
Yorum ve beğenilerinizi eksik etmeyin dostlarım iyi okumalar dilerim 🫶🏻💝
Devran Adar Saraçoğlu;
Göğsüme bir kıymık batıyordu. Adı aşk mıydı, sevda mıydı bilmiyorum... Canım acıyordu işte. Kırk dehreye kırk satıra dayanmış gibi canım yanıyordu.
"Yürüyemiyorum..."
Dizlerim tutmuyor.
Ayaklarımın altı yok gibi.
Sanki hâlâ suyun içindeyim.
Sanki Vera’yı çıkaramadım.
Sanki hâlâ nefesini arıyorum o bulanık sularda.
İnsan ne kadar ağlayabilir içinden?
Ben gözümden değil, boğazımdan ağlıyorum.
Her yutkunuşta Vera’nın adı bir hançer gibi saplanıyor dilime.
Ve ben…
Ben yıllarca sustum.
Ama artık içimde yer kalmadı susmaya.
Omuzlarımda kırk kişinin bakışı değil,
onun solgun teni,
üşüyen parmakları,
yarısı kopmuş sesi var.
Ben Vera’yı taşımıyorum.
Vera beni taşıyor.
İçeri götürdüler…
Elim boş kaldı.
Sanki ben şimdi kolsuzum.
Sanki ben şimdi onsuzum.
Kapı kapanırken,
içimde bir kapı daha kırıldı.
Ve herkes bana bakıyor.
Konuşmamı bekliyorlar.
Aşiretim, akrabam, babası, amcası…
Sanki benden bir açıklama,
bir kelime,
bir tövbe bekliyorlar.
"Ne diyeceğim?
Ben Vera’nın canı içindeyken,
kelimeler ne işe yarar ki?"
Bir yere çöktüm.
Dizlerim artık beni taşımıyordu.
Ama gözyaşlarımı saklamadım.
Yıllarca taş gibi susan ben,
o koridorda ilk kez...
“Vera ölmeyecek” dedim.
Sesim yankılandı.
Kendime bile yabancıydım.
İlk kez konuştum.
Ve ilk kez bu kadar sessizdi herkes.
Ben o koridora girmedim…
Ben o koridora gömüldüm.
Ayaklarım Fırat’tan çıkmamış gibiydi,
ama içim çoktan suyun dibine batmıştı.
Kucağımda Vera’yla geçmiştim o kapıdan,
ama içeriye yalnız girdim.
Sedyeye yatırılırken ellerini bırakmak,
bir savaşı yarıda bırakmak gibiydi.
O an, zaman eğildi.
Koridor birden kalabalıklaştı.
Önce çığlık gibi bir “Le kêçê mîn…” yükseldi.
Yankısı duvarları değil,
kalbimi yırttı.
Veranın annesiydi o.
Elini başına vura vura,
yere kapanarak ağlıyordu.
Bir ana gibi değil,
toprağını kaybetmiş bir dağ gibi.
Kürtçe haykırıyordu:
“Ji dilê minê, li vir mirin heye! Roja şerê me ew bû!”
(Kalbimin tam ortasında bir ölüm var! Bu bizim savaş günümüz oldu!)
Ve sonra,
Ayakta durmaya çalışırken
gözleri beni buldu.
Ama bakmadı.
Yüzüme değil, içime baktı sanki.
Titreyen dudaklarıyla sadece
“Sen… koruyamadın mı?” dedi.
O sesi hâlâ kulaklarımda,
Fırat’tan bile daha soğuk bir ses.
Vera’nın babası bir duvara yaslandı.
Bir elini alnına koydu,
diğerini yumruk yapmıştı.
Hiç konuşmadı.
Ama o yumruk...
İçimde patladı.
Sanki bana değil de,
kendine kızıyordu.
“Kızımı bu hayata ben ittim,” der gibi.
Ve abisi…
Göz göze geldik.
O an nefesim düğümlendi.
Bir adım attı bana doğru.
Bir an, vuracak sandım.
Ama durdu.
Sadece gözlerimden gözlerime bir şey aktı.
Belki öfke, belki acı, belki suçlama.
Belki de hepsi.
Aşiretimizden gelenler,
hizaya dizilmişti sanki.
Ama ne bir selam,
ne bir söz.
Yalnızca suskun bir mahkeme…
Gözleriyle boynuma ip geçiriyorlardı.
Her biri içinden hükmünü çoktan vermişti.
“Sen sustun Adar,
ama biz şimdi susmayacağız” der gibiydi bakışları.
Omuzlarım düştü.
Ciğerim yanıyordu.
Fırat’ın soğukluğu değil içimdeki yangın beni titretiyordu.
Elimi halama uzattım,
“Dayê…” dedim. Önüme çöktü. Başımı kollarının arasına alırken bende çok şey paramparça oldu.
Koridor daraldı.
Hastane değil,
mezarlık gibiydi o an.
Herkesin kalbinde birer defin töreni vardı.
Benim adımı kazıyorlardı.
“Devran Adar Saraçoğlu'nu''
Başımı yere eğdim.
İlk kez değil…
Ama bu kadar ağır hiç eğilmemişti.
İçimde bir dua vardı,
bir fısıltı gibi:
“Vera'm...
Bir nefes ver.
Sana dokunamayacağım bir hayat varsa,
beni ondan da azat et.”
"Ayakta kalmak ne zormuş…
Sırtında bütün bir soyun suskunluğu,
önünde ölüme kafa tutan bir kadın varken..."
Gözyaşlarımdan utanmadım.
O ağlayan kadın, annem kadar yakındı bana.
Ama sesini susturamadım.
Çünkü her çığlığı doğruydu.
Ben Vera’yı koruyamadım.
Onu suskunluğumla yaktım belki de.
Vera’nın annesi...
sessizce çökmüştü bir köşeye.
Ama elleri titriyordu.
Çantasında bir dua kitabı vardı.
Ama elleri o kadar titriyordu ki,
sayfaları çeviremiyordu.
Babası...
Ayakta duruyordu ama sanki kendi bedenine yabancıydı.
Bana bir kez baktı.
O bakışın içinde yılların töresi,
dağların ağır başlılığı ve
kızına duyduğu kırgınlık vardı.
“Sen, bizi utanca boğdun Adar.”
Söz söylemedi ama ben duyuyordum.
Ben onun susuşundan da acı çektim.
Çünkü bazen sessizlik bağırmaktan daha çok kanatır insanı.
Ve abisi, Baran.
Sertti.
Yaklaşmadı ama bir eli belindeydi.
Sanki beni yüreğiyle değil,
bileğiyle durdurmak istiyordu.
Ama o da yutkunamadı.
Bir kardeşin, bir bacının acısıyla susmak…
Susmak değil, yanmaktı.
Ben orada oturdum.
Sırtım duvarda, dizlerim göğsümde.
İçimde Vera’nın sesi vardı.
O gece fısıldadığı,
“yaşıyorum” dediği o son an.
Ve karnındaki can…
İşte o zaman sustu içim.
Ama sonra
bir hemşire çıktı odadan.
Yüzü solgundu,
ama gözlerinde hâlâ bir umut kalıntısı vardı.
“Yaşıyor,” dedi.
Ben bir anda doğruldum.
Herkes yerinde dondu.
Ama hemşire devam etti:
“Bebeğin de… Kalp atışı duyuldu.”
O an zaman durdu...
O an ben sadece koca değildim.
Ben artık bir babaydım.
Vera’nın içinde bizim parçamız vardı.
Ona henüz bir isim bile verememiştik…
Ama ben o an içimden fısıldadım:
“Gel kızım, ya da oğlum.
Baban sustu ama artık susmayacak.”
Halam ağlamayı bıraktı.
Annesi dua kitabını açtı.
Babası başını çevirdi.
Abisi yerinden kalktı,
bana baktı,
gözlerimdeki yaşa baktı.
İçinde yıllardır taş gibi duran buz eridi o an.
“Adar,” dedi.
Yalnızca adımı.
Ama o çağrıda bir barış,
bir kabulleniş vardı.
Hastane odası.
Işıklı, ama karanlıktı.
Çünkü ışık, içi karanlık olan birine yol gösteremezmiş.
Vera'nın odasına ilk girdiğimde...
yemin ederim,
dünya başıma yıkılsa bu kadar ağır hissetmezdim.
Her şey o kadar sessizdi ki,
sanki bir mezarın başına girmiştim.
Kalp monitörünün “bip” sesi dışında hiçbir şey yoktu.
O sesi ilk defa bu kadar kutsal buldum.
Çünkü o bip sesi,
onun yaşadığını fısıldıyordu.
Yavaşça yaklaştım.
Solgun teniyle, çatlamış dudaklarıyla,
ama hâlâ boynunun aşağısında duran o ince beniyle...
benim Vera’m oradaydı.
Gözleri kapalıydı ama kirpiklerinin titremesi,
rüyasında bile bana sesleniyor gibiydi.
Sandalyeyi çekip yanına oturdum.
Titreyen ellerimle ellerini tuttum.
Soğuktu.
Ama ben onun içini biliyordum.
O beden, daha bir can taşıyordu şimdi.
Ve o canın her kıpırtısı,
benim sustuğum yılların kefaretiydi.
"Beni affet Vera'm…"
dedim.
Ama sesim çıkmadı.
İçimden söyledim.
Çünkü hâlâ, onun benim sessizliğimi duyabileceğine inanıyordum.
“seni koruyamadım.
Ben konuşmadım.
Ben sustukça sen de sustun.
Ama artık içimizde biri daha var.
Ve ona susmak yakışmaz.”
Elini öptüm,
Yanaklarına düşen saç telini geriye aldım.
Ve o an...
Doktorun sesi kafamda yankılandı tekrar:
"Bebeğin kalp atışları güçlü…
Rahim darbe almış ama tutunmuş.
Anne ölürse bile, bebek bir süre yaşar."
İşte o an,
dünyanın en ağır cümlesini omzumda hissettim.
"Anne ölürse bile..."
“Hayır!”
dedim içimden.
“Sen ölmeyeceksin Vera.
Beni yetim bırakmayacaksın.
O çocuğu annesiz bırakmayacaksın.”
Elimi karnına koydum.
İçimden dualar ettim,
bilmediğim dillerde,
öğrenmediğim inançlarda.
Yalnızca yaşa diye.
Ve o an,
küçücük bir hareket hissettim.
Bir kıpırtı.
Sanki minik bir el,
içerden bana dokunmuştu.
“Ben buradayım baba…” der gibi.
Gözlerim doldu.
Sanki karanlık bir tünelde yürürken,
biri elimden tutmuştu.
O an Vera’ya fısıldadım:
“Sana bir sözüm var.
Bu çocuk yaşayacak.
Sen de.
Çünkü ben artık korkmayacağım.
Ben artık susmayacağım.”
Kapı aralandı o sırada.
Vera’nın annesi başını uzattı.
Gözleri hâlâ şiş,
ama içinde bir umut ışığı vardı.
Bir annenin içgüdüsüyle sordu:
“iyi mi, uyandı mı?”
Başımı salladım.
"Hayır.” dedim.
“ama uyanacak.”
Kadın içeri geldi.
Elini kızının saçlarına koydu,
ve sessizce ağladı.
“Sen güçlü kızsın annem…
Uyan kızım.
Baban hâlâ bekliyor kapıda.
Ağabeyin sustu ama içi kanıyor.
Adar burada.
İçindeki çocuk için…
senin için…”
dedi.
Ben onun sözlerini dinledim.
Ama bir yandan da içimde bir yemin ettim.
“biz üçümüz yeniden doğacağız Vera'm ile ..."
Zaman geçiyordu, önce dakikalara evriliyor, ardından saatlere uzanıyordu. Uyanmasını bekliyordum. Annesi bir köşede, babası ve abisi diğer köşede duruyordu. Solukları hep ritmik bir hareketteydi.
Zaman akmıyordu artık,
sanki içimize sinmişti de
her nefeste biraz daha ağırlaşıyordu.
Dakikalar oldu önce…
Sonra saatler.
Ve ben, Vera'nın elini bırakamadım.
Bırakmadım.
Bırakamadım.
Annesi pencerenin kenarında,
gözyaşlarını mendiline değil,
kendi içine siliyordu.
O yaşlar öyle sessiz akıyordu ki,
bir annenin içli duası gibiydi hepsi.
Babası ayakta duruyordu ama
dizlerinin titrediğini hissediyordum uzaktan.
Her yutkunuşunda sanki
“Bir şey olursa… Vera’ya bir şey olursa…”
diye içinden geçirdiğini görüyordum.
Ağabeyi duvara yaslanmıştı.
Avuçlarını ovuşturuyordu,
elleri öfke ile dua arasında gidip geliyordu.
Bana hiç bakmıyordu.
Zaten kimse bana bakmıyordu.
Çünkü ben, onları en çok yaralayan adamdım.
Ama en çok susan da bendim.
Ve bu suskunluk, şimdi suç gibi üzerimdeydi.
Vera'nın nefesi o an bir an değişti.
Bir kıpırtı.
Minik.
Zayıf ama umut dolu.
Annesi hemen fırladı.
Bir annenin kalbi işaret beklemezmiş çünkü.
Koşarak başucuna geldi.
Eğildi.
Eliyle kızının saçlarını okşadı.
Titrek sesiyle:
“Vera’m… Vera’m…” dedi.
Vera gözlerini araladı.
İlk başta bulanıktı bakışları.
Sonra netleşti yavaşça.
Annesi onun boynuna kapandı.
Babası yaklaştı,
eli titreyerek kızının alnına dokundu.
Sadece fısıldadı:
"Korkuttun bizi kızım... çok korkuttun."
Ve ardından ağabeyi...
Sessizce yanaştı.
Elini uzattı,
saçlarının arasına soktu parmaklarını.
Belki de çocukken yaptığı gibi.
"Hoş geldin." dedi.
“Evine, ailene… çocuğuna.”
Vera gözlerini kırptı.
Bir damla yaş aktı.
Ama sonra bakışları benimkine değdi.
Ben...
yavaş adımlarla yaklaştım.
Kalbim, göğsümden dışarı çıkacak gibiydi.
Sanki biri içimdeki bütün kırıkları elinde tutuyordu da
her adımda biraz daha bastırıyordu.
Başucuna geldim.
Ellerini gördüm.
İnce, yorgun…
Ama hâlâ Vera’ydı işte.
Benim Vera’m.
Yavaşça,
çekinerek,
tüm suçluluğumla
elinin üzerine elim koydum.
O an göz göze geldik.
Kalbim sustu.
Dünya durdu.
Ve Vera,
hiçbir şey söylemeden
elini çekti.
Yavaşça.
Soğukça değil,
ama yorgun bir kırgınlıkla.
Ben o an öldüm.
İnan bana.
Vera’nın suskunluğu,
bin kurşundan daha ağırdı.
Orada öylece kaldım.
Ne bir söz,
ne bir nefes…
Sadece içimden geçen şuydu:
"Affet beni.
Geç kaldım.
Ama hep aradım,
Hep seni,
sadece seni sevdim Vera’m."
Ama söyleyemedim.
Çünkü bazı kelimeler dudaktan çıkmaz,
Sadece gözden akardı.
Vera elini çekmişti ya…
İşte o temasın yarım kalışı,
bir ömrün eksik hikâyesi gibi saplandı içime.
Bir şey söylemek istedim,
ama dilim öylece düğümlendi.
Ne çok şey vardı içimde,
ne kadar çok…
Ve hiçbirini söyleyemeyecek kadar çaresizdim.
Sonra bir uğultu gibi bastı kulaklarımı doktorun sesi.
Beyaz önlüklü biri yaklaştı.
Ardından başka biri…
Yüzlerinde alışılmış bir yorgunluk,
ama gözlerinde dikkatli bir ciddiyet vardı.
Kadın doktor, yumuşak ama net bir sesle konuştu:
“Hepiniz dışarı alabilir miyiz? Tetkiklerini yapmamız gerekiyor.”
Vera’nın annesi kıyamadı.
“Elini bırakmayayım, ne olur…” diyecekti ki,
bir hemşire nazikçe koluna dokundu.
"İki dakikalık" bir ayrılık için yalvarır gibiydi gözleri.
Bense hâlâ başucundaydım.
Gitmek istemiyordum.
Elini tekrar tutmak,
belki bir kelime koparmak istiyordum dudaklarından.
Ama o, hâlâ gözlerini benden kaçırıyordu.
Ve ben…
Boynumu büküp geri çekildim.
Doktorların arasında sıyrıldım odayı terk eden ilk kişi ben oldum.
Kapının önünde dizilmiş tüm aile,
birbirine yaslanan sessiz taşlar gibiydi.
Babası dudaklarını ısırıyor,
annesi dua mırıldanıyor,
ağabeyi ise ellerini yumruk yapmış bekliyordu.
Birden herkesin bakışı bana döndü.
Bir şey demediler.
Demelerine de gerek yoktu.
O gözlerdeki ifade yetiyordu zaten.
“Sen koruyamadın,” diyordu hepsi.
“Sen getirdin bu hâle.”
Omuzlarım düştü.
Duvara yaslandım.
Yıkılmamak için değil,
çünkü içimde zaten çoktan devrilmiştim.
“Vera hamile…”
O cümle kulaklarımda yankılanıyordu hâlâ.
Onu ilk sudan çıkardığımda gördüğüm çaresizliği,
doktorun fısıltıyla söylediği o kelimeler…
Vera sadece Vera değildi artık.
İçinde taşıdığı bir can vardı.
Bizim canımız.
Ben sadece Vera’yı değil,
çocuğumu da kaybedebilirdim o gece.
Bu düşünce,
öldürmedi…
ama yaşatmaktan da çok uzaktı.
Kapının üzerinde titreyen kırmızı ışık,
birden söndü.
Doktor dışarı çıktı,
bir rapor kağıdı elinde.
Herkes ona döndü.
Ama ben, hâlâ yerdeki bir çatlaktan gözlerimi alamıyordum.
Çünkü o çatlak,
kalbimin ta ortasından geçiyordu.
"Durumu iyi, toparlaması gerek sadece. Bebeğin son kez kalp atışlarına bakıldıktan sonra taburcu edebilirsiniz." Herkes derin bir oh çekti, yanımızdan ayrılan doktorun ardından herkes bir adım kapıya doğru attı.
Her biri, içeri ilk giren olmak istiyordu belki…
Ama ben,
sadece bir kez onunla yalnız kalmak istedim.
Belki affetmeyecekti,
belki bakmayacaktı bile yüzüme…
Ama ben o bakmayan gözlerin kıyısında kendimi arıyordum artık.
Kendimi,
kaybettiğim her şeyle birlikte onun bakışlarında arıyordum.
"Ben girebilir miyim önce?" dedim annesine.
Sesim çatladı.
Başımı bile kaldırmadan söyledim.
Kadıncağızın kalbini kırdım mı bilmiyorum ama
bir tek o başını salladı,
bir tek o izin verdi bana.
Kapıyı usulca açtım.
Odanın içi sessizdi.
Sanki o sessizlik,
bir ömürlük suskunluğumla yarışıyordu.
Gözüm ilk Vera’ya takıldı.
Yavaşça doğrulmuştu,
sırtı yastığa yaslanmış,
elleri…
elleri karnında kenetliydi.
Bir can taşıyordu orada.
Benim canımı.
Benim kanımı.
Ama bana bakmadı.
Yüzünü pencereye çevirmişti,
bir rüzgâr esecek de aylar önceki o günü geri getirecekmiş gibi.
Ağlıyordu.
Sesi çıkmadan.
Gözünden süzülen her damla,
içimdeki bir duvarı daha yıkıyordu.
Yaklaştım.
Sessizce,
sanki adımlarım benden utanıyordu.
Yatağın yanına geldiğimde,
bir kelime arıyordum.
Bir tek kelime…
Ama dilim kuruydu.
Dudaklarımın arası çorak bir topraktı.
Ve o zaman…
O an…
Fısıltıyla döndü bana:
"Gelmedin."
Sadece bu.
Gelmedin.
Sanki o iki heceyle bir yüzyıl dövdü beni.
Sanki bir ömrü sırtıma yükledi.
Sanki sudan çıkardığım bedeninin içinde hâlâ boğuluyordum ben.
Yutkundum.
Boğazımdaki düğüm kan gibi indi mideme.
“Vera…”
Ama içimde bir feryatla söyledim o ismi.
"Vera"…
Benim dilime düşmeye utanan tek dua gibi.
Oysa hâlâ bakmıyordu.
Sadece ağlıyordu.
Geç kalan bir adamın gözlerine değil,
ona geç kalan bir kaderin acısına ağlıyordu.
Elimi uzattım.
Bir cesaret.
Elinin üzerine bırakmak istedim parmaklarımı.
Ama o…
Birden elini çekti.
Soğuk,
ama haklı bir sitemle.
Baktım.
Öylece baktım.
Kırılmıştım.
Ama onun kırıldığının binde biri bile değildi bu.
Ben sadece yüzümde hissettim o sarsıntıyı.
O, iliklerine kadar yaşamıştı o geceyi.
Ben koşamadım.
Ben tutamadım.
Ben… geç kaldım.
“Gelmedin.”
Bir çığlık gibi değil,
bir fısıltı gibi değil...
Bir lanet gibi indi üzerime.
Kalbim, içten içe çatırdadı.
Dudaklarımı araladım.
Oysa yıllardır açılmayan o kapı,
ilk kez içimde bir harf yankılandı.
"Vera..."
dedim.
Sanki bir bıçak gibi kesildi odadaki hava.
Sanki zaman, iç çekti.
Vera başını çevirdi bana.
Kaşları çatılmadı, gözleri büyümedi önce.
Sadece bakakaldı.
Sanki bir rüyadaydı.
Sanki hâlâ işkencede,
hala zihni bulutluydu.
Ama sonra... sonra bir şey oldu.
Mimikleri değişti.
O gözlerinde bir kıvılcım çaktı.
Sarsak bir kahkaha attı.
Önce ufak bir titremeydi o.
Sonra bir çığ gibi büyüdü.
“Konuşuyorsun…”
dedi nefessiz,
gülerek.
"Konuşuyorsun!"
diye tekrarladı. Yataktan kendini yana bırakarak
Ayağa kalktı.
Dizleri hâlâ yorgundu.
Yataktan dengesizce kalktı,
ama adımlarında bir inat vardı.
Ben de yaklaştım,
adımlarım temkinliydi.
Sanki onu ürkütecekmişim gibi.
Gözlerime bakarak bir adım daha attı,
sonra bir kahkaha daha patlattı.
“Sen lal değil miydin?!"
"Sen sustuğunda dünya sustu sanmıştım ben, Adar!”
Yatağın yanındaki masaya yöneldi.
Elini uzattı.
Bir bardak…
bir cam parçası…
bir öfkenin ilk kurbanı…
Elindeki bardağı bir hışımla yere fırlattı.
Bir çığlıkla değil,
bir haykırışla değil,
tam bir yangınla.
“NEDEN SUSMAYI BANA REVA GÖRDÜN!”
diye bağırdı.
“YALVARIRKEN, ADINI SAYIKLARKEN, BEN ÖLÜRKEN, NEREDEYDİN?!”
Ben...
Yemin ederim Vera…
O cehennemin tam ortasındaydım.
Ama kelimelerim yoktu.
Dilimi mühürlemiştim ya,
belki de o yüzden bir adım bile atamamıştım sana.
"Vera..." dedim yine.
Bu sefer boğazımda düğüm düğüm bir buruklukla...
Ama o,
duymadı bile.
Ya da duymak istemedi.
"Sen konuşabiliyorsun, Konuşuyorsun… bile bile yine de sustun."
Bir adım geri attı.
O karnındaki bebeğiyle,
kalbindeki enkazla,
bana sırtını döndü.
O an,
bir kadının içinde kaç doğum,
kaç ölüm yaşanabilir,
bizzat gördüm.
Odanın içinde hâlâ kırık camın sesi çınlıyordu.
Ama en çok onun nefesi…
Sarsılarak yükselen nefesi…
Sanki ciğerleri değil, geçmişi daralıyordu.
Bir an durdu.
Bana baktı.
Gözleri ateşti artık.
Soğuk soğuk yakan cinsten.
“Neden gelmedin Adar?”
dedi.
Bu kez fısıltıyla değil.
Yorganı kavradı,
bütün gücüyle savurdu yatağın üzerinden.
O küçük bedeni,
bir öfkeye, bir kırgınlığa,
bir ihanete büründü.
“Dört ay...”
diye tısladı.
“Tam dört ay ben onların elindeydim. Her sabah uyanmak istemedim. Her gece, ya ölürüm ya unuturum dedim. Ama ölmedim! unutamadım da, sen neden gelmedin!?”
Sadece ayaktaydım.
Sanki dizlerim kırık,
dilim bağlıydı.
“Neredeydin?!”
diye bir kez daha bağırdı.
Artık elleri titriyordu.
Sesindeki öfke,
kalbinde kanayan bir çocuk gibi inliyordu.
“Neredeydin Adar? Ben inim inim inlerken, seni sayıklarken sen neredeydin?!”
Cevap veremedim.
Dilimin ucuna hiçbir harf konmadı.
O kadar cümle vardı ki içimde,
ama hepsi utanca bulanmıştı.
Bir adım attım, geri çekildi.
Dizlerine çöktü sonra.
Elleri hâlâ karnında.
“Seni çağırdım…”
dedi hıçkırarak.
“Ben her gün sana seslendim. Adar gel diye, kurtar beni diye. Sen gelmedin…”
Beni görmedi, duymadı o an. Kendi acısını haykırıyordu, ama benim acı çekebileceğimi düşünmüyordu. Sanki, sanki onu bilerek bulamadığımı haykırıyordu.
Bu dört ayda kulaklarımda onun çığlığıyla yaşadım her anını.
O çığlığı bastırmak için dua ettim.
Uyumadım.
Yemedim.
Kimseye bir kelime etmedim.
Ama hissediyordum, içimde Vera, her saniye beni çağırıyordu.
Ve ben…
Ben gelememiştim.
Çünkü bulamadım.
Çünkü hata yaparsam onu kaybederim diye korktum.
Ama en çok da…
Onun bana küsüşünü beklemeden,
yüzünü unutamamaktan korktum.
Şimdi karşımda diz çöküyordu.
Ve ben hâlâ tek bir kelime edemiyordum.
O gözyaşı döküyor,
ben ise dilimi içimde mezara gömüyordum.
Ben sustukça,
Vera daha çok haykırıyordu.
Ve içimde her haykırışı,
yeni bir ölüme gebeydi.
Saçları yüzüne dökülmüş,
elleri karnında,
gözyaşları avuçlarına sığmaz olmuştu.
“Hiç mi hissetmedin beni?” dedi.
“Hiç mi? Benibulmak bu kadar zor muydu?”
Her kelimesi,
benim içime çivi gibi çakılıyordu.
Ve her suskunluğum,
onun yüreğinde yangın gibi büyüyordu.
Bir adım daha attım.
Ama bu kez kaçmadı.
Sadece başını önüne eğdi.
Kırık bir oyuncak gibi duruyordu.
Yavaşça diz çöktüm önünde.
Elleri titriyordu.
Benim ellerim de öyle.
Ama ben korkmuyordum artık.
Kelimelerden değil…
Kayıptan korkuyordum.
Ellerimi uzattım.
İstemeyeceğini bile bile.
Beni affetmeyeceğini bile bile.
Ama dokunmak istedim.
Ona değil,
kendi günahlarıma belki.
Ve sonra...
Onu çekip sarıldım.
Sırtına, saçlarına,
en çok da yüreğine sarıldım.
“Bırak!” dedi.
“Bırak Adar, istemiyorum!”
Ama sesi yorgundu.
Kalbi gibiydi.
Paramparçaydı.
Göğsüme vurdu…
İlk başta sertti.
Sonra elleri çözülmeye başladı.
Sonra yumruklar değil,
avuç içleri çarptı göğsüme.
Sonra…
Sadece ağladı.
Bütün dünya susmuş gibiydi.
Sadece onun hıçkırıkları vardı kulaklarımda.
Başını omzuma yasladı.
Ben gözlerimi kapattım.
Kokusu vardı hâlâ.
Ve acısı.
Parmaklarımı saçlarında gezdirdim.
Yavaşça.
Sanki o an kırılırsa,
bir daha asla toparlayamam gibi...
İçimde yeminler dönüyordu.
Adını içimden,
bir dua gibi geçiriyordum.
"Vera’m..."
"Vera’m…"
"Vera’m..."
O ağladıkça ben çözüldüm.
O sarıldıkça ben parçalandım.
Ve içimden sadece bir cümle geçti o an:
“Senin affetmen,
benim yeniden insan olmam demek Vera.”
Zayıflamış teni, narin elleri, az önce göğsüme yaslanmıştı.
Nefesi hâlâ tenimdeydi.
Ama birden irkildi.
Kendini çekti.
Gözleri artık başka bir yerden bakıyordu bana.
Soğuktu.
Tanımadığım bir dağ kadar uzaktı.
“Seni istemiyorum artık,” dedi.
Sesi önce sakin…
Sonra çatlak.
Sonra öfke kustu.
“Bana yalan söyledin… Sesini benden sakladın!
Beni beklettin, yalnız bıraktın…
Beni kandırdın!
Konuşabiliyordun sen, Adar!”
Bir adım geri gitti.
Benimse dizlerim çakılı kaldı yere.
Sanki ruhumla beraber gölgem de yere düşmüştü.
“Boşanacağım senden!” dedi sonra.
O cümle…
Bir mezar taşı gibi indi içime.
Ne bir çığlık attım,
ne bir kelime döküldü dudaklarımdan.
Sadece bakakaldım.
Gözleriyle bana vurdu Vera.
Her bakışı,
bir kurşun gibi işledi göğsüme.
“Git!”
“Git artık!”
“Duymuyor musun?! Git!”
Sesi çığlığa dönüştü.
Nefreti değil,
kırılmışlığıydı bu.
Yalnızlığı.
Korkusu.
Ve ben, her şeyin sebebiydim.
O sırada kapı hızla açıldı.
Annesi girdi içeri.
Yüzü bembeyazdı.
Vera’ya koştu.
Sarıldı.
Onu göğsüne bastırdı.
“Tamam kızım… Tamam güzelim… Sakin ol…”
Ağlıyordu Vera.
Küçük bir çocuk gibi…
Karnını tutuyordu bir yandan.
Sanki içinden canı çekilip alınmış gibiydi.
Ben hâlâ yere çökmüştüm.
Ama artık ayaklarım yoktu sanki.
Kalkamıyordum.
Ne gözyaşlarım akıyordu…
Ne kalbim atıyordu.
Sadece içimde bir sessizlik vardı.
Ve o sessizliğin içinde yankılanan tek cümle:
“Boşanacağım senden.”
Kalkmak istedim.
Ama dizlerimden değil,
kalbimden vurulmuştum.
Vera’nın çığlığı hâlâ odada asılıydı.
Benimse dilim,
kalbimle birlikte susuyordu yeniden.
Gitmek…
Sadece kapıyı açıp çıkmak değilmiş meğer.
Birinin kalbinden kovulmakmış asıl gitmek.
Ve ben, Vera’nın kalbinden sürgün edilmiştim.
Ayaklarım...
Bana ait değildi sanki.
Sarsak, savrulmuş, boşlukta yürür gibi…
Kapıya kadar değil, kendime kadar gitmek istiyordum.
Ama yol yoktu, yol Vera’ydı…
Ve o beni biraz önce kovmuştu, yüreğinden, kalbinden, ve hatta hayatından...
Kapıyı açtım.
Koridor…
Soğuk bir sessizliğin resmi gibiydi.
Herkes oradaydı ama kimse nefes almıyor gibiydi.
Gözlerime bakanlar oldu.
Kimi merhametle, kimi suçlayarak…
Ama ben hiçbirini seçemedim gözlerimle.
Yalnızca yürüdüm.
Sonsuza giden bir koridor gibi geldi o an bana.
Ve işte…
Halam.
Orada, kapının yanında.
Başörtüsünün ucunu eliyle sıktı fark ettim.
Gözlerinde bir hüzün vardı.
Sanki yıllar önceki halimi görüyordu onda.
Yine sessiz, yine eksik, yine yapayalnız.
Baktı bana.
Ben ona bakamadım.
Durmadım.
Sadece geçtim.
Geçtim çünkü gözlerinde kalırsam ağlardım.
Hastanenin büyük kapısı açıldı.
Soğuk bir bahar rüzgârı yüzüme çarptı.
Dışarı bir adım attım.
Ve…
Ciğerlerim yetmedi aldığım nefese.
Bir yara gibi çekmeye çalıştım içime havayı.
Ama içimdeki yangına yetmedi.
Bir ses işittim sonra.
“Adar!”
Serdar’dı.
Adımlarını hızlandırarak geliyordu bana doğru.
Yüzünde öfke, merak, endişe…
Ama ben…
Ne yüzüne bakacak bir gözüm kaldı
ne anlatacak bir dilim.
Başımı çevirmeden geçtim yanından.
O bir şeyler söyledi arkamdan ama duymadım.
Duyamazdım.
Çünkü kulaklarım artık içimdeki yıkıntının uğultusundaydı.
Hastanenin kenarındaki duvara sırtımı verdim.
Parmaklarım titreyerek sigarayı buldu.
Yaktım.
Ama dumanı ciğerime değil, gözlerime doldu.
Yutkundum.
Bir nefes daha…
Yine yetmedi.
İçimdeki yangın, dışarıdan görünmüyordu belki.
Ama ben…
Bildiğin yanıyordum.
Gözümün önünde Vera’nın gözleri.
“Git!” dediği an.
O son çığlığı.
Ve o kelime:
“Boşanacağım…”
İçimden bir çığlık yükseldi ama sesim çıkmadı.
Ben yine lal kalmıştım.
Ama bu kez kendi suskunluğumda değil…
Sevdiğim kadının beni susturduğu o yerde.
Külleri yere düştü sigaramın.
Ben de parça parça dökülüyordum ardından.
O an, zaman bir mezar gibi çöktü üzerime.
Ve ben orada, o duvarın dibinde,
Artık hiçbir yere ait değildim.
Ne Vera’nın kalbine…
Ne kendi dilime…
Ne de bu şehre.
Gözlerimin önüne, aniden...
O gözler geldi.
Annemin gözleri.
Hani her defasında beni anlamayı başarırdı ya,
Bir şey demese bile, bakışı yeterdi ya…
İşte şimdi, o bakış saplandı kalbime.
"Ben kimseye iyi gelmiyorum, anne..."
Dudaklarımdan bu cümle döküldü usulca.
Sanki yıllardır saklıydı da,
Tam da orada, o duvarın dibinde,
İçimden değil, iliklerimden fışkırdı.
Dizlerimin bağı çözüldü.
Omuzlarımda bir ağırlık vardı, taşıyamıyordum.
Sırtımı duvara verdim,
Ve kendimi, kendi çöküşümün içinde bıraktım.
Dünya döndü… ama ben durdum.
İçimdeki çocuk, yıllardır sarılacak bir kucak arıyordu.
Her şeyin sustuğu bir yerde,
Ben kendime bile yabancı kalmıştım.
Ve sonra…
Başımın üzerinde bir el hissettim.
Yumuşacık…
Tüm acılarımı bilen, her yanımı okşayan,
Unutulmaz bir şefkatle.
Gözlerimi yavaşça araladım.
Gerçek miydi?
Yoksa kalbim mi oynuyordu bana bu oyunu?
Annem...
Bembeyaz bir başörtüsü vardı yine.
Gözleri, o eskisi gibi.
Sonsuz, sabırlı, sanki beni bekliyormuş gibi...
Bir şey söylemedi.
Söylemesine de gerek yoktu zaten.
Ben o an, onun sessizliğinde büyüdüm yeniden.
Başımı dizlerine koydum.
Tıpkı çocukken yaptığım gibi.
Kollarım titreyerek sardı belini,
Yanaklarımı karnına yasladım.
Ve ağladım...
İçime çöken tüm yıllar gibi.
Ağladım…
Vera’nın gidişiyle değil sadece,
Kendime olan öfkemle,
Dünyaya tutunamayışımla,
Dilimi bile sakladığım için...
Her şey için.
"Anne..." dedim fısıltıyla.
"Yine olmadı.
Yine kimseye yetemedim."
Annem saçlarımı okşadı.
Beni susturmadı.
Beni yargılamadı.
Beni terk etmedi.
O an anladım.
Dünyada her şey eksilse de,
Anne kucağı insanın en tamam yeriydi.
Yaşamadığı halde,
Beni o hastane bahçesinde bulan o hayal gibi
Bir dua gibiydi annem.
Ve ben,
Bir adam değil,
Yalnızca annesinin oğluydum o an.
O dizlerde sessizce ağladım…
Çünkü başka hiçbir yer,
O kadar doğru hissettirmemişti.
Çaresizdim. Hemde çok.
Başka bir durum olsaydı arkama bile bakmadan çekip giderdim. Hiç olmamış, hiç yaşanmamış gibi... Ama şimdi öyle değildi. Şimdi kalbime batan bu bıçak, hem kör hemde benim elimdeydi.
Sigara sönüp yere düşerken benden parçalar da düşüyordu. Kalbimde bir gürültü vardı, ama bu gürültü, yalnızlığın sesiydi.
Gözlerim kapalı, başım duvara yaslanmış sessiz bir çaresizlikle bekliyordum. Neyi, ya da kimi bilmiyorum ama, ben yalnızlığa mahkûm bir insandım. Buna emin olmuştum.
Onu bulamadığım için beni suçluyordu. Yanımda artık kendini güvende hissetmezdi bunu gözlerinde, göz altlarının koyuluğunda görebiliyordum. Vera artık eskisi gibi kalmazdı.
Saatler geçti belkide oturduğum yerde. Bir çocuğumun olmasına bile sevinemeden kursağımda kalan her hevesle...
"Gel... Yavaş ol kızım... Yavaş..." Duyduğum sesle başımı kaldırırken Vera'nın titrek bedenini gördüm önce. Annesi koluna girmiş, abisi hemen arkasında, babası arabanın kapısını açıyordu. Ayağa kalktım bir hızla. Başım döndü hatta ama umursamadım. Yaklaştıkça beni fark ederek durdular ama önümü kesen Bahoz Ağa'ydı. "Nereye götürüyorsunuz onu? Biraz daha kalsaydı doktor göz-"
"Kızımı konağa götüreceğim Adar efendi. Sana dediğini dedi. Artık onun yanı benim yanımdır. Sende al aileni, git konağına. Bundan sonra da kızımı sorma!" Afalladığım şey bu sözler olmadı, Vera'nın bu sözleri onaylayan bakışları oldu. Bir adım daha atacaktım ki Baran elini göğsüme koyarak beni durdurdu. "Babamı duydun."
"Vera, ne olur gitme. Evimize gidelim, konuşalım. Her şeyin bir açıklaması var, neden-"
"Kendimi senin yanında güvende hissetmiyorum." Nefesim durdu. Arabaya bindi bıçak gibi sapladığı sözlerinin ardından. Omuzlarım önüme düştü. "Yapma..." Fısıltımı duymadı bile. Annesi ardından bindi. Sonra babası. Baran ile göz göze gelirken başımı salladım. "Aradık, beraber aradık bulamadık. Tamam suçluyum belki onu koruyamadım ama böyle kestirip atmasın, konuşurduk, halledemeyeceğimiz bir şey değildi bu. Gitmesin Baran. Götürmeyin onu." Gözlerinde bir parça merhamet aradım.
"Adar... Biraz zaman ver ona... Belli ki psikolojisi bozuk, merak etme, geçte olsa sana geri döner zaten. Şimdilik sadece sabret."
"Neye sabredeyim Baran! Neye! Götürüyorsunuz, gidiyor gözlerimin önünde. Neye sabredeyim!"
Baran’ın gözlerinde yanıtı olmayan bir mahcubiyet vardı.
O da eziliyordu belli ki, ama benim kadar değil.
Ben, Vera’nın arabanın camından kaçırdığı bakışının altına gömülüyordum.
Sanki biri, avuçlarımla tutmaya çalıştığım bütün hayatımı parça parça edip rüzgâra savuruyordu.
Baran döndü, arabaya bindi.
Motor sesi bir uğultu gibi kulaklarımda çınladı.
Lastikler toprağı eşelerken, ben orada öylece kalakaldım.
Ne bağırabildim, ne de koşabildim arkasından.
Sanki ayaklarım, toprağın altına çivilenmişti.
Sadece içimde, suskun bir çığlık kabarıyordu...
Kimse duymuyordu ama ben yıkılıyordum.
Serdar sırtıma dokundu usulca,
“Adar…” dedi, sesi kısık, yorgun.
Ama ben onun sesini değil, Vera’nın sessiz gidişini işitiyordum hâlâ.
“Bitti mi şimdi?” dedim, daha çok kendime.
Öylece boşluğa, yere, zamana sordum.
Bir yanıt beklemeden.
Çünkü cevabı zaten biliyordum. bir anda karar verdim.
Ayaklarım, düşüncelerimden hızlıydı.
Koşarak arabama atladım.
Anahtar elimde titredi ama vakit yoktu, motoru çalıştırıp gazı kökledim.
Serdar, şaşkın bir küfür savurup yan koltuğa atladı.
“Adar, ne yapıyorsun! Delirdin mi!”
Sözlerini duymadım bile.
Tekerlekler toprağı kazırken, hastane bahçesinden fırladık.
Öndeki aracı gördüm; toz bulutunun içinde.
Vera oradaydı.
Gitmesine izin veremezdim.
Öylece ardıma bile bakmadan terk edemezdim onu.
Dişlerimi sıktım, ellerim direksiyonun üzerinde bembeyaz kesildi.
Arayı kapattım.
Serdar koltuğunda sağa sola savruluyordu, ama umurumda değildi.
Bu sefer sonuna kadar gidecektim.
Bir manevrayla, arabayı onların önüne kırdım.
Lastikler cızırdayarak durdu.
Öndeki araba ani fren yaptı.
Motorlarının iniltisi, kalbimin atışıyla yarışıyordu.
İki kapı birden açıldı.
İlk inen Bahoz Ağa oldu.
Ardından Baran.
İkisinin de yüzleri öfkeyle kasılmıştı.
Ve Bahoz Ağa...
Belinden silahını çekti.
Namlu, doğrudan bana çevrilmişti.
“Git!” diye haykırdı Bahoz Ağa, sesi tok, acımasız bir emir gibiydi.
“Kızım seni istemiyor artık! Var git yoluna! Seni istemeyen kadının arkasından gitmek delilik Adar efendi!”
Serdar iç çekti yanımda.
Araya girmeye niyetlendi ama kolumu kaldırıp onu durdurdum.
Bir adım ileri attım.
Namlu bana doğrulmuştu ama gözümde sadece Vera vardı.
O arabanın arka koltuğunda, elleri titreyerek kapıyı kavrayan Vera...
"Vera!" diye seslendim, kalbimle.
"Konuşalım Vera!"
Sesi kırıldı ağzımdan çıkan kelimenin.
Sanki kelime değil de ciğerim düşmüştü yerlere.
Adım attım, Bahoz Ağa'nın silahına rağmen.
Vera'nın gözleri dolmuştu, uzak, korkak, kafası karışıktı.
Ama ben onu tanıyordum.
Onun korkularını da, içindeki savaşları da tanıyordum.
"Bir kere... Sadece bir kere konuşalım Vera."
Ellerimi kaldırdım, boşlukta.
Ne silahım vardı, ne de başka bir gücüm.
Sadece yüreğimle duruyordum orada.
Bahoz Ağa, öfkeyle silahı biraz daha kaldırdı.
“Defol Adar! Burada dökülecek bir kan varsa, bunun sorumlusu sen olursun!”
Aramızdaki hava keskinleşti.
Bir an, silah patlayacak sandım.
Ama ben kıpırdamadım.
Başımı çevirmeden, gözümü Vera’dan ayırmadan, kalbimin en kırık sesiyle konuştum:
"Vera...Konuşursak... Belki bir yol buluruz, belki her şey bitmez. İstersen yine gidersin. Ama şimdi, şimdi konuşalım."
Nefesim kesildi.
O koca yolda, arabanın önünde, silahın ucunda, bir tek onun dudaklarından dökülecek bir kelimeyi bekliyordum.
Vera'nın eli kapı koluna gitti.
Tereddütle.
Gözlerinde karışmış bin fırtına vardı.
İnmekle inmemek arasında asılı kalmıştı.
Ve herkes susmuştu.
Sadece kalbimin atışları vardı kulaklarımda.
Sadece onun kararı vardı artık dünyamda.
Vera, bir adım bile atmadı.
Beni izledi. Ama ne bakışlarında bir umut vardı, ne de yüreğinde bir şeyler bana doğru kayıyordu.
O arabada, uzak, yabancıydı.
Ve ben, tek başıma, ortasında kalmış bir dünyada bekliyordum. Bahoz Ağa'nın sesi, kulaklarımda yankılanıyordu.
“Konuşmak isteseydi, inerdi. Artık git!”
Bunu duydum.
Her harf, her kelime, kafamda yankı yaptı.
"Git!" diye haykırdı.
Ve işte...
İçim boşaldı.
Gözlerim kararırken, hiçbir şey yapamadım.
Serdar, çaresiz bir şekilde yanıma geldi.
“Adar, ne olur dur artık...”
Beni çekmek istedi, ama ben orada, arabanın önünde, o anın içinde donup kalmıştım.
Serdar’ın elleri omuzlarımı sarsarken, sanki bir yerlerde bir şey kırıldı.
Ama içimdeki kırık, düşmek için hazır değildi.
Yavaşça başımı salladım, gözlerim Serdar’a kaymadı.
"Serdar... Sadece bir kelime söyleyebilseydim."
Sesim titrek, boğazımda bir şey tıkanmış gibiydi.
Havanın, adeta gövdemin etrafında bir ağırlık gibi durduğunu hissettim.
Ama çıkmadı... O kelimeler çıkmadı.
“Bir kelime... sadece bir kelime.”
Serdar, yüzündeki kaybolan anlayışı saklamaya çalışarak, beni bir adım geriye çekmek istedi ama ben onu engelledim.
Bir adım daha attım ve Bahoz Ağa’nın karşısında durdum.
Yüzümde hiçbir şey yoktu.
İçimden bir parça, bir zamanlar kalbimi kaplayan o sıcak, o derin tutku, bir anda donmuştu.
Vera'yı, arabanın içinde izlerken, ben aslında kendimi kaybetmiştim.
Sonsuz bir sessizlik vardı her şeyin etrafında.
Vera'yı kaybettiğimi hissettim ama bir an bile ona tam anlamıyla sahip olamamıştım.
Sanki hep bir adım eksik kalmıştık.
Serdar, gözlerimi buldu.
Gözlerim ona kayıtsızdı, bir tuhaflık vardı.
Beni içimden çekip çıkaramıyordu.
Adım atacak gücüm yoktu, sadece gözlerimdeki boşlukla kalmıştım.
Sonra...
Vera'nın arabası yavaşça hareket etmeye başladı.
Onları kaybettim.
Son bakışını, son sesini duyamadım.
Çünkü o gitmişti, bana hiçbir şey bırakmadan.
Silahın ucundan gelen soğuk rüzgar gibi...
Her şey son bulmuştu.
Ve ben, artık ne yapacağımı bilmeden, duruyordum.
Ne ona ulaşabilirdim, ne de ben geri dönüyordum.
Serdar, yavaşça bir adım geri atarak gözlerimi süzdü.
Ama ben ona bir şey söylemedim.
Çünkü o an bir tek, sonsuz bir boşluk vardı.
"Bunu bize yaşatanı bul Serdar. Bul ki bu yaşananların bir anlamı olsun, yoksa ben bu diyarda taş taş üstünde bırakmam!"
"Bulacağız, söz. Size, bize bunları yaşatanları bulacağız. Ama şimdi sadece sabretmen gerekiyor. Onun için de kolay değil, dört ay boyunca ne yaşadığını bilmiyoruz. Sadece sakin ol. Onu da anla, birbirinize zaman verin. Eskisi gibi değil, eskisinden de iyi olacağınız günler gelir."
Boğazımdan nefes geçmedi ama kalbimde bir yemin fısıldandı.
"Sensiz geçirdiğim, bensiz geçirdiğin her anı, her dakikayı sana telafi edeceğim, bunları bize yaşatanın kırk kemiğini kırk yerinden kıracağım."
🕯️
Umut, her umut kırıntısında kendime bir yol çizdim. Her yolun sonda bir ev vardı. Evin içinde Vera...
Serdar'ın direktifi ile konağa varmıştık. Herkes burdaydı. Tüm aşiret büyükleri, amcam, ve dedem hepsi buradaydı. Erkeklere büyük bir sofra kurulmuştu. Kadınlar konağın başka odalarındayken ortamı sadece büyüklerin elindeki tespih sesleri duyuluyordu.
"Öncelikle geçmiş olsun, Devran Ağa. Başına gelen hepimizin acısıdır. Başından beri yanındayız bilesin," saygıyla başımı önüme eğdim hafifçe. Konuşan yetmiş yaşını geçmiş, ama hala dinç görünen büyüklerden biriydi.
"Keza sana yapılan bu ihanetin bedeli de ölümdür. Tüm Mardin aşiretlerine haber saldık, herkes senin için seferber olacak. En yakın zamanda o itleri bulup sana teslim ederiz."
Dedem araya girdi. "Kim oldukları hakkında bir fikrin var mı? Kimden şüpheleniyorsun, bize bir ipucu ver ki, işimiz kolaylaşsın." Hafifçe yutkunarak başımı hafifçe kaldırdım. O sırada Ali ile göz göze geldik. Yüzünde bariz bir gevşek ifade vardı. Bunu onun yapacağını düşünmek istemiyordum. Çünkü bunun bedeli onun için çok ağır olurdu. "Kimin olduğunu biliyorum,"
"Kim! Kim bu densiz!" Dedem birden ayağa kalkacak gibi oldu yerinden sinirle. Serdar da dahil herkes benden bir açıklama beklerken sakince yutkundum. "Buralı değil, tanıyorum dediysem de sadece isim olarak tanıyorum. Şehmus Buhari. Mafya değil, ama o yolda yürür."
Herkesten bir fısıltı yükseldi. Benim gözlerim ise yalnızca Ali'yi buldu. Hafif ciddileşmiş yüzü ile gözlerini kaçırdı benden. Derin bir nefes aldım. Göğsümde bir acı vardı. Ama şimdi bu acıyı susturup intikam alma vaktiydi benim için. Çünkü Vera'nın her damla göz yaşına, hesap vermesi gereken bir it sürüsü vardı.
Büyükler dağıldı, omzumu sıkanlar, geçmiş olsun diyenler oldu. Kimseyi duyamadım, kimseyi göremedim. Odada yalnız değildim. Ama düşüncelerim beni boğacak kalabalığa sahipti.
"Neden?" Yaşlı, buruk, ve yıllara öfkeli bir ses duydum. Sadece gözlerimi kaldırdım. Dedemin kırışmış, gençliğine bedel gibi kırışmış yüzüne baktım. "Neden sustun, konuştuğunu bizden sakladın?"
Merak bile yoktu sesinde, sadece sormak için soruyordu işte. "Kendine sor." Dediğimde gözleri hafifçe kısıldı. "Kendinize sorun." Yutkundu ağırca. Bunu kaldırmak yük gibi gelmişti omuzlarına. "iyi ki sustum. Konuşsaydım, sizi her kelimemde öldürürdüm yoksa. İyi ki sustum, çünkü sizin gibi insanlara heba edecek bir söz bulamazdım."
"Sen her sustuğunda da biz öldük zaten."
"Annem gibi mi?" Dedim kısık, yorgun sesini keserek. Gözleri doldu. Bakışlarını kaçırdı. "Annem gibi acı içinde mi öldünüz? Çaresizce, sadece yaşamak ve çocuklarına anne olmak isteyen bir kadının çığlığında değilde benim suskunluğuma mı öldünüz?" Gözleri acıyla kapandı. Gerçeklerle yüzleşmek ağır gelirmiş insana. Yaşamak gibi...
"Baban..."
"Annemin katili benim babam olamaz, laflarına dikkat et ihtiyar. Şimdiye kadar hep beraber sustuk, bu saatten sonra da susalım. Keza kelimeler yanınızda masumluğunu yitiriyor." Ayağa kalktım. Çünkü oturdukça kaybediyordum. Benim durmak gibi bir lüksüm yoktu.
"Oğlum..."
"Seninde oğlun değilim ben." Çıktım salondan. Arkama bile bakmadan. Onun o yaşlı ve yorgun halli hiçte masum değildi bana artık.
Sıfırla çarpılan her sayı yok olurcasına, değeri hiç yokmuşcasına tekrar sıfır olurdu ya, artık merhamette öyleydi benim için, hangi insanı merhametle çarpsam çarpayım, benim için sonuç sıfırdı.
Konaktan ayrılırken halamın sesine durdum. "Oğlum." Önce sarıldı bana, sonra omzumu öptü gömleğimin üzerinden. "Sonunda buldun yavrum aileni. Sende kendine bir çeki düzen ver. Sakalların birbirine girmiş, gömleğin kırışmış, gözlerin uykusuzluktan kızarmış, bitap düşmüşsün."
"Önceliklerim başka hala, saçım sakalım kesilir elbet. Ama benim karımı görmem gerek. Aklı çok karışık, belli ki başka şeyler var. Onunla konuşmam gerek."
"Boşa-"
"Olmayacak öyle bir şey, üzüntüden, sinirden kafası karışık dedim ya, konuşurum onunla, çözerim her şeyi."
"İnşallah yavrum, inşallah." Boynuma sarıldı. Kollarından tutup avuç içlerinden öptüm, bir zamanlar yere düştüğümde beni kaldırıp öptüğü gibi. Sonra yanından ayrılıp konaktan çıktım. Kapıda Serdar vardı. Yanında ise Cemşit.
"Beni buyurmuşsun ağam."
"Bana o Şehmus'u bul. Sadece 24 saatin var. Daha fazlasına tahammülüm yok."
"Adamlarım eksik."
"Mardin'in bütün adamları emrinde. Şehir dışı, yurt dışı, Mardin'in içi, dışı! Her yerine bakacaksın! O şerefsizi bulmazsan önce senden başlarım Cemşit!"
Başını önüne eğdi. Hafiçe geri çekilirken; "Sen bana paradan haber et ağam, o herifi 24 saatten az bir vakitte kapında sallandırmazsam bende Cemşit değilim."
"İstediğin kadar para ödenecek, o herifi bana bul yeter!" Serdar gözlerime baktı ama benim para hesabı yapamayacak durumda olduğumu da biliyordu.
"Emrin olur ağam." Cemşit dakikalar içinde yok oldu. "Para göz herifin teki, seni soyup soğana çevirecek." Dedi Serdar fısıltıyla. Ben arabama doğru yürürken onu duyacak bir halde değildim.
"Konu Vera, Serdar. Herif donuma kadar alsa sesimi çıkarmam!" Serdar eyvallah dercesine başını eğdi. Arabaya bindiğimde o da bindi hemen. "Nereye gidiyorsun?"
"Karımın yanına." Öyle bir özlemle doluydum ki, onun soyut olan sesine bile sarılmak istiyordum. Her tel saçına bir öpücük bırakıp, kokusunu bitirmek istercesine içime çekmek istiyordum.
"Bahoz Ağa seni konağa almaz, kan bile döker kızı için, istersen biraz zaman tanıyalım on-"
"Dört aydır şu zamandan ne çektim bir ben bilirim bir de Allah, Serdar. Kaybetmek istediğim tek bir dakikam yok artık. Vera'nın yerinde Esra olsaydı da zamana bırakır mıydın sen?"
Artık önüne dönmüştü. "Allah korusun," diye fısıldadığı bela benim başımda geziyordu. Araba konağa doğru yön almıştı. "Avşin'i ara." Dediğimi ikiletmedi. Hemen aradı. Bir müddet sonra çalan telefon yanıtlandı.
"Abi,"
"Benim, Avşin. Adar."
"Devran abi, ne oldu, bir şey mi oldu?" Kısık bir nefes vererek telefonu Serdar'dan aldım. "Vera ... Nasıl?" Önce sesi gelmedi, sonra burkulmuş bir tonla, "az önce duş aldırdık ona, şimdi uyuyor. Odasında başında annesi var. Ruh gibi, yemek Bile yiyemedi. Ne hale gelmiş kadın." Yüreğim acıdı. Bilmek istediğim neydi bilmiyordum ama bunları da duymak istememiştim. Sadece yüreğim acıdı.
"Ben oraya geliyorum."
"Gelme abi, tüm aşiret burada. Bahoz Ağa herkesi tembihledi, seni konağa almasınlar diye, kapıda, evin her yerinde adamlar var. Baran da başlarında, başına bir şey gelir."
"Başıma gelen geldi zaten Avşin, sen onun odasında kimsenin olmadığına emin ol, kimse gelip gitmesin, annesini de oyala. Ben evin arkasından geleceğim."
"Abi çıldırdın mı sen, her yerde adamlar var diyorum!"
"Dediğimi yap Avşin." Çünkü Devran Adar Saraçoğlu aklına geleni yapmadan bırakmazdı, hele de konu, karısı olunca. Telefonu kapatırken yolun sonunda arabayı durdurdum. "Bunu yapacağından emin misin?"
"Kimse karımı görmeme engel olamaz Serdar, babası bile." Serdar sadece yutkundu. Arabayı konağa uzak bir mesafede park ederek durdum.
Konağın etrafına dizilmiş herifleri görebiliyordum. Ellerinde silah yoktu ama, belleri boş değildi, buna emindim.
"Nasıl gideceksin? Karabalıklar, hangi birini indireceksin ki?"
"Kimseyi indirmeme gerek yok Serdar, Baran halleder." Telefondaki çağrı bu sefer Baran'ın numarasına yönlenirken ilk çalışında açmadı. İkinci defa aradığında ise uzun bir çalıştan sonra açtı. "Ne var Devran?"
"Evin arkasındayım, Vera'yla görüştür beni."
"Ne, ne, ne! Babam burda olduğunu duyarsa seni öldürür, birde üstüne sizi görüştürmemi mi istiyorsun benden!? Defol git burdan Devran, kardeşim de seni görmek istemiyor, kan döktürme bize!"
"Kes lan zırvalığı! Karım o benim, karım! Neyin kanını döküyorsunuz siz! Eğer beni görüştürmezsen bir daha Avşin'i görebilir misin sanıyorsun sen! Bana ne yaparsan sana misliyle yapmazsam şerefsizim lan! Sizi boşatıp Avşin'i kuma olarak evlendirmezsem namerdim!"
"Ne diyorsun lan sen! Karım hakkında düzgün konuş it! Gebertirim lan seni bir şey yaparsan, seni de sülaleni de-"
"Siktirme şimdi sülaleni bana Baran! Karımı göreceğim dedim, karımı! Tüm Mardin'i toplayıp kapıya eli silahlı dayatma beni! Arkadayım, buraya gel!" Telefonu sinirle kapatırken arabının arkasına attığımda küfür etmeden duramıyordum.
"Sakin ol, gelir şimdi." Gelmişti de. Yolun başında görünürken hızla arabadan inip kapıyı çarptım, Serdar arkamdan gelirken hızla yaklaşıyorduk birbirimize. "Sen beni nasıl tehdit edersin lan!" Sayıklayıp, Yakama yapışan herifin yanağına yumruğumu indirmem geç olmamıştı. "Karımı bana göstermeyeceksiniz ha?" Geriye sendeleyen bedenini hızla toparlayarak üzerime geldi ama Serdar hızla aramıza girdi. "Ne yapıyorsunuz lan!"
"Seni gebertirdim de, sen kardeşime dua et." Bana parmağını sallayan elini tutmak istedim ama Serdar yine engel oldu. "Sende Avşin'e dua et, yoksa sana yapacağımı bilirdim ben!"
"Ne yapardın lan, ne yapardın!"
"Si-"
"Hop, hop! Tamam! Kavga etmeye mi geldiniz lan, buraya!" Serdar, beni göğsümden ittirerek ondan uzaklaştırdı. "Adamlarına söyle, bana engel olmasınlar, Vera'nın odasına gireceğim!"
"Yok öyle dünya," dedi Baran, daha fazla kaşınarak. "Önce bana attığın bu yumruk için özür dileyeceksin, yoksa kardeşimin tek zerresini göremezsin!"
"Ulan senin şerefini, gelmişini geçmişini-" Serdar ikimiz arasında gidip gelirken, "yeter lan artık!" Diye bir kendini yırtmadığı kalmıştı. "Özür dile." Dedi Baran sinirimi bozan bir tonda.
Sertçe yutkundum, boğazımda kalan yumruyu ittirmeye çalırşken yumruk olmuş elimi sıkmamaya çalışıyordum. "Dile şu siktiğimin özrünü artık, eşek ölüsü gibi heriflersiniz aranızda kalıp ezileceğim şimdi!" Serdar aramızda sadece ince bir ip gibi kalmıştı. İkimizin de sinirden koyulaşmış hareleri birbirine kenetlenmişken burnumun kenarı seyirmeye başlamıştı. "Özür dilerim, siktiğimin piçi!" Dişlerimi sıka sıka söylediğim söze Baran daha da sinirlendi. "Si-"
"Kes tamam, kes! Diledi işte özürü, yeter şimdi bir fark eden olacak, Bahoz Ağa'ya burda olduğumuzu söylerlerse kim kimi sikiyor o zaman görürsünüz siz! Görüştür artık bu adamı karısıyla!"
O an Baran sanki vaz geçmiş gibi geriye doğru sendeledi. Eğer Vera işin ucunda olmasaydı ona yapacağımı bilirdim de, şimdi onun zamanı değildi. "Gel." Sesinde öyle bir sertlik vardı ki, üç harflik kelimeyi bile on iki haflik bir küfür gibi söylemişti.
Konağın arka kısmından Vera'nın odasının camını görebiliyordum. "Baran ağam." Dedi yaklaştığımız heriflerden biri.
"Sikimin ağası." Fısıltımı duysada Serdar'ın bakışıyla önüne döndü. "Bir sus be oğlum, bak yardım ediyor işte bize."
"Şimdi olacakları babam dahil tek birine söylerseniz sizi Mardin'den sürgün ederim, haberiniz olsun!"
"Ama ağam, Bahoz ağa, onu konağa yaklaştırmayın dedi."
"Onu ne lan, karşındaki de bir ağa unuttun mu, benamus!" Artık sıra Serdar'daydı. Adam utanarak başını önüne eğdiğinde artık duracak sabrım bile kalmamıştı. Duvara yaklaşırken Baran'ın her şeye rağmen dikkat et, dediğini duydum. Cevap vermedim ama, başımla onayladım onu. Taş duvara tırmanırken ayağımın kaymasını umursamadan, ellerimin acısını düşünmeden ulaştığım camın pervazına tutundum. Cebimden bıçağımı çıkarıp pencerenin birleşim yerind sokup açmaya çalıştım.
Camı açıp içeri süzüldüğümde odanın loş sessizliği sarıp sarmaladı beni; adımlarımı, nefesimi, kalbimin dağınık çırpınışını bile duyar gibiydim. Orada, yatağın köşesine kıvrılmış, uykunun ürkek koynuna sığınmış Vera’yı görünce, tüm öfkem, tüm isyanım, tüm kanayan yaralarım dizlerimin bağına çöktü. Sanki uzatsam elimi, dokunsam, dokunduğum şey kırılıp bin parçaya ayrılacakmış gibi bir korku sardı içimi, ama dayanamadım; birkaç adım attım, yavaş ve ürkek, gözlerim ona kitlenmiş, ruhum titreyerek. Yanına vardığımda başucuna sessizce çöktüm; başı hafif yana düşmüştü, o tanıdık yüzü izlerken içimde biriken özlem boğazıma düğümlendi, nefesimi zor aldım. Yeni duş almış olmalıydı, saçlarından yayılan o tanıdık, o deli gibi özlediğim kokuyu içime çekerken dizlerim çözülür gibi oldu; yüzümü saçlarına sürdüm, usulca, dua eder gibi. Saçlarının neminde, sıcaklığında, kaybolmuş bir adamın son umudu gibi dolandım, kokladım, sanki hayatımı ona gömer gibi. Bir damla gözyaşı, ardı sıra bir diğeri, saçlarının arasına karıştı; sessizce ağladım, kimse duymasın diye, o uyurken bile canımın yandığını bilmesin diye. İçimdeki bütün kelimeler "Affet..." kelimesinde sıkıştı kaldı; fısıldadım, titreyerek, ama bu kelime bile o anda küçüldü, ezildi, anlamsızlaştı. Yüzüm onun saçlarında, ellerim titrek, kalbim darmadağın, bir adamın nasıl böyle sessizce parçalanabileceğini öğrendim o gece; hem sevdim hem kaybettim, hem dua ettim hem kahroldum, hem de sonsuza dek kalmak istedim o kısacık anda. Başımı saçlarına biraz daha yaklaştırdım, kokusunu ciğerlerimin en dibine çekerken fısıldadım usulca, sanki geçmişten kalan bir sırrı anlatır gibi; "Seni ilk kez... Serdar'ın düğününde gördüm," dedim neredeyse kendi kendime, neredeyse bir duaya dönercesine, "o beyaz elbiseler içinde, gelinin sağdıcı olmuştun ya hani, saçların dağılmış, gülüşün savrulmuştu rüzgarda... herkes gülüp eğlenirken, ben sadece seni izliyordum, kimseye belli etmeden... o an, kalbimin iplerini koparıp ellerine doladın da haberin olmadı Vera..." Bir hıçkırık gibi düğümlendi sesim boğazımda, ama o hâlâ uykunun derin boşluğunda kaybolmuştu, minicik bir çocuk gibi, ellerini göğsüne çekmiş, nefesini bile incitmekten korktuğum bir masumiyetle uyuyordu; "Ben o gün, bir daha senden kurtulamayacağımı anladım..." dedim usulca, sadece saç tellerine, sadece ruhunun duyması için, ve gözlerim bir kez daha doldu, çünkü o hâlâ habersizdi, o hâlâ sessizdi, ben ise kelimelerimin enkazında ona daha da gömülüyordum. kokusu öylesine tanıdıktı ki, zamanın ellerinde parçalanmış onca acıya rağmen hâlâ bir sığınaktı benim için. Gözlerimi kapattım, o ilk günü daha canlı, daha kırılgan hatırlayarak fısıldamaya devam ettim; "Sen gelinin sağdıcıydın... Saçlarını topladığın o gevşek örgü çözülmüş, rüzgar tellerini alıp savurmuştu... Gözlerinin kenarında gülüşten açılmış minicik çizgiler vardı, çocuk gibi saf, çocuk gibi masum... Üzerinde bembeyaz bir elbise... herkes birbirine karışmıştı ama... ben... ben sadece seni görüyordum." Sözlerimle birlikte içimde, o zamandan beri hiç sönmeyen o ilk yangının közleri bir bir canlanıyordu. "Bir adım atacak cesareti bulamadım sana doğru... sadece uzaktan izledim seni... çünkü bir yıldız gibi parlarken sen, ben yanına varmaya bile layık hissetmedim kendimi... sessizce, senden hiçbir şey istemeden, sadece seni izledim... o günden sonra hangi kadına baksam gözlerinin içindeki o ışığı aradım... hangi sokaktan geçsem, ayak seslerinde senin adımlarını duymaya çalıştım... olmadı Vera... hiçbiri senin gibi bakmadı, hiçbiri senin gibi kokmadı." Gözümde biriken yaş ağır ağır aktı, yanağıma değdiğinde bile dokunmadım, çünkü o damla bile ondan bir hatıra gibi kıymetliydi.
Başımı yavaşça yastığın kenarına koydum, yüzüne dokunmadan, ona zarar vermeden yakınında kalmak istercesine.
"Sen bir çiçek gibiydin... baharın ortasında açan, kimsenin kirletemediği... seni görünce kendime, ellerime baktım; senin tenine dokunursam kirletirim diye korktum. O yüzden sustum o gün. O yüzden sustum her gün..." Sözlerimin her harfi, dudaklarımda yankılanan birer günah gibi acı verdi. O ise hâlâ, sanki kalbimi duymuyormuş gibi, sakin bir uykunun içinde kıpırdamadan yatıyordu.
Parmak uçlarımı onun saçlarına değdirmeden, havada, sadece hayalini okşar gibi gezdirdim. "Ve şimdi... şimdi, seninle bir hayat kurabilecekken... içimde büyüyen çocuk sevinçlerimi bile sana anlatamadan... sensizliğin içine hapsetmek istiyorsun beni..." Nefesim titredi, çünkü dilimden dökülen her cümle, beni biraz daha ona yaklaştırıp biraz daha uzaklaştırıyordu. "Biliyor musun... bazen bir insanı o kadar çok sever ki insan, kendi varlığından bile vazgeçer, yeter ki o mutlu olsun diye... şimdi senin mutlu olman için, sana acı vereceksem... susarım, giderim... yeter ki yüzünde bir tebessüm olsun."
Elimi uzattım, sanki sadece bir anlığına saçlarına değebilecekmişim gibi... ama vazgeçtim. Parmağım havada asılı kaldı, duvarlardan sarkan eski bir anı gibi. O kadar güzeldi ki, o kadar kırıktı ki karşımda... dokunsam paramparça olurdu sanki.
"Senin haberin bile yoktu Vera... bense bütün hayatımı sessizce sana adamıştım..." diye fısıldadım.
Yavaşça üzerindeki örtüyü düzelttim, ayaklarının ucuna kadar çektim, üşümesin diye, o bilmese de...
"Rüyanda bile olsam, yanında olmak yetiyor bana." dedim neredeyse nefessiz bir sesle.
Diz çöküp başucuna eğildim, sanki uyanacak diye korkarak fısıldadım: "Benim annem öldü Vera... Çok küçükken, hayatın daha acı kelimelerini bile öğrenemeden elimden aldılar onu." Sözlerim boğazımda düğümlendi, birkaç saniye sessizlikte asılı kaldı.
"Hiçbir kadın... hiçbir koku... hiçbir ses onun yerini dolduramadı." dedim, gözümde biriken yaşlar artık kelimelerime karışıyordu. "Ama sen..." Hafifçe soluklandım, sanki bu cümleyi kurmak bile yıllar süren bir itirafın kapısını aralıyordu. "Sen Vera...
sen bir nebze de olsa onun yerini dolduruyorsun..."
Ellerimi yumruk yapıp dizlerime bastırdım, o kadar güçsüz hissediyordum ki, sanki duygularım koca bir dağ gibi üzerime yığılmıştı.
"Senin sesinle, senin bakışlarınla, senin kokunla... ben ilk defa bir ev buldum kendime... sıcak, güvenli, hayata yeniden inanası bir ev..."
Başımı biraz daha yaklaştırdım ona, nefesini duyabiliyordum, düzenli ve masum. Gözlerim dolu dolu onu izlerken, fısıltımda boğuldum:
"Bir insan hem annesini, hem sevgilisini, hem dostunu, hem yarını bir bedende nasıl bulur, Vera? Nasıl olur da hayatındaki bütün boşlukları tek birinin varlığıyla doldurur? Bilmiyorum... sadece seninle böyle oldu..."
Bir titreme geçti içimden, bir yanıma umut, öteki yanıma çaresizlik çöreklenmişti.
"İnsan bir kere kaybederse... bir kere ölürse içinde... bir daha kolay kolay güvenemezdi kimseye. Ama ben, seni gördüğümde... sana bakarken... içimde yeniden filizlenen bir şey oldu. Sanki kurumuş bir ağaç, yağmura kavuşmuş gibi..."
Sesim çatallandı, yutkunarak devam ettim:
"Sen benim yaralarıma derman olmadın... sen benim yaralarımsın artık. Sen olmazsan hiçbir şey tamamlanmayacak gibi..."
Başımı onun yastığına, saçlarının ucuna değdirmeden yaklaştırdım, gözlerimi kapatıp sessizce fısıldadım:
"İzin ver bana Vera... hayatımın geri kalanını senin suskunluğunu dinleyerek bile geçirmeye razıyım... yeter ki bir nefes kadar yakınımda ol..."
Vera'nın kaşları hafifçe çatıldı önce, sonra bedeni birden irkildi, gözleri telaşla açıldı.
Ben daha nefes bile alamadan, aniden doğrulmaya çalıştı. Panikle bir çığlık kopacak gibiydi ki, refleksle uzanıp avuç içimle dudaklarını örttüm.
"Şşşt... Sessiz ol..." diye fısıldadım, sesim, boğazıma düğümlenen binlerce duygunun içinden süzülüp çıkmış gibiydi.
Gözlerim gözlerinde kilitlendi, korkusunu, şaşkınlığını, öfkesini hepsini bir anda gördüm o bakışlarda. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu.
Vera önce birkaç saniye olduğu yerde donakaldı, sonra elleriyle hızla elimden kurtuldu. Dudaklarını özgür bırakır bırakmaz, titreyen bir sesle çıkıştı:
"Ne işin var burada senin?!"
Sesinde hem korku hem de öfke vardı.
O an, sanki odadaki tüm hava boşalmıştı.
Odanın duvarları, bizim kırık dökük cümlelerimizi taşıyamayacak kadar daralmıştı.
"Konuşmaya geldim," hâlâ onunla konuştuğuma inanamıyormuş gibi bakıyordu. Belki de sesimden irkiliyordu.
"Konuşmak istemiyorum seninle, çık git burdan, babamı çağırtma bana!" Yataktan doğrularak yine canımı yakmak ister gibi elini karnına koydu ve geri geri gitti. "Niye böyle yapıyorsun, seni deli gibi aradığımı da biliyorsun... Senin için deli olduğumu da biliyorsun, kendini neden benden alıkoyuyorsun?" Yatağın etrafından dönerek yanına yaklaşmak istedim ama benden kaçıyordu.
"Bizden olmaz artık Adar, istemiyorum seni niye anlamıyorsun! Defol git burdan!"
"Gidemem!" Üzerine geldiğim için duvara çarptı sırtı. Sonra kendini korumak ister gibi ellerini kendine sardı. Benden mi korkuyordu. İşte bu düşünceye bile ölürdüm ben.
"Korkuyor musun benden?" Titreyen sesimi umursayamadım bile. Git burdan diye sayıklamaları kulaklarımı doldururken yanlıca dibinde durarak küçülmüş bedenini izliyordum. "Vera, Vera'm... Benim ben, Adar. Kocan.... Benden de korkmuyorsun değil mi? Seni bulamadım diye kızıyorsun bana, haklısın. Ama inan bana seni aramadığım tek bir dakikam bile yoktu. Lan ben seni her kadın cesedinde bile ararken ölüp ölüp diriliyordum, niye benden kaçıyorsun!" Sesimi yükseltmek istememiştim, ama sinirlerine artık söz geçiremiyordum.
"Git artık burdan, seni duymak istemiyorum!" Kulaklarını kapattığında sanki sağır olan benmişim gibi başıma ağrılar saplandı. "Konuşmamı herkesten çok isteyen kadındın sen, şimdi ne oluyorda duymak istemiyorsun! Konuş benimle! Benden korkma Vera!"
"Katilsin sen!" Hırsla, kırgınlıkla, ve biraz da hayal kırıklığı ile bana döndü. "Katilsin! Amcanın, masum bir sporcunun katilsin sen Adar! Ellerinde kan var!" Ellerimi gösterdi. Sıcak elinin değdiği tenimi kendine çekip acuçlarımı açtı. "Bak şu ellerine! Kan var, kan var elinde!" Kendi ellerini gösterdi ardından. Avuçlarını gözlerimin hizasına kaldırdı. "Benim ellerime bak bir de! Kalem var, umut var, huzur isteyen bir çocuk var ama sende o yok! Bizim ellerimiz birleşemez çünkü kan, saflığı bitirir!" Ağlıyordu, ama tek ağlayan o değildi artık. "Dilinde yalan var Adar senin! Seni gerçekten lal sandım ben! Konuşman için elinden geleni yapacağım derken meğersem sen zaten konuşuyormuşsun!" Başım önüme eğilirken aslında kopmak istemişti.
"Ben seni tanıyamıyorum artık! Sen bana çok yabancısın!" Elini karnına götürdü, sanki ruhumu da ellerinin altına almış gibiydi. "Bir çocuğum olacak, babası sensin ama sen masum değilsin! Bebeğimin üzerine de kan bulaşacak diye korkuyorum anlıyor musun beni! Onunda hayalleri çalınacak...onun da gözyaşları senin sessiz çığlıklarına karışacak diye ödüm kopuyor Adar!"
Sesi çatallaştı, dizleri titredi, neredeyse yere çökecek gibiydi.
Yutkunmak istedim ama boğazıma düğümlenen taş gibi acı, yutulmuyordu.
O ağlıyordu... benim canım yanıyordu...
O, içindeki korkuyu, endişeyi haykırıyordu... ben ise sessizliğin içinde kayboluyordum.
Adımlarımı usulca ona doğru attım, bir fırtınanın ortasında kırık bir sandal gibi savruluyordum.
Ellerimi kaldırdım ama ne yapacağımı bilemeden havada asılı kaldılar.
Sanki ona dokunsam daha da parçalayacakmışım gibi...
Sanki varlığım zaten yeterince büyük bir yaraymış gibi...
"Vera..." dedim titreyen bir fısıltıyla, "Ben... ben katil oldum... ama sana yalan söylemedim... sana asla yalan söylemedim."
Gözlerinin içine baktım, tüm çıplaklığımla, tüm utancımla.
"Ben o sahte sessizliğin içinde, ilk defa seni gördüğümde... kendime yemin ettim. Bir gün konuşacaksam, ilk sana konuşacağım diye..."
Sözlerim, dudaklarımdan düşen kan gibi ağırdı.
"Sustum... Hayat boyu sustum... Ta ki gözlerinde hayatı görene kadar..."
Bir adım daha attım, ama o bir adım geriledi.
Aramızdaki mesafe bir hayat kadar büyüktü artık.
"Benim ellerimde kan var doğru..." dedim, gözlerim avuç içlerime kayarken.
"Ben kirliyim... kırığım... ama..."
Gözlerimi tekrar kaldırdım ona.
"Ama içimdeki sevgi tertemizdi. Sana dokunmadı o kan. Yemin ederim sana dokunmadı!"
O başını iki yana salladı, gözyaşları yanaklarında iz bırakarak aktı.
"Ne değişir Adar? Ne değişir şimdi? Bir çocuk... bir masum, senin adını taşıyacak! Korkuyorum... Ona bile layık olamadığını bilmekten korkuyorum!"
Yutkunamadım.
Nefesim yarım kaldı.
O an yere çökmek, dizlerimin üzerinde af dilemek istedim.
Ama bilirdim... Bazı aflar, suskun bir evrende bile yankı bulmazdı.
Yine de bir adım daha attım ona, usulca.
Sanki sert bir rüzgârda kırılacak bir kuş gibi nazikçe.
"Ben her şeyimle seninim Vera..." dedim neredeyse bir dua eder gibi.
"Her hatamla, her günahımla, her korkumla... Benim tek doğru bildiğim sensin."
O, gözyaşlarının ardından bana baktı, kalbinin kapısını sımsıkı kilitlemişti.
Ama yine de o kapının ardında hâlâ yanan küçük bir umut kıvılcımı görür gibi oldum.
"Ne olur..." dedim, sesim çatallandı, "Ne olur bir kerecik olsun, beni de sevmeye devam et Vera... Sadece bir kerecik..."
Sözleri, odanın içine atılan cam kırıkları gibi yankılandı.
Her kelimesi, etimi lime lime kesti, ruhumu parça parça doğradı.
"Ben," dedi Vera, sesi titrek ama kararlı, "çocuğumu doğuracağım Adar... ama onu senden uzak, temiz bir gelecek için senden çok uzakta tutacağım."
Nefesim düzensizleşti. Yutkunmaya çalıştım, ama boğazıma oturan düğüm izin vermedi.
"En yakın zamanda boşanacağız Adar!"
Sanki sırtıma buzdan bir hançer saplanmıştı.
Sanki tüm evren bir anda üzerime yıkılmıştı da, ben tek başıma enkaz altında kalmıştım.
"Ben," dedi tekrar, gözleri bıçak gibi gözlerime saplanarak, "geleceğimin belirsiz olduğu bir yerde durmak istemiyorum! Seninle kaybolmak istemiyorum! Berdel umurumda değil! Geleneğiniz umurumda değil! Seni affedemem!"
Göğsümde bir şey koptu.
Sessiz bir çığlık gibi içime aktı.
Bedenim hâlâ dimdikti, ama içimdeki bütün şehirler yerle bir olmuştu.
"Çocuğumu da alıp gideceğim." dedi, ve gözlerinde o bildiğim Vera yoktu artık.
O savaşçı kadın vardı.
Karnını tutan, gözyaşlarıyla savaşan, ve kendi yolunu çizmeye ant içmiş bir anne vardı.
İçimde bir şey, kafesinden kurtulmuş yırtıcı bir hayvan gibi inlemeye başladı.
Öfke... Hayır.
Çağlayan gibi akan bir çaresizlikti bu.
Onu kaybetmenin o amansız, mideyi burkan acısı.
Dudaklarım kıpırdadı, ama kelime çıkmadı.
Elimi ona uzattım, ama o bir adım geri çekildi.
Bu hareket...
Bu küçücük hareket, beni bin darbeden daha beter paramparça etti.
"Neden?" dedim boğuk bir sesle.
"Neden Vera? Bize bir şans vermek istemiyor musun? Bana değil... bize!"
Sözlerim, onu geri getirmedi.
Beni bile duymuyor gibiydi.
Kararını vermişti.
Bütün dünya yerle bir olsa, artık geri adım atmayacak bir kadın gibi dimdikti karşımda.
İçimdeki öfke titredi, kaynayan bir lav gibi damarlarımda aktı.
Ama ona karşı çıkamadım.
Sadece yumruklarımı sıktım, tırnaklarım avuçlarımı kanattı.
"Sen..." dedim dişlerimi sıkarak, "Sen beni... hep sessiz bildin. Hep sustum diye kolay sanıyorsun, değil mi?"
Gözlerimden yaşlar süzüldü, ama yüzümde sert bir çizgi oluşmuştu artık.
"Ben senin için savaşmadım mı?" dedim, sesim çatladı. "Sustum diye, içimdeki fırtınayı görmedin mi? Sana her susuşum, sana edilen bir dua gibiydi..."
Bir canavarmışım gibi korkuyordu benden.
Bir zamanlar gözlerinin içinde kendimi bulduğum kadın, şimdi bana bir yabancıdan, bir tehditten korkar gibi bakıyordu.
"Ben sana zarar vermezdim." dedim, neredeyse yalvarırcasına.
"Ben..."
Sözlerim boğazıma düğümlendi.
Çöktüm yere, dizlerimin üzerine.
Başımı eğdim.
Kırıldım.
Bütün kibirim, bütün asiliğim, bütün öfkem darmadağın oldu o an.
"Git." dedi Vera sessizce.
Sanki bıçağın son darbesiydi bu.
"Git Adar... Bitti."
O anda anladım.
Bazen en güçlü aşk bile, bazı kırıkları onaramıyordu.
Bazen bir insan, en çok sevdiği tarafından en derin yarayı alıyordu.
Ve ben, dizlerimin üzerinde...
Onu sevmenin ağırlığı altında ezilerek...
İçimden bir daha hiç susmayacak bir çığlıkla, gözlerimin önünde Vera'yı kaybediyordum.
Titreyen ellerimle Vera’ya uzandım, dayanamadım, sımsıkı sarıldım belinden. Direnmedi... ama ruhu benden kaçıyordu, bunu her zerresinde hissettim. Başımı karnına yasladım, orada atan minicik bir kalbe sığınır gibi... Sanki kurtuluşum onun içindeydi. "Yapma..." dedim, sesim boğazıma düğümlenmişti, fısıltıdan bile zayıftı. "Ne olur yapma... Ölürüm Vera... Senden de, o bebekten de vazgeçemem..." Kollarım güçsüzdü, ama içimdeki bağırış dünyayı yerinden oynatacak kadar büyüktü. "Beni kendinden kovma... Bana acı, bizi bırakma..." Gözyaşlarım usulca aktı, alnımı onun karnına bastırdım, sanki özürlerimi bebeğimiz duysun ister gibi. "Ben her şeyimle seninim... Seni korkutan her yanımı söküp atarım gerekirse, ama ne olur... beni bırakma..." İçimde yankılanan sessizlik, Vera'nın kalbinden vazgeçmişliğini anlatıyordu bana. Buna dayanamazdım.
"Çocuğumu... bensiz büyütme..." dedim kısık sesle, nefesimi zorlayarak. "İzin ver, bir kere olsun... iyi bir şey yapayım Vera..."
Bedenim, artık onun küçücük karın kıvrımına yaslanmış bir günah yığını gibiydi. Yalvarıyordum. Erkekliğimi, gururumu, adımı, her şeyimi bir kenara atıp yalvarıyordum.
Sevdiğim kadına,
bir zamanlar gözlerinde cennet bulduğum kadına...
Şimdi cehennemin kapısında, affını dileniyordum...
Yorum ve beğenilerinizi eksik etmeyin dostlarım iyi okumalar 🫠 🫠 🫶🏻
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |