23. Bölüm

Yirmi Birinci Bölüm

Begüm Öztürk
begumozturuk

 

 

Gözlemci bakış açısı

Kaybetmeyi sevmezdi, Yavuz Bilgin. Hırslıydı, istediklerini elde etme konusunda gerekirse adice savaşırdı. Bu uğurda yoluna çıkanları harcar, kimsenin gözünün yaşına bakmazdı.

Oğullarının bile…

Ve onları da kendisi gibi yetiştirmek için çok çabalamıştı. Lakin karşısında, küçük kız çocuğuna sarılan kadına dünya üzerindeki tek kadınmış gibi bakan oğlunu gördükçe bu konuda ne kadar başarısız olduğunu anlayabiliyordu.

Oğlu en zehirli duyguya yenilmiş, kaybetmişti.

Savaş Bilgin aşka yenilmişti.

“Fazla vaktimiz yok!” dedi, oğlunun bakışlarına daha fazla dayanamayan Yavuz Bilgin.

Onların aşka bakış açıları farklıydı.

Yavuz Bilgin’e göre aşk iki bedende yaşanan basit bir duyguydu. Feda gerektirmez, drama içermezdi.

Fakat oğlu Savaş Bilgin’e göre aşk, bağlılıktı. İmkansızlıklara rağmen sevgiyi kalplerinde taşımaktı, ufacık bir umut kırıntısına tutunmaktı.

Kısacası saçmalıktı.

Savaş, babasının uyarısıyla duruşunu düzeltirken Aden kızından ayrıldı, doğruldu ve kızının elini sıkıca tuttu. “Yeğenin ile vedalaştıysan…”

Yeğenin demişti, Yavuz Bilgin ama yine de tereddütleri vardı. Oğullarının bir cinayetle suçlandığını öğrendiğinden beri araştırıyordu. O evi ve o evde bulunan diğer cinayet şüphelilerini. Bunlardan birisi de Aden Karaca’ydı.

Daha önce hiç evlilik yapmamış, çocuk sahibi olmamış Aden Karaca. Kayıtlarında böyle yazıyordu. Fakat bulduğundan beri babamı ve Aden’i istiyorum diye ağlayan küçük kız, Yavuz Bilgin’e kayıtların doğruluğunu sorgulatmış, ‘Acaba mı?’ dedirtmişti.

“Kızım…” diye düzeltti, Aden. İğrenircesine yüzünü buruşturdu, Yavuz Bilgin. Kabullenmekten kaçtığı bu iğrençlik midesini bulandırmıştı. Oğlunun çocuğu olan bir kadını mı seviyordu gerçekten?

Daha önce çocukları adına hiç bu kadar utanmamıştı, Yavuz Bilgin.

“Babası kim?” diye sordu babası belli mi der gibi. Savaş cümlenin altında yatan imayı sezdi, öfkeyle sıktı dişlerini.

Lakin her şeyden habersiz Selin. “Efe Çelen!” dedi, meydan okurcasına. Çocuklar hisseder derler ya, o da hissetmişti ve sevmemişti Yavuz Bilgin’i.

Kuşkuyla kaşlarını çattı, Yavuz Bilgin. Daha öncesinde bu ismi duyduğuna neredeyse emindi. Çok kısa bir anlığına düşündü, hafızasını yokladı ve çok geçmeden de hatırladı.

Efe Çelen.

Diğer bir cinayet şüphelisi, Efe Çelen. Oğlunun aynı çatı altında vakit geçirdiği insan, oğlunun sevdiği kadının eşi…

Tiksinircesine baktı oğluna, Yavuz Bilgin. “Çağır anneni! Gelsin alsın çocuğu…”

İçi içini yiyordu, Yavuz Bilginin. Öylesine bir öfkeyle dolmuştu ki içi Aden ve çocuğu şu an bu odada olmasaydı çoktan canına okumuştu oğlunun.

Adamın öfkesini hissetti, Selin. Korkuyla sindi Aden’in arkasına. “Ben seninle kalmak istiyorum, Aden.”

Aden ne yapacağını bilemeyerek eğildi Selin’in karşısında. O da bırakmak istemiyordu, Selin’i ama birazdan ifade vermeye gitmesi gerekecekti ve bu süre boyunca Yavuz Bilgin ile kalmasındansa İlknur anneyle kalmasını tercih ederdi.

Selin’e güven vermek istercesine iki elini de tuttu, Aden. “İlknur anneyle gidebilirsin, bebeğim.”

Aden ilk defa sesli bir şekilde İlknur anne diye hitap etmişti İlknur Bilgin’e, bunu her ne kadar farkında olmadan yapsa da Savaş’ın afallamasına neden olmuş, öfkesini tek bir kelimesiyle yok etmişti adeta.

“Annen mi o senin?” diye sordu, Selin. Aden şaşırdı. Az önce anne dediğinden bir haber “Hayır ama çok sevdiğim bir teyzem.” Diyerek tanıttı İlknur annesini. Ardından Selin’in kulağına eğildi ve “Senin beni sevdiğin gibi…” dedi. “Bende onu severdim.”

Selin annesiyle bağ kuramadan büyümüş bir bebekti. Bu yüzden uzaktı anne kavramına ama okulunda ve çevresinde gördüğü anne figürü ona hep Aden’i çağrıştırırdı.

Anneler korumacıydı, Aden’de onu korurdu.

Anneler huzurlu kokardı, Aden’de huzurlu kokardı.

Anneler sahan kahvaltılarını hazırlar, baba ile iyi anlaşırdı. Aden’de sabah kahvaltılarını hazırlar, Efe ile iyi anlaşırdı.

Ama en önemlisi anneler severdi ve Selin emindi ki Aden’de onu koşulsuz şartsız severdi.

Selin, Aden’in ellerinden kurtulup tekrar sıkıca sarıldı Aden’e. Huzurlu kokusunu solurken yumdu gözlerini ve Anne dedi ona.

Aden daha önce hiç duymamıştı ama Selin ona hep anne derdi aslında.

Tereddütle sordu, Selin. “Onunla güvende olur muyum?”

Onaylarcasına salladı kafasını Aden. “Benim yanımda olduğun kadar.”

İlknur anne, Aden’in koşulsuz şartsız güvendiği tek ebeveyndi. Selin onun yanında değilse İlknur anneyle kalmalı diye düşünmüştü, lakin bilmediği bir şey vardı. Konu oğullarıyken en az Yavuz Bilgin kadar gözü karaydı, İlknur Bilgin’in.

Durgunca kafasını salladı, Selin. “Merak etme, bebeğim. Her şey geçecek.” Aden, Selin’in gerginliğini alabilmek adına sarılışını kuvvetlendirip saçlarını okşadı, Savaş ise bu boşlukta annesini aramıştı.

Barış ve Müge’nin yığılmış bedenlerini güçlükle düzeltti, İlknur Bilgin. Boyunlarına şok iğnesini saplarken bu kadar çabuk yığılacaklarını tahmin edememişti, bu onun ilk deneyimiydi.

Eşini bundan bahsetmeyi nasıl atlamıştı?

Bedenlere bayılmışlar gibi doğal bir pozisyon verirken titreşimdeki telefonunu meşgule verdi İlknur Bilgin. Düşen aramayla sıranın Aden’e geleceğini biliyordu, Yavuz bunu defalarca söylemişti. Fakat daha o çığlık atıp etrafta yaygara bile kopartamamıştı.

Eşinin bu kadar hızlı hareket etmesine sinirlenip çığlık çığlığa bağırdı, İlknur Bilgin. Çığlıkları yardım çığlıklarını andırsa da için için Yavuz Bilgin’e olan öfkesiyle bağırıyordu aslında.

Sesi duyan birkaç polis memuru odaya damladı. “Yardım edin, ne olur! Oğluma bir şey oluyor!”

Barış Bilgin’in titreyen bedenine bakmalarıyla yardım çağırmaları bir oldu memurların. İlknur Bilgin ise kalabalığı fırsat bilip fenalaştığını bahane ederek sıyrılıvermişti olay yerinden.

Eşinin dediği her şeyi harfiyen yerine getirmişti, İlknur Bilgin. Artık geriye kalan son bir şey vardı. O da cebindeki fazlalık olan iğnenin sahibiyle buluşması.

Eşinin içerisinde bulunduğu odanın kapısına uzandığında derin bir nefes aldı, İlknur Bilgin. Yaptıklarını yakıştıramıyordu bir türlü kendine. Lakin Yavuz oğullarının suçsuz olduğunu kanıtlayabilmesi için bunu yapmak zorundaydı. Eşine vakit kazandırmak zorundaydı.

Kapı açıldı, İlknur Bilgin tüm güler yüzüyle içeriye girdi. Aden, İlknur anneyi fark eder etmez, Selin’in saçlarına uzun soluklu bir öpücük bıraktı hissetmiş gibi.

“Geleceğim, bebeğim. Çok uzun kalmayacağım, söz veriyorum.” Sözlerine inanarak salladı kafasını Selin. Hemen ardından da İlknur Bilgin’in onun için uzattığı eli tutarak kapıdan dışarıya çıktı.

“Beni iki dakika burada bekleyebilir misin?” Utanarak salladı kafasını, Selin. İlknur Bilgin’i tanımadığı için çekiniyordu ondan.

“Aferin sana…” dedi, küçük kızı cesaretlendirmek istercesine İlknur Bilgin. Ardından kapıyı hafifçe aralık bırakıp yıllardır özlemini duyduğu kızına sıkı sıkı sarıldı.

Aden bir anlığına beklenmedik sarılma karşısında afallasa da karşı koymadı, kollarını İlknur annesine sardı.

İlknur, Aden ilacın etkisiyle bayıldığında onu tutamamaktan endişe etti ve diğer eliyle oğlunu kendisine çekip onu da sarılışlarına dahil etti.

Savaş’ın bir eli annesinin omzunu sararken diğer eli tereddütle Aden’in sırtına dokundu. “Güzel kızım benim.” Dedi, İlknur Aden’in saçlarını okşarken. “Çok özledim seni…”

Oğluna sarılan eli cebine doğru indi. “O kadar uzun zamandır görmüyorum ki…” İğneyi cebinden çıkarttı. “Burnumda tütüyorsun.”

İğne ağır ağır Aden’in boynuna doğru havalanırken “Özür dilerim…” dedi, Aden. Beklenmedik özürle İlknur’un eli tereddütle titredi. “Daha sık gelmeliydim.”

“Asıl ben özür dilerim…” dedi, yapacaklarım için der gibi İlknur Bilgin. Aden garipseyerek İlknur Bilginden uzaklaştığında ise İlknur elindeki iğneyi sapladı Aden’in boynuna.

Aden korkuyla boynuna dokundu. Savaş ne olduğunu bile anlayamadan kollarına yığılan Aden’i tuttu ve İlknur Bilgin oğlunun yüzüne bile bakamadan çıkıp gitti odadan.

“Anne!” Diyebilmişti yalnızca arkasından ama artık her şey için çok geçti. Aden tekdüze nefesleriyle yummuştu gözünü.

Endişeyle çenesini kavradı, Savaş. Hafifçe salladı kafasını. “Aden! Aden, bana bak!”

“Bırak!” Dedi, tükürürcesine Yavuz Bilgin. “Duyamaz! İstese de seni duyamaz artık.”

Savaş’ın endişeli bakışları babasına doğru döndü. “Neden? Ne yaptınız ona?”

“Senin yapamadığını yaptık! Çektik ayağının altından.” Tiksinircesine konuşmuştu, Yavuz Bilgin.

İnanamayarak nabzını yokladı, Savaş. Nabzı hala vardı, onun kalbi hala atıyordu. “Ayağa kalk!”

Hipnotize olmuş bir şekilde ayağa kalktı, Savaş. “Bir gün onu da yapacağım. Senin için bir gün onu da yapmak zorunda kalacağım.”

“Baba…” dedi gözlerini Aden’in hareketsiz bedeninden alamayan Savaş. “Ona ne verdiniz?”

“Eşeğin sikini verdik! İşe yaramaz herif! Evli barklı lan o kadın!” Yavuz Bilgin içinde kontrol edemediği öfkesiyle en sonunda yapıştı oğlunun yakasına. “Evli ve çocuğu var. Basıyor mu lan senin kafan? Bu ne demek biliyor musun sen?”

“Baba…” dedi, Savaş transta gibi. Duymuyordu babasını, önemsemiyordu ne dediğini. Tek düşündüğü Aden’di. Tek umursadığı ona ne verdikleriydi. “Ona ne verdiniz?”

Yavuz Bilgin yakasını bıraktı oğlunun. Hafifçe geriledi ve Savaş’ın bedenini yere savuracak yumruğu atmadan önce tüm gücünü toparladı.

Çenesine yediği sert yumrukla sarsılarak düştü Savaş yere. “Ahlaksız herif!” İğrenircesine tükürdü Yavuz Bilgin. “Hadi gurursuzsun. Anladık orasını, zavallısın ama biraz ya biraz bile mi ahlakın yok senin. Böyle mi yetiştirdim ben seni? Milletin karısına göz koy diye mi savcı yaptım ben seni?”

Babasının iğrenç imzasıyla yumdu gözlerini Savaş. Hissettiği bağlılığın dışarıdan ne kadar iğrenç göründüğünü ilk defa birisi vurmuştu yüzüne ve bu o kadar çok ağrına gitmişti ağzını açıp da iki cümle kuramamıştı babasına karşı.

“Kendine geleceksin! Duydun mu beni? Bir cumhuriyet savcısı gibi davranacaksın!” Her kelimesinin üzerine bastıra bastıra devam etti, Yavuz Bilgin. “Milletin karısına göz koymayacaksın! Adam olacaksın!”

 

 

 

 

(Burada biraz mola verebilirsiniz ballarııımmm 🍯💛)

 

 

 

Aden Karaca

Hastanenin boş koridorunda tekerlekli sandalyeyle ilerliyordum. Beni süren bir hemşirenin dışında iki polis memuruyla beraber.

Buraya nasıl gelmiştim, bilmiyordum.

Ne zamandır buradaydım, onu da bilmiyordum. Hatırladığım son şey Selin’e son defa sarılıp onu İlknur anneye teslim ettiğimdi. Daha sonrası ise karanlıktı.

“Bu son değil mi? Merkeze bilgi geçmemiz gerekiyor.” Dedi polis memurlarından birisi asansöre girdiğimiz sırada. Hemşire eksi birinci katı tuşlarken “Dediğim gibi, efendim. Bu son kontrolü. Eğer doktoru bir sorun olmadığını söylerse hastayı taburcu edebileceğiz.”

“Edersiniz artık bence.” dedi iğneleyici bir tavırla diğer polis memuru. “Travma sonrası bilmem neyi diye diye iki gündür prensesler gibi uyutuyorsunuz zaten. Uykusunu almış, kendisine gelmiştir artık.”

İki gündür uyutuluyor muydum?

Ağır ağır kırpıştırdım gözlerimi. Duyduklarıma şaşırmıştım lakin tepki veremeyecek kadar yorgun, mimiklerimi kontrol edemeyecek kadar hissizdim.

“Bilmiyorum, efendim. Ben sadece bana söyleneni yapıyorum.” Dedi, hemşire mahcupça. Polis memurlarının karşında neden bu kadar ezilip büzülüyordu, anlamıyordum. O dediği gibi yalnızca çalışandı, ben bile neden iki gün boyunca uyutulduğumu bilmiyorken o nereden bilecekti ki?

“Umarım öyledir. Adaleti oyaladığınıza dair en ufak bir şey yakalayayım, bir işiniz kalmaz zaten!”

Sinirle dudaklarımı aralamak istedim. Kızın hiçbir şey bildiği yoktu işte, sırf alttan alıyor diye bu kadar üzerine gidemezlerdi.

Lakin ağzımı açıp da konuşmak bir yana dursun ses dahi çıkaramamıştım. Yüzüme felç inmiş gibiydi, sadece yüzüme de değil sanki tepeden tırnağa vücudumun her bir zerresine felç inmişti.

Korkuyla parmaklarımı oynatmayı denedim, ufak bir kıpırdama vardı ama hepsi bundan ibaretti.

Ne oluyordu, anlamıyordum.

Böyle bir şey nasıl olabilirdi, çözemiyordum.

Gözümü açtığım andan beri bu haldeydim. Vücudumu kontrol edemiyor, konuşamıyordum. Oysaki bu hastanede uyanmadan öncesinde sağlığım gayet yerindeydi, ben gayet kendimdeydim.

Asansör eksi katta durdu, memurlarla beraber kabinden indik. Bildiğim tek şey iki gündür uyutulduğumdu. Tüm bunlar uyutulmaktan olur muydu, hiç sanmıyordum.

Yorgun hissetmememin sebebi bu olabilirdi belki ama ben yalnızca yorgun hissetmiyordum. Aynı zamanda hareket de edemiyordum.

Sandalyem MR olduğunu belirtmek için bir a4 kâğıdı yapıştırılmış kapının önünde durduğunda korku tüm hücrelerime nüfus etti. İçimden bir ses o odaya girmemem gerektiğini söylüyordu, hatta söylemiyor bas bas bağırıyordu.

“Efendim, sizi içeri alamayacağım. Lütfen burada bekleyin.”

Korkuyla nefesimi tuttum, benimle olurlarsa kendimi daha güvende hissederdim.

Lütfen itiraz etsinler… diye geçirdim içimden.

Lütfen benimle gelsinler…

Ama onlar itiraz etmedi. Yalnızca homurdandılar. Hemşire sandalyemi MR görünümlü odanın içine ittirirken polis memurları hiçbir şey yapmadı, sadece homurdandı.

Parmaklarım ufakta olsa hareket halinde olduğu için hiç düşünmeden sessiz yardım çığlığı olan yumruk haline getirmeye çalışmıştım, lakin yetişememiştim.

Hemşire benden hızlı davranmış, kapıyı arkamızdan kapatmıştı.

Lanet olsun!

Bakışlarım endişeyle taradı dört bir tarafımı. Neden burada olduğumu, bana ne yapacaklarını anlayabilecekmişim gibi salak gibi bakınmıştım etrafıma.

Lakin her şey öyle olması gerektiği gibiydi ki aletlerden tutun, oda düzenine kadar dikkatimi çeken hiçbir şey olmamıştı. Gerçi tabi ki her şey olması gerektiği gibi olacaktı, şüphe çekmemek için kusursuz çalışmak zorundaydılar.

Hemşire ses çıkarmamaya gayret ederek kapıyı arkamızdan kilitlediğinde ürkek bir nefes aldım. Ya İmaraniks Projesi gibi gizli yürütülen bir deneye kurban edilirsem, ya bende o gencecik çocuklar gibi insanlık dışı projeleri kobayı olursam?

Çocukların başına gelenler gözlerimin önüne geldi, tüylerim ürpermişti. Bu devirde böylesine bir vahşeti nasıl yaşamıştık hala inanamıyordum.

“Geri zekalılar!” dedi, birden kadın hiç beklemediğim bir anda. “Güçleri bir tek bizim gibilere yetiyor.”

Ben sesiyle korkunç düşüncelerimden ayrılırken kadın cebinden bir iğne çıkarttı. O iğneyle ne yapacaktı? “Böylelerinin hepsini öldürmek istiyorum. Keşke Ercüment Çözer gerçekten var olsa da bunun gibi saygısızlar hak ettiklerini bulsa…”

Kadın iğnenin ucunu açarken gerginliğim artıyordu. Umarım o iğneyi kendisine vururdu. “Bilmiyorum, diyorum.” Dedi, kadın iğneyi koluma saplarken. “Ne zaman taburcu olacağınızı, bilmiyorum. Nereden bilebilirim ki emir kuluyum yalnızca ben.”

Enjektördeki sıvı kanıma karışırken gözlerimi yumdum, sanırım ölecektim. “Bana ne deniyorsa onu yapıyorum. Okutmam gereken bir çocuğum var benim, tabi ki emirlere uyacağım. Ne yapmamı bekliyorlar anlamıyorum. Adaletçi değilim ki ben, sağlıkçıyım…”

Vedalaşsaydım bari. Tamam, vedaları sevmezdim ama izin verseydiler de son kez sarılsaydım onlara. Son kez öpseydim bebeğimi, son kez sarılsaydım Efe’ye, Selin’e iyi bakmasını söyleseydim ona, ruhumun hep kollayacağını söyleseydim onlara…

Affetseydim Savaş’ı, kalbimden hiç çıkmadığını söyleseydim ona, son kez öpseydim onu, son kez sevseydi beni…

Sadece birkaç dakika verselerdi bana, sadece birkaç dakika…

Sandalyem ittirilmeye başlarken iç çektim. Bir mezarım bile olmayacaktı, değil mi? Bedenim burada çürüyecekti.

“Adalet pek bana göre değil zaten. Ben daha insanlara yardım eden olmayı seviyorum.” Kadın konuşmaya devam ettikçe avazım çıktığı kadar ağlamak istiyordum.

“Mesela siz hukuk okuyormuşsunuz. Eminim ki çok zordur. Katilini de savunacaksınız, suçlusunu da. Öyleydi yani değil mi? Önce avukat olunuyordu daha sonra savcı ya da hâkim… Hakimlik havalı aslında. Hâkimde olabilirdim ben. Vururdum tokmağımı pat pat…”

Eğer ölmeden önce duyacağım son nefesin kime ait olacağı sorulsaydı bana. Kesinlikle seçmezdim bu kadını… Kesinlikle!

“Ay, hayali güzel aslında… İçim garip bir huzurla doldu, biliyor musunuz?”

Kimi seçerdim acaba?

Gerçekten böyle bir imkânım olsaydı ölmeden önce kimin sesini duymak isterdim?

Sorumun cevabı çok açıktı aslında. Kapalı gözlerime yansıdı varlığı. Bir kolunu kafasının altına almış uzanıyordu yanımda, görüntüsü öyle gerçekçiydi ki dokunsam hissedecektim sanki onu.

Tavana diktiği koyu yeşil gözlerinden, hafif kavisli burnuna, oradan da dolgun dudaklarında indi bakışlarım.

Derin bir nefes aldım. Bu anda sonsuza kadar kalabilirdim. Hem konuşmasına da gerek yoktu. Ben onun nefes alışverişiyle de yetinirdim.

Ukalaca kıvrıldı Savaş’ın dudakları, ne olduğunu anlamayarak taşıdım bakışlarımı gözlerine.

“Beni izlediğini hızlanan nefesinden anlıyorum, küçük kız.”

Savaş’ın bakışları gözlerime indiğimde nefesimi tuttum. Gözlerimi açıp da bu andan ayrılmak istemiyordum, son saniyelerimi onun yanında geçirmek istiyordum.

Savaş’ın eli yanağıma dokundu. “Nefes al…” Alnını alnıma yaklaştırdı. “Nefes al, Aden…” şuursuzca yerine getirdim sanki isteğini. Derin bir nefes bahşettim göğsüme.

Bu hoşuna gitmişti, Savaş’ın “Her dediğimi yapacak mısın böyle?”

“ıhı…” dedim, yatakta hafifçe kayıp dudağımı dudağına sürterken “Ne istersen yapacağım.” Açık ara en ahlaksız teklifimi yaparken korkuyla araladım gözlerimi.

Çünkü GÖRDÜKLERİM HAYAL OLAMAYACAK KADAR GERÇEKTİ! O kadar gerçekti ki bu anın ilerleyen dakikalarında Savaş’ın verdiği sıcak nefesi şu an dudaklarımı kavuruyordu.

Kahretsin, yanaklarım alev alevdi. Buz kesmiş ellerim bilinçsizce yanaklarıma dokundu, irkilerek yerimden sıçradım.

Hareket edebiliyordum…

“İyi misiniz?” Endişeyle üzerime eğildi kadın. Ellerimi ileriye doğru uzatıp bileklerimi döndürdüm, gerçekten hareket edebiliyordum.

“Ah ilaç etkisini göstermeye başlamış… Bende bir şey oldu sanmıştım.” Kadın sandalyemi tekrar itmeye başladığında dudaklarım dehşetle aralandı.

Kendimi öleceğime o kadar inandırmıştım ki kadının birkaç dakikadır beni nereye doğru ilerlettiğine bakmamıştım bile.

Aptal kafam! Salak gibi gözlerimi yumduğum için kadının beni soktuğu klostrofobimi azdıracak kadar dar, loş bu koridoru fark etmemiş, ölümüme resmen güle oynaya ilerlemiştim.

Kadın birkaç adım ötemizde duran tek kapıya -siyah çelik kapıya- doğru ilerlerken, kaçmak için şansımın olup olmadığını düşündüm.

Daha öncesinde kendimi hiç savunmamıştım. Bu yüzden kadını nasıl indirebilirdim, bilmiyordum. Çığlık atsam sesim memurlara ulaşır mıydı, ondan da emin değildim. MR odası nerede kalıyordu onu bile bilmiyordum.

Lakin demek zorundaydım. Acilen bir şeyler yapmak zorundaydım.

Hissettiğim cesaretle sandalyenin kenarlarına tutundum, tam kendimi kaldırıp kadını ittirecektim ki onun sesiyle duymuş, olduğum yerde kalmıştım.

“Nerede baba… Aden nerede?”

Savaş…

Yine hayal mi görüyordum yoksa Savaş gerçekten o kapının ardında mıydı, bilmiyordum ama bunu öğrenmenin tek bir yolu vardı. Kadın yaka kartını uzatıp kapıya okuturken hareket dahi etmeden ağır ağır açılan çelik kapının ardında göreceklerimi merakla bekledim.

Toplantı odasına benzeyen odada gördüğüm ilk şey öfkeyle önüne gelen sandalyeyi ittiren Savaş olmuştu. Daha sonrasında ise Barış’ın göğsüne sinen Müge’yi ve bana itici bir gülümsemeyle “Hoş geldin.” Diyen Yavuz Bilgin’i görmüştüm.

O gerçekten buradaydı, Savaş buradaydı…

Yavuz Bilgin’in bakışlarının takip eden Savaş, beni fark ettiği an omuzlarını düşürdü, rahatlarcasına vermişti nefesini.

“Burada sevgilin. Al!” Tükürürcesine konuştu Yavuz Bilgin. Lakin Savaş babasını duymadı ya da duymazlıktan geldi, emin değilim.

Emin olduğum tek şey beni gördüğüne sevinmesiydi. Hatta o kadar sevinmişti ki saniyeler içerisinde yanıma gelip dizlerinin üzerine çökmüştü. “İyi misin?”

Saçlarıma dokunmak için uzanan elli havada asılı kaldı. Savaş sanki ona yasakmışım gibi gözlerini yumup yumruk haline getirdiği elini dizine indirirken dudaklarımı büzdüm.

Sarılmayacak mıydı?

Beni bu kadar merak ediyorsa, şu an bana sarılmalıydı.

Savaş gözlerini açıp derin bir nefes verdiğinde “Bir şey yaptılar mı sana?” diye sordu. “Canını yaktılar mı?”

Pekâlâ… Anlaşılan o sarılmayacaktı.

Savaş’ın sorularını havada bırakarak sandalyenin en ucuna kaydım, o düşeceğimi zannedip ellerini iki yana açarken ben zaten sandalyemin dibinde olan bedenine doğru atıldım. Kollarım sıkıca boynuna dolandı.

Şu son birkaç gündür yaşadıklarım ben şu an ne yaşıyorum dedirtiyordu ve üzgünüm ki şu an birinin yanımda olduğunu hissetmeye ihtiyacım vardı.

İren ölmüştü ya… En yakın arkadaşlarımdan birisi ölmüştü. Hatta ölmemiş, öldürülmüştü. Seneler sonra tekrar bir araya gelmemiz bize unutamayacağımız bir ölüm bahşetmişti. Üstelik onu öldürmekle suçlanan bizdik.

Onu bizim öldürdüğümüzü düşünüyorlardı.

Ve ben onu öldürüp öldürmediğimi bile bilmiyorken ifadeye alınmıştım. Dudaklarımdan çıkacak tek yanlış kelime beni tüm sevdiklerimden ayrı bir ömre mahkûm edebilirdi ve ben bu yüzden suçlu gibi susmayı tercih etmiştim.

Olumsuz anlamda salladım kafamı, kendimi kandırıyordum.

Susmamın sebebi yanlış bir şey söylemekten korkmam değildi, gerçekten onun katili olduğumu düşünmemdi. Çünkü kendime itiraf edemezsem de için için biliyordum ki…

Ben İren Angı’nın ölmesini gerçekten istemiştim…

Ben onu öldürmeyi gerçekten çok istemiştim…

Yüzleştiklerim kalbime ağır gelirken kollarımı daha sıkı sardım Savaş’ın boynuna. Lakin onun kolları havada asılıydı hala. Sarılışıma karşılık vermemişti, vermiyordu da.

Daha İren’in ölümünü atlatamamışken Efe’nin yaralandığını görmüştüm. Hissettiğim vicdan azabı öyle büyüktü ki gitmek istediğinde onunla gitmediğim için kendimden nefret ediyordum. Eğer o gece beni korumak için geri dönmeseydi o hiç yaralanmayacaktı, iyi olacaktı…

Şimdi nasıldı, iyi miydi bilmiyordum bile. Onu görmek istiyordum. Nasıl olduğunu öğrenmek istiyordum.

Kontrolsüzce titreyen nefesimi verdim. Onlarla tekrardan buluşmanın bu kadar zararlı olabileceğini hiç düşünmemiştim oysaki…

Savaş, nefesimle sardı kollarını belime. Bir eli belimi diğer bir eli saçlarımdan boynumu sıkıca kavrarken pes edercesine eğmişti kafasını boyun çukuruma doğru. “Çok korktum…”

Tükenmiş sesi içime işlerken o devam etti. “Seni yine kaybedeceğim diye çok korktum, Aden.”

Baş parmağım hafifçe sırtını okşarken kafamı, kafasının üzerine yatırdım. Bu sarılmaya sadece benim ihtiyacım var sanmıştım, yanılmışım.

“Yapamıyorum…” dedi, tek nefeste. “Sensiz yapamıyorum.”

Beklenmedik itirafıyla yumdum gözlerimi. Kelimeleri içime işlesin istiyordum. Duyduğum tek ses onun sesi, hissettiği tek şey onun varlığı olsun istiyordum.

Kafasını hafifçe kaldırdı, Savaş. Tenime değen sakalları nefesimi hızlandırırken o uzun uzun soludu kokumu. “Birazdan bana Efe’yi soracağını bilmeme rağmen önce beni sorarsın diye umut etmeden duramıyorum...” Saçlarına uzandı elim. Lakin dokunamadan “Zavallıymışım, öyle diyor babam.” Dedi, zavallı olduğuna inanıyormuş gibi.

“Haklıda aslında. Bir düzen kuruyorsun, sonra ben geliyorum ve kurduğun o düzende yer edinmek istiyorum.” Burnunu sürttü Savaş yavaşça boynuma. Nefesim cüretkâr hareketiyle teklerken elim şuursuzca saçlarına uzandı, hafifçe çektim.

Savaş’ın tepkimle derin bir nefes aldı, verdiği nefesinin sıcaklıyla yandı tenim. “Sadece benim olmanı, tekrar bana ait olmanı istiyorum.”

Sözlerinin arasına girip onu durdurmuyordum. Lakin bedenimde kurduğu hakimiyete verdiğim tepkiler onu duraksatıyordu. Sanki temaslarından hala deli gibi etkileniyor olmam onu şaşırtıyormuş gibi, sanki kolları arasında olduğuma inanamıyormuş gibi.

Savaş’ın parmakları bel çukuruma baskı uyguladığında parmaklarımı kontrolsüzce sırtına bastırdım. “Duyamadığım her kalp atışını kıskanıyorum.”

Duyuyor muydu, sanmıyordum ama kıskandığı kalbim şu an onun için çıldırmış gibi atıyordu. “Ne haddime ama değil mi?” Acırcasına güldü kendisine oysaki bir kez olsun elini göğsümün üzerine koysa anlardı söylediği her şeye haddi olduğunu. “Bunların hiçbirine hakkım yok, biliyorum. Senden beni affetmeni de istemiyorum. Çünkü bende kendimi affedemiyorum, Aden… Sadece bil istiyorum, seni sevmekten hiçbir zaman vazgeçmediğimi bil istiyorum.”

Kalbim her kelimesine erirken zihnim yalnızca Bahar’ı düşündü. Dudakları beni sevmekten hiçbir zaman vazgeçmediğini söylüyordu ama hayatında da birisi vardı.

Omzuna baskı uygulayan parmaklarım gevşerken “Bahar yalnızca arkadaşım.” Dedi, Savaş. “Seni kıskandırmak için bana yardım ediyordu sadece ve eğer o gün tuvalette beni öpmemiş olsaydın söyleyecektim sana da…”

Dudaklarımda varla yok arası bir gülümseme peydahlandı, zihnimden geçenleri okuyormuş gibi cevaplamasına şaşırmıştım. “Ama öpünce… Bu saçmalık iyi bir fikirmiş gibi gelmişti. Biliyorum çok aptalcaydı.” Utanarak alnını omzuma dayadı. Bu hareketiyle kıkırdadım, elim saçlarını okşarken dudaklarımda varlığını inatla koruyan gülümseme engel olamıyordum.

Oyun muydu yani her şey?

Nasıl düşmüştüm ben bu oyuna, inanamıyordum kendime…

“Eğleniyor musun, küçük hanım?” diye sordu tatlı tatlı.

Ondan iki yaş küçük olduğum için çocukken de böyle hitap ederdi bana.

Küçük hanım…

Onaylarcasına salladım kafamı, gülümseyerek verdi nefesini Savaş. Bahar ile ilgili gelen itirafından sonra sıra bana gelmişti ki araladığım dudaklarımı “Edep nedir bilir misiniz siz?” diyen Yavuz Bilgin’in sesi geri kapatmıştı.

İrkilerek açtığım gözlerimle bastonuyla bize doğru yaklaşan Yavuz Bilgin’i görmem bir olmuştu. Lakin o bize değil, hala arkamızda olan hemşireye bakıyordu. “Yardımınız için teşekkürler İclal Hanım, gerisini ben halledeceğim.”

İclal Hanım dediği hemşire kız “Ay, Yavuz Bey…” dedi mest olurcasına. “Çok güzeller…”

Kaşlarını çattı, Yavuz Bilgin. Hemşirede fark etmiş olacak ki özür dilerek çıkmıştı dışarı. Adam yalnızca bize değil, herkese korku salıyordu.

Gerilerek kollarımı Savaş’ın üzerinden çekerken Savaş yakamın açık bıraktığı boyun çukurumdan öpmüştü son kez.

Tenime bıraktığı izler içimi cayır cayır yakıyordu sanki. Onu tekrardan hissetmeyi öyle çok özlemiştim ki bize doğru çatık kaşlarıyla ilerleyen Yavuz Bilgin’i görmeseydim asla izin vermezdim benden uzaklaşmasına.

“Ayrılın! Daha fazla tahammül edemeyeceğim ikinizine.” Bastonun ucunu Savaş’ın sırtına vurdu Yavuz Bilgin. “Ayrıl çabuk, evli barklı kadından!”

Savaş kafasını kaldırdı, aramıza biraz mesafe koysa da ellerim hala omzunda olacak şekilde yakındık birbirimize. “Utanmaz! Böyle mi yetiştirdim ben sizi! Evli barklı kadınlara yaklaşın diye mi getirdim bu yaşa sizi!”

Yavuz Bilgin evli olduğumu her kelimesinde vurgularken Savaş gözlerini yumdu, duymaya dayanamıyormuş gibi.

“Terbiyesiz… Terbiyesizler! İki oğlumu da adam edememişim ki ben…” Yavuz Bilgin bize arkasını dönüp ilerlerken Savaş’ın kasılan çenesini fark ettim. Dişlerini öyle çok sıkıyordu ki çenesini kıracaktı.

Boynundan çenesine çıkarttım ellerimi, gözlerini açmadan nefesini verdi Savaş.

Az önce bana affedilmeye layık olmadığıyla ilgili bir şeyler gevelemişti ya hani, bence fazla önyargılı davranıyordu.

Kalbim hala en ufak teması için bu kadar delirirken böylesine keskin vargıya varmak, aptallık olurdu. Tamam, biliyordum. Onu bir anda aklayamazdım içimde belki ama artık bilmek istiyordum.

Neden gittiğini bilmek istiyordum.

Yavuz Bilgin’in arkasına dönmesini fırsat bildim. Burnumu çok kısa bir süreliğine çocukken -ağrıyan çenemden dolayı konuşamadığım zamanlarda- yaptığım gibi sürttüm burnuna.

Şaşkınlıkla gözlerini açtı, Savaş.

“Biri gider daha yeni nişan atmış bir kadının saçını okşar, diğeri evi çocuklu bir kadına sarılır… Ve suphanallah ve suphanallah…”

“Bakma öyle…” dedim, ciddi kalmaya çalışarak ama yapamıyordum, gülümsememi söndüremiyordum. “Bu seni affettiğim anlamına gelmiyor.” Yavuz Bilgin duymasın diye fısıldıyordum. “Sadece konuşacağız.”

Savaş’ın gülümsemesi derinleşti. Gözleri yüzümün her zerresinde uzun uzun gezindi.

“Suç sadece benim oğullarımda değil ama ben daha oğullarıma söz geçiremiyorum ki sizden peşlerini bırakmanızı isteyeyim... Değil mi ama?”

“Baba!” dedi aynı anda ikizler. “Baba ya… Baba tabi… Geldim sonunda aklınıza. Bir an kendimi yalı kazığı sanmıştım, değişmişim neyse ki. Yoksa siz cinayetten hüküm giymeyin diye kim toplayacaktı götünüzü, değil mi?”

“Sahi…” dedi, Savaş kollarımdan uzaklaşırken. “Bizim burada ne işimiz var, baba?” Savaş babasına dönmeden kolumdan tutup beni de kaldırdı ayağa.

“Biz neden sorgulanmıyoruz?” Savaş bana bir sandalye çekti, hiçbir şey demeden oturdum çektiği sandalyeye. “Biz neden iki gündür uyutuluyoruz, baba?”

“Çünkü oğlum, siz paşalar gibi ifade verebilin diye çilekeş babanızın cinayeti kimin işlediğini bulması gerekiyordu.”

“Buldun mu?” diye atıldı, merakla Barış.

“Neden? Sen polis misin?” diye sordu, Savaş babasına doğru tehditkâr bir şekilde ilerlerken. “Bu senin görevin mi?” Savaş farkında olmadan yükseltmişti sesini.

“Hayır!” Gerinerek çıktı Savaş’ın karşısına, Yavuz Bilgin. “Ama babayım ya hani. Babalar böyle yapar, oğullarımın paçasına çamur değmesin diye uğraşırlar...”

“Hayır.” İtiraz etti, Savaş. “Benzemezsin sen pek o babalara. Bu kadar uğraşıyorsan, vardır bunun altında yatan bir sebebin.”

“Ne gibi bir sebebim olabilir, oğlum? Ne saçmalıyorsun sen?” Yavuz Bilgin’in sesine yansıyan tedirginlik beni şüpheye düşürdü. Acaba mı? Dedirtti.

“Bilmem... Bizim yaptığımızı düşünmüş, olabilir misin? Ya da birimizin bunu yapacağından emin olmuş olabilir misin? Yoksa sende mi öğrendin beni kimin tehdit ettiğini? Ya da dur, nereden öğreneceksin ki? Hiçbir zaman bu kadar hızlı olmamıştın, şimdi de olamazsın. Tabi daha öncesinden bilmiyorsan… Biliyor muydun, baba? En başından beri biliyor muydun?”

“Yürüme üzerime, denyuz!” geriye doğru bir iki adım geriledi, Yavuz Bilgin. “Ne öğreneceğim ne bileceğim ben! Korktum sadece. Başınıza bir şey gelmesinden korktum. Ne olup bittiğini anlayana kadar da uyumanızı istedim. Hepsi bu, bu kadar!”

Savaş’ı kim, neden tehdit etmişti anlamamıştım. Lakin içimdeki garip ses Yavuz Bilgin’in bunu bildiğine emindi.

“Savaş yeter!” Barış olduğu yerden kalkıp Müge’yi yalnız bıraktı. “Bu şekilde bir yere varamayız.” Savaş ve babasının arasına girdi, Barış.

“Bizden ne yapmamızı istiyorsun, baba?”

Yavuz Bilgin, kibirle kaldırdı göğsünü. Oğullarından birinin hala ağzının içine bakıyor olmasından dört köşe olmuştu resmen. “Aklın yolu bir işte. Keşke sende biraz kardeşine benzeseydin.” Kısa bir süreliğine gözlerini yumup derin bir nefes aldı Savaş. Sakinleşmeye çalışıyordu. Fakat Yavuz Bilgin’e karşı sakinliğini ne kadar koruyabilirdi, büyük bir muammaydı.

“Her neyse…” dedi, Yavuz Bilgin bana ve Müge’ye bakarken. “Katilin kim olduğunu bulamadım. Ona dair hiçbir iz yok maalesef ki… Bu yüzden benim yöntemlerimle ilerleyeceksiniz. Tahmin edebildiğiniz üzere Atlas Yücel şu an kasten adam yaralamaktan yargılanıyor ve ...” Bakışları tamamen Mügeye döndü. “Sizden istediğim… Yatış süresine azıcık müdahale etmemeniz…”

Dayanamayarak odayı inletecek bir kahkaha attı, Savaş. “Baba…” dedi, daha sonra gülüşlerine engel olarak. “Baba… Bak buramdayım, baba.” Sertçe vurdu çenesine elini. “Sana saygım var. Fakat sabrımın da bir sınırı var, baba… Yalan ifade vermek ne demek, gözünü seveyim… Bir de ufak bir şeymiş gibi yatış süresine azıcık müdahale etmenizi istiyorum diyorsun, azıcık diyorsun… Aklımı kaçıracağım. Yemin olsun, aklımı kaçıracağım, baba…”

“Neden? Kayalıklara ittiğiniz kız için bülbül gibi şakımadınız mı hepiniz? Sakat bıraktığınız kızın acılı annesi mahkeme koridorlarında hüngür hüngür ağlarken gözlerinin içine bakıp da biz yapmadık demediniz mi? Şimdi ne değişti?”

“Ben değiştim, baba!” diye haykırdı adeta, Savaş. “Savcıyım ben, farkındasın değil mi?” Savaş korkusuzca babasının karşına dikilmeye çalıştığında Barış onu durdurmak adına karnından ittirdi. Lakin ikisinin de eşit gücü yüzünden hareket eden hiç kimse olmamıştı.

“Senin yanıltmaya çalıştığın o adaletin…” Savaş tekrar babasının üzerine atılmaya çalıştığında Barış tüm gücüyle Savaş’ı babasından uzak tutmaya çalışsa da öylece oturmaya içim el vermedi, olduğum yerden kalktım ve Barış’ın aksine hiçbir güç uygulamadan yalnızca Savaş’ın elini tuttum.

Savaş duraksadı, lakin bozuntuya vermeden elimi sıkıca kavrardı ve daha sakinleşmiş bir şekilde konuşmaya devam etti. “Bir parçasıyım!” Barış, Savaş’ın sakinliğiyle afallayarak geri çekildi.

Ardından gözleri beni buldu ve az önce kanla başla verdiği çabanın ne kadar gereksiz olduğunu fark etti. İsyan edercesine iki yana açtığı elleri Müge’ye doğru döndüğünde bakışlarımı kaçırdım.

Onu biraz daha izlemeye devam edersem kahkahalara boğulacaktım ve Savaş bu kadar sinirliyken bunun sırası hiç değildi.

“Bizi iki gün boyunca yok yere uyutman bile suçken gözünü seveyim bizden daha fazla suç işlememizi isteme bizden baba…”

“Şuna bak!” dedi, tiksinircesine Yavuz Bilgin. “Bu musun, oğlum sen? Bir kadının tek bir dokunuşa sakinleşecek misin? Ne oldu adalet bekçiliğine ne oldu öfkene? Bitti mi hepsi? Bu kadar kolay mıymış ya seni köpek etmek? Adam ol, azıcık! Adam!”

Öfkeyle Savaş’ın elini sıktım bilinçsizce. Ruh hastası adam. Resmen ona olan öfkesi durulduğu için kızıyordu oğluna. Keşke gücümün yeteceğini bilseydim de bir tane asılsaydım suratına…

“Ayrıca istiyorum, efendim. İster güzellikle ister zorla. Hepiniz paşa paşa gideceksiniz, Atlas Yücel’in aleyhine ifade vereceksin. O herif sizin için içeride çürüyecek, sizde benim sayemde gününüzü gün edeceksiniz. Bu kadar!”

Savaş’ın tepkisizliği Yavuz Bilgin’in son sözleriyle bozuldu. “Ama istersen Efe’yi sokalım içeriye, sevgili oğlum. Önün açılır senin de ferahlarsın!” Savaş, dudaklarına götürdüğü elimin tersini öperken “Bana yalnızca on saniye ver, güzelim.” dedi izin ister gibi.

Fakat ben daha ne olduğunu anlamadan elimi bıraktı, Barış’ın da gerilemesini fırsat bildi ve Yavuz Bilgin’in çenesine sertçe bir yumruk geçirdi.

Yavuz Bilgin dengesini koruyamayıp yere düşerken dehşetle aralanan dudaklarımı elimle gizledim. “Ödeştik.” Dedi önce normal bir şey yapmış gibi Savaş.

Daha sonra da “Bunu daha önce yapmalıydım. Bana verdiğin tek sözü tutmadığında…” diye ekledi.

Şok içerisinde bakıyordum ona. Babası uzandığı yerde acıyla inlerken o hala üsten üsten bakmaya devam ediyordu. Öyle rahat, öyle vurdumduymazdı ki resmen inanamıyordum.

Barış, babasını kaldırmak için atıldı, Müge korkuyla Yavuz Bilgin’e yaklaştı. Lakin Savaş hiçbir şey yapmadan öylece bakmaya devam etti.

“Bu sefer senin istediğin gibi olmayacak, baba…” Üzerimdeki şaşkınlığı atıp yardım edebileceğim bir şey var mı diye Yavuz Bilgin’e yaklaşırken Savaş tek eliyle beni durdurdu. “Hiçbirimiz yalan ifade vermeyeceğiz. Bir insanın hayatını daha içine sıçmayacağız.”

Boştaki elimi tuttu tekrar, Savaş. O tutana kadar diğer elimin hala dudaklarımı örttüğünü unutacak kadar şaşkındım.

Elimi dudaklarımdan indirdim. “Bu sefer hak eden çekecek cezasını.” Savaş’ın gözleri hepimize döndü sırasıyla. “Umarım sizde benimle aynı fikirdesinizdir.”

Barış, yeter artık dercesine kaldırdı kafasını. Lakin görmezden geldi onu Savaş. “Ayrıca bir daha onun hakkında konuşacak olursan, öncesinde çok iyi düşün. Ağzından çıkan her bir kelimenin sana sağlam bir çene bırakıp bırakmayacağını o her şeyi bilen aklında önce tart, sonra söyle. Çünkü bir daha buna müsaade etmeyeceğim, baba…”

Duymazdan geldi, Yavuz Bilgin oğlunun tehditlerini. Korkmuyordu ondan, emindi sanki hiçbir şey yapamayacağından.

“Sus artık!” dedi Barış adata dişlerinin arasından tıslayarak.

Savaş aldırış etmedi, ona. Omzunu silkti yüklerinden arınmış gibi ve tuttuğu elimi çekiştirerek ilerlemeye çalıştı. Lakin ben hareket edememiştim. Gözlerim hala acıyla kıvranan Yavuz Bilgin’in üzerindeyken donup kalmıştım.

Bu onu ilk defa birisiyle yumruk yumruğa görüşüm değildi, farkındaydım ama karşısındakinin babası olduğunun da farkındaydım. Biz lisede değildik ve Savaş öfkesini bu şekilde kusacak yaşları çoktan geçmişti.

Onun için üzüldüğüm için mi, yoksa Savaş’ın öfkesinden korktuğum için miydi bilmiyordum ama içim garip bir hüzünle burkulmuştu.

Savaş elimi bıraktı, sabır dilercesine aldığı ciğerlerine bahşederken bacaklarımı tuttu ve çanta misali beni omzuna attı. Hayır, saçmalamıyordum. Kelimenin tam anlamıyla bir çanta gibi omzuna atmıştı beni.

Şaşkınlıkla aralanan dudaklarımdan şuursuzca bir çığlık döküldü. Savaş eğleniyormuş gibi gülümsedi, bunu verdiği nefesinden anlamıştım.

Ben onun aldığı nefesi bilirdim.

“Seni indirmem için debelenmeyecek misin?” Savaş çelik kapıyı açtı, tekerlekli arabanın zor geçtiği o koridora çıktık.

“Debelensem bırakacak mısın ki?”

“Ben seni bırakmam, Aden.”

Verdiği cevap huzurla dolmuştu sanki içim. Aklım dudaklarından çıkan hiçbir kelimeye inatla inanmazken kalbim susmaması için yalvarabilirdi.

“O zaman debelenmeyeceğim.” Dedim umursamazca. “Kendimi yormaya değmez.”

Savaş keyifle gülümserken dudaklarımdaki gülümseme silikleşti, huzursuzca iç çektim.

Onu ya tekrar kaybedersem düşüncesi içimi kemiren bir kurt gibi göstermişti yine kendini.

Güvenme, diye bas bas bağırıyordu kardeşinin cenazesinde yalnız bırakılan genç kız.

Sakın affetme, diye de ekliyordu hiç bırakılmayacağına inandırılan küçük kız.

Ama tüm bunların aksine de dinle diyordu kalbim. Kısacık dünyada kesin yargıların arkasına saklanmadan önce yalnızca dinle…

 

🕯

 

 

Her şeye rağmen sevebilir miydiniz?

 

 

Bu sefer soruyla selamlamak istedim sizi. Çünkü Aden her Savaş’ı affetmek üzere olduğunda bunu sorup duruyorum kendime ve Begüm olarak cevaplamadan önce sizin de fikirlerinizi almak istedim.

 

 

Ben severdim sanırım. Çünkü bence aşk kusursuz bir şey değil. Hatta bence içinde bulundurduğu o garip kusurları bile sevdiren bir duygu.

 

 

Asla dediklerini yaptıran, içinde kelebekler uçuşturan, hayaller kurdurtan, huzur veren ve mutlu eden ama en güzeli de özel hissettiren mis gibi bir duygu arkadaşlar bu.

 

 

Ayıp değil, günah değil canım neden sevmeyeyim ki?

 

 

Ortada geri dönüşü olmayan bir durum yoksa -ihanet gibi- ben severdim herhâlde her şeye rağmen.

 

 

HAHAHAHAHHHAAAA Biraz karakterimin seçimlerini aklamaya çalışıyormuş gibi oldu ama vallahi dürüst düşüncelerim bunlar benim yahu.

 

 

Tabi benim gibi düşünmeyenler olacaktır, bu yüzden de yorumlarda sizinle buluşmayı bekliyorum efendim. Sizcesini de merak ediyoruuummm.

 

 

Neyseee geleliiim bölüme…

 

 

Nasıl buldunuz bölümü ballarım? 🍯 💛

 

 

İki ayrı bölüm yapmaktansa partlara böleyim ikisini de aynı bölümde yayınlayayım istedim. Umarım okurken mola vermiş, gözlerinizi dinlendirmişsiniiizdiir.

 

 

Bu hafta uzun bir bölümle bir defalığına görüşmüş olacağız böylelikle :(((

 

 

Ama sayılı günler çabuk geçiyor, biliyoruummm. Önümüzdeki pazartesi çabuuucak gelene kadar kendinize cici bakmayı unutmayın, ballarıım 🫂

 

 

Bölüm hoşunuza gittiyse yıldızları parlatmayı🌟, Yavuz Bilgin’e benim gibi sövesiniz geldiyse satır sonlarında benimle buluşmayı unutmayyyııınnn.

 

 

Öpüldüünüüüz 🫠❤

 

Bölüm : 10.02.2025 23:53 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...