2018
Bazı seçimlerin sonuçları en başından bellidir. Koşarsan nefes nefese kalırsın, aralıksız bağırırsan sesin kısılır ve Efe ile herhangi bir oyunda takım arkadaşı olursan azarlanırsın.
“Kelime karanlıktı.” Dedi, Efe açtırdığım yasaklı kelimeye bakarken. “Koskoca harflerle yazılmış gece varken nasıl bodrumu açtın, anlayamıyorum. Gece olur ve karanlık çöker. Bu, çok basit bir denklem…”
Gözlerimi devirdim. Ona bu oyunda iyi olmadığımı söylemiştim. Hem kime göre neye göre karanlıktı ki gece? Bence bodrum katı geceden daha karanlıktı. Gecenin parlayan yıldızları vardı, peki ya bodrumun neyi vardı?
Ayrıca sadece hava almak için çıkmaya karar verdiğimiz parka sinsi sinsi oyun getiren oydu. Onunla oyun oynamayı isteyip istemediğimizi bile sormadan codenames oyununu çıkartmış, bizi oynamaya mecbur bırakmıştı.
“Baban yine ağlıyor.” Dedi, Eda Selin’e. Selin, Eda ile takım arkadaşı olmak istediği için ben Efe’ye kalmıştım. Oysaki bende Eda ile olmayı isterdim.
Eda bu oyunun ustasıydı. Anlatırken öyle nokta atışı kelimeler seçerdi ki asla kaybeden olmazdı. Fakat Efe bunu bir türlü kabullenemiyordu. Birgün Eda’yı bu oyunda yenebileceği inancı o kadar fazlaydı ki her seferinde kaybedeceğini bile bile oynuyordu.
“Ağlamıyorum! Sadece anlamaya çalışıyorum. Mesela sen olsan…”
Efe’yi duymazdan gelerek ellerimi çimene dayadım, hafifçe geriye doğru yaslandım. Bu tartışma sabaha kadar sürebilirdi.
“İşte bu yüzden Eda ablam ile takım arkadaşı oluyorum.” Gözlerimi kıstım, bakışlarım beni taklit ederek geriye yaslanan Selin’e döndü. “Hem her seferinde kazanıyor hem de babamı dize getirebiliyor.”
Dize getirmek mi? Kaşlarımı çattım. Bu çocuk böyle kelimeleri nereden öğreniyordu?
“Dize getirmek mi? O da ne demek?”
Selin bana doğru dönmeden gözleriyle Eda ve Efe’yi işaret etti. Bakışlarını takip ettim, onlara doğru döndüm. İkisi de kaşla göz arasında ayaklanmış, birbirlerine parmak sallayarak tartışmaya başlamışlardı.
“Bu oyunda öyle bir kural yok!” dedi, bağırarak Eda. Selin, Eda’nın tepkisine kıkırdadı. “Çok değil, sadece beş dakika içerinde babamı kaybettiğine ikna edecek, yani dize getirecek.”
Dudaklarımda gizlemeye çalıştığım bir gülümseme oluştu. Bilmiş tavırlarına bayılıyordum. Onu ısırasım geliyordu.
“Hım…” dedim anladığımı belli ederek. “Ama buna, dize getirmek yerine sevgi diyelim olur mu? Baban, Eda ablanı seviyor ve bu yüzden onu dinliyor.”
Dudaklarını büzdü, Selin. “Eda ablam, babamı sevmiyor ama…” Gözleri sulanmıştı, dokunsalar ağlayacakmış gibi bakıyordu Eda’ya.
Ne olduğunu anlamayarak kollarımın arasına aldım onu. “Ah, hayır bebeğim. Eda, babanı da bizi de seviyor. Bunu nereden çıkarttın?”
“Sevseydi babam ile yemeğe çıkardı. Ona bu oyunda beni yenebilirsen, yalnızca seninle yemeğe çıkarım demezdi.” İçli içli konuştu, Selin.
O ağlamak üzereyken gülmem etik değildi, farkındaydım ama engel olamamıştım kendime.
Artık Efe’nin neden sürekli bu oyunu oynamak istediğini, kaybettiğinde neden bu kadar öfkelendiğini anlıyordum ve ona hak da veriyordum.
Ali Asaf’ta konu en yakın arkadaşı olduğunda çirkefleşirdi.
Bazen Efe’de Ali Asaf gibi davranıyordu. Bu da bana Ali Asaf’ın ruhu Efe’nin bedeninde var olmaya devam ediyormuş gibi hissettiriyordu. Bu çok garipti, farkındaydım.
Yokluğuna bir türlü alışamamıştım. Biliyordum, bu yüzdendi yerine birilerini koyma çabam. Sanki Efe’yi onun yerine koyarsam içindeki boşluğu doldurabilecekmişim gibi hissediyordum.
Çünkü yaşıyor olsaydı, hala yanımda olsaydı Efe gibi olurdu düşüncesini ağırdı. Kalbimin kaldıramayacağı kadar ağır.
“Hayır, var. Eminim. Akyaka’da çok oynardık biz bu oyunu. Benden daha iyi bilemezsin” Efe’nin kendinden emin sesi beni düşüncelerimden ayırdı.
Kollarımdaki küçük kızın varlığını hissettim tekrardan, içli nefeslerini hatırladım. “Bebeğim…” dedim, kalbini kıran o yanlış anlaşılmayı düzeltmek istercesine. “Onlar iddialaşmış sadece… Hatırlıyor musun, bir keresinde sizde Ata ile iddialaşmıştınız? Önce yemeğini kim bitirecek iddiası…”
Selin onaylarcasına kafasını sallayınca devam ettim. “Onlarınki de böyle bir iddia. Sadece sonucunda güzel bir ödül var.”
“Eda ablam seviyor yani babamı…”
Bizim konuşmamızdan bir haber elleri belinde çıkıştı Eda, Efe’ye. “Kim uydurdu bu kuralı peki, Akyaka belediyesi mi?”
Gözlerini devirdi, Efe. “Kurallarına göre oynamıyorsunuz ve sonra kaybeden ben oluyorum.”
“Yasaklı kelime, bodrum iken kıza karanlık diyorsun Efe! Bir de bu zekayla kazanan olabileceğini mi düşündün gerçekten…” Eda cümlesini tamamlayamadan Efe, Eda’yı omzuna aldı.
Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Daha az önce birbirlerini sevdiklerinden bahsetmişken Eda’nın indir beni çığlıkları pek hoş olmamıştı sanki.
Keyifle kıkırdadı, Selin. “Sanırım sana inanıyorum, Aden…”
“Sanırım mı?” diye sordum karnına uzanıp onu gıdıklamaya başlamadan hemen önce.
Selin’in kahkahaları Eda’nınkilere karıştı.
Selin beni durdurmak için ellerimi tutmaya çalışırken “Efe…” dedi, tekrar Eda. Lakin bu sefer sesi beni ürkütecek kadar boğuktu.
Ellerim duraksadı, ne olduğunu anlamak istercesine arkama döndüm ve dönmemle birlikte soğuğu tenimde hissettim.
Hava olması gerekenden fazla içime işlerken bomboş parka tepkisizçe baktım.
Ne Efe ne de Eda… Yoktu... Yoklardı. Yalnızca onlarda değil birkaç adım ilerimizde piknik yapan insanlar, parkta oynayan çocuklar… Hiçbiri… Hiçbiri yoktu.
Elim boşluğa dokundu, korkuyla döndüm Selin’in olması gereken boşluğa.
O da gitmişti. Çevremdeki her şey gibi o da gitmişti. Ne oluyordu, anlayamıyordum. Etrafımdaki her şey yerini karanlığa nasıl bırakabiliyordu, çözemiyordum.
Zaman akışı giderek silikleşirken yerden güç aldım, ayağa kaldım.
İçime garip bir burukluk çökmüştü. Ağlamak istiyordum. İçim dışıma çıkana kadar ağlamak istiyordum.
Elim acıyla kıvranan kalbimin üzerine dokundu. Neden acıyordu bu kadar? Neden her şeyi kaybetmişim gibi hissediyordum?
“Efe!” dedi Eda, son kez sorularıma cevap olurcasına. Hemen ardından da yere yığılan bedenin çıkardığı tok ses doldurdu kulaklarımı.
Dizlerim zangır zangır titrerken saniyeler önce işittiğim silah sesi zihnimin içinde tekrarladı. Korkuyla açtım gözlerimi.
Karşılaşacağım manzarayı bilmeme rağmen karanlığımla vedalaşana kadar belki demiştim hep. Belki yanılıyordum, belki de yaralanan Efe değildir, belki de turşun kimseye isabet etmemiştir. Belki… belki de…
Efe’nin beyaz tişörtünde oluşan kanı görünce tüm belkilerim sustu. O yaralanmıştı… Efe… Kardeşim… yaralanmıştı.
Olumsuz anlamda salladım kafamı. Bu acıya bir kez daha dayanamazdım, ben kardeşimi bir kez daha kaybedemezdim.
Burnumun direği titredi, çığlıkları gizlemek istercesine iki elimle de bastırdım dudaklarımı. Gücüm tükenmişti artık, daha fazlanı kaldıramıyordum.
Canım çok yanıyordu. Kaçmak istiyordum, her şeyin bir kâbus olduğuna inanmak istiyordum.
“Efe… Bana bak! Hayır… Hayır, gidemezsin! Efe!” Eda’nın çaresiz çırpınışları karşılık bulmamıştı. Efe’nin Barış’ın kollarında yığılmış bedeni hareket etmemiş, sürekli açılıp kapanan gözleri Eda’yı fark etmemişti.
Eda’nın kana bulanmış eli Efe’nin çenesini sardı. “Bana bakacaksın, duydun mu?” Gözyaşları arasından boğuk çıkan sesi bu sefer Efe’ye ulaşmıştı, Efe itaat edercesine gözlerini araladı. Rahatlarcasına nefesini verdi, Eda. “Bırakmayacaksın beni!”
Efe silik bir gülümsemeyle tekrardan gözlerini yumarken ben geriye doğru bir adım attım.
Onun kadar cesur değildim ben. Hayatımı borçlu olduğum adamın elinden tutup da yalnız olmadığını hissettiremezdim, beni bırakmaması için yalvaramazdım ona.
“Efe lütfen…” dedi, Eda Efe’nin çenesini sarsarak. “Gözlerini aç, Efe. Yalvarırım, bana bak…”
Açmadı Efe bu defa gözünü. Eda’nın gözyaşlarına rağmen açmadı.
Kabullendi kalbim. Bitmişti artık, gitmişti… O da gitmişti...
Arkamı döndüm, sevdiğim herkese arkamı döndüm.
Bende gidecektim. Yapamazdım, biliyordum. Bu acıyla daha önce de yaşamıştım, bir daha yaşamayacaktım.
Artık vakit gelmişti, Ali Asaf beni bekliyordu.
İki adım… yalnızca iki adım atabilmiştim ki Savaş’ın sesini işittim. “Aden!” gideceğimi anlamış mıydı, beni durdurmak mı istiyordu?
Ama o gitmişti, o gitmiş ve beni yapayalnız bırakmıştı. Şimdi ne hakla benden kalmamı istiyordu?
“Kurşun sıyırdı. Birazdan ambulans gelecek, o yaşayacak. Söz veriyorum, o yaşayacak… Duyuyor musun, beni? Aden! Onu yaşatacağım.” Olduğu yerde debelendi, Savaş
Yalan söylüyordu. Gitmemem için yalan söylüyordu, biliyordum. Öyle çaresizdi ki yalana sığınıyordu.
Omuzlarımın üzerinden baktım ona. Ne yaparsa yapsın beni durduramayacağını göstermek istemiştim sadece. Lakin sıkı sıkıya tuttuğu Atlas’ı görünce duraksamıştım. Kaçmak için debelense de milim hareket edemeyen Atlas’ı, Efe’nin katilini…
Ve o an boşaldı sanki zihnim. Her şeyden vazgeçmiş birinin ne kadar ileri gidebileceğini kestiremezdiniz. Bende kendimin ne kadar ileri gidebileceğini kestirememiştim.
Kulaklarımı dolduran çiğ sirenlere rağmen yerde duran silaha nasıl davrandığımı, Atlas’ın şakağına nasıl dayadığımı hızlandırılmış bir versiyonda izlemiştim sanki.
Parmaklarım nerede olduğunu bile bilmediğimi sandığım güvenlik kilidini açarken hipnotize olmuş bir şekilde hareket ediyordum.
“İndir silahını!” diye bağırdı, tanımadığım bir ses.
Duymazdan geldim, silahı sıkıca kavradım.
“Aden!” dedi, korkuyla Savaş. “Hayır… Yapma…”
Ama o yapmıştı. O hiçbir günaha olmayan bir cana kıymıştı, o Efe’ye kıymıştı.
“Ama o Efe’yi öldürdü.” Dedim, titreyen sesimi gizlemeye çalışmayarak. “Hayır, Efe ölmedi!” dedi, Savaş bir kez daha.
Parmağımı tetiğin üzerinde gezdirdim kendimden emin bir şekilde. Öldürecektim. Bende onu öldürecektim.
Ama yapamamıştım. Efe’nin güçsüzce bana duyurmaya çalıştığı sesi erişmişti kulaklarıma. “Yapma…” demişti bana.
Namlu avuçlarımın arasında titredi, parmağım tetikten çektim. Bakışlarım Efe’ye doğru dönerken Savaş Atlas’ı polislere doğru itmiş, ayakta güçlükle duran bedenimi kendisine doğru çekmişti.
Eda o tetiği çekemediğim için öfkeli olsa da Efe güçlükle açık tuttuğu gözleriyle bana doğru bakıyor, teşekkür edercesine gülümsüyordu.
Gülümsemesine karşılık kıvrıldı dudaklarım. O yaşıyordu.
Savaş avuçlarıma yükmüş gibi hafifçe tuttuğum silahı benden alırken “Cumhuriyet savcısı, Savaş Bilgin.” Dedi, kendini tanıtırcasına. “Kasten adam yaralama ve cinayet şüphesi gerekçesiyle Atlas Yücel’i göz altına alıyorum.”
“Emredersiniz, savcım.” Dedi bir ses.
“Peki ya o kadın?” diye sordu başka bir ses.
.
.
.
"İren Angı cinayetinde şüphelisin." diyor karşımdaki kadın. 19 Ocak günündeyim. Dışarıda kar fırtınası var, ellerimde bir silaha dokunmanın getirdiği o soğuk hissiyat.
Bir sorgu odasındayım. Boğucu, loş bir oda da. Ruhum sıkılıyor, buradan çıkmak istiyorum. Benden cevap bekleyen sorgu memurunun topuklularının çıkarttığı ritmik ses kulaklarımı tırmalıyor, dişlerimi sıkıyorum.
Aradığı cevaplar bende yok ama o bilmiyor.
Aynı benim burada ne kadar uzun süre kalacağımı bilmediğim gibi.
Bir an önce buradan çıkıp gitmek istiyorum. Beklenti dolu bakışlarım kapıdan ayrılmıyor, biri çıkıp gelse de beni bu kabustan çekip alsa diye bekliyorum.
Arkadaşlarımı istiyorum, Efe’nin nasıl olduğunu görmek istiyorum. Savaş’ı istiyorum.
Yaşadıklarımın bir kâbus olduğuna, Savaş’ın beni bu kabustan uyandırmak için geleceğine inanıyorum.
Ama kendimi kandırıyorum, değil mi?
Karşımdaki kadının sabrı tükeniyor, sertçe masaya vuruyor. "Onu sen mi öldürdün?" diye soruyor.
Cevap veremiyorum. Hatırlamıyorum, diyemiyorum. Savaş her ne kadar gece boyunca onunla olduğumu iddia etse de ben kendime güvenemiyorum.
En yakın arkadaşlarımdan birini öldürmekle suçlanırken yalnızca sessizliğe gömülüyorum.
İçin için Savaş’a inanmak istesem de korkuyorum. Onun katili olmaktan deli gibi korkuyorum. Zihnim uyuşuyor. Kalbim durmak istercesine yavaş atıyor, gözlerim kararıyor. Güçlükle yutkunuyorum.
Vücudum tir tir titrerken ben nerede olduğumu kendime hatırlatıyorum. Neden burada olduğumu kendime hatırlatıyorum.
Sonra onu anımsıyorum. Havuzun fayansına çakılmış bedenini, kurumuş kan lekelerini, bembeyaz kesilmiş yüzünü, açık gözlerini ve aralanmış dudaklarını.
Gözleri açık öldü diye sayıklıyorum kendi kendime. Gördüğü en son yüz katilinin yüzüydü. Tüylerim ürperiyor. En son gördüğü yüzün benim yüzüm olduğunu düşünüyorum. Kendimi onu pencereden aşağı iterken hayal ediyorum.
Kalbim korkularımın altında ezilirken olumsuz anlamda kafamı sallıyorum. Bunu ona ben yapmış olamam.
“Yapmadım…” Kurumuş dudaklarımdan tek bir kelime dökülüyor. Yapmadım. Ona bunu, ben yapmadım.
“Sana neden inanıyım?” diye soruyor, kadın. Yine sessizliğe gömülüyorum. Ona verecek bir cevabım yok, onu ikna edebilecek bir kanıtım yok.
Gücümün tükendiğini hissediyorum. Dizlerim zangır zangır titrerken buz kesmiş avuçlarımı dizlerime bastırıyorum.
Dayanmak zorundayım, biliyorum. Dışarıda amcasına ne olduğunu bile bilmeden beni bekleyen Selin için dik durmak, yaşam mücadelesi veren Efe için pes etmemek zorundayım, biliyorum.
Biliyorum… Biliyorum ama yapamıyorum.
Acıyla gözlerimi yumuyorum, nefesim göğsümü delip geçerken histerik bir şekilde olduğum yerde sallanıyorum.
Sadece gitmek istiyorum. Buradan defolup gitmek istiyorum.
Polis memuru sabırsızca sorusunu yeniliyor. “Korkusuzca tuttuğunuz silahı birisine doğrultmanıza rağmen, size neden inanalım?” Fakat gıcırdayarak açılan kapı duraksatıyor onu, gözlerimi açıp da kapıya dönüyorum.
Ve kurtarıcımla göz göze geliyorum.
Savaş’ın koyulaşan yeşil hareleri benden ayrılmıyor, her zerreme dokunan bakışları iyi olduğuma kanaat getirince ezbere bir şekilde cüzdanından çıkarttığı savcı kartını memura gösteriyor. “O benimleydi.”
Tek bir cümlesi yetiyor elimi tutup da beni odadan çıkartmaya. Bu sefer sıkı sıkı tutuyor elimi. Öyle sıkı tutuyor ki beni bir daha gitmeyeceğine ikna etmeye çalışıyor sanki.
Ona inanıyorum. Ona hissettiğim öfke de kırgınlıkta susuyor ve ben ona inanmayı seçiyorum.
“Ama önce…” diyor, aynı katta bulunan rasgele bir odaya bizi sokmadan hemen önce. “Sana benden daha çok ihtiyacı olan birisiyle konuşman lazım.”
Odanın kapısı açılıyor, biz içeriye giriyoruz ve içeriye girdiğimizde fark ediyorum onu, onları. Selin ve Yavuz Bilgin’i…
Selin, beni fark ettiği an kalkıyor oturduğu koltuktan. Onun boyuna gelebilmek için dizlerimin üzerine çöküyor, kocaman açıyorum kollarımı.
Mis kokusu doluyor burnuma, kollarımın arasında duran cılız bedeni güç veriyor sanki bana. Daha sıkı sarıyorum kollarımı. Üstesinden gelebilirmişim gibi hissediyorum her şeyin.
Fakat içimdeki sis bulutları dağılmıyor bir türlü. Bundan sonra ne olacak diye düşünmeden edemiyorum.
🕯
Üzgünüm, ballarım.😔🍯
Bu sefer girişi her zamanki gibi yapamadım. Çünkü bu bölüm, gelmesi gerektiği vakitte gelmedi. Şu son iki haftadır öyle göçebe gibi yaşadım ki boş zaman bulabilip de bir türlü buluşamadım sizinle :(
Ama telefi edeceğim. Bir hafta yine iki bölüm ardı ardına yükleyeceğim ve görüşemediğimiz şu son haftanın acısını çıkartacağız. Zaten bu bölümü de elimden geldiğince uzun tutmaya çalıştım.
Malum artık İren Angı’yı kaybettik ve bundan sonra ne olacağı eminim ki Aden gibi sizde de soru işareti.
Acaba İren Angı’nın katili kim?
Acaba Efe yaşayacak mı?
Acaba ve acabalar…
Olayın büyüsünün kaçması için tabi ki hiçbir şey söylemeyeceğim🤗
ama merak etmeyin her şey olması gerektiği gibi olacak.
Bu hafta muhtemelen bir daha görüşemeyiz ama önümüzdeki hafta için bilemeyeceğiiimm yaniiiiiğ
Ah durun, durun! Güzel haberi vermeyi unuttum. Yalancılar ve Mumları kurgusundan uyarlanan katil kim oyunumuz nihayetinde tamamlandı ve ben tiktok üzerinden bana ulaşan ilk beş kişiye bu oyunu hediye etmek istiyorum.
Tiktok: begmozturuk
Hesabıma yazarak bana ulaşabilirsiniz. Merak etmeyin orada yer alan katil ile kurguda yer alacak katilin alakası bile olmayacak. Bu yüzden içiniz rahat oynayabilirsiniz.🍾
Önümüzdeki hafta tekrar görüşünceye kadar kendinize cici bakmayı unutmayın. öpüldünüüüüüz
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
536 Okunma |
59 Oy |
0 Takip |
27 Bölümlü Kitap |