30. Bölüm

Yirmi Sekizinci Bölüm

Bgm
begumozturuk

(Küçük bir uyarı: Geciken bölüm olduğu için kelime sayımız tam olarak 8000 bu yüzden sindire sindire okuyun ballarım 🍯💛)

 


🎶 Feridun Duzagac: Beni Bırakma

 

🎶 Sertab Erener: Olsun

 

 

🕯️

 

Tanıdık bir melodi doldurdu kulaklarımı, güneşten korunmak için gözlerime siper ettiğim şapkamın burnunu hafifçe kaldırırken sesi daha dikkatli dinledim.

Artık ne masumuz ne yalandan yoksun.

Bırak olsun…’

“İren…” Uzandığım piknik örtüsünün üzerinde hafifçe doğrulurken bakışlarım birkaç adım önümde fırçalarını tuvalinin üzerinde gezdiren İren’de durdu. İren’de… Şaşkınlıkla kırpıştırdım gözlerimi.

‘Resimleri sen al, mevsimler zaten benim.

Hadi olsun…’

Bu nasıl olabilirdi? O günden sonra rüyalarda bile buluşamayız sanmıştım onunla. Aynı Ali Asaf gibi o da uğramaz sanmıştım kalbime. Hüzünle burkuldu dudaklarım. Yanılmış mıydım?

İren, kalbime dokunmak için geri mi dönmüştü?

Ya da belki de hiç gitmemişti, gidememişti.

İren şarkı söylemeyi bırakıp mırıldanmaya başladığında kollarımdan destek alarak yattığım yerden doğruldum. Aynı gençliğimizdeki gibi, odaklandığı şey yüzünden Sertab Erener’in Olsun şarkısının nakaratı takılmıştı dudaklarına ve öyle dalmıştı ki birkaç adım uzağındaki beni hala fark etmemişti.

Dikkatini dağıtmadan örtünün yanına duran sandaletlere uzandığımda bakışlarım dizlerime dökülen eteklerime kaydı, duraksadım. Üzerimde bir kez olsun giyemediğim, giymenin hayalini bile kuramadığım prenses kollu yazlık bir elbise vardı.

Pembe renkteydi, üzerinde ise sevimli, küçük kirazlar vardı. Dudaklarım buruk bir tebessümle kıvrılırken gözlerim bu güzel elbisenin açıkta bıraktığı tenime kaydı inanamayarak. Morlukları olmayan, geçmişin izlerini taşımayan ve siyah bandanama bile ihtiyaç duymayan tenime…

Elbisenin eteklerini nazikçe düzelttim, ılık rüzgârın savurduğu saçlarım omuzlarıma çarptı. Toplamadığım, özgür bıraktığım uzun saçlarım belime değiyordu. Saçlarımın tenimde bıraktığı tuhaf hisle gülümsemem büyüdü.

Gerçek olamayacak bir rüyanın içindeydim, biliyordum ve asla uyanmak istemiyordum.

“Ah…” dedi, İren fırçasını çimenlerin üzerine bırakırken. “Uyanmışsın.” Yerinden kalktı ve onu canlıymış gibi gösteren sevimli bukleleri, içten gülümsemesiyle bana doğru ilerledi.

Üzerinde boya yaparken giydiği bahçıvan tulumu vardı. İçine de en sevdiği renk olan, siyah bir askılısı vardı. “Neden?” Diye sordum merakla. Elbiseyle çok güzel görünecek beyaz sandaletleri giyerken de ekledim. “Neden buradasın?”

Fakat asıl sormak istediğim onun değil, benim neden burada olduğum olmalıydı.

Ben neden buradayım?

İren tereddütlü bir nefes verdi. “Burası benim evim.” Eli kolunu sıvazlarken bakışlarım arkasındaki villaya döndü. Doğru söylüyordu, burası onun eviydi.

Ben yıllar sonra bizi bir araya getiren, İren’i bizden sonsuza kadar alan o evdeyim, o bahçede. “Burada olmam garip mi sence?” İren burada olmaması gerektiğini düşünüyormuş da sanki neden burada olduğunu anlamıyormuş gibiydi.

Yoksa o da bizim gibi o gece yaşanılanları hatırlamıyor muydu?

Bakışlarım onu sabah kanlar içinde bulduğumuz o yere, havuzun fayansına doğru kaydı. Fayansın üzerindeki o izler İren yeni düşmüşcesine varlığını korumaya devam ediyordu, fakat… o güne nazaran biraz farklıydı. Yerde kurumuş kan lekeleri yoktu. Aksine lekeler ıslaktı, canlı renkteki bir kırmızı boya gibi parlak ve akışkandı.

“Üzgünüm, resimime o kadar odaklanmıştım ki ortalığı ne kadar dağınık olduğunu fark etmemişim.” İren boyanın izlerine burukça baktığında her şeyi bildiğini ve bildiklerinin onu incittiğini görebiliyordum.

“İren…” dedim tereddütle. “Kimdi?”

Sıcaklıktan uzak bir gülümsemeyle bana doğru döndü, İren. “Gerçekten bilmek istiyor musun?”

“Evet.” Dedim düşünmeden. “Bilmek istiyorum.”

Umutla parladı göz bebekleri. Sanki benim katili öğrenmem ona yardım edecekti, sanki… gözlerim villaya döndü. Sanki buraya hapsedilmiş ruhu benim katili öğrenmemle özgür kılınacaktı.

İren fikrimi değiştirmemden korkarak hızlıca elinden tuttu, “Gel benimle.”

Peşinden sürüklenirken afallayan bakışlarım sırtına kaydı ve canımı yakacak o izlerle ilk kez yüzleştim. Tam üç adetti. Kırmızı boya lekesi gibi duran ölüm izleri tam üç adetti.

İren’in peşinden merdivenleri çıkarken elim lekelere dokunmak için uzandı. Fakat cesaret edip de dokunamadım.

O güvendiği biri tarafından sırtına aldığı üç bıçak darbesiyle ölmüştü. Beklemediği bir anda, beklemediği kişi tarafından…

İren odasının kapısını araladığında kafasını hafifçe omzunun üzerinden bana doğru döndürdü. Gözlerine aynı benim gibi hüzün çökmüştü. Fakat onun üzüldüğü şeyler lekeleri değildi, kavga ettiğimiz günkü gibi darmadağın duran odasına bir adım attığımda anlamıştım.

Onu üzen o gün ettiğimiz kavgamızdı, hatta kavgamızdan çok kavgaya sebep olanlardı.

Bakışlarıyla özür dilediğini, biliyordum. İren’in özür dilerim demekten neden kaçtığını, hatalarını bizi mutlu edecek şeyler yaparak onarabileceğine neden inandığını ve hatta neden zarar vererek sevdiğini de…

Ama bazı yaraların kaynağını bilmek, onun bende açtığı yaraları kapatmıyordu. O benim dostumdu ve kafamın içindeki görüntüsü her ne kadar pişmanmış gibi görünse de ben ona çok kırılmıştım.

Ondan nefret etmiyordum.

Artık ona öfkede duymuyordum.

Ama ona kırgındım, çok kırgındım…

Gözlerimi kaçırarak balkonuna doğru adım attığımda bu sefer arkada kalan İrendi. “Neden buraya geldik?” Diye sordum onu affedemeyeceğimi üstü kapalı belli ederken.

Onu özlemiştim, onu tekrar gördüğüm için mutluydum da ama onu affetmemiştim ve öylece affedemezdim de.

“Çünkü ben o gece buradaydım.” Yanıma geldi. Parmakları hala parmaklarımı sıkıca tutarken boştaki eliyle balkonun demirlerine tutundu. “Sen ve Barış havuza atlarken; Müge, bahçeme kusarken; Bahar, şezlonglarda hıçkıra hıçkıra ağlarken ve Eda ile Efe kavga ederken… Ben buradaydım.”

“Aynı halkını izleyen bir kraliçe gibi.” İren’in elini bıraktım, balkon demirliklerine dirseklerimi dayadım ve bahçenin dört bir yanını kusursuzca gören manzaranın içime işlemesine izin verdim.

O gece İren’e öfkelenip onu yalnızlığa iterken biz hepimiz aşağıdaydık. İren’in açtığı yaraları umursamıyor, gülüyor, eğleniyorduk. Evet, İren o gece ve daha öncesinde hepimizde bir yara açmıştı. Fakat biz birlikteyken kanadığımızı hiç hissetmemiştik, hissetmiyorduk.

“Ve…” diye devam etti, İren yutkunarak. “O beni fark ettiğinde de ben buradaydım.”

Kaşlarım çatıldı, bakışlarım tereddütle İren’e doğru döndü. “Elimde tuttuğu sigarayı hafifçe havaya kaldırdım.” Boş parmaklarını o anı tekrar yaşamak istercesine havaya kalktı. “Katilimin gözlerinin içine baktım ve onu selamladım.”

Havalanan kaşlarımı, aralanan dudaklarım takip etti. Lakin İren şaşkınlığımı umursamayarak devam etti. “Bu hareketim onu kışkırtmış olmalı.” Omuzlarını silkti. “Ya da öfkesinin sebebi ona daha öncesinde yaptıklarımdı, emin değilim.”

“Kimdi?” diye sordum uzatmadan. Onun özgür kalmaya, benim ise cevaplara ihtiyacım vardı. “Bilmeliyim, İren. Kimdi? Sana bunu yapan kimdi?”

İren bana çok şey istiyormuşum gibi içtenlikten uzak bir tebessümle gülümsedi. “Bunu ben söylememeliyim, sen bulmalısın.”

“Neden?” Yaşadığım kafa karışıklığıyla demirliklerden doğruldum, artık bakışlarım tamamen İren’in üzerindeydi. “Nasıl? Anlayamıyorum, İren. Ben… Ben bunu nasıl?”

“Kalbini kapat ve sadece bak, Aden. Gözlerine bak. Bunu daha önce de defalarca yaptın. Görülmeyeni gördün, ruhlarımızın gizli notalarını duydun. Anlatmadıklarımı anladın, bizi hissettin. Şimdi de yapacaksın. Şimdi de görecek, duyacaksın. Biliyorum… Sana inanıyorum. Katilini bulacak, beni özgür kılacaksın.”

Olumsuz anlamda salladım kafamı iki yana. “Bu saydıklarının birini bile yapmış olsaydım yıllarca içinde yaşattığın aşkını fark ederdim. Senin kadar kendime biraz olsun inansaydım geçmişimden bu kadar kaçmaz, hatırlardım. Unuttuklarımı daha erken hatırlardım.”

Belki o zaman Asaf da ziyaret ederdi beni, dokunurdu kalbime. Yaşardı rüyalarımda.

“Fark ettin zaten.” İren’in itirafıyla aralandı dudaklarım. Nasıl, ne zaman? “Unuttun mu yine? Savaş doğum günüme gelmedi diye ağlarken bulmuştun o gün beni. Kimse doğum günü kızının yokluğunu fark etmemişken sen elinde bir votka şişesiyle gelmiştin gizli sığınağıma, ağaç eve. Neden ağladığımı sormamıştın bile. Sadece gözlerimin içine uzun uzun bakmış ve uzattığın şişeyi dönmüştün benimle. Çünkü zaten biliyordun. Bir mumun ışığında sormaya cesaretin yoktu ama hissediyordun. O mükemmel çocuğa âşık olanın sadece sen olmadığını…”

“Yeter!” Dedim elimi durması için havalandırırken. İçimde her şeye rağmen oluşan o kıskançlık dürtüsünden iliklerime kadar nefret ettim, kendimden bir kez daha nefret ettim.

“Gözler…” dedi, İren havalandırdığım elimi tutmaya çalışarak. “Gözler yalan söylemez, Aden.” Elimi hırsla soğuk parmaklarından kurtardığımda beynimin içinde yankılandı ince, tiz bir ses.

Gözler yalan söylemez.

Kulaklarıma aşina gelen o cümle şiddetli bir baş ağrısıyla geçmişin bir parçası olduğunu hatırlatırlatmak istiyordu sanki. Ruhum bulunduğu dünyayı kısa bir anlığına terk etti, boşluğa düştüm.

Gözler yalan söylemez, Aden.

Gözler yalan söylemez…

Gözler yalan…

Gözler…

Kime ait olduğunu anlayamadığım boğuk seslere daha fazla dayanamayarak kulaklarımı kapattığımda tekrar İren’in balkona dönmüştüm. Kulaklarımdaki acı ise artık kafamın içindeydi.

Ağrıyan başıma baskı uyguladı parmaklarım. “Kes şunu.” Dedim, acıyla gözlerimi yumarken. “Beni bir şeyleri hatırlamaya zorlama.”

İren’in anlayışlı sesi doldurdu kulaklarımı. “Üzgünüm… Bugün için, o gün için ama en çok da Asaf için…”

Hayal kırıklığıyla araladım gözlerimi. Biliyordu. O da biliyordu. “Sende biliyordun…” kırgınlığım yerini histerik gülüşlerime bıraktı. “Tabi ki biliyordun.”

Omuzlarını silkti, İren umursamazca. “Benden habersiz kuş uçmaz. Bunu da mu unuttun yoksa?”

“Tabi ya…” dedim yanağımın içini ısırırken. Tabi ki de biliyordu. Hepsi biliyordu. Bir tek ben… Bir tek ben bilmiyordum. Kardeşimin katilleri yıllarca gözümüzün önündeydi ve ben hiçbir şey anlayamamıştım.

Kandırılmıştım. Kendimi yıllarca kandırmıştım.

Geleceklerine, ailem olduklarına, beni sevdiklerine, Asaf’ı sevdiklerine…

Koca bir yalanı doğru kabul etmiştim. En kötüsü de canavardan kaçtığımı sanarak canavarlara sığınmıştım.

“Gördün mü hiç onu?” Diye sordum acıdan boğulurken. “Nasıl? Mutlu mu olduğu yerde, biliyor musun?”

İyi miydi olduğu yerde, bilmek istiyordum.

Beni özlüyor muydu?

Ya da beni hatırlıyor muydu?

“Hayır.” Dedi eli yanağıma uzanırken. “Onu görmedim. Ruhuna ulaşamadım.” Parmakları usulca okşadı yanağımı. “Belki o da sizin gibi sevmiyordur beni, ona ulaşmamı istemiyordur.”

Kaşlarımı çattım. “Biz seni seviyorduk, İren… Yani… En azından onlar…” İren sesimdeki tereddütü hissetince gülümsedi ve sorun değil dercesine başını omzuna doğru yatırdı. “Bildiğin şeyleri duyduğunda üzülmezsin, Aden. Bende, biliyordum. En başından beri beni kabullenemediğinizi, birbirinizi sevdiğiniz kadar sevemediğinizi… Biliyordum. Biliyordum ama sorun değildi. İnan bana, hala da değil.”

Karşı çıkmak için bile aralanmadı dudaklarım. Sözlerinin doğru olduğunu içten içe kabul etti kalbim, sessizlikle mühürlendi dilim.

“Ben sizi kabullendim, ben sizi sevdim Aden. Önemli olan bu ve ben şimdi bu yüzden sizi affediyorum. Her şey için… Her şey için affediyorum sizi, Aden.” İren’in eli omuzlarıma doğru kaydı. Avucunun içi omzuma baskı uygulamaya hazırken suratındaki o buruk tebessüm hiç silinmedi.

“Umarım sizde bir gün beni…” İren tüm gücünü kullanıp beni balkondan aşağı ittiğinde “Affedersiniz.” Diye tamamlamıştı cümlesini.

 

🕯️

Düşmenin etkisiyle irkildiğimde kulaklarım yine aynı melodiyle doldu. Fakat bu sefer sesin sahibi İren değil, Sertap Erenerdi ve uzandığım koltuğun hemen karşısındaki televizyonda çalıyordu.

Afallayarak dirseklerimin üzerinde doğruldum. Nasıl bir rüyaydı bu böyle? Bir an… Bir an gerçekten onu gördüğüme inanmıştım. O… O, o kadar çok gerçekçiydi ki... Gülüşü, bakışları, sesi ama en çok da cümleleri… Sanki gerçekti de cümleleri gerçekten de ona aitti.

Sıkıntılı bir nefes verirdim kendimi geri koltuğa bırakırken. Yine gerçeklik algımı yitiyordum. Kafamın içinde susmayan bir gürültü vardı. Farklı cümleler haykırışlar eşliğinde kulaklarımda yankılanıyordu.

‘Gözler yalan söylemez, Aden.’

‘Uzaklaşmak ikimizi de iyi gelecek.’

‘İntikam peşine düşemezsin.’

‘Bazen bir insanın varlığına tutunmak, bütün umutları ayakta tutabilir.’

‘Ellerindeki kan izlerini görmeni, nasıl bir canavar olduğunla yüzleşmeni istiyorum.’

‘Kayıpların için yas tutma… İntikam al!’

Avucumun içini ağrıyan şakaklarıma bastırdım. Sesler… Sesler susmuyordu. Kafamım içi kazan gibiydi, uğultular dinmiyordu. İlaç-ilaçlarıma ihtiyacım vardı.

“Ağrı kesici getirmemi ister misin?”

Gözlerimi korkuyla araladığımda bu sesin de kafamın içindeki seslerden bir farkının olmamasını isterdim. Fakat lanet olsun ki parlayan gözleri ve gülümsemesiyle uzandığım koltuğun kolundan destek alarak üzerime eğilen Erdem kafamın içinde olmayacak kadar gerçek ve ürkütücüydü.

Kahretsin!

O buradaydı!

Korkuyla çırpınan kalbimi gizleyebilsem de onu görünce büyüyen gözlerime engel olalamıştım. “Erdem…”

Tek kaşını kaldırıp şaşkınlıkla duruşunu düzeltti, Erdem. Bu hamlesi onu görüş açımdan çıkartmış, beni savunmasız bırakmıştı. Hızlıca doğrulup onu tekrar görüş açıma aldığımda elinde kalbime saplamak için bir bıçağı olup olmadığını kontrol ediyordum.

Artık lisede değildik. Ne ben onu devirebilecek kadar güçlüydüm ne de o beni alt edemeyecek kadar güçsüz duruyordu. Kalıplı kollarıyla beni zorlanmadan boğabilir, uzun bacak boyu sayesinde ben daha koşmaya başlamadan beni yakalayabilirdi.

“Vay be… Hatırlamazsın sanıyordum.”

Keşke diye geçirdim içimden, keşke hatırlamasam ama…

Ama insan, hayatını kararttığı kimseleri unutamıyordu.

Bende unutamamıştım…

Endişe dolu suratımı biraz gevşetmeye çalışarak gülümsedim. Fakat dudaklarımda oluşan şeyin gülümsemeden çok uzak olduğunu hissedebiliyordum.

“Uyandı mı o?” Bakışlarım sesin geldiği yöne, ayaklarımın ucunda kalan koridora doğru döndüğünde Magazin Gülsüm elinde su dolu bir bardakla içeriye girdi. “Şükürler olsun.”

Erdem Yurtsever ile baş başa kalmaktansa can güvenliğim için yanımda birileri olsun isterdim tabi ki lakin o kişi Magazin Gülsüm mü olurdu, zannetmiyordum.

Gülsüm bardağı elime sıkıştırırken lakabının hakkını vermek istercesine sorularını sıralamaya hazırlandığında gençken ondan neden hiç hazzetmediğimi bir kez daha hatırlamıştım.

Küçük bir kasabada yaşamanın en büyük laneti, örttüğünüz kapınızın ardında dönenleri ne kadar istesenizde gizleyememenizdi.

İnsanlar duyar, görürdü. Vücudun da gizlemeye çalıştığın izleri fark eder, cevaplarını bildikleri soruları sorarlardı. Çok sorarlardı. Evimde olanları, babayı, annemi, şiddet mağduru bizi…

Sorarlardı, çokça konuşurlardı da ama iş yardım etmeye geldiğinde yok sayarlardı. Bilmiyormuş gibi yapar, susarlardı. Çünkü konuşurlarsa babayı karşılarına alırlardı.

Dudaklarım alaycı bir gülümsemeyle kıvrıldı.

Birazcık ya birazcık vicdanları olsaydı… hatta sadece birisinin bile birazcık vicdanı olsaydı belki bizde normal bir çocuk gibi büyüyebilirdik. Hatta belki kardeşim…

“Nasıl oldu?” Gülsüm’ün sorgular bakışlarını umursamadan yaşar mıydı? diye sordum kendime. Onlar bize yardım etseydi kardeşim yaşar mıydı gerçekten?

“Neden kaza yaptın? Alkollü araç mı kullanıyorsun yoksa?” Alkolün kokusunu alabilmek için üzerime eğildiğinde afallayarak geri çekildim.

Geçmişimle baş edemediğimde kendini alkole veren bir bağımlı değildim ve sırf normal bir çocukluk geçirmediğim için aklına ilk gelenin benim bağımlı olmam olması haksızlıktı. En çok görmezden geldikleri çocukluğuma haksızlıktı.

“Yollar…” dedim, yağmuru bahane etmek için hazırlanırken. Fakat kafamın içindeki uğultular gerçeği bas bas bağırırken sorun yokmuş, iyiymişim gibi yapmak zorlaşıyordu. “Yollar ıslanmıştı. Tekerlerim kayınca… Bende…”

Islak zeminde kayan lastiklerin tiz çığlığı kulaklarımı doldurdu, dişlerimi sıktım. Çığlığı kardeşimin bedeninin aracın üstünde yuvarlanan tok sesi takip etti, güçlü durmaya çalışarak derin bir nefes aldım.

“Bende çarptım…” Dedim kaydım demek isterken. “Kaydım yani, kontrolümü kaybettim.”

“Her neyse, anne.” Bakışlarım dudaklarına anlayışlı bir tebessüm bırakmış Erdem’e kaydı. “Yorma kızı.”

Neden bakıyordu böyle? Neden anlayış gösteriyordu bana? İhtiyacım var mı sanıyordu? Ona ya da başkasına muhtaçmışım gibi mi duruyordum?

“Yormayayım da… Oğlum… Allah korusun ama ya sana bir şey olsaydı.”

Göğsüm acıyla yandığımda yumdum gözlerimi. “Düşüncesi bile çok korkunç ama ya sana çarpsaydı? Onun kaybedecek bir şeyi yok tabi, en fazla babasının yanına tıkarlar onu ama ben… ben sana bir şey olursa ne yaparım oğlum?”

Erdem’e değil, aracına da değil. Ama benim canıma, benim kardeşime çarpmışlardı o yolda. Onun gerçekleşmesinden korktuğu senaryo, benim gerçeğim olmuştu.

Ve doğru söylüyordu, benim kaybedecek bir şeyim kalmamıştı ama birilerinin hala kaybetmekten korktuğu bir şeyler vardı.

“Anne…” Erdem’in uyarısını duymazlıktan gelerek “Anne ya… Anne!” Diyerek susturdu oğlunu Gülsüm. “Doğru anneyim ben, annenim. Ve korkuyorum. Ne kadar boyumu geçsen de büyütemiyorum işte seni gözümüzde. Hala seni ilk kucağıma aldığım o günkü gibi sarıp sarmalamak, korumak istiyorum. Sende kıymetimi bileceğin yerde elin kızı için susturuyorsun ya beni, yazıklar olsun sana.” Gülsüm oskarlık performansıyla iç çektiğinde araladım gözlerimi.

O küçük kafasından ne geçiyordu, bilmek dahi istemiyordum. Göğsümde hissettiğim acı içimi kesip biçiyorken bir de onun saçma sapan fikirlerini duymak istemiyordum.

“Bu mu yani bana layık gördüğün gelin?” Gülsüm dokunsam ağlayacak bir kıvamda sehpaya çöktüğünde şok içinde araladım dudaklarımı.

Gelin demişti ya.

Sadece gelin de değil, kendine layık gelin demişti bir de.

Sinirden gülmemek için zor duruyordum. Biraz daha saçmalamaya devam ederse mimiklerimi kontrol edemeyecek hunharca patlayacaktım.

“Annene…” dedim sakinliğimi korumakta zorlanırken. “Bir şey söyle.”

“Anne düşündüğün gibi değil. Aden sadece…” Erdem beni hayatında bir yere konumlandıramadığı için sustuğunda annesi müthiş performansına devam etti. “Ne diyeceğim ben millete? Psikopat Ferhat’ın, deli Hatice’nin kızını gelin diye aldım, mı? Ya çıkarsa babası hapisten ya kafası üşütük anası musallat olursa oğluma… Komşular… Komşular… Ah… Yetişin komşular!”

“Boşuna ayılıp bayılmayın, Gülsüm Hanım.” Dedim numaradan bayılmasına daha fazla tahammül edemeyerek. “O komşular gelmez. Şiddette görseniz, kendini savunamayacak kadar küçükte olsanız, karanlık bir bodrumda haftalarca aç, susuz bağlı da kalsanız o komşular gelmez.” Öfkeme yenik düşerek doğrulduğumda Gülsüm numarasına son vermiş, bir de utanıyormuş gibi kafasını yere eğmişti.

Hala acındırmaya çalışıyordu kendini, şaka gibi bir kadındı gerçekten.

Dişlerimi sıkarak söyleyeceklerimi yuttum. Kendimi boşuna yoruyordum, tek düşündüğü kendisi olan kalpsiz bir kadını değiştiremezdim. Yıllarca gözlerinin önünde yardımlarına muhtaçken değiştirememiştim, şimdi iki kelimeyle değiştirebileceğime inanmam aptallık olurdu.

“Kimse sütten çıkmış ak kaşık değil. Değil mi, Aden?” Erdem bir özür beklercesine geçmişi açmaya çalıştığında yersiz bir cesaretle omuz silktim ve dudaklarımı kibirle araladım. “Canımı yaktığınız kadar yaktım canınızı. Fazlası yok.”

Erdem’in beklediği özürü alamadığı için öfkeli bir tebessüm bahşetti dudaklarına. Onun soğuk gülümsemesi tüylerimi ürpertirken korkumu gizlemeye çalışarak dik durmaya devam ettim.

İçimden bir ses başıma bir şey gelmeden hemen önce bu evden defolup gitmem gerektiğini haykırıyordu. Lakin öfkeli bir erkeğin bakışları karşında savunmasız olduğumu bilmek adımlarımı yere mıhlıyor, içimdeki korku çığ gibi büyürken korkmuyormuş gibi hareketsiz kalmama neden oluyordu.

Erdem gözlerimin içine bakmaya devam ederek doğruldu. Ne adımlarım geri gitti ne de bakışlarımı kaçırdım. Hoş zaten bakışları az önceki kadar öfkeli değildi, daha çok kırgın gibiydi. Fakat bana doğru bir adım daha atarsa biliyordum ki bacaklarım bedenimi taşımayı bırakacak ve durdurulması güç titremelerle yere düşecektim.

İçimdeki korku giderek büyüyordu, her geçen saniye kendimi daha güçsüz hissediyordum ve bu şekilde daha fazla ne kadar dayanabilirdim, bilmiyordum.

“Bir özür bile hak etmiyor muyum yani?” Titremeye başlayan ellerimi yumruk haline getirip gizlerken yutkundum.

Bir özürü hak ediyor muydu, en az çocukluğum kadar.

Fakat ne onların özürü geri getirirdi benim çocukluğumu ne de benim özrüm geri verirdi Erdem’e gençliğini.

Erdem özür dilemeyeceğimi kabullenerek kafasını hayal kırıklığıyla salladığımda içime su serptiği kadar beni diri diri yakacak o adamın ses duyuldu kapıdan.

“Aç lan kapıyı!” Kapıya savrulan tok yumruklar devam etti öfkeli sesini.

Ufacık bir kıvılcım ateşi körükleyebilir, her şeyi yutabilecek bir yangın çıkartabilirdi. Ufacık bir kıvılcım kalplere alev düşürebilir, acıyla kıvrandırabilirdi ve ufacık bir kıvılcım insanı diri diri yakabilirdi.

Bir kıvılcım düşmüştü, tam göğsümün üzerine. Karanlığımın içinde büyümüştü Harlanmış, harlanmış ve kocaman bir yangına dönüşmüştü. İçimi diri diri yakarken ateşiyle aydınlatmıştı dört bir yanımı.

Kardeşimi terk ettikleri o andaydım şimdi. Çıplak ayaklarımın kardeşimin kanıyla ıslanmış betona basıyordu, kardeşim ayaklarımın ucunda yatıyordu. Barış diğer yanımda dizlerinin üzerine çöküyor, Savaş ben arabadan inmeyeyim diye uğraşıyordu. Müge ise bir kez daha Barış’ı seçiyordu.

Ve ben… Ben bir kez daha kardeşimin hareketsiz yatan bedenini fark etmiyor, onu arkamda bırakıyordum.

Nefesim boğazımda düğümlenirken gözlerimi yumdum acıyla. İçimde büyüyen yangın onaydı, kendimeydi, herkesedeydi. Fakat bir tek beni yakıyordu. Sadece beni…

“Hoş geldin, Savcım.”

“Nerede o?”

Barış’a uzandı ellerim. Dokunabilecekmişim gibi, onu şoktan çıkartabilecek, kardeşimi hayata döndürebilecekmişim gibi ama olmadı. Elim sanki sis bulutunun içine dalmış gibi geçip gitti Barış’ın görüntüsünün içinden.

Yapamadım. Kardeşimi hayatta tutamadım.

“Hoş bulduğunu söylemeyecek misiniz, savcım? Ne kadar kaba…”

Gülsüm’ün dudaklarından kopan çığlık zihnimin gölgesinde kaybolmama izin vermeyerek beni kendime getirdiğinde kalbimde büyüttüğüm nefretle açtım gözlerimi.

Ama onlar tutabilirdi. Yardım çağırabilirlerdi, ona yardım edebilirlerdi ama yapmadılar. Kardeşimi ölüme terk ettiler.

Bakışlarım Erdem’in kollarını sırtında tek eliyle sabitlemiş, dirseğiyle ensesine bastırıp onu duvara sıkıştırmış Savaş’ı bulduğunda nefretimi kusma isteğiyle kavruldu midem. Onu da… onları da kendimle beraber cayır cayır yakmak istiyordum.

“Sana bir daha sormayacağım, Erdem.” Dişlerinin arasından öfkeyle soludu, Savaş. “Aden nerede?”

Neden arıyordu beni? Alaycı bir tebessümle kıvrıldı dudaklarım. Yoksa kardeşinin o büyük sırrını öğrenme ihtimalim miydi onu bu kadar korkutan, peşime düşecek kadar meraklandıran?

“Çok mu özledin? Dayanamadım mı hasretin…” Erdem Savaş’ı kışkırtarak elinden kurtulmaya çalıştığında Savaş tutuşunu güçlendirdi. “Bırak oğlumu!” Duymadı Gülsüm’ün haykırışlarını Savaş.

Kırışmış gömleğinin eteklerini hızlıca kaldırıp pantolona sıkıştırdığı silahını çıkarttı, Erdem’in kafasına dayadı. “Sormayacağımı söylemiştim.”

Dehşetle aralandı dudaklarım. Aklını mı kaçırmıştı bu, ne yapıyordu? Savaş’ın sesinin soğuk tınısı artık onu tanımakta zorlanan beni bile ürkütmüşken Erdem acıyla sıktığı dişleri arasından gülümsemeye devam ediyordu.

Gülsüm can havliyle Savaş’ın koluna atıldı. Oğlunu kurtarmak için savurduğu yumrukları Savaş’ın bedenine çarptı defalarca ama Savaş’ın duruşu milim oynamamıştı, aksine silahın namlusu artık daha güçlü bir şekilde dayalıydı Erdem’in kafasına.

Sanki gözü kör, kulakları sağır olmuştu. Ne Erdem’in düzgün nefes alamadığı için verdiği hırıltılı sesini duyuyordu ne de oğlunun canı için debelenen Gülsüm’ü görüyordu.

Ne yapacağımı, onu nasıl durduracağımı bilemez bir şekilde koridora doğru atıldığımda korkuyla döküldü adı dudaklarımdan. “Savaş…”

Onca bağırışa, onca arbedeye rağmen duydu sesimi, havaya doğru kaldırdı namlunun ucunu. Adımlarım koridorun diğer bir ucunda durduğunda yorgun bakışları korkmuş çehreme döndü ve rahatlarcasına verdi nefesini.

Çekmişti artık ellerini Erdem’in üzerinden. Tamamen dönmüştü bana doğru ve ben o zaman daha iyi anlamıştım ne kadar bitik bir halde olduğunu. Kusursuzca ütülediği gömleği bugün kırışıktı. İki üç düğmesi kopartılmış, kolları düzensizce kıvrılmıştı. Kravatı da yoktu. Dağılmış saçları alnına düşmüş, göz altları günlerce uykusuz kalmış gibi morarmıştı. Bir zamanlar yönümü kaybedeceğimi bile bile dalmak istediğim kimsesiz ormanları andıran gözleri ise kanlıydı.

Öyle bir haldeydi ki bilmesem bana ulaşamadığı için aklını kaçırdığını sanardım. Onu bu hale getirenin ben olduğuma inandırırdım kendimi. İnandırırdım. Yıllarca yaptığım gibi doğru sandığım yalanlara yine inandırırdım kendimi.

Kör noktamdı çünkü o benim. Varlığını hissetmediğim anlarda bile görmezdim verdiği acıyı. Sesini duymadığım, kokusunu soluyamadığım anlarda bile fark etmezdim beni mahkûm ettiği yalnızlığımı.

Sadece beklerdim. O günün geleceğine inanarak bir gün bana geri geleceğini sadece beklerdim.

Ne büyük aptallık değil mi?

Savaş silahını tekrar beline sıkıştırıp dudaklarında engel olmadığı belli olan bir tebessümle bana doğru bir adım attığında “Merak etme!” Dedi, Erdem kendine gelmeye çalışırken. “Ona dokunmadım.”

Adımları durdu, Savaş’ın. Birazdan olacakların habercisi sakinliğiyle yavaşça yumdu gözlerini, dudaklarındaki gülümseme ise yerini ürkütücü gülümsemesine bırakmıştı. Sertçe yutkundum. Erdem’e susması gerektiğini söyleyebilmek için daha dudaklarımı aralayamamıştım ki Erdem çenesine inen sert yumrukla susturulmuştu.

Korkuyla nefesimi çektiğimde Erdem yumruğum etkisiyle sendeleyip yere düştü. Fakat bu düşüş durmadı Savaş’ı. Aksine öfkesini daha da büyüttü. “Dokunamazsın!” Hiddetle tuttuğu yakasından kaldırdı Erdem’i ve saniyeler içinde bir yumruk daha geçirdi çehresine.

Baba gibi…

Sıkıca yumdum gözlerimi. Farkında olmadan titreyen dizlerim bedenimi taşımakta güçlük çekerken yaslandım duvara. Görmek istemiyordum, duymak istemiyordum.

Bu ilk değildi, son da olmayacaktı biliyordum. Fakat ben ilk defa son olmasını diliyordum. Eskiden öfkelendiğinde şiddete başvurmasını umursamazdım. Sevmezdim ama yapma da demezdim.

Konu o ve yaptığı büyük hatalar olduğunda kalbim hep kör olurdu, bir gün olsun havaya uzanan o elin benim suratıma da tokat gibi inebileceğini düşünmezdi.

Fakat şimdi… şimdi son olsun istiyordum. Başkalarına göstermekten çekinmediği öfkesi bana bulaşmadan son olsun istiyordum. Çünkü korkuyordum. Ben yıllar sonra ilk defa babadan korktuğum kadar Savaş’ın öfkesinden korkuyordum.

“Benim olana dokunamazsın, Erdem. Hayalini bile kuramazsın. O küçük kafandan düşüncesini bile geçiremezsin.”

Erdem’in koridoru inleten histerik kahkahasıyla dizlerimi karnıma kadar çekip küçük bir alan oluşturdum kendime. Kollarımla hapsetmeye çalıştığım başımı alabileceğim herhangi bir darbeden koruyor, hissedebileceğim acıyı en aza indirmeye çalışarak bana gelecek olan sırayı sessizce bekliyordum.

“Dur yalvarırım, dur…Öldüreceksin… Dur!”

Bir annenin acı dolu çığlıklarını duymayan adam dudaklarımdan çıkan hırıltıyla duraksadı. İtiş sesleri durmuş ve saniyeler içerisinde elleri omuzlarımı bulmuştu. Ürkerek kendini, sanki mümkünmüş gibi, daha da gizlemeye çalıştığımda beni göğsüne bastırdı, Savaş. “Aden…” çaresizce döküldü adım dudaklarından.

“Hayır… Hayır, Aden. Yapma, yalvarırım yapma. Korkma benden.” Bir çare sesi içimdeki korkuya su serpmiyordu. “Zarar verebilir miyim ben hiç sana?” Verirdi. Vermişti de… Bedenimde yoktu belki izleri ama kalbimdeki enkaz onun eseriydi. “Kıyabilir miyim hiç saçının tek teline?” Kıymıştı. Her tutuşunda saçlarımın avucunda kaldığı adama beni teslim ettiğinde kıymıştı saçlarıma da.

Histerik bir şekilde hıçkırdım. Yaşlarım dizlerime süzülüyor, omuzlarım sarsılıyordu. Gitsin istiyordum. O günkü gibi gitsin, bir daha hayatıma girmemek üzere defolup gitsin. “Ağlama, kurban olduğum. Ağlama…” ama gitmiyordu işte. Titreyen nefesi saçlarıma dokunuyordu. Güçlü kolları benim gitmeme de izin vermeyecekmişçesine sıkıca tutuyordu bedenimi.

Kendimi güçsüzce geri çekmeye çalıştım. Beni gerçekten bırakıp bırakmayacağını ters ettim aklımca. Omzumda hissettiğim kolların yerini soğuk duvar doldurduğunda ise emin oldum. Yanılmıştım. Savaş istese beni tutmaya devam edebilirken beni bırakmayı tercih etmişti. Her zamanki gibi.

Sırtım duvarla buluştuğunda yanaklarımı kurulayarak kaldırdım kafamı. Yıllarca gerçekliğine inandığım sevgisi her geçen saniye daha da çatırdıyordu içimde ve o sevgi çatırdadıkça kendime duyduğum ufacık sevgide yok oluyordu sanki.

Kanlandığına emin olduğum bakışlarımı kaldırıp benimkilerden bir farkı olmayan gözlerine baktım. Yolun sonundaydık, değil mi? Artık bizim için mutlu sonsuza giden hiçbir yol kalmamıştı. O kardeşimin ölümünü saklayarak, Barış’ı koruyarak bütün yollarımızı paramparça etmişti değil mi?

Duvardan destek alarak doğrulduğunda aramızdaki bu saçmalığa sonsuza denk son verecek o kelimeler acımasızca döküldü dudaklarımdan. “Ona dönüşmüşsün.” Savaş duymak istemiyormuş gibi gözlerini yumduğunda sertçe yutkundum. Yaşlar yanaklarıma son defa süzüldü, kalbim son defa onun acısını hissedercesine ağrıdı. “Korktuğum o adama… Babaya.”

Arkamı döndüm Savaş’a. Sağlamca attığım her adımımda ondan uzaklaştığım kadar uzaklaştım kalbimden. Son görüşüm değildi onu, bundan emindim ama kalbimle son kez bakıyordum ona.

Son bir kez daha…

Kanayan kalbim için kapıdan çıkmadan hemen önce onun gözleri benim üzerimde bile değilken son defa baktım ona. İlk ve son aşkıma. Hayatımı mahveden ikinci adama…

Ve ilk defa içim kanaya kanaya ‘Elvada’ dedim sessizce ona. Görüşürüz değil, hoşça kal da değil. Bir daha görüşmeyeceğimizin, görüşsek bile eskisi gibi olmayacağımızın habercisi bir elveda.

“Defolun!” Dedi Gülsüm daha fazla dayanamayarak. “Defolun! Evimden defolun!”

Savaş, Gülsüm’ün sesiyle irkildiğinde tamamen arkamı dönmüştüm ona. Bize olan inancım, ona olan sevgimle beraber geride bırakmıştım onu. Artık beklemiyordum. Ne bir açıklama ne de bir özür.

Sadece intikam istiyordum. Kardeşimin intikamını…

Sınandığım yerden sınayacaktım onu. Acıttığı yeri acıtacak, aynı acıyı yaşatacaktım ona. Bunun için Barış’ı öldürmem gerekse bile yapacaktım.

Gülsüm’ün de dediği gibi benim kaybedecek hiçbir şeyim kalmamıştı.

Ama onun, onların hala vardı.

Bahçe kapısının önünde duran aracım girdi görüş açıma, şaşkınlıkla aralandı dudaklarım. Ağaca çarptığım için parçalanan çamurluğum ve farım tamir edilmişti. Anahtarım ise kontakta duruyordu.

Kimin eseriydi bu?

Erdem’in mi?

Yoksa beni Erdem’in aracına bırakan pusula kolyeli çocuğun mu?

Kaybın için yas tutma, intikam al.”

Bir de bu mesele vardı tabi. Beklemediğim bir anda uzatılan yardım eli. Kim olduğunu bilmediğim ama beni tanıyan garip yabancı tarafından uzatılan o yardım eli.

İçinde bulunduğum durum her geçen saniye boyumu aşan dalgalarla üzerime doğru gelse de boğulmaktan korkmuyordum. Aksine üzerime gelen her dalgayı kulaçlarımla savurmaya çalışıyor, alışmaya başlıyordum.

Çünkü bu defa pes edemezdim. Dalgalar boyumu aşıyor diye denize girmekten korkamazdım, kaçıp saklanamazdım. Savaşmak zorundaydım, kardeşim için savaşmak zorundaydım.

Bunu ona borçluydum. Onun soramadığı hesabı sormak, alamadığı intikamı almak zorundaydım.

Hırsla aracımın kapısına uzandığım sırada dalgalarla savaşabilmeme yardımcı olacak o şeyi, İren’in telefonu aktardığımız belleği pantolonumun cebinde sıkı sıkıya tutuyordum. Bu küçük şey bana yalancıların sırlarını bir muma ihtiyaç duymadan gösterecekti. Çünkü biliyordum ki, yalancıların sessiz sırları bu telefonun sahibine sessiz kalmamıştı.

Bugün onun ruhunu tekrar hissettiğimde daha iyi anlamıştım. İren kusursuz arkadaşlığımızın mimarıydı. Sırlar onun sayesinde mumların gölgesinde kalıyordu. Bizler onun sessizliğe mahkûm ettiği sırlarımız sayesinde biz kalıyorduk.

Anahtar İren’di, hep o olmuştu.

Kapıyı açmamla eş zamanlı açıldı Gülsüm’ün evinin kapısı. Bıraktığımdan farklı, öfkeyle attı Savaş kendini dışarıya. Gülsüm peşinden şikâyet edeceğine dair bağırıyordu. Erdem ise yüzündeki kanlara rağmen yaslandığı kapı eşiğinde gülümseyerek bakıyordu bana.

Kaşlarım anormalliği karşısında çatıldı, üst dudağım tiksintiyle kasıldı. Uğraşmam gereken tonca şey varken bir de o ayağıma bağ olmazdı değil mi? Umarım olmazdı.

Savaş elini kafasının hızasında kaldırıp arkasını bile dönmeden tek hareketiyle susturdu Gülsüm’ü. Muhattap dahi alınmadığını gören Gülsüm öfkeyle oğlunu kolundan çekiştirip çarptı kapısını.

Bu öfkesi küçük çaplı ev baskınını Savaş’ın yanına bırakmayacağının habercisiydi olmalıydı. Umursamazca silktim omzumu. Onun aleyhine olan her şey işime gelirdi. Dibinde dibini görsün istiyordum ve tüm bunların başlangıcı severek yaptığı işinin elinden alınması olabilirdi.

“Bekle!” Savaş’ın adımları bana doğru yöneldiğinde gülümseyerek açtım kapımı. Onu dinleyeceğimi mi sanıyordu gerçekten? O daha yanıma varamadan aracıma binmiş, kitlemiştim bile kapılarımı.

“Ağzına gelene saydın.” Savaş kapıyı açmak için yeltendi. “Şimdi dinleme sırası sende.” Kulbu ilk çekişince açılmayan kapı ikincisinde ve üçüncüsünde açılacakmış gibi tekrar tekrar denedi. “Aden...” Savaş onu duymadığımı düşünerek camımıza tıklattığında alaycı bir gülümsemeyle döndüm cama doğru. Yorulmuş göz bebeklerine bakarken ebeveynin isteğini yerine getirmeyecek şımarık çocuk gibi kırpıştırdım gözlerimi ve hiç beklemediği anda yumruk halinde havalandırdığım elimin orta parmağını açtım.

“Siktir git.” İlk küfürüm, ilk kez duygularımı açtığım adamaydı. Ne kadar da trajikomikti.

Savaş afallayarak kapımı bıraktığımda direksiyonu sıkıca tuttum ve arka tekerleğimin ayağını ezeceğini umursamadan gaza yüklendim. Arka tekerlerim hafifçe havalanıp tekrar zemine temas etti. Savaş’ın aynalarımdaki görüntüsü giderek uzaklaştı ve ben haykırırcasına “Sikiyim.” Diye bağırdım.

Ve Selin’e küfürün kötü bir şey olduğunun nutuğunu çeken rahibe Aden’i bir kenara bırakıp rahatlarcasına devam ettim. “Yalanlarınızı, doğrularını, dönüştüğünüz insanları, olduğunuz kişileri…hepsini… hepsini sikiyim.” Histerik bir şekilde kahkaha attığımda delirmenin eşiğinde olduğumu biliyordum.

Onlara kötü söz söylemek bir yana dursun haklarında kötü düşünmemiştim bile ama şimdi ağzıma geleni saymaktan öyle keyif alıyordum ki oradan buradan duyduğum her hareket sözcüğü onlara ithafen dökülüyordu dudaklarımdan.

Küfrediyor, bağırıyor, gülüyor, hatta kahkaha atıyordum. Her insanın acıyla baş etme yöntemi farklıydı ve ben sırf gözyaşı dökmemek için aklımı yitirmiş gibi davranmayı tercih ediyordum.

Çünkü ağlayamazdım. Yasaklamıştım kendime. Acıdan boğulsam da tek damla gözyaşı dökemezdim, dökmeyecektim. Fakat bu sefer Asaf gözyaşlarımı sevmiyor diye değildi. Kardeşim katillerini ateşimde yakmadan önce içimdeki yangını soğutamazdım, hafifletemezdim alevlerimin hırçınlığını.

Ölüler hesap soramazdı katillerinden ama geride bıraktıkları sormak zorundaydı.

Ve benim kardeşimin yasını tutmaya başlamadan önce görülecek bir hesabım vardı.

Bu sefer arkamda bırakmadığım şehirden ayrılmak için kontrollü bir çıkışla otoyola bağlandım. Bir zamanlar korkuyla kaçtığım bu şehirden şimdi geri döneceğimi bilerek ayrılıyordum.

Kardeşimin intikamını aldığım gün geri dönecektim çünkü. Yıllardır benden gizledikleri mezarını bulup sarılacaktım ona. Dokunmamın yasak olduğu toprağını öpecektim, hatırlamadığım her şey için af dileyecektim.

O zaman affeder mi beni, bilmiyorum.

Ben, bir gün affeder miydim peki kendimi?

Sanmıyordum. Kendimi hiçbir zaman affedilmeye layık görmeyecektim. Kendimi hiçbir zaman affetmeyecektim.

Altımdaki makinenin sınırlarını zorlayarak arttırdım hızımı. Çünkü ben kardeşime arkamı dönmüştüm. Direksiyon tutuşumu sıkılaştırdım. Çünkü ben yardımıma en ihtiyaç duyduğu anda onu görememiştim.

Çünkü ben berbat bir ablaydım.

Çünkü ben berbat bir insandım.

Şeritler hızla kayıp geçerken bomboş sandığım yolda işittiğim korna sesiyle irkildim, bakışlarım dikiz aynasına doğru kaydı hızlıca. Panikleyerek ayağımı gazdan çekip frene götürürken arkamda sandığım aracın yanımdaki şeritten ilerlediğini fark ettim. Filmli camlarını yüzünden inatla kornaya basan siyah range rover’ın sürücüsünü kim olduğunu görmüyordum ama maalesef ki biliyordum.

Dudaklarıma sinirli bir gülümseme oturduğunda ayağım tekrar gazla buluştu ve bu sefer onu geçebilmek için tüm gücümle yüklendim gaza. Böyle mi dinletecekti bana kendimi? Ne yani sıradaki hamlesi de camını indirmek mi olacaktı?

İkimizin aracı sanki yarıştaymışız gibi saniyelerle birbirinin önüne geçerken sorularıma cevap olmak istercesine araması ekranıma düştü Savaş’ın.

“O siktiğimin kemerini tak, Aden!” Öfkeli sesiyle afallayarak dijital ekrana baktığımda bu yaptığım hareketin beni öldürebileceğinden bir haberdim.

“Aden yola bak!” İrkilerek tekrar yola döndü bakışlarım. Benim camlarım onunkinin aksine filmli değildi ve ben salak gibi bir anlığına beni nasıl görüyor diye şaşırmıştım.

Bir saniye…

“Bana diyene bak…” dedim kinayeyle. Hızlarımız neredeyse aynıydı ve onun da gözleri yolda değil, bendeydi. “Bu kadar hızlı gidiyorken bakışlarınız yolda olsun savcım, yanınızdaki araçta değil.”

“Aden…” Adım yine çaresizce dökülmüştü dudaklarından. Söylemek istediği şeyleri söyleyemediğinde ve dilinden dökülemeyen kelimeleri adımın arkasına gizlediğinde gözlerine bakarak okurdum içinden geçenleri.

Ama şimdi adımı onun sesinden duymak bile rahatsız ediyordu beni. Anlamı cennet bahçesi olan adım onun dudaklarından döküldüğünde cehenneme dönüşüyordu sanki.

“Sağa çek, lütfen.” Olumsuz anlamda salladım kafamı iki yana. Onunla konuşmak istemiyordum. Onun sesini duymak bile istemiyordum. “Seninle konuşacağım bir mesele kalmadı, Savaş.”

“Benim kaldı ama.”

“Umurumda değil.” Omuzlarımı silktim sakince. “Ne sen ne de ne diyeceğin şey… Yoluna git, artık savcı. Daha önce de yaptığın gibi arkanda bırak beni.”

Gülümser gibi sinirle nefesini verdi, Savaş. “Daha önce de yaptığım gibi… Öyle mi?”

“Öyle!”

“Aden hızını düşür ve sağa çek.”

Bir de emir vermiyor muydu, için için köpürüyordu beni. Lakin sakinliğimi öyle ustaca koruyordum ki sesimin tınısına bile yansımıyordu öfkem.

“Hayır!” Dedim inadına gidiyormuş gibi gülümseyerek. “Durmayacağım. Yapabiliyorsan sen durdur.”

İhtimali bile yoktu. Önüme kırıp ikimizinde ölümüne sebep olmadığı sürece yapamazdı, beni durduramazdı!

“Peki…” dedi, Savaş var olmayan bir meydan okumayı kabul ederek. “Şimdi telefonu kapatacağım ve hız sınırını geçtiğin için ihbar edeceğim seni.”

“Ne?”

“Duydun.” Dedi kendinden emin bir şekilde. “Seni ihbar edeceğim. Hatta bununla kalmayacak senin peşinde olduğum bir şüpheli olduğunu da söyleyecek aracıma binmeni sağlayacağım. Böylelikle küfürde etsen el hareketi de çeksen benim aracımda seyahat etmek zorunda kalacaksın. İstesen de istemesen de dinleyeceksin yani anlattıklarımı.”

“Bunu yapamazsın.”

“Fazlasını bile yaparım, Aden.”

Yenilgiyi kabullenemeyerek vurdum direksiyona. Olduğu konumu kullanıyordu. Savcı kimliğini kullanıyordu ve benim onun üstüne çıkabilecek bir konumum yoktu. Lanet olsun, resmen elimi kolumu bağlıyordu.

“İleride benzinlik var. Şimdi hızımı düşürecek ve arkana geçeceğim. O yola girmezsen ararım polisi, Aden. Karar vermek için sadece yirmi kilometren var.”

Hırsla araladım dudaklarımı. Bahaneleri ardı ardına sıralayacak, geçiştirecektim onu. Yani en azından deneyecektim… Telefonu yüzüme kapatmasaydı.

Bana seçenek bırakmayarak düşürdü hızını ve arkama geçti, Savaş.

Kahretsin!

Boyun eğmek zorundaydım. Onunla gelmeyeceğimi biliyordu. Zorunda kalmadıkça onu dinlemeyeceğimi de. Bu yüzden mesleğine sığınıp beni zorunda bırakıyordu ya onu boğmak istiyordum. İki elimi boğazına sarıp nefesi kesilene kadar sıkmak istiyordum.

Bahsettiği yol ayrımı görüş açıma girdiğinde öfkeyle baktım dikiz aynama. Ondan nefret ediyordum.

Yenilgiyi kabullenmek istemesemde biliyordum ki başka çarem yoktu. Onu dinlemek zorundaydım. Ya onu sonsuza kadar sürecekmiş gibi hissettiren bir araba yolculuğu eşliğinde dinleyecektim ya da doğrularını bildiğim yalanlara birkaç dakika boyunca tahammül edecektim.

Vitesi önce dörde, dörtten de üçe indirdim. Hızımı kontrollü bir şekilde düşürdüm ve o yola girdim. Birkaç dakika müsaade edecektim ona. Sadece birkaç dakika…

Nasıl olsa dudaklarından çıkan hiçbir kelimeye inanmayacaktım, anlattığı hiçbir yalanın kalbime dokunmasına izin vermeyecektim ve nefes almaya devam ettiğim sürece o adama bir daha yenilmeyecektim.

Aracımı benzinlikten uzaktaki park alanlarına bıraktım. Bu son olacaktı. Savaş ilk ve son kez istemediğim bir şeyi bana yaptıracaktı ve bu da birçok şey gibi bugün son olacaktı.

Savaş’ın aracı da yanıma park etti, derin bir nefes alıp korudum sakinliğimi. Hissettirmeyecektim ona içimdeki yangını. Gülümseyecektim. Hiç kanamamış gibi, bana hiç zarar vermemiş gibi sadece gülümseyecektim.

Savaş aceleci bir tavırla indi aracından, benim ise ellerim hala direksiyonun üzerindeydi. Onun aksine gitmeye hazırdım. Hatta yanıma gelip de kapımı açana kadar aracımı bile durdurmamıştım.

Yavaşça kapımı açtı, Savaş. Sessizce bekliyordu inmemi. Ona doğru kaydı bakışlarım, sakinlikle gülümsedi dudaklarım. İçimdeki yangının külü bile düşmüyordu çehreme. “Ne kadar da kibarsınız, savcım.” Kıvılcımı bile sıçramıyordu sesime.

Fakat Savaş oynadığımı görebiliyormuş gibi sertçe yutkunduğunda daha fazla bakamamıştım gözlerine. İçimi okuyor, sessizliğimi duyuyordu sanki. Ya ben beceremiyordum gizlemeyi ya da o gizlesem de görüyordu beni. Anlamıyordum… Anlamıyordum ve deli oluyordum.

Gizlesem de… Gizlemsem de bir şekilde görüyordu ya beni, körüklüyordu öfkemi. Beni bu kadar iyi tanıdığını bilmek ondan daha çok nefret etmeme neden oluyordu.

Elim anahtara uzanırken sıktım dişlerimi. Gülümsemem silikleşse de bozuntuya vermeden anahtarımı çevirip durdurdum aracımı ve indim benim için açtığı kapıdan.

Topuklarımın ince tınısı zemine çarptığı an yankılandı sessizliğimizde. Konuşmak için aceleci davranmıyordu çünkü. Sessiz kalıyordu, dudakları sabırsız kelimeleri için aralanmıyordu. Beni buraya konuşmak için zorla getirtmesine rağmen susuyor ve sadece izliyordu. Karanlık ormanları andıran bakışları göz bebeklerimin içine girmek istiyormuş gibi izliyordu kahve harelerimi.

Gözleriyle mi konuşacaktı yani benimle?

Bunun için mi zorlamıştı beni, gözlerime birkaç dakika daha bakabilmek için mi?

Aracıma yaslandım, göğsümde birleştirdim kollarımı. Vücut dilim sabırsızlığımı açıkça belirtirken her ne kadar dudaklarım sorun değilmiş gibi içtenlikle gülümsesede onun konuşmaya başlamak için yalnızca beş dakikası vardı.

Beş dakika içinde o lanet olası dudakları bir şey söylemek için aralanmazsa patlak lastikleriyle ancak arkamdan bakar, gidişimi izlerdi. Çünkü onun aksine torpidomdaki bıçağı alır dakikalarca düşünme ihtiyacı duymadan lastiklerini keserdim.

Sabrında bir sınırı vardı ve bende bir yere kadar öfkemi maskeleyebiliyordum.

“Çocukken de böyle yapardın.” Savaş hiç konuşmak istemeyeceğim bir cümleyle araladığında dudaklarını odağım kaydı, afallayarak havalandı kaşlarım. “Yaşadığın onca şeye rağmen hiçbir şey yokmuş gibi, canın hiç yanmamış gibi…”

“Anlayamadım?”

“Seni tanıyorum, Aden.” Hala açık tuttuğu kapımı kapattı, Savaş. “Seni, senden daha iyi tanıyorum.”

Öfkeyle verdim gülümseyen nefesimi. Yapmaya çalıştığı şeyi anlayamayacağımı mı sanıyordu? Geçmişimizi kullanıyordu, geçmişimi deşiyordu. Ona olan nefretimi bastırabilmek için adice oynuyordu. Kalbime dokunmaya çalışıyor, izlerini arıyordu.

“Gülümseyen dudaklarının ardında gizlediğin kelimeleri duyabiliyorum. Kalbindeki yangını görebiliyorum. Hatırlıyorsun, Aden. Biliyorum…” Savaş gözlerime bakamayarak kafasını eğdiğinde titredi sanki vücudum. Gerçekten biliyor muydu? Neyi hatırladığımı gerçekten biliyor muydu?

“Önce benden duymalıydın. O gün sebep olduklarımızı önce benden duymalıydın. Söylemem gerekiyordu, biliyorum. Bunun için fırsatım varken söylemem gerekiyordu ama ben…” Bakışlarını tekrar gözlerime sabitlediğinde yalvarırcasına çıktı sesi dudaklarının ardından. “Özür dilerim, Aden. Sana dürüst karşı olmadığım için özür dilerim. O gün…”

“Sakın!” Dedim, elimi daha fazla devam etmesine izin vermeyerek havalandırdığımda. Özür dileyemezdi. Kardeşimi öldürdüğü için benden özür dileyemezdi. Bu durumu bu kadar kolaya indirgeyemezdi.

Onlar benim canımı almıştı. Onlar benim sahip olduğum tek ailemi almışlardı. Onlar göz göre göre benim kardeşime kıymışlardı.

“Haklısın.” Dedi, Savaş bakışlarını kaçırarak. “Her şeyi mahvettim ve toparlayamadım da. Seni tekrar kaybetmekten öyle çok korktum ki asıl susarsam, geç kalırsam tamamen kaybedeceğimi göremedim. Geri alamayacağım büyük hatalar yaptım, verdiğim sözleri tutamadım ve biliyorum ki bu hatalarımı dilediğim hiçbir özür hafifletemez. Önüne dünyaları sersem de yaşanılanları değiştiremem. Lanet olsun ki değiştiremem.”

Evet, değiştiremezdi. Bana kardeşimi geri getiremezdi, diline doladığı özür bana yaşadıklarımı unutturamazdı. Hoş zaten o da bunları beni ikna edip geri kazanmak için söylemiyordu. Şu an yaptığımız bu yüzleşme daha çok onun kabullenmesi gibiydi.

Bittiğimize ikna ediyordu kendini, artık yolun sonuna geldiğimizi kabulleniyordu kendi içinde.

“Biliyorum, Aden. Yolun sonundayım, yolumun sonusun.” Sertçe yutkunduğumda kafasını eğdi, Savaş. Bakamıyordu gözlerime. Bakamamalıydı. Suçluluğu öyle ağır geliyordu ki kafasını bile kaldıramıyordu yerden. Kaldıramamalıydı.

En azından geçmişimize birazcık saygısı kaldıysa yapmalıydı. Bırakmalıydı beni, unutmalıydı bizi. Hatırladıklarımdan sonra yapamazdım çünkü. Kalbim ona ait olsa da hiçbir şey olmamış gibi yapamazdım, kardeşime yaptıklarını yanlarına bırakamazdım.

“Senden beni affetmeni isteyemem, bunu köpek gibi istesem de bu sana haksızlık olur. Kalbinde tekrar bir yerim olsun da diyemem, bu da bencillik olur. Ama… Ama izin ver anlatıyım. Hatırladıklarından daha fazlası var, Aden. En azından bizim için var.”

Bizim için…

Kaçmak istercesine geriye doğru attığım küçük adım korkuttu Savaş’ı. “Son bir kez, Aden.” Açtığım mesafeyi kapattığında ise artık kaçabilecek yerim kalmamıştı. Sırtım arabaya tamamen yapışıktı, Savaş ise bir adımlık mesafeyle karşımdaydı. Tam da istediğim gibi. “Sonra hayatından defolup gideceğim. İstemediğin sürece görmeyeceksin beni, söz veriyorum. Hiç var olmamışım gibi silineceğim hayatından.”

Yalvarırcasına bakan göz bebekleri sadece gözlerimdeydi artık. Vicdanını rahatlatabilmesi için izin vermemi bekliyordu. Bu yüzden pantolonumun cebine süzülen parmaklarımı göremiyordu. Ses kaydedicinin aktif olması için telefonumun kasasının üzerinde durdurdum parmağımı.

Ona istediğini verecektim. Hayatımdaki izleri silinmeden önce benden istediği son şey buysa onu dinleyecektim, dinleyecektik. Dudaklarından çıkan her kelime itiraftı ve bana zaafları çıkarlarım doğrultusunda kullanmayı onlar öğretmişti.

Zorlanıyormuş gibi gözlerimi kısa bir anlığına yumup açtım. “Tamam…” dedim, kasaya vuran parmaklarımın sesini bastırarak. “Anlat.” Yaptığım şey suçtu, biliyordum. İzni olmadan sesini kaydediyor olmam madde 22 haberleşme hürriyeti ve madde 20 özel hayat gizliliğine aykırıydı ama dudaklarından çıkacak her kelime ihtiyacım vardı.

Anlatacakları ağır gelebilirdi, bilmek dahi istemeyeceğim şeyler olabilirdi ama zorundaydım. Sesinin delilim olabilmesi için kardeşimin ölümüne sebep olan her ayrıntıyı duymak zorundaydım.

Cümlelerini toparlayabilmek için kısa bir süre tanıdı kendine, Savaş. Zorlanıyordu, bunca yıl gözlerimin içine baka baka sürdürdükleri oyunu oynarken zorlanmıyorlardı da şimdi gerçekleri anlatacağı zaman zorlanıyordu işte.

Ne büyük tesadüftür ki bende zorlanıyordum, ellerimi boğazına dolayıp da onu boğmamak için bende çok zorlanıyordum.

“Sana karşı dürüst olacağım, Aden.” Dedi, Savaş kendinden utanıyormuş gibi başını eğmeden hemen önce. “Barış’ın birine çarptığını duyduğum ilk an aklımdan geçen tek şey kardeşimi kollamak olmuştu.”

Şaşkınlıkla aralanan dudaklarımı birbirine bastırdığım sırada kabullenerek salladım kafamı aşağı yukarı. Kardeşini seçmişti, şansım olsaydı eğer bende kardeşimi seçerdim.

Fakat Savaş kardeşini seçmişti. Benim âşık olduğumu sandığım adam, kardeşinin çarptığı kişinin durumu düşünmeden kardeşini seçmişti. Benim âşık olduğumu sandığım adam, kardeşinin sebep olabileceği her ihtimale rağmen kardeşini seçmişti.

Çektiği acıyı gizleyemediği bakışlarını tekrardan gözlerime sabitlediğinde hissettiklerimi yansıtmamak için direndim. “Ama Asaf’ı gördüğümde her şey değişti, Aden. Yemin ederim değişti.” Ama uğraşsam da gözlerime yansıyan hayal kırıklığına engel olamadım. “Onu öylece bırakamazdım. Asaf’a arkamı dönemezdim.”

Ama başkasına dönebilirdi. Asaf olduğu için vicdanına yenik düşmüştü, değil mi? Beni karanlıktan aydınlığıyla çıkartan adam hiç tanımadığı birini, onun ailesini isteyerek karanlığa teslim edebilirdi.

“Dönmemiştim de. Asaf’ı bırakmak demek, seni bırakmak demekti Aden. Ben seni bırakamazdım. Bu yüzden düşünmeden uzandım ambulansı aramak için telefonuma ama yoktu. Lanet olsun ki yoktu, telefonumu düşürmüştüm.”

Benim için kurtarmak istemişti kardeşimi, doğru olanın bu olduğunu bildiği için değil.

Beni kaybetmekten korktuğu için kurtarmak istemişti kardeşimi, âşık olduğum o adam olduğu için değil.

“Barış’a baktım o an. Yardım çağırmasını isteyecektim. Fakat şoktaydı, şuuru yerinde değildi. Bu yüzden döndüm arabaya. Senin o arabada olduğunu bilmiyorum bile. Seni almak için gelecektim. Biliyordu, Barış. Müge ile çıktıklarını düşünmüştüm o yüzden ama seni arabada görünce…” duraksadı, Savaş. Beni görünce unutmuştu değil mi kardeşimi? Birkaç adım uzağımda acı çeken kardeşimi unutmuştu. Çünkü seçtiği hiçbir zaman kardeşim olmamıştı. Savaş en başından beri beni seçmişti, hep beni seçmişti.

“Afalladım, Aden. Ne yapacağımı bilemedim. Sen şöför koltuğundaydın, alkollüydün ve araçtan inip Asaf’ı görmen an meselesiydi. Görürsen kendini suçlarsın sandım. Korktum... Mantıklı düşünemedim ve o an aklıma gelen ilk şeyi yaptım. Senin arabadan çıkmamanı sağladım. Müge’nin yardım çağıracağına inandım.” Ama Müge de Barış’ı seçmişti, her zamanki gibi.

“Kaçmaya çalışmıyordum, Aden. Yemin ederim çalışmıyordum. Tek istediğim, seni uzaklaştırmaktı. Daha sonra dönecektim. Hatta döndüm de… Seni anneme bıraktıktan hemen sonra geri döndüm, Aden. Fakat… Fakat Asaf yoktu. Barışta yoktu. Yardım geldi sandım, Barış teslim oldu sandım… Ama olan şey bambaşkaymış…”

Olan şey; kardeşimin ölüm haberini alıp bütün sokağı inleten annemin çığlıklarıydı.

Olan şey; gecenin karanlığında kapımızın önünde yanıp sönen kırmızı, mavi ışıklardı.

Olan şey; acıydı. Saf acı. Onların evimize düşürdüğü koca bir acı.

“Özür dilerim…” Dişlerini sıkıp gözlerine dolan yaşlara direndi, Savaş. “Özür dilerim, Aden. Şansım vardı, onu kurtarmak için şansım vardı ama kullanmadım. O an doğru olanı yaptığımı sandım. Fakat doğru olan bu değildi. Doğru olan yeni kaza yapmış kardeşimi, Asaf’la yalnız bırakmak değildi. Her zaman kardeşimi seçeceğini bildiğim kız arkadaşına güvenmek, seni kimsesizliğe mahkûm etmek değildi. Doğru olan kalmaktı, gitmek değildi…”

“Ama sen hep gitmeyi seçtin, Savaş.”

Zorlanıyordum. O kardeşimin yaşamak için bir şansı olduğunu ve o şansı nasıl sikip attığını anlattıkça ben duygularımı maskelemekte çok zorlanıyordum.

Barış’ın başlatmıştı bu yıkımı, lakin diğerleri de son vermemişti. Müge susmuş, Savaş kendini kandırmıştı. Kardeşimi el birliğiyle hayattan kopartmışlardı. Varlıklarını her daim yanımda hissedeceğime inandığım en güvendiğim insanlar, bana kocaman bir yalnızlık hediye etmişti.

Ve ben yıllarca bu eşsiz hediyelerini görememiştim. Müge’nin özür dileyerek elime sıkıştırdığı anılarımızla dolu saçma kutuyu umursamamıştım. Âşık olduğum adamın beni kardeşimin cenazesinede neden terk ettiğini sorgulamamıştım. Kardeşim yerine koyduğum çocuğun bana bir vedayı bile neden çok gördüğünü düşünmemiştim.

Onlar gitmişti ve ben onların geri dönecekleri günü beklemiştim. Sorgulamadan, kızmadan, hesap sormadan… sadece beklemiştim.

“Benden nefret ediyorsun, bi…”

“Nefret mi?” Öfkeyle kestim sözünü. “Senden nefret etmiyorum, Savaş. Senden kurtulmak istiyorum.” Hiddetle kavradığım gömleğini çekiştirip sertçe ittirdim göğsünü. Kontrol edemediği bedeni itişimle geriledi, aramızdaki mesafeyi kapatıp öfkeyle bastırdım işaret parmağımı göğsüne. “Acı çek istiyorum. Yok saydığınız kardeşim kadar acı çekin istiyorum. Sonunu benim seçimlerim getirsin istiyorum. Sana yardım edebilecek tek kişi olmayı ve seni yüz üstü bırakmayı istiyorum. Çok bir şey değil, Savaş.” Kollarımı göğsümde birleştirip hemen gerçekleştirebileceği basit bir şey istiyormuş gibi omuz silktim. “Sadece yaşattığını yaşa istiyorum.”

Ölmeni istiyorum.

Kelimelere dökemediğim ama gözlerinin içine işleyen bakışlarımdan geçirdiğim o cümle.

Sadece ölmeni istiyorum.

Bazen geri alamayacağımız kelimeler öfkeyle dökülürdü dudaklarımızdan. Sonucunu düşünmeden, yaratacağı yıkımı umursamadan. Kanardık ve ne kadar kanatacağımızı umursamadan acıtmak isterdik. Sadece acıtmak. Bu iyi hissettirirdi çünkü. Acını hafifletir, hatta bazen de unutturdu.

Artık kanadığımı hissetmiyordum ama ne kadar kanattığımı Savaş’ın belinden çıkarttığı ve güvenliğini açarak bana uzattığı silahtan görebiliyordum.

İki dudağımın arasından kontrolsüzce çıkan o kelimeler, asla yapamayacağımı düşündüğüm o büyük cümleyi doğurmuştu. Birini öldürmek. Hayır… Onu öldürebilmek…

Gözlerimi bana uzattığı silahtan ayıramazken düşündüğüm tek bir şey vardı. Ölüme kucak açacak kadar pişman mıydı? Yoksa uzattığı silah blöften ibaret miydi? “Yapamayacağımı mı sanıyorsun?” Diye sordum bakışlarımı yavaşça gözlerine taşırken.

“Hayır.” Dedi, Savaş kendinden emin bir şekilde. “Yapacağını biliyorum… Ve yap istiyorum.” Kuşkuyla kısıldı gözlerim. Çehresine düşen her mimiği dikkatlice inceledim. Bakışları pes etmiş gibi yorgundu, dudakları vedalaşır gibi varla yok arası bir tebessümle kıvrılmıştı. Oyun oynamıyordu. Onu öldürmek isteyen kadının eline buna muhtaçmış gibi silahı sıkıştırıyordu.

Savaş Bilgin gerçekten benim ellerimde can vermek istiyordu. “Sen olmadan da yaşayamayacağım zaten.” Birkaç adım gerilemeden hemen önce zorla tutuşturdu Savaş silahı elime.

Güçlükle tuttum silahı. Afallamıştım. Dilimden dökülen kelimelerin arkasında durmakla, ömrümün sonuna kadar ellerimde taşıyacağım görünmez kan lekelerini yükünü taşıyamamak arasında gidip geliyordum.

İçimde bir yerlerde bastırmaya çalıştığım ses ‘Düşünme!’ diyordu. ‘Sık kafasına.’ Fakat vicdanım… Bunun yükünü taşıyabilir miydi?

Verdiğim mücadeleden habersiz dağınık saçlarına götürdü Savaş elini. “Sinir sitemim anında devre dışı kalır, Aden. Evet, beni öldürürsün ama acı vermezsin. Kurşun silahtan çıktığı anda bilincim kapanır, hiçbir şey hissetmem.”

Hemen ardından göğsüne doğru yavaşça kaydırdı elini ve ekledi. “Derin, yakıcı bir acı hissederim.” Bu acıyı daha önce tatmış gibi sıktı dişlerini Savaş. “Acının verdiği o çaresizlik hissiyle ölmek için yalvarırım ama bu sadece birkaç dakika sürer. Eğer şanslıysam ve o dakikalar içinde yardım gelmezse… Ölürüm, Aden. Benden sonsuza kadar kurtulursun. Ama birkaç dakika senin için yeterli değilse…”

Karın boşluğuna dokundu bu sefer eli. “Buradan vurman gerekiyor. Şanslıysan midemi delersin, mide asidim karnımın içine sızar ve bu beraberinde katlanılamaz bir acı getirir. Şansın yaver gitmezse de dert değil. Bu bölgede oldukça sinir ucu var, yani midemi delmesen de çok acı çekerim. En az 20 en fazla 60 dakika sonra bir daha sesimi duymaz, nefesimi hissedemezsin. Tam da istediğin gibi benden sonsuza denk kurtulursun.”

“Benimle dalga mı geçiyorsun?” Diye sordum şaşırarak. Daha önce ölmeyi denemiş gibi konuşuyordu, içimdeki yangını görmesine rağmen alay edermiş gibi bir de tavsiye veriyordu.

Ne zannediyordu?

Yapamayacağımı mı?

Yapardım.

Ömrümün sonunda kadar bu yükü taşımak zorunda olacağımı bile bile basardım o tetiğe. “Hayır, seninle dalga geçmiyorum Aden. Sadece bu hikâyenin sonunda mutlu ol istiyorum. Bunun için ne gerekiyorsa yaparım. Ölmem gerekiyorsa da ölürüm, senin için yaşamam gerekiyorsa yaşarım.”

Elimdeki silahın ağırlığı, parmaklarımın arasından sanki kalbime doğru akıyordu. Gözlerime sabitlediği yeşilleri nasıl böyle korkudan uzak bakabiliyordu, anlayamıyordum. Titreyen ellerimde ağır ağır kalbine doğrulttuğum bir silah vardı, bu onun korkutuyor olmalıydı. Kollarını teslim olurcasına iki yana açıp dudaklarına huzurlu bir gülümseme yerleştirtmemeliydi.

Lanet olası adam, bana nasıl bu kadar yenilebilirdi?

Öfkeyle silahtaki tutuşumu güçlendirdiğimde kendimden nefret ediyordum. Tereddüt etmemem gerekiyordu, kardeşimi öldüren adama acımamam gerekiyordu. Ama… ama yapamıyordum.

Onu hala bu kadar çok severken gözlerinin içine baka baka o kurşunu sıkamıyordum. Dokunuşları çıkmıyordu aklımdan. Bana bakarken iç çekişini unutamıyordum. Yaralarımı öperek iyileştiren, gözyaşlarımı silmek için her daim yanımda olan adam nasıl yapabilmişti bunu bana, kabullenemiyordum.

Kardeşimi arkasında bırakan da saçlarımdan koklayarak öpen de aynı adamdı.

Hiç gitmeyeceğine inandığım, bana dünya üzerindeki tek kadınmışım gibi hissettiren adam da sorumlusu olduğu kardeşimin ölümünü gizleyen, gözümün içine baka baka yalan söyleyen de aynı adamdı.

Savaş kabullenircesine kafasını aşağı yukarı salladığında “Seni seviyorum, Aden.” Dedi, hadi bitir artık şu işi der gibi. “Seni hep sevdim.” Gözlerinde beni ilk bulduğu andaki gibi parlıyordu. Fakat bu sefer bana merhaba değil, hoşça kal diyordu.

Titreyen dudaklarım ona veda etmek için aralandı. “Bende seni sevdim.” Onu gerçekten çok sevmiştim, bize gerçekten çok inanmıştım ama… Ama artık görebiliyordum. Bizim sevgimiz ölümcüldü. Bazı hikayeleri için mutlu son yazılmazdı ve bizim hikayemize hiçbir zaman mutlu bir son düşünülmemişti.

Acı bir tebessümle kıvrıldı dudaklarım. “Beni hiç affetme, olur mu?” Son kez gülümsedi bana, Savaş. Son kez baktım içinde kaybolmak istediğim yeşillerine.

Ve bastım tetiğe. Patlama sesiyle döküldü titreyen nefesim dudaklarımdan. O ana kadar nefesimi tuttuğumu bile fark etmemiştim. Tetiğe basmamla ağırlaşan silah kayıp gitti elimden. Dondum kaldım sanki o anın içinde. O an aldığım nefes bile ulaşmıyordu sanki ciğerlerime.

Acıyla kasıldı Savaş’ın mimikleri, derin bir nefes verdi acısını hapsetmek istercesine. Uzanamadım ona, beyaz gömleği kana bulanırken yardım etmek için yeltenemedim bile. Kana bulanmış noktaya bastırdı Savaş elini. Karnını tutuyordu, karnından vurmuştum onu. En çok acı çekeceği o noktadan.

Göğsüm üzerine tonlarca toprak atılmış gibi ağırlaştığını ellerime kaydı bakışlarım. Yapmıştım. Onu vurmuştum. Onu ben vurmuştum… Titreyen avuçlarımı iki yana açarken nefes alamıyormuş gibi hissediyordum.

Bunu nasıl yapmıştım?

Ben Savaş’a nasıl zarar vermiştim?

“Seni affediyorum…” Zorla hareketlendirdi dudaklarını, Savaş. “Seni affediyorum, Aden.”

Acıdan kısılan sesi kulaklarıma ulaştığında aracımın kapısına çarpana kadar geriye doğru attım adımlarımı. Kafamı kaldırıp gözlerine bakmaya cesaretim yoktu, korkuyordum ve sadece gitmek istiyordum. Buradan defolup gitmek.

İğrenç barut kokusu aramızdaki son bağı da yakarken acıyla dizlerinin üzerine düşüşünü gördüm Savaş. “Git, Aden.” Dedi bana yalvarırcasına. “Kimse görmeden, git!”

Kimse görmeden…

Korkuyla açtım aracımın kapısını. Önce elime bir silah tutuşturmuş, Savaş. Sık demişti daha sonra, istediğim ölmemse ölürüm. Gözpınarlarıma doldu yaşlar. Benim için vazgeçiyordu kendinden.

Şimdi ise git diyordu bana. Uğruna vazgeçtiği kadın yüzünden hissettiği acıya rağmen yine beni seçiyordu, kimse görmeden diyordu git.

Tir tir titriyordu dizlerim, gazı bile bulduramıyordu ayaklarım. O ölürse biter sanmıştım. Hissettiğim acı son bulur sanmıştım ama… ama daha çok acıyordu.

Neden bitmiyordu hiçbir şey?

Neden son bulmuyordu bu acı?

Gidiyordum işte. Güçlükle kontrolünü sağladığım aracımı ana yola çıkartmıştım. Onu tamamen arkamda bırakmıştım. Bitmesi lazımdı, tam şu an her şeyin son bulması lazımdı. İstediğim o intikamı almıştım. Onu, beni kardeşimin cenazesinde terk ettiği gibi acı içinde bırakmıştım arkamda.

Ama neden hala…

Neden hala huzurlu hissedemiyordum?

 

 

🕯️

 

 

Helloooo ballarım🍯💛

 

Uzun bir aradan sonra nasılsınııızz?

 

Ben biraz durgunum. İçimde tuhaf bir hüzün ama aynı zamanda hoş bir heyecan var. Satırlara artık vedalaşarak dokunduğunu bilmek biraz garip bir şeymiş sanırım…

 

Oysa yazmaya başladığım gün, dün gibi aklımda. 🥺

 

Hatta, Yalancılar ve mumları ilk aklıma düştüğünde tamamen eğlenmek için yazmayı planlamıştım, biliyor musunuz? Kuvvetli bir arkadaşlık bağı anlatmak istemiştim. Arkadaşlıklarının içindeki onca yalana, ihanete bakmadan…

 

Hatta ve hatta bu evrenin, şimdi burada olmayan ama bir zamanlar yazdığım İmaraniks Projesi evrenine kıyasla daha mutlu olmasını, daha huzurlu hissettirmesini istemiştim. Lakin onların hikayesinin içine çekildikçe bunu yapamayacağımı fark ettim.

 

Çünkü tabire caizse yalancılar, hiçbir zaman benim düşündüğüm gibi bir arkadaş grubu olmamışlardı 😢❤️‍🩹

 

Hikâye bazen kontrolden çıkar ya hani, benim gibi kafasının içindeki dünyaları anlatmaya hevesli olanlar muhtemelen ne demek istediğimi anladı. İşte yalancılar ve mumları da bir yerden sonra kontrolümden çıktı.

 

Aden’in yaşadıklarını bilmek, arkadaşlarına olan bakış açımı değiştirdi. Ya da Eda’nın geçmişine tanıklık etmek intikam hırsının temellerini atmama yardımcı oldu. Fakat biliyordum ki her zaman daha fazlası da vardı.

 

Aden’in çaresizliği kadar Savaş’ın çaresizliğini de biliyordum mesela. (Ufak bir spoi: Bir sonraki bölümde bunu sizde öğreneceksiniz.) Ya da Barış’ın o kazadan sonraki korkusunu, Müge’nin dinmek bilmeyen vicdan azabını ve İren’in neden kanadıkça kanattığını…

 

Merak etmeyin sizlerde finalden önce bunları öğreneceksiniz. Eksik vedaları sevmem ve bu yüzden gitmeden her şeyi açığa çıkartmaya çalışacağım.

 

Evet… 👉🏻👈🏻 final dedim. Bir önceki bölümlerde yazdığım gibi sezon finali değil…

 

Çünkü kararsızım. İlgisini çekmeyecek birinin bu satırlarda olmasını istemem tabi ki ama bazen bazı hikayeler sevilmez ve ben yalancılar ve mumları evrenin de benim kadar sevildiğini düşünmüyorum.

 

Burada yalnızmışım gibi geliyor, hatta çoğu zaman bu satırlarda kendi kendime konuşuyorum.

 

Her neyse…

 

Veda vakti geldiğinde gitmek gerekir arkadaşlar. Ve ben veda vaktinin geldiğini hissediyorum. Yalancılar zihnimde yaşamaya devam edecek, muhtemelen sonsuza kadar susmayacaklar da ama ben artık susacağım.

 

Onların hikayesine yakışır bir finalle sizlere veda edeceğim.

 

Bugün değil belki ama bir gün …

 

O gün gelene kadar kendinize cici bakın, hoşça kalııınnn👋❤️‍🩹

 

Bölüm : 12.08.2025 01:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...