29. Bölüm

Yirmi Yedinci Bölüm

Bgm
begumozturuk

 

Bölüm şarkısı: Güneş-NKBİ

Eda Coşkuner

Bana söz vermişti... Hep yanımda olacaktı.

Her adımımda sarsılan bedenim verandanın tırabzanlarına tutunduğum anda bıraktı güçlü durmayı. Düşmeme izin vermeyecek, elimi tutmayı hiç bırakmayacaktı.

Dizlerim sertçe yere çarptığında titreyen avuçlarımı soğuk zemine bastırdım. Şayet ki düşersem ve engel olamazsa tekrar ayağa kalkabilmem için yanımda olacak, elini tutmam için bana hep uzatacaktı. Nefesim dudaklarımdan hırıltılı bir şekilde döküldü.

Kimsenin beni incitmesine izin vermeyecek, yanaklarıma bir damla yaşın bile iz bırakmasına müsaade etmeyecekti.

Yaşlar gözlerime akın ederken kafamı kaldırdım, gökyüzüne baktım.

“Düştüm.” Acıyla inledim. “Ali… dü-düştüm.”

Düşmüştüm… Düşmüştüm ve bu sefer birileri ittiği ya da incittiği için değil, o gittiği için düşmüştüm.

Gözlerime dolan yaşlar içimdeki acıyı dindirmek için yanağıma doğru süzülürken yumdum gözlerimi. Ölmüş, demişti annem. ‘Ali Asaf ölmüş.’

İnanmamıştım. Gözlerindeki korku ve endişeye rağmen hayır demiştim. Ölmedi, ölmez. Bana söz verdi, o gitmez. Gidemez.

İnanma…

Kalbim konuştu ama Ali’nin sesi yankılandı sanki zihnimin içinde.

Annenin endişe dolu sesiyle verdiği ölüm haberime inanma. Yanından geçerken ‘yazık kızın haline’ diyen, akıtamadıkları gözyaşlarını kuru peçetelerine silen insanlara inanma. İlk defa ardına kadar açık bırakılmış kapının arkasından gelen ağıtlara, acı dolu haykırışlara inanma.

Sadece inanma…

Gözlerimi açarken salladım kafamı iki yana. İnanmayacaktım, Ali’nin öldüğüne inanmayacaktım.

Merdivenlerden destek alıp doğrulduğumda siyahlara bürünmüş kalabalığın içine karıştım. Onların sahte ağıtlarına inanmıyordum. Baş sağlığı dileklerini duymazdan geliyor, acı dolu haykırışları yok sayıyordum.

Ta ki kalabalığın oturma bölümüne yönelip görüş açımda ona sarılan arkadaşlarıyla küçük bir çember oluşturan Aden’i bırakana dek. Kalbimdeki umut kırıntıları giderek azalırken “Hayır!” Dedim, kendimden emin bir sesle.

İnanmıyordum. Odasındaydı, biliyordum. Bunu daha önce de yapmıştı. Orada beni bekliyordu. Üzerine ona hediye ettiğim, asla çıkartmayacağını söylediği deri ceketini giymişti ve elinde tuttuğu kamera ile kıkırdayarak beni bekliyordu.

Şakaydı değil mi tüm bu olanlar? Annemi de dahil etmişti. Hatta belli ki kendi annesini, ablasını ve hatta birkaç tanıdığını. Komik olmayan eşek şakasına inanmam için bu sefer gerçekten hazırlanmıştı. Tişörtüne bulaştırdığı ketçapla bayılmasına kanmazdım bu sefer, bilirdi.

Bana daha önce defalarca saçma sapan şakalar yaptığını bilsem de tam olarak rahatlayamıyordu kalbim, derin bir nefesi çok görüyordu ciğerlerime.

Ama ben ona ne yapacağımı biliyordum. Yanına bırakmayacaktım bu sefer. Canına okuyacaktım onun.

Abartmıştı ve saçmalamadığı kadar çok saçmalamıştı. Kuru bir özürle alamayacaktı gönlümü, daha önce bu şakayı yaptığında ona söylemiştim.

Bir daha beni sensizlikle sınarsan sonsuza kadar sensiz kalırım, demiştim. Arkadaşlığımız biter, demiştim.

Öfkeyle dolup taştı bedenim. Aden ve arkadaşlarına acıyla bakan Barış’ı ittirip merdivenleri üçer beşer çıktım.

Bana hissettirdikleri için onu boğacaktım ama öncesinde sıkıca sarılacaktım ona. Ona öyle bir sarılacaktım ki dudaklarımdan dökülmese de o, onu ne kadar çok sevdiğimi anlayacaktı. Kollarım ruhumun aynası olacaktı.

Hissedecekti bu sefer kalbimi ve bir daha bana asla böyle bir oyun oynamayacaktı.

Beni bir daha yokluğuyla sınamayacaktı.

Koşar adım geldiğim kapısının kulbuna uzandığımda durdum. Hissettiğimi sandığım öfkenin kırıntısı bile yoktu artık içimde. Sadece korkuyordum. Kapıyı açtığımda onu bulamayacağımdan, elindeki kamera ile gülümseyen dudaklarını göremeyeceğimden, sonsuza kadar onsuz kalmacağımdan…

“Gitme, lütfen” demiştim ona ilk kez, kilitlendiğim bodrumun camı kırık penceresinden. Topu pencerenin demir parmaklıklarına sıkışmıştı ve beni de bu sayede görmüştü. Duymasını ise olmayan cama borçluydum.

Beni gördüğü anda topunu bile almadan endişeyle geri çekilmişti, Ali. O da o kızlardan en az benim kadar korktuğu için gidecek sanmıştım. Fakat beni yanıltmıştı. O gitmemiş, beni yalnız bırakmamıştı. “Orada ne arıyorsun?”

Utanarak kaçırdım gözlerimi. Bir kız grubunun beni buraya hapsettiğini söyleyemedim, güçsüzlüğümü dile getiremedim.

“Bana yardım eder misin?” Diye sordum sadece. Okul üniformam ve yüzüm kömüre bulanmıştı. Berbat bir haldeydim ama hangi sınıfta okuduğunu bile bilmediğim garip çocuk gözlerini kısarak okulun bodrumunun küçük penceresine yaklaşmış ve “Ne kadar parlak gözlerin var.” Demişti.

Garipseyerek gözlerimi iyileştirdiğimde kafasını iki yana sallayarak kendine gelmiş ve “Korkma.” Demişti kendinden emin bir sesle. “Gitmeyeceğim.”

“Gitme, lütfen.” Diye mırıldandım tanıştığımız ilk gün de dediğim gibi. Ama bu sefer “Gitmeyeceğim.” Cevabını duymaya daha fazla ihtiyacım vardı.

Lütfen… Lütfen gitme, Ali.

Korkuyla indirdim kulbunu, parmağımın ucuyla yavaşça açtım kapısını ama ne kadar yavaş olsam da kaçamadım gerçeklerden. Kaçamadım onsuzluktan. Bomboştu odası. Burada değildi Ali Asaf, elinde kamerası yoktu, gülümsemesi ise yalnızca baş ucunda olan fotoğrafımızdaydı.

Karşılaştığım boşluk hissi nefesimi keserken Aden’in tüm evde yankılanan çığlığı direncimi tamamen kırdı ve ben daha fazla dayanamayarak acımı serbest bıraktım.

Bedenim uyuşuyor, hıçkırıklarım nefesimi kesiyordu. İçimde öylesine büyük bir acı vardı ki acıdan boğulacakmışım gibi hissediyordum.

İnanmamıştım. Gerçekten gidebileceğine inanmamıştım.

Ama o gitmişti.

Ali ölmüştü…

Nasıl olmuştu, o nasıl ölmüştü?

Düşündükçe aklımı kaçıracak gibi oluyordum. Daha çok gençti, daha çok gençtik. Önümüzde uzun bir yol olması gerekmez miydi? Beraber kurduğumuz hayalleri gerçekleştirmemiz, büyümememiz gerekmez miydi?

Aşağıdaki acı dolu çığlıkların bile uğramadığı sessiz odasında ona hediye ettiğim ceketin asılı olduğu sandalyeye doğru ilerlerken bedenimin kontrolünü kaybetmiştim. Göğsüm hızla inip kalkarken gözyaşlarım durmuyor, hıçkırıklarım her saniye şiddetini arttırıyordu ve ben neden yaptığımı bile bilmeden yalnızca ceketi sandalyeden alıp üzerime giymeye çalışıyordum.

Bedenim tir tir titrerken bunu yapmak çok zordu ama tıkalı burnuma rağmen ciğerlerime dolan kokusunu solumak çok daha zordu. Çünkü bu bedenimin direncini yok eden son dokunuştu. Acıyla dizlerimin üzerine çökmüş, içimdeki acıyı avazım çıktığı kadar haykırmıştım.

Kaybetmiştim. En yakın arkadaşımı, tek arkadaşımı kaybetmiştim.

Tek bir kelime. Hayatım boyunca acısını kalbimde yaşayacağım tek bir kelime.

Kaybetmiştim.

O artık yoktu.

O artık yoktu.

O artık yoktu.

Titreyen kollarımı bedenime sardım. Gözlerimi yumduğumda burnumda olan kokusu hala buradaymış gibi hissettiriyordu, kollarımdaymış gibi…

Ama boştu kollarım, farkındaydım. Ben, yine Ali hayatıma girmeden önce olduğu gibi kendime sarılarak ağlıyordum. Ben, yine kendine sarılacak kadar yapayalnız kalmıştım.

İçimdeki acı katlanarak arttı. Hiç geçmeyecek, Ali’nin açtığı boşluk hiç dolmayacaktı. Bunu istemiyordum zaten. Onu unutmak, hiç var olmamış gibi hayatıma devam etmek istemiyordum.

O benim arkadaşımdı.

Ve ben arkadaşımın ruhunu kalbim attığı sürece o boşlukta yaşatmaya devam edecektim.

“Ne işin var senin bu odada?”

İrkilerek gözlerimi açtığımda Ali’nin annesi öfkeyle koluma yapışıp beni ayağa kaldırdı. “Ne yüzle geldin sen?” Korkuyla büyüdü gözlerim. Bana neden bu kadar öfkeliydi, anlayamıyordum.

“Senin yüzünden!” Tuttuğu kolumdan aynı bir çöpü dışarı atar gibi fırlattı beni koridora doğru. “Senin yüzünden öldü oğlum. Ne yüzle gelirsin sen buraya.”

“Ne?” Tek bir kelime döküldü dudaklarımdan.

Ne?

“Yazmış sana. Gördüm! Yardım istemiş senden! Yetişemedin… Oğluma yetişemedin! Koruyamadın onu!” İclal teyzenin cümleleri tokat gibi çarptı yüzüme.

Yetişemedin.’ Dedim onun gibi. ‘Koruyamadın.’

Arkamı dönüp merdivenlere yöneldiğimde histerik bir şekilde tekrarlamaya devam ettim.

‘Yetişemedim.’

‘Koruyamadım.’

Yardım istemişti benden, dün gece Aden’i ona getirmem için yardım istemişti benden ama ben yapamamıştım. Aden’i ona getirememiştim. Akşam yemeğine kadar ikisinin de evde olması gerektiğini biliyordum. Babalarının nasıl bir ruh hastası olduğunu biliyordum. Biliyordum ve bilmeme rağmen onu koruyamamıştım ben.

Kendimi güçlükle evin dışına attığımda midemde hissettiğim bulantıyla karşı kaldırma geçtim, ağacın dibine çöküp boşattım midemi. Nefes nefese tutundum ağacın gövdesine. Keşke ben… keşke onun yerine ben…

“Çünkü onu biz öldürdük!” Tek bir cümle. Savaş’ın dudaklarından çıkan tek bir cümle susturmuştu zihnimi. “Arabayı kullanan biz değildik diye onun kanı elimize bulaşmadı mı sanıyorsun? Hepimiz suçluyuz. Onun ölümünden hepimiz…”

“Sessiz ol! Kendi hayatını istediğin kadar dar ağacına götürebilirsin ama bizimkini yakamazsın, Savaş. Aden’i terk ettin diye dünyanın sonu gelmeyecek ama çeneni kapalı tutmazsan hepimizin sonu gelecek…”

”… Özür dilerim. Öyle demek istemedim. Savaş… Yapma lütfen. Bende korkuyorum en az senin kadar. Fakat o anda takılıp kalamayız, bazı şeylere iyi tarafından bakmak zorundayız. Şöyle düşün… En azından Aden bizi etrafında görmeyeceği için o gün yaşananları hatırlamayacak. Yani senin değişinle kardeşinin katili olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyecek. Senden nefret etmeyecek… Bizden nefret etmeyecek… Kendinden… Kendinden hiçbir zaman nefret etmeyecek, Savaş.”

Yüreğime sıkıştı nefesim. Müge’nin keskin kelimeleri kalbime bıçak gibi saplandı sanki.

Kardeşinin katili olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyecek.

Acıyla aralandı dudaklarım.

Zihnim algılarını kapatmıştı. Duyduklarımı gerçekten duydum mu diye sorgular olmuştum. Sesin tersi yöne doğru bir adım attım, diğer bir adımım ise kontrolsüzce gerçekleşmişti. Kulaklarım uğuldamaya görüşüm bulanıklaşmaya başlamıştı. Doğru muydu yani duyduklarım? Ali’yi, korumak için canını vereceği ablası mı…

Zihnimde bile gelmedi cümlemin devamı. Sustum. Adımlarım beni parka getirene kadar sadece sustum ve izledim. İçimdeki acının öfkeye dönüşümünü sessizce izledim.

Baş edemeyeceğimi düşündüğüm o acı, saniyeler içinde öyle büyük bir nefrete dönüştü ki içimdeki yangınla onları diri diri yakmak istedim. Ali'yle beraber içimdeki beyazlıkta ölmüştü sanki. Geriye ise kocaman bir karanlık kalmıştı. Onların ruhlarına değmeden geçmeyecek kocaman bir karanlık.

Titreyen nefesimi güçlükle içime çektiğimde “İyi misin?” Diye sordu elinde tuttuğu kitabıyla oturduğum bankın karşısında dizleri üzerine çöken genç.

Buraya ne ara gelmişti, ben bu banka ne zaman oturmuştum, bilmiyordum.

İyi miydim, onu da bilmiyordum.

Bildiğim tek şey, iyi olacağımdı. Arkadaşımın intikamı için düştüğüm o yerden kalkacağım ve onun için iyi olacağımdı.

“Yardım edebilir miyim?”

“Bana yardım eder misin?” Dudaklarım acıyla büküldüğünde elimi ağzıma bastırdım. Ağlamayacaktım. İçimdeki acıyı öyle derinlere hapsedecektim ki onların canları yanmadan bir damla yaş akıtmayacaktım gözümden. Sakinleşebilmek adına buğulu bakışlarımı gökyüzüne kaldırdığımda zihnim susmadı, geçmişte soruduğum sorunun yanıtını “Ne kadar parlak gözlerin var.” Diye verdi.

Yanaklarıma doğru bir damla yaş süzüldü.

“İnsan kader ve sevinç zamanlarında kalbinin katlanabileceğinden fazlasını diğer hassas bir kalple paylaşmak istermiş.” Bakışlarım tekrar yabancıya döndüğünde, okuduğu kitabı havaya kaldırdığını fark ettim atıfta bulunduğunu gösterir gibi. “Acını hafifletmek istersen dinlerim. Sadece ağlamak istiyorum dersen de…” bu sefer de ceketinin cebine gitti eli ve bir peçete çıkarttı. “Ormanlarının yeşermesi için suya izin veririm.”

Günümüz

 

Efe’nin yatmasına yardımcı olurken baş ucu kitabına kaydı bakışlarım. Mai ve Siyah, Halit Ziya Uşaklıgil.

Dudaklarım buruk bir tebessümle kıvrıldı, zihnimde sesi yankılandı. “İnsan kader ve sevinç zamanlarında kalbinin katlanabileceğinden fazlasını diğer hassas bir kalple paylaşmak istermiş.”

Doğruymuş diye geçirdim içimden. Doğru söylemiş. O gün bu cümleyi ilk duyduğumda göz ardı edip Efe’yi yoksaysam da şimdi düşününce daha iyi anlıyordum. Eğer o gün Efe beni görmezden gelip o bankta tek başıma bıraksaydı kaybolurdum. İçine düştüğüm intikamda boğulurdum.

Ama o gitmemiş ve bana baharın bir gün tekrardan geleceğini, ağaçların tekrar çiçek açabileceğini göstermişti.

O, benim Eda’yı tekrar sevmemi sağlamıştı. İçimde hala iyiliğe dair ufacık bir kırıntı, tekrar eskisi gibi olacağıma dair bir umut varsa onun sayesindeydi.

Gülümsemem büyüdü, haylaz bir hal aldı. “Doğru demiş…”

Efe yatağın sırtına yaslandığında ne dediğimi anlamayarak çattı kaşlarını. “Kim?” Sorgular ifadesi gözlerimle buluştu, lakin koyu kahve gözlerinin oyalandığı yer bakışlarımdan çok gülüşüm olmuştu. Efe gülümsememin etkisi altına girmiş gibi gülümsediğinde “Halit Ziya Uşaklıgil.” Dedim, dalgınca.

Siyaha kaçan bir kahveymiş gözleri, yorgunluk gizliymiş perdelemeye çalıştığı bakışlarında. Bunca yıldır sandığım gibi sütlü çikolata renginde değilmiş yani. Hep ışıl ışıl da bakmıyormuş, sadece bana öyle bakıyormuşta ben normali bu sanmışım. Bunca yıldır fark edememişim, görememişim.

“Ya…” dedi, Efe sanki anlamamış gibi şımarık bir tonda. “Ne demiş?” Bastırmaya çalıştığı bu gülümsemeyi biliyordum. Tanıştığımız güne atıfta bulunduğumu anladığının da farkındaydım ama küçük oyununu bozmamıştım.

Gözlerimi kaçırarak gülümsedim ama dudaklarım ‘Neyden bahsettiğimi çok iyi biliyorsun.’ Diyip yine sessizliğe gömülmek için aralanmadı bu sefer.

Onu sonsuza denk kaybedebileceğimi anladığım gün, en çok ona sessiz olduğum için kızmıştım kendime. O bana karşı her zaman açık ve dürüst olmuştu. Defalarca ellerimden tutup gözlerimin içine bakmış, yalnız olmadığımı hissettirmişti.

Ama ben… ben bir kez olsun Efe’ye yalnız olmadığını söylememiştim. Bunu ona hissettirmek için çabalamamış, varlığına ne kadar ihtiyacım olduğunu ona hiç belli etmemiştim.

Gözlerimi yavaşça kırpıştırdığımda bilinçsizce iç çektim. “Demiş ya, insan kader ve sevinç zamanlarında kalbinin kaldırabileceğinden fazlasını diğer hassas bir kalple paylaşmak ister. Doğru demiş.” Yataktaki oturuşumu düzelttim, tüm bedenimle Efe’ye doğru döndüm. “O ameliyathane kapısının önünde beklerken acımı paylaşabileceğim başka bir hassas kalp bulamadığımda bunu daha iyi anladım.”

Efe afallayarak gözlerini kırpıştırdı. “Benim için endişelendiğini mi itiraf ediyorsun, yoksa ben öldüm de yârâdan son dileğimi gerçekleştirip, senin hayalini karşıma mı çıkarttı?”

“Salak salak konuşma, Efe.” Dedim kaşlarımı çatarak. “Öldüm ne demek ya? Sana bu kelimenin aramızda yasaklı olduğunu söylemiştim.”

“Bende sana ölsem de ruhumun seni yalnız bırakmayacağını söylemiştim.”

Efe inadıma yapar gibi ölümden bahsetmeye devam edince “Efe!” Dedim uyarırcasına. İhtimalinin bile zihnime düşmesini istemiyordum. O da gidemezdi, bunu bana yapamazdı.

Efe’nin gülümsemesi duruldu, kafasını hafifçe omzuna yatırdı ve gözlerimin içine bakarak “Emret, güzelim.” Dedi.

Sersemlemiş gibi kırpıştırdım gözlerimi. Gözlerindeki koyu toprak her saniye beni içine hapsederken yutkundum. Ne zamandan beri bana böyle bakıyordu, bilmiyordum.

Ne zamandan beri dudaklarımdan çıkan tek bir kelime onun için emirdi, onu da bilmiyordum ama kalbimin ritmini değiştiren en büyük belirsizlik ben ne zamandan beri dünyanın en güzel kızıydım’dı.

Efe suratımın aldığı ifadeden keyif alırcasına gülümsemesini genişlettiğinde salaklaşmış bakışlarımı yüzümden sildim. “Her neyse…” Neyden bahsettiğimizi bile unuttuğumu çaktırmadan onun gibi yatağın başlığa yaslandım. “Nasılsın? Yaran acıyor mu?”

Bakışlarım karşımızda kalan çalışma masasında oyalanırken bir türlü düzene giremeyen kalp atışlarımın Efe fark etmeden normalleşmesi için Allah’a dua ediyordum. “İyiyim.” Dedi, Efe kendinden emin bir şekilde. Onu görmüyordum. Fakat lanet olası dudaklarının hala sırıttığına adımın Eda olduğu kadar emindim. “Daha önce olmadığım kadar hem de…”

Hıçkırdım.

Kahretsin ki Efe’nin ima dolu cümlesine bedenim hıçkırarak tepkisini göstermiş ve beni daha da yerin dibine sokmuştu. Efe bulunduğumuz odayı inletecek kadar büyük bir kahkaha attığında bir kez daha hıçkırdım. Yanaklarım al al olurken hıçkırığımı bastırmak için nefes almayı bile bırakmıştım.

Beni tanımıyor olsaydı herhangi bir hıçkırık krizi der kendimi kurtarırdım belki ama ne yazık ki Efe bu hıçkırığın utandığım için oluştuğunu anlatacak kadar çok iyi tanıyordu beni.

“Baba…” Küçük cadı harika bir zamanlamayla içeriye daldığında verdim tutuğum nefesimi. Selin farkında olmadan beni öyle güzel kurtarmıştı ki bu hafta sonu kesinlikle hamburger kaçamağını hak etmişti.

Selin yatağın üzerine çıkıp Efe’ye kocaman sarıldı. “Seni çok özledim, baba.”

Efe derin bir nefesle yumdu gözlerini. Sarmaladığı minik bedeniyle sakinleşmiş, kokusuyla dinlenmişti sanki. O gerçekten mükemmel bir babaydı.

“Bende seni çok özledim, prensesim.”

Selin, Efeden derin bir nefes alarak ayrıldı, prenses edasını bozmadan dizlerinin üzerinde oturdu ve sonu gelmeyecek sorularını sıralayacağını belli eden o son hareketi yaptı. Dudaklarını büzüp bilmiş bilmiş kafasını omuzlarına eğdi. “Bunca zamandır neredeydin, baba?”

Ellerini beline koydu ufaklık. “Seni çok merak ettim. Neden benim yanına gelmeme izin vermedin? Aden neden beni almadan senin yanına geldi? Ayrıca Aden neden yok? Şimdi de onu mu merak edeceğim? Aden de geri döndükten sonra sıradaki ben mi olacağım? Siz mi beni merak edeceksiniz?”

“Allah korusun.” Dedik Efe ile aynı anda. “Tabi ki de sıradaki sen olmayacaksın, bizi meraklandırmayacaksın. Bunu telefonda da konuştuk ya bir tanem. Ufak işlerim olduğu için şehir dışına çıkmıştım. Aden de kısa bir süreliğine yanıma uğramıştı. Hepsi bu kadar.”

Selin anlıyormuş gibi kafasını salladı. Lakin aksini iddia eden bakışları bu konunun henüz kapanmadığının habercisiydi. “Peki ya, Aden? Aden nerede baba? Bugün okulda yaklaşan sevgililer günü için kalpli çerçeve yaptık. Onu Savaş’a vermek istiyorum ama Aden’i bulamıyorum. Babaannem gittiğini söyledi.” Selin’in sesi titredi. “Aden gitti mi, baba? Geri gelmeyecek mi?”

Efe acı çektiğini Selin’e belli etmemek için yarasını tutarak doğrulduğunda “Hayır, tabi ki…” dedi kendinden emin bir sesle. “Aden seni bırakıp da hiçbir yere gitmez, bebeğim. Arkadaşlarıyla görüşmeye gitmiştir. En geç yarın sabah burada olur.”

Efe’nin sorgular bakışları kısa bir anlığına bana döndüğünde sertçe yutkundum. Gitmiş miydi gerçekten? Akyaka’ya dönmüş müydü?

“Sabah mı?” Selin dudaklarını büzerek devam etti. “Ama ben nasıl uyuyacağım?”

Efe, Selin’in saçlarını okşayıp bu gece babaannesi ile yatabileceğini anlatırken telefonumu çıkarttım ve dikkat çekmemeye özen göstererek Aden’in telefon konumuna baktım. İren’in öldüğü gece oyunumu başlatacağım için bağlamıştım telefonlarımızını birbirine ve Aden öyle sarhoştu ki umursamamıştı bile telefonunu almamı.

Konumun Muğla taraflarında olduğunu gördüğüm an dudaklarıma yerleşen tebessümle kapattım telefonu. Akyakadaydı. Akyaka dönmüştü. İçim heyecandan kıpır kıpırdı.

Sarhoşlar yoluna gidiyordu. Kardeşini öldürdüğü yola, ilk cinayetini işlediği o yola.

“Sorayım.” Dedi, Selin yataktan kalkarken. Duruşumu dikleştirip ensemi kaşıdığımda telaşla odadan ayrılan Selin’in arkasından baktım. Ne sormaya gittiğini bilmiyordum ama Efe’nin onu neden yanımızdan gönderdiğini biliyordum.

Selin kapıyı arkasından kapatıp odadan çıktığında “Ne oluyor?” Diye sordu sakince Efe.

Omuzlarımı siktim. “Bitti.”

“Ne bitti?” Bakışlarına oturan endişeyle çattı kaşlarını, Efe. Konu Aden olduğunda bakışlarına oturan bu endişeden nefret ediyordum.

“Oyun bitti. Aden her şeyi öğrendi.” Gerçekten kardeşinin katili olduğunu öğrenip öğrenmediğini bilmiyordum. Belki de o yoldan geçse bile hatırlayamacaktı geçmişini ama umut etmekten başka da bir şey gelmiyordu elimden.

“Söyledin mi?” Efe inanamayarak bana doğru döndü. “Gerçekten yaptın mı bunu?” Efe’nin sesi giderek yükseldiğinde dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. “Mutlu olursun sanmıştım.”

Ama olmamıştı.

Neden olmamıştı?

Bağlanmış mıydı o kıza?

Efe yükseldiğini fark ederek duygularını kontrol altına almaya çalıştığında özür dilercesine “Eda…” demişti.

“Ne oluyor, Efe?” Diye sordum umursamıyormuş gibi. Lakin ritmini değiştiren kalbim köpek gibi umursadığımın en büyük kanıtıydı. “Oyun bitti, artık özgürsün diyorum sana ama sen sinirleniyorsun. Neden? En başından beri oyunu bitirmek, Aden’i bırakmak istemiyor muydun? Şimdi ne değişti?”

“Yanlış anlıyorsun.”

“Doğrusunu anlat o zaman.” Öfkeyle bağırdığımda kıskançlığımın amacımın önüne ne boyutlu geçebileceğini fark ettim, kendimi durdurdum. Önceliğim intikamımdı, önceliğim Ali'ydi.

“Bak, ne güzel bitti işte her şey.” Dedim sakinliğimi koruyarak, dudaklarımda sahte bir gülümseme vardı. “Aden geçmişini öğrendi, kardeşinin katiliyle -kendisiyle- yüzleşti. Sonunda biliyor. En başından beri istediğimiz de bu değil miydi? Videoyu polislere vermeden önce kendisiyle, arkadaşlarıyla barışmasını beklemeyecek miydik? Bak barıştı işte çok değerli arkadaşlarıyla. İlaçlarını kullanmayı bırakacak kadar kendini de seviyor artık. Bitti işte. Son hamlemizi de yaptım, onu geçmişine gönderdim. Bundan sonra özgürsün. Aden’i evinde tutmak zorunda değilsin, ona iyi davranmak…”

“Yapma, Eda” devam etmeme izin vermeyerek araya girdi, Efe. “Kalpsizmişsin gibi yapma, en azından bana yapma. Biliyorum çünkü… Korumaya çalıştığın kalbinin ne kadar hassas olduğunu biliyorum. Seni o parkta bulduğum günden beri biliyorum hemde. Evet, dediğin gibi biz bu yola Aden’i ve arkadaşlarını bitirmek için çıktık. Onları… daha doğrusu Aden’i mahvetmek istedik, evet bunu bende istedim. Davanda seni haklı buldum. Asaf’a çarptığı videoyu senin için buldum, sana kendi ellerimle getirdim. Alkollüydü. Bunun için kaçtı, kardeşini ölüme terk etti sandık ama…”

Sandık?

Kaşlarımı kibirle havalandırdım ama Efe tepkilerime aldırış etmeden devam etti. “Evet, sandık. Çünkü onu tanımıyorduk. Aden’i tanıdık, Eda. Yaşadıklarını gördük, gördün. Ruh sağlığının iyi olmadığı, geceleri gölgesinden bile korktuğunu gördük. Ya bu kız kapı çalındığında bile korkudan aklını yitiriyor, babasının hala onun için geleceğine inanıyor, Eda… Sence gerçekten kardeşini öldürmüş olabilir mi?”

Videosu vardı. Asaf metrelerce ötede öylece yatarken onun kardeşini arkasında bırakıp kaçmaya çalıştığı anın videosu vardı.

Dudaklarım öfkeyle aralandığında “Ölmesini mi istiyorsun, Eda?” Diye sordu, Efe.

“Ölmesini değil, ölmeyi dileyecek kadar çok acı çekmesini istiyorum.” Dedim tek nefeste.

“Bu nefretinin sebebini anlamıyorum, Eda. Aden’in masum olduğunu en az benim kadar iyi bildiğini biliyorum ama içinde bir an olsun dinmeyen bu öfkenin nedeni bilmiyorum.”

Yanılıyordu, ben Aden’in masum olduğuna inanmıyordum.

“Tek ailesiydi Asaf onun. Bunu bana değil, sana söyledi. O her seferinde bana değil, sana açtı içini ve sen buna rağmen bile… Anlayamıyorum, Eda. Aden’e karşı neden bu kadar acımasız olduğunu gerçekten anlayamıyorum.”

Hayal kırıklığı oturdu bakışlarıma. Sesinin tınısı anlayışlıymış gibiydi ama gözleri beni gerçekten anlamıyormuş gibi bakıyordu. Beni nasıl anlayamazdı? Aden benim tek arkadaşı öldürmüştü, Aden Ali’yi öldürmüştü.

Nasıl acıyabilirdim ki ona?

Aden geldiğinde ve hastane odasında arkamı dönüp çıktığımda Efe’nin beni durdurmayışının nedenini öfkesi olduğunu düşünmüştüm. Efe, Aden’e öfkelendi diye düşünmüştüm, ondan hesap soracak sanmıştım ama öyle olmamıştı. Efe, her seferinde oynadığımız oyunu unutarak Aden’e anlayışlı davranmış, onu sevmişti.

Efe, Aden’i sevmişti.

“Bağlandın değil mi ona? Ondan unuttun intikamımızı. Seni de büyüsünün altına aldı. Biraz göz yaşı, biraz tatlı dille seni de…”

“Sakın!” Diye haykırdı adeta, Efe. “Şu an çok iğrenç bir şey ima etmek üzeresin. Sakın, Eda. Sakın, yapma bunu. Kardeşim o kız benim. Bir kez bile… Bir kez bile ona sana baktığım gibi bakmadım, bunu çok iyi biliyorsun.”

Efe burnun kemerini sıktı. “Öfkelisin, söylediklerim canını yaktı ve bu yüzden canımı yakmak istiyorsun ama hayır, Eda. Bunu yapma, bunu bu şekilde yapma.”

Yapamazdım ki zaten. Titreyen alt dudağımı dişledim. Durdurmasaydı da söyleyemezdim ki, dilim varmazdı. Seni de kendine aşık etti diyemezdim.

“Neden?” Diye sordum, kalbimin kırıklığını sesimden uzak tutarak. “Neden bırakmıyorsun o zaman onu?”

“Kimsesiz çünkü…” dedi Efe anlayış bekler gibi. “Düştüğünde elinden tutup kaldıracak bir babası yok. Saçlarını sevgiyle okşayacak bir annesi, arkasını yaslayabileceği bir kardeşi ya da her şeyden uzaklaşmak için sığınabileceği bir sevgilisi yok. Eda… Aden’in hiç kimsesi yok.”

Kimsesi yok mu?

Kinayele güldüm. “Gerçekten böyle mi düşünüyorsun? Aden kimsesiz olduğunu mu sanıyorsun?”

Efe içimde başlattığı yıkımını izlerken umursamaz gözükmeye çalışıyordum. Beni bir başka kadına olan zaafıyla yıkamayacağını göstermek istiyordum, o olmadan da yoluma bakabileceğimi hissettirmek istiyordum. “Konu Aden olduğunda neden bu kadar körsün, Efe?” Ama başaramıyordum.

Kanımı hızlandıran bu kıskançlık dürtüsüyle nasıl baş edilir, bilmiyordum. Zihnimden geçen ne varsa fitrelemeden haykırıyor, öfkemi dindiremiyordum. “Neden görmüyorsun? Onu kimsesiz sandığın için kimsesiz bıraktıklarını neden görmüyorsun? Evet belki her şeyden uzaklaşmak için sığınacağı bir sevgilisi yok Aden’in ama Savaş’ı var. İki dudağının arasından çıkacak tek kelimeyle ölümeyi göze alacak Savaş’ı var. Barış’ı var ya… Yüzü asık olduğunda onu güldürmek için saçmalayan Barış’ı var, elini sıkı sıkıya tutan Müge’si var. Ya da tüm bunları siktir et. Arkasından ‘anne’ diye ağlayan, onun sevgisine muhtaç küçük bir kız çocuğu var.”

Oturduğum yerden doğrulduğunda gözyaşlarım direncimi yıkmak istercesine gözlerime dolmuştu. “Sayende…” dedim içimdeki acıyı gizleyemeden. “Sayende bir ailesi var. Sıcak bir yuvası, huzurlu bir evi var. O kimsesiz değil, Efe.”

Efe’de ayaklandığında dudaklarımı birbirine bastırdım. Hayır, ağlamayacaktım, zayıflığımı kimseye göstermeyecektim. “Bunları konuşmak sana acı veriyor, biliyorum ama anlamak zorundasın, Eda. Konu ben ya da o değil, sensin. Senin mutluluğun, senin huzurun. Tüm bunlar senin hayalini kurduğun şekilde biterse mutlu mu olacağını sanıyorsun?”

“Evet!” Diye haykırdım emin bir şekilde.

“Hayır.” Dedi Efe, inanmayarak. “Olmayacaksın. Pişman olacaksın. Biliyorum, göğsünde taşıdığın o kalbi senden iyi biliyorum. Bu yüzden seni vazgeçirmeye çalışıyorum. O gün bana gelip Aden’in babası onu öldürecek, demiştin hatırlıyor musun? Onu bırakmamamı istemiştin. Aden’in babasını tanımadığımı sanıyordun, adını daha önce duymadığımı… Küçük bir yerde yaşıyoruz, Eda. En başından beri biliyordum. Aden’i bırakırsam öleceğini biliyordum ama ölümü, o gün bana korku dolu gözlerle gelip onu bırakmamamı söylemeseydin umrumda olmayacaktı. Ben Aden’i o adamın eline teslim edecektim. İnsanoğlu garip yarattıktır, Eda. Kendine dokunmayan yılan bin yaşasın ister. Bende bin yaşasın istemiştim, bana dokunmadığı sürece bin yaşasın.”

Efe’nin itirafıyla yutkundum sertçe.

“O adam nasıl yaşıyor bilmiyorum ama ben Aden’in gözlerine her baktığımda vicdan azabı çekiyorum, Eda. Onun korkularına her şahit olduğumda kendimden nefret ediyorum ve sen böyle hissetme istiyorum. O güzel kalbin acı çekmesin, pişman olma istiyorum ama sen yine olmak mı istiyorsun? Ol, olalım. Bu yola çıkarken elinden tutum senin, Eda ve bırakmayacağım da. Hatalarınla, yanlışlarınla kabulümsün. Gözyaşı mı istiyorsun, sonunu bile bile istediğini alman için burada olacağım. Yeni bir başlangıç mı istiyorsun, bizim için temiz bir sayfa açacağım. Emrindeyim, güzelim. Ne istersen… Nasıl istersen…”

 

🕯️

Hellooooo

Nasılsınız ballarıımmm🍯💛

Bu hafta buluşma sözümüz vardı veeee ben geldiiimmm, hoş geldiiim ve tabi ki sizler de hoş geldiniiiz🤗

Sezon finaline adım adım yaklaştıkça iç dünyasını tanımadığınız karakter kalmasın istiyorum, o yüzden bugün Edaylaydık.

Eda benim gözümde anlaşılması zor bir karakter. Fakat itiraf etmeliyim ki onu yazarken Aden’i yazdığım kadar zorlanmıyorum. Çünkü Eda her ne kadar kapalı kutu gibi gözükse de hikayesini anlatabiliyor. Aden ise yaşadıklarını zihninden geçirmeye bile korkuyor.

 

Neyse…

Yalancıların olduğu kadar Eda’nın ve Efe’nin de bir geçmişi var ve bence bu geçmiş anlatılmaya değerdi. Bu arada abartız Efe en safe place hissettiren karakterim olabilir. O diğerlerinden biraz farklı. İncitmeden seviyor, kırmıyor, parçalamıyor. Sadece seviyor. Doğruyla, yanlışıyla gördüğü ilk an vurulduğu (bu detayı bilmeniz gerek diye düşündüm.) kadını yalnızca seviyor.

Tamam kabul, Eda da biraz farklı. Bazen intikam gözünü öyle bir kör ediyor ki Efe’yi göremiyor. Fakat arkadaşlar bu kız bu hale kendi kendine gelmedi yani. Yaşadıklarını okudunuz, açıklamama bile gerek yok belki de ama yine de söylemeden edemeyeceğim Eda’nın kalbine kötülük tohumlarını yalancılar ekti.

O kötü bir karakter değil, o kötü olmaya zorlanmış bir karakter.

Ay siz de benim gibi mi düşüyorsunuz, merak ediyorum.

Mesela siz Eda’nın yerinde olsaydınız… Müge ve Savaş’ın konuşmasını duyduktan sonra ne yapardınız?

Yorumlarda benimle konuşabilirsiniz, ballarım.

Ah bir de 👉🏻👈🏻 biraz da anlamlı şeylerden bahsedecek olursak;

Eda’nın neden hep deri ceket giydiği detayını yakaladınız mı? Lütfen yakalamış oluuunnnn

Ve umarım Eda’yı benim kadar olmasa da biraz olsun anlamış ve birazcıkın da hak vermişsinizdir.

Ve tekrardan umarım ki okurken keyif almışsınızdır

Yine buluşuncaya denk kendinize cici bakmayı unutmayın ballarım, öpüldüüünüüüzzz🩷

 

 

Bölüm : 18.06.2025 02:54 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...