26. Bölüm

Yirmi Dördüncü Bölüm

Bgm
begumozturuk

Öyle karanlıktaydık ki cılız bir mum ateşini bile kurtuluş zannediyorduk.

Çok değil birkaç gün önce dostumuzu kaybetmiştik. Hatalarıyla, yalanlarıyla, ihanetleriyle ya da doğrularıyla, iyilikleriyle… Biz tanıdığımız, bir zamanlar değer verdiğimiz bir ruhu sonsuza denk kaybetmiştik.

Yetmemiş, daha acısı kalplerimize düşmeden onun ölümünden suçlanmıştık. Ellerimiz de değil belki ama ruhlarımızdaydı onun kanı.

Çünkü o geceye dair her ne kadar bir şey hatırlamasak da insanlar gözleriyle görmüşler gibi bizim katil olduğumuza inanıyorlardı.

Ben katil miydim?

Ya da onlardan birisi katil miydi?

Bakışlarım üçünün üzerinde de sırasıyla dolaştı. Kalbim yapmadıklarına kefildi ama içten içe biliyordum ki aradan geçen zaman olduğumuz kişileri değiştirmişti ve ben onların asıl oldukları kişilerle hala tanışmamıştım.

“Bunu nasıl buldun, civciv?” diye sordu Barış şüpheyle. Bakışlarım, Müge’nin kurtuluşumuz olduğunu iddia ettiği telefona doğru kaydı. “Raporlara kayıp olarak geçmemiş miydi, bu telefon?”

Şaşkınlıkla havalandı kaşlarım. Raporlara kayıp olarak geçseydi, Mügede olamazdı herhâlde telefon. Değil mi?

“Kayıptı.” Kuşkuyla kıstı bakışlarını Savaş. “Hala da kayıp…”

Köşeli jeton zihnimin dört bir duvarına çarpıp en sonunda düştüğünde dehşetle aralandı dudaklarım.

Biz cinayet şüphelileriydik.

Her hareketimiz, her adımımız izleniyor, belki de içerinde bulunduğumuz dört duvar bile dinleniyordu.

Ve Müge şu an elinde ölümüyle suçlandığımız kızın telefonunu, cinayetin en önemli delillerinden birini tutuyordu.

Kahretsin!

Böyle bir hatayı nasıl yapabilirdi?

Nasıl sonunu düşünmeden yarattığımız karanlığın içinde alev alan ilk mumun ışığına aldanır, onu kurtuluşumuz zannedebilirdi?

Bizler birilerinin gözünde katildik.

Bizim hata yapma lüksümüz yoktu.

“Ne zamandır sende o telefon, Müge?” Dayandığı masadan hafifçe doğrulan Savaş’a doğru döndü bakışlarım.

Gömleğinin kol düğmelerini açarken havadan sudan sohbet ediyormuşuz gibi rahat bir tavırla devam etti, Savaş. “Bize itiraf etmek istediğin bir şey var mı?”

“Yok artık!” dedi, Barış Savaş’ın suçlamalarına açıkça katılmadığını belirterek.

Lakin Savaş hiç oralı olmadı. Karşısında eski dostu değil de sorgusuna girdiği şüphelilerden birisi varmış gibi devam etti. “O gece ne oldu, Müge?”

Savaş’ın kendinden emin duruşu benim de içime şüphe düşürmüştü. Müge, İren ve Atlas’ın ilişkisini öğrendikten sonra Atlas’ı evden kovmuş, anında hayatından çıkartmıştı.

Lakin İren’e hiçbir şey yapmamıştı. Evinden bile gitmemişti. Soğukkanlılıkla köşesine çekilmişti.

“Gerçekten mi?” diye sordu, Müge kırgınlığını gizlemeye çalışmayarak. “İren’i öldürüp öldürmediğimi mi soruyorsun bana?” Müge hepimizden bir cevap istercesine baktı sırasıyla.

“Evet, soruyorum. İren’i sen mi öldürdün, Müge?”

Hayal kırıklığı oturdu, Müge’nin mavi bakışlarına. Barış’ın bile iki dudağının arasından çıkacak cevabı beklediğini görmek afallatmıştı onu, güçlükle kabullenmişti ondan şüphe ettiğimizi.

“Hayır…” dedi fısıldarcasına, Müge. “Onu ben öldürmedim.”

Sessizliğe izin vermeyerek sorgusuna devam etti, Savaş. “Telefonunu nasıl buldun o zaman?”

Öfkeyle oturduğu yerden doğruldu, Müge. Savaş’ın ona inanmayıp hala suçlarcasına sorgulaması artık kalbini kırmıyor, canını sıkıyordu. “Sana ne!”

“Söyleyemeyecek kadar ne yaptın, Müge? Nasıl bir işe bulaştın sen?”

“Seni ilgilendirir mi? Ya da sizi?” Barış ile bana baktı, Müge. “Bu lanet olası telefonun içindekileri öğrenmek zorundayım. Sizin aksinize İren’in katilini bulmak zorundayım!”

“Neden?” Kafasını hafifçe omzuna yatırıp gözlerini kıstı, Savaş. “O geceye dair bizim bilmediğimiz ne biliyorsun, Müge?”

“Hiçbir şey!” Öfkeyle bağırdı, Müge. “Lanet olsun ki hiçbir şey… Ama öğreneceğim… Öğrenmek zorundayım! Sizin için katilin bir önemi olmayabilir ama benim için var. Kariyerim, tırnaklarımla kazıyarak inşa ettiğim geleceğim, her şeyim buna bağlı çünkü. Anlıyor musunuz? Her şey tuttuğum bu sikik telefonun içindekilere bağlı!”

Müge telefonu havaya kaldırıp hesap sorarcasına sallarken bir anda duraksadı, kirpiklerini aklına düşen fikir ile şaşkınlıkla kırpıştırdı ve Savaş ile arasına mesafe koyup telefonu cebine sıkıştırdı.

“Öğreneceklerimden mi korkuyorsunuz, savcım? Bu yüzünden mi bu kadar üzerime geliyorsunuz?”

Savaş’ın kısa bir anlığına bakışları bana döndü. Garip bir hisle kasıldı kalbim. İster istemez Müge’nin bahsettiği fotoğraflar geldi aklıma. Benden sonra ya da ben varken İren ile aralarında bir şey geçmiş olabilir miydi?

Bana yalan söylemiş olabilir miydi?

“Korkacağım hiçbir şey yok benim.” Dedi, Savaş kendinden emin bir rahatlıkla.

“Efe’nin casus yazılımları var.” Başta Müge olmak üzere hepsinin bakışları bana doğru döndü, benim bakışlarım ise yalnızca Savaştaydı. Bana ihanet edip etmediğini bilmediğim Savaşta. “Silinen mesajlarda dahil olmak üzere her şeyi öğrenebiliriz.”

“Saçmalamayın.” Dedi, Barış. Keyifle gülümsedi, Müge. Savaş ise tepkisizçe baktı gözlerimin içine. “Harika! Öğrenelim o zaman.”

“Harika mı? Kafayı mı yediniz siz? Telefonu açtığımız anda elleriyle koymuşlar gibi bulurlar izimizi. Hayatımızı dört duvar arasında çürütmek mi istiyorsunuz?”

“İstersen bize katılma, Barış. Burada, güvende kal!”

Savaş, Barış ve Müge’nin arasında geçen tartışmayı duymazdan gelerek “Sana ihanet etmediğimi gözünle gördüğünde inanacak mısın? Güvenecek misin tekrardan sözüme?” diye sordu bana.

Evet, desem inandığı tüm değerleri siktir edip telefonu açmamıza yardım edecekmiş gibi hissettiriyordu bakışları. Sanki tutacağı taraf dudaklarımın arasından çıkacak kelimeye bağlıydı, sanki onu bir tek ben yanlış olduğuna inandıklarının peşinden sürükleyebilirdim.

“Önemi var mı?” diye sordum, omzumu silkerek.

“Var…”

Savaş’ın ağır adımlarımı bana doğru yönelirken “Başını belaya sokacaksın ve ben hiçbir şey yapmadan bekleyecek miyim, Müge? Hiç sanmıyorum!” diye çıkıştı Barış, Müge’ye.

“Doğrularımı hiçe sayacaksam buna değmesi lazım.” Adımları tam karşımda durdu, Savaş’ın. Kafamı kaldırıp da elaya çalmaya başlamış yeşil gözlerine baktım. “Gördüklerin tekrar inanmanı sağlayacak mı bana?”

Göğsüm hızla inip kalkarken yutkundum. Ona tekrar inanabilir miydim, bilmiyordum. Kırılan güvenimi gördüklerim toparlar mıydı, emin olamıyordum.

Fakat benim için doğrularını hiçe sayacağını bilmek içimde öyle bir yere dokunuyordu ki gülümsememi dudaklarıma kondurmamak için adeta direniyordum.

Gözlerimi kaçırıp derin bir nefes aldım önce. Şu an onu reddedersem telefonun içinde ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyebilirdim. İkizler çok da zorlanmadan Müge’den telefonu alabilir, polislere teslim edebilirlerdi.

Telefon polislerin eline geçerse gerçekleri öğrenmek için elime tek şansı da kaybetmiş olurdum ve ikizler bunu hiç göze batmadan, kılıfına uygun bir bahaneyle rahatlıkla yaparlardı. Ne de olsa Savaş güvenilir bir savcıydı ve davamıza Savaş’ın ricasını kırmamış Melek denilen kız bakıyordu.

Lakin evet dersem de tutup tutamayacağımı bile bilmediğim bir söz vermiş olacaktım ona. Bu zamana kadar onun aksine tutamayacağım hiçbir söz vermemiştim oysaki ona.

Bakışlarımı kaldırıp gözlerine baktım tekrardan. Bir kez de ben verdiğim sözü tutmasam incinmezdi herhâlde.

Alt dudağımı hafifçe ısırıp büyük bir istekle kabul ediyormuş gibi onaylarcasına salladım kafamı. Savaş derin bir nefes alıp çehremin her noktasında uzun uzun gezdirdi bakışlarını.

Ya ikna oldu yalan söylemediğime ya da risk almak istedi, emin değildim. Lakin “Tamam.” Demişti, pes ederek.

Ardından masanın arkasında durak kütüphanesinden küçük fırça benzeri aletler, cihazlar çıkartmış, masanın üzerinde duran bilgisayarını açmıştı. “Telefonu ver, Müge.”

Masanın üzerine eğilerek bilgisayarının şifresini girdi, Savaş. Aceleci parmaklarının hızından güç bela okuyabilmiştim şifresini. 10 ve 01. Yani on ocak, doğduğum gün.

Keyifle kıvrılan dudaklarımı gizlemek istercesine kaçırdım bakışlarımı. Hayatında olmadığım zamanlarda bile izlerimin hayatında olduğunu görmek tuhaf bir huzur serpiyordu yüreğime.

Silkinircesine geldim kendime. Yüzümdeki amansız gülümseme silerken omuzlarımı dikleştirdim, durgunlaştırdım bakışlarımı.

Gardımı indirmek için erkendi, fazla erken.

“Ne?” dedi, Müge endişeyle Savaş’a doğru dönerken. “Asla! Asla vermem.”

Güvenmiyordu ona. Haklıydı da ama bilmiyordu ki tek şansımız Savaştı. İkizler o telefon ile buradan elimizi kolumuzu sallaya sallaya çıkmamıza izin vermezlerdi, bu yüzden mecburduk güvenmeye.

“Ver.” Dedim, Müge’nin içini rahatlatmak istercesine. “Bize yardım edecek.”

“Kafayı mı yediniz oğlum hepiniz! Suç işliyoruz şu an, farkındasın değil mi?” Barış’ı umursamadan Müge’nin tereddütle ona uzattığı telefonu aldı, Savaş.

“Yanlış bir şey yapma!” diye uyardı, Müge Savaş’ı. Ardından bana döndü bakışları, güven verircesine gülümsedim. “Güven ona.” Hareketlendirdiğim dudaklarını yalnızca Müge okudu ve pes ederek bir adım geriledi.

“Savaş, yapma!” dedi, Barış Savaş’ın durmayacağını bile bile. “Bu iş aşar boyumuzu. Polise gidelim. Bırakalım da onlar çözsün katilin gizemini.”

Savaş’ın telefonun üzerindeki parmakları duraksadığında Barış’ın odağını dağıtmam gerektiğini anladım. Çünkü içimden bir ses emindi ki, Barış bu şekilde konuşmaya devam ederse Savaş’ı kendi tarafına geri çekecekti.

“Ya katil içimizden biriyse?” diye sordum, hiç beklemedikleri bir anda. “Ya telefonu teslim ettikten birkaç saat sonra polis birimizin kapısına dayanırsa…”

Barış bana delirmişim gibi bakınca durmadım, devam ettim. “Sonuçta birbirimizi ne kadar tanıyoruz ki? Anlattığımız süslü hayatlarımız dışında birbirimizin hakkında ne biliyoruz… Hiçbir şey!”

“Doğru…” dedi, Barış omzunu silkerken. “Bilmiyoruz, bilmiyorum ama bunun bir önemi yok. Seni eskisi kadar iyi tanımıyor olabilirim, ya da Müge’yi ama birimizin bile birini öldürebileceğini, biliyorum. Bu da benim için yeterli.”

Nasıl emin olabiliyordu bu kadar bizden?

Nasıl emin olabiliyordu bu kadar benden?

“Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun benden?” diye sordum zihnimden geçenleri dudaklarıma dökerek. Bana, bize bu kadar güvenmesi şaşırtmıştı.

“Ruhu bozuk bir adamla yirmi bir yıl yaşadım ben. Nerden biliyorsun onun, benim ruhumu da bozmadığını?” Sorumla afalladı Barış.

“Saçmalamayı kes!” dedi, telefonun içinden çıkarttığı küçük kartı cihaza yerleştirirken Savaş.

“Saçmalık mı?” kırılmış gibi tiz çıktı sesim. “Söylediklerim sana saçmalık olarak mı geliyor, savcı? Yaşadıklarımın en büyük şahidi senken hem de.”

“Derdin ne senin? Bizi mi suçluyorsun, itiraf mı ediyorsun?”

Müge’nin çıkışına karşılık omuz silktim sadece. “Suçlamıyorum, sadece soruyorum. Cinayetin işlendiği o geceye dair bir şey hatırlıyor musun?”

Kuruyan dudaklarını ıslattı, Müge. “Hayır…”

“Bende hatırlamıyorum… O gece ne oldu, İren ölürken bizden yardım istedi mi, onu kurtarma şansım var mıydı, son kez gördüm mü… Hiçbir şey hatırlamıyorum… Ve tam da bu yüzden soruyorum ya katili aramızdan biriyse ya onu biz öldürdüysek?”

“O gece o evde bizim dışımızda üç kişi daha vardı…” Barış’ın tüm dikkati bana ve saçma sapan iddialarıma yöneldiğinde Savaş’ın ekranına kaydı bakışlarım. Aktarım başlamıştı, telefondaki dosyalar önce bilgisayara, oradan da taktığı küçük belleğe indiriliyordu.

“Dört.” Diye düzeltti, Müge Barış’ı. “Yani bence Atlas o gece döndü. Çünkü bileziğim… yani annesinin olduğunu iddia edip taktığı aile yadigarı bilezik sabah uyandığımda bileğimde değildi.”

Afallayan bakışlarım döndü Müge’ye doğru. Atlas’ın tehditleri düştü zihnime. Aralarındaki yasak ilişkiyi Müge öğrenirse gözünü karartacağını söylemişti o gün İren’e.

Gerçekten yapmış olabilir miydi? Müge öğrendi diye, hatta benim sayemde öğrendi diye, İren’i öldürmüş olabilir miydi?

İçimi korku kapladı. Ama benim yaptığımı bilmiyor, dedim içimdeki kasveti istercesine. Hem ayrıca şu an bana zarar veremeyeceği bir yerde, Efe’yi yaraladığı için ceza evinde.

Elim enseme doğru uzandı, at kuyruğumun ucunu savuşturup ensemi ovuşturdum.

Öyle olsa, yani İren’i Atlas öldürmüş olsa Yavuz Bilgin ona iftira atmamızı istemek yerine gerçek katili açığa çıkartmamızı istemez miydi bizden?

“Hiçbir sik yapamaz o!” dedi, Barış Atlas’ın şüpheli listesine bile girmediğini açıkça belli ederek.

“Gölgesinden korkuyor o!” dedi, Savaş gözlerini bilgisayarının ekranından kaldırmadan.

“Ama…” Duraksadı, Barış. “Ama Efe… Efe yapmış olabilir.”

‘Yok artık!’ dercesine büyüdü gözlerim. “Saçmalama, Efe kimseyi öldüremez.”

“Eşine güvenmeni anlıyorum ama onu duydum, üçüncü. Sizin yüzyılın yüzleşmesi kavganızdan sonra Savaş’a seni emanet edip takıldı kızın peşine.” Afallayan bakışlarım Savaş’a doğru döndü. Lakin Savaş öyle odaklanmıştı ki ekrana konuşmalarımızın yüzde altmışını dinlemediğine neredeyse emindim.

“‘Gölgen Aden’in üzerine düşsün, bu dünyayı sana dar ederim.’ Dedi, İren’e. Hatta belki Eda araya girmeseydi dediğini de yapacaktı.”

“Sanmıyorum…” dedim, kendime gelmeye çalışarak. O tartışmamızdan sonra Savaş’a beni yalnız bırakmasını istediğimi söylemiştim, lakin görünen o ki Savaş gitmemişti. Bu sefer gitmemişti.

“Yapabilir mi ki?” Müge’nin de içine şüphe düşmesiyle tokat yemişçesine kendime geldim. Efe’den şüphelenmelerine izin veremezdim.

Ona gözüm kapalı kefil olurdum. Çünkü bilirdim ki nedeni ne olursa olsun Efe, Selin’den ayrı kalma ihtimalinin olabileceği hiçbir şeyi yapmazdı.

“Efe karıncaya bile zarar veremez.” Bakışlarım tekrar Barış’a döndüğünde “İren’in gözünü korkutmak istemiştir sadece.” Dedim, emin bir şekilde. “Ayrıca hayat gayesi var. Yanında nefes almak zorunda olduğu bir yeğeni var. Ani patlamalarla hayatımızı sikip atmaz.”

Yeğeni demiştim, kızı değil. Lakin şaşırmamıştı hiçbiri, sanki en başından beri biliyorlarmış gibi.

“Peki ya Bahar?” diye sordu, Müge Savaş’a doğru. “Kavgamızı dinlemişti o gün. İren’in senin için yaptıklarını duymuştu. Kıskançlık krizine girip falan…”

Savaş saçlarını karıştırıp olumsuz anlamda salladı kafasını.

Bahar’ı yapmazdı, tabi.

“Bahar ürkektir. Böyle bir şeyi yapmaya cesaret edemez.”

Ürkekmiş Bahar!

Yüzümü buruşturarak devirdim gözlerimi. “Kaybetme korkusu insana yapmam dediği her şeyi yaptırır.” Homurdandım kendi kendime.

“Savaş, haklı. Elini kana bulamaz, Bahar. Ki ayrıca bunu yapması için sebebi bile yok.”

“Nasıl yok?” Diye çıkıştı, Müge. “İren, kızın sevgilisine aşıktı. Kışkırtıcı bir şey söylemiş olabilir. Ürkek kuşunuz bunu yanlışlıkla yapmış olabilir.”

Omuz silkti, Barış. “Sırf aşık diye adam harcayacak olsa ölen İren değil, Aden olurdu.”

Duymazlıktan gelerek yaslandım arkamda kalan duvara. Hemen ardından tahtaya vurdu Barış. “Allah korusun!”

“O da doğru.” Dedi, Müge koltuğun koluna otururken.

“Kim yaptı o zaman?” diye sordum kendimi ciddi ciddi dedektifçillik oyununa kaptırdığımdan bir haber. “O olmaz, bu olmaz! Kim yaptı o zaman? Selin mi yaptı?”

Barış gözlerini kuşkuyla kısınca yok artık dercesine büyüdü gözlerim. “O kıstığın gözleri oyarım artık, Barış senin! Tepemin tasını attırma! Küçücük çocuktan mı şüpheleneceğiz?”

“Evdeki düşman filmini izlediniz mi siz hiç?” Tahammülsüze devirdim gözlerimi. Evdeki düşman diye bahsettiği film yetimhaneden alınan bir çocuğun aslında çocuk olmadığını, onu yanına alan aileyi öldürmeye çalıştığını anlatan bir gerilim filmiydi.

Müge’de benim gibi Barış’ı duymazlıktan gelerek “O değil aslında da… Eda olabilir mi?” diye sordu.

“Hiç sanmıyorum.” dedim, kafamı iki yana sallarken. “Selin için geldi, Eda oraya. İren’i tanımıyordu bile.”

“Bence bu çok şüpheli bu durum…” Sanırım Barış artık a dese bile batacaktı bana.

“Şüpheli olan ne Barış?” diye sordum, sinirlenerek. “Evdeki düşmanın ben olmadan uyuyamaması mı? Ben yatırıyorum her gece çocuğu. O gece korkmuş olması çok normal yani. Hem ayrıca Eda ve İren’in tek bağlantısı benim ve onları tanıştırmayı bırakın Eda’ya, İrenden bahsetmedim bile.”

“Tüm bunlardan yola çıkacak olursan İren kendi kendine intihar etti o zaman.” Dedi, Müge koltuğun koluna yaslanırken.

Dilimi damağıma vurdum. “Tüm bunlardan yola çıkacak olursak geriye dördümüz kalıyoruz…”

“Saçma sapan konuşma ya!” dedi, Selinden şüphe edip bizden bir türlü edemeyen Barış.

“Neden? Mesela Müge… Kızın nişanlısıyla yatmış. Yetmemiş hamile kalmış… Çok haklı sebepleri var bence. Ani bir öfke patlaması, göz dönmesi ne biliyim alkollün etkisi…”

“Eğer merak ettiğin Atlas için elimi kana bulayıp bulamadığımsa, hayır Aden. Beni aldatıyor oluşu canımı düşündüğün kadar yakmadı.” Diye açıkladı kendini Müge.

Barış, Müge’nin küçük itirafına sırıtırken Barış’a doğru döndü Müge’nin bakışları. Anında çeki düzen verdi Barış kendine. Neyse ki tam da Barış’ın istediği gibi o küçük gülümsemeye yakalayamamıştı Müge.

“Savaş’a öttün değil mi?”

Aklındaki düşünce her neyse Savaş’a yöneltti bu sefer bakışlarını Müge. “Hayatını sikenin İren olduğunu öğrendin, değil mi? Belki de sen yapmışsındır? Senden aldıkları için öfkeden gözün dönmüştür.”

Bana döndü bu seferde bakışları. “Ya da sen geçmişin hesabını kesmiş olabilir misin? Savaş’a attığı fotoğrafları yedirememiş, çıldırmış olabilir misin? Şahsen ben senin yerinde olsam…”

Barış aramızda oluşan gerginliğe daha fazla tahammül edemeyerek çıkıştı. “Of, gerçekten saçmalıyorsunuz! Birbirinizi suçlamayı kesin. Bu şekilde yaparak hiçbir yere varamayız.”

“Haklısın…” dedim, kabulleniyormuş gibi. Bakışlarım Müge’deydi, aynı onunkiler gibi. “Sana inanıyorum. Çünkü bende bir erkek için elimi kana bulamazdım. Aynı, Savaş’ın zamanında beni İren ile aldatıyor oluşu…”

“Seni İren ile aldatmadım.” Uzun bir süre sonra tekrar aramıza döndü Savaş. “O gün sorduğunda da söyledim, Aden.” Her bir kelimesinin üzerine basa basa devam etti, Savaş. “Ben seni aldatmadım.”

“Aldattın.” Dedim, öfkeme yenik düşmemeye çalışarak sakince. “Bana hiçbir şey söylememiş olman, beni o kızla defalarca aynı ortama sokmuş olman… Tüm bunlar…”

Aktarımın başarı olduğunu söyleyen yazıya doğru kaydı bakışlarım. “Tüm bunlar aldatmaktır.”

“Sana sordum.” Dedi yorgun bir ses tonuyla.

Belleğe doğru kaçamak bir bakış attım. O belleği almak zorundaydım. Telefonun içinde her ne varsa yalnız başıma yüzleşmek istiyordum.

Savaş’a doğru emin adımlarla ilerlerken bilgisayardan uzaklaştı, doğruldu Savaş. “Sen bana sonucunu bilmediğim bir seçim yaptırdın. Bana sormadın, içini rahatlatacak cevabı vermemi sağladın. Rahat rahat İren ile görüşmeye devam etmen için duyman gerekiyordu çünkü.” Adımlarım tam karşısında durduğunda bir elimi doğal akışındaymış gibi masaya dayadım. “Hoşuna gidiyordu çünkü, değil mi? İki kadınında sana ilgi duyması, hoşuna gidiyordu.”

Belleğe dokundu, parmak uçlarım. Söylediklerimin ağırlığıyla gözlerini yumdu, Savaş. Her bir kelimem içini kasıp kavuruyormuş gibi sıktı dişlerini.

Koskoca adam iki cümlemle enkaza dönmüştü sanki. Yorulmuştu, görebiliyordum. Bana kendini ispatlamaya çalışmaktan, güvenimi tekrar kazanmaya çalışmaktan yorulmuştu.

İyi gelmiyorduk işte birbirimize. Özgür bırakmalıydı artık beni. Onca yaşadıklarımdan sonra tekrar eskiye dönmek zordu işte. Sıfırdan başlayamayacak kadar yalan doluydu dört bir yanımız.

Bundan sonra yapabileceğimiz tek iyi şey uzak durmaktı birbirimizden. Olmuyordu çünkü. Beceremiyorduk biz.

İkimizin bedeni Müge ve Barış’ın görüşüne siper olurken yavaşça çıkarttım belleği. “Hiçbir şey değiştirmeyecek değil mi düşüncelerini?”

Belleği gizlediğim avucumun içinde sessizce masanın üzerinde kendime doğru sürüklerken kapalı gözlerine rağmen görmüş gibi yumruk yaptığım elimin üzerini sardı Savaş’ın eli. “Bu bile…”

Elimi sıcak avcundan çekmeden şaşkınlıkla kaldırdım bakışlarımı. Nasıl fark etmişti, anlamıyordum. Alıp gitmeme izin verecek miydi, kestiremiyordum.

Tek bildiğim artık kabullenmiş bakışlarının hedefi olduğumdu. Sertçe yutkundum elalaşmış yeşil gözlerine bakarken. Sessizce bekledim avuçlarımın içinden belleği çekip almasını ama almadı. Hiçbir şey söylemeden, pes ediyormuş gibi öylece baktı gözlerime

“Özür dilerim…” İkimizin de bakışları beklenmedik özrüyle Barış’a doğru döndüğünde “Sebep olduğum her şey için özür dilerim.” Dedi gözlerime bakamayarak Barış.

“Mecburdu, Aden. Hayatının anlamını oluşturan kadını bırakmak zorundaydı. Çünkü ben başka bir seçenek bırakmamıştım ona.”

Afallayarak geriye doğru salladım kafamı. Benden özür diliyordu, Barış. Hem de sebep oldukları için. Anlayamıyordum. Barış, Savaş’ın gitmesinde nasıl bir rol oynamıştı da gözlerimin içine bile bakamıyordu?

“Kapa çeneni!” dedi, Savaş sakince. Lakin uyarı doluydu sesi, bastırmaya çalıştığı öfkesini alevlenmesi Barış’ın iki dudağından çıkacak herhangi bir kelimeye bağlıydı ve Barış, onu dinleyip susmazsa kendisine engel olmayacaktı.

Bilinçsizce elimi tutan kolunu sardı parmaklarım. Öfkelendiğinde onu durdurabilecekmişim gibi sıkı sıkı tuttum kolunu.

“Dayanamıyorum artık, Savaş.” dedi, Barış tükenmiş bir sesle. “Sebep olduklarımın seni her geçen gün daha da mahvetmesine dayanamıyorum. Gözümün önünde tükeniyorsun. Yoruldun biliyorum, yoruldum, yorulduk. Ama artık yeter! Daha fazla kendine eziyet etmene izin vermeyeceğim.”

“Yapma…” dedi, fısıldar gibi Müge.

Savaş’ın kolunu tutan elim gevşedi. Müge de biliyordu. Barış her ne yaptıysa benim dışında herkes bunu biliyordu ve öğrenmemem için direniyordu.

Öyle acıyordu ki şu an canım, kalbimin üzerine çıkıp tepinseler eminim ki daha az acırdı.

“Her gece nefesini kontrol ediyordum oğlum ben senin!” ve en sonunda Savaş’ın öfkesini alevlendirecek o cümleyi kurdu, Barış.

“Kendi meselenle ilgilen, Barış.” Kolunu sertçe elimden kurtardı, Savaş adeta öfkeyle kükrerken. “Benim işime sokma burnunu!”

“Nasıl yani?” diye sordum anlamayarak. Savaş’ın öfkesi bile umurumda değildi şu an, tek umursadığım Barış’ın kurduğu cümlenin altında yatan sebepti. “O ne demek? Her gece nefesini kontrol ediyorum, ne demek?”

Kötü düşünmemek için dirensem de aklımdan öyle korkunç senaryolar geçiyordu ki yenik düştüm hislerime.

Nefes alışverişlerim endişeyle hızlandı, parmaklarım göğsüme çöken yumruyu geçirmek istercesine gerdanımda sertçe dolaştı.

“Sana ne!” Savaş’ın öfkesiyle sıçradım olduğum yerde. “Seni aldattığıma inanmıyor musun zaten ne diye merak ediyorsun hala?” Titreyen avuçlarım kendimi savunmak için kalkarken korkuyla yumdum gözlerimi.

Tir tir titreyen dizlerim bedenimi taşımakta güçlük çekerken masadan destek alıp yavaşça oturdum yere.

Gitmek istiyordum. Buradan defolup gitmek istiyordum.

Lakin öyle çok titriyordu ki vücudum ayağa kalkmıyordum. “Aden… Aden…” Savaş’ın sesiyle geriye doğru ittirdim bedenimi, istemiyordum onu.

Olumsuz anlamda salladım kafamı. Gidebildiğim kadar geriye doğru sürükledim bedenimi. “Çekil!” dedi, Müge keskin bir sesle.

Duymak istemiyordum hiçbirini, kulaklarımı kapattım yumruk yaptığım ellerimle.

Görmek istemiyordum hiçbirini, karnıma kadar çektiğim dizlerime yasladım kafamı.

“Allah kahretsin!” Savaş’ın bir çare sesi ulaştı kulaklarıma, daha da güçlü kapattım kulaklarımı ama durmadı, sesi kulaklarımda bir kez daha yankılandı.

Daha uzaktan, daha puslu bir şekilde.

“Allah kahretsin!” dedi tekrar Savaş aynı tonlamayla lakin bu sefer duraksamadı, devam etti. “Ne yaptın oğlum sen? Ne yaptın lan sen?”

“İsteyerek olmadı.” Korkuyla soludu, Barış. “Yemin ederim, isteyerek olmadı Savaş. Yalvarırım inan bana. Yemin ederim isteyerek yapmadım, Savaş.”

Ayağımın ucunda hissettiğim sert cisme abandım bilinçsizce, abanmamla bedenim ileriye doğru atılıp sertçe çarptı geriye doğru.

Kafamı kaldırıp da nerede olduğuma baktım. Buğuluydu görüşüm.

“Allah kahretsin, Barış!” diye kükredi tekrar, Savaş. “Allah Kahretsin!”

Cama çarpan yağmur damlalarıyla netleşti yavaşça görüntüler. Müge’nin korku dolu nefeslerini işittim daha sonra kulaklarımda.

Ardından avuçlarımın altındaki direksiyona kaydı bakışlarım. Mercedes amblemi olan bir arabadaydım, ben bu arabayı sürüyordum.

Kafam uyuşuklukla geriye doğru düşerken açıldı kapım. Savaş tam da o zaman girmişti görüş açıma.

Onu gördüğüm için dudaklarımda bir gülümseme peydahlansa da Savaş beni görmesiyle öyle bir baktı ki gözlerime yıkışını izledim göz bebeklerinden.

Ayakta durmaya gücü yokmuş gibi çömeldiğinde sıktı burnunun kemerini. Ardından arabanın arkasında kalan bir noktaya bakıp usulca mırıldandı. “Biz şimdi ne yapacağız?”

Kafamı eğip de bakmadım baktığı yöne. Bakmayı çok istedim ama kontrolü elime alamıyordum bir türlü. Yalnızca kafamı kaldırıp nerede olduğuma bakabilmiştim.

Ve o zaman anlamıştım ki oradaydım, Eda’nın dediği yerde.

Sarhoşlar yolunda.

“Aden…”

Kollarımda hissettiğim ellerle kabustan uyanıyormuşçasına irkilerek açtım gözlerimi. Kollarımdaki nazik tutuşun sahibi Mügeydi.

Masanın altına girmiş, beni ürkütmemeye özen göstererek kollarımı okşuyordu. “Gel, eve götüreyim seni. Olur mu?”

Sıcak sobaya dokunduğunun farkına yeni varan bir çocuk gibi kurtuldum Müge’nin ellerinden. “Kendim giderim ben…”

Gözyaşlarımın ıslattığı yanaklarımı elimin tersiyle sildim, dizlerimin üzerinde hızla ilerleyerek çıktım masanın altından.

Oradaydılar. Savaş tek eliyle yeni çıkmaya başlayan sakallarını histerik bir şekilde sertçe kaşırken bakışlarını yere sabitlemişti, Barış ise beni görür görmez oturduğu yerden kalkıp ayağa kalmam için elini uzatmıştı.

Yerden destek alıp doğruldum ve öfkeyle ittirdim uzattığı eli. “Sakladığınız şey her neyse…” dedim, Barış’ın gözlerinin içine öfkeyle bakarken. “Öğreneceğim! Ve eğer öğrendiğim şey canımı…” Baş parmağımı ve işaret parmağımı birbirine yakınlaştırdım. “Birazcık yaksın… üçünüze de dar edeceğim bu dünyayı.”

 

🕯

 

 

Hellüüüü ballarıımmmm🍯💛

 

 

Nasılısınıızz? 😘

 

 

Ay ben çok iyiyim. Size keyifli bir haberim var çünkü. Bu hafta Müge karakterime gerek dış görünüşüyle gerek neşesi ve güzel enerjisiyle hayat veren çok sevdiğim bir arkadaşımın doğum günü ve ben onun doğduğu güne özel bir bölüm yayınlayacağım… Hem de onun anlatımıyla.🫰🏻🥹

 

 

Heyecanlıyım bu yüzden. Akışı bozmamak için böyle şeylere kalkışmayacaktım aslında, zaten internet sitesi yayınlandığında bol bol onların ağzından okuyacaksınız diye düşünüyordum. Lakin sezon finaline adım adım ilerlerken yeni bir soluk getirmek fena olmaz diye düşündüm. 💃🏻

 

 

Beklemede kalın o yüzden ballarım. Çünkü bu hafta bir bölüm daha sizlerle beraber olaacakkk. 🫶🏻

 

 

Neyse bölüm hoşunuza gittiyse ne yapmanız gerektiğini biliyorsunuz. Yıldızları parlatın🌟 ve satır aralarında benimle buluşun🫂, buluşun ki azıcık dedikodu yapalım ama canım aaa

 

 

Bir sonraki buluşmamıza kadar kendinize cici bakııınnn🥰 Öpüldünüüüzzz 💋

Bölüm : 18.03.2025 04:51 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...