
Aden Karaca
Bana kim olduğumu hatırlatan o sokakların yabancısıydım artık.
Yönümü bulamıyor, kayboluyordum.
Ruhum buraya aitti, anılarım bu sakin kasabanın sokaklarında saklıydı. Lakin ben… ben artık kendimi buraya ait hissetmiyordum.
Bana bunu hissettiren neydi, bilmiyordum.
Fakat Akyaka’ya hoş geldiniz tabelasını gördüğüm anda anlamıştım. Bir zamanlar arkamda bırakmaya çalıştığım geçmişim beni sarıp sarmalamayacaktı, bana kâbusu yaşatacaktı.
Tereddütlü bir nefes bahşettim ciğerlerime. Tedirgindim. Lakin bu sefer beni tedirgin eden şey aynı bir hayvan gibi ayak bileğine taktığı zincirle çocukluğumu karanlık bodruma kapatan adamın geri dönüp dönemeyeceği değildi, o adamın dönüştürdüğü yansımaydı.
İlaçlarla uyuşturmaya çalıştırdığım zihnimin unuttuklarıydı, unutmaya zorladıklarımdı.
Ezbere bildiğim sokaklardan geçerken yolun nereye bağlanacağından, bir haberdim. Bu yolun sonunda beni ne bekliyordu, bilmiyordum. Eda’nın bahsettiği o yolda ne olmuştu, hatırlamıyordum. Sonrasında ne olacaktı, kestiremiyordum ama yine de tüm bu bilinmezliğin içinde yola devam ediyordum.
İlk defa kaçmıyor, kelimenin tam anlamıyla geçmişimin üzerine doğru sürüyordum.
İçimde hissettiğim tuhaf cesaretle arkadaşlarım ile tanıştığım siteye girdiğimde gözüme ilk çarpan yer; çocukken en çok vakit geçirdiğim, kendimi en güvende hissettiğim o yerdi. Oyun parkını…
8 sene önce
Kaydırağın direğine yaslanmış, sızlayan karnıma rağmen dizlerimi göğsüme doğru çekmiş ve kollarımı bacaklarıma sarmıştım. Burada olmayı seviyordum, onlarla olmayı seviyordum.
Bakışlarım ‘kim daha hızlı sallanacak?’ Yarışması yapan Müge ve İren’e kaydığında karnımdaki morluğun acısına rağmen içtenlikle gülümsedim. Daha dün karnıma ve göğsüme aldığım darbelerin nefesimi tamamen keseceğine, arkadaşlarımı son bir kez bile göremeden öleceğime inanırken bugün buradaydım. Onların yanında, arkadaşlarımın yanında.
Gülümsemem daha da büyüdü. Dudaklarımı oynatarak Allah’a teşekkür ettim. Onlarla biraz daha vakit geçirmeme izin verdiği için Allah’a teşekkür ettim.
“Şimdi göklerde kartal olacağım, İren.” Diyerek homurdandı, Müge. “Pes et artık!”
“Pes etmek mi? Asla! Ama sen istersen sana yakışır bir şekilde pes edebilirsin, sarışın.” Müge, İren’in kinayesiyle daha da hızlandı. “O buklelerini eline veririm senin, marul kafa.”
Saçma kavgalarına istemsizce kıkırdadığımda karnımda derin bir sızı hissettim. Ağladığımda, derin nefes aldığımda ama en çok da güldüğümde yanıyordu canım.
“Aptal bir sarışına göre sesin fazla çıkıyor senin.” İren de Müge’nin hızına yetişebilmek için kastığında kafamı dizlerimin üzerine koyup acımı bastırabilmek için yavaşça nefes aldım.
Gülüşlerimin çok dikkat çektiğini, bundan aşırı derece rahatsız olduğunu dile getirirdi baba. Gülüşlerimi durdurmak için mi vurdu acaba karnıma diye düşündüm istemsizce.
Neyse ki saçmaladığımı fark etmem çok uzun sürmemişti. Çünkü biliyordum ki geceyi o karanlık bodrumda geçirmemin sebebi gülüşlerim değildi, üniversiteye gitmek istememdi.
Sadece zengin aile çocuklarının eğitim aldığı okula yüzde yüz burslu okuyordum. Notlarım iyi bir öğrenciden bile iyiydi. Tek rakibim şu an parkta bile dizlerine dayadığı test kitabını karalayan Barıştı ve ne yazıkki onunla da bir türlü baş edemiyordum.
Ama babaya göre tüm bunların bir önemi yoktu. Ben uğraşılmaya değmeyecek, yeteneksiz çocuktum ve ne yaparsam yapıyım bu kasabadan çıkamayacaktım.
Acıyla buruşturduğum yüzümü dizlerimden kaldırırken görüş açıma yeşil bir çift göz girince dudaklarımı zorlayarak gülümsemeye çalıştım.
“Üzgünüm, geciktim.” Savaş’ın yeşilleri yorgun göz altlarıma, durgun gülümseme değdiğinde dudaklarındaki güzel gülümsemesi silinmiş, kaşları tereddütle havalanmıştı.
“İyi misin sen?” Endişeli bakışları içimi görebilecekmiş gibi vücuduma döndü. “Ne oldu?”
Durgun olmamın sebebini vücudumda arıyordu. Normal gençler gibi canımın anlık bir duruma sıkılabileceğine ihtimal bile vermiyordu. Ne kadar da acıydı.
Dudaklarımı birbirine bastırıp kısa bir süre bekledim. Savaş sessiz kaldığım her saniye daha panik bir şekilde bedenimde gezdirirken bakışlarını kendimi koyverip kollarında ağlamamak için uzun soluklu yavaş nefesler alıyor, sakinleşmeye çalışıyordum.
Fakat onun yanındayken zırhımı kuşanmak zordu. Onun ormanı andıran güzel gözlerine bakarken yalan söylemek çok daha zordu.
Dudaklarımdan çıkan kelimeleri duymaz, içimi okurdu çünkü. Gözbebeğinin etrafını kaplayan kahvesi yalan söylediğimi anladığı anda büyür, kaşlarını çatardı.
Kahvesinin içindeki belirli belirsizsiz varlığını sürdüren sarılığı kaybolur ve o sarılığı çerçeveleyen güzel yeşilliği yakından bakmadıkça görülmez bir hale geliridi.
“Bebeğim…” dedi ılık esen rüzgâr yüzünden çıkan saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırırken. “Neresi?”
Tenime değen dokunuşuyla yumdum gözlerimi. Tek bir dokunuş… Sadece buna ihtiyacım vardı işte. Onun dokunuşuna, onun nefesine, onun sesine, onun kokusuna… Sadece ona ihtiyacım vardı işte.
Savaş’ın nefesini kulağımda hissettim. “Buradayım, bebeğim.”
Biliyorum diye mırıldandım hafifçe aralanmış dudaklarım arasından. Buradaydı, yanımdaydı ve tek dokunuşuyla bana yalnız olmadığımı hatırlatıyordu. Babanın sürekli yüzüme vurduğunun aksine, ben buradayım diyor, o güzel kalbinde bir yerim olduğunu bana hissettiriyordu.
Sıcak dudakları alnıma değdi, burnuma tüten kokusunu uzun bir nefesle ciğerlerime armağan ettim. Okyanusu andıran o baharatlı kokusuna bayılıyordum, ona bayılıyordum.
Dudakları tenimden ayrılsın istemiyordum, kokusuna burnumun alışacağı kadar uzun bir süre maruz kalmak istiyordum ama bu yakınlığı ikimizi de kor ateşlerde yakardı, biliyordum.
“Söyle bana…” dedi, Savaş çaresizmiş gibi. “Söyle ki iyileştirmeyi deneyim…”
Savaş her ne kadar iyileştirebileceğine inanmıyormuş gibi söylese de ben onun iyileştirme gücünün olduğuna inanıyordum. Onun kalbinde büyüttüğü sevgi benim en güzel merhemimdi.
Ki ayrıca tenime değen dudakları, değdiği bölgeyi cayır cayır yakarken nasıl böyle düşünebilirdi anlamıyorum.
Karnımdaki çürümüş et parçası yerini belli edercesine ince bir sızıyla kendini hatırlattığında haylaz bir gülümsemeyle açtım gözlerimi.
“Öperek mi iyileştireceksin?” Savaş yara izlerimi öperek iyileştirdi. Fakat ne yazık ki bu sefer yaram öperek iyileştirebileceği bir yerde değildi. Kasığımın hemen üstünde, alt karnımdaydı.
Savaş’ın bakışları gördüğü gülümsememle yumuşarken aramızdaki yakınlaşmalardan bir haber olan arkadaşlarımızı gösterdim kaşlarımla. “Hem de onların gözü önünde…” Ayıp bir şey duymuş gibi şaşkınlıkla aralandı dudaklarım. “Ah, çok ayıp.”
Pes edercesine güldü, Savaş. “Bilmiyorlar sanki.”
Gülünce yanağında oluşan çukura kaydı bakışlarım. Çok güzel gülüyordu. Öyle çok güzel gülüyordu ki sonsuza kadar gülümseyen dudaklarını, hafifçe kısılan gözlerini izleyebilirdim.
“Neyi?” Diye sordum iç çekerek. Onu duymuştum ama gülümsemesinde öyle bir kaybolmuştum ki anlayamamıştım ne demek istediğini.
Savaş sorumla daha çok güldü. Güldü… güldü ve üzerime eğilip burnunu burnuma sürttü. “Sana delirdiğimi…”
Ani yakınlığı karşısında tuttuğum nefesimi benden uzaklaşmasıyla verdim. Kalbim itirafından mı yoksa yakınlığından mı Allah’ını kaybetmiş gibi atıyordu, emin olamıyorum ama kasılan karnımla bende buradayım diye bağıran yaram yüzünden Savaş benden ayrıldığı gibi suratımı buruşturup dişlerimi sıkmıştım.
“Neresi?” Diye sordu, Savaş güzel gülümsemesini yüzünden silerken. Artık gülümsemiyor, endişeyle dudaklarımdan çıkacak cevabı bekliyordu.
Onu böyle görmekten nefret ediyordum.
Eline uzandım, kafamı tekrar dizlerime yatırarak arkadaşlarımızın görüş açısını biraz olsun engelledikten sonra Savaş’ın elini yaramın üzerine götürmek için göğsüme oradan da karnıma sürükledim.
“Aden…” dedi Savaş uslu durmam için uyarırcasına. Çekincesi benimkinin aksine arkadaşlarımız ya da açık bir alanda olmamız değildi, az önce yakınlığının canımı nasıl yaktığını görmüştü ve tam da bu yüzden uslu durmamı istiyordu.
Tişörtümü hafifçe kaldırıp soğuk parmak uçlarını tenime değdirdiğimde nefesimi tuttum. Yanlışlıkla çarpması bile beni acıdan kıvrandırabilirdi. Lakin ona güveniyordum.
“Aden…” dedi bir kez daha Savaş. Gözlerimin içine bakıyor, durmam gerektiğini belimi bile tutmayı reddeten parmaklarıyla açıkça gösteriyordu.
Parmaklarını belime yerleştirdim. Çürüyen etim avucunun içindeydi, başparmağı ise tepkimi ölçmek için karnımın üzerinde ağır ağır hareketlendi.
Hızlanan nefes alışverişlerimi gizlemeye çalışmayarak gözlerine bakmayı sürdürdüm. “Öpeceksen tişörtümü de çıkartabilirim.”
Savaş’ın sırtımdaki parmakları varlığını daha çok hissettirerek tenime baskı uyguladığında verdiğim nefesle yumdum gözlerimi.
“Aden…” dedi, Savaş son kez. Dokunuşundan mahrum kalacağımı düşünerek elimi elinin üzerinde bastırmaya devam ettim. “Ateşle oynuyorsun.”
Koyulaşan sesiyle gözlerimi açıp kahveliğini yutmuş yeşil gözlerine baktım. “Yanar mıyım?” Bakışlarım tadını bildiğim dudaklarına kaydı, dudaklarını sorumla kıvırmıştı.
“Daha çok yakarsın gibi.”
Karnımda hissettiğim sıcaklıkla kırpıştırdım gözlerimi.
O gün, o parkta değildi belki ama hemen ertesi günü İren’in hepimizi güç bela ikna ettiği havuz partisinde öpmüştü çürümüş karnımı.
Vücudumdaki izleri gizlemek için bikinimin üzerindeki gömleğimi açarak… suyun altında…
Yanaklarımın alev alev yandığını hissettiğim de hızlıca açtım camımı.
Geçmişimdeki yakınlığını hayal ederken bile kalbim yerinden çıkacak gibi oluyordu. Sanki her saniye geçmişimden biraz daha etkileyebiliyordu beni.
Tenim yanıyor, yüreğim heyecandan ağzıma geliyordu. Burada değildi, beni heyecanlandırabilecek kadar yakınımda bile değildi ama anılarımdaydı, geçmişimin en güzel yerindeydi.
Bedenimde bıraktığı bu etkiden hoşlanmıyordum. Bir zamanlar yaralarımı öperek iyileştiren çocuk ile beni kardeşimin cenazesinde terk eden çocuk nasıl olur da aynı kişi olurdu anlamıyordum.
Anlamakta istemiyordum!
Öfkeyle gözlerimi kaçırdığımda bakışlarım boşlukta durdu. Garipseyerek doğruldum koltuğumda. Bir zamanlar Barış hakkında kötü yazılar yazdıkları için kırmızıya boyadığımız bank olması gerektiği yerde yoktu, gitmişti.
İyi de nasıl?
Zihnim soruma cevap olurken dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.
İren…
9 sene önce
“Kim yazdı bunu?” Müge çattığı kaşlarıyla bankın üzerinde ‘ucube, Barış Bilgin’, ‘Sadece erkekler arasın!’, ‘Barış geymiş :)’ tarzı şeyler yazan saçma yazılarını işaret ederken burnundan soluyordu.
İren kahkaha atarak güldü. “Umarım bunu hiçbir zaman öğrenemeyiz.” Gülüşünün ardına gizlediği öfkeyle etrafına bakındı daha sonra. “Çünkü şayet bunu kimin yaptığını bulursam bu bankı ona yedireceğim.”
Kızların öfkesinin aksine üzülerek Barış’a doğru kaydı bakışlarım. Aramızda bir tek ona yeterdi bu kötü insanların güçleri. Bir tek ona ulaşabilirdi iğrenç dilleri. Çünkü Barış bizim aksimize daha umursamazdı.
Canını yakanın canını yakmaz, ona uzanan dilleri kesmezdi.
Ona dönmüş bakışlarımı fark edince omuz silkti, Barış yine umursamazca. Bizim aksimize bankın uzağında duruyor, banktaki yazıdan çok bize bakıyordu.
“Umurumda değil. İnsanların ne düşündüğünü önemseyerek tüketebileceğim bir vaktim yok.”
“Orospu çocukları.” Dedi dişlerinin arasından Savaş. Barış’ın ne dediğini benim dışımda kimse duymamıştı. Öyle öfkeliydiler ki Barış’ın ne hissettiğini kimse umursamıyordu.
“Bana on dakika verin.” İren yanımızdan adeta koşarcasına ayrıldığında Müge’nin bakışları nihayet Barış’a döndü.
“Halledeceğim. Kafana takma. Bunu yazanı…”
“İstemiyorum, Müge.” Diyerek kesti Müge’yi Barış. “Umursamıyorum ki… Hakkımda istediklerini düşünebilirler. İster gay desinler, ister ucube, ister ezik… Bunların hiçbiri umurumda değil.”
Ucube ve eziği daha önce duymamıştım ama belli ki Barış duymuştu.
“Umursadığım tek şey arkadaşlarımın ne düşündüğü… Siz de o bankta yazan gibi mi düşünüyorsunuz?”
Müge hızlıca “Hayır, tabi ki.” Dedi. Savaş, Barış’ın saçmamaları gerektiğini söyledi ve ben kafamı iki yana sallamakla yetindim.
“O zaman, dağlara yazsalar bile önemi yok.”
“Yazanın yanına mı kalacak?” Müge’nin öfkesi Barış’ın düşüncelerine rağmen dinmemişti.
“Hayır, buna izin vermeyeceğim.” Savaş da Müge’yle aynı fikirde olduğunu belirtince alınmış gibi kafasını omzuna yatırdı Barış.
“Sence…” diye sordum, Barış’a. Bu onun meselesiydi. O ne derse o yapılacaktı. Arkadaş grubumuzun küçük kurallarından biri de buydu. Kimin canı yanarsa o can yakardı.
“Sen ne yapalım istiyorsun?” İntikam isterse o intikamı fazlasıyla alırdık. Siteye giriş yapanları güvenlik kamerasından tespit eder yazdıklarına pişman ederdik ama önemli olan bu değildi. Önemli olan Barış’ın ne yapmamızı istediğiydi.
Barış’ın bakışları Müge’de takılı kaldı. Kendinden çok sen ne yapmak istiyorsun dercesine bakıyordu öfkeden deşirmiş kızın gözlerine.
“Can yakmak istiyorum, Barış.” Dedi Müge Barış’ın ona sorduğunu çekinmeden göstererek.
“Peki.” Dedi, Barış. “Can yakalım.”
“Sakin olun kovboylar…” İren’in neşeli sesiyle bakışlarımız elinde tuttuğu boya kutusu ve siyah poşet ile bize doğru ilerleyen genç kıza kaydı. “Önce şu yazının icabına bakalım.”
Dudaklarım heyecanla kıvrıldı. Boya getirmişti. Barış’ın hakkında karaladıkları bankı boyayabilmemiz için bir kutu boya getirmişti.
İren kırmızı seçtiği boyayı çimenlerin üzerine bırakırken siyah poşetin içindeki biraları çıkarttı. Hem boya yapacak hem de bu sıcak havada buz gibi olan biraları yudumlayacaktık. Büyüyen gülümsememle alt dudağımı dişledim.
Sanırım bu zamana kadar İren’in kafasının çalıştığı tek an, bu andı.
Barış keyfi yerine gelmiş gibi Müge’ye bakıp gülümseyince bakışlarım bu sefer Müge’ye kaydı. Müge heyecanla olduğu yerde zıplayıp coşkuyla İren’i alkışlıyordu.
Başta her ne kadar Barış’ın, yazılar silinecek diye mutlu olduğunu düşünsem de neşesini yerine getiren şeyin Müge’nin mutluluğu olduğunu anlamam çok sürmemişti.
Bakışlara bak ya, şapşal!
Barış, Müge’ye olan hislerini daha ne kadar inkâr edecekti, emin değildim ama umarım en yakın zamanda cesaretini toplar ve ona karşı boş olmadığını açıkça belli eden bu kıza açılırdı.
“Eee” dedim düşüncelerimden ayrılarak. “Fırçalar nerede?”
“Ha siktir!” İren dehşetle eğildiği yerden doğruldu.
“Biraları akıl edip fırçaları mı unuttun, İren?”
“Konu alkol olunca kafam yanıyor kızım benim. Unutmuşum işte.”
Özellikle seçtiğine emin olduğum ateş kızılı boyaya baktım ve daha sonra da okul üniformalarımıza.
Pekâlâ, diye mırıldandım kendi kendime keyif kaçırmak yoktu. Yüzümüzdeki gülümselerin bugün bir kez daha solmasına izin vermeyecektim.
O fırçalar olmasa da bu bankı boyayabilirdik. Değil mi ama?
Sadece tek bir sorunumuz vardı. O da beyaz gömleklerimizin lekelenmemesi gerektiğiydi.
Elim gömleğimin düğmelerine gidince “Ne yapıyorsun?” Diye sordu önüme geçerek beni kapattığını düşünen Savaş.
Kıkırdayarak “İçimde atletim var. Çekil şuradan…” diye mırıldandım. Lakin Savaş askılı tişört gibi duran atletimin sıkıntı teşkil etmediğini gözüyle görene kadar çekilmemişti.
Ah… Ah, kıskanç bir Bilgin erkeğiyle uğraşmak gerçekten zordu.
Çıkarttığım gömleğimi çantamla beraber yandaki banka bıraktığımda arkadaşlarım ne yapmaya çalıştığımı merakla izliyorlardı.
Şaşkın suratlarına kendimi tutamayarak güldüm ve onları daha fazla merakta bırakmayarak İren’in açtığı kırmızı boyaya avucumum içini bandırdım.
“Fırçalarımız yoksa ellerimiz var.” Boyalı elimi gay yazısının üzerine bastırdığımda artık bankta sadece Barış Bilgin yazıyordu.
Müge ve İren vakit kaybetmeden gömleklerinden kurtulup bana katıldığında Savaş başımızda dikilmiş çevreyi seyrediyordu.
Daha doğrusu; korumacı tavrını açmış, gözleriyle çevremize korku saçıyordu. Dudaklarım alayla kıvrıldığında omuzlarımı siltim ve doğada kıskanç bir Bilgin erkeği görüldüğünde ne yapılacaksa onu yaptım.
Savaş’ı umursamayarak İren’in uzattığı soğuk biradan büyük bir yudum aldım.
Müge kıkırdayarak “Bazen kafan çalışıyor ve o zamanlar sana bayılıyorum marul kafa.” Dediğinde İren gözlerin devirip “Çok konuşma aptal sarışın.” Demişti.
Neyse ki Müge, İren’i sevdiği bir anındaydı ki aralarındaki laf atışma büyümemiş, bankın neredeyse yarısını kahkahalarımızın eşliğinde boyamıştık.
“Artık sadece bize özel bir bankımız var. Değil mi?” Müge’nin onay bekleyen bakışları Barış’ı bulduğunda garip bir şey oldu. Barış sadece kafa sallamakla yetinmek yerine gömleğini çıkarttı ve bize katıldı.
Gözlerimi kırpıştırdım. Hayır, yanlış görmüyordum. Olan şey tam olarak buydu. Barış Bilgin bu sefer deliklerimi çözdüğü soru kitapçığının ardından izlemiyordu, bize katılıyordu.
Şaşırmış ifadem hızlıca Savaş’ı buldu. Barış bile anın tadını çıkartıyordu. O neden hala olmayan insanlara racon kesiyordu anlamıyordum.
Savaş kafasını eğip bana baktığında bakışlarını yumuşattı, içtenlikle gülümsedi.
“Sen neden boyamıyorsun?”
Savaş’ın üzerime kayan gözleriyle aralanan dudaklarını parka akın eden çocuk grubuyla kapattığında bende onunla beraber yaptığımız boyamaya şaşkınla karışık mutlulukla bakan çocuklara döndüm.
Onlar sitemizin küçük nesliydi ve biz ortanca nesil olarak onlara tatlı bir anı bırakıyorduk.
“Aaa çok güzel.” Yanımıza kadar gelen çocuğun gülümsemesi omuzlarıma doğru döndüğünde duraksadı.
Vücudumdaki izleri gördüğü için yüzünde oluşan korku ve bizden koşarak uzaklaşmasıyla tokat yemiş gibi sertçe yutkundum.
Arkadaşlarımın yanındayken izlerimden utanmazdım. Çünkü onlar bu izlerin sebebinin ben olmadığımı bilirlerdi. Lakin başkalarının yanında…
Şu an yer yarılsa o yerin içine atlar, korku dolu o gözlerden saklanırdım.
Buraya kadardı. Benim için eğlence tam da şu anda bitmişti. Elimi banka iyice sildirdiğimde doğrulmak için hareketlendiğimde Müge’nin boyalı parmakları omzuma iki kez dokundu.
Doğrulmaya yeltenmeyerek duraksadım. Müge parmak izinden yaptığı kalpleri sırtıma, omuzlarıma ve kollarıma yapmaya devam ederken afallayarak öylece bakakalmıştım. Artık vücudumdaki çizikler, sararmış morluklar küçük kalplerle gizlenmişti ve bu görüntü çocuklarım yüzündeki gülümsemesinin tekrar büyümesine neden olmuştu.
“Seni olduğun gibi seviyorum, Aden. Lütfen sende kendini kalplere ihtiyaç duymayacak kadar sev. Olur mı?”
Göz pınarlarından yanaklarıma doğru süzülen yaşla iç çektim.
O gün ilk defa kalplerimi… izlerimi sevmiştim. O gün birisi ilk defa bana izlerin sevilebileceğini, öğretmişti.
“Evet” dedim kendime itiraf ederek. Onlar babanın yaptıklarını biliyordu. Onlar benim nasıl bir canavarla yaşadığımı biliyorlardı ve bilmelerine rağmen beni kurtarmamışlardı.
Ama… Aması vardı işte.
Onların beni kurtarmaya güçleri yetmemişti belki ama hiçbir zaman da beni görmezden gelmemişlerdi.
Müge canımın acıdığını anladığı her anda saçlarımı okşamış, hiçbir şey konuşmasak bile saatlerce beni aynı bir anne gibi dizlerinde yatırmıştı.
Barış canımın sıkkın olduğunu fark ettiği her an komik olmayan erkek kardeş gibi soğuk şakalarından yapmış ve güldürene kadar da beni yalnız bırakmamıştı.
İren sıyrılan tişörtümden, açılan kazağımdan izlerimi her fark ettiği istisnasız her sabahsın akşamı korumacı bir abla gibi annem ve babanın odasının camına yumurta atmış ve nasıl yaptıysa hiçbirinde de yakalanmadan kaçmıştı.
Savaş… Savaş ise her acımı öperek geçirmiş, duvarlarımı yıkmış, beni sevginin varlığına inandırmıştı.
Geçmişime döndükçe hatırlıyordum ki onlar beni görmezden gelmemişti. Onlar yalnızca korkmuştu. Babadan korkmuştu, güçlerinin yetemeyeceğinden her şeyi daha da berbat edeceklerinden korkmuştu.
Arkadaşlarım yalnızca korkmuştu.
Hatırlamakta güçlük geçtiğim hatıralarım birer birer zihnimin puslu dalgalarından çıkarken gaza yüklendim.
10 sene önce
“A and AEK planı” Barış’ın saçma sapan bir isimle acil toplanma talep etmesinin üzerine okula gitmeden hemen önce parka inmiştik. Sabahın 7’sinde güzel zihnine yine bizimle paylaşmak isteyeceği nasıl bir plan düşmüştü acaba?
“O ne demek Barış? Sabah sabah kafa açma, açıkça söyle işte derdin ne?” İren yorgunlukla banka çöktüğünde “Aden ve Ali Asaf’ı evden kaçırma planı.” Dedi uzun uzun Barış.
Şok içinde aralandı dudaklarım. Evden kaçırma mı?
İren’in de gözleri büyüdü, Müge “Dökül bakalım.” Dedi aklına yatmış gibi.
“Çoğu şeyi ayarladın. İnce ince işledim. Ufak pürüzleri de beraber çözeriz artık.”
Barış çantasından rulo yaptığı kâğıt parçasını çıkartırken bakışlarım Savaş’a kaydı.
Onun da meraklı bakışları Barış’ın üzerindeydi, Barış’ın planladığı şey her ne ise bunu Savaş’ta bilmiyordu.
“Bakın…” dedi Barış ruloyu açarken. Rulonun içindeki çizimi dikkatle inceledim. Bu bizim evin kuşbakışıydı. Burada bulanan herkesin bildiği evin kuşbakışı...
Gülümsemek için kıvrılan dudaklarımı birbirine bastırdım. Önyargılı olmayacaktım. Planladığı şey her ne ise onu duymadan gülüp de olayın büyüsünü bozmayacaktım.
“Bu Adenlerin evi.”
“Evet, bay dahi bunu zaten biliyoruz.” İren’in konuşmaya başlamasıyla gözlerini devirdi Barış.
“Her neyse bu gece planı uyguluyoruz. Giriş noktamız burası…” Barış’ın parmağı bahçe kapısına dokundu.
“Gece saat üç gibi, üç çünkü Aden’in babası bir ile iki arasında uyuyor. Bir saatte uykuya dalması için ben süre tanıdım ve en iyisinin üç olduğuna karar verdim. Her neyse gece üç gibi içeriye giriyoruz. Sessiz ve dikkatli adımlarla Aden’i ve Asaf’ı odasından alıyoruz.”
Babanın kaçta uyuduğuna kadar hesap yapması çok tatlıydı. Planı umurumda değildi, deniyor olması bile kalbimi sıcacık ediyordu.
“Bu kadar uğraşa gerek yok. Aden’in odasına girmem ve onu oradan çıkartmak sadece beş dakikamı alır. Ayrıca saatte fark etmez. Sadette gel bakalım sen. Eee sonra…”
İren’in bakışları bunu nasıl yapacağını anlamak için Savaş’ın üzerinde oyalanırken “İşte sonra kaçacağız.” Dedi Barış.
“Ama nereye?” Diye sordu bu sefer de Savaş.
“İşte orası ufak pürüzlerden biri. Başta bizim yazlık ev diye düşündüm. Lakin yakalanmamız erken olur diyerekten daha fazla düşünmemeye ve size danışmaya karar verdim.”
Müge hayal kırıklığıyla elini alnına vurdu. İren homurdanarak gözlerini devirdi.
“En azından çabalıyorum.” Diye isyan etti, Barış. Haklıydı, çabalıyordu ve bu çabası çok tatlıydı.
“Her şeye olduğu gibi buna da el atmam gerekiyor.” İren isyan ederek oturduğu banktan doğruldu. “Pekâlâ… önce bizim Manisa’daki eve kaçalım. Oradan yapacak bir şey buluruz.”
Dilini damağına vurdu, Barış. “Pazartesi okul var. Çok uzaklaşamayız.”
“Kaçtığımız halde okula geri mi döneceğiz bay dahi?”
“Başarımı kıskandığın için notlarımı düşürebileceğini mi sandın, İren? Tabi ki de okula geri döneceğiz.”
İkilinin arasındaki anlamsız kavgaya gözlerini devirdi, Müge. “Allah aşkına okula gidelim artık.”
O gün Barış bizi kaçırabilmek için ilk planı ortaya atmıştı ve ondan sonraki her sene aynı gün parkta bizi toplamaya ve revize ettiği planını bize anlatmaya devam etmişti.
Ta ki o güne kadar… Asaf gidene kadar.
Kuruyan boğazımı acıyla ıslattığımda aracımın hızını arttırıp parkı arkamda bırakmıştım. İyi anılarım olduğu kadar kötü anılarımda saklıydı bu şehrin sokaklarımda.
Ama en kötüsü de buydu işte. Kardeşimi toprağa emanet ettiğim gün. Arkadaşlarım da dahil olmak üzere kalbimizden bir parçayı da kardeşimle beraber gömdüğümüz gün.
Biliyordum, kalbimden inanıyordum ki Asaf’ı kaybetmek benim kadar onları da dağıtmıştı. Acım acıları olmuş, yaramı kalpleriyle sarmaya çalışmışlardı.
Ne kadar da garipti aslında her şey…
O gün, Savaş hariç hepsi yanımdaydı. Savaş’ın beni terk ettiği bahçede yanıma geldikleri andan itibaren her şeyin yoluna gireceğine dair sözler veriyor, elimi hiç bırakmayacakmış gibi sıkı sıkıya tutuyorlardı.
Sözlerine inanmamıştım o gün ama inanmayı gerçekten çok istemiştim. Ertesi günü üçünü de bir daha göremeyeceğimden bir haber her şeyin yoluna girebileceğine gerçekten inanmayı çok istemiştim.
Onlar yanımdayken dimdik duramasam bile en azından ayağa kalkabilirim sanıyordum. Belki uzun bir süre yalnızlığa gömülür, kardeşime yetişemediğim için kendimi cezalandırırdım. Belki evde bile duramaz, kendimi sokağa atardım. Emin değildim. Tek emin olduğum şey arkadaşlarım yanımdayken, Savaş olmasa bile bir şekilde yoluma devam edebileceğimdi.
Fakat bırakın yoluma devam edebilmeyi ben o günden sonra ayağa bile kalkamamıştım. Öyle bir yalnızlığa mahkûm edilmiştim ki çocukluğumun korku duyduğu o karanlık bodrumu bile sevmiştim zamanla.
Çünkü sevebileceğim bir acımlarım kalmıştı etrafımda. Herkes gitmişti ama onlar gidememişti.
Acıyla kıvrıldı dudaklarım. Gözlerim aşina olduğum ormanlık yola dalarken yalnızca gülümsedim tüm bu yaşananlara.
Ne kadar da zavallıydım onların verdiği sözlere inanmak isterken.
Ne kadar da zavallıydım acıdan kıvrandığım o karanlık bodrumun kapısını bir gün onlar tarafından açacağını ve beni kurtaracaklarını düşünürken.
Ne kadar da zavallıydım düzgünce veda bile etmeyen arkadaşlarımın bir gün tekrar döneceğine inanırken…
Ufak ufak çileyen yağmur taneleri camıma çarparken öfkeyle soludum.
Kendimden nefret ediyordum.
Salaklığımdan nefret ediyordum.
Onlara olan inancımdan, hala kalbimde varlığını sürdüren yerlerinden… onlardan…
Nefret ediyordum.
Avucumun içini direksiyona öfkeyle vurduğunda üzerime eğilen kasvetli ağaçları fark ettim. Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı, gözlerim dört bir yanımı telaşla taradı.
O yoldaydım. Çift yönlü tek şerit o yoldaydım… Sarhoşlar yolunda…
Garip bir dürtü sardı bedenimi, karşıma her an bir şey çıkacakmış gibi tetikteydim. Lakin yola girdiğimden beri anımsadığım dönüşler, yavaşlamam gereken setler sanki ezberimdeymiş gibi kontrolünü sağlıyor, ne zaman olduğunu hatırlamasam da zihnim bu yola daha önce girdiğimizi adeta haykırıyordu.
Direksiyonu kavrayan elim daha da sıkılaşında kıstığım radyodan tanıdık melodi doldurdu kulaklarımı.
“İyi değilim ben.
Hiç iyi olmadım.
Sen gittiğinden beri…
Hiç hayal kurmadım.”
İçime düşen ürpertiyle kırpıştırdım gözlerimi. Şarkı içime işliyordu, sanki araçtaki hakimiyetimi kaybediyordum.
“Bana sen lazımsın.
Sen lazımsın…
Sen lazımsın, sen…”
Boğazımda düğümlendi nefesim, frene sertçe abanırken yumdum gözlerimi.
Yedi sene önce/
Ali Asaf’ın cenazesinden 23 saat önce
“Korkaksın çünkü…” Müge’nin öfke dolu sesi kulaklarımı doldururken bulanan midemi araca bırakmamak için gözlerimi yummuştum.
Siktir… Dudaklarım gözlerimi yumduğum anda sallanan bedenimin salaklığıyla kıvrıldı. Kafamın içi öyle çok dönüyordu ki gözlerimi yumduğum anda kendimi tutmayıp neşeyle kıkırdamıştım.
Sarhoştum. Hem de haddimden fazla sarhoştum. İlk defa sonucunda ne olacağını umursamamış, soluksuzca içmiştim ve şimdi bu sarhoşluğun bedenimde bıraktığı hissi fark ettikçe emin olduğum tek şey, bunu daha sık yapmam gerektiğiydi.
“Yaptıklarının sorumluluğunu alamayacak kadar korkaksın hemde” Müge telefonun ucundaki kişiye daha çok bağırdığında gülümsememi bastırmak için alt dudağımı dişledim.
Arkadaşım öfkeliyken gülmemeliydim. İşaret parmağım kendime kızmak istercesine havalandığında kaşlarımı da çatmıştım. ‘İyi bir arkadaş ol ve gülümseme Aden!’
Havada kalan parmağıma kaydı bakışlarım ve o an için ucu kanca gibi kıvrılmış parmağım ile göz göze gelmek dünyanın en komik şeyiymiş gibi öyle büyük patlamıştım ki kahkaham araçta eko yapmıştı.
Ne yapabilirim ki… İçimde bastıramadığım bir mutluluk vardı. Mutluydum… Sadece mutlu…
Keşke Savaşta burada olsaydı diye geçirdim içimden. Keşke o da burada olsaydı. Keşke o da benimle, mutlu olsaydı.
“O timsah gözyaşların bana sökmez artık, İren. Kendini boşuna yorma, yolun sonuna geldin. Artık beni susturamayacaksın.”
Müge’nin İren ile konuştuğunu anlayınca umursamazca omuz silktim. Her ne kadar başarılı olamasam da boşu boşuna kasmışım kendimi. Konuştuğu kişi İrenmiş, yani her daim zaten kavga ettiği kişiymiş.
Onu ve tartışmasını daha fazla dinlememeye karar vererek radyodan çalan ‘Pinhani’nin İyi değilim ben’ şarkısına kulak verdim.
“Bana sen lazımsın… sen lazımsın sen…”
“Kapat telefonu, Müge.” Müge Barış’ı dinlemeyip İren’e ağza alınmayacak hakaretler savurduğunu duymak şarkı zevkim yarıda kesmiş, aynı bir çocuk gibi kulaklarımı tıkamama neden olmuştu.
Böyle konuşması ne kadar da ayıptı.
Tam Müge’ye ayıp ettiğini söylemek için dudaklarımı aralamıştım ki Barış’ın direksiyona yapışıp manevralar yaparak aracı yoldan kaçırmasına neden olmuş, kendimi ön koltukla birleşmiş halde bulmamı sağlamıştı.
Beyaz deri kaplama koltuğa sülük gibi yapışan yanağımı koltuktan ayırırken acıyla inledim. Adamlar boşu boşuna kemerlerinizi bağlayın diye yırtınmıyorlarmış, kemer gerçekten hayat kurtarıyormuş. Yani en azından böcek gibi koltuğa yapışmamı kurtarabilirdi.
“Çarptık mı?” Müge korkuyla bütünleştiğim koltukta debelendi. “Çarptık mı? Çarptık mı, Barış? Bir şey söyle!”
Acıyla dayadığım kafamı da koltuktan ayırdığımda Barış aracın ön kapısını açıp bir de buz gibi havanın tenime çarpmasına neden olmuştu.
Salak kafam. Bu ikili ile yolculuk edilmeyeceğini nasıl düşünememişti. Basit bir denklemdi oysaki delinin ipiyle kuyuya inilmez, Müge ve Barış ile baş başa aynı ortamda on dakikadan fazla durulmazdı. Şu an kaçıncı dakikadaydık acaba?
“Çarptık… çarptık kahretsin çarptık. Allah’ım… Allah’ım, ne yapacağız?”
Yerden destek alarak doğruldum. Neye çarpmıştık? Ne oluyordu? Bakışlarım buğulanmış camıma kaydı, hava kararmıştı. Sahi ya saat kaçtı? Baba eve gelmiş miydi?
Saatlerdir çantamdan çıkartmadığım telefonumu açmayı çalıştım. “Ah” dedim tuşuna basmama rağmen aydınlanmayan ekranıma bakarken. “Şarjım bitmiş…” üzülerek büzdüm dudaklarımı. Şimdi saati nereden öğrenecektim?
“Savaş.” Dedi, Müge varlığımı yok sayarak. Öyle endişe doluydu ki konuşurken kekeliyor, ara ara korkuyla arkamıza bakıyordu.
“Savaş… Çarptık… Ça-çarptık Savaş…”
Kafamı arka cama doğru tam çevirecek ve neye bu kadar endişeli baktığını anlayacaktım ki aracın ekranındaki saat gözüme çarptı.
18.01
‘Kahretsin!’ dedim zihnimin uyuşukluğu dağılırken. ‘Geç kaldım!’
Kendimi arka koltuktan ön koltuğa attım hızlıca. Barış’ın arabaya geri dönmesini bekleyecek kadar bile yoktu vaktim. Bir an önce dönmeliydim eve. “Birine çarptık, Savaş. İren’in evine giden o yol… Sarhoşlar yolundayız…” Dedi adeta acısını haykırarak Müge. “Çok kötü… Her şey çok kötü! Gel… Yalvarırım çabuk gel…”
Vücuduma yayılan korkuyla gaz pedalına yüklendim. Fakat hareket etmedi araba. Kafam zor durumlarda öyle iyi çalırdı ki saniyeler içinde Savaş’ın bana araba kullanmayı öğretirken indirdiği el freni geldi gözlerimin önüne, vakit kaybetmeden indirdim el frenini.
“Hey, dur! Ne yapıyorsun?”
“Ne oluyor, Müge?” Savaş’ın telefonun ucundaki boğuk sesini işittiğimde gazdan çekmediğim ayağım yüzünden öyle hızlanmıştık ki bir an korkup gaza abandım.
Vücudum durmanın etkisiyle bu kez direksiyon çarptı ve Müge takılı olan kemeri sayesinde bir kez daha hasar almaktan kurtulmuş oldu. “Bekleyin…” dedi, yalvarır gibi Savaş. “Lütfen sadece bekleyin.”
Hayır bekleyemezdik. Akşam yemeğine geç kalmıştım, annem odama çıkmış, yokluğumu fark etmişti. Baba delirmiş olmalıydı!
Bedenimde hissettiğim ürpertiğle tam gaza tekrar basmaya yeltenmiştim ki Müge kontaktaki anahtarı çıkartıp el frenini çekti ve tüm bunları o kadar hızlı bir zaman aralığında yaptı ki ben onun ne zaman araçtan indiğini bile algılayamamıştım.
Kontrolünü kaybettiğim araç yoldan çıkıp iri gövdeli bir ağacına çarptığında nefessiz kalmışım gibi uzun bir nefes soludum. Hava yastıkları şişipte bedenime siper olurken öyle bir hızla atmıştım ki kendimi dışarı ayağım yere değdiği an dengemi kaybedip tökezledim.
Aklım durmuş, kalbim yaşadığım şokla ağır ağır atmaya başlamıştı.
İnanamıyordum…
Ölmüş müydü? Çarptığımız o kişi ölmüş müydü?
Doğa sanki dejavu yaşamamı istercesine ince tanelerini üzerime bırakırken damlalar sanki keskin bir bıçak gibi tenime batıyordu.
Öldürmüş müydük onu?
Katil miydik biz?
Tek bir cevap… İnandığım her şeyin yerle bir olması için tek bir cevap yeterliydi.
Zihnim soruma cevap olmak istercesine o günü getirdi gözlerimin önüne. Bizi uzaktan izliyordum artık. Bisikleti yola savrulan kasklı çocuğun dizlerinin dibine çökmüş hıçkıra hıçkıra ağlayan Barış’ı, Onu arabanın biraz uzağında korku dolu gözlerle seyreden Müge’yi, beni gördüğü an ‘Allah kahretsin’ diyerek dizlerinin üzerine çöken Savaş’ı, ne olduğunu anlamayarak arabadan inmeye yeltenen kendimi uzaktan izliyordum artık.
Acıyla buruşturdum suratımı. Bir cana kıymıştık biz. Katil olmuştuk biz.
Dizlerimde ufacık bir güç bulduğumda doğruldum olduğum yerden. Geçmişle bugün arasında gidip gelen hatıralarım yüzünden aklımı yitirecekmiş gibi hissediyordum. Bir adımımda geçmişim dokunabileceğim kadar gözümün önündeyken diğer adımımda koca bir hiçliğe dönüşüyordu.
Lakin yerde yatan genç çocuğa her yaklaşımımda içim daha da büyük bir acıyla kavruluyor, kendimi bırakıp yerle bir olasım geliyordu. Göreceklerim mi beni tüketiyordu yoksa katil olduğumla yüzleşmek mi beni bu hale getirmişti bilmiyordum ama anlamanın tek bir yolu vardı.
Titreyen bacaklarımın üzerinde güçlükle cılız bedeni kanlarla kaplanmış genç çocuğa doğru ilerlerken Savaş, Müge’ye yardım çağırması gerektiği haykırdı. Lakin Müge öyle korku doluydu ki telefonunu bile çıkartmamıştı.
Aradığını görmek için duraksadı bacaklarım. Diz çöküp yalvaracaktım adeta beni görmeyen o kıza. O beni görmüyordu ama ben Müge’nin bakışlarındaki o iğrençliği görüyordum.
Ama yine de umutla bekledim. Barış’ı değil de Barış yüzünden bu halde olan günahsız o canı seçmesini umutla bekledim.
Lakin Müge silkinerek kendine geldiğinde umutlarımı yakıp geçti. Savaş’a döndü, derin bir nefes aldı ve geliyorlar dedi. Yine Barış’ı seçti ve ben ilk defa Barış’ı seçtiği için ondan iliklerime kadar nefret ettim.
Savaş beni ve Müge’yi aldığı araç ile uzaklaşırken öfkeyle sıktığım yumruğum karnıma çarpmış gibi irkilerek kendime geldim. Telaşlı bakışlarım tekrardan o çocuk ve Barış’a döndü.
Oradalardı, kaybolmamışlardı. Zihnim o çocuğun kim olduğunu biliyordu. Biliyordu ve bana hatırlamam için şans veriyordu. Yağmurdan ıslandığı için yüzüme düşen kısa tutamları hızla savururken adımlarımı güçlendirdim, adeta koşarak yolun kenarıma vardım.
Fakat gördüğüm o tanıdık yüz tüm gücümü alıp götürdü benden. Bedenim ızdırapla yolun ortasına düşerken dudaklarımdan tek bir isim döküldü. “Asaf…” Göğsüme ağır gelen nefesimi verdim güçlükle. “Kardeşim.”
Gözlemci Bakış Açısı
İçten bir çöküştür, hayal kırıklığı; sessiz, hissiz ama sarsıcı.
Histerik bir şekilde uzattığı eli şiddetle yağan yağmura rağmen yaklaşık iki saattir beton zeminin üzerinde gezdiriyordu, Aden. Sanki kardeşine dokunuyormuş gibi. Sanki kardeşinin kana bulanmış kahve tutamları avuç içine değiyormuş gibi.
Gözleri açıkken bile zihni o anın içinden koparmıyordu. Aden hatırladığı o korkunç kazanın içinden çıkamıyordu.
“İyi değil.” Dedi sıcak arabasının içinden genç kızı izleyen adam. Aracını ağaca vurup kendini yola attığından beri kornalar eşliğinde ona çarpmamaya çalışarak şerit değiştiren araçların tam ortasındaydı genç kız. Sağanak yağmurun altından sırılsıklam olması bir yana dursun biraz daha o yolda kalmaya devam ederse öleceği neredeyse kesindi.
“Endişelenme.” Telefonun ucundaki gencin sesi oldukça umursamazdı. “Ona bir şey olmaz.” Gencin son cümlesi son sürat gelen aracın kızı son anda fark etmesiyle lastiklerinin zeminde bıraktığı acı çığlıkla noktalandı.
Kızın ezileceğinden emin olarak yüzünü buruşturdu adam. Fakat neyse ki araç son dakika şerit değiştirip kızı ezilmekten kurtarmıştı.
Onunla birlikte sesi duyan genç buz gibi bir sesle sordu. “Öldü mü?”
Evet cevabını almak istiyordu genç. Adam bunun farkındaydı. Lakin nedenini anlamıyordu. “Hayır”
Adam el frenini indirip aracını gizlendiği ormanlık arazinden çıkartırken yapması gerekenin ne olduğunun farkındaydı. Telefonun ucundaki genç huzura erecek diye doğrularından vazgeçmeyecekti, o kıza yardım edecekti.
Sıkıntılı bir nefes duydu telefonun ucundan. “Sana ölmeyeceğini söylemiştim. Her neyse senin işin bitti, dön”
Kibirle gülümsedi, adam. Ona emir veremeyeceğini bildiği halde ne kadar da cesur konuşuyordu telefonun diğer ucundaki genç. “Ben senden emir almam.” Dedi gülümseyerek adam. “Bunu çok iyi biliyorsun.”
Adamın tehlikeli gülüşüyle sertçe yutkundu genç. “Üzgünüm. Sadece benim meseleme…”
“Bende dahil olduysam o mesela artık sadece senin meselen değildir.” Adamın net tavrı gence geri adım attırdı, genç adamı ikna edemeyeceğini anlamayarak kapattı telefonu.
Birkaç kilometre ilerideki dönüşten dönerken aklında dönüp duran o kadının güzel sesi kulaklarında çınlamıştı sanki “Ama Aden en günahsızıydı.” Bu yüzden gidiyordu Aden’in yanına. Vicdanına dokunduğu için değil, onun için değerli olan tek kadının zihninde dönen cümleleri için.
“En çok ona kıyamıyor insan. Çocukluğundan beri o kadar çok acı çekti ki bazen ben bile tereddüt ediyorum onu incitirken.”
Sağ koltuktaki kar maskesine uzandı adam. Günahsız bir bedeni ölüme terk etmeyecekti ve o kadın hala hayatta olsaydı ondan yapmasını isteyeceği şeyi yapacaktı. Yardım edecekti.
Yüzüne geçirdiği kar maskesi ve eldivenleriyle tamamen gizlendi adam. Tanınma ihtimalini göze alamazdı.
Tamam olduğunu düşünerek aracından indi, adam ve histerik bir şekilde zemini okşayan kadını tek hamlede kucağına aldı. Karşı koymadı ona, Aden. Öyle vazgeçmişti ki her şeyden öleceğine inansa bile kaçmazdı, kabullenirdi başına gelecekleri.
Kollarındaki kadının sakinliğini garipsemedi, adam. Anlıyordu çünkü onu. Sevdiği ruhu toprağa verdikten sonra o da vazgeçmişti kendinden. O da ölüme kucak açmış, beklemişti gelmeyeceğini bile bile.
Ne zaman duyduğu acı yerini intikam hırsına bırakmıştı bilmiyordu. Fakat kollarındaki kadının da aynı hisleri hissetmesini umarak fısıldamıştı. “Kayıplarının için yas tutma, intikamlarını al!”
Aden’in boş bakışları önce açık olan tek noktayı, adamın kahve gözlerini sonra da adamın gizlemeyi unuttuğu ucunda pusula olan kolyesini buldu. Garipseyerek gözlerini kırpıştırdığında adam zorlanmadan kızı aracına kadar taşımıştı.
Fakat onu aracına almayacaktı. Adam onlara doğru yaklaşan aracı fark edince hissettirmemeye özen göstererek kızın saç tellerinin asılı kaldığı tokasını çıkarttı ve onlara doğru gelen aracı durdurmak için yolun ortasında durdu.
Şöför ne olduğunu anlamayarak aracını durdurduğunda sağ koltuğun kapısını açıp Aden’i arabaya oturttu. “Aden…” dedi aracın şöförü. “Onu hastaneye götür.” Adamın net sesiyle gözlerini kırpıştırarak aracın sürücüsüne döndü, Aden.
“Ne?”
Aden tanıdığı yüzle “Erdem…” diye fısıldarken Erdem’in sorunu havada bırakıp “Lafımı ikiletmeyi sevmem.” Dedi adam. Açtığı kapıyı sertçe kapattı ve arkasında bıraktığı kafası karışmış Erdem’i yok sayarak aracına binmeden hemen önce de aracın plakasını zihnine kazımıştı adam.
Aden’i kılına zarar gelse Erdem’i bulur, bulduğu yere gömerdi. Bunu biliyordu ve bunun rahatlığıyla Erdem’in gitmesini bile beklemeden basıp gitmişti.
Adamın ona tanıdığı süreden bir haber Erdem ise yalnızca Aden’i bakıp içtenlikle gülümsedi. Yıllar sonra âşık olduğu kızın onu bu şekilde bulmasını beklemiyordu.
Hayat işte, gerçekten garip ve tesadüflerle doluydu.
🕯️
Helllooodur ballarım🤗💛
Ayyy nasılsınııız🤗
Umarım iyisinizdir 👉🏻👈🏻
Özleştik dimi 👉🏻👈🏻 bölüme rağmen hala buradasınız dimi 👉🏻👈🏻
Ay o kadar uzun zaman oldu ki buraya gelmeyeli, zihnimde yaşanılanları satırlar dökmeyeli… gerçekten özlemişim buraları…
Şu son zamanlarda hayatımın matematiğine hiç bilmediğim bir denklem dahil oldu ve ben bu denklemi çözmeye çalışırken en sevdiğim şeyi erteledim.
Burada olmayı erteledim…
Bunun için üzgünüm, ballarım 🥺
Sizi beklettiğim ve belki de sevdiğim tek şeyi bu kadar ertelediğim için önce sizden sonra da kendimden özür dilerim.
Fakat bugün attığım uzun soluklu bir bölümle biraz olsun gönlünüzü aldığıma inanıyoruummm. En azından aldığıma inanmak istiyorum…
Aldım mı👉🏻👈🏻
Yoksa atmam gereken bunun kadar uzun bölümler olmalı mııı
Her şey bir yana bundan sonraki süreçte iki haftada bir görüşeceğimizi temenni ediyorum.
Eski periyodunuza tam anlamıyla dönemesek de düzenli bölüm geldiği haftalarımıza geri dönüyoruz. 💃🏻 🪩 🕺🏻
Değişen tek şey hafta değil de iki haftada bir buluşacağımııızzz
Bunun sebebiyse benim yalnızca hava karardığında o meşhur bordo ikea mumunun kokusunda yazabilen bir ruh hastası olmam…
Ama olsun değil mi? Önemli olan o ruh hastasının yazmayı ertelememesi ve yazması. BİR AN ÖNCE YAZMASI!
Ay dün yani bölümü atmam gereken gün ‘Son düzenlemeleri içime sinmediği için birkaç ufak dokunuş yaptım. Bölüm o yüzden bugün geldi yoksa dün gelecekti.’ ne oldu biliyor musunuz?Arkadaşımdan bir tepki videosu aldım.
Bana şok içinde pusula kolyeli çocuğu sordu… Müge’nin flaşı verdiği çocuğu yani ADEN’İ KURTARAN ÇOCUĞUUUU
Yalancılar ve mumlarına yeni birileri mi dahil oluyor acaba 🤔 yoksa zaten en başından beri dahil miydiiii?? Kxmskxsmxksmxk
Ne düşünüyorsunuz merak ediyorummm.
Katile adım adım yaklaşıyoruz ve ben sizin katil şüphelilerinizi bile bilmiyorummm
Hadi yorunlarda benimle buluşun. Sizce İren Angı’nın katili kim? Sizin şüpheliniz kim?
Şimdi kaçıyoruumm ama mesajlarınızı büyük bir merakla okuyor olacağıımmm🥰🥰
İki hafta sonra tekrardan buluşmak dileğiyle.
Kendinize cici bakın ballarıımmm💛🍯
Seviliyorsunuz🫂
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 742 Okunma |
105 Oy |
0 Takip |
29 Bölümlü Kitap |