
(Bilgilendirme: Birazdan okuyacağınız diyalog bu bölümden sonraki her bölümde olacaktır. '+' ile başlayan konuşmalar polis memuruna/ olayın savcısına, '-' ile başlayan konuşmalar ise bölümü onun anlatımıyla okuyacağınız şüphelilere aittir.)
23 Ocak 2025
Atlas yücel
- Burada bulunmam çok saçma!
- İren’i tanımam, etmem. O evde bulunmamın tek sebebi Mügeydi.
+ Öyle mi?
+ Biz daha farklı bir duyum almıştık.
- İftira atıyor!
- Barış’ı gördüğü an şuurunu kaybetti. Beni aldattı, şimdi de gelmiş bana iftira atarak kendini aklamaya çalışıyor.
+ Kimden bahsediyorsunuz?
- Kimden olacak! Nişanlım olan o kızdan. Nasılda gizlemiş benden o iğrenç kişiliğini, nasılda körmüşüm.
+ Sakin olun, dingonun ahırı değil burası. Kişisel sorunlarınızı dışarıda çözün, sizden magazin istemiyoruz. Katile ulaşmamız için yardım etmenizi istiyoruz.
+ Madem maktulü tanımadığınızı söylüyorsunuz, size inanıyoruz ama yine de prosedür gereği evde bulunan erkek şüphelilerden aldığımız DNA örneğini sizden de almamız gerekiyor. Zaten maktulü tanıyorsunuz, sizin için sorun olmaz diye düşünüyorum?
- Böyle bir şeye asla izin veremem!
- O bebeği kimden peydahladıysa gidin ondan örnek alın, buna asla müsaade etmem!
+Hamile olduğunu söylediğimi hatırlamıyorum.

Aden Karaca
18 Ocak 2025
(Cinayetten bir gün önce)
Kaybetme korkusu; insanı parmağında oynatır, hiç olmadığı biri gibi davranmasını sağlardı. Onu anlayabiliyordum. Kalbine yansıyan kırgınlığı kabullenmek istemediği için öfkesine sığınıyordu. Mantıklı düşünmüyor, ağzından çıkanları duymuyordu.
Çünkü kaybedeceğine inanıyordu, tam da istediğim gibi. Ona Savaş’ı öptüğümü söylerken büyük bir risk almıştım.
Ya aldatıldığını öğrendiği için çekip gidecekti ya da oyunuma dahil olacak, onu kullanmama izin verecekti. İkincisini tercih ettiği için mutluydum.
Çünkü kaybeden olmaktan, kaçmaktan, canım yanmamış gibi davranmaktan çok sıkılmıştım. Birazda o kaybetsin istiyordum. Birazda onun canı yansın, birazda o acı çeksin istiyordum.
Artık kalbim, Efe’nin karşısına Bahar için dikilmiş Savaş’a susmuştu. İlaçlarımı aksattığım günden bu yana geçmişin intikamını almak için zihnimde dönüp duran ses ise Bahar üzerime yürüdüğünde kılını bile kıpırdatmadan bizi izleyen arkadaşlarım yüzünden kontrolü tamamen eline almıştı.
Ben artık eskiye döneceğimiz o toz pembe günlere inanmıyordum, yalnızca ödeşmek istiyordum.
İren’in kalmamız için ayarladığı odaya girdiğimizde Efe elimden kurtulup bavuluna yöneldi. “Topla eşyalarını gidiyoruz.”
Ne gitmesi?
Olduğum yerde donup kaldım, Efe beni fark etmemişti bile. Sabah çıkardığı kişisel bakım eşyalarını toparlarken söylenmeye devam ediyordu. “Şunlara bak ya! Kız resmen üzerine yürüyor, saldırdı saldıracak sana ama arkadaşlarım dediğin insanlar kılını kıpırdatmıyor. Rahatlıklarına bak ya!”
Arkadaşlarımın benim yanımda olmamasına o kadar öfkelenmişti ki saatin kaç olduğunu umursamadan gitmeyi kafasına koymuştu. Ne diyeceğimi bilemeyerek yalnızca odanın kapısını kapattım. “Hiçbir şey yapmadan öylece oturdular resmen! Film izler gibi izlediler, şaka gibi.”
“Efe…” ona doğru yaklaştım. Onu burada kalmaya nasıl ikna edecektim, bilmiyordum. O eşyalarını çantasına tıkmaya devam ederken eğildim, çantasını tuttum. Lakin o kadar öfkeliydi ki ne yaptığımı sorgulamadan elinde kalan eşyaları ceketinin cebine sıkıştırdı. “Nasıl arkadaş bunlar, Aden? Nasıl arkadaşsınız siz böyle? Ben olmasaydım ne olacaktı?” Duraksadı. Sorusu yüzünden mi yoksa çantasını tuttuğumu fark ettiği için mi, emin olamadım.
“Ne olacaktı?” afallayarak tek kaşını kaldırdı, Efe. Bakışlarının hedefi çantasının üzerine koyduğum ellerimdi. Ne yaptığımı anlamaya çalışıyordu. Cebindeki parfümünü ve şarj kablosunu çıkardı. Garipseyerek kendisinin ne yaptığını anlamaya çalıştı bu sefer.
O gitmek istemeyeceğim ihtimaliyle yüzleşirken ben panikledim ve istemeden ona karşı dürüst oldum. “Bilmiyorum.”
O olmasaydı ne olurdu, bilmiyordum. Muhtemelen hiçbir zamanda öğrenemeyecektim.
“Bilmiyorum, Efe ama bir önemi yok, değil mi? Buradasın çünkü.”
Cevabımı umursamadı. “Ne yapıyorsun sen?”
Çantayı arkama gizleyerek doğruldum. “Olmaz...” Efe kaşlarını çattı. Gitmek istemiyor oluşum şu an dünyanın en saçma şeyi gibi geliyordu ona, görebiliyordum. “Gidemeyiz.”
Ama gidemezdim işte. Gitmek istemiyordum. Burada olmalı, onların güvenini tekrar kazanmalıydım. Şimdi çekip gidersem daha önce de yaptıkları gibi hayatlarına devam ederlerdi. Bunu izin veremezdim. Eski güzel hayatlarına dönmelerine izin veremezdim.
“Ne demek gitmiyoruz, Aden? Ne saçmalıyorsun sen? Bu insanların arasında kalmaya devam edip ne yapacağız? Bahar tekrar üzerine atıldığında ellerine bir de patlamış mısır mı vereceğiz?”
Sinirle güldü. “Az önce bir tek eksik oydu da.” Onu sakinleştirmeye çalışmadım, nafile olduğunu biliyordum. Efe arkadaşlarıma olan inancını kaybetmişti. “Tamam bak, seni anlıyorum. Benim için endişelendin ama…”
“Aması yok, Aden. Evet, endişelendim. Çünkü az önce ne kadar ileriye gidebileceğini bilmediğimiz bir kadın üzerine yürüdü. Neden? Sevgilisini senden kıskandı diye. Ya benim olmadığım bir anda yapsaydı bunu. Savunabilir miydin kendini? Kendini savunmak ne biliyor musun ki sen, daha önce savundun mu ki hiç kendini?”
Savunamamıştım.
Ama bunu zaten biliyordu, değil mi? O adamın elinden bizzat kendisi kurtarmıştı beni. Gözlerimi kaçırdım.
O bunu ilk defa kozmuş gibi kullanıyordu.
“Üzgünüm.” Koluma dokunmak için uzattığı elinden kaçtım. Beni ilk defa isteyerek incitiyordu. “Ben hiçbir yere gitmeyeceğim, Efe.”
Eli havada kısa bir süre bekledikten sonra yenilgiyle indirdi. “Peki.” Gözlerine bakmadım, sesine yansıyan hayal kırıklığını iliklerime kadar hissetsem de kafamı kaldırıp gözlerine bakamadım.
Onu değil, arkadaşlarımı seçtim. İncittiği kadar incittim.
“Nasıl istersen…” hala sıkı sıkıya tuttuğum spor çantasını bana zarar vermemeye özen göstererek ellerimden ayırdı, beni burada bırakıp gidecek miydi?
Alt dudağımı dişlerimin arasına aldım, burnumun direği titremişti.
Gerçekten gidecek miydi?
“Eğer yine de başın derde girerse…” Sesi titriyordu, dişlerini sıktı. Hayır, hayır lütfen devam etme... “Ara.” Çenemi kaldırdı, gözlerine bakmamı sağladı.
Kahve harelerine yansıyan kararlılık canımı yaktı. Gidecekti… O da bırakıp gidecekti. “Saat kaç olursa olsun, gelir alırım seni.”
Dudaklarım titredi, yaşlar gözlerime doldu. Usulca kafamı salladım. Gözlerinin içine baka baka ona yine yalan söylemiştim. Bilmiyordu ama giderse ona olan inancım kırılacaktı ve ben öleceğimi bilsem bile ondan yardım istemeyecektim.
Efe çenemi bıraktı, birkaç adım geriledi ve odadan çıkıp gitti. O gitti. Arkasından kapattığı kapıya öylece bakarken yaşlarım görüşümü bulanıklaştırıyordu.
Hayır, ağlamayacaktım!
Çalışma masasının üzerinde duran kulaklığımı aldım, müzik listeme girdim. Bu benim ilk terk edilişim değildi, alışıktım oysaki gidişlere. Şimdi neden ilk defa başıma gelmiş gibi inciniyordum, anlamıyordum.
Kendimi çok güçsüz hissediyordum. Kulaklıklarımı takıp sırtımı dayadığım duvarda usulca kayarken gözlerimi yumdum.
Sena Şener’in ölsem şarkısının nakaratı zihnimde yankılandı, düşünmemeye çalışarak şarkının melodisine eşlik ettim.
“Söylenen hep yalanken…” yanağıma bir damla yaş süzüldü. Sesimi yükselterek söylemeye devam ettim.
“Ne baba ne dost sorarken, istemem hiç sevme beni. Ben henüz gençken…” Bu şarkıyı o günden sonra ne zaman kendimi yalnız hissetsem dinlemeye başlamıştım. Başta sözleri içime işlemiş, beni hıçkırıklara boğmuştu. Fakat zamanla ne zaman düşüncelerimi susturmaya ihtiyaç duysam açıp dinlediğim bir şarkıya dönüşmüş, yalnızca iyi hissettirmeye başlamıştı.
“Ölsem de gitsem, kalmak ne zor…”
“Hiçbir şey bilmeden ölsem, ölsem…”
…
Bunu ne kadar uzun bir süredir yapıyordum, bilmiyordum. Cenin pozisyonu aldığım parkenin üzerinde gözlerimi açtığımda müziğim durmuş, duyduğum tıkırtıyla irkilmiştim.
Ağrıyan omuzundan destek alıp hafifçe doğruldum.
Efe dönmüş olabilir miydi?
Gözlerimi kıstım, kapıya doğru baktım. Hava hala karanlıktı ve odayı hala sokak lambasının loş ışığı aydınlatıyordu. Uzun zamandır burada yatıyor olamazdım. Belki de kafasını dağıtmış ve gitmekten vazgeçmişti.
Tekrar bir ses duyabilmek için kulak kesildim, lakin karşılaştığım işittiğim derin bir sessizlikti. Kulaklıklarımı kulağımdan indirip biraz daha bekledim. Fakat yine bir şey duymamıştım.
Yanılmış olmalıydım. İlaçlarımı kullanmadığım için uykularım kesintisiz değildi, muhtemelen duyduğumu sandığım şey sadece zihnimin oyunuydu.
Duvardan destek alarak olduğum yerde doğruldum. Vücudum buz kesmiş, her yerim tutulmuştu. Kollarımı esnettim, omuzlarımı kütlettim. Böyle daha iyiydi.
Bir de üzerimdekilerden kurtulursam her şey daha harika olacaktı.
Şarjı bitmiş telefonumu yatağın üzerine fırlatıp bavulumdan pijama takımımı aldım. Saten kumaşın tenimde bıraktığı o rahatlama hissine ihtiyacım vardı. Hızlıca üzerimdeki sıkı korseden kurtuldum, pijamalarımı giydim.
Daha iyiydim, çünkü iyi olmak zorundaydım. Kabul etmesi zor olsa da Efe artık yoktu. O gitmişti ve ben kendimi bu duruma ne kadar çabuk alıştırırsam o kadar iyi olacaktım.
Derin bir nefes aldım. Bu saatten sonra huzurlu bir uykuya dalmam zordu, en azından ayılmalıydım. Saatin kaç olduğunu bilmediğim için küçük adımlarla kapıya doğru ilerledim. Tuvalete gidip yüzüme su çarpacaktım.
Sessiz koridorda ağır adımlarla ilerledim. İren’in söylediğine göre üst kattaki tuvalet sağ taraftaki koridorun, yani Bahar ve Savaş’ın kaldığı koridorun, sonunda yer alıyordu.
Odalarının kapısının önüne geldim, adımlarım yavaşladı. Kapının altından ışıkları süzülüyordu, hala uyumamışlardı. Merakla parmak uçlarımda kapıya doğru yaklaştım. ,
Kavga mı ediyorlardı? Dudaklarımı birbirine bastırdım, umarım ediyorlardır.
Hevesle kapıya doğru usulca eğildim. “Şarj aletimi alıp geleceğim. Sabret biraz.” Gözlerim büyüdü, kapıdan uzaklaştım. Kapının ardında duymayı hayal ettiğim ses haddinden fazla uzaktan gelmişti. Odasında değil miydi?
Savaş’ın sesi merdivenlerin gıcırtısına karıştı. Nefesimi tuttum. Aşağıdaydı ve şu an buraya doğru geliyordu.
Afalladım, tuvalete girmek için arkamı döndüm. Fakat büyük bir sorunum vardı. Koridorun sonunda İren’in bahsettiği gibi tek bir kapı yoktu. İki farklı kapı vardı.
Kısa bir an ne yapacağımı bilemedim, bakışlarım iki kapı arasında gitti geldi. Hangisi doğru olandı? “Acele et!” Barış’ın sesi beni kendime getirdi. Savaş’ın adımları giderek yaklaşırken bana en yakın olan kapının kulpuna davrandım ve kendimi içeriye attım.
Kaldıkları odanın hemen yanındaki odadaydım. Beni fark etmemesi için hem haddinden fazla aceleci hem de olabildiğince sessiz davranmaya çalışmıştım.
Kapıyı arkamdan kapattım, adeta nefesimi tutarak kulağımı kapıya dayadığımda kalbim normalin dışında hızlı hızlı atıyordu. Yakalanacağım diye resmen aklım çıkmıştı.
Odasını dinliyorken beni yakaladığı ihtimali aklıma düştü. Yüzümü buruşturdum, bu çok acınası olurdu.
Ama neyse ki yakalanmamıştım. Savaş’ın yavaş adımlarını odasına girene kadar dinledim. Savaş sevgilisinin yanına dönmüş, kapıyı da arkasından kapatmıştı.
Sırtımı kapıya yasladım.
Ucuz atlatmıştım. Derin bir nefes verip tuvalet olduğunu düşündüğüm odanın ışığını yaktım.
Kahretsin!
Yanlış kapıyı seçmiştim. Tuvalette değildim, duvarları tuvallerle dolu bir odadaydım. Gri tonlarında boyanmış duvarlar boyunca aralıklı olarak asılmış manzara resimlerine baktım. Bunlar İren’in lisedeyken çizdiği tablolardı. Bunu biliyordum çünkü bu manzaralar hatırlarımız yer aldığı mekanlara aitti.
Buruk bir tebessümle içeriye doğru bir adım attım. İren’in çizimleriyle süslediği bir odası vardı. Lisedeyken çizimlerinin yer aldığı bir atölyesi olsun isterdi hep. Hayalini gerçekleştirmişti, bu çok güzeldi.
Eski eserlerin arasında yeni eserleri de var mıydı? Hala çizmeye devam ediyor muydu, yoksa yalnızca eski resimleri için mi ayırmıştı bu odayı?
Merakıma yenik düştüm. Yanlış odada olduğumu fark ettiğim an çıkmam gerekirdi, farkındaydım ama yapamadım. Duvara asılan tabloların aksine daha büyük olan ve yüzleri duvara çevrili duran tablolar dikkatimi çekti. İren onları duvarda sergilemek yerine neden gizli tuttuğunu merak ettim.
Ama en çok da tam odanın ortasına ayaklı iskelenin üzerine koyduğu, üzerini de çarşafla örttüğü tablo merakımı körükledi. Dayanamadım ve ayağımın ucundaki tablolardan birini çevirdim.
Bu tablo duvardakilerin aksine bir portreydi. Ezbere bildiğim bir yüzün portresi, Savaş’ın portresi. Parmağım resmin üzerinde dolaştı, resim o kadar başarılıydı ki Savaş’ın kirpiklerine dokunuyormuşum gibi hissetmiştim.
Ne zaman çizmişti bu kız bunu böyle?
Savaş’ın oturmamış yüz hatlarından gençliğine ait bir fotoğraf olduğu anlaşılıyordu. Lakin İren bunu tam olarak ne zaman çizmişti, emin olamıyordum.
Heyecanlandım, acaba diğer tabloların birinde benim de portrem var mıydı?
Tabloyu yerine bırakıp merakla bir sonrakine baktım. Bu portreden ziyade uzaktan bir çizimdi. Fakat karedeki yine Savaştı. Okul sırasının üzerinde uyukladığı bir andı. O günü anımsadım, kafasının altındaki yastığı andıran pembe şey aslında benim şalımdı.
Garip bir gülümseme oluştu dudaklarımda. Nasıl yani? Elimdekini bırakamadan diğer tabloyu çevirdim. Bu tabloda Savaş’a aitti. Gençken gittiğimiz yetmiş iki merdiven koyunda çıplak vücut hatları en ince detayına kadar resmedilmiş bir haldeydi.
Eğilip tabloya daha yakından baktım. Siyah deniz şortunun cebinden sarkan çiçekli bandanam bile vardı resimde. O bandanayı ona İren’in deniz sezonunu açmak için düzenlediği partide vermiştim. Yani Nazlı’nın denize düşüp kafasını kayaya çarptığı o gün…
Gözlerim taşların arasında resmedilmiş iskelenin denize bağlandığı yerdeki kırmızılıkta takılı kaldı. Evet, bu o güne aitti. İren denize yayılan kana kadar resmetmişti.
Dehşet içerinde başka bir tablo çevirdim. Bu seferki tablo Savaş’ın çocukluğuna aitti. Küçük Savaş çocukken her zaman gittiğimiz parkın kaydırak demirine yaslanmış, yüzündeki koca gülümsemesiyle sallanan boş salıncakları izliyordu.
Sallanan boş salıncakları…
O salıncakta sallandığıma yemin edebilirdim ama kanıtlayamazdım. Yoktum çünkü. Bu çok garipti. Ne diyeceğimi bilemiyordum. İren resmen bizim de var olduğumuz anılardan bizi siliyordu ama Savaş’ı yaşatmaya devam ediyordu.
Gözlerime çarşaf ile örtülmüş tablo ilişti. Kaşlarımı çattım. Şüphe, insanı öldürmeyen ama kemiren zehir, kanıma karıştı. Zihnim iğrenç senaryolara ev sahipliği yaparken kalbim umutsuzca zehri reddetmeye çalışıyordu.
İren bu tabloyu neden odanın ortasına koyup çarşafla gizlemişti, bilmiyordum. Çarşafın ardındaki tabloda Savaş ne haldeydi, düşünmek bile istemiyordum.
Lakin eğer düşündüğüm gibiyse, gençliğimizde Savaş beni aldattıysa ve aldattığı kız İren ise… Yapabileceklerim kanımı dondurdu. Gözümü o kadar karartabilir miydim, bilmiyordum. Daha önce hiç bu kadar kontrolümü kaybedeceğimi hissettiğim bir anım olmamıştı.
Çarşafa uzandım ve daha fazla dayanamayarak çarşafı yırtarcasına çektim. Kendimi Savaş’ı göreceğime öyle şartlamıştım ki ormanlık araziden geçen tanıdık bir yol manzarası görünce kısa bir anlığına ne yapacağımı bilememiş, mal gibi tabloya bakakalmıştım.
Bu da neydi böyle?
Bu resmi diğerlerinden ayıran şey neydi, neden bir çarşafla gizlenerek odanın ortasına konuşmuştu.
Garipsedim. Resme daha dikkatli baktım. Kasvetli ormanı ayıran iki şeritli yolun ortasında insan figürüne benzeyen bir beden yatıyordu, bedenin etrafında kanı anımsatan kırmızı lekeler vardı. Sanki resim bir kaza anına aitti gibiydi.
Bildiğim bir kaza anına, yaşadığım ya da gördüğüm bir kaza anına…
Gördüklerim çok tanıdık geliyordu. Fakat daha önce hiçbir kaza anına şahit olmamıştım. Bu çok tuhaftı. Canım yanıyormuş gibi hissediyordum, sanki zihnim o anı hatırlamayı reddediyordu da kalbim hatırlıyordu.
Hissettiğim garip hisle geriye doğru bir adım attım. Lakin gözlerimi tablodan alamıyordum. Resim kuşbakışı çizilmişti ve yanlış görmüyorsam ağaçların arasında kaçan bir figür daha vardı.
Bu da neyin nesiydi böyle?
Vücudum hissizleşmeye, zihnim uyuşmaya başladı. Gözlerimi yumdum. Kulaklarımı Pinhani’nin iyi değilim ben şarkısı doldurdu, şarkıya Müge’nin nefret dolu sesi karıştı. “Korkaksın çünkü!”
“İyi değilim ben, hiç iyi olmadım.”
Puslu görüntüler zihnimi dolduruyordu. Yağmur yüzünden ıslanmış camdan dışarı baktığı hatırladım, şarkının sesine yağmurun sesi de eklendi.
“Sen gittiğinden beri hiç hayal kurmadım.”
Midem çok kötü bir şekilde bulanıyordu, karnımı tuttum. Arabadaydım ve araba her sallandığında kusacak gibi oluyordum.
“Anlamsız geliyor. Şişeler, meyhaneler…”
Ne oluyordu? Zihnimin bana hatırlatmaya çalıştığı şey neydi?
“Bana sen lazımsın! Sen lazımsın… Sen…”
Görüntüm karardı, avuçlarımın direksiyona dokunduğunu hissettim. Kafamı direksiyona dayamış, ayaklarımın altındaki gaz pedalını buldurmaya çalışıyordum. Kafamı kaldırmaya çalıştım, yapamadım.
Acıyla kıvrandım. Sesler boğuklaştı, yağmur dindi ve müzik durdu. Tek bir ses hariç her şey sustu.
“Sessiz ol!” Çok yakından duyduğum İren’in sesiyle beraber gözlerimi açtım. Bu duyduğum zihnimin bir oyunu değildi, İren kapının hemen ardındaydı.
Yakalanacak olmanın verdiği panikle hızlıca ışığı kapattım, tabloların dayandığı duvar ile bıraktığı boşluğa saklandım. Saniyeler sonra kapı açıldı, kapandı.
Az önce neyi hatırlamaya çalışmıştım, bilmiyordum. Lakin verdiği acı hala vücudumdaydı. Başım çatlayacak gibi ağrıyordu, üzerimdeki askılı kumaşa rağmen sırtım ter içindeydi.
O gün ne olmuştu? Ben o gün ne yapmıştım?
“Bana ayrıldığınızı söylemiştin.” İren’in sesiyle kendime geldim. Düşünmemeliydim, şu anda kalmalıydım.
Geçireceğim en ufak atak beni ele verirdi. Buraya gizlice girmiştim, yakalanmamalıydım.
“Kısık sesle konuş!” duyduğum sesin sahibiyle dehşete düştüm. İren yalnız değildi, yanında Müge’nin nişanlısı Atlasta vardı.
Ne oluyordu?
Bu ikisinin alakası neydi?
İren’in sakinleşmek istercesine verdiği nefeslerini işittim. Atlas ise kısık sesle konuşmaya devam etti. “Aramızdaki tek gecelik bir şeydi, İren. Bu kadar dramatize etmene gerek yok.”
Gözlerimi kırpıştırdım. Şaşkınlıkla aralanan dudaklarım yerini geniş bir gülümsemeye bıraktı. Elime öyle büyük bir koz vermişlerdi ki sevinsem mi üzülsem mi karar verememiştim.
“Aptal!” dedi, İren hiddetle. “Hamileyim ben!”
Yok artık! Bir de hamile mi kalmıştı?
“Ne?” Atlasta haberi benim gibi tam şu an alıyordu. Onların bu özel anlarına dahil olmak istemezdim ama malum… koşullar işte. “Bana korunduğunu söylemiştin.”
“Yalan söyledim.” Dedi, İren kendinden emin bir sesle. “Senin Müge’ye söylediğin gibi, bende sana söyledim.”
Durum daha da kızışıyordu. Telefonum yanımda olsaydı dakika düşünmez seslerini kaydederdim ama lanet olsun ki tam zamanında şarjı bitmişti.
“Delirdin mi kızım sen? Kafan mı iyi?” Atlas kontrolünü kaybetti, farkında olmadan İren’e bağırdı. “Aldıracaksın o bebeği.”
“Hayır, sevgilim.”
İren’in, Atlas’ın sert tavrına rağmen sergilediği umursamazlık beni şok etti. Öyle vurdumduymazdı ki Müge yanlarında olsaydı eğer teyze oluyor diye bir de Müge’yi tebrik ederdi.
Atlas tükürürcesine konuştu. “Bana bu şekilde hitap etme! Aldıracaksın o bebeği. Delirdin mi kızım sen? Kafan mı iyi? Evleniyorum bu yaz ben, ne bebeği?”
“Bence göbeğim çıkmadan halledelim o işi. Yaza kadar büyür çocuk.” Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Sinirlerim bozulmuştu, böyle bir tepki beklemiyordum.
“İren!” Atlas sakin kalmaya çalışmadı, sertçe duvara yumruk attı. Duvardan gelen sesle irkildim. Aptal herif! Aklım çıktı resmen.
“Buramdayım. Bak, buramdayım. Beni daha fazla kışkırtma, öldürürüm seni.”
Gülüşüm silikleşti. Koruma içgüdüsüyle olduğum yerden çıkmak için hazırlandığımda kapı açıldı, uzaklaşan ayak seslerinden sonra tekrar kapandı.
Onlar odadan dışarıya çıktı. Lakin ben olduğum yerden kalkamadım. İren’in bu yaptığı… aklım almıyordu. Bunu nasıl yapabilmişti, midesi bu kadarını nasıl almıştı.
Arkadaştık biz.
Arkadaştık…
İnanamıyordum. Gerçekten inanamıyordum. Ne yapacağımı da bilmiyordum. Böyle bir şey nasıl söylenirdi onu da bilmiyordum. Lanet olsun, resmen elim kolum bağlanmıştı.
Saklandığım yerden çıktım, ağır adımlarla kapıya doğru ilerlerken gözlerim o tabloya takıldı. Tabloda hala anlamlandıramadığım şeyler vardı. Fakat İren yüzünden düşünmem gereken konu maalesef ki değişmişti.
Kapının kulpunu yavaşça indirdim. Elimde iki seçenek vardı. Ya Müge’ye gidip her şeyi anlatacaktım ya da bu durumu İren’e karşı koz olarak kullanacaktım.
Hangisi canlarını yakardı? Hangisi hissettiklerimi onlara hissettirirdi?
Kalbim acımasızlıkla kararırken kapıyı arkamdan kapatıp koridoru döndüm. Ne istediğimi biliyordum ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum.
Dalgınlıkla odamın yer aldığı koridora doğru bir adım attığımda yan yana olan iki kapı açıldı. Savaş elinde tuttuğu yastıkla odasından çıkarken Efe çantasıyla odamıza doğru adım attı.
“Efe…”
Efe’nin adımları durdu, Savaş’ın bakışları Efe’ye doğru döndü. “Yapamadım.” Efe omuz silkti. “Seni yalnız bırakamadım.”
🕯
Hellüüü
Bir bölümün daha sonuna geldik ballarııımmm.
Nasılsınız?
Ben harikayım. Yalnızca bölümü biraz geciktirdiğim için üzgünüm o kadarcık :(
Normalde bildiğiniz gibi önce sorgu odası ifadesini daha sonra ifadeyi veren karakterden de olay akışını anlatırdım. Fakat bu sefer öyle yapamadım. Şerefsizin oğlu Atlas’ı hiç ama hiç sevmediğim için onun ağzından bölümü yazamadım.
Üzgünüm arkadaşlar ama bunu kendime yapamazdım. Kendimi o it oğlu itin yerine koyamazdım. Beni anladığınızı biliyorum, anlayışınız için teşekkürler…
Her neyse biraz bebeğim Aden’in anlattığı bölüm hakkında konuşalım. Tablolar hakkında ne düşündüğünüzü merak ediyorum.
🖼 Sizce İren bu resimleri ne zaman çizdi?
Ah bir de bal çocuğumu gördünüz mü? Nasıl geri döndü güzel yürekli çocuğum, Efe’mm.
Eh tabi onun dönüşüne odaklanıp lütfen Savaş’ın yastığıyla odasından çıkması detayını kaçırmayalım. Edebiyle gidecek ve aşağıda yatacak çocum. Lütfen ona bir alkış 👏
Neyseeeğğğ
Bölüm hoşunuza gittiyse ne yapmanız gerektiğini biliyorsunuz. Yıldızları parlattın🌟ve yorumlarda benimle buluşun, ballarım.
Çok ama çok öpüldünüz💕
Önümüzdeki pazartesiye kadar kendinize cici bakın, unutmayın seviyorsunuz 🫠❤
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 742 Okunma |
105 Oy |
0 Takip |
29 Bölümlü Kitap |