– Papatya? Sen yılbaşına mı sevindin?
İndirim her şeyi unutturuyordu. Ciddi anlamda bir alışveriş hastasıydım, deli gibi severdim alışverişi. Tabii ki de sürekli yapmazdım, ama iki ayda bir kendimi de şımartıyordum. En çok da kitaplarla. Hazırlıklar hız kesmeden devam ediyordu. Kafede toplanacaktık çünkü biraz kalabalıktık.
Kızlarla erkenden hazırlanmaya başladık. Özel bir gün tabii ki; saç, makyaj ve kıyafet farklı olacaktı. Kendime kırmızı saten bir elbise seçmiştim; omuz dekolteli, uzun kollu ve mini bir elbise. Elbisenin yanında dantelli eldivenler de vardı, ama onları siyah seçmiştim çünkü ayakkabı ve çantam siyah olacaktı, sadece kırmızı olmazdı. Saçlarımı Gece yaptı, maşa yapmıştı. Saatler süren hazırlıktan sonra nihayet evden çıktık ve gittiğimizde erkekler oradaydı. Erkeklerin işi de çok rahat; bir takım elbise giy, en fazla duşunu al, saçını tara, bitti gitti. Ya biz ne yapacağız? Saatlerce hazırlanıyorduk. Saçıydı, makyajıydı, kıyafet seçmesiydi derken saatler gitti. Ama bunu tamamen değmişti çünkü hayatımda geçirdiğim en eğlenceli yılbaşı partisiydi. Ve bilin bakalım ne oldu? Çınar da oradaydı, ama ben pek ilgilenmedim. Kasıtlı olarak yapmamıştım. O sırada Toprak'la yazışıyordum ve ona dalmıştım. Konuşmayı bırakıp arkadaşların yanına döndüm. Tam zamanında. Geri sayım başlamıştı. '10, 9, 8...' Ve hoş geldin 2021.
– Abi 500 sayfa ya, nasıl yetişecek oğlum bunlar?
– Bu sadece bir dersin slaytı Kumsal.
– Hayır Masal. Kendinize gelin, yaparız biz. Yapmak zorundayız arkadaşlar. Hem zaten biz Gece ile notları olabildiğince kısalttık.
– Bebeğim tamam da, bizim de kendi notumuzu çıkarmamız gerekiyor ya. (Asya haklıydı.)
Finaller gerçekten sosyal hayatımızı etkilemişti. Ne Toprak'la buluşabiliyordum, ne kendim için dışarı çıkabiliyordum... Hiçbir şey yapamıyordum. Günler çok sıkıcı geçiyordu ve biz daha ikinci gündeydik. Üç gün daha vardı en az. Yani kızlarla bile vakit geçiremiyorduk sınavlar haricinde; aynı evdeydik neyse ki. Tabii dersten başımız kalkarsa. Ben ve Kumsal burada, evde olacaktık. Melek ve Masal Muğlalı, Gece ve Asya Aydınlıydı. Yani ara tatil boyunca ayrı kalacaktık. Hatta Kumsal da köye gidecekti, kafa dinlemeye. Kısacası yalnızdım. İyi tarafından bakalım, memleket güzel. İzmir'immm.
– Yeter kanka, küçük boy. Zaten çok eşya getirmem, biraz fazla götüreceğim. Gereksiz, bitmiş ders kitapları ve yarım kalanlar. Kullanılmayan kıyafetler...
AVM'ye gidip stres atmak istemiştik. Tüm kızlara uyuyordu. Oyun oynadık ve ben... Sürekli ama sürekli yeniliyordum, hahahaha. Oradan erkenden çıkıp eve geldik. Kızları yolcu etme zamanıydı. En son Kumsal ayrıldı. Yalnızlık vaktiydi. Bi' ürkmedim desem yalan olur.
Tam uyuyacakken kapı çaldı. O kadar korktum ki, kapının deliğinden bile bakmak istemedim. Daha sonra Miraç'ın sesini duydum. Derin bir oh çektim.
– Evim 2 saatlik yol, sürekli oradayım zaten.
– Ay, özür dilerim. Hoş geldin.
– Sorun değil. Bu kadar şaşıracağını bilseydim korkuturdum seni.
– Kimin arkadaşıyım? (Gözlerimi devirip yarı gülümsedim.)
– Geç hadi geç. İyi ki geldin. Korkuyordum evde.
– Seni tek bırakmam. (Bir şey demeden boynuna sarılıp öptüm. Gülümsedi.)
Oturup sohbet ettik, skeç açtık bu sefer. Beraber oyun oynadık hatta. Ben uyuyakalmışım. Bir uyandım, Miraç yanımda. Kımıldamıyor, kımıldayamıyor çünkü ahtapot gibi sarılmışım.
– Sadece tuvalete gidemedim, o kadar. Sıkıntı yok, hahahaha.
– Gece yarısıydı. Şu an 07.30.
– Papatya. Sen uyuyakalınca başta üstünü örttüm iyice. Sonra kendi üstümü de örtmek zorunda kaldım. Allah'tan battaniye dizimdeydi. Sen ahtapot gibi sarılmıştın, kıyamadım da. (Şaşkın şaşkın baktığımı görünce devam etti.) Sorun değil. Deli kız seni. Zaten yanında kalacaktım. Sadece...
Bebeğim yaa. İyi ki gelmişti yanıma. Kahvaltı edip dışarı gezmeye çıktık. Hatta Çınar yanımıza geldi. İşleri vardı onların, o yüzden. Biraz çekiniyordum ama iyiydim. O da anlamış olacak ki rahattı. Belki de bu konuyu o da kenarda bırakmıştır. Erkekler ilgilenmedikleri konu olunca kenarda bırakıyor. Biz kızlar olsak, ohoo. Sonra ayrıldım yanlarından. Miraç ısrar etti kalmak için, ama ısrarla kabul etmedim ben de. Neticede her gün bakıcılık yapamazdı bana. Alışmam da lazımdı hem, her ne kadar korksam da. Zaten sağ olsunlar kızlar her gün yazıyordu. Ve Mia vardı. Benim için peçete avlayan, gariban, ama bir o kadar da cesur kediciğim. Kucağıma alıp sıkıca sarılıp öptü onu. "Meowwww." "Meoww. Anan kurban olsun sana."
Deli gibi kar yağıyordu. Toprak'la buluşacaktık. Kafede tadilat olduğunu söyleyince eve çağırdım. "Rahatsız etmeyeyim." "Kızlar yok, tekim." Nihayet geldi bir saat sonra. Kanepeye geçtik.
– Tek olduğunu söylesen baştan gelirdim. Ya da en azından telefon açardım, rahatsız etmezdim.
– Estağfurullah. Olur mu öyle şey? Rahatsız etmek istemedim.
– Ne rahatsızlığı Papatya? Tek korkarsın, bilirim. Ne olursa olsun, bir telefon kadar yakınım sana.
– Teşekkürler. Ee, nasıl gidiyor işler?
– İyi gayet. Tadilat vardı kafede. Ufak tefek şeyler. (Mia geldi, Toprak'ın kucağına atladı ve onu koklamaya başladı. Kıpırdanmayı bıraktı sonra.)
– Vayy, seçilmiş kişi miyim şimdi ben?
– Eh, bi' nevi. (Mia tüylerini yalarken sıra Toprak'a geldiğinde onu alıp yanına oturttum. Oyuncağını da yanına verdim ki, onu yalasın, onunla oynasın. Yoksa rahat bırakmayacaktı.)
– Papatya. Kitaplarına bakabilir miyim?
– Oha. Maşallah Papatya, sen kütüphane kurmuşsun. (Güldüm.)
Edebiyatlara göre dizmiştim öncelikle, sonra yazarlara göre. Klasikten moderne İngiliz Edebiyatı, sonra Amerikan. Alman, Fransız Edebiyatı da ayrı ayrı kitaplıkta yerini almıştı. Ve Rus Edebiyatı, ki Dostoyevski büyük bir yeri kaplamıştı. Favori yazarım. İnsanın favori yazarıyla tanışamayacak olması ne de kötü bir talih, değil mi? Ve Türk Edebiyatı. İngiliz Edebiyatı okusam da Türk Edebiyatı özeldir benim için. Ayrı bir havası var. Havasını solumaya yaşımın yetmediği bir dönemi anlatır. Bazen eski İstanbul, bazen de Anadolu. Buna ek olarak post modern de kitaplığımda yerini almıştı. Hem de önyargılı yaklaşıp okumaya çekindiğim Oğuz Atay ile. Ve son olarak günümüz kitapları. Hatta biri Mahperi Hoca'mın kitabıydı. 'Karanlık'. Mehmet Ali Kılınç kitaplarının etrafında papatyalar vardı. Dikkatini çekti ve eline aldı. Günaydın Gece.
– Miraç Çağrı'yı biliyordum da, Mehmet Ali Kılınç'ı ilk kez duydum. Günaydın Gece. Güzel isim.
– Ben de tesadüfen gördüm o kitabı, öyle de tanıştım. Lise döneminde okuduğum bir yazar. Çok sevdim kalemini. En son 2019'da yazdı, daha yazar mı bilmem.
– Hmm, anladım. Ne çok kitap var. Senin için satayım, parasını yeriz beraber.
– (Güldüm.) Satmıyoruz beyefendi.
– Tüh be. Güzelmiş ama. Bayıldım.
– Teşekkürler. İleride 3 oda 1 salon evim olunca oturma odam olmayacak. Orası kitap odası olacak.
– Mantıklı. Ben gideyim artık. Mahir'e sözüm var, biraz takılacağız. (Hafif gülümsedim, o gülümsemenin altında bir merak vardı tabii ve bunu fark etmişti.) Merak ettin, değil mi?
– (Kahkaha attım.) Ya amaa. Ne yapayım?
– Her şey var, ama bizde özellikle (Aynı anda söyledik.) Tarih. Neyse, hadi gel. Sana çikolata yapayım.
– Bunu benim sormam gerekiyordu.
– Sen ustaya bırakkk. Bugün biraz farklılık katalım, ne dersin?
Her zamanki çikolata değildi. Beyaz çikolataydı. Ama bir farklılık vardı sanki. Vanilya tadı geliyordu.
– Toprak. Bu çok güzel. Aşırı lezzetliiii. Ay bayıldım resmen. Eline sağlık.
– Afiyet olsun. Ee, ev senin mi?
– Aynen. Kızlar da evlatlık. (Şaşkın şaşkın baktı, güldüm.) Ne çabuk unutmuşsun. Geçen dedim ya kızlarla tuttuğumuzu.
– Dekorasyon bana ait, kişisel odalar hariç. Gece ve ben kendi odamızı beraber tasarladık. Eşyalar zaten ev sahibinin. O kadar şirin bir kadın ki, tarzı da onun gibi.
Epey bir vakit geçirdik Toprak'la. Onu uğurladıktan sonra yatağıma uzandım. Mia üstümde yürüme başladı. "Ahahahaha, heyy, gıdıklanıyorum." Üstüme yattı, kaldı öylece. Mırlaması bana iyi geliyordu. Kedi mırlamasının iyileştirici bir gücü var diyorlar. Gerçekten de doğru.
Bir şarkı açmak istedim, ama bir türlü karar veremedim. Eski şarkılardan açmak istedim. Hiçbirini istemiyordum. Sanki bir şaekı vardı ve ben onu arıyordum. Ama bulamıyordum. Sonra Ece'nin kelimesi aklıma geldi. Sürekli bana söylediği cümle şöyleydi: "O insanı bir gün bulacaksın." 'O insan' lafını sürekli, hatta bazen şaka amaçlı derdi. Öyle bir arayayım dedim kelimeyi Spotify'da ve buldum. Bendeniz - O İnsan.
...
Sabah yürüyüşe çıkmak istedim. Mia'yı da alacaktım, ama epey bir huysuzlandı. Allah'tan Güllü Teyze evdeydi, kapı komşumuzdur. Bir sıkıntı olursa oradaydı. Çok iyi biri. Tabii oğluyla benim aramı yapmaya kalkmasa iyiydi. Şans ki, oğlanın zaten yanık olduğu bir kız varmış. Allah'tan başka oğlu yok. "Bir oğlum daha olsa seni alırdım." Yahu istemiyorum, ahahahaha.
Eve gelip film açtım. Günlerim böyle geçiyordu. Film, kitap, bazen yürüyüş. Zaten böyle olması gerekmez mi? İlla biri mi lazım? Merak etmeyin, tabii ki de 'kendinizi sevin önce' gibi saçma şeyler söylemem. Yani, saçma değil de, hani derler ya, 'kendiniz sevin' diye. Adam gelmiş diyor ki, "Sevgi görmedim." "Kendinizi sevin." Kadın diyor ki, "Aşk istiyorum." "Kendinizi sevin." Ee zıkkımın kökü. Affedersiniz ama... AMAAA. Yahu aynı değil. Bir hayvanı sevmekle, bir çocuğu sevmek veya annenin seni sevmesiyle karının seni sevmesi aynı mı? Değil. Tabii ki de insan ilk kendini sevip değer vermeli. Fakat aşk başka bir şey. Kendimi seviyorum da, hayatımda aşka ihtiyaç duyabilirim. Bir erkeğin sevgisine sahip olmak isteyebilirim. Veya arkadaş desteği isteyebilirim. Bunlar farklı farklı olan ve yaşanması gereken duygular. Bazı insanlar empati kuramıyor işte. Yoksa kendim tabii ki de mutlu oluyorum. Kendime yeri gelince çiçek de alıyorum. Ve kızları da özlüyorum. O kadar alışmışız ki birbirimize, mezun olunca ne yapacağız acaba? Gerçi yakınız. Hep yakın şehirler. Mutluluk için arkadaşları yakından seçin, hahahaha.
Tatil bitmek üzereydi. Evde canım çok sıkılıyordu. Kitap da bitmişti. Story'lere bakmaktan artık sıkılmıştım. Sonra Toprak'ın story'sini gördüm. At vardı, çok güzel bir at. Sarı sarı tüyleri onu asil bir prensesin asil bir atı gibi gösteriyordu. Özlediğini yazmıştı kenara. Beğenip yorum yaptım. Cevap verdi hemen. "Onunla tanışmak ister misin?" "Tabii ki de, ama ben attan çekiniyorum." "Korkunu yenersin de. Hazırlan, gidiyoruz." Ve nihayet at çiftliğine geldik. Meğer onunmuş. Tabii ben binemeyecektim. Yüksek bir yere çıktım. Artı Toprak'ın yardımıyla. Hahahaha, benim beceriler süper.
– Toprak, bu çok güzel. Ama korkuyorum.
– Korkma, uysaldır. O yüzden arkandanım ya.
– Ve ben de seni sıkıca tutuyorum, ipleri de öyle.
Panikle onu bırakırım diye arkama oturmuştu. Ben ipleri sıkıca tutarken, o ise bir eliyle ipi tutmuş, diğer eliyle de bana sarılmıştı. Koluyla karnıma baskı yapıyordu, ama acımıyordu canım. Aksine, güvende hissediyordum. Başı omzumun üstündeydi, saçlarım yüzüne değiyordu.
– Papatya. (Öyle bir Papatya demişti ki, sanki başka şeyler de demek istemiş de, diyememiş gibi. Tuhaftı.)
– Ah, teşekkür ederim. (İyi ki yüzümü görmüyordu çünkü utançtan dudağımın kenarını ısırken yüzümdeki aptal sırıtışa da engel olamıyordum.)
Heyecanlıydım çünkü ilk kez ata biniyordum. Tanrı'ya şükür, Toprak sıkı sıkı tutmuştu beni. Bir süre sonra beni yalnız bırakmak istedi, cesaretlenmem için. Sonunda kabul ettim. Ve facia...
At yavaş yavaş giderken Toprak da başka bir atla takip ediyordu. Şanslıyım ki takip ediyordu çünkü benim atım birden huysuzlandı, meğer ayağına iğne gibi bir şey batmış. Sonra hızlıca koşmaya başladı. Ben panik olunca ipi bırakıp düştüm. Toprak yanıma geldi. Nefes alışlarım değişmişti. Ağlayamıyordum bile düzgünce. Toprak bu arada kendini suçluyordu. "Aptalın tekiyim ben, aptalım. Malım dümdüz. Seni yalnız bırakmayacaktım." Sarıldım ona.
– Toprak, iyiyim. Cidden. Sadece belim fazla ağırdı o kadar.
Kolunu bastırmadan belime doladı. At da gelmişti. Çok sinirli bakıyordu ata. Fark etti bakışımı.
– Merak etme, atı incitmem. Ama kendime kızdım.
– Senin suçun yok. Nereden bilecektik ki? İyiyim de. No problem. Gel yanıma. (Yanıma uzandı o da.) Adı ne?
– İsim koymadım. Sen koy istersen.
Eve gelip doğruca yatağa yattım. Israr etti kalmak için. Benim yüzümden işleri aksasın istemedim, ama baş edemedim.
– İşlerim aksamaz, merak etme. Madem bir gece diyorsun, tamam o zaman.
Toprak bayağı bir yardımcı oldu. Zaten ciddi bir şey yoktu, toparladım. Sadece kendini suçlamıştı. Yine de iyi ki gitmiştim o çiftliğe. Ne eğlenmiştik ama. Anıları kenara bırakıp yerimden kalktım. Gazete almaya gittim. Ben yolda giderken bir el ağzımı kapatıp beni kenara çekti. Aşırı korkmuştum, bayılacakken bıraktı beni. O panikle arkamı döndüm. Miraç. Allah'ım, sıpa ya.
– Ya sen manyak mısın? (Pataklamaya başladım.)
– Evet. Hahahaha. Bu kadar korkacağını düşünmedim. Özür dilerim.
– Off. Ağzımı kapatıp belimden tutuyorsun ve kenara çekiyorsun. Tenhaya.
– Sen böyle anlatınca tuhaf oldum. Özür dilerim. Bilseydim bayıltıp kaçırırdım.
– Tamam tamam. Gel. Özür dilerim.
– Konuşmak istemiyorum. (Biraz naz yapayım da burnu sürtsün.)
– Papatya. Sen etme bari. Eşeğim ben. (Güldüm dayanamayıp.)
Daha fazla naz yapıp ona kıyamazdım. O da hak etmişti gerçi. Arkadan gelip ağzımı kapatmak ve beni kaçırmaya çalışmak ne demekti? Aklım çıkmıştı resmen. Beni korkutan canım arkadaşımı kahvaltıya davet ettim tabii ki de. Bizimle beraber Mia da yemek yiyordu, kendi yemeğini bitirince Miraç'ın yemeğine göz dikti.
– Aç mı bırakıyorsun sen bu hayvanı Papatya?
Bir süre sonra misafirimi uğurladım ve kendimi temizliğe verdim. Türkçe pop eşliğinde, güzel bir temizlik macerası sonrası duşa girdim. Uykum geldi. Uyumamak için direniyordum resmen çünkü ikindi vakti uyku iyi gelmez derler. Hem rüyalar da bir tuhaftır. Hoş, benim rüyalar hep öyleydi. Uykuya dayanamadım daha fazla. Ve perde.
Rüyamda çok karanlık bir ormandaydım. Karanlık lakin, inadına ışığını ulaştırmaya çalışan ay gökte. Üstümde de orta çağdan kalma bir elbise. Bembeyaz, üstünde kahverengi bir korse olan mini bir elbise. Kollarım yara bere içinde, yolumu bulmaya çalışıyorum. Sonra o geldi. Toprak. Üstündeki kıyafetle mistik dünyalardan fırlamış bir savaşçı gibiydi. Üstü kir pas içinde.
"Kalbim burası. Gitmen gerek."
"Gitmen lazım." Elime bir kolye düştü. Elimden çekip aldı. Anahtar sembolü vardı.
"Hayır, buranın anahtarı." Kolye kendi iradesiyle elime geldi. Elimden alamadı, ben de istesem de veremezdim. Derin bir iç çekerek, "Ormanımda çok fazla düşeceksin," dedi.
"Bunun için üzgünüm, iyiliğini düşünmüştüm, ama kolye seni seçti." Arkasını döndü ve gitti.
"Gitmiyorum. Burası benim kalbim."
"Nasıl bulacağım seni? Karanlık, korkuyorum." Gitti.
Kolyenin ruhu sardı etrafımı. "Bana iyi bak, yeter. Zamanı gelince onu bulacaksın. Şimdilik bana iyi bak." Tekrar kolyenin içine hapsoldu ruh. Kalbimden bir parıltı çıktı ardından, içine girdi kolyenin. Dile geldiler. "Bizi takip et."
Nihayet kızlarla kavuşmuş, kahvaltı ediyorduk beraber. Sonrasında stres atmak için oyun oynadık. Sohbet ettik, gülüp eğlendik. Sonuçta okula hazır hâle gelmeliydik. İyice bir şarj olduk doğrusu.
– Off, yarın ilk ders Hakan Hoca'da.
– (Melek hevesimi kursağımda bırakmıştı.) Hiç sevinme Papatya, sonraki ders Mary'yin.
– (Gece'yle aynı anda söyledik.) Bloody Mary. (Kadın gitmedi memleketine. Gerçi asıl ev burası, ama gitsin artık.)
– Abi Berke Hoca mı olur? Adamın tipi, 'ben kız peşinde koşan, bunun için spor yapan biriyim' diye bağırıyor.
– Zaten öyle Papatya. (Şaşkın şaşkın Kumsal'a baktım.) Yani sporu gösteriş için yapıyor. Kız kısmı tahmin. Ve bu adamın kendini geliştirip hoca olması bize, takdire şayan.
– (Gece araya girdi.) Kanka, adamın tipi evet öyle. Sporu da şov yani. Ama kız peşinde değil. Aksine sürekli kendini geliştirmek isteyen ve şiir seven biri.
Aslında kız kısmı şu şekil doğruydu. Hayatta hep doğru aşkı aramış, bulamamış. Eh, biraz da şıpsevdi. Öğrencilere karşı çok iyi, naif, anlayışlı. Ve sesi öyle güzel ki, şiir dersi tam oturmuş yani. Artık Berke'ler hoca olacak yaşta. Yani bizim nesil. Gerçi y kuşağı, ama sonuçta 94'lü ve yaşımız yakın. Ve adam hoca. Kendimi yaşlı hissettim şimdiden. Henüz 20 yaşındayım aya göre hesaplarsak. Hıh. Eskiden kadınların yaş takıntısını anlamazdım. Şu an anlıyorum. Harika... ;)
Bu dönem manyak bir biçimde bizi hoca yaptı Hakan Hoca. Biz birbirimizi değerlendireceğiz, ama son karar hocada ve eğer objektif değilsek puan kıracak. Yine deli gibi ödev verildi. Tabii Biz ödevi düşünmeyip akşam maça gittik. Erkekler toplanmış halı saha maçı yapacaktı ve biz de izleyecektik.
Miraç, Çınar, Rüzgar, Mehmet ve Yiğit. Gerisi de sınıflarımızdan kişilerdi. Eğlenceli olacaktı. Miraç geldi yanımıza.
– Zaferimi izlemeye mi geldiniz?
– Ben büyük konuşmam, büyük oynarım.
Bu şekilde büyük konuştuğu için kaybedeceklerini düşünmüştüm, ama kazandılar. Maçtan sonra Toprak'la buluşmaya gittim. Evin arkasındaki parktaydı. Normal bir şekilde sohbet ederken bana dönüp dedi ki:
– Biliyor musun Papatya? Tanıdığım tüm kızlardan farklısın. Duygularını gösteren, şeffaf... Ve kışı seven. (Güldük.) Elbette sadece bunlar değil, ama çoğu insandan farklı geliyorsun bana.
– Teşekkürler. (Kulaklığın tekini kulağımdan çıkarıp kendi kulağına taktı ve durdurmuş olduğum şarkıyı tekrar başlattı. Yirmi7 - Sokak Lambası. Başımı omzuna yasladım. Parkta, sokak lambasının altında, beraber şarkı dinledik.
Düş vakti. Bu düşler de neyin nesiydi böyle?
Toprak'ın ormanındaydım. Birden bire kötü, gri bir ruh etrafı sardı. Kolye elimden gidecekti. Onu almak istedi.
"Tutamıyorum, elim acıyor." Zinciri tuttu.
"Bizi hisset elinde Papatya." Hissettim, sonra parıltıyı tuttum. Şeytanî ruh kayboldu. Kolye elimdeydi. Ben ise yoluma devam ediyordum.
"Unutma, bizi almaya çalışacaklar. Senin ilk görevin bizi korumak." Onları koruyacaktım.
Tuhaf düşler, yeni hisler, yeni ödevler… Her anlamda yeni bir yıl galiba.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
307 Okunma |
36 Oy |
0 Takip |
22 Bölümlü Kitap |