24. Bölüm

Yirmi İkinci Bölüm

Begüm Öztürk
begumozturuk

Sahil şeridinden ağır ağır ilerlerken derin bir nefes bahşettim ciğerlerime. Şu birkaç gündür yaşananlar öyle yormuştu ki bedenimi, İzmir’in ısıran soğuğu bile rahatsız etmiyordu şu an beni. Aksine dinç tutuyordu, yaşadığımı hissettiriyordu.

Yaşıyordum…

Her şeye rağmen nefes alıyor, devam ediyordum.

Çünkü zorundaydım.

Selin için zorundaydım. Onu evine götürmem gerekiyordu ve ben onun huzurlu hissettiği o evin duvarına çöküp de tükendim diyemezdim.

İki gün irademin dışında uyutulmuştum. Eda, telefonlarımı açmadığı için Efe’den hala haber alamamıştım ve birkaç saat önce bir zamanlar en yakın arkadaşım olduğuna inandığım kızı öldürmekle suçlandığım ifaden çıkmıştım.

Ama her şeye rağmen Savaş’ın attığı konuma doğru ilerlerken hiçbirini yaşamamış gibi davranıyordum. Çünkü Selin’i alacaktım. Selin’i alacak ve evimize götürecektim.

Konum hedefime varmak için karşıdan karşıya geçmem gerektiğini söyleyince duraksadım, kafamı kaldırıp da Savaş’ın yaşadığı binaya baktım.

Güzelyalı sahilde ‘Bu evlerde kim oturuyor?’ diye iç çekerek baktığım o perdesiz evlerde oturuyordu. Sabah uyandığında İzmir’imin denizini görüyor, ilk kahvesini dalgalara bakarak yudumluyordu demek ki…

Vay be…

Güzel bir yerde oturuyordu, hatta güzel ne kelime harika bir yerde oturuyordu. Karşıdan karşıya geçtim, apartmanlar arasındaki boşluktan evin girişine doğru ilerlerken adımlarım yavaşladı.

Ona yaklaştıkça garip bir şekilde gerildiğimi hissediyordum.

Yavuz Bilgin’in bizi topladığı saçma tünelleri olan odadaki yakınlığımızdan sonra doğru düzgün konuşamamıştık. Yalnızca ifadeden çıktığımda ‘Bildiklerimi anlattığımı ve Selin’i almaya gelmeden önce eve uğrayacağımı.’ söylemiştim.

Hatta eve bırakmayı teklif edişini bile reddetmiş, yalnız kalmak istediğimi söyleyerek onu geçiştirmiştim.

Yani kısacası benimle konuşabileceği her ihtimalden kaçmıştım.

Ve şimdi hür irademle ayağına giderken içimde bastıramadığım bir gerginlik vardı. Ne yapmam gerektiğini, bilmiyordum. Benimle konuşmak isteyip istemeyeceğini bile bilmiyordum.

O gittikten sonra çok düşünmüştüm. Cenazede bana söylediği saçmalıklara inanmak için uzun bir süre direnmiş, Savaş’ın beni terk ettiğine de inanamamıştım.

Pencerem sayısını unuttuğum gece kadar onun için aralık kalmıştı.

Fakat insan karşısındakini aklayacak mantıklı bir açıklama bulamayınca bir yerden sonra göz önünde olana inanmayı seçiyordu.

Savaş’ın gittiğine inanmıştım. Beni, bizi terk ettiğine inanmıştım ve ondan iliklerime kadar nefret etmiştim.

Çünkü ne zaman kaybolmuş hissedersem beni bulacağına inandırmasına rağmen yolumu kaybettiren olmuştu.

Çünkü ne zaman canım yansa yaralarımdan öpenin o olacağını söylemesine rağmen en büyük yarayı açan olmuştu.

Çünkü ona olan inancımı, sevgimi, her şeyimi alıp gitmişti.

Adının yazdığı zili gördüğümde duraksadım.

Ve eğer onu tekrar görmeseydim ölene kadar da kötü adam olarak yaşatabilirdim onu kalbimde. Fakat tekrar karşılaşmamız durumları değiştirmişti.

Bana hala âşık olduğum adam gibi bakıyor olması durumları çok değiştirmişti. Eskiden olduğu gibi üzerime titremesi, aynı tutkuyla öpmesi ve dokunması durumları değiştirmekle kalmayıp sikip atmıştı.

Sanki kapının önünde bekliyormuşçasına zile bastığım anda açılan kapı gerginliğim daha da artarken girdim içeriye.

Bu yüzden bilmiyordum işte ne yapacağımı. Bir yanım hala ona yelkenlerini indirirken bir yanım onu görmeyi bırak, aldığı nefese bile katlanamıyordu.

Asansöre girdim, oturduğu katı tuşlarken arkamı dönüp aynadaki yansımama baktım.

Duş alıp da çıktığım için topuz yaptığım saçlarımın dipleri hala nemliydi, perçemlerim alnıma dağınık bir şekilde dökülüyordu. Yüzümde göz altımdaki yorgunluğu gizleyecek kadar ürün ve vazgeçemediğim kırmızı rujum vardım.

Her siyah giyindiğimde elim kırmızı rujuma gider olmuştu.

Üzerimdekilere göz gezdirdim. Kumaş pantolonumla aynı tondaki kabanım tamamdı da elime gelen ilk dantelli korse şu an için fazla iddialı gibi gelmişti.

Göğüslerim küçük olduğu için uçları dışında vücudumun her hattını belli eden korseler fazla iddialı bulmazdım normalde ama şu an kendimi çıplak gibi hissediyordum.

Kabanımın önünü kapattım telaşla. İçeriye girmeden Selin’i alırsam sorun olmazdı. Hem böylelikle benimle konuşmak istiyorsa bile konuşamazdı.

Selin’i kapıdan alırdım ve hızlıca eve dönerdik. Hatta belki yarın da Selin ile hastaneye Efe’nin yanına giderdik. Böylelikle yarın da konuşamazdı benimle.

Aklımdan geçenler birden dünyanın en mantıklı fikriymiş gibi geldi. Hatta asansörden inip de onu görmeden hemen önceye kadar da aynı fikirdeydim.

Ama onu gördüğüm an işler değişti.

Tek koluyla kapıya yaslanmıştı ve bana öyle bir gülümsemeyle bakıyordu ki ilk gördüğüm an yürümeyi bırakıp duraksamıştım. Üzerinde görmeye alışık olmadığım eşofman altı ve kollarındaki kasları belli eden atlet görünümlü bol tişörtü vardı. Vücudunun bu kadar yapılı olduğunu daha öncesinde fark etmemiştim.

Ya da ilk defa bu kadar göz önüne çıkarttığı için yeni dikkatimi çekiyordu.

Ona doğru ilerlerken bakışlarını kıstı, gözleri tepeden tırnağı üzerimde dolaştı ve yanaklarında oluşan küçük çukurla gülümsemesi büyüdü. “Hoş geldin.”

Nereye kadar kaçacaksın diye sordu içimden bir ses. Adam seni tek bir gülümsemesiyle bile bu kadar etkiliyorken daha nereye kadar kaçacaksın?

Savaş içeriye girmem için geriye doğru çekilirken yutkundum.

Kaçabildiğim yere kadar! Dedim garip bir şekilde terlediğimi hissederken.

“Hoş buldum.” İçtenlikten uzak bir gülümseme kondurdum dudaklarıma. Onun samimiyetine karşı daha mesafeli, soğuktum. “Selin’i almaya gelmiştim de çağırabilir misin?”

Savaş dudaklarını birbirine bastırıp gözlerini kaçırdığında elli dağınık saçlarına gitti. Kuşkuyla çattım kaşlarımı. Sanki bir şey söylemesi gerekiyor da söyleyemiyormuş gibiydi. Bu ifadesini hiç sevmemiştim.

İçime şüphe düştü. Selin’e bir şey mi olmuştu?

“Endişelenme diye söylemedim ama…” Elim topuklu ayakkabılarıma gitti. Devam etmesine bile izin vermeden ayakkabılarımı çıkartıp içeriye girdim, Selin’e bir şey olmuştu.

“Nerede o?” diye sordum kapalı olan her kapıyı açıp içine bakarken.

“İki…” Koridorun solunda kalan ikinci kapıyı açtığımda buldum onu. Yalnızca komidinin üzerindeki loş ışıkla aydınlanan bir odanın yatağında yatıyordu. Üzerinde çiçekli pembe atleti, alnında ıslatılmış bir sargı beziyle birlikte.

Ateşi mi çıkmıştı?

Buz gibi olduğuna emin olduğum avuçlarımı tenine değdirmeden hemen önce duraksadım. Elimin soğukluğuyla irkilebilirdi.

“Bebeğim…” dedim, yatağının yanına oturarak. Aldığı hırıltılı nefesten ateşinin ne kadar yüksek olabileceğini tahmin edebiliyordum. “Selin…” dedim onu ürkütmeyecek ama daha yüksek bir tonda.

Yarım yamalak açtı gözlerini Selin. Uyanmasını fırsat bilip alnındaki bezi çektim, avcumu alnına koyarak ateşini ölçtüm. “Geldin mi?”

Elim çok soğuk olduğu için mi yoksa Selin ateşten cayır cayır yandığı için mi anlamamıştım ama ateşi hiç ama hiç normal değildi.

“Geldim bebeğim, buradayım.”

Küçük küçük öksürdü Selin. “Otuz sekizdi en son.” Dedi, Savaş. Isınmış bezi yandaki su kovasına batırıp tekrar Selin’in alnına koydum.

Ateş düşürücü içmesi ya da ılık bir duş alması gerekiyordu. Gözlerim göğsünde birleştirdiği kollarıyla kapının kirişine yaslanmış Savaş’a döndü. Muhtemelen evinde çocuklar için ateş düşürücü şurubu yoktu.

Yataktan doğruldum. “Ben gidip şurup…”

“Annem almış…” dedi, devam etmeme izin vermeyerek. “Sabah kahvaltıdan sonra içirmiş ama akşamkini içmedi, yemek yemediği için.”

“Peki, o zaman çorba…” Adımlarım yarı yolda kesildi.

“Yaptım.” Dedi, bu seferde. “Oldu sayılır hatta ama ne sevdiğini bilmediğim için ablasına benzemesini umut etmekten başka seçeneğim yoktu.”

Verdiği hazır cevaplar karşısında şaşkınca afallayarak gülümsedim. Tavuk suyu çorbası mı yapmıştı yani?

Savaş’ın kapının kirişinde çekilmesini beklemeden yanından geçtim, koridora çıktım. “Tavuk suyu çorbası mı yaptın?” Yayılan kokuyu takip ederek mutfağa doğru ilerledim.

Tencerede kaynayan tavuk suyu çorbasını görünce gülümsemem daha da derinleşmişti. Unutmamıştı.

“Doğru bir tercih olmuş.” Dedim gülümsememi bastırmaya çalışarak.

“Yanılmayacağımı biliyordum. Onunla çok ortak yönünüz var.” Elim refleksle kabanıma gitti, düğmelerini açmamla Savaşta peşimden mutfağa girmesi ve benim kollarımı göğsümde birleştirip önümü kapatmam bir oldu.

“Kızın olsa bu kadar benzerdi sana.” Dedi, Savaş garipseyerek. Saçmalamıştım. Öyle büyük saçmalamıştım ki bakmayacaksa bile artık bakışları üstümdeydi.

Bir saniye…

Ne demişti o?

Kızın olsa bu kadar mı benzerdi bana? Biliyor muydu, iyi de nasıl, ne zamandan beri?

“Kabanını asmamı ister misin?”

“Yok.” Dedim hızlıca. “Gerek yok.”

Bedenim kırmızı alarma geçti. Savaş ne kadarını biliyordu, bilmiyordum. Sadece Selin’in kızım olmadığını mı biliyordu, yoksa daha fazlasını mı vardı emin olamıyordum. Tek bildiğim bir an önce buradan gitmem gerektiğiydi.

“Gideceğim zaten.”

Kapıya doğru adım attığımda benimle birlikte adım atıp karşımda durdu. “Bu halde çıkarma çocuğu.”

“Dert etme, taksi çağıracağım.” Diğer yöne doğru adım attım, yine tam karşımda durdu.

“Arabasız mı geldin bir de?” Kızarcasına çattı kaşlarını. “Söyleseydin alırdım seni. Dışarısı buz gibi, bir de ıslak saçlarla çıkmışsın.”

Eli saçıma gittiğinde ben ne olduğunu bile anlamadan tokamı aldı, bileğine taktı. Dağınık buklelerim omuzlarıma düştü. “Ne yapıyorsun?” Elim şaşkınlıkla saç diplerime uzandı, fakat Savaş benden önce davranıp saçlarımı düzeltmeye başlamıştı.

Eli okşarcasına dolaştı saçlarımda, topuz yaptığım için dalgalanan saçlarımı parmağıyla döndürerek omuzlarıma bıraktı. “Böyle daha güzel.”

Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Geniş gülümsemesiyle açılan çenemi kapatırken gelebildim anca kendime. Eline tokat atarcasına çenemden ittirdiğimde “Ne yaptığını sanıyorsun sen ya?” diye çıkıştım öfkeyle. “Tokamı geri ver.”

Omuz silkti çocuk gibi Savaş. “Vermeyeceğim.”

Öfkeyle uzandım koluna, lakin o ulaşamam için bileğini havaya kaldırmıştı. “Dalga mı geçiyorsun, savcı! Ver şunu!”

Zıplayarak yakaladım bileğini. Lakin alabilmem için havada daha uzun bir süre kalmam gerekiyordu. “Mesleğime daha önce hiç bu kadar sinir olduğumu hatırlamıyorum. Adımı unutmuş olabilir misin acaba?”

“Evet, unuttum!” dedim tekrar zıplarken. “Unuttum, oldu mu?”

Savaş tam zıpladığım anda yakaladı belimden. Afallayarak tutundum omuzlarına. Beklenmedik hareketiyle donup kaldım adeta. Ayaklarımı yerden kesmişti. Bir de muhteşem gülümsemesiyle tutuşunu güçlendirmiş, belimi saran elini daha da bastırmıştı vücuduma.

Beklentiyle kasıldı kalbim, gözlerimi koyulaşan yeşil gözlerine sabitledim. Onunla ilk karşılaştığımız günde yapmıştı bunu. Karakoldaydık, benden ilk defa dinlemişti Efe’yi ve öfkesine yenik düşüp hala burada olduğunu fark ettirmek istercesine girmişti burnumun dibine.

Kalbim o günkü gibi hızlı hızlı atmaya başladı. Geri çekilmek için fırsatım olmasına rağmen çekilmemiştim, hatta parmaklarımın ucuna yükselip aramızdaki mesafeyi korumuştum.

Dudaklarına kaydı bakışlarım. Şimdi de itiraz etmiyordum. Tokamın takılı olduğu bileği hala havada duruyordu, istesem uzanıp alabilirdim ama umurumda bile değildi.

Burnunu burnuma sürttü yavaşça, Savaş. “Hatırlatmamı ister misin?”

Konuşurken verdiği nefes yaktı tenimi, sertçe yutkundum. Neyi hatırlatacaktı?

Afallayan bakışlarım benden cevap alamadığı için şımarıkça kıvrılan dudaklarında duraksadı. “Bende öyle düşünmüştüm.”

Savaş eğilerek ayaklarımın yere değmesini sağladı. Kollarımı yavaşça omuzlarından çektim. Neydi şimdi bu? Neden yapmıştı bunu?

Beklentim eğlendirdi onu. Beni arkasında bırakıp mutfağın içine girdiğinde keyifle güldüğünü işitmiştim.

Oyun mu oynuyordu benimle? Sinirle güldüm. Aklınca bana ondan hala nasıl etkilendiğimi mi göstermeye çalışıyordu?

Her bir hücremin öfkeyle alevlendiğini hissettim. Eğlenmişti benimle. Onun yakınlığından hala etkilendiğim için dört köşe olmuştu zevkten.

“Pekâlâ…” diye mırıldandım ağzımın içinde, kabanımı çıkartırken. Madem oynamak istiyordu, bende onun kurallarıyla oyununa dahil olabilirdim. Bende en az onun kadar pislikleşebilirdim!

Kabanımı sandalyenin üzerine bırakırken bana doğru dönmeden “Aç mısın?” diye sordu Savaş. En son ne zaman yemek yediğimi bile hatırlamıyordum ama şu an çorbayla ilgili tek yapmak istediğim onu içinde boğmak olurdu en fazla.

Yüzüme yerleştirdiğim sahte bir gülümsemeyle Selin için doldurduğu çorba kasesini bıraktığı tepsiyi hafifçe kaydırdım, oturabileceğim kadar yer açtım tezgâhta.

Savaş elinde şurupla ne yaptığımı izlerken ellerimden destek alıp bedenimi kaldırdım, tezgâha oturdum. “Adını mı duymak istiyorsun?” Ellerimi tezgâha dayadım, omuzlarımı hafifçe geriye doğru yatırdım.

Savaş dilini dişlerinin arasında gezdirip gülümserken bakışlarını üzerimde gezdirdi. “İstiyorum, desem söyleyecek misin?”

Dudaklarımı büzüp ‘bilmiyorum.’ dercesine omuz silktim. “Öğrenmemizin tek bir yolu var.”

Savaş oyun oynadığımı fark etmesine rağmen şurubu tezgâha bırakıp iki eliyle de tezgâhın köşesini tuttu, hafifçe üzerime doğru eğildi. “İstiyorum.”

Arzuyla kısılan sesiyle alt dudağımı dişlerimin arasına aldım. Yüzü yüzüme yakın olsa da bedenlerimiz arasında haddinden fazla mesafe vardı. Madem istiyordu, önce şu mesafenin icabına bakmamız gerekiyordu.

Savaş’ın belini rahatça sarabilmek için bacaklarımı iki yana açarken gözlerimi gözlerinden ayırmadım. “Söylet o zaman…”

Savaş’ın bakışları bacaklarıma kaydığımda tereddüt etmeden bacaklarımı beline dolayıp onu kendime doğru çektim.

Teslim olurcasına ellerini havaya kaldırıp doğruldu, Savaş. “Pekâlâ… Bu böyle yürümez.” Hızlıca tek nefeste konuştu. Onunla birlikte doğrulup aramızdaki mesafeyi tekrar azalttım. “Nasıl yürür?”

Bakışları tekrardan gözlerime döndü. “Oyun oynadığını görebiliyorum, Aden…” dedi, iç çekerek. Dediği şeyden haberim yokmuş, hiç o taraklarda bezim yokmuş gibi masum masum baktım ona.

“Oyun mu?” boyuna yetişebilmek için duruşumu dikleştirdim. “Hiç benlik değil.” Göğsümü göğsüne sürttüm, Savaş kafasını havaya kaldırıp gözlerini yumdu.

Havada asılı kalan ellerine dokundu parmaklarım. Oyun öyle değil, böyle oynanırdı. Ellerini yönlendirip belime yerleştirdim.

Tutmadı ama belimi, sadece gözlerini açıp üzerime doğru hafifçe eğildi. “Aden…” adım dudaklarından büyük bir açlıkla döküldü.

Tırnaklarımı omzuna sürte sürte kollarımı boynuna doladığımda onun gibi fısıldadım. “Bu şekilde mi duymak istiyorsun adını?” Nefesim dudaklarına çarptı, koyulaşan bakışlarını gözlerimden çekmeden yutkundu.

“Tehlikeli sularda yüzüyorsun, küçük kız.” Tehdidini umursamadım, yüzüme yerleştirdiğim ukala gülümsemeyle dudaklarına baktım. “Boğulur muyum?”

Dilini damağına vurdu. Belime yerleştirdiğim parmaklarını tenime sertçe bastırdı, beni kendisine daha çok yakınlaştırmak için kalçamı tutup beni tezgâhın ucuna çekti. “İzin vereceğimi pek sanmıyorum.”

Kasığımda hissettiğim sertlikle gülümsedim, dudaklarıma yaklaşan dudaklarıyla ise zafer kazanmışçasına kıkırdayarak çevirdim kafamı boşluğa. Eğer aramızda bir skor tablosu tutuluyorsa bu hamlemle kesinlikle öne geçmiştim.

Savaş anlamış gibi doğrulurken elimi göğsüne bastırıp uzaklaştırdım onu kendimden, adeta atlayarak indim tezgâhtan. “Çorba daha fazla soğumasın.”

Hemen yanımda duran tepsiyi aldım, keyfim yerine gelmişti. Çorbanın kokusu burnuma doldukça da iyice iştahım açılmıştı. “Yemek yemedim bu arada.” Dedim, ona doğru dönerken “Açım yani.”

“Evet…” dedi, sakallarını kaşırken. Bakışları kısa bir anlığına üzerime döndü. “Bende açım.”

Gözlerim şaşkınlıkla büyüdü. Kastettiği şeyin karnı olduğunu hiç sanmıyordum ve bir an önce mutfaktan çıkmazsam skor tablosu yeniden oluşturulacak gibiydi.

Dediklerini tereddütlü bir tebessümle geçiştirip koşarcasına çıktım mutfaktan. Bedenim ne kadar yakınlaştığımızı yeni fark ediyormuş gibi reaksiyonlar vermeye başlarken karşısında az önceki kadar güçlü durabileceğime olan inancım sıfırdı.

Bu yüzden kaçmıştım. Yoksa o cüretkârlığını asla ama asla karşılıksız bırakmazdım.

Aralık kapıyı kalçamla ittirip girdim Selin’in yanına. Onu uykusundan uyandırıp yemek yedirmek ne kadar zor olsa da nihayetinde başarabilmiştim.

Çorbayla beraber enerjisi bir az olsun yerine gelmişti ve ilacını içerken “Babam nerede?” diye sormuştu, merakla.

Hastanede olduğumu söylemek için şu an pek de doğru bir zaman değildi, lakin eninde sonunda öğreneceği için de yalan söyleyemezdim.

“Eda ile kalacak bugün.” Dedim, üstü kapalı bir şekilde açıklayarak.

Dudaklarını büzdü, Selin. “Biz de burada kalalım o zaman.”

“O nedenmiş?” Koridorun ışığıyla birlikte odaya düşen gölgeye doğru kaydı bakışlarım. Gelen Savaştı, kafasını yasladığı kapı kirişinde dudaklarına kondurduğu küçük bir tebessümle bizi izliyordu.

“Evde bizi koruyacak kimse yok, Aden.” Bakışlarım tekrar Selin’e kayarken kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. “Burada Savaş… Ay… Savaş Abi var. Hem o savcı. Burada korkmamız gerekmez.”

“Ben varım.” Dedim, elini tutup ona güven vermeye çalışarak. “Korkmana gerek yok ki, bebeğim. Ben seni korurum. Kapımızı da kitleriz, hatta en sevdiğimiz kitabımızı da okuruz uyumadan önce.”

“Kendim için korkmuyorum ki ben. Senin için korkuyorum. Ya gece yine kâbus görürsen…” Afalladım. Ne zamandır kabuslara uyandığımı biliyordu ve bunun için endişe ediyordu? “Ya gece yine kapımız çalarsa ve sen…”

“Bebeğim…” dedim daha fazla anlatmasına izin vermeyerek. “Bu sürekli olan bir durum değil ki sadece bazı geceler…”

Kollarını göğsünde birleştirip kaşlarını çattı, Selin. “Yine yalan söylüyorsun, Aden. Çocukmuşum gibi bana sürekli yalan söylüyorsun ama ben biliyorum. O küçük şekerleri yemediğin zaman ne kadar çok üzüldüğünü biliyorum. Elini dudaklarına bastırsan da ben senin sesini duyuyorum.”

Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. “Yediğinde de çok fazla uyuyorsun. Sabahları seni öpmeme rağmen uyanmıyorsun, bir daha hiç uyanmayacakmışsın gibi hissediyorum. Korkuyorum.”

Selin’in annesi, Selin yanında uyuyorken kalp krizi geçirmişti. Selin o zamanlar küçük olduğu için onu uyandırmaya çalıştığını hatırlamadığını sanıyordum ama hatırlıyormuş.

Hatırlamakla da kalmayıp her sabah beni de kaybedeceğini düşünerek uyandırmaya çalışıyormuş…

Burnumun direği titredi. Kaç sabah öldüğümü düşünüp korkmuştu. Kaç gece duymuştu sesimi?

“Küçük Hanım, haklı.” Dedi, Savaş içeriye girerek. “Bence de bu gece burada kalın. Hem birazdan Barış abisi de gelecek, sabah beraber kahvaltı ederiz. Değil mi?”

“Evet!” dedi coşkuyla Selin. “Kahvaltıdan sonra oyun da oynarız.”

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Nasıl bu kadar dikkatsiz davranmıştım? Evdeki küçük çocuğun varlığını her saniye kendime hatırlatmam gerekirken nasıl unutmuştum onu?

Savaş elimi tutup oturduğum yerden kaldırdı beni. “O zaman hemen uyumalı ve enerjimizi toplamalıyız. Çünkü yarın için epeyce enerjiye ihtiyaç duyacağız.”

Yetişkin olan bendim, endişelenmesi gereken bendim. Nasıl yüklemiştim bu sorumluluğu o küçük omuzlarına?

Selin hemen uyumuş gibi gözlerini kapatırken Savaş beni kapıya doğru ilerletti. “Tatlı rüyalar, küçük hanım.”

“İyi geceler, Savaş… Ay… Savaş Abi.” Savaş, Selin’in kıkırdamalarıyla kapıyı arkamızdan kapatırken gözpınarlarımda biriken yaşları serbest bıraktım.

Selin bildiğini söylemeseydi daha kaç gece devam edecektim buna? Daha kaç gece uyanacaktı sesime?

Savaş elimi bırakmadan kafamı göğsüne yasladığında gözpınarlarıma dolan yaşları serbest bıraktım. “Bazen çocuklar fazla dikkatli olabiliyor.” Dedi fısıldayarak. Eli saçıma gitti ama dokunmakta tereddüt etti. “Ve biz yetişkinler ne yaparsak yapalım bunun önüne geçemeyiz.”

“Daha dikkatli olmalıydım.” Dedim kendime kızarak.

“İçeridekinin gözlerini görmüyor musun?” Beni biraz kendinden uzaklaştırarak gözlerine bakmamı sağladı, Savaş. “Fıldır fıldır bakıyor! Sence yakalanmama ihtimalin var mıydı?”

Mimikleri ve kısık sesle konuşmaya çalışması öyle komik durmuştu ki kendimi tutamayarak güldüm bir anda.

Gülümsememle Savaş’ın dudakları kıvrıldı. “He, şöyle ya! Gül… Gül, Aden. Hep gül…”

Yoğun bakışları altında yutkundum. Bahsettiğim şey tam olarak da buydu işte. Bana öyle bir bakıyordu ki hissettiğim acıyı hafifletiyordu. Sanki bakışları sihirli bir değnekti, yüreğime değdiği an rahatlatıyordu.

“Bu gece burada kalmamız sorun olmaz mı?” diye sordum, hapsolduğum gözlerinden kaçmaya çalışarak. “Annenler gelmeyecek mi?”

“İstediğin her gece burada kalabilirsin, Aden. Kendi evinmiş gibi… Ayrıca annemler çoktan Akyaka’ya döndü. Bir tek Barış gelecek, onun da odası var zaten.” Selin’in kaldığı odanın yanındaki odayı işaret etti.

“Sen?” diye sordum. Bahsettiği oda Barış’ınsa Selin’in yattığı oda Savaş’a aitti. Biz orada kalırsak o ne yapacaktı? “İçeride yatarım.”

Gözleriyle işaret ettiği yere döndüm. İçerisi dediği salondu, yani koltukta yatacaktı. “Seni yerinden edeceğiz yani…”

“Ben öyle düşünmüyorum…” Anlamayarak tekrar ona baktığımda şımarık bir çocuk gibi gülümsedi. “Beni yerimden etmeyeceksin. Aksine gittiğinizde bana odamdan çıkmamam için çok büyük bir sebep vereceksin. Kokunu çarşaflarıma bırakacaksın.”

Gözlerimi tehditkâr bir biçimde kıstım. “Gitmeden önce yıkamam gerekecek desene…”

Savaş’ın gülümsemesi derinleşti. Numaradan tuttu göğsünü. “Kalbimi söksen daha az acıtırdı.”

Gülerek gözlerimi devirdim. “Onu da yapabilirim.”

“Doğru, istediğini her şeyi yapabilirsin. Bende, yatağımda, dolabımda emrine amade. İstersen yatmadan üzerini de değiştirebilirsin.”

Üzerimdekilerle rahat yatabileceğimi düşünmüyordum. Muhtemelen değiştirecektim. Dudaklarımı üzülüyormuşçasına büzdüm. “Yıkamam gereken bir şey daha çıkacak. Neyse yapacak bir şey yok. Yıkayacağız artık.”

“Ah sana söylemeyi unuttum… Makinem bozuk benim. Nerden baksan birkaç haftadır leş gibi kokuyoruz ama yine de yıkayamıyoruz” Dedi şakaya vurarak.

“Ya…” dedim şakasını devam ettirerek. “Sizin adınıza üzüldüm ama dert etme benimki çalışıyor. Kendi evime götürüp yıkayabilirim yani.”

Sanki küfretmişim gibi büyüdü gözleri. “Çarşaflarımım namusumdur, götürmene izin veremem.”

Ciddiyetine şaşırarak güldüm, bu uzun zaman sonra onunla yaptığımız en saçma sohbet olabilirdi. Lakin bu saçmalığı çorbalarımızı içene kadar devam etmiş ve Barış gelene kadarda durmamıştık.

Neyse ki yıkayamıyorsam o evin içindeyken yakacağımı söylediğim an Savaş ikna olmuş, pes etmişti.

“Üçüncü…” Beni gördüğüne şaşırdı, Barış. “Hoş geldin.”

“Asıl sen hoş geldin. Saat kaç oldu, hep böyle geç mi geliyorsun sen?” Bir anne edasıyla kızdığımda Barış afallayarak “12’yi geçirmedim ki saat daha 11.” Dedi.

Beni ciddiye alıp açıklama yapmıştı, bakışlarım Savaş’a döndü. Evlerinde gerçekten saat kuralı mı vardı?

“Hayvan herif, gece dörtte giriyordu eve. Sessiz sedasız girse bir şey demeyeceğim ama tüm apartmanı inletiyordu, şikâyet geldi en son. Geç vakitlerde apartmanın içinde şarkı söylemeyin diye, bağıra çağıra Bahadır Sağlamdan Kır Papatyası söylüyormuş aptal!”

Savaş’ın açıklamasıyla kahkaha attığım sırada Barış gözlerini devirerek ayrıldı mutfaktan. “İyi geceler üçüncü.”

“İyi geceler.” Dedim gülüşümü bastırmaya çalışarak.

“Sana da bir şey demeye gelmiyor!” Barış, Savaş’ı duymazdan geldi, odasına girdi ve hiçbir şey söylemeden kapattı kapısını.

“Gönlünü al bence.” Dedim, kasemi lavabonun içine bırakırken.

“En sonunda sikeceğim gönlünü zaten… Ortada alınabileceği hiçbir şey yok.” Dudaklarımı birbirine bastırıp gözlerimi kaçırdığımda “Affedersin.” Dedi, Savaş. “Boş bulundum bir an.”

“Sorun değil…” Savaş’ın bakışları gülümsemem de yoğunlaştı. Aspiratör ışığının aydınlattığı loş mutfakta birkaç saat önce yaşanılanlardan sonra fazla kalmak tehlikeliymiş gibi gelmeye başlamıştı, hele ki Savaş böyle bakarken.

Kaçarcasına geriye doğru bir adım attım. “Neyse… İyi geceler o zaman.”

“Uyuyacak mısın?” Bir elini tezgâha dayadı, bakışlarım eline kayarken geriye doğru adımlamaya devam ettim. “Evet…”

Savaş içimi yakacak kadar sıcacık gülümsediğinde sertçe yutkundum. İkimizde biliyorduk ki burada durmaya devam ettiğim sürece hiç iyi şeyler olmayacaktı. Hızlıca döndüm koridoru.

“Peki, iyi geceler o zaman.” Dedi arkamdan bağırarak. “Ihı…” dedim tek nefeste. Hemen ardından da kaçarcasına attım kendimi odaya. Yanaklarım alev alev yanıyordu, hem de yaşayamadıklarımızın ihtimaliyle.

Aklımdan geçenlerle nasıl utandırmayı başarmıştım kendimi, bilmiyordum ama bu durum hiç de hoşuma gitmemişti.

Yanaklarım daha da kızarırken elim korsemin bağcıklarına gitti. Bir an önce üzerimdekilerden kurtulup uyumak istiyordum. Bir an önce!

Savaş’ın dolabından rasgele bir tişört alıp üzerime geçirdim. Altıma ne giyersem giyeyim bol olacağı ve yatakta dönerken beni rahatsız edeceği için hiçbir şey giymemeyi tercih ettim. Nasıl olsa odanın kapısı kapalıydı.

Selin’i uyandırmamak için sessizce uzandım yatağa. Birkaç saat debelenir uyurum sanmıştım. Fakat her gözümü kapattığımda liseli aşıklar gibi Savaş’ın yakınlığını hissetmiş, irkilerek açmıştım gözlerimi.

Gerçi onu görmesem bile kâbus görür de tetiklenirim düşüncesi aklımda dört dönüyordu. Gözlerim birazcık uyku için yalvarsa da saatlerce gözlerimi bile kapatmadan öylece dönüp durdum yatakta.

En sonunda pes ederek çıktım yataktan. Yorgun hissetsem de bu gece uyuyamayacaktım, biliyordum. Telefonuma uzanıp saate baktım. Saat altıya geliyordu, neredeyse sabah olmuştu. Zaten bu saatten sonra uyumasam da olurdu.

Telefonumu geri bırakırken Selin’in boşalmış su bardağı dikkatimi çekti. Uyandığında susayacaktı. Odada boş boş oturmaktansa gidip onun için su doldurabilirdim.

Bardağı aldım, sessizce odadan çıktım ve küçük adımlarla ilerledim mutfağa doğru. Hissettiğim yorgunluk zihnime yansımış olacak ki her adımımda yasaklanmış bir kuralı zevkle çiğneyen şımarık bir çocuk gibi kısık sesle gülüyordum.

Mutfağın girişine geldiğimde hemen yanındaki kapısı olmayan salona doğru kaydı bakışlarım. Yemeği mutfakta yediğimiz için bu odayı hiç detaylı inceleyememiştim.

Ağır adımlarla salonun kirişine vardığımda yeni yeni aydınlanan gökyüzünün deniz ile olan muhteşem görüntüsünü ilişti gözlerime. Bu, denize bakan odası olmalıydı evin.

Huzurlu bir nefes bahşettim ciğerlerime. Burnuma dolacağına inandığım iyotlu suyun aksine Savaş’ın kokusunu soluduğumda kısa bir anlığına gözlerimi yumdum.

Aldığım her nefesin süresi uzadı. Bakışlarım Savaş’a doğru kaydı. Bir kolu kafasının altında üçlü koltukların birine uzanmıştı, üzerinde hiçbir şey yoktu ve örtündüğü koltuk yanı battaniyesi vücudunun her tarafını örtmüyordu.

Üşümüyor muydu böyle?

Elindeki bardağı yere bırakıp ona doğru ilerledim. Üstü olmadan yatması güzel bir görsel şölendi ama düzgünce örtünmezse tutulabilirdi. Ocak ayındaydık!

Örtünün uçlarını kavradım. Uykusunun hafif olduğunu bildiğimden olabildiğince hissettirmemeye çalışarak örtüyü omuzlarına doğru taşımıştım ki irkilerek gözlerini açtı Savaş.

Sadece gözlerini açsa yine iyiydi. Bir an da kendini korumaya almak istercesine bileklerimden yakalayıp beni koltuk ile arasına aldığında kaçmamı engellemek için kıvrılan tişörtümle açılan karnıma da dizini dayamıştı.

Uyku sersemliğiyle baktı bana, sevimliliği karşısında kıkırdadım. “Günaydın.”

“Aden!” Savaş’ın bileklerimi tuttuğu eli gevşedi. Fakat kaşları hala anlamaya çalışarak çatıktı. “Sadece üzerini örtmek istemiştim.”

Bakışlarım vücuduna doğru kaydı. İç çekerek alt dudağımı dişledim. Uykusuz halimin, sarhoşluğumdan tehlikeli olduğunun farkındaydım.

Kafam ayık olduğu için yaptığım her şeyin, söylediğim her kelimenin bilincindeydim ama zihnim yorgun olduğu için de aklımdan geçenleri filtrelemeden dilime vuruyor, tepkilerimi esirgemiyordum. Ah bir de şey vardı… Sürekli gülüyordum.

“Hep böyle mi uyursun yoksa bana özel mi soyundun?”

Afallayarak kafasını eğip üzerine baktığımda karnımda sabitlediği dizini görmüş olacak ki dizini karnımdan çekti, doğruldu ve yanımda oturur pozisyon aldı. “Uyumadın mı sen?”

Dilimi damağıma vururken gülümsedim. “Hiç!”

Savaş’ın garipseyen bakışları gülümsememde oyalandı. Ben ise onun aksine vücudunu inceliyordum. Karnında izleri silinmek üzere olan çizikler vardı, göğsünde ise garip bir yuvarlak leke vardı. Parmağım lekenin üzerinde dolaştı. “Ne garip bir iz. Nasıl oldu bu?”

Savaş bileğimi yakalayıp dokunuşlarımı göğsünden uzaklaştırdı. Sorumu yok sayıp “Barış’ın barını patlatmış olma olasılığın?” diye sordu küçük bir tebessümle.

Elimi ondan kurtarırken kıkırdadım, işaret parmağım ve baş parmağımı birleştirip sıfır yaptım ve ona doğru uzatım. “Sıfır… Sıfır ve sıfır…”

Savaş gülümseyerek gözlerine sokmak üzere olduğum parmaklarımdan kaçtı. “Oradan bakınca alkollü gibi mi duruyorum?”

“Biraz…” dedi gözlerini kısarak. Hala alkollü olup olmadığımı mı çözmeye çalışıyordu. Kendimi tutamayarak kıkırdadığımda “Sadece çok yorgunum.” Diyerek açıklama yaptım. “Kâbus görmekten korktuğum için…” ağrıyan göz kapaklarımı pes edercesine yumdum. “Ve gözlerimi her kapattığımda seni gördüğüm için uyuyamadım. Kafamın içinden çıkman gerekiyor.”

Sırtım yumuşak koltuğun konforuyla gevşerken kolumun üzerine doğru döndüm, sadece birkaç dakika kestirebilirdim burada. Dizlerimi karnıma kadar çektim, cenin pozisyonu aldım. Sadece birkaç dakika...

Açık kalan tenim yumuşak bir battaniyeyle örtüldü önce, daha sonra da saçlarımda hissettim sıcak dudaklarını. Kokumu soluyarak derin bir nefes aldı, Savaş.

“Üzgünüm ama bunu yapamam…” Fısıltıyı andıran sesi kulağımda yankılandı, dudaklarım kıvrıldı. “Yalan söyledim, üzgün değilim.”

 

🕯

 

 

 

Ayyy hellüüüüüü

 

 

 

Nasılsııınızz ballarıımmm? 🍯💛

 

 

 

Ben iyiyim. Hatta çok çok iyiyiimmm. Hafta sonum biraz güzel geçti ve bunu size de yansıtmak istedim, ondan mutlu sahneler okuyoruz yani. AHAHAHALHAHA 🥳🥳🥳

 

 

 

Şaka bir yana, bu çift garip bir şekilde bana huzur veriyor. Bu yüzden yazarken çok keyif alıyorum. Sizde benim gibi mi düşünüyorsunuz merak ettim.

 

 

 

❤Siz de seviyor musunuz Aden ve Savaş’ı?

 

 

 

Yorumlarda buluşalım ballarım. 🫂 Bölüm hoşunuza gittiyse yıldızları parlatmayı unutmayııınnn 🌟 Önümüzdeki pazartesiye kadar da kendiniizeee cici bakıyorsunuuuz. 🫶🏻

 

 

 

Kocaman öpüldünüz 🫰🏻

 

Bölüm : 17.02.2025 23:12 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş