin bir nefes alıp verdi. "Zamana ihtiyacımız var, Ezgi. Hepimizin… Babam seni gelip kendi almakta kararlı. İnadını biliyosun. İçim asla rahat etmez onu ilk kendim görecem diyo, bekleyemezmiş. Bu yüzden önce kendisi sonra Yiğit abimin iyileşmesi gerekiyo. Biraz toparlanalım fikri değişir belki, bilmiyom. Ona ve bize biraz zaman ver, lütfen”
Gözlerim acıyla kapandı. Alperen bana lütfen diyordu… Bencillik etmiştim ve düşüncesizce davranmıştım. Tek acı çeken, tek canı yanan ve yalnız kalan ben değildim. Nasıl böyle kendimi kaybederdim?
"Özür dilerim -hıçkırık- çok özür dilerim" gözyaşlarımla kuruyan dudaklarımı ıslattım. "Aptallık ettim -hıçkırık- özür dilerim. Her şey için"
"Dileme" bana kızmaya çalışıyordu ama sesi çaresizliğini apaçık ortaya seriyordu. Neden böyle söylediğimi anladı "Senin bir suçun yok" diye devam etti konuşmaya.
Onu dinlemedim. Ne derse desin bu konuda ikna edemezdi beni şu an. "Babama bahsetme bundan olur mu -hıçkırık- Çok üzülür yoksa… Annemin de -hıçkırık- ellerinden öp benim yerime ve çok üzgün olduğumu söyle. Bir daha – hıçkırık- açmayacağım bu konuyu söz"
"Geçecek Ezgi. Bu günlerde geçecek, inan bana. Sana söz veriyom”
Geçecek...
Haykıra haykıra ağlamak istedim bu sözlerine ama daha fazla kendimi bırakamazdım. Daha ne kadar dağılabilirdi bir insan bilmiyordum ama ben böylesini ilk defa yaşıyordum. Burnumu çektim.
Toparlanmam gerekiyordu. Başımı hafifçe kaldırıp tek elimle yanaklarımı kurulamaya çalıştım. Telefonu öyle sıkı tutmuşum ki parmak boğumlarımın beyazladığını gördüm. Kolumda aynı pozisyonda tutmaktan ağrımaya başlamıştı. Telefonu diğer elime aldım ve uyuşan kolumu hareket ettirdim.
Boğazımı temizleyerek sesimin güçlü çıkmasını istedim "İnanıyorum – Hıçkırık- Geçecek."
"Ben kapatayım artık. Amcam arıyo, dedemi hastaneye getireceğim babamın yanına. Dedem geldiğinde yine ararız seni, o da sesini duymak istiyodu" dedi bir süre sonra.
Kafamı sallarken bir yandan da "Tamam" dedim.
Birkaç saniyelik bir sessizlik girdi yine aramıza. Bir şey söyleyecek ama nasıl söyleyeceğini bilmiyormuş gibiydi. Bilirdim onu. Yüzünü görseydim başından beri mi bu durumdaydı onu bile anlardım. Sesinden ancak bu kadar oluyordu. Neyi söylemek için sessiz kaldığını da biliyordum bu yüzden ilk önce ben konuştum.
"Seni seviyorum abi – Hıçkırık- İyi ki varsın"
Güldü. Ağladığına emindim ama. Bende aynı durumdaydım. "Bana abi demen için kilometrelerce uzakta mı olman gerekiyodu kız?" diye konuştu yalancı kızgınlığıyla. Gülüşüm büyüdü.
"Hayır, abilik – hıçkırık- yapman gerekiyordu" diye cevap verdim hemen alayla.
"Allah Allah. Eşek başı mıydık önceden?"
Sesli bir şekilde güldüm bu sefer. "Evet" dedim gülüşümün arasından. Onunla uğraşmaya çalıştığımı anlamıştı. Genelde altta kalmazdı ama bu defa öyle olmadı.
"Bende seni seviyorum kardeşim"
Yutkundum. Gözlerim doldu. Bu kulaklar bunu da mı duyacaktı arkadaşlar? Alperen ilk defa bu kadar duygu yüklü bir şekilde ve açık açık beni sevdiğini söylüyor desem inanır mısınız? Ben tutamazdım kendimi genelde. Bazen de isteklerimi yaptırmak için söylediğim olurdu.
Ne kadar uyuz bir insan da olsa abi sonuçta, atsan atılmaz satsan satılmazdı.
O sırada üzerimde hissettiğim gözlerle Barun’un odadaki varlığını unuttuğumu fark ettim. Bütün konuşmalarımıza şahit olmuştu. Bu beni rahatsız etmiyordu. Adamın yanında ayılıp bayılmıştım. Daha neyinden çekinip utanacaktım?
Onun karşısında kendimi kaybederek ağlamak istemezdim sadece ama bu da düşüneceğim son şey bile değildi o an. Bunu şimdi de önemsememeye çalıştım. İstediğini düşünebilirdi.
"Ben kapatıyom o zaman. Kendine iyi bak, Allah'a emanet ol" Alperen telefonun diğer ucundan konuştuğunda dudaklarımı birbirine bastırdım.
"Sizde öyle"
Arama sonlandığında başımı duvara yasladım hemen ve acıyan gözlerimi kapattım. Elim kucağıma düştü güçsüzce. Burnumu çektim. İç geçirdim üzgünce. Güçlü olmak istemiyordum.
Dayanmak zorundasın Ezgi. Baban için, annen için, sevdiklerin için...
Adım sesleri duyduğumda gözlerimi araladım yavaşça. Barun yanıma doğru geldi. Önümde durduğunda gözlerim yüzüne çıktı usulca. Gözlerine baktım.
Beklediğimin aksine ifadesizlik perdesi yoktu kahvelerinde. Hüzün doluydu. Hissettiklerimi anlıyor gibi bakıyordu. İstemsizce kaşlarım çatılmıştı biraz. Yutkunduğunu gördüm gözlerime tepeden bakmaya devam ederken. Ardından elini uzattı bana doğru.
Kalkmam için bana elini uzatmıştı.
Gözlerim eline inerken akan burnumu çektim tekrar. Önce Alperen şimdi de o… İhtiyacım olan şeyleri yapıyorlardı. Alperen hadi neyse bu adama ne oluyordu? Ne yapmaya çalışıyordu?
Bana diyordu ama şu an kendisi bana acımış olmalıydı. Ruh halinin bu kadar değişmesi normal değildi yoksa. Ne değişmişti ki? Öyle anlıyormuş gibi bakmasın o zaman! Kaşlarım daha çok çatıldı ve bakışlarımı kucağımdaki ellerime çevirdim. Bunun üzerine sıkıntıyla bir iç geçirdiğini duydum.
"Yerini çok sevdin herhalde?" dedi, kalkmamama laf atarak.
Söylediğini duymazdan geldim. Yüzüne bakmamaya devam ederek "Kendim kalkabilirim" dedim ters bir şekilde.
"Aksini iddia etmedim" diye cevap verdi benim aksime gayet sakin bir sesle. "Kendinde kalkabileceğini biliyorum"
Yüzüne bakmaktan alamadım kendimi. "Neden yardım etmek istiyorsunuz o halde? Sizin acımanıza da ihtiyacım yok benim" diye konuştum daha fazla kendimi tutamayarak.
Kaşları çatıldı anında. Bakışları ardımda kalan gökyüzüne kayarken omuzlarının düştüğünü gördüm. Koyu kahveleri tekrar gözlerime baktığında duygularını ilk defa bu kadar şeffaf olarak gördüm. Birçok duygu geçti bakışlarından. En ağır basanları yorgunluk ve çaresizlikti... Bocaladım.
"Bana inanmayacaksın biliyorum, seni suçlamıyorum da” dudaklarını birbirine bastırırken ilk defa böyle bir konuşma yapıyormuş gibi gergindi “Kendini ait hissetmediğin bir yerde kalmak zorunda olmanın nasıl bir şey olduğunu biliyorum... Seni anlıyorum"
Neden böyle söylüyordu? O da mı kendini buraya ait hissetmiyordu yani?
Kaşlarım çatık bir şekilde ona bakmaya devam ederken "Burası sizin eviniz değil mi, neden ait hissetmediğinizi söylüyorsunuz?" diye konuştum. Sesim hala aksi çıkıyordu.
"Sen sadece evinde mi kendini ait olduğun yerde hissediyorsun?" diye sordu usulca. Bakışları kollarımdaki bileziklere kaymıştı.
Sadece evinde değil, bir insanın yanında da kendini ait olduğun yerde hissedebilirdin.
Söylemek istediğini anlamış olduğumu görüp konuşmaya devam etti "Ev dediğin şey bazen sana öyle hissettiren insanlardır aslında. Onlar olmadığı zaman da içine girdiğin dört duvarın bir önemi kalmaz"
Söylediği her kelime titrek bir nefes almama sebep oldu. “Ne demek istiyorsunuz?”
“Şanslı olduğunu” dedi, dudaklarında oluşan kırık tebessüm canımı sıktı o an. “Ait olduğunu hissettiğin bir yer var ve oraya dönmek için mücadele ediyorsun. Umudun var en önemlisi... Sana her şeyi göze alarak yardım etmemin sebebinin bu olduğunu fark ettim bende”
Yutkundum. Ona hala kızgındım ama söyledikleri içime dokunuyordu. Ben Aisha için bana yardım ettiğini düşünürken o bambaşka bir sebep sunuyordu bana. Ne söyleyeceğimi bilemedim.
Nisha’ya neden yardım etmemişti o zaman?
“Kaymakam Bey-”
“Burada en çok vakit geçirdiğin kişi ben olmama rağmen neden hala bana ‘siz’ diye hitap ediyorsun?” diye sordu birden. Böyle bir çıkış beklemediğim için kalakaldım öylece. “Ben söyleyeyim sebebini. Farklı olanı kendinden uzak tutmak ister insan. Sende herkes gibi öyle yapıyorsun”
Kaşlarım çatıldı usulca. Kelimeleri bir ok etkisi yaratsa da sesi sakindi. Bundan alışılmış bir durum bahsetmesi ise canımı sıkmıştı yine. Ancak yanılıyordu. Ben baştan beri ismini söylemeyip beni sinir ettiği için böyle hitap etmiştim ve öyle de kalmıştı.
"Başta üvey olan kişinin benim olduğumu düşündün hatta değil mi?" diye devam ettiğinde şaşırmadan edemedim. Gerçekten öyle olduğunu anladığında dudaklarında zoraki bir tebessüm oluştu. Gözlerimi kaçırdım içimi saran hüzünle.
Bunu nasıl anlamıştı?
“Dışarıdan bakınca mantıklı bir çıkarım aslında. Ben bile bazen sorguluyorum bunu. Her neyse,” diyerek sesli bir iç geçirdiğinde bakışlarım tekrar ona dönmüştü. “İnsan başkasının haline acımadan önce kendine bir bakmalı değil mi? Bu yüzden benim ne sana ne de bir başkasına acımam mümkün değil”
“Ben öyle demek-”
"Önemli değil” diyerek böldü tekrar beni. Kafasını usulca iki yana salladı “Nasıl istiyorsan öyle hitap edeceksin elbette bana. Sanki seni bu yüzden yargılıyor gibi oldum. Aynı şekilde düşündüklerin için de geçerli bu”
Adam konuşmuyor diye söylenirken konuşması daha mı kötü neydi?
“Size acımadım. Verdiğiniz kayıp adına üzüldüm yalnızca” diye konuştum en sonunda. Kahveleri dalgalanır gibi oldu. Boyu buradan daha uzundu, net göremiyordum. Derin bir nefes alıp verdim “Ayrıca sizi farklı görmek değil, isminizi öğrenmek sayenizde hiç kolay olmadığı için sinirden devam eden bir ‘siz’ hitabı benimkisi”
Bunu açıklayabildiğim için içim biraz olsun rahatlarken o ifadesini bozmadı. Durgun bakışları kollarımdaki yeşil bileziklere döndü tekrar. Sanki onlara her baktığında dik duruşunun biraz daha çöküyordu.
Ona bir şey mi hatırlatıyordu bu bilezikler?
“Gereksiz konuştum biliyorum, normalde pek konuşmam” dediğinde usulca gözlerime çıktı kahveleri. Yutkunduğunu gördüm. Neden öyle bakıyordu? “Bana kızgın olduğunun da farkındayım”
Çok şey söylemek istiyormuş gibi baktı. Ancak nasıl yapacağını bilemiyormuş gibiydi. Omuzları daha çok çöktü. Derin bir nefes alıp verdi. Bu sırada kucağımdaki telefonunun çalmasıyla aramızdaki sessizlik bozuldu. Gözlerimiz ayrılırken telefonu elime aldım. Bizimkiler olabileceğini sanıp göz ucuyla kimin aradığına baktığımda Sevilay teyzenin aradığını gördüm.
Telefonu ona uzattığımda bana yaklaştı ve hafifçe eğilip elimden telefonunu aldı. Anında etrafımı saran kokusunu çektim içime istemsizce. Yerinde doğrulup arayana baktığında sıkıntıyla bir iç geçirdi. Arama sonlandı.
Onu izlemeyi bırakıp cama tutunarak oturduğum yerden kalktım bende. Aşırı yorgun hissettim kendimi. Hıçkırıklarım tamamen dinmişti. Burnumu çekerken acıyan gözlerimi kapatıp açtım.
Onu geri aramadı. Ben merak etmiştim neden aradığını o etmiyor muydu?
Bakışları tekrar bana döndüğünde gözlerindeki perde geri gelmişti. Söylediklerini düşünmek kafamın içini iyice çorba ediyordu. Ona karşı yumuşamak istemiyordum. Kızgındım ve öyle kalmak istiyordum. Bunun aksi olması için hiçbir şey yapmamıştı. O ateşin göğsümdeki varlığını hissettim tekrar. Gözlerim dolarken bakışlarımı kaçırdım. Yüzümü kuruladım ellerimle.
Sesli bir nefes bıraktığını duydum. Ardından bana sırtını dönüp masasına doğru ilerlemeye başladı "Ağlarken aynaya baktığından hiç emin değilim" diye konuştuğunu duydum.
"Ne?"
Bana mı diyordu o? Daha çok kendi kendine konuşuyor gibiydi sesi çünkü.
Bakışları bana döndü ama yüzüme bakmadı "Ayakta kalma diyorum, iyi görünmüyorsun" dedi.
Berbat bir halde olduğumun farkındaydım. "Seninde ağlayan halini izlemek tam bir işkence" diyen sesi geldi kulaklarıma. Bu dün akşamki konuşmamızı hatırlattı bana.
Tek derdim buydu şu an gerçekten!
Ayrıca sana ne ya, sana ne çirkinsem! İki de bir aynı şeyi söyleyip duruyor!
Kaşlarım çatılmaktan ağrımaya başlamıştı. Gözlerimin acısı ise katlanılmaz bir haldeydi. Yerimde dik durmaya çalışırken bende bakışlarımı üzerinden çektim "Sen kendi suratına bak, meymenetsiz"
"Bir şey mi dedin?"
Dengesiz adam!
Ben zaten duygularımla baş etmekte kötüyüm bir de onun ruhsal değişiklerine ayak uydurmaya çalışıyordum.
Hiçbir cevap vermedim. Burada daha fazla kalmayacaktım. Yürümeye çalıştığımda başım döner gibi oldu. Durup dengemi sağladım.
Onu anlama sürem bu kadardı. Kendisi buna izin vermiyordu zira. Ona olan öfkem teşekkür etmemi bile engellemişti ve ben normalde böyle şeyleri çok önemseyen bir insandım.
“Abin… Komada mı?” diye sordu.
Sana ne demek için zor tuttum kendimi. Saçmalama Ezgi, sakin ol.
Gözlerimi kapatıp açtım “Henüz belli değilmiş... Tehlikesi var”
Başka bir şey demesine kalmadan seri adımlarla kapıya doğru ilerledim. Burnumu çekerken bir an önce odaya gitmek, yalnız kalmak istiyordum.
Daha ne kadar yalnız kalacaksam…
"Bir saat kadar sonra hazır ol, yemeğe gideceğiz"
Konuşmasıyla bir elim kapı kulpunda durdu. Yavaşça ona doğru döndüm. Kayıtsız bir şekilde gözlerine baktım “Ben aç değilim, gelmeyeceğim. Size afiyet olsun"
Onun bir şey söylemesine kalmadan kapıyı açtım ve çıktım odadan. Şu an en çok birine sarılmaya ihtiyacım vardı aslında. Ne zaman çok üzülsem birine sarılmak iyi gelirdi. Burada o yakınlıkla sarılabileceğim tek insan da şu an evde değildi ne yazık ki. Omuzlarım düştü.
Aastha abla geldi sonra aklıma. Ancak o hala mutfakta olmalıydı. Bu dağılmış halimle diğerlerine gözükmek istemiyordum. İçimdeki o kötü hisle daha çok üzgün hissettim kendimi.
Adımlarımı hızlandırdım ve Aisha’nın odasına ilerledim. Odaya girer girmez direkt banyoya yöneldim. Duş almak istiyordum ama buna gücüm yoktu şu an. Yüzümü yıkadım. Boynuma da su vururken gözlerim aynadaki yansımamla kesişti.
"Ağlayan halini izlemek tam bir işkence"
Allah'ım bu tip ne gerçekten? Kaküllerim birbirine girmiş, kirpiklerim birbirine yapışmış, gözlerim burnum ve yanaklarım kıpkırmızı olmuştu. Gel de adama hak verme şimdi!
Sinirle oflarken yüzümü havluyla kuruladım. Odaya geri girdiğimde kıyafet dolabına ilerledim ve üzerimi değiştirdim. Aisha ile aldığımız kumaş pantolonlardan birini ve bir tişört geçirdim üstüme. Işığı kapatmadan kendimi can havliyle yatağa bıraktığımda bedenim bunu bekliyormuş gibi hemen gevşedi. Sağ tarafa doğru dönüp yatak örtüsünü iyice üzerime çektim ve olduğum yerde iyice küçüldüm.
Babama sarıldığımı hayal ettim. Ona sarıldığım an her şey geçerdi çünkü. Bu kötü his de geçsin istedim.
Anneme sarılmaya yüzüm yoktu şu an. Kendimi kaybetmiş ve istemeden kırmıştım onu. Alırdım ama gönlünü değil mi? Yanaklarına öpücükler kondursam dayanamaz çatılan kaşları düzelirdi hemen. Buradayken nasıl alacaktım gönlünü?
Burnumun direği sızladı. Ağlamayacaktım. Hayır. Bu gidişle gözyaşı bezlerim kuruyacaktı gerçekten. İç geçirdim sessizce. Örtüye sarıldım sıkıca. Burnumu çektim ve gözlerimi kapattım. Düşünmek istemiyordum. Gözlerim onlara çektirdiğim eziyetten kurtulma şerefine ererken bilincim bana acımış olmalı ki uykuya daha kısa sürede dalmıştım.
Elimde birinin elini hissetmemle uyku alemimden sıyrıldım. Gözlerimi açamıyordum. Dokunuşu sıcacıktı aynı zamanda ince sesiyle de bir şeyler söylüyordu ama anlamıyordum.
"Anne" diye mırıldandım. Birbirine yapışmış kirpiklerimi açmaya çalışırken görüntü bulanıktı ama sesi netleşmeye ve ne söylediğini seçmeye başlamıştım.
O annem değildi.
"Geeta, canım uyan"
Kaşlarım çatık bir şekilde Aastha ablanın netleşen görüntüsüne bakarken ne söylediğini anlamaya çalışıyordum. Bütün duyularım yavaş yavaş kendine geliyordu. Aastha abla o sırada yüzüme yapışan saçlarımı geriye doğru götürdü. Terlemiş miydim?
Açık kahveleri hüzünle parlıyordu. Bu beni hazırlıksız yakalarken gözlerimi kaçırıp yerimde doğruldum.
"Bir şey mi oldu Aastha abla?"
Annemler mi aramıştı yoksa?
“Seni uyandırmaya geldim sadece” dedi, sesli bir iç geçirirken "Aisha da kâbus gördüğü zamanlar anne diye sayıklar" diye devam ettiğinde kaşlarım üzgünce çatıldı bu defa.
Ne söylediğimi anladığı için öyle bakıyordu bana demek. Neden sayıklıyordum bilmiyordum. Ne gördüğümü hatırlamıyordum. Sadece bir ara uykumdan uyanır gibi olmuştum o kadar.
Aisha'nın o haline birçok defa şahit olmuş olmalıydı o da. Alt dudağım sarktı üzgünce. Bana burukça tebessüm etti "İyi misin biraz daha?"
Kafamı salladım sadece. Haberi aldığımızda onun da Saras abiye sarılarak ağladığını hatırladım. Toparlanmış görünüyordu. Ancak hüzün gözlerini terk etmemişti.
Uyuyunca geçer sanmıştım ama o kötü his gitmemişti. Yapacağım şey için çok düşünmedim. Ona doğru eğilip kollarımı bedenine sardım hemen. Şaşırdığını hissettim. Ancak çok geçmeden elleri sırtımdaydı.
Çenemi omzuna yaslarken sesli bir nefes bıraktım. Gözlerim doldu. Geçecekti her şey. Sabretmeliydim. Yapabilirdim.
Geri çekildiğimde ellerimi acıyan gözlerime bastırdım. Ağlamak istemiyordum. Elini kolumda hissettim. Teselli vermek ister gibi okşadı tenimi. Bu iyi hissettirdi.
Ellerimi indirip buğulu gözlerimle yüzüne baktım. Kolumdaki elini tuttum ve gülümsemeye çalıştım. Elini sıktım teşekkür eder gibi. Anlayıp tebessüm etti o da burukça.
Sırtımı başlığa yaslarken bakışlarımı oda gezdirdim kısaca. Perdeler kapalıydı. Sabah mı olmuştu? O kadar çok mu uyumuştum?
“Ne çabuk sabah oldu?” diye mırıldandım.
“Kız ne sabahı? Alt tarafı iki saat uyudun” dedi Aastha abla. İki saat mi? Gözerimi kırpıştırarak ona baktım. Tebessümü büyüdü ve bu hüzünlü havadan kurtulmak ister gibi yerinde kıpırdandı birden. "Haydi hazırlan, Barun aşağıda seni bekliyor"
Ne?
Bunun için mi uyandırmaya gelmişti beni?
Bakışlarını bakılırsa evet! Omuzlarım düşerken sıkıntıyla ofladım. "Ben ona gitmeyeceğimi söylemiştim Aastha abla"
Yanımdan kalktı ihtiyatla "Ben orasını bilmem, bekliyorum gelsin dedi. Hem biz çoktan yemek yedik, çağırdık o da senin gibi inmedi aşağı. Sana eşlik etmek için gelmedi demek ki. Hadi," dedi, yüz ifadesi tekrar itiraz edersem kızacakmış gibi duruyordu. Bir tık tırsmış olabilirim.
Yatakta oturmuş hala avel avel ona bakarken o bu halimi aldırmayıp kapıya doğru ilerledi ve açıp bana doğru döndü tekrar "Ya gidersin ya da seni mutfağa zorla sokup bizim yemeklerden yediririm. Kaçışın yok anlayacağın" dedi, tatlı olduğunu düşündüğü bir şekilde gülümsedi ancak daha çok tehdit içeriyordu. Ardından kapıyı kapatıp beni şaşkınlık içinde bırakıp gitti.
Bu neydi şimdi?
Ben bu adama gelmeyeceğim demedim mi ne diye bir de Aastha ablayı gönderiyordu?
Sinirle saçlarımı karıştırdım. Of Ne yapsam?
Sadece onunla bir yere gitmek istemediğimden değildi, hiç iştahım da yoktu. Yoksa normalde kızgınlık ya da herhangi başka bir şey yemek yememin önüne geçemezdi. Şimdi gitmesem de Aastha abla zorla yemek yedirmeye çalışacaktı.
En azından tadını bildiğin yemeklerden zorla ye bari.
Haklısın iç seste, hiç halim de yok. Uyumak istiyordum ben ya. Mümkünse bu kabustan uyanana kadar uyumak...
Sesli bir şekilde ofladım bu sefer. Yataktan bacaklarımı sarkıtıp ellerimle yüzümü sıvazladım. "Toparlan Ezgi, toparlan"
Banyoya girip kendime gelmek için yüzüme su vurdum. Odaya geri girip Aisha'nın dolabının kapağını açtım. Üzerimdeki tişörtü çıkardım ve elime ilk gelen gri gömleği giydim. Altımdaki siyah kumaş pantolonu değiştirmeye gerek duymadım.
Bu sırada kolumdaki fuların yokluğunu fark ettim. Yatağın içinde onu aradım bir süre. Yastık kılıfının içine girmiş meğer. Rahat bir nefes alırken üzerine bir buse kondurdum ve boynuma bağladım.
Dolabın önündeki boy aynasının karşısına geçtim. Saçlarımı elimle gelişigüzel tarayıp yeşil tokam ile tepemde at kuyruğu yaptım. Kaküllerimi alnımda düzeltirken gözlerimin şişmiş olduğunu fark ettim. Makyaj yapmak istemiyordum bu yüzden daha fazla oyalanmayıp ayakkabılarımı giydim ve odadan çıktım.
Ben merdivenlerden inerken Barun’un dış kapıya doğru ilerlediğini gördüm. O sırada salonda oturan aile fertleri dikkatimi çekti. Çetan amca hariç herkes oradaydı. Çay içiyorlardı. Barun onları görmemiş olamazdı ama durup herhangi bir şey de söylememişti. Onlarda çok yadırgamış durmuyordu bu durumu. Beni gördüklerinde konuşmaları kesildi. Beni anlamadıkları için bir şey söylememin gerek olmadığını düşünüp sadece gülümseyerek başımı eğdim ve Barun’un ardından çıkışa ilerledim.
Dışarı çıktığımda arabayı kapının önüne getirmiş olduğunu gördüm. Ön kapıyı açıp yolcu koltuğuna oturdum ve tabiri caizse kapıyı sert bir şekilde çarparak kapattım. Ona kızgın olduğumun farkındaydı oysa ama nedense öyle davranmıyordu! Bu tavrıma hiçbir tepki vermeyip arabayı hareket ettirdi ve evin bahçesinden çıktık.
Sen sabır ver Ya Rabbim!
"Emniyet kemeri" dedi uyarı içeren ses tonuyla.
Emniyet kemerini takmadığımı o an fark ettim. Biraz sakinleşmek adına derin bir nefes alıp verip kemerimi taktım.
"Size gelmek istemediğimi söylememe rağmen bu inadınızın sebebini öğrenebilir miyim? Hayır bir de itiraz edemeyim diye Aastha ablayı göndermişsiniz" diye konuştum hiddetle. "Sizin aksinize ben hiçbir şey olmamış gibi davranamam"
Cevap vermedi. Resmen kendi kendime tartışıyordum. Gerçi bu yapmadığım bir şey değildi ama burada öfkeli olduğum kişi tam yanımdaydı! Kendim ya da uzakta olan biri değildi.
Kaşları her zamanki gibi çatıktı. Yüzünde yine bir şeyleri düşünürmüş gibi bir ifade varken omuzları odasında bıraktığımdakinden de çökmüştü sanki. Bu nasıl bir şeydi bilmiyordum ama ben onun yüz ifadesinden değil daha çok omuzlarından anlamlar çıkarıyordum
Onunla ilk karşılaşmamız geldi aklıma. Kendinden emin ve dik duruyordu karşımda. Terasta karşılaştığımızda rahattı, sanki o an güçlü görünmek zorunda değilmiş gibi omuzundaki yükleri bir kenara bırakmıştı. Ertesi gün kaymakamlığa gittiğimde diken üstündeymiş gibi gergindi omuzları. Aisha'nın gittiği gün ise omuzlarının pişmanlıkla çöktüğünü görmüştüm sanki. Bugün sabahtan itibaren de üzgünce çöküktü omuzları, hem de çok üzgün gibiydi.
Bu anlamlar ne kadar doğruydu bilmiyordum ama farklı olduklarından emindim.
Bu yaptıklarını ve bana söylediklerini değiştirmiyordu elbette. Artık bana söyledikleri bile değildi konu. Sadece Nisha’ydı… Ne olursa olsun denemeliydi! Yapmadı ve bunun için de geçerli bir sebep sunmadı bana!
Elimizden bir şey gelmemesi bir sebep değildi benim için!
İçimdeki hüzün onu düşünmemle artarken öfkemde harlandı ve tutamadım kendimi "Tabii işinize gelirse cevap verirsiniz, işinize gelmedi mi öyle gözlerinizi önünüze diker umursamazsınız! Bir siz hesap sorabilirsiniz değil mi? Kimse size hesap soramaz!"
"Ne istiyorsun?" diye sordu öylece.
Yönümü ona dönüp o görmese de gerçekten mi bakışları attım "Ne istiyorsun derken? Cevap istiyorum tabii ki. Duymuyor musunuz siz beni?"
Sesli bir nefes alıp verdi. Sinirlenmiş miydi?
Peki ben duracak mıydım?
Kesinlikle hayır!
"Adamakıllı bir iletişim bile kuramıyoruz ve hepsi sizin yüzünüzden. Bir açıklama yapmak bu kadar zor olmamalı." dedim ve aynı hararetle devam ettim "Tek bildiğiniz seni ilgilendirmez seni ilgilendirmez. Doğru düzgün cevap verseniz bir yeriniz eksilir sanki, aman!"
"Nefes al, nefes"
"Böyle konudan sapmaya çalışıyorsanız çıkın o yoldan!"
"Konudan sapmıyorum. Sakin ol önce biraz" dedi, sesi daha uysal geldiğinde konuşacağını anladım ve çenemi kapattım. Gözleri yine yolda dalıp gitti. İç çekti yorgunca "Boğuluyor gibiyim” dediğinde kaşlarım havalandı. Bu beklediğim bir yanıt değildi. “Kafamın içi karman çorman ve düşüncelerim ilk defa beni boğuyor.”
Öfkem elimde patladı. Şaşırmıştım. Böyle bir yanıt beklemiyordum. İlk defa hissettiklerinden bu kadar açık bahsediyordu bana.
"Oynadığımız oyun yüzünden mi?" diye sordum.
Babasıyla olan tartışması ciddi bir şey olmalıydı. Onu bu denli öfkesini dışarıya vuracak kadar üzmüştü. Öyle söylemişti King. Acısını öfkesiyle gösteren bir adam demişti. Bende o kişilerden biri olmuştum muhtemelen ama bunun Nisha ile alakası neydi? Başka bir şey var gibiydi. Bu yüzden bunu da sormadan edememiştim.
Bana kısa bir bakış attı ama hiçbir şey çıkaramadım o bakıştan "Hayır, seninle bir ilgisi yok"
Cevabıyla birlikte keyifsizce güldüm "Bu, seni ilgilendirmez demenin başka bir yolu muydu?"
Onun da dudaklarının hafifçe kıvrıldığını gördüm "Hayır, kapat şu konuyu artık" Bu düşüncem hoşuna gitmemiş gibiydi.
Garip bir adamsın Asaf Barun…
“Sorularını cevaplayacağım merak etme. Sadece zaman ver biraz bana. Kafamı toparlayayım. Bu benim için çok zor” diye konuştuğunda sesinde yeni bir ton vardı. Anla beni der gibiydi. Bu canımı sıktı.
Madem onun için uygun zaman değildi zorlayacak değildim. Dün yaptığımız konuşma geldi aklıma. Anlaşılmak istemenin gereksiz bir çaba olduğunu söylemişti. İnsanlar neye inanmak istiyorsa ona inanıyor zaten demişti.
Bende mi öyleydim şimdi onun gözünde?
Gözlerimi yan profilinden alamadım. Bir günde ruh halinin bu kadar çökmesine anlam veremiyordum. Direksiyonun üzerinde sol eline döndü istemsizce bakışlarım.
"Şoförünüz yok mu sizin? Neden siz kullanıyorsunuz iki de bir, Ranvir nerede?"
Benim konu değiştirme hızı, mükemmel değil mi?
Başka soru soramazsın dememişti sonuçta? Ranvir olsaydı ortamı daha iyi yumuşatırdı, eminim.
"Ona başka iş verdim, ayrıca yorgun olmadıkça kendim kullanırım. Oldu mu? Sizi tatmin etti mi Ezgi Hanım?" diye konuştu, konuşmama laf atarak.
Sevimsiz bir şekilde sırıttım "Oldu, öğreniyorsunuz. Aferin"
Kafasını memnuniyetsizce iki yana salladı.
"Dedem arayacaktı. Ben uyurken aradılar mı?" dedim aklıma gelen şeyle.
Kaşları eski çatık haline dönerken "Hayır, aramadılar" dedi.
Görmese de başımı onaylar şekilde salladım. Kaşları sürekli öyle durmaktan ağrı yapmıyor mu diye sormak için dudaklarımı aralamıştım ki telefonu çaldı. Aynı hızla dudaklarım geri kapandı.
Vitesin yanındaki telefonunu sol eliyle kavradı ve ekranına baktı. "Sizinkiler"
Kaşlarım havalandı. İyi insan lafının üstüne gerçekten. Gülümsedim. Telefonu bana uzatmıştı. Hemen alıp kapanmadan çağrıyı yanıtladım.
"Alo,"
"Gızım!"
Çakır dedemin özlem dolu sesini duymamla gözlerimin dolması bir oldu. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Hayır, ağlamayacaktım.
Ben ses vermeden benden önce konuştu yine "Nasıyn gızım, iyisen mi ha?"
"Ben iyiyim dede, şükür."
"Şükür ola Rabbıma, seni bize bağışladı gızım" dedi, sesi boğuk geliyordu. Kolay kolay gözyaşı döken bir insan değildi hatta onu hiç ağlarken görmemiştim ama şimdi sesi öyle hüzün dolu geliyordu ki kendini zor tutuyor gibiydi. Kolay değildi. Hiçbirimiz için kolay değildi yaşadıklarımız. “İnşallah Yiğit’imi de bağışlayacak bize”
Durumu hala aynıydı…
“İnşallah dede” Burnumu dokundum ağlamamak için. En azından onlarla konuşurken tutmalıydım kendimi. Boğazımı temizleyip sesimin daha canlı çıkmasını umarak dudaklarımı araladım tekrar "Siz ne yapıyorsunuz? Babam uyandı mı?"
"Uyandı, uyandı. Alperen’le gelirkene bi’şeyler almışık, onları yidik beraber. Buraya gelmişken, senle de bi iki laf edeyim dedim ben de."
"Afiyet olsun, dedem. İyi yapmışsın bende senin sesini duymak istemiştim zaten." derin bir iç çektim. "Hepinizi çok özledim"
O da iç geçirdi. "Sen ne ediyon, kendini çok hırpalamıyon di mi ha?"
"Yemek yemeye gidiyoruz biz de Kaymakam Bey ile" dedim, sesim ister istemez kısık çıkmıştı.
"Ver bakam telefonu ona bi" dedi birden. Kaşlarım havalandı. Onun bakışlarını üzerimde hissettim bu sırada. Bakışlarımı solumdaki cama çevirdim.
Boğazımı temizledim "Şu an araba kullanıyor dede" diye konuştum.
Beklemediğim bir şekilde sol elini uzattığını gördüm bana doğru "Sorun değil, ver" dedi.
Allah'ım bu da dünden razı!
Telefonu elimden aldı ve kulağına götürdü. "Buyurun efendim?"
Sağdaki şeride geçerken hızını azaltmış olduğunu gördüm. Gözlerini yoldan ayırmazken karşı tarafı dinledikten sonra "İsmim Asaf, nasıl isterseniz öyle hitap ederim tabii"
Dedem efendim demesine laf etmiş olmalıydı. Vay vay Barun’a bak sen. Süt dökmüş kediye döndü hemen. Kendimi hafifçe sırıtırken buldum.
"Anladım ama buna gerek yok. Karşılık bekleyerek yaptığım bir şey değil"
Kaşlarım çatıldı hafifçe. Ne konuşuyorlardı?
"Aklınız burada kalmasın. Tekrar geçmiş olsun"
Telefonu bana uzattı tekrar. Biraz şaşkın bir şekilde elinden aldım ve kulağıma götürdüm.
"Efendim dede?"
"Ben konakta olurum gızım, hastanede pek duramiyom, biliyon sen de. Alperen’e arattırırem gene gerçi ama... hayat işte, görüyon ya ne zaman ne olacağ’ belli olmiy. Kendine dikkat et gızım, olur mu?"
Dudaklarım büzüldü üzgünce "Tamam dede, sende öyle."
"Hadi gari, Allah'a emanet olun. Al bakam babana veriyoum şimdi"
"Sende Allah'a emanet ol dede" dedim. Hışırtılı bir ses oluşurken telefonu babama verdiğini anladım. Kalp atışlarım hızlandı anında.
"İki gözüm," yorgun ama daha iyi gelen sesini duyduğumda içimdeki özlem daha çok kabardı. O kadar çok ihtiyacım vardı ki ona sarılmaya şu an.
"Efendim baba?" sesim titredi. Bir kere daha pişman oldum onu dinlemediğime.
Ben hiçbir şey için bu kadar pişman olmamıştım…
"Ağlarsan bozuşuruz ona göre. Anneni zor durduruyoruz zaten" dedi sesini alaylı ton eklemeye çalışarak.
“Ağlamıyorum vallahi”
Annemden bahsedince göğsümdeki sızı arttı. Birkaç saat önceki konuşmamız geldi aklıma. O uyanmış mıydı, nasıldı? Sormaya cesaret edemedim. Babam kesinlikle bir şey olduğunu anlardı. Derin bir nefes alıp verdim. Bu sırada sokaklar tanıdık gelmeye başladı. Yaklaşmış olmalıydık.
"İyi olacaz hepimiz gızım. Sen sabret, duayı eksik etme" diye konuşurken sanki kokumu alabilecekmiş gibi derin bir iç çekti. İçim gitti. "Sen yemek yiyon, uykunu ihmal etmiyosun di mi?"
Yalan söylemek istemiyordum, söyleyemezdim anlardı zaten. Bilerek bunu sorduğunu da biliyordum. Çok iyi tanıyordu beni. "Etmemeye çalışıyorum baba, beni merak etmeyin siz.” Yutkundum. Gözlerim dolduğunda konuyu ona çevirdim “Sen nasılsın?"
İç geçirdi. İyi değildi. Biliyordum. Abim o haldeyken ben buradayken nasıl olabilirdi ki?
"Doktor dedi, normal hastalara göre tez toparlanmışsın diye. Şu ayağımın üstüne bi basıp da bi ayaklanırsam, daha da iyi olacam inşallah."
Yalan da olsa iyiyim dememişti…
Vazgeçmeyeceğini biliyordum. Titrek bir nefes bıraktım.
"Baba sakın zorlama kendini, daha kötü olur bak durumun tamam mı?" dedim endişeyle. Elim göğsüme gitti. Boynumdaki fulara dokundum. Onun eline dokunuyormuş gibi.
"Tamam gızım, zorlamiyom merak etme. Öyle bi işe kalkışsam, ananın dilinden kurtulabilir miyim sence?" diye konuştu anneme laf çarpmadan duramayarak. Gülümsedim burukça. "Vereyim mi ona da konuşucan mı?" diye devam etti ben konuşmadan.
Yutkunmaya çalıştım. Böyle söylediğine göre uyanmış ve onların yanında olmalıydı o zaman. Ben yine bir şey söyleyemeden arkadan annemin sesini duydum "Sen uyuyarkene biz konuştuk. Çocuklar yemek yiyecekmiş, tutmaya gerek yok”
Hala kızgın mıydı bana? Sesi normal geliyordu. Gözlerim yaşardı. Bu sırada restoranın önüne gelmiştik. Araba durdu. Barun inmeyip benim konuşmamın bitmesini beklemeye başladı. Kollarını direksiyona yaslarken kafasını oraya gömdü.
"Tamam o zaman gızım siz konuşmuşsunuz zaten. Ben kapatayım artık, yemek yiyecekmişsiniz sanırım afiyet olsun. Kaymakam Bey oğluma selam söyle" dedi, sesi hiç kapatmak istemiyor gibiydi.
Titreyen dudaklarımı birbirine bastırdım. Başımı koltuğa yaslarken gözlerimi kapattım. Sol gözümden bir damla yaş aktı. "Sağ ol baba, söylerim. Allah'a emanet olun"
"Sende iki gözüm"
Arama sonlandığında gözlerimi açıp diğer elimle yanağımı kuruladım hemen. Telefonunu önceki yerine koyarken "Babamın selamı var size" diye konuştum boğuk çıkan sesimle.
Sözde ağlamayacaktım…
Kafasını kaldırdı, ağır ağır başını salladı sadece. “Durumu nasıl babanın?”
“İyiymiş”
“Annen?” diye sordu bu defa. Bunu beklemiyordum. Bayıldığını biliyordu. Bu konuda yarası olduğu için ona olan öfkemi bir kenara bıraktım.
Gözlerimi kaçırırken kucağımdaki ellerimle oynadım “İyi, tansiyonu düşmüş”
Onun annesi nasıl biriydi acaba? Onunla nasıl anlaşıyorlardı?
Sıkıntıyla bir iç geçirdi. Başka bir şey söylemedi bunun üzerine. Omuzlarım düşerken çok yorgun hissettim kendimi. Derin bir nefes alıp verdim. Birkaç dakika sessizce oturduk öylece. Sesli bir nefes alıp verdikten sonra telefonunu aldı. Aynı ağır hareketlerle kapısını açtı ve arabadan indi. Onu bekletmeyerek bende arabadan indim.
Koruma araçlarından inen adamlarından biri ondan anahtarı aldı ve indiğimiz arabaya bindi. Sanırım arabayı başka bir yere park edecekti. Burası tam mekânın önü oluyordu çünkü.
İçeriye girdiğimizde önceki geldiğimizde karşılaştığım bir kalabalık yoktu. İlk gözüme çarpan sol tarafın tamamen boş olmasıydı. Ben etrafı incelemeye devam ederken Barun birden olduğu yerde durdu. Kaşlarım hafifçe çatılmış ona dönerken bir yere bakıp daldığını gördüm. Nereye baktığını bakmak için bakışlarını takip ettiğimde geçen oturduğumuz masaya bakıyor olduğunu gördüm. Masanın yanında iki adam bir şeyler ile uğraşıyordu.
"Hoş geldiniz çocuklar" Halil amcanın sesiyle ona döndüm. Bizi gördüğüne şaşırmış gibiydi. Yorgunluktan çökmüş gözlerine rağmen sıcak bir gülümsemeyle karşıladı bizi.
Gülümsemesine aynı içtenlikle karşılık vermeye çalıştım bende. "Hoş bulduk"
"Neler oluyor orada?" Barun durgun çıkan sesiyle konuştuğunda gözleri hala o masadaydı.
Halil amcanın bakışları da oraya dönerken kaşlarının üzgünce çatıldığını gördüm. "Isıtıcılarda bi arıza oluştu oğlum, onu tamir ediyorlur. Cam kenarında oldukları için de o taraftaki masaları kapatmak zorunda kaldık bugün"
"Ayağını kırmışlar"
Kaşlarım daha çok çatıldı. Neden bu kadar takmıştı bu masaya?
"Küçük bi kaza oldu. Halledecekler onu da merak etme." sesinden büyük bir mahcupluk akarken aynı şekilde gözleri de mahcupça onun yüzüne döndü "Bugün sizi şu masaya alalım, gelin. Haydi"
Gösterdiği tarafa doğru ilerlediğinde bende arkasından ilerledim. Barun da dikilmeyi bırakıp peşimizden geldi. Mekânın biraz daha ortasında kalan boş masalardan birine oturduk. Halil amca menüleri önümüze koyarken Barun’a kaçamak bakışlar attığını gördüm. Bir şeyler söylemek istiyor ama nasıl söze gireceğini bilmiyor gibiydi.
Bugün herkes ayrı bir tuhaftı gerçekten!
Garsonlardan biri onu çağırınca yanımızdan ayrıldı. Etrafa bakındığımda Sevilay teyzeyi görmeye çalıştım ama yoktu. Mutfaktaydı sanırım.
Önüme dönüp menü ile bakıştım. İç geçirdim. Canım hiçbir şey istemiyordu. Bakışlarımı Barun’a çevirdiğimde onun gözlerinin hala dalgın bir şekilde o tarafta kaldığını gördüm. Kaşlarım çatıldı.
Arabada loş ışıktan fark etmemiştim ama şimdi mekânın parlak ışıkları yüzüne vururken teninin renginin ne kadar solmuş ve yüzünün bembeyaz kaldığını görüyordum.
"Sadece bir masa değildi sanırım sizin için?" diye sordum en sonunda.
Konuşmamla birlikte gözleri usulca bana döndü. Kahvelerine hüzün basmıştı yine. Afalladım "Değildi" gözlerini kaçıran o olurken bakışlarını masanın üzerinde kavuşturduğu ellerine çevirdi. "Aisha, annem ve... babamla buraya ilk geldiğimizde o masaya oturmuştuk. Sonraki her geldiğimizde de... Kerem bizim için ayırıyordu o masayı. Annem istediği için babam söylemiş ona da. Senin oturduğun yerde otururdu hep. Hem mekânın her yerini görüyorsun hem de Atatürk ve Türk Bayrağı'nın karşısında diye. Kendini vatanındaymış gibi hissettiğini söylerdi” İç geçirdi yorgunca. “Seni de bu yüzden buraya getirmiştim, sende öyle hissedersin belki diye. Yoksa başka yerlerde de karnını doyurabilirdim"
Bunu beklemiyordum. Başta cevap vermesini tabii ki de. Onu üzen bir şey olduğu barizdi. Ailece birçok anılarını paylaştığı yerdi belli ki orası ve ilk defa buraya gelip orada oturmadan gidecekti.
Buraya ilk geldiğim günü düşündüm. Annesinin hissettiklerini hissetmiş hatta ağlayacaktım neredeyse özlemimden. Bunu düşünmüş olması ve itiraf etmesi şaşırdığım bir diğer şeydi.
"Evet, bende öyle hissediyorum. Teşekkür ederim bunun içinde, bu çok özel" dedim, buruk bir şekilde gülümsedim. "Siz de üzülmeyin ayrıca, küçük bir tamirat. Sonuçta masa hala yerinde"
Başka ne diyebilirdim bilmiyordum ama bu tavrı ona karşı yumuşamama sebep olmuştu. Olmamalıydı. Yumuşamamalıydım.
Aramızda tekrar bir sessizlik oluştuğunda masanın üzerindeki sürahiden bardağına su doldurdu. Elinin titrediğini fark ettim. Ne oluyordu bu adama?
"İyi misiniz siz?"
Yine dalıp gitmişti gözleri. Yorgun ve uykusuz gözüküyordu. Bu halleri de iyi olmadığına dair yeterli bir kanıttı bence.
"Ya madem iyi değilsiniz, bende gelmek istemiyorken ne diye buraya geliyorsunuz?!" diye çıkışmadan edemedim.
Bu durumu çok uzattığımı düşünüyor olabilirdi belki de ama haksız mıydım? Madem kendisi de iyi hissetmiyordu ne işimiz vardı burada?
"Sabahtan beri bir şey yemedim, muhtemelen sende öyle" sesi oldukça yorgun ve benim aksime sakin çıkıyordu. Sinirime ket vuruyordu bu durum.
Tansiyonu falan mı düşmüştü acaba?
"Size iştahım yok dedim. Siz de gayet evde de yiyebilirdiniz"
"Ben burada yemek istedim" dedi. Var mı dercesine.
Var.
Gözlerine dik dik bakmaya devam ederken "Seni ilgilendirmez diyorsun yani?" dedim. Dalga geçtiğimi anlayıp sinirle bir nefes bıraktı. Yarım ağız güldüm.
"Demiyorum. Sana da laf etmeye gelmiyor"
"Genel olarak biz kadınlar böyleyizdir aslında Kaymakam Bey. Belli ki sizin buna dair hiçbir fikriniz yok" dedim bilmiş bir şekilde. Gülmese de biraz rahatlasın istedim.
Yüzü gibi rengi solmuş dudaklarını birbirine bastırıp "Hiç bilmeseymişim iyiymiş, çekilmez duruyor" diye konuştu.
Tek kaşımı kaldırıp alt dudağımı sarkıttım 'Öyle mi?' der gibi.
Karşılık vermedi buna. Daha çok keyfi yok gibiydi. Masaya üzülüyordu belki de hala. Ciddileştim ve masada ona doğru eğildim. "Gerçekten kalkıp gidebiliriz. Hiç iyi gözükmüyorsunuz?" dedim, sesim gayet uysal ve ılımlı çıkmıştı.
Gözlerimin içine baktı. "Sorun yok" dedi, yutkundu. Boğazında bir yumru varmışta konuşamıyormuş gibi bakıyordu. Kendimi kötü hissettim. Neden öyle bakıyordu?
Boğuluyor gibiyim...
Öyle bakıyordu gerçekten. Başka bir şey olmuştu. Kötü bir şey… Sormalı mıydım? Zaman ver demişti. Ne kadar zamandı bu tam olarak? Umarım çok değildir çünkü ben çenemi tutamayabilirdim.
Halil amca tekrar yanımıza geldiğinde gözlerini kaçıran ilk o oldu yine. "Karar verdiniz mi, ne yiyorsunuz?" diye sordu Halil amca o sırada.
"Sıcak çorban varsa bize ondan getir sen Halil amca" dedi, Barun. Gözleri bana döndü sonra. Benim adıma da cevap verdiği için onay bekliyor gibiydi.
Sorun şu ki benim gerçekten iştahım yoktu. Ancak bu konuyu tekrar açıp Halil amcanın karşısında da tartışmak istemiyordum.
"Olur" dedim sadece. Aynı zamanda kafamı salladım aşağı yukarı.
"Sen ne çorbası istersin kızım?"
Onun ne içtiğini bildiği için bana sormuştu direkt. "Mercimek varsa olur" dedim gülümseyerek. Gülümsememe karşılık verip kafasını salladı onaylarcasına.
"Sevilay teyze yok mu?" diye sordu benden önce Barun. Sesi hala durgun geliyordu. Meraklı bakışlarım ondan konuşan Halil amcaya döndü.
"Biraz üşütmüş sanırım. Dinlen dedim, evde bugün"
“Geçmiş olsun” dedim hafifçe tebessüm ederek. Başını eğdi bana karşılık verirken.
“Geçmiş olsun” dedi Barun da. “Arda da mı evde?” diye sordu sonra.
Arda Kerem’in oğluydu. Dün buraya geldiklerini söylemişti Sevilay teyze. Onu özelmiş olmalıydı. Nasıl bir ilişkileri olduğunu merak etmiştim.
“Evde. Bugün geleceğini düşünmemiştim yoksa onu da getirirdim. İstersen arayayım Dilek’i getirsin?” dedi hemen Halil amca.
Neden geleceğini düşünmemişti ki?
Barun bakışlarını menüye çevirdi “Yok kalsın, rahatsız etme boşuna şimdi kimseyi”
Halil amcanın kaşlarının üzgünce çatıldığını gördüm "Biz de çok üzüldük haberi duyunca oğlum, aradık seni ama ulaşamadık. Sevilay çok endişelendi senin için. Eve gelecektik hatta. İyi değilsindir, toparlanınca dönersin deyip ikna ettik en sonunda”
Ne haberinden bahsediyordu? Kaşlarım merakla çatılırken bakışlarım ikisi arasında gidip geldi.
"Sağ ol Halil amca. Telefona bakamadım. Buraya gelince konuşuruz diye düşünmüştüm bende" Barun bilmem kaçıncı kez önünde duran menüyü tavaf ediyordu.
Halil amca üzgün bakan kahvelerini ondan ayırmayıp elini omzuna koyup babacan bir tavırla sıktı. "Başın sağ olsun, oğlum"
Ne?
Başın sağ olsun derken?
Şaşkın bakışlarım Barun da durduğunda yutkunduğunu gördüm. Dudaklarını ıslattı ama konuşmadı sadece başını eğip salladı. Halil amca aynı bakışlarla bana dönüp başını eğdi ve yanımızdan ayrıldı.
Kollarımı masaya yaslarken öne doğru eğildim "Bir yakınınız mı vefat etti? Neden söylemiyorsunuz?"
Sabahtan beri tuhaf davranışlarının ve öfkesinin sebebi buydu belli ki? Çetan amca ile tartışmamıştı o zaman? O da bu yüzden sarsılmış gibiydi. Diğer aile üyeleri bundan bahsetmediğine göre anne tarafından biri miydi acaba vefat eden yakını? Kendimi kötü hissettim. Bir vefat haberi daha…
Gözleri bana dönerken derin bir nefes alıp verdi. Sol kolunun dirseğini masaya yaslarken burun kemerini sıktı. O zamanın geldiğini hissettim. Konuşacaktı. Ancak masamızın yanında biten bir adam ile bu mümkün olmadı.
Koyu gri takım elbiseli, hafif göbekli, yaşlı bir adamdı. Barun’a seslendi. Barun onu gördükten sonra sandalyesinden ayaklandı hemen. El sıkıştılar ve bir şeyler konuşmaya başladılar. İki adamın bakışları da birden bana dönerken şaşırdım ve Barun’un beni tanıttığını anlayıp ayaklandım bende.
Gülümsemeye çalışarak elimi uzattım "Geeta"
Beni tanıştırdığına göre belli ki önemli biriydi.
Elimi tuttu ve sıktı o da gülümseyerek. "Rohit" dedi. Oldukça güler yüzlü bir adamdı.
Barun’a dönüp konuşmaya devam ederken diğer eliyle biraz ileride olan çaprazımızdaki masayı gösterdi. Bakışlarım kısa bir süreliğine oraya dönerken gösterdiği masada güzel giyinimli yaşlı bir kadın ve iki genç adamın oturduğunu gördüm.
Adamlardan biriyle göz göze geldik. Dişlerini gösterecek şekilde sırıttı. Dudaklarındaki rahatsız edici sırtıma silinmeden bakışları Barun’a döndü. Barun onu gördüğünde kaşları iyice çatıldı. Yüzü anında sertleşti. İsminin Rohit olduğunu öğrendiğim adam ona seslendiğinde bakışlarını o adamdan çekip önüne çevirdi. Bir şeyler daha konuştuktan sonra Rohit Bey koluna hafifçe iki kere vurdu ve masasına doğru ilerledi.
Barun yerine geri oturmazken sıkıntılı bir nefes verdi. "Bir bu eksikti" dediğini işittim.
"Bir şey mi oldu?"
Koyu kahveleri bana döndü "Emekli milletvekillerinden biri kendisi. Bizi masasına davet etti. Reddimi de kabul etmedi"
"Ya anlarlarsa oyunumuzu? Ben ne yapacağım ne diyeceğim?" dedim telaşla.
Bir bu eksikti gerçekten!
"Sakin ol, sorun yok. Senin az buçuk Hintçe bildiğini söyledim. İngilizce de bilmiyorlar. Yemeğimizi yiyip hemen kalkarız" diye açıklama yaptı.
Offf. Ben yine de stres yapmıştım bir kere. Hiç gelmemeliydik işte!
"Hadi, gel. Bekletmeyelim" diyerek onların masasına doğru döndü. Yanımızdan geçen bir garsonu durdurup bir şeyler söyledi sonra. Sanırım siparişlerimizi o masaya getirmesini istemişti.
Rohit Bey'in masalarının yanına geldiğimizde masadaki diğer kişilerde ayaklanmışlardı. Yüzümdeki gülümsemeyle kadına elimi uzattığımda sebebini anlayamadığım kısa bir şaşkınlık geçti yüzünden. Bozuntuya vermeyip ismimi söyledim.
Kibarca gülümsedi "Bimala" diyerek kendini tanıttı.
Ben unuturum ki bu isimleri.
Barun oldukça yakınımda dururken "Rohit'in eşi" diye konuştu benimle. Oldukça kısık bir sesle konuşmuştu. Onların duyduğundan emin değildim. Onun yakın durma amacı da bu olmalıydı.
Bu sırada Bimala Hanım ona ellerini önünde birleştirerek selam verdi. Benim el uzatmama neden bu kadar şaşırdığını şimdi anlamıştım. Pot mu kırmıştım şimdi? Tedirginlikle Barun’a baktım hemen. Ancak o bunu görmeyip kadının yanındaki adamla el sıkışıyordu.
O adamın bakışları bana dönerken hafifçe tebessüm etti ve elini uzattı "Taru"
Kafamı eğdim gülümseyerek ve elini sıktım.
"Rohit'in oğlu" dedi Barun yine. Kafamı salladım belli belirsiz onu onaylar gibi.
Daha önce göz göze geldiğimiz adam öne çıktı hemen ve dudaklarındaki geniş gülümsemeyle elini uzattı. Elini tuttuğumda yüzündeki keyif arttı. "Kumar bende. Hoş geldin Geeta"
İngilizce konuştuğunda gülümsemem şaşkın bir hale dönüştü. "Hoş buldum"
İşte şimdi hapı yutmuştum!
Benimle konuşacaktı ve soru soracaktı!
Barun onun ile el sıkışmadı. Hatta bizim el sıkışmamızdan da hoşlanmamış gibiydi. Onun hakkında açıklamada yapmadı. Gergin bir hava oluştu hatta anlık. Kumar Bey’in keyifli surat ifadesi ile ona bakarken Barun o yokmuş gibi davrandı. Onların karşısındaki sandalyelerden birini çekti ve bana baktı.
Aile üyeleri de yerlerine yerleşiyordu o sırada. Barun’un yanındaki sandalyeyi çekip oturdum bende. Tam karşımda Taru Bey, hemen yanında Kumar Bey oturuyordu.
Kumar Bey ne ya?
Allah aşkına bu nasıl bir isim gerçekten?
Barun’a baktığımda hala ayakta dikildiğini ve şaşkın bir şekilde bana bakıyor olduğunu gördüm. Ne olmuştu?
Hih pot mu kırmıştım?
Bu an uzun sürmezken çektiği sandalyeye oturdu yavaşça. Onun yaptığı gibi ona yaklaşıp "Ne oldu, yanlış bir şey mi yaptım?" diye konuştum sessizce.
Sandalyesini düzeltir gibi yaparak bana doğru yaklaştırdı. Bunu yaparken bana bakmayıp yerleştikten sonra bana döndü. Kokusu etrafımı sardı hemen. İçim gıdıklandı.
"Sandalyeyi sana çekmiştim" dedi, Türkçe konuşarak.
Ay salak ben!
Dudaklarımı birbirine bastırdım utançla. Adam bana sandalye çekmiş, ben niye üstüme alınmadıysam? Beklemediğim içindi sanırım. Çok gergindim ayrıca.
"Ben fark etmedim, kusura bakmayın" dedim, bir şey çaktırmamak adına gülümseyerek.
Yarım ağız güldüğünü gördüm. Onlara doğru dönerken "Sakin ol biraz" diye konuştu.
Görmese de kafamı salladım. Kolay değildi ama deneyecektim. Rohit Bey onunla konuştuğunda aralarında bir muhabbet başladı. Diğerleri de onları dinlerken yemeklerini yiyorlardı. Kumar denen adam hariç. Bakışlarını üzerimde hissettim.
Bu sırada bizim de siparişlerimiz geldi. Dumanı tüten çorbaya baktım. Barun’a da mercimek çorbası getirmişlerdi. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Karıştırıp soğumasını bekledim. Onun da aynı şeyi yapmaya başladığını gördüm.
Rohit Bey Barun’a bakarak tekrar konuştu. Taru Bey de bu konuşmaya katılırken ne olduysa Taru Bey ve Barun arasında bir gerginlik peydah oldu. Barun’un elinin yumruk olduğunu görürken sesinin ne kadar soğuk çıktığını fark ettim. Taru Bey ise kaşları çatılmış aynı sertlikle ona karşılık veriyordu.
Neyse ki bu çok uzun sürmeden Rohit Bey araya girdi ve herkes yemeğine geri döndü. Masaya çöken sessizliği bu sefer Kumar Bey konuşarak bozdu.
"Ne iş yapıyorsun Geeta?"
Yaptığım işi soruyordu yani sanırım öyleydi. Aksanı hızlıydı ve ben şu an gerginlikten doğru dürüst kelimeleri algılayamıyordum.
"Öğretmenim, ben" dedim.
Kaşları havalandı "Ne güzel. Halam da emekli öğretmendir" dedi, gülümsedi ve Bimala Hanım'a dönüp Hintçe konuştu.
Halası diye bahsettiği Bimala Hanımmış. Konuştuklarımızı ona çevirmiş olmalı ki kadın da bana bakıp gülümsedi. Aynı şekilde karşılık vermeye çalıştım. Çok konuşkan birine benzemiyordu. Onun yerine yeğeni gerekeni yapıyordu maşallah.
Nezaket gereği bende ona ne iş yaptığını sordum.
"Bombay da tekstil fabrikalarımız var. Sari üretimi yapıyoruz" diye yanıtladı beni. Sağ kolunun dirseğini masaya yaslarken çenesini avucuna aldı. Uzun kirpiklerinin altından bana bakarken konuşmaya devam etti. "Bir gün gel gezdireyim Bombay’ı sana"
Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. Bu samimiyet nereden beyefendi, daha yeni tanıştık?
Tedirginlikle Barun’a baktım. Kaşları iyice çatılmış bir şekilde dik dik Kumar’a bakıyordu. Elindeki kaşığı tabağının yanına koyduğunda sinirle bir nefes bıraktı.
Bunun üzerine Kumar'ın bakışları da Kaymakam Bey'e döndü. Elini indirirken gülümsemesi genişledi "Tabii senin için bir sakıncası yoksa Barun?" diye sordu.
"Var" cevabıyla birlikte Kumar'ın dudaklarındaki gülümseme çizgi halini aldı "Benim misafirim, ben gezdiririm. Sen dert etme"
Bu çıkışı bende beklemezken ondan gerçekten hoşlanmadığını anlamıştım. Aralarında başka bir mesele var gibiydi. Adamın mimikleri cidden sinir bozucuydu. Diğerleri konuşmaları anlamadıklarından sohbet ettiğimizi düşünüyor olmalılar ki yemeklerini yemeye devam ediyorlardı.
Ortam daha fazla gerilmeden araya girmem gerekiyordu. "Aslında bizim başka planlarımız vardı, ondan bahsediyor Kay- a şey Barun"
Bir de konuşabilsem her şey çok güzel olacak!
Kafasını sağa doğru eğdi "Bir gününü ayıramaz mısın yani bana?" diye üstelemeye devam etti.
"Uzatma" uyarı dolu sesiyle araya giren Barun oldu yine.
Kumar ona bakıp "Buna Geeta karar verse daha iyi olur" diye konuştu.
"Cevabının yeterince açık olduğunu düşünüyorum"
Kumar bana baktı ve gülümsedi. "Ben öyle düşünmüyorum demek ki?"
Ay bu böyle devam mı edecekti gerçekten? Bakın ben geriliyorum burada!
“Düşündürteyim istersen?” Barun dişlerinin arasından konuşarak onu açık bir şekilde tehdit ettiğinde gözlerim şaşkınlıkla büyüdü.
Boğazımı temizlerken şaşkınlığımı üzerimden atıp Kumar’a baktım "Burada o kadar uzun kalmayacağım ondan" dedim araya girerek.
Ancak beyefendi hiç tatmin olmuş durmuyordu. Barun ile bakıştılar yine. Rohit Bey Kumar’a seslendiğinde bakışlarını çeken o oldu ve daha fazla uzamadı bu durum neyse ki.
Yemek yemeye geri döndüğümüzde birkaç kaşık içmeye zorladım kendimi. Midem bulanıyordu. Offf eve gidip uyumak istiyordum ben. Barun’a baktığımda onun çorbasını bitirmek üzere olduğunu gördüm. Ancak o da sanki kafasına silah dayalıymış gibi bir isteksizlikle içiyordu.
Daha fazla zorlamak istemedim kendimi ve kaşığımı tabağımın kenarına bıraktım. Yüzüme bir su vursam iyi olacaktı.
Barun’a doğru yaklaşıp "Lavabo nerede acaba?" diye sordum.
Bana doğru döndüğünde göz göze geldik. Teninin renginin normale döndüğünü fark ettim. Sağ elini kaldırıp mutfak tarafını gösterirken "Şu koridorda" dedi.
Kafamı salladım ve yerimden ayaklandım yavaşça. Bütün gözler bana dönerken Barun Hintçe konuşarak bir şeyler söyledi. Muhtemelen lavaboya gidiyor olduğumu söylemişti. Hafifçe kafamı eğip tebessüm ettim onlara ve onun işaret ettiği koridora girdim.
Neyse ki kadın erkek belirteçleri görsel şeklindeydi. Düşünsenize Hintçe yazıp yanlış girdiğimi. Ay yok ya da düşünmeyin, yok öyle bir şey!
Lavaboda benden başka bir kadın daha vardı. İşini bitirmiş olmalı ki ben muslukların yanına ilerlerken o çıkışa doğru ilerlemeye başladı. Suyu açtım. Avuçlarıma su toplayıp yüzüme vurdum. Su damlaları çeneme doğru yol aldı. Gömleğimde ıslanmıştı biraz ama umursamadım. Ellerimi de yıkadıktan sonra sesli bir nefes alıp verdim. Soğuk soğuk iyi gelmişti. Makineden selpak koparıp yüzümü ve ellerimi kuruladım. Ardından lavabodan çıktım.
Karşımda Kumar'ı görmeyi hiç beklemiyordum. Kaşlarım çatıldı ve tedirgin oldum.
Tamam, abartma Ezgi lavaboya gelmiştir adam.
Hafifçe tebessüm edip yanından geçiyordum ki ismimi söyleyerek önüme geçti.
"Buyurun?"
"Aslında ben teklifime bir yanıt alamadım, onu almak istiyorum" diye konuştu.
Adam beni bir sal ya!
Dudaklarımı yaladım sol kolumu okşarken. "Dediğim gibi uzun bir süre burada kalmayacağım, anca planlarımı halledebilirim. Üzgünüm"
"Pekâlâ. Başka bir günü boş ver, şimdi gel benimle” Sağ elini yanımdaki duvara yasladı. “Eminim sende sıkılmışsındır. Çok seveceğin bir mekâna götüreceğim seni ve çok eğleneceğiz"
Ürpermeden edemedim. Adam yürümüyor depar atıyordu resmen!
"Üzgünüm ama gelemem. O tarz mekanlardan hoşlanmam zaten" dedim ve gitmek için sabırsızlanarak yanından geçmeyi denedim ama buna izin vermedi.
“Sadece biraz eğleneceğiz” Sırıtıyordu ve bu benim midemi daha çok bulandırıyordu “Neden bu kadar kasıyorsun?" diye konuştu ve kolumdan tuttu birden.
Kalp atışlarım korkuyla hızlanırken öfkelenmeye başlamıştım. Nezakette bir yere kadardı. "Bırakın kolumu, istemiyorum dedim!" Kolumu sertçe kendime çekmeye çalıştım. Ancak o daha sıkı tutup buna engel oldu.
O sırada yanlış bir adım atıp geriye doğru kaçınca onun ve duvar arasında kaldım birden. Korkum hat safhaya çıktı.
"Barun yüzünden böyle davranıyorsun biliyorum. Merak etme, ben onu hallederim" dedi, çok normal bir konuşma yapıyormuşuz gibi.
Öfke korkuma baskın geldi. Gözlerim doldu. Diğer elimle göğsünden ittim onu var gücümle. Bir milim oynamadı yerinden. "Ne saçmalıyorsunuz siz? Size istemediğimi söylüyorum neyi anlamıyorsunuz?!" sesim titredi ama umursamadım.
Gözlerimle koridorun arkasına bakmaya çalıştım birini görmek için ama onun cüssesinden hiçbir şey görünmüyordu. Kimse de koridora gelmiyordu!
"Ondan korktuğun için beni reddettiğini biliyorum" diye yorumladı o bu bakışımı.
Bu adam ne yaşıyordu gerçekten!
"Eğer buna devam ederseniz avazım çıktığı kadar bağıracağım şimdi. Bırakın kolumu!"
Söylediklerim onda hiçbir etki bırakmazken nasıl bir cesaretse bana doğru bir adım atmaya kalktı. Onun ismini bağırmak için dudaklarımı aralayacağım sırada Kumar’ın adımı yarım kaldı. Her şey bir anda oldu. Önce kolumdaki baskısı yok oldu, onun yerine nazik bir şekilde bileğimi bir el sardı. Sonra Kumar'ın önümdeki bedeni kayboldu.
An itibariyle ise Barun’un sırtıyla bakışıyordum. Önüme geçerek beni arkasına aldı. Konuştuğunda sesi buz gibiyken Hintçe konuştuğu için ne söylediğini anlamadım. Omuzları gerilmişti.
Kokusu doldu ciğerlerime. Rahat bir nefes bıraktım. Kalbim hala kulaklarımda atıyordu. Bedenimin titremesi de cabasıydı. Yutkundum.
Ya gelmeseydi?
Ya bayıltıp kimse görmeden çıkarsaydı bu mekândan beni?
Abarttık sanki biraz.
Olabilirdi tamam mı! Neler neler oluyordu! Haberlerde görmüyor muyduk kadınların başına gelenleri? Bu tür adamlardan her şeyi beklerdim! Aklımdan geçen türlü türlü senaryolarla birlikte karnıma sancılar girdi.
Onun sesi hala alaylı geliyordu. Barun üzerine yürüdüğünde yumruk olan diğer eliyle yakasına yapıştı birden. Olay büyürse polislik mi olurduk? Ya oyunumuz tehlikeye girerse?
Hayır, hayır bu olmamalıydı.
Bileğimi tutan kolunu tuttum hemen. Kafam koluna sürtündü. Bakışlarının kısa süreliğine bana döndüğünü hissettim ama yüzünü göremedim. Benim bir şey söylememe kalmadan onu bıraktı ve aynı sert ses tonuyla bir şeyler söyledi.
Gitmesini söylemiş olmalı ki Kumar çıkışa doğru yöneldi. Onu görmemek için diğer tarafa kayıyordum ki buna gerek kalmadan Barun bana doğru dönüp onun önünü kapatmış oldu.
Gözleri yüzümde gezindi "İyi misin?" diye sordu sonra. Ses tonu değişmişti anında.
Kafamı salladım sadece. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Şoktaydım hala sanırım. Gözlerim bileğimi tutan ellerine kaydı. Gömleğimin altından bile soğukluğunu hissediyordum. Elini çekti usulca.
Gözlerim tekrar koyu kahvelerine döndüğünde yutkunduğunu gördüm. "Bir şey yaptı mı?" dedi, sesindeki o tını benim korkularımın tercümanıydı. İrkildim.
"Hayır"
Gözlerini gözlerimden çekerken başını yukarı kaldırıp tavana baktı ve sinirle soludu. Boynundaki damarlar belirginleşmişti öfkeden.
"Ne yapacağız?" diye sordum, o masaya geri dönmek istemiyordum. Aniden gidersek bir şeyden şüphelenirler miydi?
Bakışları yüzüme döndü tekrar "Daha fazla o masada yerimiz yok. Sen önden git, ardından geleceğim şüphelenmesinler. Hemen ardından kalkacağız."
"Ne diyeceksiniz, birden kalkıyoruz?"
"Ben halledeceğim onu, dert etme. Hadi" diyerek beni teşvik etti.
Ses tonundan mı yoksa kelimelerinin özgüveninden mi bilmiyordum içim hiç olmadığı kadar rahatlamıştı. Bedenim hala şokun etkisiyle titriyor olsa da kalp atışlarım düzene girdi.
O adamın yüzünü görmek istemiyordum ama kısa süreliğine katlanmak zorundaydım. Koridorun çıkışına doğru döndüğümde dayanamayıp tekrar ona döndüm "Hemen geleceksiniz değil mi?" diye sordum.
"Geleceğim. Korkma, hiçbir şey yapamaz sana"
Gülümsedim hafifçe. Önüme döndüğümde derin bir nefes alıp verdim. Yapabilirdim. Hemen gelecekti. Zaten ailesi ve diğer müşteriler vardı. Onlar varken bir şey yapmaya cesaret edemez diye düşünüyordum. Yine de yanımda tanıdığım birinin varlığını hissetmek istiyordum.
Koridordan çıktığımda ayaklarım geri geri gitse de bizim masaya doğru ilerledim. Oradaydı. Yerinde oturuyordu. Bana baktığında dudaklarındaki sırıtma yerini aldı. Gözlerimi kaçırdım hemen. Utanma arlanmada yoktu ya!
İsminin hakkını veriyordu, illet herif!
Yerime oturduğumda masanın yanına bir garson geldi ve diğer aile üyelerinin boş tabaklarını toplamaya başladı. Kendi aralarında bir şeyler konuştuklarını duydum. Gergince kucağımdaki ellerimle oynarken bakışlarımı ellerimden kaldırmadım. Onun gözlerini üzerimde hissettiğim için diken üstündeymiş gibi oturtuyordum sandalyede.
Beşe kadar sayacaktım ve o gelecekti.
Bir.
İki.
Gözlerimi kapattım.
Üç.
Dört.
Ve beş.
Gözlerimi araladığımda eş zamanlı olarak sol tarafımdan onun sesini duydum. Rahat bir nefes bıraktım. Sandalyesinin yanında ayaktaydı. Rohit Bey ile konuşuyordu. Gayet soğukkanlı bir şekilde aklındaki planını devreye sokarken konuşmaları bitmiş olmalı ki en son selam verir gibi ona ve eşine doğru başını eğdi hafifçe.
Ardından bana baktı. Ben zaten ona bakıyor olduğum için hemen göz göze gelmiştik. Koyu kahvelerindeki karanlık dağıldı anında. İçime bir sıcaklık yayıldı.
"Gidelim" dedi sadece.
Bunu beklercesine, ki bekliyordum, hemen ayaklandım. İsmi lazım değil ama haram desem anlayacağınız adama bakmadan daha çok diğerlerine doğru başımla selam verdim ve önüme dönüp onun yanında çıkışa ilerledim.
Restorandan dışarı çıktığımızda yüzüme vuran rüzgarla kendimi daha iyi hissettim. Hava soğuk değildi ama ben hala titriyordum. Allah’ım ne olmuştu öyle az önce?
Tamam, Ezgi. Geçti artık, geçti…
"Asaf oğlum," Halil amca arkamızdan seslendiğinde ona doğru döndük. Yanımızda durduğunda "Hayırdır, erkenden böyle?" diye sordu. Gözleri bana döndüğünde kaşları çatıldı "Sen iyi misin kızım, yüzün bembeyaz olmuş?"
Ellerim istemsizce yüzüme değerken yutkundum. Bakışlarım kısa bir anlığına Barun’a değdi. Gözleri üzerimdeydi.
"İyiyim, Halil amca. Bir sorun yok" dedim.
Sorgulayıcı bakışları Barun’a döndüğünde bu sefer o konuştu. "Ben yorgunum bugün, o yüzden erken kalkmak istedim" dedi. Asıl gerçeği saklıyor olsa da bu da yalan değildi. Yorgundu.
Halil amca da öyle düşünüyor olmalı ki anlayışla başını salladı. Koluna dokundu "Kendine hâkim ol, oğlum. Git dinlen iyice"
Başını salladı gelişi güzel. "Ben arayacağım yarın Sevilay teyzeyi de merak etmesin"
Kaybettiği kişi geldi aklıma bununla birlikte. Derdimiz başımızdan aşkındı ama bir de kendini bilmez bir adam canımızı sıkmıştı.
"Tamam oğlum, iletirim." Bakışları ikimizin arasında gidip gelirken "Dikkat edin kendinize, haydi"
Halil amca geri mekâna girdikten sonra Barun merdivenlerin başındaki adamlardan birine iki parmağı ile bir işaret yaptı. Arabayı getirmelerini istemişti sanırım.
Yola doğru dönüp gelip geçene bakmaya başlarken kollarımı göğsümde birleştirdim. Yerinde yine hareketlendiğinde bakışlarım ona döndü. Ceketini çıkardığını gördüm. Hava o kadar sıcakta değildi, terlemiş miydi? Tekrar önüme döndüm. Çok geçmemişti ki omuzlarımda hissettiğim ağırlıkla irkilerek ona baktım.
Ceketini omuzlarıma bırakmıştı.
"Gerek yoktu" diye konuşmaya çalıştım. Sesim fazlasıyla kısık çıkmıştı. Yeterince mahcup hissediyordum zaten.
Yüzüme bakmayıp önüne döndü hemen ve ellerini ceplerine yerleştirdi. "Titriyorsun, bence gerek var gibi" diye konuştu durgun sesiyle.
Kendimi çok tuhaf hissetmiştim. İlk defa bir erkek tarafından ceket verilmiyordu elbette. Abilerim ve Mehmetler sağ olsun düşünceli ve centilmen adamlardı ancak ilk defa başka biri böyle bir şey yapıyordu.
Dayanamayıp ona baktım ve yan profilden yüzünü inceledim. Saçları sabahki özenli haline nazaran oldukça dağılmıştı. Sokak lambasının yüzüne vurmasıyla göz çukurlarına düşen kirpiklerinin gölgesinde durdu bakışlarım. Ne uzun ne de kısaydı. Ancak koyu ve kalındılar, kendini belli ediyordular. Kulağının hemen altındaki bene değdi gözlerim. Çenesine doğru küçük bir tane daha vardı.
"Geldi, araba haydi" Sesini duymamla gözlerimi kaçırdım hemen.
Dalıp gitmiştim resmen! Sanki yakalanmışım gibi utandım. Yanaklarım kızarmamıştır umarım. Kendimi tokatlamak istedim.
Merdivenlerden inip restoranın önüne gelen arabaya ilerlerken onu takip ettim. Aracı getiren korumadan anahtarı alıp sürücü koltuğuna geçti. Ben bir an yine afallayıp şoför koltuğunun sağda olduğunu unuttum. Elimle alnıma vurup diğer tarafa dolandım.
Ben yerime yerleşip kemerimi takarken o da arabayı çalıştırıp hareket etti. Aramızda oluşan sessizlik sürerken kafamda dönüp duran soruları sormak istedim ama alacağım cevaplar beni tedirgin ediyordu.
Derin bir nefes aldım ve bakışlarımı kucağımdaki ellerime çevirdim "Nereden anladınız onun yanıma geldiğini?" diye sordum. Bu konu en son konuşmak istediğim şeydi ama ilk onu aradan çıkarıp olanları unutmak istiyordum.
"Ne yazık ki kendisini iyi tanıyorum. Başından beri rahat durmayacağı belliydi. Telefon konuşması yapacağım diye kalktı masadan, arkasından baktığımda dışarı değil lavaboların olduğu koridora girdiğini gördüm" dedi, ondan bahsederken ses tonu yine sertleşmişti.
"Ben, teşekkür ederim. İyi ki geldiniz"
Bana baktığını hissettim ama dönüp bakmadım. "Bana dengesiz diyorsun ama senin de benden geri kalır yanın yok" diye konuştu.
Kaşlarım çatıldı hafifçe. Koltukta ona doğru dönerken bakışlarım da yüzünü buldu. "Ne dengesizliğimi gördünüz?"
"Az daha seni buraya getirdim diye boğacaktın beni ama şimdi iyi davranıyorsun?"
"Ne yapayım, Allah'ın cezası niye geldin diye hesap mı sorayım?" Kaşları havalandı söylediklerimle birlikte. Dudaklarını birbirine bastırdı sonra. "Ayrıca teşekkür ediyor olmam size hala kızgın olmadığım anlamına gelmiyor. Yardım ettiniz bende teşekkür ettim, bu kadar"
"Hep böyle misin?" diye sordu, sesinde saf bir merak vardı şimdi. "Kin tutamaz mısın? Hep iyimser misin?”
Kin tutmak kim, ben kim? Ben hep böyleydim.
"Kin tutmamın bana ne faydası olacak ki? O an geri gelecek mi? Yaşadığım kalp kırıklığı geçecek mi?" dedim, aklıma törende yaşananlar gelirken sesimin üzgün çıkmasını engelleyememiştim.
Gözleri kısa bir anlığına yoldan bana döndü. "Kin tutarsan acın soğumaz ve yaşadığın o anları hiç unutmazsın. Bu da tecrübe olur sana ve bir daha kimsenin seni kırmasına müsaade etmezsin" diye konuştu tane tane.
Benim aksime o kin besliyordu. Hayattaki tek tutanağı da bu duyguymuş gibi konuşuyordu şimdi. Şaşırmış ve üzülmüştüm yine onun için.
"Ya böyle yaparak asıl zararı kendime veriyorsam?" diye sordum. Benim üzerimden asıl onu konuşuyor gibiydik. Bunun o da farkındaydı çünkü omuzları gerilmişti. Rahatsız mı olmuştu?
Cevap vermedi. Veremedi. Telefonu çaldı zaten sonra. Ona uzanıp eline aldığında istemsizce yaralarına değdi gözlerim. Ekranda Aisha'nın ismini gördüm. Bir an duraksar gibi oldu ardından çağrıyı yanıtlayıp telefonu kulağına götürdü.
"Efendim?"
Aisha ne söylediyse yüzünde bir şaşkınlık peydah oldu "Geliyoruz, yaklaştık."
"Aisha" sıkıntılı bir nefes alıp verdi "Yapma"
Ne konuşuyorlardı? Ademelmasının aşağı inip çıkışını izledim. Canı daha çok sıkılmıştı sanki.
"Tamam" dedikten sonra telefonu kulağından çekip aramayı sonlandırdı.
"Bir sorun mu var, Aisha iyi mi?" diye sordum hemen.
"İyi. Eve gelmiş. Bizi bekliyor" dedi, sesi durgundu.
Sevinmek istedim erken dönüşüne ama yüz ifadesi buna izin vermedi. Şu vefat eden yakınlarıyla alakalıydı muhtemelen konu.
"Aisha vefat eden yakınınız için mi erken döndü?" diye sordum usulca. Yarım kalan bir konuşmamız vardı. Bu sırada gerçekten eve yaklaşmış olduğumuzu fark ettim. Ağaçlar sıklaşmış ve arabalar azalmıştı. O da hızını azaltmıştı.
Sıkıntıyla bir nefes bıraktı. Bakışları yoldayken sağ eliyle yüzünü sıvazladı sert bir şekilde. "Ezgi, ben aslında biraz da nereden başlayacağımı bilmediğim için konuşamadım bunu seninle. Ancak uzatmanın bir faydası yok çünkü ben hiçbir zaman hazır olmayacağım"
Sesi öyle savunmasız geldi ki ensemdeki tüylerin ürperdiğini hissettim. Sesli bir nefes alıp verdi "Kendimi açıklama konusunda pek iyi değilim, üzgünüm bunu konuyu geciktirdiğim için”
Nefesimi tutmuş bir şekilde onu dinlerken gerginlikle dudaklarımı yaladım. Bunlar ne demek oluyordu? Gerçekten kötü bir şey olmuştu… İçimdeki korku büyüdü.
"Ben Nisha'yı tanıyorum... Hem de kısa sayılmayacak kadar bir zamandır” sesindeki acı ton göğsümün ortasına kuruldu. “Ve eğer yaşıyor olsaydı yarın resmi kayıtlarda benim kızım olacaktı..."
Ne?
Yüzümdeki şok ifadesi ile bir süre ona bakakaldım. Dilim tutuldu sandım bir ara. Ne demek tanıyorum? Kızım olacaktı?
“Ne? Bu… Nasıl?” gerçekten dilim tutulmuştu galiba. Konuşamadım ama o şaşkınlığımın farkındaydı.
Gözlerini yoldan ayırmadı. Bu sırada bahçeye giriyor olduğumuzu fark ettim. Arabayı duvar dibine park etti. Bakışlarıma karşılık vermedi. Yüzüme bakarsa hiç konuşamazmış gibi kollarını direksiyona uzattı ve kafasını eğdi yorgunca.
“O, düşündüğün gibi kimsesiz değil. Öz annesi ve… babası var. Maddi durumları pek iyi değil. Babası… olacak o adam çalıştırıyor Nisha’yı...” Duraksarken yutkunduğunu gördüm. “Annesi… Hasta”
Ben neler duyuyordum şu an? Kafam iyice çorba olmuştu. Bunun farkındaymış gibi konuşmaya devam etti “Babası hem ona hem de annesine kötü davranıyordu. Şiddet uyguluyordu... Onları o adamın elinden kurtarmak istedim sadece… İşler pek kolay gitmedi tabii. Her şeyi elime yüzüme bulaştırdım” Zorlanıyordu ama şimdi konuşmazsa bir daha cesaret edemezmiş gibiydi. Benim ise hala bunları aklım almıyordu. “Başta annesi istemedi yardımımı. Nisha da… kötü olduğunun farkında olsa da ona bir şey olsun istemiyordu… Yaşı küçüktü ama kocaman bir kalbi vardı”
Sesinin titrediğini fark etmek kalbime kızgın ok girmiş gibi acıttı canımı. Kaza anı geldi aklıma. Oradaydı, çünkü onun yanına gelmişti… Gözlerim doldu. Boğazını temizlerken yerinde hareketlendi. Başını kaldırdı ve camını indirdi sonra. Boğuluyor gibiyim diyen sesi çınladı kulağımda.
“Sabah… bahsettiğim işim onun yanına gitmekti. Avukatın verdiği güzel haberi ona da vermek istemiştim… Hem de düğünden beri görmüyordum onu” devam edemeyerek sesli bir nefes bıraktı.
Özlemişti… Özledim diyemedi ama sesi hiçbir şeyi saklayamıyordu şu an.
Sabah terastan yanıma geldiğinde bu yüzden keyifliydi. Babasıyla tartışması bile örtememişti bu sevincini.
Nisha onun için gerçekten çok özel biriymiş...
"Kahramanım der ki sana iyilik yapana da kötülük yapana da iyilikle karşılık ver. Bu iyilik sonunda hep sana geri dönermiş"
"Kahramanın çok doğru söylemiş. Kim bakayım o?"
"Bir yere gitti, biraz sonra gelir"
Ondan bahsediyordu…
İnanamıyorum... Bunlar çok ağırdı. Kalbim acıyla kasıldı sanki. Kim bilir onun içinde ne fırtınalar kopuyordu?
Törende yakasına yapıştığı adam geldi aklıma. Nisha’nın babası mıydı? Yüzsüzce oraya mı gelmişti bir de?
Siz bencil herifin tekisiniz! O evde yabancı olmayı hak ediyorsunuz aslında!
Ben ne yapmıştım? Sinirliydi ve benden çıkarmamak için sorgunu sonra yap demişti ama ben öfkemden hiçbir şey düşünmeden onun da canını yakmak istemiştim.
Oysa onun canı zaten yanıyormuş…
Kendimi o kadar kötü hissettim ki bir an nefes alamadığımı sandım. Ağır geliyordu her şey. Sesi, kokusu, varlığı… Emniyet kemerimi çözdüm ve üzerimdeki ceketini omuzlarımdan düşürüp arabadan dışarı attım kendimi. O bile yük gibiydi üzerimde. Elimi boynumdaki fularıma atarken onu gevşettim. Kolumdaki bileziklerin sesi geldi. Yutkunmaya çalıştım.
Kalbiniz körelmiş sizin!
Onun kapısının sesini duydum. Yanıma doğru adımladı. Yüzüne bakamayıp sırtımı döndüm ona doğru. “Dinle… Asıl konuşmak istediğim konu bu değil… Ben uzun zaman sonra ilk defa kendimi açıklamak istiyorum. Sana anlaşılmak istememle alakalı söylediklerimi hatırlıyor musun? Beni dinleyeceğini söylemiştin?”
“İnsanlar neye inanmak istiyorsa ona inanıyor çünkü”
Kalbim öyle kırıldı ki sırtımı daha fazla dönemedim ona. Duyacaklarımdan deli gibi korkuyordum. Sabahtan beri bu anı beklemiştim oysa. Bakışlarım ayaklarından yukarı çıkamadı.
“Konuşmak istediğim konu törende sana söylediklerim hakkında” diye girdi söze. Bundan korkuyordum. O tartışmanın yüzleşmesini asla böyle beklemiyordum çünkü. “Ben pişmanım, Ezgi. Hem de çok pişmanım. Sana öyle söylemek istemezdim. O an gerçekten çok öfkeliydim. Bunu nasıl anlatabilirim bilmiyorum...Annesini gömülmesi için... ikna edememiştim. Onun inancı ve onun çocuğu sonuçta... Hasta olduğu için daha fazla zorlayamadım ve kabullenmek zorunda kaldım"
"Üstüne bir de babası olacak o alçak herifi törende görünce. Kendime engel olamadım ve bunu senden çıkardım, çok üzgünüm… Bunlar sana öyle konuşmamın bir sebebi olamaz elbet ama isteyerek söylemediğimi ve pişman olduğumu bil istiyorum sadece”
Asla mutlu olamayacaksınız bu yüzden!
Gözlerimi kapattım acıyla. Sol gözümden bir damla yaş düştü. Dudaklarımı birbirine bastırdım. İçimi saran ateş bu defa pişmanlıktandı.
“Ezgi” dediğinde yüzüne bakmamı istediğini anladım ama yapmadım. Ağlamak istiyordum. Gitmeliydi. Durgun ve hüzünlü sesini duymak istemiyordum. Kalbim daha çok kırılıyordu. “Bir anlamı olmaz belki ama özür dilerim”
İçimdeki suçluluk duygusu büyüdü. Diğer gözümden de bir damla yanağıma süzülürken bakışlarım yüzüne çıktı usulca. Koyu kahveleri öyle derin baktı ki o an duygularını daha önce hiç bu kadar saf bir şekilde önüme sermemişti. İçim titredi onlara bakarken.
“Abi!”
Aisha’nın tedirgin sesiyle ikimizin de bakışları onun arkasında kalan evin girişine döndü. Koşar adım bize doğru geldiğinde yüzünü daha net görebildim ve gözlerinin dolmuş olduğunu fark ettim. Birine bir şey olduğu düşüncesiyle kalbim göğsüme korkuyla çarptı. Barun’un önüne geldiğinde kollarını onun boynuna doladı hemen. Barun’un irkildiğini gördüm. Kalakaldı öylece.
“Özür dilerim, abi. Çok özür dilerim” diye konuştu, sesi titriyordu. Sözleriyle birlikte neden bu halde olduğunu da anlamış oldum. Dudaklarım üzgünce büküldü.
Barun onu omuzlarından tutup hafifçe kendinden uzaklaştırdı ve yüzüne baktı. Sarılışına karşılık vermeyişi kalbimi bir kez daha kırdı. İhtiyacı var gibiydi oysa. Arkasında durduğum için onun yüzünü göremiyordum ama kaşlarının şaşkınlıkla çatılmış olduğunu hissediyordum.
“Neden özür diliyorsun? Sana gelmene gerek yok demiştim ayrıca, burada ne işin var?” diye konuştu, bu halinden rahatsız olmuş gibiydi. Ancak sesi kızgın değil yorgun çıkıyordu.
Barun kollarını ondan çekip bedeninin yanına indirdiğinde Aisha’nın yüzü tekrar ortaya çıktı. Dudaklarını birbirine bastırırken ağlamamak için kendini zor tutuyor gibiydi. Kafasını iki yana salladı yavaşça “Duramadım… Konuş benimle abi, lütfen” dedi, sesindeki çaresizlik içimi burktu.
Bunu istemeye hakkı yokmuş gibi konuşmuştu...
Gözleri bana değdi o sırada ve varlığımın yeni farkına varmış gibi kaşları daha çok çatıldı üzgünce.
Barun iç çekti usulca. Bir kabulleniş gibi “İyi gözükmüyorsun, gel. Önce içeri geçelim” diye konuşurken onu eliyle içeriye yönlendirdi. Aisha ona karşı koymazken bende onları takip ettim.
Salon boştu. Anlaşılan herkes odasına çekilmişti çoktan. Saat geç olmuş olmalıydı. Barun Aisha’yı yemek masasına doğru ilerletti ve sandalyelerden birini çekti oturması için. Ancak Aisha istemiyor olmalı ki oturmadı.
Barun üstelemeyip masanın üzerindeki sürahiden su doldurup verdi ona. Suyunu içerken dolu gözleri hala abisinin üzerindeydi. Çok şey söylemek istiyor gibi bakıyordu ona. Aynı zamanda onunla konuşacağına inanamıyor gibiydi.
Onlardan birkaç adım uzakta onları izlerken burada kalmalı mıyım yoksa odaya mı çıkmalıyım bilemedim. Kafam allak bullaktı.
Barun birden bana döndü. “Sende ister misin?” diye sorarak bardağı gösterdi.
Gözleri gözlerime değince kalbim titredi sanki. Hala söylediklerini sindirebilmiş değildim. Kafamı iki yana salladım sadece.
“İyi olmadığını biliyorum abi” diye konuşan Aisha’nın sesiyle bakışlarımız ona döndü tekrar. “İzledim her şeyi haberlerde. Ne diyor o adam öyle? Resmen senin adını lekelemek için halka oynuyor!”
Barun’un kaşları bu sefer öfkeyle çatılırken gözlerini kıstı “Ne haberi, neyden bahsediyorsun?”
“Hastanedeki görüntüleriniz haberlerdeydi… O adam Nisha’yı… senin öldürdüğünü söylüyordu” Aisha’nın gözlerindeki korku artarken elini kolunu nereye koyacağını bilemez gibi bir telaşla konuşuyordu. “Ona vurdun, hem de defalarca ve hepsi kayıt altına alınmış. Babam hastaneyi birbirine kattığını ve Ranvir abi olmasa seni zor sakinleştirdiklerini anlattı”
Şaşkınlıkla elimle ağzımı kapattım. Gerçekten hastaneye gitmişti. O adam diye bahsettiği Nisha’nın babası olmalıydı. Kameralar önünde Barun’u suçlamıştı ve Barun da onu dövmüş müydü?
Aisha çekinerek birkaç adım attı ve aralarındaki mesafeyi kapattı. Aynı şekilde onun sol eline uzandı ve elini ellerinin içine aldı. Elinin üzerindeki yaraları hatırladım o sırada. Çetan amcayla kavga falan etmemişti. Çetan amca da hastanedeydi. Akash ile ikisi birlikte dönerken Barun onlardan daha sonra gelmişti. O, yıkılmış hali geldi gözümün önüne ve gözlerim doldu tekrar.
“Kendine zarar vermişsin… üstelik dokunmasına da izin vermemişsin kimsenin” Aisha titreyen sesiyle konuşmaya devam ederken gözyaşları yanaklarına süzülmeye başlamıştı. “Yanında olamadığım için özür dilerim abi”
Barun gözlerini kaçırdı hemen. Yutkunduğunu gördüm. Ardından tekrar bakışları ona dönerken usulca elini çekti kendine. “Dileme, sordun değil” diye konuştu. Omuzları çökmüştü.
Sorun gibiydi oysa... O alışmış duruyordu yalnızca.
Aisha pişmanlıkla gözlerini kapatırken burnunu çekti. Pes edercesine ona doğru attığı adımları geri aldı. Sol gözümden akan yaşın sıcaklığını hissettim. Aralarındaki kırgınlık bir konuşmayla çözülecek gibi durmuyordu. Keşke elimden bir şey gelseydi.
“O adam bu işin peşini bırakmayacak. Ben… senin için endişeleniyorum abi. Ya sana zarar vermeye kalkarsa? Amacı zaten senin meslekten menedilmen, ya bunu başarırsa?” Yaşlı gözleri bana döndü kısa bir süreliğine “Ya Ezgi için oynadığımız oyun ortaya çıkarsa? Sadece mesleğinden değil, özgürlüğünden de olursan?”
Kaşlarım çatıldı. Tam olarak kimdi ki bu adam onu bu denli korkutuyordu? Bunlar mümkün olabilir miydi gerçekten? Korkuyla gözlerim Barun’a döndü. Alnındaki kırışıklıklar çoğalırken yüzündeki kederin arttığını gördüm.
“Aisha” sesi bu konuyu konuşmak istemediğini haykırdı. “Ben ilerisini düşünmeden bir adım atmam. Bunun için endişelenme”
Aisha kafasını iki yana salladı. Gözyaşları hızlanarak yüzünü yıkıyordu “Sen ilerisini düşünürsün evet… kendini düşünmezsin ama…”
O sırada başka bir ses “Aisha” diye seslendiğinde hepimizin bakışları merdivenlere döndü.
Akash Aisha da olan bakışlarını Barun’a çevirdi. Kaşları çatıldı. Üzerinde koyu mavi renginde bir pijama takımı vardı. Belki de uyumak üzereydi, sesimizi duyup gelmiş olmalıydı.
Gözlerinde öfkenin yanında anlamlandıramadığım endişe tohumları gördüm. Hızlı adımlarla yanımıza geldi ve ağlayan Aisha’ya kısa bir bakış atıp onu arkasına alarak Barun’un önünde durdu.
“Aisha neden ağlıyor, ben seni uyarmadım mı Barun? Üzgünsün… ama bu öfkeni suçsuz insanlardan çıkarabileceğin anlamına gelmiyor” diye konuştuğunda Barun’un da kaşlarının öfkeyle çatıldığını gördüm. Akash konuşmaya devam etti. “Çetan babam” bakışları kısa bir süreliğine bana değdi “Sonra da Geeta. Şimdi de Aisha. İnsanları kırmaktan zevk mi alıyorsun sen?”
Kafamı yavaşça iki yana salladım. Her şeyi yanlış anlamıştı… Aisha’nın onun yüzünden ağladığını sanıyordu. Benim olay zaten apayrı bir yanlıştı… Ya Çetan amca? Onu neden kırdığını düşünüyordu, ne olmuştu?
“Akash abi” Aisha telaşla araya girmeye çalıştığında Akash buna izin vermedi. “Hayır, Aisha. Onu koruma boşuna. Buna daha fazla katlanmayacağım”
Barun’un kaşları düzelmese de gözlerindeki öfke yok olmuştu. Kayıtsız bir şekilde Akash’a bakıyordu şimdi. Aisha Akash’ın diğer yanına çıktığında Barun’un bakışları ona döndü. Çok kısa sürdü bu ama kırıldığını hissettim.
Yine omuzlarından çıkardığım bir anlam…
Ardından hiçbir şey söylemeden yanımızdan geçti ve merdivenlere ilerlemeye başladı.
Aisha Akash’ı aşıp hızla ona engel olmaya çalıştı “Abi”
“Boş ver Aisha. Rahat bırakın beni” diye konuştu yüzüne bakmadan. Aisha’nın omuzları çöktü bununla birlikte ve yerinde durdu.
Barun ardına bakmadan seri adımlarla merdivenleri çıkmaya başladı. Aisha’nın omuzlarının sarsıldığını gördüm. Dolan gözlerimle yanına yaklaştım ve önüne geçtim. Onun sırtında olan yaşlı gözleri benim gözlerime döndü. Gözlerini kaçırırken elleriyle yanaklarını kurulamaya çalıştı ama yerlerine yenisi eklenmeye devam etti.
“Bu ne demek oluyor?” Akash tekrar konuştuğunda sesindeki şaşkınlığı hissettim. Gözleri bana döndüğünde üzgünce dudağımı büzdüm. Bu hiç iyi olmamıştı. Hem de hiç.
Benim bakışlarımdan iyice kuşkulanmış olmalı ki hemen yanımızda bitti. Aisha yaşlı gözlerini ona çevirdi en sonunda “Ben, Nisha’yı kaybettiği… ve onun yanında olamadığım için ağlıyordum.” Başını eğdi ve burnunu çekti.
Akash yüzünü buruştururken alt dudağını ısırdı. “Ben seni ağlarken görünce… Ah, kahretsin!” Pişman olmuştu bu çıkışına. Ancak artık çok geçti.
Ya benim için? Benim için de geç miydi ondan af dilemek için?
Aisha kafasını kaldırmadan yerinde hareketlendi ve ona sırtını dönüp benim yanımdan geçerek merdivenlere yöneldi. Akash onun arkasından üzgünce bakarken omuzları düştü. Benim de üzgün bakışlarım ikisi arasında gidip gelirken en son ona bakıp hafifçe başımı eğdim ve Aisha’nın arkasından merdivenleri tırmandım.
Ona yetişip birlikte odasına girdiğimizde omuzları tekrar sarsıldı ve sesli bir şekilde ağlamaya başladı. İsmini mırıldanırken önüne geçtim ve kollarımı bedenine dolayıp başını göğsüme yasladım. Buna karşı koymazken elleri iki yanımdan belime tutundu. Hoş kokusu doldu burnuma. Yasemin kokuyordu. Saçlarını okşamaya başladım usulca.
“Annem olsaydı… Böyle olmazdık” diye konuştu hıçkırıklarının arasından. Kalbimin kırıkları göğüs kafesime battı sanki. “Benim annem…”
“Biliyorum” dedim yutkunarak. Zordu… Bunu anlatmasını istemedim şu an bir de.
Omuzları sarsıldı. “Ben onu çok özlüyorum Ezgi” dediğinde gözyaşlarım saçlarına karıştı. Kollarımı mümkünmüş gibi daha çok sardım bedenine. Onu göğüs kafesime saklamak ve acısını biraz olsun dindirmek istedim.
Ben uzak da olsam annemin sesini duyuyor, nefes aldığını biliyordum ancak o… yıllardır göğsünde onun hasretiyle yaşıyordu...
Ne kadar öyle durduk bilmiyorum. Ağlayışı iç çekişlere dönmüştü. Başını göğsümden kaldırıp geri çekildiğinde yaşlı gözlerimle yüzüne baktım. Gözlerini kaçırırken elleriyle yüzünü kurulamaya çalıştı.
Ellerimi yüzüne götürdüm ve ona yardımcı oldum. Böylelikle ağlamaktan içi kızarmış yeşil gözlerini gözlerime çevirdi. Benim de ağladığımı gördüğünde bakışlarında bir mahcupluk meydana geldi. Buruk bir şekilde gülümsedim. Elini uzatıp o da benim yanaklarımı kuruladı.
“Biraz daha iyi misin?” diye sordum buruk sesimle.
Onu gerçekten özlemiştim.
Kafasını salladı sadece. Onu yatağa doğru ilerletip oturttum. Bende ona doğru dönük bir şekilde yanına oturdum.
“Sen tanıyor muydun… Nisha’yı?” diye sordum.
Gözleri halısındayken kirpikleri titredi “Az çok. Abimin izin verdiği kadarıyla yani” sesi ağladığı için çatallaşmıştı. Bana döndü sonra yavaşça. Dudaklarını ıslattı “Sen?”
“Ben… yeni tanıdım. Abin anlattı biraz” dedim utana sıkıla.
Bakışlarından geçen şaşkınlığı gördüm. Sanırım anlatmasını beklemiyordu. Muhtemelen tartışma konumuz onun üzerinden olmasa anlatmazdı zaten.
Anlatmak zorunda kalmıştı… Benden özür dilemek için…
Sesli bir nefes alıp verdi ve tekrar önüne döndü “Sende mabette miydin?”
O anlar gelirken aklıma yutkunmaya çalıştım “Evet”
“Ona çok değer veriyordu abim… Bize bir şey söylemezdi ama ben görmüştüm. Canı çok yanıyor olmalı… Kendini suçluyor biliyorum” Onun da yutkunduğunu gördüm. İç çekti üzgünce. “Tek istediği ona yeni bir şans sunmaktı oysa… Babası yüzünden evlatlık almak istedi onu. Kırk yıl düşünsem abimin böyle bir karar kalacağı aklıma gelmezdi… Kendi öz babası onu sevmezken abim onun üzerine titriyordu. Görsen sıcacık bakıyordu ona. Eski günlerdeki haline dönmüş gibiydi…”
Kalbim daha ne kadar kırılabilirdi bilmiyordum.
Nisha’nın ondan kahramanım diye bahsederken gözlerindeki parlaklığı hatırladım. Başta babasını korudu demişti Barun, sonra ne olmuştu da onu kahramanı olarak görmeye başlamıştı? Öğrenmek isterdim aralarındaki ilişkiyi.
Uzandım ve kucağında duran elini tuttum. Tekrar dolmuş olan gözleri bana döndü. Gülümsemeye çalıştı burukça ve elimi sıktı “Bize de yansıyordu bu durum. Hatta sana yardım etmesi için seni dinlemesini istediğimde bu yüzden kabul ettiğini düşünmüştüm”
Daha öncesinde gerçekten bu kadar bile konuşmuyor olmalıydılar… İçim burkuldu yine. Aynı evin içerisinde uzun bir zaman bunu nasıl devam ettirdiğini düşünmeden edemedim.
“Hem çoğu zaman evde bile göremiyoruz onu, sen geldikten sonra bu kadar sık görmeye başladım.”
Nalini ile odasında konuştuklarımız geldi aklıma. Bu yüzdendi belki de. Eve gelmiyordu… Nereye gidiyordu o zaman?
“Annem gittikten sonra hayatımızdaki her şey o kadar hızlı değişti ki… Birbirimize daha sıkı sarılmamız gerekirken biz daha çok uzaklaştık… Ben… Böyle olsun istemezdim” dudakları titrerken sol gözünden bir damla yaş düştü. Gözlerim doldu benim de. “O mesafeleri aşmak artık mümkün değil. O… on adım uzağımda ama ben onu da çok özlüyorum”
Kalbim un ufak olurken yaşlar yanaklarımdan süzüldü yine. “Böyle söyleme” Kafamı yavaşça iki yana sallarken tuttuğum elini sıktım. “Sadece uzak sana… İkinizde sağ iken hiçbir şey imkânsız değil, Aisha.”
Aklıma Yiğit abim gelirken kalbime batan iğneleri hissettim. Gözyaşlarım hızlandı. Başka ne söyleyebilirdim bilmiyordum. Bakışlarından beni anladığını gördüm. Abimin durumunu biliyordu. Çetan amca ya da Akash söylemiş olmalıydı. Mahcupça dudaklarını büzerken gözlerini kapattı acıyla.
Benim durumumun yanında kendi derdini küçümsüyordu. Acının küçüğü büyüğü yoktu. Her şekilde can yanıyordu. Bunu göstermek adına kollarımı sardım tekrar bedenine. Şu an onun için yapabileceğim tek şey buydu bir de. Başı omzuma düştü yine güçsüzce.
“Geçecek Aisha” dedim onu teselli etmek isteyerek. Belimdeki elleri sıkılaştı. O konuşamadı ama aynı şeyi benim için dilediğini hissettim. Bir süre öyle durduktan sonra “Gel, uyuyalım artık. Çok yorgun gözüküyorsun sende” diyerek onu yataktaki yerine yönlendirdim.
Karşı çıkmadı. Daha çok gücü olmadığındandı bu da. İş için gitmişti, haberi alır almaz da eminim gözüne uyku girmemiş hemen buraya gelmişti.
Yattığı yerde cenin pozisyonu alıp iyice küçüldüğünde ayakucundan yatak örtüsünü üstüne çekip örttüm. Gözlerini açmadan gözyaşlarıyla yastığını ıslatmaya devam etti. Abajurları açtıktan sonra ışıkları kapattım. Üstümü değiştirmek için uğraşmadım ve yanına kıvrıldım bende hemen.
Ona doğru dönerken sağ dirseğimin üzerine yanağımı yaslayıp tepeden ona baktım. Sol elimi uzatıp yüzüne düşen saçlarını geriye taradım yavaşça. Yüzünü okşadım usulca sonra.
Soluk alışverişleri düzenli bir hal alana kadar sürdü bu. Çok direnememiş uykuya teslim olmuştu hemen. Uyuyan masum yüzüne bakarken küçük bir kız çocuğuna benziyordu o an benim için. Sesli bir şekilde iç çektim. Eğilip saçlarının arasına bir buse kondurdum.
Ardından yerimde yavaşça hareketlenip sırtüstü yanına uzandım bende. Lambalardan gelen sarı ışıkla aydınlanan tavanı izledim. Gözlerim acıyordu ama kapatamıyordum. Barun’un hastaneden sonra eve geldiği hal gözümün önünden gitmiyordu. İçimdeki suçluluk duygusunu besliyordu.
Sizin de o kamyon şoföründen bir farkınız kalmadı artık!
Bende resmen ona Nisha’yı tekrar öldürdüğünü söylemiştim ve öz babası şu an onu böyle itham ediyordu… Dilimi ısırdım pişmanlıkla.
Benim söylediklerimden sonra onun bana söyledikleri neydi ki? Evet, kırılmıştım ağlamıştım ama o ne kadar kırıldığını belli edememişti bile. En çok bu canımı yakıyordu.
İç çekerken yatakta doğruldum. Elim göğsüme giderken derin bir nefes alıp verdim. Boynumdaki fuları çözüp kucağıma koydum. Elime damlayan damlalar ile görüşüm bulanıklaştı anında. Onunla konuşmadan gözüme uyku girmeyeceğini biliyordum. Geç olsa da özür dilemek istiyordum.
Becerebilirsem ona iyi gelmek belki de…
Bir deli cesaretle bacaklarımı yataktan sarkıttım. Bu sırada Aisha yerinde kıpırdanır gibi oldu. Ona doğru dönüp baktığımda hala uyuyor olduğunu gördüm. Onu uyandırmamaya dikkat ederek yavaşça ayaklandım ve kapıya doğru ilerledim.
Odasına mı yoksa çalışma odasında mı olduğunu bilmiyordum. Belki de çoktan uyumuştu. Yine de bakıp şansımı denemek istiyordum. Kapıyı açtım. Koridordaki ışıklar sönmüş yeni fark ettiğim duvardaki yapay meşaleler yanmaya başlamıştı. Kaşlarım çatıldı hafifçe ama bunun beni durdurmasına izin vermedim.
Koridora kısa bir bakış attım. Kimse görünmüyordu. Dışarı çıkıp kapıyı ardımdan sessizce kapattım. Merdivenleri geçip balkonun diğer tarafına doğru ilerlerken adımlarım seriydi. Hem birine yakalanmak istemiyordum hem de ne kadar loş bir ışık olsa da ürkütücüydü koridor.
Odası ve çalışma odası yan yanaydı. Önüne çok yaklaşmadan odasının kapısının altından ışığının yanıp yanmadığını kontrol ettim. Yanmıyordu. Tam uyuduğunu düşünüyordum ki çalışma odasının kapısının altından ışığının süzüldüğünü gördüm. Uyumamıştı. Kalp atışımın hızlandığını hissettim. Gergince derin bir nefes alıp verdim.
Ne söyleyeceğimi, o beni bu saatte karşısında görünce ne diyecek hiç bilmiyordum. Tek bildiğim onunla konuşmaya ihtiyacım olduğuydu…
Sol kolumu okşarken çalışma odasının kapısına yaklaştım usulca. Kapıyı yavaş bir şekilde tıklattım. İçeriden ses gelmeyince kalp atışlarım daha çok hızlandı. Bununla birlikte kapının kolunu kavrayıp aşağıya indirdim. Başımı hafifçe içeri uzattığımda gördüğüm manzara ile nefesimi tuttum.
BÖLÜM SONU
Bölümü nasıl buldunuz? Ben yazarken epey zorlandım... Hatta bazı sahneleri tekrar okumak hala gözlerimi dolduruyor. Umarım size de bir şeyler hissettirebilmişimdir.
En çok neye şaşırdınız bölümde?
Akash'ın hikayesine de biraz giriş yaptık bu bölümde, ne düşünüyorsunuz?
Barun ve Nisha...
Bir sonraki bölüm onları daha çok okuyacağız desem... Hem de Barun'un ağzından...
O zamana kadar kalp kırıklarınızı onarın çünkü bunlar iyi günlerimiz sıra daha kötü günlerde, diyormuşum sjsjsjsjsjsj şaka şaka gülün diye. O kadar da kötü değil :')
Kendinize iyi bakın, Allah'a emanet olun:)
Sevgilerimle...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 818 Okunma |
150 Oy |
0 Takip |
17 Bölümlü Kitap |